HATALI KADASTRO TESPİTİ TAPU İPTALİ VE TESCİL DAVASI YARGITAY KARARLARI
3402 s. Kadastro Kanunu’nun 31 ve 36. maddeleri uyarınca, davada haklı çıkan taraf yararına yargılama giderlerine ve ücreti vekalete hükmedilmesi gerekirken, Hazine vekilinin temyizi üzerine verilen bozma kararı sonucu yapılan yargılama sonunda, bozma doğrultusunda karar verildiği halde, yargılama giderlerinin Hazine üzerinde bırakılması usul ve yasaya aykırıdır.
Taraflar arasındaki kadastro tesbitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi istenilmekle; temyiz isteminin süresinde olduğu anlaşıldı, inceleme raporu ve dosyadaki belgeler okundu, gereği görüşüldü:
KARAR: Yargıtay bozma ilamında özetle; “1937 yazımı vergi kaydındaki miktar kadar yerin ayrılarak davalı adına tesciline, miktar fazlasının ise mera olarak sınırlandırılmasına karar verilmesi” gereğine değinilmiştir. Mahkemece bozmaya uyularak yapılan yargılama sonunda, davanın kabulüne, çekişmeli parselin 1937 tarih, 523 tahrir nolu vergi kaydı kapsamı içinde kalan 920 metrekarelik bölümünün davalı adına tesciline, geri kalan 4530 metrekarelik bölümünün mera olarak sınırlandırılmasına karar verilmiş; hüküm, Hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz, yargılama giderleri ile ücreti vekalete ilişkindir. İlk karar Hazine vekilinin temyizi üzerine bozulmuştur. Bozmaya uyularak yapılan yargılama sonunda, bozma doğrultusunda karar verildiği halde, yargılama giderlerinin Hazine üzerinde bırakılmasına karar verildiği gibi, Hazine yararına avukatlık ücretine de hükmedilmemiştir. HUMK: nun 417. maddesi ve 3402 sayılı Yasanın 31 ve 36. maddeleri uyarınca, davada haklı çıkan taraf yararına yargılama giderine ve ücreti vekalete hükmedilmesi gerekirken, bundan zuhul edilmesi isabetsiz ve Hazine vekilinin temyiz itirazları bu nedenle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün (BOZULMASINA), 21.9.1995 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
1. Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2000/2634 E: 2000/2552 T: 12.6.2000
2. Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1996/70 K: 1996/1 T: 22.1.1996
3. Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1993/4985 K: 1993/12353 T: 22.11.1993
4. Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1990/16908 K: 1991/10007T: 8.7.1991
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1996/3830 E: 1996/6025 T: 17.6.1996
Uyuşmazlık konusu tapulu taşınmazı, tapu dışı satın aldığını ileri süren davalı, bu iddiasını kanıtlamakla yükümlüdür.
Taraflar arasındaki kadastro tesbitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi istenilmekle; temyiz isteğinin yasal süresinde olduğu anlaşıldı, tetkik raporu ve dosyadaki belgeler okundu, gereği görüşüldü:
KARAR: Kadastro sırasında 238 ada, 6 parsel sayılı 468,54 m2. yüzölçümündeki taşınmaz, tapu kaydına, tapu dışı satın almaya ve zilyetliğe dayalı olarak O… adına tesbit edilmiştir. Davacılar Z… ve paydaşları, tapu kaydı kapsamında kalan dava dışı bir kısım parsellerin satıldığını, dava konusu taşınmazın ise satışa konu edilmediğini ileri sürerek, askı ilan süresi içinde dava açmışlardır. Mahkemece davanın reddine, taşınmazın tesbit gibi davalı adına tapuya tesciline karar verilmiş; hüküm, davacılar tarafından temyiz edilmiştir.
Kadastro tesbitine dayanak yapılan davacı tarafın dayandığı tapu kaydının dava konusu taşınmaza ait olduğu, yanlar arasında uyuşmazlık konusu değildir. Uyuşmazlık, çekişmeli taşınmazın davalı tarafça tapu dışı satın alınıp alınmadığı konusundadır. Davacılar, dava konusu taşınmazın davalı tarafa satılmadığını öne sürmüş, davalı taraf ise taşınmazı tapu dışı satın aldıklarını savunmuşlardır. Hal böyle olunca, olayda kanıtlama yükümlülüğü tapu dışı satın almaya dayanan tarafa aittir.
SONUÇ: Mahkemece kanıtlama yükümlülüğü kendisine düşmeyen davacı taraf hakkında 3402 sayılı Kadastro Kanununun 36. maddesi hükmünce işlem yapılarak davanın reddine karar verilmiş olması isabetsiz, temyiz itirazları yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün (BOZULMASINA), 17.6.1996 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2006/759 K: 2006/819 T.24.3.2006
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2005/32 K: 2005/45 T: 26.01.2005
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/361 K: 2004/1154 T. 29.3.2004
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1999/1266 K: 1999/1660 T:5.4.1999
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1996/9883 E: 1996/10218 T: 19.11.1996
2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kanunu’na göre bu kanun kapsamındaki taşınmazlar zilyetlik yoluyla iktisap edilemez. Ancak, bu hüküm zilyetlik iddiasıyla yapılan tespit veya bu suretle açılan davanın yargılanması sırasında görevli mahkemece gözetilecek bir hükümdür. Taşınmazı iktisap eden kişinin tapusu iptal edilmedikçe mülkiyetten doğan tüm haklarını kullanabilir. Bu sebeple kamulaştırma bedelinin ödenme tarihinden tapuda malik gözüken kişiye karşı ödenen bu bedelin haksız ve sebepsiz bir iktisap olduğu ileri sürülemez.
Dava dilekçesinde alacağın faiz ve masraflarla birlikte davalı taraftan tahsili istenilmiştir. Mahkemece davanın kabulü cihetine gidilmiş, hüküm davalı tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü:
KARAR: Davacı idare, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununa göre kamulaştırdığı taşınmazın zilyetlikle iktisap edilemeyecek taşınmazlardan olduğunu, bu nedenle ödediği bedelin iadesini istemiş mahkemece istem kabul edilerek hüküm kurulmuştur.
Dosyadaki belge ve bilgilere göre davalının zilyetliğinde bulunduğu saptanan taşınmaz, kadastro tespit komisyonunca adına tesbit edilmiş ve bu suretle oluşan sicil kesinleştikten sonra kamulaştırma üzerine davalı tarafından 17.11.1992 tarihinde davacı Hazineye ferağ edilmiştir.
2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununun 11. maddesinin 1. fıkrasının son cümlesi “korunması gerekli kültür ve tabiat varlıkları ile bunların koruma alanları zilyetlik yoluyla iktisap edilemez” hükmüne yer vermişse de Yasanın bu hükmü zilyetlik iddiası ile yapılan tesbit veya bu suretle açılan davanın yargılaması sırasında görevli mahkemece gözetilip yapılan araştırma sonucuna göre uygulanacaktır. Tapu iktisap edildikten sonra bu tapu iptal edilmedikçe taşınmaz, kayıt malikinin mülkiyetinde olup ve mülkiyetten doğan tüm haklarını kullanmak durumundadır. Bu nedenle, kamulaştırma bedelinin ödendiği tarihte tapu kaydına istinaden malik olan davalıya ödenen kamulaştırma bedelinin haksız ve sebepsiz bir iktisap olduğu ileri sürülemeyeceğinden davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı olduğu şekilde kabulü doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK: nun 428. maddesi gereğince (BOZULMASINA), temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 19.11.1996 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi, E:2007/40 K:2007/849 T:08.02.2007
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi, E:2007/40 K:2007/849 T:08.02.2007
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1996/10128 K: 1996/10452 T: 25.11.1996
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1996/10132 K: 1996/10441 T: 25.11.1996
Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulu E: 1952/10-1955/4 K: 1955/23 T: 7.12.1955
Kadastro ve tapu tahriri kanununun 22 nci maddesinin h bendinde yazılı on senelik müddetin, nizalı gayrimenkulün hazine adına tapuya tescili tarihinde başlaması gerekir.
2613 sayılı Kadastro ve Tapu Tahriri Kanununun 22 nci maddesinin (H) bendinde yazılı 10 senelik müddetin mebdeini tâyin hususunda Temyiz Dördüncü Hukuk Dairesinin, 29/11/1943 tarih 3346/3453 sayılı ilâmiyle aynı dairenin 16/5/1950 tarih 2932/1472 sayılı ilâmları arasında içtihat ihtilâfı bulunduğu Maliye Vekâletinin yazısına atfen Adliye Vekâletinin 17/6/1952 tarih 8428 sayılı yazısiyle ve ayrıca yukarda bahsi geçen 16/5/1950 tarihli ilâm ile Temyiz Yargıtay Yedinci Hukuk Dairesinin 4/12/1953 tarih 6640/131 sayılı ve Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 28/11/1952 tarih 4511/3517 sayılı ilâmları arasında içtihat ihtilâfı bulunduğu Ankara Altıncı Asliye Hukuk Hâkimliğinin 15/1/1955 tarih 65 sayılı yazisiyle bildirilmiş içtihat ihtilâfının tevhidi içtihat yoliyle halli istenmiş olmakla Hukuk Kısmı Umumi Heyetinde keyfiyet müzakere olundu.
Neticede; 2613 sayılı Kadastro ve Tapu Tahriri Kanununun 22 nci maddesinin (H) bendinde aynen (Yapılacak ilânlar ve tahkik üzerine sahibi bulunamıyan gayrımenkuller Devlet namına kaydolunur. Bu malların 10 seneye kadar hükmen müstehikki çıktığı takdirde namına kaydı tashih edilir ve satılmış ise bedeli verilir.) diye yazılır.
Kadastroca bahsi geçen (H) bendine tevfikan Hazine adına tesbit ve o şekilde tapuya tescil olunan ve bilâhare Hazinenin temliki ile ahara geçen gayrimenkulden dolayı bedelin tahsili için Hazine aleyhine açılan dâva tescil tarihinden itibaren 10 sene geçtiği için asliye mahkemesince reddedilmiş Temyiz Dördüncü Hukuk Dairesinin 16/5/1950 tarihli ilâmiyle (2613 numaralı kanunun 22 nci maddesinin (H) bendinde yazılı 10 senelik müddet, zikri geçen kanunun 25, 26 ncı maddeleri mucibince, yapılacak ilânın iki aylık müddetinin sonundan itibaren başlaması icabettiğine göre bu ilân müddetinin sona erdiği tarih tahkik edildikten sonra dâvalı Hazinenin müruruzaman def’i hakkında bir karar ittihazı icabederken tapuya tescil tarihinin müddetin işlemesine mebde ittihazı yolsuz görüldüğünden) bozulmuştur.
Dördüncü Hukuk Dairesinin 29/11/1943 tarihli ilamında ise (Müruruzamanın ilân tarihinden değil gayrımenkulün Hazine namına tescil tarihinden başlıyacağı ve hâdisede bu tarihten dâva tarihine kadar geçmiş olan müddetin müruruzaman haddine baliğ bulunmadığı) belirtilerek bedelin Hazineden tahsili yolundaki hüküm tasdik olunmuştur. Birinci ve Yedinci Hukuk Daireleri ilâmlarında asliye mahkemelerince müttehaz ve kayıt tashihi dâvalarının reddini mutazammın hükümler dâvanın nizalı gayrımenkulün Hazine adına tescili tarihinden itibaren 10 sene geçtikten sonra açılmış olması sebebiyle tasdik olunmuştur.
Kadastro muamelelerinde ilânlar ve sair merasim tescile tekaddüm edeceğine, tescil tarihinden itibaren 10 sene geçtikten sonra açılan bir dâva hakkında ilân müddetinin sona erdiği tarihten itibaren de 10 sene evleviyetle geçmiş olacağına göre Dördüncü Hukuk Dairesinin 16/5/1950 tarihli ilâmiyle sevkolunan bozma sebebinin ameli neticesi ilâm mündericatından anlaşılamamakla beraber işbu ilâmın mucip sebebiyle diğer ilâmların mucip sebepleri arasında bir içtihat ihtilâfı bulunduğu kabul edilmiştir. Şöyle ki, işbu ilâmda 10 senelik müddete kadastroca yapılan ilânların bittiği tarih mebde ittihaz edildiği halde diğer ilâmlarda Hazine adına tescil tarihi mebde olarak kabul olunmuştur.
Gayrimenkullerin hendesi ve hukuki durumlarını doğru olarak tesbit için 2613 sayılı kanun ve bu kanunun sureti tatbikını gösteren ve 5/12/1935 tarih 2/3542 sayılı kararname ile mer’iyete konulan nizamname bir takım eşkâl ve merasim tâyin eylemiştir. Kanunun 25 ve 26 ncı maddelerinde derpiş olunan ilânlar işbu merasimden bir kısmını teşkil eder. Bütün merasim yerine getirildikten sonra nizamnamenin 34 üncü maddesi uyarınca Kadastro Komisyonu tarafından tapu kütükleri tanzim olunur. Gayrimenkuller bu kütüğe geçirilir, ihtilâflı olup da kadastro veya asliye mahkemesinde tetkik edilmekte olan gayrimenkullerin ihtilâfın mahiyetine nazaran ya malik sütunu veya mülkiyetin gayrı aynî hak kısmı hariç bırakılarak ihtilâflı olmıyan diğer cihetleri tescil olunur.
Bu suretle tescil anında hendesî ve hukuki durum hakkındaki kadastro işlemleri sona ermiş, sicil durumu katiyet ve aleniyet kesbetmiştir. Tescil zamanına kadar gayrimenkule şu veya bu kimse üzerine kaydedilmiş nazariyle bakılamaz. Bu itibarla (H) bendinde mevzuubahis olan (Kaydolunur) tâbirinden tescil keyfiyeti kastedilmiş bulunmaktadır. Nitekim aynı bendin ikinci fıkrasında bahsi geçen (Kaydı tashih edilir) ibaresiyle de sicil kaydı kastedilmiştir. Çünkü, tashih talebi ve hükmü ancak mevcut bir sicil kaydı muvacehesinde mevzuubahis olabilir. Bu itibarla (Bu malların 10 seneye kadar…) sözleriyle başlıyan ikinci fıkrada yazılı 10 senenin mebdei buna hemen tekaddümeden fıkrada yazılı (Kayıt) yani (Tescil) tarihi olarak kabul edilmek icabeder. Esasen bu hüküm Medeni Kanunun 638 inci maddesinde mevzu kaide ile ahenk temini maksadiyle sevkedilmiş bulunmaktadır. 638 inci maddenin tatbikatında 10 senelik müddet sicil kaydı tarihinden hesaplandığı gibi (H) bendinde yazılı müddetin de Hazine adına tescil tarihinden itibaren hesaplanması lâzım gelmektedir.
SONUÇ: 2613 sayılı kanunun 22 nci maddesinin (H) bendinde yazılı 10 senelik müddetin nizalı gayrimenkulün Hazine adına tapuya tescil tarihinden başlaması lâzımgeldiğine 7/12/1955 tarihinde ekseriyetle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu E: 1994/1 K: 1995/3 T: 22.12.1995
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu E: 1992/2 K: 1994/5 T: 23.12.1994
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulu E: 1977/4 K: 1977/4 T:5.12.1977
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulu E: 1993/6 K: 1996/2 T: 29.3.1996
Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulu E: 1969/3 K: 1969/5 T: 21.5.1969
Kadastro sınırlandırılması yapılırken kimin malı olduğu gösterilmeyen taşınmazın, sonradan kamulaştırıldığında, kamulaştırma parasının kime ait olacağı konusundaki davaları çözmeğe uyuşmazlığın ilişkin bulunduğu tutara göre asliye veya sulh hukuk mahkemeleri görevlidir.
Kadastro sınırlandırılması yapılırken herhangi bir nedenle kimin malı olduğu gösterilmemiş taşınmazların sonradan kamulaştırılması üzerine yer parasına hak ediş yönünden mülkiyetin kime ait olduğunun tespiti uyuşmazlıkların incelenmesinde asliye hukuk mahkemesinin görevli olduğu konusunda, Yargıtay Yedinci Hukuk Dairesinin 10/7/1967 gün ve 2529/5155 ve 4/3/1968 gün ve 7843/1466 sayılı kararları ile kadastro mahkemesinin görevli olduğu konusundaki 27/11/1964 gün ve 7634/7111, 22/2/1965 gün ve 5/1034 sayılı kararları arasında düşünce aykırılığı bulunduğu ilgili vekilinin 11/11/1968 günlü yazısında ileri sürülmesi gerekli belgelerle dairesi yazısı eklenerek gönderilmesi üzerine, 1221 sayılı Yasa’nın 8 inci maddesi uyarınca toplanan İçtihadı Birleştirme Hukuk Bölümü Genel Kurulunda, kararlar arasında düşünce aykırılığı bulunduğu 25’e karşı 28 oyla kararlaştırıldıktan sonra işin esası incelendi ve gereği konuşulup tartışıldı:
Uyuşmazlık; 2613 sayılı Yasa uyarınca, kadastro sınırlandırılması yapılırken, herhangi bir nedenle kimin malı olduğu gösterilmiş olmayan taşınmazın sonradan kamulaştırılması sonunda, mülkiyetin ve kamulaştırma parasının kime ait olacağı konusundaki davaları çözümleme görevinin kadastro veya asliye mahkemesine ait olacağındadır. 2613 sayılı Yasa’nın 27 nci maddesinde, kadastro mahkemelerinin, (İlânda yazılı yerlerde taşınmaz mallara ilişkin kadastroyu ve yazımı ilgilendiren her türlü uyuşmazlıkları) çözümleyeceği esası benimsenmiştir. O halde, sorunun çözümlenmesi için her şeyden önce, kamulaştırılan ve kamulaştırma parasının kime ait olduğu çekişme konusu olan taşınmazın malikinin belli edilmesi görevinin (Kadastroyu ve yazımını ilgilendiren) bir uyuşmazlık olup olmadığı araştırılmalıdır.
Gerçekten, kadastro sınırlandırması, Medenî Yasa’nın 645 ve 910 uncu maddeleri ile tapu sicil tüzüğünün 4 üncü maddesinde belirtildiği üzere, taşınmaz mallar üzerindeki hakların durumlarını, sınırlarını, plan ve toprak üzerine konulan işaretlerle belli etmek için yapılır. Kadastro planiyle toprak üzerindeki mülkiyet ve diğer hakların kime ait olacağı belirli duruma girer. Taşınmazın toprak üzerindeki sınırı belirmiş, fakat, üzerindeki hak sahibi kişiler henüz belirmemiş iken, bir üçüncü kişi, kamu tüzel kişisi, Yasa’nın kendisine tanıdığı yetkiye uygun tek taraflı bir irade açıklanması ile malı kamulaştırılmıştır.
Usulünce tamamlanan kamulaştırma işlemi malikin iradesi aranmaksızın mülkiyeti kamulaştıran iradeye geçirir. Medeni Yasa’nın 633 üncü maddesi bu esası benimsemiştir. O halde, kamulaştırma işlemi, malik kim olursa olsun kural olarak ayın hakkını sona erdiren işlemlerdendir. 6830 sayılı Yasa’nın 17, 18 ve 19 uncu maddeleri taşınmazın mülkiyeti konusunda üçüncü kişiler arasındaki uyuşmazlıkların kamulaştırma işlemine etkisi olmayacağını açıklamıştır. Böylece kadastro sınırlandırmasının iki amacından biri, toprak ve plan üzerindeki sınırlarının belli edilmesi tamamlanmış ve ötekisi bu yer üzerindeki hak sahibi, malik, kamulaştırma işlemiyle belirmiş olmakla kadastro işlemi sona ermiş olur. Bunun dışında kalan kamulaştırma parasının kime ait olacağı sorunu, 2613 sayılı Yasa’nın 27 nci maddesinde öngörülen (Kadastroyu ve yazımını ilgilendiren) bir sorun olma niteliğini kaybeder. Sorun, iradenin mal varlığına giren taşınmaz karşılığında ödenmesi gereken değerin, paranın kime ödeneceğine ilişkin bulunduğundan bu nitelikteki uyuşmazlıkları usül hükümleri uyarınca görevli asliye ve sulh mahkemeleri çözümlemelidir.
Sonuç: 2613 sayılı Yasa uyarınca kadastro sınırlandırılması yapılırken herhangi bir nedenle kimin malı olduğu gösterilmiş olmayan taşınmazın, sonradan kamulaştırılması ile kamulaştırma parasının kime ait olacağı konusundaki davaları çözümlemeye uyuşmazlığın ilişkin bulunduğu tutara göre asliye veya sulh hukuk mahkemelerinin görevli olduğuna ilk toplantıda 21/5/1969 günü oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu E: 1958/8 K: 1958/7 T.11.6.1958
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu E: 1943/8 K: 1944/4 T.9.2.1944
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu E: 1931/2 K: 1931/40 K: 10.6.1931
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulu E: 1954/13 K: 1955/19 T: 6.7.1955
Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulu E: 1990/3 K: 1990/5 T:19.10.1990
3402 s. Kadastro Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden sonra yeni yasal düzenlemeye dayanılarak imar ihya nedeniyle açılan tapu iptal ve tescil davalarında, kanunun yürürlüğe girmesinden önce açılıp da reddedilerek kesinleşmiş bulunan tapu iptal ve tescil davalarına ilişkin kararlar, o kararlarda imar ihya olgusu sabit görülmüş olsun veya olmasın kesin hüküm oluşturur.
7/1/1990 günlü dilekçe ile 21/6/1987 gün ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun yürürlüğünden önce kazandırıcı zamanaşımı veya imar ihya nedeniyle mülk edinme konusunda açılan tapu iptal ve tescil davaları sonunda verilmiş bulunan kararların sözkonusu yasanın yürürlüğe girmesinden sonra açılan davalarda kesin hüküm oluşturup oluşturmayacağı hususunda Birinci ve Sekizinci Hukuk Daireleri kararları arasında aykırılık bulunduğu iddia edilerek içtihadı birleştirme yoluna gidilmesi istenilmiş; Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulu 1/3/1990 gün ve 15 sayılı kararla kararlar arasında aykırılığın mevcut olduğu sonucuna vararak içtihadı birleştirme yolu ile aykırılığın giderilmesi gerektiğine karar vermiştir.
2797 sayılı Yargıtay Kanunu’nun 16/5 ve 45/2 nci maddeleri uyarınca toplanan Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulu’nda raportör üyenin açıklamaları dinlendikten sonra gereği görüşüldü:
Önce kararlar arasında aykırılık bulunup bulunmadığı hususu incelenmiştir:
1) Aralarında aykırılık bulunduğu ileri sürülen kararlardan Yargıtay 1. Hukuk Dairesi’nin 8/2/1989 gün ve 11266/1148 sayılı kararına konu teşkil eden olayda taşınmazın zilyetlik nedeniyle kadastroca davalı adına tesbit ve tescil olunduğu, davacı Hazinenin 1617 sayılı Yasanın, 20 nci maddesi ile değişik 766 sayılı Tapulama Kanunu’nun 33 üncü maddesine göre 20 dönümden fazla olan miktar hakkında iptal ve tescil davası açtığı davalının 1617 sayılı Yasanın getirdiği sınırlamayı gözönünde tutarak 20 dönümden fazla kısım hakkında açılan davayı kabul ettiği, hüküm henüz kesinleşmeden ve temyiz süresi geçmeden 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun yürürlüğe girdiği, davalının Kadastro Kanunu’nun getirdiği yeni haklardan yararlandırılması gerektiğini ileri sürerek temyiz yoluna başvurduğu anlaşılmaktadır.
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi olayda önceden verilmiş ve kesinleşmiş bir hükmün bulunmadığı, davalının kabulünün H.U.M.K: nun öngördüğü anlamda kesin hükmün yasal sonuçlarını doğuracak nitelikte bağlayıcı bir beyan olmadığı gerekçesiyle hükmü davalı yararına bozmuştur.
2) Sekizinci Hukuk Dairesi’nin 2/10/1989 gün ve 5946/8870 sayılı kararıyla, daha önce Kadastro Mahkemesi’nce senetsizden zilyetlik nedeniyle yirmişer dönümlük kısımların kişi adına, miktar fazlalarının son parsel numarası altında Hazine adına yazılmasına karar verilip kesinleştikten sonra 3402 sayılı Yasanın 14 üncü maddesinde zilyetlikle mal edinme sınırının kuru arazide yüz dönüm, sulu arazide 40 dönüme çıkarılmasından yararlanmak isteyen aynı kimse tarafından Hazine aleyhine miktar fazlaları hakkında açılan ve kesin hüküm nedeniyle davanın reddine ilişkin yerel mahkeme kararı onanmıştır. Aynı dava sebebine dayanan diğer olaylarda da Sekizinci Hukuk Dairesinin kesin hükmün varlığını kabul ettiği diğer kararlardan anlaşılmaktadır.
Diğer taraftan Yargıtay 1. Hukuk Dairesi’nin de 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden önce senetsizden zilyetliğe dayalı olarak açılan ve kesin hükme bağlanan taşınmazlar hakkında 3402 sayılı Yasanın 14 üncü maddesine dayanılarak yeniden dava açılması halinde son davanın kesin hükümden dolayı reddi gerektiği hususunda uygulanmasını istikrarlı bir şekilde sürdürdüğü tesbit olunmuştur. (Yargıtay 1. Hukuk Dairesi’nin 25/5/1989 gün, 4697-6583 28/3/1989 gün, 101-3656 sayılı v.d. kararlar)
3) Yargıtay 8. Hukuk Dairesi9/10/1989 gün ve 4758/9283 sayılı kararında önceki dava, imar ihya sabit görülmesine rağmen 766 sayılı Tapulama Kanunu’nun 1617 sayılı Yasa ile değişik 37 nci maddesinin imar ihyaya olanak tanımaması sebebiyle reddedilmiş olması halinde önceki kararın imar ihyanın gerçekleşmesinin sabit görülmesi yönünden kişi yararına verilmiş bir karar olduğu gerekçesiyle aleyhine kesin hüküm oluşturmayacağı sonucuna varmıştır. Aynı daire 1/5/1989 gün ve 5631-4402 sayılı kararında imar ihya nedenine dayanılarak açılan, fakat imar ihya sabit görülmesine rağmen Tapulama Kanunu’ndaki yasak nedeniyle reddedilen tescil davasının 3402 sayılı Yasanın yürürlüğe girmesinden sonra açılan tescil davası için kesin hüküm oluşturacağını benimsemiştir.
Yukarıda özetlenen kararlara görE: 1 sayılı bentte gösterilen Yargıtay 1. Hukuk Dairesi’nin 8/2/1989 günlü kararına esas olan olayda önceki dava sonunda verilen karar henüz kesinleşmeden 3402 sayılı Yasa yürürlüğe girmiş olup sonraki dava da karar kesinleşmeden açılmıştır.
Bu durum karşısında önceki kararın kesin hüküm oluşturup oluşturmayacağının tartışılmasına yer olmadığından kararın açıklanan bu özelliği itibariyle diğer kararlarla çelişik bir durum yaratmadığı sonucuna varılmıştır. Zira sonraki yasa yürürlüğe girdiği tarihte önceki dava henüz kesin bir karara ulaşmadığından kesin hüküm tartışmasına esasen gerek kalmamaktadır. 2 sayılı bentte gösterilen kararlarda ise başka bir anlatımla 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden önce senetsizden zilyetliğe dayalı olarak açılan ve kesin hükme bağlanan taşınmazlar hakkında 3402 sayılı Yasanın 14 üncü maddesine dayanılarak dava açılması halinde önceki kararın kesin hüküm oluşturacağı yolunda Birinci ve Sekizinci Hukuk Dairelerinin kararları arasında herhangi bir aykırılık bulunmadığı anlaşılmıştır. 3 sayılı bentte açıklanan Yargıtay 8. Hukuk Dairesikararlarına gelincE: Karar özetlerinden de anlaşılacağı üzere İmar İhya nedenine dayanılarak açılan tescil davalarında daha önce açılıp karara bağlanarak kesinleşen davada imar ihya olgusu sabit görülmüşse, bu karar 3402 sayılı Yasanın yürürlüğe girmesinden sonra açılacak davada kesin hüküm oluşturmayacak; ancak imar ihya olgusu önceki davada sabit görülmemişse kesin hüküm oluşturacaktır. Görülüyor ki aynı hukuki sebebe dayanılarak açılıp reddedilerek kesinleşen davalara ilişkin kararlardan biri 3402 sayılı Yasanın yürürlüğe girmesinden sonra açılan aynı hukuki sebebe dayanılarak açılan davada kesin hüküm sayılmakta diğeri sayılmamaktadır. Her iki karar arasında bu suretle aykırılık bulunduğu ve bu aykırılığın içtihadı birleştirme yolu ile giderilmesi gerektiğine yapılan oylama sonucunda üçte ikiyi geçen çoğunlukla karar verildikten sonra işin esasının incelenmesine geçilmiştir.
Kararlar arasındaki aykırılık, imar ihya nedenine dayanılarak açılıp reddedilerek kesinleşen tescil davalarına ilişkin kararların, 3402 sayılı Yasanın yürürlüğe girmesinden sonra açılacak tescil davalarında kesin hüküm oluşturup oluşturmadığı noktasına ilişkin bulunmaktadır.
Kesin hükmün amacı uyuşmazlıkları kesin olarak çözümlemektir.
Uyuşmazlıkların kesin olarak çözümlenmesi hem sosyal barışı sağlayacak hem de mahkemelerin sonu gelmez bir biçimde aynı uyuşmazlıkla meşgul edilmesini önlemiş olacaktır. H.U.M.K: nun 237 nci maddesi bu amaçla “Kaziyei muhkeme, ancak mevzuunu teşkil eden husus hakkında muteberdir.
– Kaziyei muhkeme, mevcuttur denilebilmek için iki tarafın ve müddeabihin ve istinat olunan sebebin muttehit olması lâzımdır.” hükmünü getirmiştir. 3402 sayılı Kadastro Kanunu da kesin hüküm dokunulmazlığını koruma amacıyla Geçici 4 üncü maddesi ile özel bir hüküm getirerek şu yolda düzenlemede bulunmuştur: “Tapulama ve kadastro mahkemelerince kanunun yürürlüğe girmesinden önce kesin hükme bağlanmış uyuşmazlıklara bu kanun uygulanmaz.” Görülüyor ki yasa koyucu kesin hüküm dokunulmazlığına ilişkin genel yasal ve hukuki kuralla yetinmemiş ayrıca ve özellikle teyit gereğini duymuştur. Diğer taraftan 3402 sayılı Yasa ile yasa koyucu aleyhine kesin hüküm bulunanlar yararına yeni haklar tanıyan bir düzenleme de getirmemiştir. Başka bir anlatımla 3402 sayılı Yasa, hakkında kesin hüküm bulunan kişilere yeni haklar getirmemiş, konuyu yeniden düzenlemiştir. Bu durum karşısında önceki kararın 3402 sayılı Yasanın yürürlüğe girmesinden sonra açılan davaları-da kesin hüküm oluşturacağı sonucunu benimsemek gerekmektedir. Yasa koyucu kesin hüküm dokunulmazlığını korumuş, yeni haklar tanımamıştır. Bu nedenlerle aynı hukuki nedene dayanılarak açılıp ta reddedilerek kesinleşen kararlar arasında, imar, ihyanın sabit görülüp görülmemesi açısından bir ayırım yapmakta hukuki yarar görülmemiş imar ihyanın sabit görüldüğü davalara ilişkin kararların kesin hüküm oluşturmadığının kabulüne olanak bulunamamıştır. Böyle bir ayırım kesin hüküm kuralları ile bağdaştırılamaz. Şu hususta belirtilmelidir ki imar ihyanın sabit görülmesi halinin doğurabileceği sonuçlar az önce açıklanan hukuki esasları değiştirici nitelikte de görülmemiştir.
Açıklanan durum karşısında sözkonusu önceki davalarda imar ihya sabit görülmüş olsun veya olmasın redde ilişkin kararların 3402 sayılı Yasanın yürürlüğe girmesinden sonra açılan davalar için kesin hüküm oluşturacağı ve içtihatların bu suretle birleştirilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.
Sonuç: 21/6/1987 gün ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden sonra yeni yasal düzenlemeye dayanılarak imar ihya nedeniyle açılan tapu iptal ve tescil davalarında, kanunun yürürlüğe girmesinden önce açılıp ta reddedilerek kesinleşmiş bulunan tapu iptal ve tescil davalarına ilişkin kararların, o kararlarda imar ihya olgusu sabit görülmüş olsun veya olmasın kesin hüküm oluşturacağına 19/10/1990 gününde yapılan ilk toplantıda E: 1990/3, K: 1990/5 sayı ile üçte ikiyi geçen çoğunlukla karar verilmiştir.
Karşı Oy Yazısı Dairemizin 8/10/1989 gün ve 5946-8870 sayılı kararı ile, 20 dönüm fazlası hakkındaki zilyetliğin, kanunda öngörülen belgelerden (vergi kaydı v.b.) biriyle ispat edilememiş olması nedeniyle davanın reddine ilişkin hükmün 3402 sayılı Kadastro Kanununa göre açılan sonraki davada kesin hüküm sayılacağı görüşü benimsenmiş;
9/10/1989 gün ve 4578-9283 sayılı kararı ile de, ihya koşullarının gerçekleşmiş olmasına rağmen, Tapulama Kanununun 37/son maddesinin 1617 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Öntedbirler Kanununun 23 üncü maddesi ile yürürlükten kaldırılmış olması nedeniyle tescil isteğinin reddine, ancak, ihya işleminin sübutu ile ihya edenin zilyetliğinin Hazinece ihlal edilemiyeceğinin tapu kütüğüne şerh verilmesine ilişkin tapulama mahkemesince verilen hükmün, sonradan yürürlüğe giren 3402 sayılı Kanunun 17 nci ve 46 ncı maddeleri hükümlerine dayanılarak ihya eden veya halefi tarafından açılan ikinci davada davacı aleyhine kesin hüküm olmıyacağı görüşü benimsenmiştir.
Yüce Kurulun çoğunluğunca, davacı aleyhine kesin hüküm olarak değerlendirilen bu iki mahkeme hükmü arasında kanımızca konu bakımından hiçbir benzerlik bulunmamaktadır. Dolayısıyla farklı olaylara ilişkin Yargıtay kararları arasında farklılık bulunması doğal olup, bunun bir çelişki şeklinde kabulünde isabet yoktur. Konuları birbirine benzemeyen kararlardaki görüşler yanlış olabilir. Ancak, bunun içtihadı birleştirme yolu ile giderileceğine dair kanunda bir hüküm yoktur. Bu nedenle içtihadı birleştirmeye gerek olduğuna dair çoğunluk görüşüne katılmıyorum.
İşin esasına gelince: Görüşmeler sırasında her iki kararın konu bakımından birbirinden farklı olduğu görülmüş, bunun üzerine ihya ile ilgili ikinci kararda benimsenen görüşün doğru olup olmadığı yönü tartışılmış ve daire görüşünün aksine, ihya olayının tesbitine ilişkin birinci hükmün ikinci davada davacı aleyhine kesin hüküm sayılacağı sonucuna varılmıştır.
Oysa, Yüksek Sekizinci Hukuk Dairesinin ihya ile ilgili 9/10/1989 gün ve 4578-9283 sayılı kararında benimsediği görüş, kanun koyucunun 3402 sayılı Kanunun 17 nci ve 46 ncı maddeleriyle güttüğü amaca tamamen uygundur. Bizi bu sonuca götüren sebepleri açıklamadan önce ihya üzerinde durmak istiyoruz:
MEDENİ KANUNDAN ÖNCE İHYA: Osmanlı İmparatorluğu toprak düzeninde, mevat arazi türü ayrı bir statüye tâbi tutulmuştur. Arazi Kanununun 6 ncı ve Mecelle’nin 1270 inci maddelerine göre, mevat arazi, kimsenin tasarrufu altında bulunmayan ve umumun istifadesine terk ve tahsis edilmemiş boş yerlerdir.
Arazi Kanununun 103 üncü maddesiyle, 6 ncı madde hükmü kısmen tekrar edilerek: “… Bu makule yerlerden, yere zarureti olan kimse rakabesi beytülmala ait olmak üzere meccanen memurunun izniyle müceddeden yer açıp tarla ittihaz edebilir…” denmek suretiyle ihya olayına ve bu suretle ziraate elverişli olmayan, ölü toprakların tarıma elverişli hale getirilmesine cevaz verilmiştir.
Keza Mecelle’nin 1051 inci maddesinde, “İhya, imar demektir ki, araziyi ziraata salih kılmaktır” şeklinde tanımlanmıştır.
Mecelle’nin, “ihya-i mevat hakkındadır” başlığını taşıyan 1272-1276 ncı maddelerinde, tohum ekmenin, nadas eylemenin, sulamanın ve sulamak için hak ve cetvel açmanın ihya sayılacağı hükme bağlanmış ve ihyanın, arazinin yararlanma hakkı ile birlikte arazinin mülkiyetini de kazanmak amacıyla yapılması halinde, 1272/1 inci maddeye göre, ayrıca yetkili memurdan özel izin alınması gerektiği belirtilmiştir. Bu suretle ihya edilmiş arazi “mülk arazi” niteliğini kazanmakta idi.
Bu açıklamalara göre; İhya, eski toprak rejimimizde kurumlaşmış bir edinme yolu sayılmıştır.
MEDENİ KANUNUN YÜRÜRLÜĞÜNDEN İTİBAREN İHYA: Medeni Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra, 641 inci madde ile, Devletin hüküm ve tasarrufu altında sayılan bu yerlerin “… ihraz ve işgali … hakkında ahkâmı mahsusa vazolunur” denmiş ve bu tür yerlerin iktisabı için özel hükümlere ihtiyaç bulunduğu belirtilmiştir. 2644 sayılı Tapu Kanununun 6 ncı maddesi, bu ihtiyaca cevap vermek üzere düzenlenmiş olup, daha sonra 4753 sayılı Kanunun 64 üncü maddesiyle tamamen yürürlükten kaldırılmıştır. Bu maddenin birinci fıkrasında, Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunup, umumun istifadesine ayrılmamış olan sahipsiz ham toprağı açıp, işgal edenlere, hiç toprakları yoksa; bu yerlerin iskân haddine kadar olan miktarının ve toprağı olup da tutarı iskân haddini geçmiyen yerlerin parasız olarak terkolunacağı bildirilmişti.
Ancak, açıp işgal etme olaylarının çok genişlemesi ve özellikle belediye sınırları içindeki kıymetli yerlerin ele geçirilmesi yolunda bir takım girişimlerde bulunulması üzerine, 6 ncı maddenin uygulama alanının sınırlanması gereği duyulmuş ve Türkiye Büyük Millet Meclisinin 8/5/1944 tarih ve 242 sayılı tefsir kararıyla, anılan maddenin, belediye sınırları içindeki gayrimenkullere uygulanmıyacağı sonucuna varılmıştır (Düstur, üçüncü tertip, C: 25, Sh. 375).
Az önce açıklandığı gibi, 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanununun 64 üncü maddesiyle, 2644 sayılı Tapu Kanununun 6 ncı maddesi tamamen yürürlükten kaldırılmış ve bu kanunun geçici maddesiyle dE: “2644 sayılı Tapu Kanununun 6 ncı maddesinin yürürlükte bulunduğu süre içinde Devletin özel mülkiyetinde veya hüküm ve tasarrufu altında bulunan ve belediye sınırları dışında ve kamu hizmetine ayrılmamış olan araziyi kütük ve ağaç dikerek bağ ve bahçe haline getirmiş olanların bu kanunun yürürlüğe girmesi tarihinden başlıyarak altı ay içinde bu yerin en büyük mülkiye üstüne başvurmaları şartı ile, hükmü kaldırılan 6 ncı madde uyarınca ve iskân haddi içinde belli olacak hakları tanınır” hükmü getirilmiş ve emek ve masraf edilerek, oluşturulan imar ve ihya, başlı başına bir iktisap (edinme) sebebi olarak kabul edilmiştir. Bu hükme göre, 4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 15/6/1945 tarihine değin, tamamlanmış imar-ihya, zilyetlik ve diğer koşullar aranmadan edinme hakkı sağlamıştır.
4753 sayılı Kanunun geçici maddesi, 27/3/1950 tarihinde yürürlüğe giren 5618 sayılı Kanunla; “4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce, Devletin hususi mülkiyetinde olmayıp hüküm ve tasarrufu altında bulunan ve âmmenin hizmetine tahsis olunmayan sahipsiz ham toprağı işgal edenlere hiç toprakları yoksa bu yerlerin 5098 sayılı Kanunun 5 inci maddesine göre tâyin olunacak iskân haddi içindeki miktarı, toprağı olup da, iskân haddini geçmezse bu yerlerin iskân haddini dolduracak miktarı parasız terk olunarak adlarına tescil olunur.
Ancak, taşlık, pırnallık ve delicelik olup da bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihe kadar imar için masraf ve emek sarfedilerek, bağ, bahçe, meyvalık ve tarla haline getirilmiş iskân haddi dışında elli dönüme kadar topraklar imar edene parasız terk olunarak adlarına tescil olunur…” şeklinde değiştirilmiştir.
Bu maddenin birinci fıkrasına göre, 4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihe kadar işgal edilen yer iskân haddini aşmıyorsa, işgal olayı mülkiyeti edinme hakkını sağlar.
İkinci fıkraya göre, taşlık, pırnallık ve delicelik olup da emek ve para harcanarak 5618 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 27/3/1950 tarihine kadar ihya edilmiş yerlerin iskân haddi dışında 50 dönüme kadar olan kısmı parasız olarak imar edene terk olunur ve bu yer imar eden adına tescil olunur.
16/3/1950 tarihli 5602 sayılı eski Tapulama Kanununun 52 nci maddesiyle de, “4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihe kadar yapılmış olan ihyalar mezkûr kanunun geçici maddesinde yazılı müracaata bakılmaksızın ihya edenler veya mirasçıları adına tapulanır.
4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten sonra ihya edilmiş veya ihyasına başlanmış olan gayrimenkuller Devlet adına… kaydolunur” hükmü getirilmiş ve 4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihe değin tamamlanmış ihyanın bu işlemi yapan için kazanılmış hak olduğu belirtilmiş ve 5602 sayılı Kanunun uygulandığı yerlerde bu tür taşınmazlar ihya edenler adına tespit ve tescil edilmiştir.
Ancak, 5602 sayılı Kanun, 4/8/1964 tarihinde yürürlüğe giren 509 sayılı Kanunla yürürlükten kaldırılmıştır. 509 sayılı Kanun da, Anayasa Mahkemesince biçim yönünden iptal edilmiş ve bunun yerine 12/5/1966 tarihinde 766 sayılı Tapulama Kanunu yürürlüğe girmiştir.
Çiftçiyi Topraklandırma Kanununun saklı tuttuğu ihya sebebine dayanan kazanılmış haklar 766 sayılı Kanunla değişik şekilde düzenlenmiştir. Anılan Kanunun 37 nci maddesine göre, Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunup kamu hizmetlerine tahsis olunmayan taşlık ve delicelik araziden 27/3/1950 tarihinden önce masraf ve emek sarfı ile bağ, bahçe, meyvalık, zeytinlik veya tarla haline getirilmek suretiyle ihya edilmiş bulunan gayrimenkuller Hazine adına tespit ve tescil edilecek, ihya edenlerle, kanuni veya akdi halefleri tutanakta ve kütüğün beyanlar hanesinde gösterilecek ve Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu o yörede uygulanmaya başlandığında, bunlar hakkında 4753 sayılı Kanunun geçici maddesi uygulanacaktır (Tapulama Kanunu, md. 37/1).
Çiftçiyi Topraklandırma Kanununun o yörede uygulanmasına değin, geçici madde ile sağlanmış olan hakların korunması amacıyla da, Hazinenin bu yerler üzerinde temliki tasarrufta bulunamıyacağı, ihya edenlerle haleflerinin zilyetliklerinin ihlâl edilemiyeceği tapulama tutanağında belirtilecek ve ayrıca kütüğün şerhler hanesine işaret olunacaktır (Tapulama Kanunu, md. 37/2).
Bu hükümlere göre Devlet, 5618 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihe değin emek ve para harcanarak ihya ediliş yerleri, 4753 sayılı Kanunun o yerde uygulanmaya başlandığı sırada ihya edenler adına geçirme borcu altına girmiştir.
37 nci maddenin son fıkrasında da, 33 üncü maddedeki koşulların mevcut olması halinde taşınmazın mülkiyetinin zilyet adına tespit ve tescil edileceği belirtilmiştir. Bu hükme göre, ihyanın tamamlanmasından tapulama tespit tarihine kadar 20 yıl veya daha fazla süre ile taşınmaz 33 üncü maddede belirtilen koşullar altında tasarruf edilmiş ise, zilyet adına tespit ve tescil edilecektir. Bu hükmün uygulanabilmesi için ihyanın tamamlandığı tarih önemli olmayıp bu tarihten itibaren tespit tarihine kadar geçen süre önemlidir.
1617 sayılı Kanunun 20 nci maddesi ile, Tapulama Kanununun 33/son maddesi “Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerler ile, kanunlar uyarınca Devlete kalan gayrimenkuller tapuda kayıtlı olsun veya olmasın, kazandırıcı zamanaşımı yoluyla iktisap edilemez” şeklinde değiştirilmiş ve 23 üncü maddesi ile de, 20 nci madde ile getirilen değişikliğe paralel olarak Devletin hüküm ve tasarrufu altında olup da, ihya edilen ve 33 üncü maddedeki koşullar çerçevesinde kazanılması mümkün olan yerlerle ilgili 37 nci maddenin son fıkrası yürürlükten kaldırılmıştır. 1617 sayılı Kanunun ek maddesi ile getirilen hükme göre, 23 üncü madde ile getirilen değişiklik geçmişe etkili bulunmamaktadır. O itibarla 1617 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Öntedbirler Kanununun yürürlüğe girmesinden önce Tapulama Kanununun 37 nci maddesinin son fıkrası hükmüne göre yapılmış olan tesbitler ve açılmış davalar 1617 sayılı Kanunla değiştirilen hükmün etki alanı dışında kalmıştır.
19/7/1973 tarihinde yürürlüğe giren 1757 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Kanununun 35/a maddesi ile 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ve ekleri yürürlükten kaldırıldı. 4753 sayılı Kanuna göre, Devletin hüküm ve tasarrufu altında olup, emek ve para harcanmak suretiyle ihya edilen arazilerin ihya edenler adına tescili, bu olayların tespit ve iskân haddinin tâyini, Toprak ve İskân İşleri Genel Müdürlüğünün görev ve yetkisinde idi. 1757 sayılı Kanunla 4753 sayılı Kanun yürürlükten kaldırılınca, bu görev ve yetki Toprak ve Tarım Reformu Müsteşarlığına verildi. Böylece 1757 sayılı Kanun her yönden 4753 sayılı Kanunun yerine geçmiş oldu.
1757 sayılı Kanunun 19 uncu maddesinde dağıtım amacıyla Toprak ve Tarım Reformu Müsteşarlığı emrine geçen arazi türleri sayıldı. Maddenin (g) bendinde ihyaya konu olan arazilerin de anılan kuruluş emrine geçeceği açıklanmakla birlikte, maddenin son fıkrasında “kesinleşen orman tahdit harita ve tutanakları dışında bırakılan yabani meyvelik, fundalık, makilik ve benzeri arazi ile özel kanuna göre orman tanımına girmeyen araziden” emek verilerek, masraf edilerek ıslâh ve ihya edilen yerler üzerinde kazanılmış hakların saklı olduğu belirtilmiş ve böylece, gerek 4753 sayılı Kanunun 5618 sayılı Kanunla değişik geçici maddesi, gerekse Tapulama Kanununun 37/son maddesi uyarınca ihya eden adına tescili gereken toprakların ihya edenler veya halefleri adına tesciline imkân verildi.
1757 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Kanunu da sonradan Anayasa Mahkemesinin 19/10/1976 gün ve 42/48 sayılı kararıyla iptal edildi. Bu karar 10/5/1978 tarihinde yürürlüğe girdi.
1757 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Kanununun Anayasa Mahkemesince iptal edilmesinden sonra getirilen 3083 ve 3202 sayılı Kanunlarda, 4753 sayılı Kanuna göre dağıtılan topraklar üzerinde mevcut olan Hazinenin geri alma hakkının düşeceğine dair hükümlere yer verildiği halde, Tapulama Kanununun 37 nci maddesinin 1 inci ve 2 nci fıkralarının ne şekilde uygulanacağına dair herhangi bir açıklama yapılmadı.
10/10/1987 tarihinde yürürlüğe giren 3402 sayılı Kadastro Kanunu ile, 2613 sayılı Kadastro ve Tapu Tahriri Kanunu ve 766 sayılı Tapulama Kanunu yürürlükten kaldırıldı. Bu Kanunun 17 nci maddesi ile ihya yoluyla kazanma müessesesi yeniden getirildi. 46 ncı maddenin 1 inci fıkrası ile de, “kadastrosu yapılacak veya daha önce tapulama veya kadastrosu tamamlanmış bulunan yerlerde, 766 sayılı Kanunun 37 nci maddesi veya 4753 sayılı Kanun ile ek ve tadilleri uyarınca Hazine adına kaydedilen taşınmaz mallar bu kanun hükümlerine göre doğan iktisap şartlarına istinaden zilyetleri adına tesbit ve tescil olunur” hükmü getirilmiş ve son fıkrada da “ilgililerin, daha önce kadastrosu yapılan yerlerde bu maddeye dayanan talep ve dava hakkı, bu kanunun yürürlüğe girmesi tarihinden itibaren iki yıl geçmekle düşer” denilmiştir. Kadastro Kanununun 17 nci maddesi ile, Tapulama Kanununun 37/son maddesinin yürürlükten kaldırılması; 46 nci maddesiyle de 37 nci maddenin 1 inci ve 2 nci fıkralarının bu kanunla yürürlükten kaldırılmasından doğan boşluğun doldurulması istenmiştir.
İHYAYA İLİŞKİN ŞERHİN HUKUKİ NİTELİĞİ: Tapu siciline şerh edilmeleri suretiyle güçlendirilmiş ve böylece üçüncü kişilere karşı ileri sürülebilme olanağı sağlanmış şahsi hakların yanında; başta Medeni Kanun olmak üzere, bazı kanunlarımızda da mâlikin tasarruf hakkını sınırlandıran şerhler yeralmış bulunmaktadır. Bunlar Medeni Kanunda “temlik haklarının tahditleri” olarak nitelendirilmiş ve 920 nci maddede düzenlenmiştir.
Tapulama Kanununun 37 nci maddesinin 1 inci ve 2 nci fıkraları uyarınca tapulama tutanağının beyanlar hanesine ve kütüğün şerhler sütununa geçen hakla, Medeni Kanunun 919, 920 ve 921 inci maddelerine göre Hazinenin ihya edilen taşınmaz üzerindeki hakkını sınırlayan bir haktır. Bu hak 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu o yerde uygulanıncaya değin, Hazinenin ihya edilmiş olan taşınmazı ihya eden dışında bir üçüncü kişiye devir ve temlikine engel olan ve Hazineye sonunda taşınmazı ihya edene devir borcu yükleyen ve devamı süresince de aynî hak niteliğini koruyan bir haktır.
766 sayılı Kanunun 37 nci maddesinin son fıkrası hükmünün 26/7/1972 tarihinde yürürlüğe giren 1617 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Öntedbirler Kanununun 23 üncü maddesiyle yürürlükten kaldırılmasıyla ihya edilen yerin ihya eden adına tescili imkânsız hale gelmiştir. Değişikliğe uğramıyan 37 nci maddenin 1 inci ve 2 nci fıkraları ise, ihya edilen taşınmaz malların Hazine adına tespit ve tescili ile ihya edenlerin ayrıca tutanakta belirtilmesini âmir bulunmakta, belirli normlar dahilinde ihya edene verme işini ise, Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu tatbikatını yapacak olan teşkilâtın faaliyetine bırakmış bulunmaktaydı.
Oysa, 4753 sayılı Kanunun yürürlükten kalkmasıyla, uygulayıcı kuruluşun toprak dağıtımı konusundaki faaliyeti de sona ermişti.
4753 sayılı Kanunun ilgasından sonra 37 nci maddenin birinci fıkrasında açıklanan koşulların zilyet lehine oluşması halinde, ihya edenin hakkının kütüğe geçirilmesine ve bu hakkın sonucunun belirtilmesine gerek olup olmadığı hususunda tereddütler hasıl olmuştu.
Hemen ifade edelim ki, 4753 sayılı Kanunun sonradan yürürlükten kaldırılmış olması, bu Kanunun değişik geçici maddesine göre, ihya yoluyla daha önce oluşan hakkın kullanılmasına ve bunun Tapulama Kanununun 37/1 inci maddesi uyarınca tapulama tutanağının beyanlar hanesinde gösterilmesine ve nihayet tapuya şerh verilmesine engel teşkil etmez.
Nitekim, bu görüş, Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 24/5/1982 gün ve 1982/1-1 sayılı kararında, “… Kanun sonradan yürürlükten kalkmış olsa bile hak ve yetkiler hangi nitelikte ve hangi sınırlar içinde doğmuş ise, kendilerini oluşturan kanun hükmüne bağlı olarak o biçimde varlıklarını korurlar” şeklinde teyid edilmiştir.
İkinci bir tereddüt tapuya verilecek şerhin süresiyle ilgilidir. Gerçekten de, 4753 sayılı Kanun kaldırılmış bulunduğuna göre ihya hakkı tapuya şerh verilirken 4753 sayılı Kanundan söz edilecek miydi?
Yargıtay 7 nci Hukuk Dairesinin 17/2/1976 tarih, 1975/8891 esas, 1976/2202 karar sayılı içtihadında : “Mahkemece 766 sayılı Tapulama Kanununun 37/2 nci maddesi zilyet lehine uygulanmış ve o yerde Çiftçiyi Topraklandırma Kanununun uygulanmasına kadar, zilyet ve haleflerinin tasarrufuna dokunulamıyacağı kaydı konulmuştur. Oysa, 1757 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Kanununun 235 inci maddesi hükmü ile Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu yürürlükten kaldırılmıştır. Böylece Tapulama Kanununun 37 nci maddesinin Hazinenin tasarruf hakkını kısıtlayan hükmünün müntehasını tâyin eden ve ihya eden kişiye mülkiyet hakkı sağlayacak olan hüküm ortadan kalkmıştır. Ancak, kanun koyucu her zaman için bu boşluğu doldurabilir. Yeni bir kanunla müntehayı ve ihyanın geleceğini belli edebilir. O halde, mahkemece, kanun koyucu tarafından yeni bir kanunla Hazinenin mülkiyet hakkının zilyet yararına kısıtlanması ve ihyanın geleceği ve süresi belli edilinceye kadar, ihya eden ve haleflerinin zilyetliklerinin ihlâl olunamıyacağı ve Hazinenin temliki tasarrufta bulunamıyacağı şeklinde karar verilmek gerekirken mahkemece bu yönden zuhul olunması isabetsiz ise de, bu yanlışlığın düzeltilmesi yargılamanın tekrarını gerektirmediğinden hüküm fıkrasının yukarıda belirtilen şekilde düzeltilmesine” denilmiştir (Nusret Ozanalp, Tapulama Kanunu Şerhi, sh. 563).
Nusret Ozanalp ve İsmet Sungurbey kararda belirtilen görüşün gayet doğru olduğunu belirtmişlerdir. Profesör S.S. Tekinay ise, “mahkemeler çıkıp çıkmıyacağı belli olmayan kanunları gözönünde bulundurmak zorunda bırakılamaz” diyerek bu görüşe karşı olduğunu bildirmiştir (İstanbul Üniversitesi, Hukuk Fakültesi Mecmuası, Atatürk’e Armağan, 1981-1982, sh. 472).
Biz de Sayın Sungurbey ile Sayın Ozanalp’in görüşlerine katılıyoruz. Gerçekten de, Yargıtay kararının verildiği tarihlerde 4753 sayılı Kanun yürürlükten kaldırılmış 1757 sayılı Kanun onun yerine geçmişti. Bu durumda Tapulama Kanununun 37/1 inci maddesindeki “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu o yerde tatbik edilinceye kadar” sözlerinin “Toprak ve Tarım Reformu Kanunu o yerde uygulanıncaya kadar” şeklinde anlaşılması gerekir.
1757 sayılı Kanunun Anayasa Mahkemesince iptalinden sonra da, artık tapulama tutanağında ve mahkeme kararında Hazinenin mülkiyet hakkını sınırlayan bu şerhin süresinin belli edilmesi mümkün olmadığından, “kanun koyucu tarafından bu yönden yeni bir düzenlemeye gidilinceye değin Hazinenin mülkiyet hakkının sınırlanmasına ve bu ihya edenin zilyetliğinin ihlâl olunamıyacağının kütüğün şerhler hanesine şerh verilmesine” şeklinde karar verilmelidir.
Kanun koyucu, Tapulama Kanununun 37 nci maddesinin birinci fıkrasında, 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu yürürlüğe girdiği zaman taşınmazın 50 dönümü geçmiyen kısmının mülkiyet hakkının ihya edene verileceğini belirtmek istemiştir. Başka bir söyleyişle, mülkiyet hakkı ihya edene ya da, kanuni veya akdi haleflerine geçinceye değin, ihya edenin taşınmazdan tam olarak istifadesinin sağlanması ve ihya yoluyla oluşan hakların güven altına alınması için bu şerhe gerek görülmüş ve böylece Hazinenin mülkiyet ve tasarruf hakkı tam anlamıyla sınırlanmıştır.
Kesin Hüküm Meselesi: 9/10/1989 gün ve 4578-9283 sayılı Yargıtay Kararının esasını oluşturan olayda, davacı tapulama mahkemesine dava açarak taşınmazı ihya ettiğini ileri sürmüş ve neticede ihya iddiası mahkemece sabit görülerek Tapulama Kanununun 37/1 inci ve 2 nci maddeleri hükümleri uyarınca ihya eden davacının kütüğün şerhler hanesinde gösterilmesine karar verilmiş, davacı 3402 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra bu hükme dayanarak Hazine üzerindeki taşınmazın mülkiyetinin kendisi üzerine geçirilmesini istemiştir. Mahkeme kesin hükümden bahisle davayı reddetmiş ise de, hükmün temyizi üzerine, Daire olayda kesin hüküm bulunmadığını belirtmek suretiyle hükmü bozmuştur.
Çoğunluk, 3402 sayılı Kanunun geçici 4 üncü maddesine göre, tapulama mahkemesince verilen bu hükmü kesin hüküm saymıştır. Her ne kadar 3402 sayılı Kanunun geçici 4 üncü maddesinin 1 inci fıkrasında tapulama ve kadastro mahkemelerince daha önce kesin hükümlere bağlanmış uyuşmazlıklara bu kanun hükmünün uygulanmıyacağı bildirilmiş ise de, olayımızda tapulama mahkemesince davacının ihya iddiasının sübutuna karar verilmiş ve davacı bu tesbite dayanarak Hazine üzerindeki kaydın iptalini istediğine göre, bu hüküm kesin hüküm olmaz. Kesin hükmün şartları HUMK: nun 237 nci maddesinde gösterilmiştir. Bu maddeye göre, kesin hükümden sözedilebilmesi için tarafların, konunun ve hukuki sebebin aynı olması gerekir. Olayımızda davanın konusu ve tarafları aynı ise de, hukuki sebep (dava sebebi) değişiktir.
Davacı ikinci davada 3402 sayılı Kanunun 17 nci maddesi ile getirilen yeni hükme dayanmış ve davasını 46 ncı maddede öngörülen iki yıllık ek süre içinde açmıştır. Davacı ikinci davada az önce açıklandığı gibi tapulama mahkemesinin ihya olayının tesbitine ilişkin hükme dayanmış olmaktadır. 766 sayılı Kanunun 37 nci maddesinin son fıkrasının kaldırılmış olduğu dönemde ihya edenin ihya keyfiyetinin tapuya şerh verilmesinden başka yapılacak bir yön bulunmamakta idi. O arada tescil talebinin reddedilmiş olması ihya olayının tespiti ile doğmuş olan iktisap hakkının 4753 sayılı Kanunun o yerde uygulanması sırasında kullanılması gerektiğini göstermekten başka bir anlam taşımaz. Tescil isteği 4753 sayılı Kanunun o yörede uygulanmasına kadar ertelenmiş sayılır.
Olayımızda önemli olan yön, 3402 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesinden itibaren mahkeme hükmüyle kütüğe şerh edilen ihya hakkına dayanılarak tescil istenip istenmiyeceğidir.
27/3/1950 yılından önce oluşmuş olan ihyanın iktisap hakkı sağladığı hususunda ne doktrinde ne de uygulamada görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Tapulama Kanununun yürürlükten kaldırılan 37 nci maddesinin son fıkrası yerine 3402 sayılı Kanunun 17 nci ve 14 üncü maddeleri, Hazineye ihya edilen taşınmazı devir borcu yükleyen 4753 sayılı Kanun yerine de, aynı kanunun 46 ncı maddesi hükmü getirilmiştir.
Tasarının Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşülmesi sırasında sorumlu bir üye, “Bu 17 nci maddeyle, tarım topraklarının millî ekonomiye kazandırılması ve bazı muhtemel haksız tasarrufların önlenmesi için imar ve ihya yolu ile mülk edinme getirilmektedir. Ancak, imar ve ihya edilen yeri kullananlardan da ayrıca zilyetlik ve iktisap şartları aranmaktadır” şeklinde açıklamalarda bulunmuş ve ihya müessesesinin yeniden getiriliş sebeplerini izah etmiştir.
Gerçekten de, 3402 sayılı Kanunun yürürlüğünden önceki evrede, bir kimse ham toprağı yâni hali bir yeri, yahut ekime elverişli bir çay yatağını, hiç bir emek ve masraf ihtiyar etmeden sürüp tarla haline getirmiş ve Tapulama Kanununun 33 üncü ve Medeni Kanunun 639/1 inci maddesi çerçevesinde tasarruf etmiş ise, bunu iktisap edecektir. Fakat bir başkası, tüm aile fertleriyle birlikte, para ve emek harcayarak, taşlık, çalılık bir yeri temizleyip, alın teri dökerek tarla haline getirmiş, yurt ekonomisine katkıda bulunmuş, hatta bu şekildeki ihya eyleminin varlığını mahkeme hükmü ile tespit ettirmiş olmasına rağmen, Tapulama Kanununun 37 nci maddesinin son fıkrası hükmünün yürürlükten kaldırılmış olması sebebiyle tescil istiyemiyecektir.
İşte, 3402 sayılı Kanunun 17 nci ve 46 ncı maddeleriyle bu tür haksızlıkların giderilmesine çalışılmıştır.
Komisyonun Türkiye Büyük Millet Meclisine sunduğu tasarının 46 ncı maddeye ilişkin genel gerekçesindE: “766 sayılı Tapulama ve 2613 sayılı Kadastro ve Tapu Tahriri Kanunlarında bulunmayan bu madde ile, kadastrosu yapılacak yerlerde, 766 sayılı Kanunun 37 veya 4753 sayılı Kanun uyarınca Hazine adına tescil edilmiş taşınmaz malların, bu Kanunun iktisap şartlarına göre hak sahipleri adına tesciline imkân sağlanmakla, vatandaşlara senelerden beri mâlik sıfatı ile zilyet bulundukları yerlere sahip olma hakkı tanınmıştır” denilmek suretiyle maddenin getiriliş amacı açıkça gösterilmiştir.
Bu açıklamalara göre; kanun koyucunun 3402 sayılı Kanunun 17 nci ve özellikle 46 ncı maddesini göstermekteki amacı, Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerleri emek ve para harcamak suretiyle tarım arazisi haline dönüştüren, yurt ekonomisine bu şekilde katkıda bulunan ve o tarihte yürürlükte bulunan hükümlere göre taşınmazı iktisap eyleyen, ancak Tapulama Kanununun 37 nci maddesinin son fıkrasının yürürlükten kaldırılması nedeniyle mülkiyet hakkı askıya alınan vatandaşa yeniden tescil isteme hakkını tanımaktır.
3402 sayılı Kanunun geçici 4 üncü maddesi hükmünün 17 nci ve 46 ncı maddelerle birlikte bu suretle yorumlanması gerekirken, amaca uygun olan bu yorum tarzı bir tarafa itilip, “lafzi yorum yöntemi” gibi yüz yıldan beri terk ve reddedilmiş çağ dışı yorum yöntemlerine tutunarak ihya olayının tesbitine ilişkin hükmün, ihya eden aleyhine kesin hüküm sayılması geçici 4 üncü maddenin getiriliş amacına aykırı olduğu gibi, kesin hüküm hakkındaki genel ilkeleri düzenleyen HUMK: nun 237 nci maddesine de aykırıdır.
Çoğunluğun görüşünü yansıtan bu İçtihadı Birleştirme Kararına göre, vatandaş emek ve masraf ihtiyar ederek tarım arazisi haline getirdiği ve yıllardan beri mâlik gibi kullanmakta olduğu araziyi aynı şekilde kullanmaya devam edecek, ancak adına tescil ettiremiyecektir.
İçtihadı Birleştirme Kararı Anayasamızın Hukuk Devleti, kamu düzeni, mülkiyet güvencesi, temel hakların özüne dokunulmaması ilkelerine açıkça aykırıdır. Durumun bir kanun hükmüyle düzeltilmesinden başka çare bulunmamaktadır.
Sonuç: Bütün bu açıklamalara göre Tapulama Kanununun 37 nci maddesinin 1 inci ve 2 nci fıkraları uyarınca ihya keyfiyetinin tapuya şerh verilmesine dair tapulama mahkemesince ittihaz olunan birinci hükmün sonradan açılan tapu iptal ve tescil davasında davacı aleyhine değil onun lehine kesin hüküm sayılması gerektiği görüşü ile çoğunluk görüşüne katılmıyorum.
Şükrü ÖZDEMİR 8. Hukuk Dairesi Başkanı Karşı Oy Yazısı İBK ile kazandırıcı zamanaşımı, yada imar ihya nedeniyle mülk edinmeye dayalı olarak açılan tapu iptal ve tescil davaları kesin hükme bağlandıktan sonra, 21/6/1987 gün ve 3402 sayılı Kadastro Yasası ile aynı konuda kişi yararına getirilen olanaklardan (haklardan) yararlanılarak yeniden hak istenemiyeceği, önceki kararın kesin hüküm oluşturup-oluşturmayacağı yönünden 1. Hukuk Dairesi ile 8. Hukuk Dairesi kararları arasındaki içtihat aykırılığının giderilmesi amaçlanmıştır.
İçtihat aykırılığının ortaya çıkmasına örnek gösterilen İ.H.D.nin 8/2/1989 gün ve 1989/11264-1148 sayılı ilamında kesin hüküm oluşmayacağı henüz ortada bir hüküm olmadığı, davacının 1617 sayılı Yasanın tanıdığı 20 dönümlük sınırları esas alarak mahkemede uyuşmazlık konusu yerin 20 dönümden fazla kişi için davadan vazgeçme beyanının, HUMK: nun 95. maddesindeki ifadesini bulan bir kesin hüküm niteliğinde olmadığından, bu hususta içtihat aykırılığı bulunmadığı sonucuna varılmıştır.
Yargıtay 8. HD.nin 20/10/1989 gün ve 1989/5946-8870 sayılı kararı özet olarak; uyuşmazlık konusu taşınmazın 20 dönümden fazlasını Hazine adına tesciline ilişkin hükümden sonra yürürlüğe giren 3402 sayılı Yasanın 14. maddesi ile bu miktarın arttırılmış olması nedeniyle yasanın bu hükmünün önceki kesin hükmü ortadan kaldıramıyacağına böylece kesin hükmün oluştuğuna dairdir.
Aynı Dairenin 9/10/1989 gün ve 1989/4758-9283 sayılı kararında ve buna paralel pek çok kararda, hak sahibinin 27/3/1950 tarihinden önce imar ihya ettiği kanıtlanan ve bu nedenlede mahkemece yapılan yargılama sonucu 766 sayılı Yasanın 37/2 maddesi uyarınca şerh konulan taşınmaz hakkında, 3402 sayılı Yasanın 17, 46 ve geçici 4. maddesine göre önceki hükmün kesin hüküm oluşturup oluşturmayacağı konusu Yargıtay İç. Birleştirme Hukuk Genel Kurulunda tartışılmış olup, bunun kesin hüküm oluşturacağı biçimde sonuca varılmıştır.
Bu duruma göre İç.B.H.G.K: 766 sayılı Tapulama Yasası uyarınca uyuşmazlık konusu olmuş ve mahkemece hükme bağlanıp taşınmaz üzerine aynı Yasanın 37/2. maddesi uyarınca şerh konulan yerin 3402 sayılı Yasanın yürürlüğe girmesi üzerine bir daha dava konusu olamıyacağı sonucuna varmıştır. Yani olayda kesin hüküm oluşacağı biçiminde oy çoğunluğu sağlanmıştır.
Aşağıda belirteceğimiz nedenlerle çoğunluğun düşüncesine katılamıyoruz. Şöyleki
1- Öncelikle bu konuda İBK: na gerek olmadığı kanısındayım. Çünkü ortada birbirine aykırı içtihatlar söz konusu değildir. Yukarıda tarih sayısı belirtilen 1.HD.nin kararı ile 8. HD.nin 20/10/1989 gün ve 1989/5946-8870 sayılı kararları ile yine 8.HD.nin 9/10/1989 gün ve 1989/4758-9283 sayılı kararları arasında zaten bir aykırılık bulunmamaktadır. İlk kararda kesin hüküm oluşmaz denmiştir. Doğrudur.
Çünkü ortada henüz bir hüküm bulunmamaktadır. Olaya konu olan feragat, kesin hüküm sonucunu doğuracak kapsamda değildir. 8. HD.nin ilk kararı ise miktarla ilgili olup kesin hüküm oluşturduğu dairecede kabul edilmiştir. 8. HD.nin son kararı ise miktarla ilgili olmayıp dava edilen yerin niteliği ile ilgili bulunmaktadır. İki karar birbirinden istem-sonuç bakımından kapsamları ayrıdır. Bu bakımdan iki kararın veya kararlar arasında aykırılık bulunduğu kabul edilemez ve İç.B.K: na gerek bulunmamaktadır. Aksi halde sık sık İç.B.K: larına başvurulurki buda hukukda diğer sakıncaları yanında durağanlığı getirir. Yaşayan hukuk ortadan kalkar.
2- Bilindiği üzere İhya, canlandırma diriltme, yaşam verme verimli hale getirme olarak tanımlanmaktadır. Zamana ve ülkelere göre ihya yoluyla taşınmaz kazanılması farklı olmuşsada bu yol kısmen hep açık tutulmuştur.
Roma hukukunda, ihya eden mülkiyet sahibi olamıyorsa da kullanma hakkına sahip oluyordu. İslam hukukunda mevat arazi niteliğindeki yerlerin ihya edilmesine olanak tanınmıştı.
Osmanlı Hukukunda Arazi Kanunu ile islam hukukunda olduğu üzere mevat arazinin ihya edileceği öngörülmüştür.
Medeni Kanunun yürürlüğe girmesi ile 864 sayılı Tatbikat Kanunu uyarınca mecellenin MK ve BK: na aykırı bulunan tüm hükümleri ortadan kaldırılmıştır. Hatta MK: nun yürürlüğünden sonra Arazi Kanununun yürürlükte olup-olmadığı tartışılır hale gelmiştir. Ne varki bu yasanın bazı hükümlerinin yürürlükte bulunduğu yargısal kararlarla kabul edilmiştir.
M.K: da ihya ile ilgili herhangi bir hüküm yer almamış, 641 inci maddesinde tarıma elverişli olmayan yerlerin Devlete ait bulunduğu belirtilmiştir. Böylece, MK: nun yürürlüğe girmesi ile ihya yoluyla taşınmaz kazanılması olanağıda kapanmıştır. Bu durum 1934 yılında kabul edilen 2644 sayılı Tapu Kanununun yürürlük tarihine kadar devam etmiştir. Sözü edilen yasanın 6. maddesi ile bazı koşullarla ihya kabul edilmiş ve böylece ihya ile ilgili Türk Hukukundaki ilk düzenlemede yapılmıştır. Bu hükümle belirtilen koşullar içinde ihya eden adına kullanma süresine bakılmaksızın taşınmazın tescili yoluna gidilmekte idi. Ancak bu hüküm 1945 yılında yürürlüğe giren Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu (ÇTK) ile yürürlükten kaldırılmıştır. Ne varki aynı yasanın geçici maddeleri ile kazanılmış hakların korunması saklı tutulmuştur. Bunun için kazanılmış yerin belediye sınırları dışında olması, iskanen verilecek haddi aşmaması yasada öngörülen süre içinde müracaatı öngörmekte idi. Sonradan ve 1950 yılında 5618 sayılı Yasa ile 4753 sayılı Yasanın bazı hükümleri değiştirilmiş ve ihya edilen yer için tanınan başvuru süresi kaldırılmış geçmişte müracaat etmiyenlerede olanak sağlanmıştır. Süresiz başvuru hakkı tanınmıştır. 5618 sayılı Yasadan önce yürürlüğe giren 5602 sayılı Tapulama Yasasının 52 nci maddesi ile “4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihe kadar yapılmış olan ihyalar mezkur Kanunun geçici maddesinde yazılı müracaata bırakılmaksızın ihya edenler veya mirasçıları adına tapulanır. 4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten sonra ihya edilmiş veya ihyasına başlanmış olan gayri menküller Devlet adına kayıt olunur” hükmü getirilmiştir. Gerek bu hükümle ve gerekse 4753 sayılı Yasayı değiştiren 5618 sayılı Yasa ile getirilen düzenlemeye göre 4753 sayılı Yasanın yürürlüğe girdiği tarihe kadar yapılan ihyalar için ihya eden adına sonraki tarihte yapılan ihya konusu yerler ise Hazine adına tescil edilecektir.
Durum böyle devam etmekte iken 12/7/1966 tarihinde 766 sayılı Tapulama Yasası yürürlüğe girmiş, bu Yasanın 37 nci maddesinde ihya edilen yer için yeni bir hüküm getirilmiştir. Bu hükümle kural olarak ihya kaldırılmıştır. Ancak Yasanın 37 nci maddesi ile 27/3/1950 yılına kadar (ki bu tarih 4753 sayılı Yasada değişiklik yapan 5618 sayılı Yasanın yürürlük tarihidir) ihya edilen yerler hazine adına tescil edilecek, fakat ihya eden lehine tapuya şerh konulacaktır.
Böylece, 766 sayılı Yasada ihyanın kapsamı, niteliği belirtilmemiştir. Bu konudaki bilgi ve koşulları 4753 ve bunu değiştiren 5618 sayılı Yasada yer almıştı. Yine, ihya edilen oranlar hakkında 766 sayılı Yasanın 37/son fıkrasında yer alan bir hükümle aynı Yasanın 33 üncü maddesine yollama yapılmakta idi. Ancak 37/son fıkra 1972 yılında yürürlüğe giren 1617 sayılı Yasa ile değiştirilmiş ve yine 766 sayılı Yasanın 33/son fıkrası eklenerek ihya tamamen kaldırılmıştır. Bu arada 4753 ve 5618 sayılı Yasaların ihyaya ilişkin hükümleri ayakta idi. Bu aşamada ve 19/7/1973 tarihinde 1757 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Yasası yürürlüğe girdi. Bu Yasanın 235 inci maddesi ile 4753 ve bunu değiştiren tüm yasalar yürürlükten kaldırılmıştır. Ne varki bu yasada Anayasa Mahkemesinin 10/5/1977 günlü kararı ile iptal edilmiş ve 10/5/1978 de yürürlükten kaldırılmıştır.
Yapılan bu kronolojik açıklamadan çıkan sonuç Hukukumuzda ihyanın bazan kabul edildiği bazan sınırlama getirildiği ve en son durumu itibariylede ihya eden lehine 766 sayılı Yasanın 37/2, maddesi uyarınca geleceğe yönelik bir hak tanındığını görmekteyiz. Yine görülen odurki, hukuk düzeni tüm düzenlemelerde kazanılan haklara ve verilen emeğe daima bir hukuki sonuç bağlamayı gerekli görmüştür.
3- 3402 sayılı Kadastro Yasası dönemi: Bilindiği üzere ülkede yapılan ve yapılacak tüm kadastro işlemlerine uygulanmak üzere 9 Temmuz 1987 tarihinde 3402 sayılı Yasa yürürlüğe konmuştur. Bu Yasanın 17. maddesi, “ihya edilen taşınmaz mallar” başlığını taşımakta ve Orman sayılmayan özel mülk konusu olmayıp Devletin hüküm ve tasarrufu altında olup kamu hizmetine özgülenmemiş yerlerin emek ve para harcanarak kültür arazisine dönüştürülen yerlerin hak sahipleri adına tesbit ve tescil edileceği öngörülmüştür. Ancak aynı maddede aynı Yasanın 14. maddesine yollama yapılmakla imar ihyadan itibaren 20 yıl kullanılması gerektiği ve suluda 40, susuzda 100 dönümü aşmayacağıda böylece hükme bağlanmıştır. Yasanın 17. maddesinde yer alan diğer bir kural da ihyanın ancak Belediye imar planı sınırları dışında kalan yerler hakkında uygulanacağıdır.
Bu madde daha önce kadastrosu yapılmamış imar ve ihya edilen veya edilecek yerler hakkında uygulanacağına dair bir duraksama yoktur.
Ancak geçmişte kadastrosu yapılıpda 766 sayılı Yasanın 37/2. maddesi uyarınca tapu kaydı üzerine gerek tesbit sırasında veya dava konusu olupta mahkemece bu şekilde şerh konulan yerler hakkında nasıl bir uygulama yapılacağı noktasında 3402 sayılı Yasanında getirdiği düzenleme ile sorunlar doğmuştur.
Sorun 3402 sayılı Yasanın 46 ve geçici 4. maddesi karşısında daha önce yargılaması yapılıpda 766 sayılı Yasanın 37/2. maddesi uyarınca lehine şerh konulan hak sahiplerinin yeni bir dava hakları bulunup bulunmadığı noktasında toplanmaktadır. Sözü edilen Yasanın 46. maddesi özel bir düzenleme getirmiştir. Aslında maddenin kapsamı ve düzenlendiği yer verilen madde numarası itibariyle Yasanın dördüncü bölümünde ve mülkiyet hakkının tesbitine ilişkin esaslar başlığı altındaki bölümde yer alması gerekirdi. Halbuki madde intikal ve son hükümler başlığını taşıyan Dokuzuncu bölümde yer almıştır. Maddede şu esaslar yer almıştır; 766 sayılı Yasanın 37. maddesine veya 4753 sayılı Kanun uyarınca hazine adına kaydedilen taşınmaz malların zilyetleri adına tesbit ve tescil edileceği öngörülmüştür. Sözü edilen 766 sayılı Yasanın 37. maddesi ihya ile ilgili olup bu koşulu yerine getirenler adına taşınmazın tesbit ve tescil edilmeyeceği ancak ilerde toprak dağıtımı yapıldığı sırada gözönünde tutulmak üzere lehlerine tapuya şerh konulacağı öngörülmüş bulunmakta idi. 3402 sayılı Yasanın 46. maddesinin son fıkrasında ise (artık şerh koyma mevcut olmadığından yani 766 sayılı Yasanın 37. maddesi yürürlükten kalkıp ihya edilen adına doğrudan doğruya tescil yapıldığından) daha önce 37/2.ye göre şerh konulanların bu haklarını adlarına tescil yaptırmaları için iki yıl içinde talep ve dava açma hakkı öngörülmüştür. Diğer bir anlatımla bir kimse adına 766 sayılı Yasanın 37/2. maddesi uyarınca şerh konulmuşsa bu kimse 3402 sayılı Yasanın yürürlüğünden itibaren iki yıl içinde yerin kendi adına tesbitini talep ve dava edebilecektir. İç. Bir. K: nın görüşülmesi sırasında bazı üyeler, talep ve dava konusu olacak yerin sadece tapulama ekibince veya komisyonca üzerine şerh konulan yer olabileceği, daha önce dava konusu olan yer hakkında artık dava açılamıyacağı, 3402 sayılı Yasanın geçici 4. maddesinin buna engel olduğu düşüncesini belirtmişlerdir. Ne var ki 3402 sayılı Yasanın 46. maddesi böyle bir ayrımı düzenlememektedir. Bunun yanında aynı Yasanın geçici 4. maddesinde “Tapulama ve Kadastro mahkemelerinde bu Kanunun yürürlüğe girmesinden önce kesin hükme bağlanmış uyuşmazlıklara bu Kanun uygulanmaz” kuralı yer almıştır. Bize göre madde genel bir ilkeyi yinelemiştir. Bilinen bir hususu tekrar etmiştir. Çünkü zaten daha önce dava konusu olup hükme bağlanan bir konuda yeniden yargılama yapılmaması usul hükümlerinin genel kuralıdır ve H.U.M.K: nun 237. maddesinin de bir gereğidir. Bunu tekrar etmenin bir anlamı ve bağlayıcılığı da olamaz. Hiç bir Yasada yer alamayan böyle bir hükmün burada düzenlenmiş olması Yasa ve hukuk tekniğine de uygun düşmemektedir.
Sağlıklı bir sonuca varılabilmesi için 3402 sayılı Yasanın 46. ve geçici 4. maddesinin birlikte gözönünde tutulması gerektiği kanısında olduğumu belirtmek isterim. Ancak bundan öncede 766 sayılı Yasanın 37/2. maddesi uyarınca konulan şerhin hukuki niteliği etkinliği ve sonucunun değerlendirilmesinde yarar vardır.
Mülger Tapulama Yasasının 37/2. maddesinin kapsamı MK: 919, 920 ve 921. maddelerinde öngörülen şerhlerden farklıdır. Çünkü şerh konulmakla kural olarak lehine şerh konulan kimsenin şerhle doğan şahsi hakkı ayni hak gücünü kazanmayıp, şahsi hakkı güçlenmekte ve üçüncü kişilere karşıda ileri sürülebilmektedir. Bu husus MK: 919 ve 920. maddelerinde açıkca düzenlenmiştir. 766 sayılı Yasanın 37/2. deki şerh ise, üçüncü kişilere karşı bir etki meydana getirmekten öte, doğrudan doğruya taşınmazın malikine karşı yani hazineye karşı yöneltilmiş bir nitelik taşımaktadır. Şerhle hazinenin mülkiyetinin kapsamı, gücü değiştirilmektedir. Çünkü bu şerhle Hazine adına tescil edilmiş bulunan mülkiyet hakkı MK: daki mülkiyet hakkından farklı bir nitelik taşımaktadır. Örneğin bu hak başkalarına devredilememektedir. Lehine şerh konulanın veya haleflerinin zilyetlikleride önlenememektedir. Burada mülkiyet hakkı, kuru bir mülkiyet olmaktan öte, malikine gerek bugün gerekse gelecek yönünden hiç bir yarar sağlamayan, ileride yapılacak dağıtım ve düzenlemeyi bekliyen kendine özgü bir mülkiyet hakkıdır. Çünkü diğer türdeki kuru mülkiyetlerin devri mümkündür.
Örneğin intifa hakkının sona ermesi ile kuru mülkiyet tam mülkiyete dönüşebilmektedir. 37/2. maddeye konu olan taşınmazlar üzerindeki hazinenin mülkiyet hakkı ileride belli bir ölçünün üstüne çıkmıyan belli miktarı aşmıyan taşınmazlar için hazinenin kuru mülkiyetinin tam mülkiyete dönüşmesi olanağıda bulunmamaktadır. Hemen söyleyelimki, bu tür yerler hazinenin gözden çıkardığı, sadece dağıtımda üzerinde düzenleme yetkisi bulunan yerler olarak kabul etmek gerekecektir. Hal böyle olunca ihya edenin bu tür yerler üzerinde vazgeçilmez bir hakkı olduğu kabul edilmek gerekir. Bundan dolayıdırki, gerek Osmanlı hukukunda ve mecellede ihyaya daima bir hukuki sonuç bağlanmış, ihya eden lehine bir hak tanınmıştır. 2644 sayılı Yasa ile açık biçimde tanınan ihya, 4753 sayılı Yasa ile kaldırılmak istenmişsede, bundanda vazgeçilmiştir.
Durum böyle iken, 3402 sayılı Yasa yürürlüğe girmiştir. Bu Yasanın geçici 4. maddesi ile daha önce yargılaması yapılan ve 766 sayılı Yasanın 37/2. maddesine göre mahkeme hükmü ile şerh konulan yerlerin lehine şerh konulan adına tescil edilip-edilmiyeceğinde uyuşmazlık çıkmaktadır.
3402 sayılı Yasanın 46. maddesinin son fıkrasında bu tür yerler hakkında Yasanın yürürlüğünden itibaren iki yıl içinde “talep ve dava” hakkından söz etmektedir. Bize göre bu “talep ve dava” hakkının anlamı şudur; 766 sayılı Yasanın 37/2. maddesine göre lehine şerh konulan kişi, 3402 sayılı Yasanın 46/son fıkrasına göre, Hazineye başvurup yerin doğrudan doğruya kendi adına tescilini isteyebilecektir. Bunun için şerhin gerek tesbit komisyonunca veya gerek mahkemece konulmuş olmasının önemi yoktur. Ancak haksahibinin talebi üzerine tam mülkiyet talep sahibi adına tescil edilmediği takdirde, mahkemede dava yoluna başvuracaktır. İşte bu aşamada daha önce mahkemece 37/2’ye göre şerh konulan yerler hakkında kesin hüküm oluşacağı İç. B.K: ile kabul edilmiştir. Biz aynı düşüncede değiliz. Çünkü yasa koyucu 3402 sayılı Yasanın 46/son maddesi ile böyle bir ayrım yoluna gitmemiştir. Ayrıca 37/2’ye göre lehine şerh konulan kişinin bu hakkının ortadan kaldırıldığı düşünülemez. Çünkü daha önce bu hakkın sonunda 4753 sayılı Yasaya göre yapılacak dağıtımda bu şerh sahibine o yerin mülkiyetine kavuşma olanağını sağlıyordu. Halen 4753 sayılı Yasa yürürlükten kalktığına, artık bir dağıtım da yapılamıyacağına göre, şerhle sağlanan hak, hiç bir neden olmadan kaldırılmış bulunmaktadır. Bu husus kazanılmış hakların şu veya bu nedenle ortadan kaldırılamıyacağı ilkesi ile bağdaşmaz. Bunun içindir ki 3402 sayılı Yasanın geçici 4. maddesini yorumlarken tüm bu hususları, ihyanın yasal olarak geçmişte geçirdiği Yasal düzenlemeleride göz önünde tutmak gerekecektir. Geçici 4. madde böyle yorumlandığı takdirde 46. maddenin konuluşunun amacını saptamak zorlaşacaktır. Nedenide anlaşılamayacaktır. Yine, 3402 sayılı Yasanın 17. maddesi ile ihya ve ihyaya hak tanıyıp eskiden imar ve ihya ettiği hükmen saptanan kimseye hak tanımamak eşitlik ilkesi ile de bağdaşmaz.
Hatta imar ve ihya ettiği hükmen sabit olupda, 37/2. maddeye göre tapu kaydı üzerine şerh konulan taşınmazlar için kesin hüküm hazine lehine olmayıp hak sahibi lehine olduğunu kabul etmek gerekir. Böyle bir hükümle, şerh sahibinin hakkı, hazinenin şeklen adına tescil edilen mülkiyet hakkından daha güçlüdür. Çünkü bu kişi öyle bir hakka sahip olmaktadır ki bugünkü hakkına, mülkiyet hakkı sahibi Hazine hem müdahale edememekte, hem de ileride yapılacak dağıtımda bu yerin tam mülkiyet hakkına takdire yer bırakılmayacak biçimde sahip olmaktadır. Bu ölçüde ve güçte mahkemece güvence altına alınmış bulunan bir hakkın hak sahibi aleyhine kesin hüküm oluşturduğunu kabul etmek bu hakkı hiçe saymak olurki bu tür bir uygulamaya hukuk ceza vermez.
Ayrıca, bu konudaki kesin hüküm sorununu şekli anlamda değil, açıkladığımız nedenlerden dolayı maddi anlamda almak gerekecektir. Aksi halde yanlış sonuçlara varmak olasılığı ortaya çıkarki bu da haksızlıkların doğmasına neden olur.
Yukardan beri açıkladığımız nedenlerden dolayı, mahkeme kararı ile 766 sayılı Yasanın 37/2. maddesi uyarınca üzerine şerh konulan taşınmaz hakkında hak sahibinin 3402 sayılı Yasanın 46. maddesi uyarınca talep ve dava hakkının var olduğunun kabulünün gerektiği, daha önce verilen kararın aynı Yasanın geçici 4. maddesi uyarınca adına şerh konulan kişi aleyhine kesin hüküm oluşturmayacağı düşüncesi ile çoğunluğun görüşüne katılamıyorum.
Bilal Kartal 4.HD Üyesi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu E: 1993/5, K: 1996/1 T: 22.3.1996
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu E: 1992/2 K: 1994/5 T: 23.12.1994
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulu E: 1966/10 K: 1966/12 T: 26.12.1966
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1996/9646 K: 1996/4042 T: 18.4.1996
Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 2003/5314 K: 2003/4898 T:15.5.2003
Kadastro Yasası’nın 14. maddesinde öngörülen kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği ile mülk edinme koşullarının davalılar yararına gerçekleştiği saptanmış olmakla, hazinenin temyiz itirazlarının reddi gerekir; aynı yasa maddesinde bir kişinin aynı çalışma alanı içinde belgesiz zilyetlik yoluyla sulu toprakta 40, kuru toprakta 100 dönüm taşınmaz mal iktisap edebileceği öngörüldüğünden bu olgular gözetilerek karar verilmelidir.
Taraflar arasındaki tespite itiraz davası üzerine yapılan yargılama sonunda; Davanın reddine ilişkin verilen hüküm davacı Hazine tarafından süresi içinde temyiz edilmekle, dosya incelendi, gereği düşünüldü:
Hükmüne uyulan Yargıtay bozma kararında özetle; Kadastro tespitine itirazdan doğan davanın yapılan yargılaması sırasında 7.9.2000 günlü oturumda yargılamanın 5.10.2000 tarihine ertelenmesine rağmen mahkemece dava dosyasının 22.9.2000 tarihinde tarafların yokluğunda resen ele alınarak hükme bağlanması doğru olmayıp yargılamanın sağlıklı biçimde sürdürülmesinin ön koşulunun belirli günde ele alınıp incelenmesi ve sonuçlandırılması olup mahkemece duruşma 5.10.2000 tarihine ertelendiği halde resen ele alınarak tarafların yokluğunda iddia ve savunma hakları kısıtlanarak hükme bağlanması gereğine değinilmiştir. Mahkemece, bozmaya uyulduktan sonra davanın reddine dava konusu 120 ada 8 parselin Ayşete, 120 ada 24 parselin Fatma ve 114 ada 35 parselin kadastro tespiti gibi hisseleri oranında tespit ve tapuya tesciline karar verilmiş; hüküm, davacı Hazine tarafından temyiz edilmiştir.
1- Dosya içeriğine, kararın dayandığı delillerle yasaya uygun gerektirici nedenlere, delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına, dava konusu taşınmazlardan 114 ada 35 parsel üzerinde davalılar yararına 3402 sayılı Kadastro Yasası’nın 14. maddesinde öngörülen kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği ile mülk edinme koşullarının gerçekleştiğinin keşif, uygulama, yerel bilirkişi sözleri, ziraatçi ve teknik bilirkişinin raporlu krokileriyle saptanmasına ve kararda yazılı diğer gerekçelere göre Hazinenin temyiz itirazlarının reddi bu parselle ilgili usul ve yasaya uygun olan hükmün ONANMASINA,
2- 120 ada 8 ve 24 parsellerle ilgili hükme yönelik temyiz itirazlarına gelincE: 3402 sayılı Kadastro Yasası’nın 14. maddesinde bir kişinin aynı çalışma alanı içinde belgesiz zilyetlik yoluyla sulu toprakta 40, kuru toprakta 100 dönüm taşınmaz mal iktisap edebileceği öngörülmüştür. Taşınmazlarda Fatma ile Ayşete’nin bağımsız zilyetliklerinin 20 yıllık kazandırıcı zamanaşımı süresine ulaşmadığı ve bağışta bulunan Zamahan adına aynı çalışma alanı içinde belgesiz zilyetlik yolu ile toplam 153773 metrekare yüzölçümünde taşınmaz tespit edildiği ve tespitlerinin kesinleştiği getirtilen kayıt ve belge örneklerinin incelenmesinden anlaşılmaktadır. Mahkemece bu olgular gözetilerek karar verilmesi gerekirken yasada öngörülen kısıtlayıcı sınırları aşılarak yazılı olduğu üzere karar verilmiş olması doğru değildir.
Davacı Hazine’nin temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile 120 ada 8 ve 24 no’lu parsellere hasren hükmün açıklanan nedenlerden ötürü BOZULMASINA, 22.5.2003 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 2003/13240 K: 2003/12024 T.22.12.2003
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 2001/382 K: 2001/598 T.12.2.2001
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 2003/3509 K: 2003/4529 T.15.5.2003
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1996/6108 K: 1996/6103 T: 25.11.1996
Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 2005/8796 K: 2005/9258 T:4.10.2005
Dava konusu taşınmaz kadastroca, iki ayrı tapu kaydının varlığından söz edilerek malik hanesi açık bırakılmak suretiyle tespit edilmiş olup sorunun, 3402 sayılı Yasa’nın 30/2. maddesi uyarınca çözümlenmesi gerekir.
Taraflar arasındaki tespite itiraz davası üzerine yapılan yargılama sonunda, davanın reddine ilişkin verilen hüküm davalı Hazine ve O. Belediyesi Tüzel Kişiliği tarafından süresi içinde temyiz edilmekle, dosya incelendi, gereği düşünüldü:
Kadastro sırasında 935 ada 17 parsel sayılı 343 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz aynı kuvvet ve mahiyette iki kaydın olması nedeniyle gereğinin takdiri için komisyona sunulmuş ve komisyonca da 23.3.1942 tarihli açıklamayla gerçekten bu yere ilişkin iki farklı kaydın olduğu, ilgililerinin kadastro mahkemesine başvurmaları gerektiği, başvuruda bulunulmadığı takdirde resen mahkemeye müracaat edilerek karar alınması gerektiği belirtilmiş daha sonra 27.5.1949 tarihinde ilgililerin dava açmasının zorunlu olduğu komisyonca yapılacak iş kalmadığına dair belirleme yapılmıştır. Davacı Z. ve müşterekleri irsen intikal ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanarak dava açmışlardır. Mahkemece, dava konusu taşınmazın payları oranında F. Efendi, İ. oğlu H.İ. kızı K: ve H. ile İ. oğlu H.İ. oğlu K: oğlu İ. H. (H. H.) adlarına tespit ve tapuya tesciline karar verilmiş; hüküm, davalı Hazine ve Odunpazarı Belediyesi Tüzel Kişiliği tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece yapılan araştırma ve inceleme hüküm kurmaya yeterli bulunmamaktadır. Kadastroca taşınmaz, iki ayrı tapu kaydının varlığından söz edilerek malikhanesi açık bırakılmak suretiyle tespit edilmiş, komisyon kararından sonra Z., G., A. ve M. tarafından Hazine ve belediye aleyhine açılan tescil davası görevsizlikle kadastro mahkemesine aktarılmıştır. İddia ve ileri sürülüşe ve tespit nedenine göre uyuşmazlığın 3402 K: Y.’nın 30/2. maddesi uyarınca çözümlenmesi gerekir bir nitelik arz ettiği kuşkusuzdur. İki ayrı tapu kaydının varlığından söz edilmesine karşın komisyon kararında geçen Şubat 1339 tarih 17 ve 18, T: Sani 1340 tarih 23, T: Sani 1927 tarih 16 sıra numaralı 400 arşın yüzölçümlü tapu kayıtları örneği getirtilmemiş ve ne sözü edilen kaydın ve ne de K: sani 1291 tarih 185 ve gittisi Haziran 1336 tarih 18 sıra numaralı 1000 arşın yüzölçümlü tapu kayıtlarının uygulaması yoluna gidilmemiş, salt zilyetlikle ilgili bilirkişi ve tanık sözleri esas alınarak hüküm tesisi yoluna gidilmiştir. Kayıtlar sahibi lehine olduğuna kadar aleyhine de delil teşkil edeceğinden yerlerine uygulamalarının yapılması gerekir. Tapu kayıt malikinin ölüm tarihi yada tapunun tesis tarihi itibariyle yeterli bilgiye sahip bilirkişi bulunamayacağı düşüncesiyle kaydın uygulanmaması doğru değildir. Öte yandan üçüncü bölge tapu sicil müdürlüğünün 5.4.2004 tarih 123-1340 sayılı yazıları başlığında gönderilen kayıtta taşınmazın korunması gerekli kültür varlığıdır şeklinde bir şerh olmasına karşın, taşınmazın sit alanı olup olmadığı üzerinde durulmamış ve bu yönde araştırmada yapılmamıştır.
Eksik inceleme ile hüküm verilemez. O halde taraflardan taşınmazı ve öncesini iyi bilen elverdiğince yaşlı tanık göstermeleri istenmeli, yerel bilirkişi temininde aynı yön izlenmeli, yukarıda sözü edilen Şubat 1339 tarih 17 ve 18, T: Sani 1340 tarih 23 ve T: Sani 1927 tarih 16 no’lu tapu kayıtları ilgililerden alınacak malumat üzere yerel tapu sicil müdürlüğünden ve gerektiğinde tapu kadastro genel müdürlüğü arşiv dairesi başkanlığından intikalleri ile birlikte getirtilmeli ve ayrıca yazılacak müzekkereyle söz konusu kayıtlar ile K: sani 1291 tarih 185 ve intikali Haziran 1336 tarih 18 sıra no’lu tapu kaydının aynı kökten gelip gelmediği keza genel müdürlükten sorulmalı, bu arada yine taşınmazın bulunduğu yerin sit alanı içerisinde kalıp kalmadığı yetkili merciileri nezdinde sorulup araştırılmalı, daha sonra yerinde keşif yapılarak yukarıda tarih ve numaraları bildirilen tapu kayıtları mahallini bilen elverdiğince yaşlı ve yansız kişilerden oluşturulacak üç kişilik bilirkişi kurulu aracılığıyla gereği gibi yerine uygulanarak aidiyet ve kapsamı kesin olarak saptanmalı, bilirkişilerce bilinmeyen sınırlar olduğunda tanıkların bilgisine başvurulmalı, dava konusu taşınmaz ve komşularını gösterir birleşik haritası getirtildikten sonra komşu parsellere ilişkin kadastro tutanakları ve dayanakları kayıtlar istenip taşınmazın yönünü ne şekilde sınır okuduklarına bakılmalı ve bu yolla yerel bilirkişi sözlerinin denetlenmesi yoluna gidilmeli, kayıtların taşınmaza uymaması halinde bilirkişi ve tanıklardan taşınmazın öncesinin ne olduğu kimden kaldığı, kimlerin zilyet ettikleri, zilyetliklerinin başlangıç tarihi, süresi ve sürdürülüş biçimi olaylara dayalı olarak ayrı ayrı sorulup saptanmalı, 2863 sayılı yasada değişiklik öngören 5226 sayılı yasaya göre sit alanı kapsamında kalan yerlerin zilyetlikle kazanılamayacağı göz önünde bulundurulmalı, 3402 sayılı K: Y.nin 30/2. maddesi dikkate alınarak lüzum görülecek deliller re’sen toplanmalı, fen bilirkişisine yapılan keşif ve uygulamaları izlemeye olanak verecek biçimde raporlu kroki düzenlettirilmeli, ondan sonra toplanan ve toplanacak tüm deliller birlikte değerlendirilerek hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmelidir.
Sonuç: Davalı Hazine ile O. Belediyesi’nin temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerden ötürü BOZULMASINA, 4.10.2005 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1992/351 K: 1992/202 T: 4.2.1992
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1996/718 K: 1996/801 T: 8.2.1996
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1994/733 K: 1994/1062 T: 8.2.1994
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1995/6275 K: 1995/6194 T: 25.10.1995
Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1994/3839 K: 1994/5405 T: 14.6.1994
Harici satışın yapıldığı tarih ile elatmanın önlenmesi davasının açıldığı tarihe kadar geçen on yıllık sürede davalıların malik sıfatıyla aralıksız ve çekişmesiz zilyet bulunmaları ve kadastro tapu kaydı hukuki değerini yitirip, harici satış geçerlilik kazanır.
Taraflar arasındaki tespite itiraz davası üzerine yapılan yargılama sonunda, davanın kabulüne ilişkin verilen hüküm davalılardan M. tarafından süresi içinde temyiz edilmekle; dosya incelendi, gereği düşünüldü:
Kadastro sırasında; 116 ada, 2 parsel sayılı, 67.200 metre kare yüzölçümündeki taşınmaz Asliye Hukuk Mahkemesinde dava konusu olduğundan söz edilerek malik hanesi açık bırakılmak suretiyle tespit edilmiştir. Asliye Hukuk Mahkemesine davacı H. tarafından davalılar M. ve G. aleyhine açılmış olan dava kadastro mahkemesine devir edilmiştir. Mahkemece, çekişmeli 116 ada, 2 sayılı parselin davacı H. adına tesciline, davalıların el atmanın önlenmesine karar verilmiş; hüküm, davalılardan M. tarafından temyiz edilmiştir.
Davanın kadastro tespitinden önce 4753 sayılı Yasa’ya göre tesis edilen 3.3.1956 tarih, 181 numaralı tapu kaydına dayanarak M. ve G. aleyhine Asliye Hukuk Mahkemesinde açtığı el atmanın önlenmesi davası görevsizlik kararı ile kadastro mahkemesine aktarılmıştır. Dava konusu tapuda kayıtlı 2 numaralı parselin 24.9.1973 tarihli harici satış senediyle bir bölümü M., bir bölümü de senet düzenlenmeden aynı yılda davalı G.’nin kocası R.’ye haricen satıldığı ve zilyetliklerinin satış tarihinden davalılara teslim edildiği dosya içeriğinden anlaşıldığı gibi, taraflar arasında bu konularda bir uyuşmazlık da bulunmamaktadır. Böylece taraflar arasındaki uyuşmazlık tapulu taşınmaz hakkında yapılan harici satışın geçerli olup olmadığı noktasında toplanmaktadır. Mahkemece kadastro tespitinden önce Asliye Hukuk Mahkemesine açılan el atmanın önlenmesi davası sebebiyle harici satışın bozulduğu gerekçe gösterilerek davanın reddine karar verilmiştir.
Kural olarak, tapulu taşınmazların harici satışı geçersizdir. (Medeni Yasanın 634, Borçlar Yasasının 213. maddeleri ve Noterlik Yasası). Ancak tasfiye yasaları niteliğini taşıyan ve yürürlükten kaldırılan 766 sayılı Tapulama Yasası’nın 32/C ve sonradan yürürlüğe konulan 3402 sayılı Kadastro Yasası’nın 13/B-b maddelerindeki koşulların gerçekleşmesi halinde harici satışın geçerlilik kazanacağı öngörülmüştür. Asliye Hukuk Mahkemesine 28.5.1987 tarihinde tapu kaydına dayanılarak el atmanın önlenmesi davası açılmıştır. Kadastro tespiti 23.11.1990 tarihinde yapılmıştır. Böylece harici satışın yapıldığı tarih ile Asliye Hukuk Mahkemesine de tapu kaydına dayanılarak açılan el atmanın önlenmesi davasının tarihine kadar 10 yıllık süre geçmiş bulunmaktadır. Davalılar harici satışın yapıldığı tarihten el atmanın önlenmesi davasının açıldığı 28.5.1987 gününe yada tespit tarihine kadar malik sıfatıyla aralıksız ve çekişmesiz zilyet bulundukları ve böylece 3402 sayılı Kadastro Yasası’nın 13/B-b maddelerindeki koşulların davalılar yararına gerçekleştiği ve davacının dayandığı tapu kaydının hukuki değerini yitirdiği anlaşılmaktadır. (Hukuk Genel Kurulu’nun 8.12.1993 gün ve 1993/7-563-794 sayılı Kararı)
Sonuç: O halde yasa gereği geçerlilik kazanan harici satış sebebiyle davanın reddine karar verilmesi gerekirken kabul edilmesi isabetsizdir. Ne var ki, hüküm davalılardan M. tarafından temyiz edilmiş bulunduğu nazara alınarak 21.9.1993 tarihli uzman bilirkişi krokisinde (A) ile gösterilen ve M. tarafından harici senetle satın alınan 40000 metrekarelik bölüme yönelik temyiz itirazlarının kabulüne ve yerel mahkeme kararının açıklanan nedenlerden ötürü M. yararına BOZULMASINA, 14.6.1994 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1996/2307 K: 1996/3001 T: 5.6.1996
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1995/1504 K: 1995/1681 T: 21.3.1995
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1994/733 K: 1994/1062 T: 8.2.1994
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1992/13053 K: 1992/7824 T: 21.9.1992
Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1994/2543 K: 1994/8107 T: 19.10.1994
İmar mevzuatına aykırı olarak toplu binalar inşa edilmesi halinde tapuya paydaş olan kimseler adına, pay oranları ve fiili kullanma durumlarına göre tespit yapılır.
Taraflar arasındaki tespite itiraz davası üzerine yapılan yargılama sonunda; davanın kabulüne ilişkin verilen hüküm davalı N. (Z. mirasçısı) tarafından süresi içinde temyiz edilmekle; dosya incelendi, gereği düşünüldü:
2981 sayılı Yasa gereğince yeniden yapılan kadastro çalışmaları sırasında 179 ada, 20 parsel sayılı, 126 metre kare yüzölçümündeki taşınmaz tapu kaydı ile haricen satış ve ifraz nedenleriyle davacı E: ve davalılar N. ve Z. adlarına paylı olarak tespit edilmiştir. Askı ilan süresi içinde davacı E: taşınmazın tamamı için kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine ve satın almaya dayanarak dava açmıştır. Mahkemece, davanın kabulüne ve dava konusu parselin davacı E: adına tapuya tesciline karar verilmiş; hüküm, davalı N. (Z. mirasçısı) tarafından temyiz edilmiştir.
Taraflar arasındaki çekişme 3290 sayılı Yasa ile değişik 2981 sayılı Yasa’nın 10/b maddesi uygulamasından önceki tapuda paydaş olan kişiler arasında 3402 sayılı Kadastro Yasası’nın 13/B-C ve Medeni Yasa’nın 639/2. maddesinin uygulama olanağı bulunup bulunmadığı noktasında toplanmaktadır.
Çekişmeli 179 ada, 20 no’lu parselin de içinde bulunduğu S. Merkez Mahallesi’nde bulunan taşınmazın ilk defa kadastro tespiti 1956 yılında kesinleşmiş ve davacı ile davalının miras bırakanı Z. ve daha birçok kişiler adına paylı olarak tescil edilmiştir. Daha sonra özel parselasyona tabi tutularak bir çok kişiye pay satışı suretiyle temlik edilmiştir. Son olarak da 3290 sayılı Yasa ile değişik 2981 sayılı Yasa’nın 10/b maddesi uygulaması yapılmıştır. Sözü edilen yasa maddesinde “üzerinde imar mevzuatına aykırı olarak toplu binalar inşa edilmiş, paylı veya özel parselasyona dayalı arsa veya arazilerde kişilerin pay miktarları ve fiili kullanma durumları dikkate alınarak” yapılacak uygulama yöntemi ayrıntılı olarak düzenlenmiştir. Bu düzenlemeye göre ancak tapuda paydaş olan kimseler adına “pay oranları ve fiili kullanma durumları” dikkate alınarak tespit yapılacak ve tapu dışı yolla devralan kişi yararına herhangi bir tespit yapılamayacaktır.
Tespitlerde 3402 sayılı Kadastro Yasası’nın usule ilişkin kuralları da göz önünde bulundurulacaktır.
Somut olayda, taşınmazda 13/126 pay davacı E: , 75/126 pay da davalıların miras bırakanı Z. adına kayıtlıdır. Z.’nin 1943 yılında öldüğü dosyadaki mirasçılık belgesinden anlaşıldığı gibi, taşınmaza Z. mirasçılarının hiç zilyet olmadıkları, tamamının E: .. tarafından 1956 yılından, tespitin yapıldığı 1987 yılına kadar kullanıldığı anlaşılmaktadır. Şu hale göre, Z. adına olan pay tapu kaydı 3402 sayılı Kadastro Yasası’nın 13/B-c ve Medeni Yasa’nın 639/2. maddesi gereğince taşınmaza zilyet olan diğer paydaş davacı E: yararına yasal değerini yitirmiş olduğu göz önünde bulundurularak hüküm kurulmasında bir isabetsizlik bulunmamaktadır.
Sonuç: Davalı Z. mirasçısı N.’nin temyiz itirazları yerinde değildir. Açıklanan nedenlerden ötürü hükmün ONANMASINA, 19.10.1994 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 2001/773 K: 2001/1773 T.13.4.2001
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 2003/3638 K: 2003/3889 T.1.5.2003
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1995/1504 K: 1995/1681 T. 21.3.1995
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1996/2306 K: 1996/3008 T: 5.6.1996
Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1994/9248 K: 1994/10444 T: 26.12.1994
Mübadil Rum bölgesinde bulunan taşınmaz, hazine tarafından tevzi ya da tahsis edilmediği takdirde, kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği yolu ile kazanılamaz.
Taraflar arasındaki tespite itiraz davası üzerine yapılan yargılama sonunda; davanın kabulüne ilişkin verilen hükmün davalı tarafından süresi içinde temyiz edilmekle; dosya incelendi, gereği düşünüldü:
Kadastro sırasında 6387 parsel sayılı 8200 metrekare yüzölçümündeki taşınmazın; iskanen E: ve arkadaşlarına verildiği, babasının 1934 yılında ölümüyle mirasçılarına kaldığı, ancak iskan defterinde kaydı bulunmadığından bahisle Hazine adına tespit edilmiştir. Askı ilan süresi içinde S.; iskan kaydı, irsen intikal, tapu kaydı ile kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanarak dava açmıştır. Mahkemece, davanın kabulüne ve dava konusu parselin davacı S. adına tapuya tesciline karar verilmiş; hüküm, davalı Hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece davacının dayandığı dava dışı 5812 no’lu parsele uygulanan ve iskan yoluyla oluşturulan Haziran 1932 tarih, 153 no’lu sicilden gelen tapu kaydının çekişmeli parsele uyduğundan bahisle davanın kabulüne karar verilmiştir. Dava konusu parsel ile etrafındaki taşınmazların 1939 yılında 2613 sayılı Kadastro ve Tapu Tahrir Yasası hükümleri gereğince işleme tabi tutulduğu 16 ada 176 no’lu parsel numarasıyla tutanağının düzenlendiği ancak herhangi bir pafta ve parselin düzenlenmediği gibi yüzölçümünün de hesaplanmadığı iskan yoluyla tahsis edilmediği iskan tevzi defterinin K: Mahallesi’nin 64. sırasında emvali gayrimenkule olarak yazılı bulunduğu, A. kızı E: ailesinin işgalinde olduğundan bahisle Hazine adına tespiti yapıldığı ve 1940 yılında kesinleştirilerek tescil edildiği dosya içeriğinden anlaşılmaktadır. 1939 yılında yapılan işlemle taşınmazın geometrik durumu belirlenmediğinden 2613 sayılı Yasa’nın 35 ve Tapu Tahrir Tüzüğünün 47. maddesinde belirtilen “tapu tahriri” niteliğinde olması nedeniyle Kadastro Müdürlüğü’nce 1985 yılında taşınmazların eski sınırlarına bağlı kalınarak düzenlenen pafta ve belirlenen yüzölçümü ile 1939 yılına ait tutanaklar 19.6.1989 ile 19.7.1989 tarihleri arasında askı ilanına çıkartılmıştır. Somut olayın bu özelliğine göre Kadastro Yasasının öngördüğü biçimde kadastro işleminin 1985 yılında yapıldığının kabulü zorunlu olduğundan davanın süresinde açıldığının kabulü gerekir.
Davacılar, taşınmazın Haziran 1932 tarih, 153 no’lu tapu kaydı kapsamında kaldığını ileri sürerek dava açmışlardır. Ne var ki sözü edilen tapu kaydının çekişmeli parsele komşu bile olmayan 5812 no’lu parsele revizyon gördüğü anlaşılmaktadır.
Mahkemece bu konuda herhangi bir araştırma yapılmamıştır. O halde 5812 no’lu parsel ile bu parsele komşu olan taşınmazların tespiti ile onların tutanak örnekleri ile dayanağı kayıt ve belgeler ilk oluşturulduğu günden itibaren tüm gittileri ile birlikte getirtilmeli 1939 yılında düzenlenen tutanak içeriği göz önünde bulundurularak gerekli araştırma ve uygulama yapılmalı, dayanılan tapu kaydının gerçekten revizyon gördüğü 5812 no’lu parsele ait olup olmadığı konusunda keşif yapılarak saptanmalı, taşınmazın mübadil Rum bölgesinde olduğu düşünülerek çekişmeli parselin Hazine tarafından tevzi ya da tahsis edilmemiş olması halinde 3402 sayılı Yasa’nın 18. maddesi gereğince bu tür yerlerin kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği yolu ile kazanılmayacağı göz önünde bulundurulmalı, yapılan uygulama ile bilirkişi ve tanık sözlerinin doğruluğu komşu parsel kayıtları ile denetlenmeli, uzman bilirkişi tarafından düzenlenecek birleşik krokiye yansıtılmalı ondan sonra delillerin tümü değerlendirilerek sonucuna göre bir karar verilmelidir.
Sonuç: Davalı Hazinenin temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile açıklanan nedenlerden ötürü hükmün BOZULMASINA, 26.12.1994 gününde oybirliğiyle karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1994/9248 K: 1994/10444 T: 26.12.1994
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1995/211 E: 1995/318 T: 12.4.1995
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1996/3896 K: 1996/4122 T: 23.9.1996
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1995/6275 K: 1995/6194 T: 25.10.1995
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2002/2123 K: 2002/3467 T: 29.4.2002
Somut olayda yapılacak iş, veraset ilamı ile mirasçıları belirlemek, mirasçı olmadığı anlaşılan kişilerin zilyetlik sürelerinin başlangıç ve sürdürülüş biçimleri ile zilyet oldukları yerleri belirlemek, lehlerine kanuni şartların gerçekleşip gerçekleşmediğini belirlemek, hak sahiplerini ve pay miktarlarını tespit etmek, keşfi izlemeye elverişli kroki çizdirmek ve duruma göre hüküm tesis etmektir.
Taraflar arasında kadastro tespitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi istenilmekle; temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldı, inceleme raporu ve dosyadaki belgeler okundu, gereği görüşüldü:
Yargıtay bozma ilamında özetle; “Nizalı parselin Temmuz 1291 tarih ve 3 nolu tapu ile bunun gittisi olan 7.11.1950 tarih ve 71 nolu tapu kapsamında kaldığı kayıt maliklerinin Ali ve Hacı Osman Zade olduğu, Şeyho hissesinin davacı Kanık’lar adına intikal ettiğinin tapu kayıtları, tanık ve bilirkişi beyanları ile belirlendiği, aynı yer için eski kayıtlar iptal edilmeden yeni tapu kayıtları oluşturulmuş ise de, aynı yer için birden çok tapunun ihdası halinde kadim ve sahih esasları tapunun öncelik olacağı, sonraki tapuların birinci tapular karşısında itibar taşımayacağı, kayıt maliklerinden bir kısmının öldüğü, veraset ilamlarının dosyaya konulmadığı, Besni Asliye Hukuk Mahkemelerinde Kanık soy isimli kişilerin diğer taraflar aleyhine ikame ettikleri bir kısım davalar redle sonuçlanmış ise de, kararların gerekçesi davacıların tapu ile var olan saklı payına davalıların müdahale etmedikleri şeklinde olup bu kararların Kanıtlar aleyhine değerlendirilemeyeceği, bu nedenle mahkemece kayıt maliklerine izafeten alınacak veraset ilamı ile mirasçı grubunun tespit edilmesi, mirasçı olmadığı anlaşılan kişilerin zilyetlik sürelerinin başlangıç ve sürdürülüş biçimi ile zilyet oldukları yerler belirlenerek, lehlerine Medeni Kanunun 639 ve 3402 sayılı Kanunun 13/B-b-c maddeleri şartlarının oluşup oluşmadığının tespit edilmesi, hak sahiplerinin ve pay miktarının saptanması gereğine değinilmiştir. Mahkemece bozmaya uygulayarak yapılan yargılama sonunda; çekişme konusu 61 parsel sayılı taşınmazın ½ hissesinin Vakkas, Mustafa, Güley ve Fatma adına eşit hisseli olarak tesciline, ½ hissesinin veraset ilamları doğrultusunda hisseleri oranında Hacı Osmanoğlu Mahmut mirasçıları, Hacı Osman oğlu Şeyho ve Hacı Osman Oğlu Mamo mirasçıları adına 1/3 hisseler oranında tesciline karar verilmiş; hüküm, bir kısım davalılar Bekir ve arkadaşları vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece Yargıtay bozma ilamına uygun olarak araştırma ve inceleme yapıldığı, taraflarında anlaştığı kabul edilmek suretiyle hüküm kurulmuş ise de; araştırma, inceleme, uygulama yeterli olmadığı gibi, değerlendirme dosya kapsamına uygun düşmemektedir.
Mahkemece Yargıtay bozma ilamına uyulduğu halde bozma gereklerinin hiçbirisi yerine getirilmemiştir. Bozmaya uyulmakla taraflar yararına usuli müktesep hak oluşur. Bu hakkın zedelenmemesi için bozma ilamında işaret edilen hususların eksiksiz olarak yerine getirilmesi gerekir. Mahkemece bu gereğe riayet edilmemiş olması açıkça yasaya aykırıdır. Ayrıca, mahkemece uyuşmazlığın tarafların anlaşması ile sonuçlandığı kabul edilmiş ise de; bu kabulde dosya kapsamına uygun düşmemektedir.
Zira 1.11.1995 tarihinde arazi başında yapılan anlaşmaya davanın tüm tarafları katılmamış, katılanların anlaşma konusundaki beyanları usulüne uygun olarak belgelendirilmemiş, anlaşma kapsamı da yanlış değerlendirilmiştir. Davanın taraflarının tamamının katılmadığı bu tür bir anlaşmaya dayanılarak karar verilemez. Doğru sonuca varılabilmesi için; hükmüne uyulan bozma ilamında da işaret edildiği gibi “Çekişme konusu Besni ilçesi Y….Köyü 61 nolu parselin, Temmuz 1291 tarih 3 nolu tapu ile bunun gittisi olan 7.11.1950 tarih 71 nolu tapu kapsamında kaldığı, kayıt maliklerinin Ali Mame ve Hacı Osman Zade olduğu, Şeyho hissesinin davacı Kanıklar adına intikal ettiği dosyada bulunan tapu kayıtları, tanık ve bilirkişi beyanları ile belli olmuştur. Esasen bu husus tarafların kabulündedir. Aynı yer için, eski kayıtlar iptal edilmeden yeni tapu kayıtları oluşturulmuş ise de, aynı yer için birden çok tapunun ihdası halinde, kadim ve sahih esaslı tapunun öncelik alacağı görüşü ile sonraki tapuların birinci tapular karşısında itibar taşımayacağı açıktır.
Kayıt maliklerinin bir kısmının öldüğü, bunlara izafeten veraset ilamlarının dosyaya konmadığı, taraflardan kimlerin yasal anlamda mirasçı sıfatını taşıdığı kesinlikle belli değildir. Mirasçı sıfatını taşımayan kişilerin Medeni Kanun’un 639 ve 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/B-b-c maddelerine uygun zilyetlikleri mülkiyet hakkı doğurur. Dosyadaki bilgilerden tarafların tümü için bu değerlendirmenin yapılması mümkün değildir. Besni Asliye Hukuk Mahkemelerinde Kanık soyisimli kişilerin diğer taraflar aleyhine ikame ettikleri bir kısım davalar redle sonuçlanmış ise de; kararların gerekçesi davacıların tapu ile var olan saklı paylarına, davalı kişilerin müdahale etmedikleri şeklindedir. Bu kararlar Kanıklar aleyhine değerlendirilemez.
Bu durumda yapılacak iş, kayıt maliklerine izafeten alınacak veraset ilamı ile mirasçı grubunu tespit etmek, mirasçı olmadığı anlaşılan kişilerin zilyetlik sürelerinin başlangıç ve sürdürülüş biçimleri ile zilyet oldukları yerleri belirlemek, lehlerine Medeni Kanun’un 639 ve 3402 sayılı Yasanın 13/B-b-c maddeleri şartlarının oluşup oluşmadığını tespit etmek, hak sahiplerini ve pay miktarlarını saptamak, keşfi izlemeye elverişli kroki çizdirmek ve sonucuna göre karar vermektir. Mahkemece bozma gereklerinin hiç birisi yerine getirilmeden, tarafların bir bölümünün katıldığı anlaşmaya dayanılarak karar verilmesi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde bulunduğundan, kabulü ile hükmün BOZULMASINA, 29.4.2002 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2019/5466 K: 2020/3510 T: 28.09.2020
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1996/1113 E: 1996/1050 T: 7.3.1996 3194/11
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1995/4292 K: 1995/5545 T: 21.9.1995
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1994/1349 K: 1994/6559 T: 20.6.1994
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/2818 K: 2004/3070 T:11.3.2004
Kesin hüküm olumsuz dava koşullarından olup, kesin hükmün varlığı halinde başkaca delil aranmasına da gerek yoktur; ilamlar taraflarını ve haleflerini bağlar, kesin hükmün varlığı halinde davacının medeni yasanın eski 931 yeni 1023 maddelerinin koruyuculuğundan yararlanamaz.
Taraflar arasındaki tapu iptali ve tescil davası üzerine yapılan yargılama sonunda: Davanın kabulüne ilişkin verilen hüküm davalı tarafından süresi içinde temyiz edilmekle, dosya incelendi, gereği düşünüldü:
Davacı tapu kaydına ve kadastro öncesi sebebe dayanarak davalı adına oluşan tapu kaydının kısmen iptal ve tescil isteği ile dava açmıştır. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş hüküm davalı tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece daha önce Fikret M. tarafından davacı Casim’in satıcısı Nurettin K: aleyhine açılan geçit hakkı tesisine ilişkin dava sonunda davanın kabulü yolunda verilen kararın kesinleşme şerhini içermediği ve de tapu nezdinde infaz edilmediği ve böylece dava konusu yerin dayandığı 16.4.1987 tarih 49 sıra nolu tapu kaydı kapsamında kaldığı gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiş ise de varılan sonuç dosya içeriğine ve toplanan delillere uygun düşmemektedir.
Dava, kadastro teknisyeni Sefa Baymaz tarafından düzenlenen 5.5.2003 günlü krokide 5 nolu parselin (A) ile işaretli 43 m2’lik bölümü ile ilgili bulunmaktadır. Söz konusu yerin 16.4.1987 tarih 49 sıra nolu dayanak tapu kaydı kapsamında kaldığı ve geçit hakkı tesisi ile ilgili hükme konu olduğu, hem elatmanın önlenmesi ve hem de iş tapu iptali ve tescil davası nedeniyle yapılan keşifler sırasında saptandığı gibi bu yön taraflar arasında uyuşmazlık konusu da değildir. Fikret M. tarafında Asliye Hukuk Mahkemesinin 1984/235 esasında kayıtlı dosya ile açılan geçit hakkı tesisi davasının yapılan yargılaması sonunda davanın kabulü yolunda verilen 11.6.1985 tarih, 1984/235-1985/75 sayılı karar taraflarına usulüne uygun olarak tebliğ edildiği ve temyiz yoluna başvurulmaksızın kesinleştiği dosyanın incelenmesinden anlaşılmaktadır.
Kararın altına kesinleşme şerhi verilmesi şekle yönelik bir husustur. Tapu nezdinde kararın infaz edilmemiş olması da kararın kesin hükmün niteliğini ortadan kaldırmaz. Kesin hüküm kamu düzeni ile ilgili olup mahkemece yargılamanın tüm aşamalarında re’sen (kendiliğinden) nazara alınması gerekir. Yine kesin hüküm olumsuz dava koşullarından olup, kesin hükmün varlığı halinde başkaca delil aranmasına da gerek bulunmamaktadır. İlamlar taraflarını ve haleflerini bağlar. Kesin hükmün varlığı halinde davacının Medeni Yasanın eski 931 yeni 1023 maddelerinin koruyuculuğundan yararlanamaz. Bunun sonucu olarak uyuşmazlığın kesin hüküm kuralı uyarınca çözümlenmesi zorunludur. Açıklanan bu maddi ve hukuksal olgular karşısında mahkemece davanın reddine karar verilmek gerekirken delillerin değerlendirilmesinde yanılgıya düşülerek yazılı olduğu üzere kabulüne karar verilmiş olması doğru değildir.
Sonuç: Davalının temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerden ötürü BOZULMASINA, 11.3.2004 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2005/711 K: 2005/3482 T.14.11.2005
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/458 K: 2004/1318 T.6.4.2004
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1997/2792 K: 1997/3395 T: 13.6.1997
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1996/4517 K: 1996/7513 T: 23.9.1996
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/189 K: 2004/1622 T:12.2.2004
Genel harman yerlerinin zilyetlikle iktisap edilemeyeceğinden zilyetlik süresi neye ulaşırsa ulaşsın zilyet yararına bir hak sağlamaz; hal böyle olunca mahkemece davanın reddine ve taşınmazın 3402 sayılı kanunun 16.m. uyarınca genel harman yeri olarak sınırlandırılmasına karar vermek gerekir.
Kadastro sırasında 191 ada 22 parsel sayılı 1001.85 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz harman yeri olarak sınırlandırılmak suretiyle tespit edilmiştir. Askı ilan süresi içinde davacı İlyas T: takas, irsen intikal ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanarak dava açmıştır. Mahkemece, davanın kabulüne ve dava konusu parselin davacı adına tapuya tesciline karar verilmiş; hüküm, davalı hazine tarafından temyiz edilmiştir:
Mahkemece, tespit günü itibariyle davacı yararına takas ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayalı taşınmaz edinme koşullarının gerçekleştiği gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiş ise de varılan sonuç dosya içeriğine ve toplanan delillere uygun düşmemektedir. Kadastroca taşınmaz genel harman yeri olarak sınırlandırılmak suretiyle tespit edilmiş, davacı takas olgusuna ve zilyetliğe dayanarak iptal ve tescil isteğinde bulunmuştur. Bilgisine başvurulan yerel ve komşu köyden seçilen bilirkişilerle tanıklar davaya konu taşınmazla birlikte dava dışı 17 ila 21 ve 46 nolu parsellerin öncesinin bir bütün halinde genel harman yeri olduğunu, daha sonra köy muhtarlığınca köy okulu yapımı için kişilerle takas ettiğini ve ondan sonra da davacının zilyet ettiğini söylemişlerdir. Taşınmazın öncesinin genel harman yeri olduğu mahkemenin kabulünde olduğu gibi bu yön davacının dayandığı 10.2.1967 tarihli senet metninde de aynen vurgulanmıştır. Ayrıca güneydeki 27, 28, 29 ve 42 nolu parsellere revizyon gören 323 tahrir nolu vergi kaydının da kuzey sınırının “harman yeri okuduğu, aynı günde dairede incelemesi yapılan kadastro mahkemesinin 2003/29 esas sayılı dosyasına getirtilen vergi kaydının incelenmesinden anlaşılmıştır. Köy muhtarlığının kamu orta malı niteliğindeki genel harman yerlerini satışa yetkisi bulunmamaktadır. Kaldı köy karar defteri bulunamadığı gibi yapılan satışın yetkili makamlarca onaylandığına dair de bilgi ve belge bulunmamaktadır.
Genel harman yerlerinin zilyetlikle iktisap edilemeyeceğinden zilyetlik süresi neye ulaşırsa ulaşsın zilyet yararına bir hak sağlamaz. Hal böyle olunca mahkemece davanın reddine ve taşınmazın 3402 s.K: Y.nın 16.m. uyarınca genel harman yeri olarak sınırlandırılmasına karar vermek gerekirken delillerin değerlendirilmesinde yanılgıya düşülerek yazılı olduğu üzere kabulü yoluna gidilmiş olması doğru değildir.
Sonuç: Davalı Hazinenin temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerden ötürü BOZULMASINA, 12.2.2004 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1990/14903 K: 1993/7008 T: 6.7.1993
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/956 K: 2004/1922 T: 25.5.2004
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1997/1121 E: 1997/1216 T: 6.3.1997
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1991/2615 K: 1993/10265 T: 19.10.1993
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1999/1266 K: 1999/1660 T: 5.4.1999
Davacı tarafından taşınmazla ilgili olarak kadastro mahkemesine açılan ortaklığın giderilmesi niteliğindeki dava yenilik doğurucu hakka ilişkin davalardan olup genel mahkemede çözümlenmesi zorunludur; görev, kamu düzenine ilişkin olduğundan yargılamanın her aşamasında mahkemece resen gözetilmesi gerekir.
Taraflar arasında kadastro tespitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi istenilmekle temyiz isteğinin yasal süresinde olduğu anlaşıldı. Tetkik raporu ve dosyadaki belgeler okundu. Gereği görüşüldü:
Kadastro sırasında 161 ada 2 parsel sayılı 328,87 m2 yüzölçümündeki taşınmaz Asliye Hukuk Mahkemesinde davalı olduğundan söz edilerek malik hanesi açık bırakılmak suretiyle tespit edilmiştir. Kadastro tespitinden önce davacı Yakup tarafından davalılar Hamdi ve Belediye Başkanlığı aleyhine Asliye Hukuk Mahkemesinde açılan elatmanın önlenmesi davasının tespitten önce açılmamış sayılmasına karar verilmiştir. Bu kez davacı Hamdi davalılar Ruhi, Mehmet, Yakup ve Osman’ın aleyhine 161 ada 2 sayılı parselin eşit olarak paylaştırılmasına karar verilmesi için kadastro mahkemesine tespitten önce dava açmıştır. Mahkemece davanın reddine, taşınmazın harman yeri niteliğinde olması sebebi ile orta malıdır şeklinde belirtme yapılarak Hazine adına özel siciline yazılmasına karar verilmiş; hüküm davacı tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu 161 ada 2 parsel sayılı taşınmaz hakkında tespitten önce Asliye Hukuk Mahkemesine açılan ve aktarılması gereken nitelikteki elatmanın önlenmesi davasının açılmamış sayılmasına karar verilmiştir. Davacı tarafından daha sonra aynı taşınmazla ilgili olarak kadastro mahkemesine açılan dava ise “ortaklığın giderilmesi” davası niteliğindedir. Bu nitelikteki davalar yenilik doğurucu hakka ilişkin davalardan olup kadastro mahkemesinde görülmesi olanaksız genel mahkemede çözümlenmesi zorunludur. Görev, kamu düzenine ilişkin olup yargılamanın her aşamasında mahkemece resen gözetilmesi gerekir. Öte yandan, taşınmazın kadastro tespiti 3402 sayılı Kadastro Kanunun 5. maddesi hükmü uyarınca yapılmıştır. Kadastro Mahkemesinde görülmesi gereken nitelikte bir dava bulunmadığına göre olağan yönteme göre kadastronun tamamlanması gerekir.
Sonuç: Mahkemece bu olgular dikkate alınarak davanın görev yönünden reddine, Usulün 27. maddesi hükmü gereğince dosyanın görevli hukuk mahkemesine gönderilmesine, olağan yönteme göre kadastronun tamamlanması için tutanak ve eklerinin Kadastro Müdürlüğüne geri çevrilmesine karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde hüküm kurulması isabetsiz davacının temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün BOZULMASINA, 5.4.1999 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/492 K: 2004/1294 T.5.4.2004
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2005/32 K: 2005/45 T: 26.01.2005
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/361 K: 2004/1154 T. 29.3.2004
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1997/6527 E: 1998/236 T: 27.1.1998
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/8-242 K: 2004/292 T:12.5.2004
Davaya konu taşınmazların öncesi orman olup; bu niteliğini koruduğu sıradaki zilyetliğe değer verilemeyeceğinden; taşınmazın orman tahdit hattı dışında bırakıldığı tarihten dava tarihine kadar da zilyetlikle mülk edinme şartları gerçekleşmemekle; açılan tescil davasının reddine karar verilmesi gerekir.
Taraflar arasındaki “tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; A. 1. Asliye Hukuk Mahkemesi’nce davanın kısmen kabulüne dair verilen 2.10.2001 gün ve 1996/259 E: 2001/604 K: sayılı kararın incelenmesi davalılar Hazine, Orman Genel Müdürlüğü DSİ.Genel Müdürlüğü vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8. Hukuk Dairesi’nin 26.9.2002 gün ve 2002/6042-6592 sayılı ilamı ile; (…Davacı, dava dilekçesinde mevkii ve sınırları yazılı taşınmazın adına tapuya tesciline karar verilmesini istemiştir.
Davalı Hazine, Orman İdaresi ve DSİ vekilleri davanın reddine karar verilmesini savunmuşlardır. Mahkemece davanın kısmen kabulüne, kısmen reddine karar verilmesi üzerine; hükmün, kabule ilişkin bölümleri davalı Hazine Orman İdaresi ve DSİ vekilleri taraflarından ayrı ayrı temyiz edilmiştir.
Dosya muhtevasına, dava evrakı ile yargılama tutanakları münderecatına, mevcut deliller mahkemece takdir edilerek karar verildiğine ve takdirde bir isabetsizlik bulunmadığına, 1957 yılında Devlet ormanı niteliğiyle tespit dışı bırakılan dava konusu taşınmaz bölümlerinin 1984 yılında yapılan 1988 yılında kesinleşen orman sınırlandırma harita ve tutanaklarına göre, orman sınırlandırma hattının dışında kalan, orman sayılmayan yerlerden bulunduğu ormancı bilirkişi, DSİ ye ait kanalların kamulaştırma alanı dışında kaldığı teknik bilirkişi tarafından gerekçeli olarak açıklandığına göre aşağıda belirtilen husus dışında davalı idare vekillerinin temyiz itirazları yerinde bulunmamaktadır.
Davalı Belediye vekili tarafından verilen 25.4.2000 günlü cevap layıhasında; tescil konusu taşınmaz bölümlerinin belediye teşkilatının kurulması tarihinden önce Türkler Köyü Tüzel Kişiliği tarafından köy orta malı olarak kullanılan bir yer olduğunu savunmuştur.Mahkemece ileri sürülen bu savunma üzerinde durulmamıştır. Gerçekten de bir yerin belgesizden tapuya tesciline karar verilebilmesi için diğer kazanma koşulları yanında niteliği itibariyle kazanılmaya elverişli yerlerden olması gerekir.Taşınmazın kazandırıcı zamanaşımı ve zilyetlik yoluyla edinilecek ve tescil edilecek yerlerden bulunup bulunmadığı kesin olarak belirlenmeden yazılı şekilde davanın kabulüne karar verilmiş olması doğru değildir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava kadastro çalışmaları sırasında tespit hariç bırakılan taşınmazın kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayalı olarak tescili istemine ilişkindir.
Davacı 30-35 yılı aşkın bir zamandır malik sıfatıyla zilyet olduğu dört adet taşınmazın, kadim ziraat arazisi olduğunu ileri sürerek adına tescilini talep etmiştir.
Davalılardan Hazine vekili, taşınmazların devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olduğunu, Belediye Başkanlığı vekili, taşınmazların bulundukları yerin önceden köy olup dava konusu taşınmazların köy tüzel kişiliğine ait, köylülerce kullanılan yerler olduğunu, Orman İdaresi vekili, taşınmazların öncesinin orman olduğunu,
DSİ, Genel Müdürlüğü vekili, taşınmazların üzerinden sulama kanaletleri geçtiğini, ileri sürerek davanın reddini savunmuşlardır. Mahkemece davanın kısmen kabulüne dair verilen karar Özel Dairece yukarıdaki gerekçeyle bozulmuş, yerel mahkeme kararında direnmiştir.
Yerel Mahkeme ile Özel Daire arasındaki uyuşmazlık davaya konu taşınmazların zilyetlikle iktisaba elverişli yerlerden olup olmadığı, zilyetlikle iktisaba elverişli ise zilyet yararına iktisap şartlarının oluşup oluşmadığı konusundadır.
Çekişmeli taşınmazın bulunduğu bölgede arazi kadastrosu 1957 yılında 5602 sayılı Kadastro Kanunu’nun yürürlüğü sırasında yapılmıştır. Kadastro sırasında taşınmazların tespit dışı bırakıldığı tartışmasızdır. Burada halledilmesi gereken sorun kadastro çalışmaları sırasında taşınmazın hangi vasıfla tespit dışı bırakıldığı hususudur.
3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun uygulanmaya başladığı tarihe kadar kadastrosu yapılacağı ilan edilen ve önceden sınırları belirlenen çalışma alanları içerisindeki ormanlar tespit dışı bırakılmışlardır. Bir diğer anlatımla arazi kadastrosu ekipleri ormanların kadastrosunu yapmamış, ancak bölgede daha önce orman kadastrosu yapılmış ve kesinleşmiş ise bu işleme ait kayıtların, birliğin tapu kütüğüne aktarılması ile yetinilmiştir. Bölgede orman tahdidinin yapılmadığı durumlarda ise; arazi kadastrosunun yapılacağı bölgedeki, ormanların sınırlandırılması Orman İdaresinden istenmiş, İdarenin orman sınırlarını belirlemesinden sonra arazi kadastro ekipleri bu sınırlamayı esas almak suretiyle kadastro çalışmalarını yürütmüşlerdir. Bu uygulama yukarıda da belirtildiği üzere 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun yürürlüğe girdiği tarihe kadar sürdürülmüş, 3402 sayılı Kanun’un yürürlüğünden sonra ise anılan kanun’un 4. maddesi gereğince işlem yapılmıştır. Her olaya olayın meydana geldiği tarihte yürürlükte bulunan yasa hükümlerinin uygulanması gerekir. Bu nedenle dava konusu somut olayın 5602 sayılı Kanun hükümleri gereğince irdelemesinin yapılıp uyuşmazlığın buna göre çözümlenmesi zorunludur.
1957 yılında yapılan genel arazi kadastrosu sırasında davaya konu taşınmazlarla, bu taşınmazların doğusunda bulunan arazi bölümlerinin tespit dışı bırakıldığı, çekişmeli taşınmazların batısındaki arazi bölümünün ise tarım arazisi niteliğiyle zilyetleri adına tespit ve tescil edildikleri anlaşılmaktadır. 1988 yılında yapılan orman kadastrosu sırasında davaya konu parsellerin de içerisinde yer aldığı şerit biçimindeki arazinin orman tahdit hattı dışında kaldığı yapılan uygulama ile belirlenmiştir. Arazinin konumu, davalı parsellerle orman arasında ayırıcı bir unsurun olmayışı ve arazi kadastrosunun yapıldığı yıllardaki kadastro ekiplerinin ormanlarla ilgili yukarıda anlatılan çalışma yöntemleri nazara alındığında davaya konu taşınmazların yer aldığı arazi bölümünün de orman olarak tespit dışı bırakıldığının kabulü zorunlu bulunmaktadır. Her ne kadar bilirkişi ve tanıklar taşınmazın öncesinin orman olmadığını, üzerinde imar-ihyayı gerektirecek nitelikte maki veya benzeri bitki örtüsünün bulunmadığını, taşınmazların davacıya irsen intikal edip 30-40 yıldır kullanıldığını ifade etmişler ise de; kadastro işlemi olan tespit dışı bırakma işlemine, zemine ve eylemli duruma uygun düşmeyen bilirkişi ve tanık sözlerine değer verilemez. Mevcut deliller karşısında taşınmazın öncesinin orman olmadığının bunu iddia eden tarafça maddi ve kesin delillerle kanıtlanması gerekir. Davacı taraf taşınmazın öncesinin orman olmadığını kesin delillerle kanıtlayamamıştır. 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 1. maddesi gereğince “Tabii olarak yetişen veya emekle yetiştirilen ağaç ve ağaçcık toplulukları yerleriyle birlikte orman sayılır.” lması halinde arazi kadastrosu sırasında mera niteliğiyle sınırlandırılması gerekirdi. Taşınmaz orman olarak tespit dışı bırakıldığına, dava tarihine kadar bu yönde bir uyuşmazlık da çıkmadığına göre mera ve köy orta malı yönünden ayrıca bir araştırma gereksizdir.
Bu itibarla davaya konu taşınmazların öncesi orman olup bu niteliğini koruduğu sıradaki zilyetliğe değer verilemez. Taşınmazın orman tahdit hattı dışında bırakıldığı tarihten dava tarihine kadar da zilyetlikle mülk edinme şartları gerçekleşmemiştir. Açıklanan nedenlerle davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde direnme kararı verilmesi usul ve yasaya aykırı bulunduğundan direnme kararı bozulmalıdır.
Sonuç: Davalılar vekillerinin temyiz itirazlarının kabulüyle direnme kararının yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı HUMK: nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, 12.5.2004 gününde ikinci görüşmede bozmada oybirliği sebebinde oyçokluğuyla ile karar verildi.
Karşı Oy: Dava kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayalı olarak TMK: nun 713/1., 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 14. maddesi gereğince açılan tescil davasıdır.
Mahkemece, kazanma koşullarının davacı yararına gerçekleştiğini belirterek davanın kabulüne karar verilmesi üzerine, Hazine tarafından temyiz edilen hüküm dairece; “davalı Belediye vekili tarafından 25.04.2000 günlü cevap dilekçesinde; tescil konusu taşınmaz bölümlerinin Belediye teşkilatının kurulması tarihinden önce Türkler köyü tüzel kişiliği tarafından köy orta malı olarak kullanılan bir yer olduğunu savunmuştur. Mahkemece, ileri sürülen bu savunma üzerinde durulmamıştır. Gerçekten de bir yerin belgesizden tapuya tesciline karar verilmesi için, diğer kazanma koşulları yanında niteliği itibariyle kazanılmaya elverişli yerlerden olması gerekir. Taşınmazın kazandırıcı zamanaşımı ve zilyetlik yolu ile edinilecek ve tescil edilecek yerlerden bulunup bulunmadığı kesin olarak belirlenmeden yazılı şekilde davanın kabulüne karar verilmiş olması doğru değildir” gerekçesiyle ve oyçokluğuyla hüküm bozulmuştur.
Yerel mahkeme direnme kararında; “Dava; tarafların iddia ve savunmaları üzerine yürütülecektir. Bir olayda aksini ispat eden taraf bu iddiasını ispat ile mükelleftir. Belediye taşınmazın orta malı olduğunu tanık ve belge ile ispat etmek zorundadır. Hakimin kendiliğinden re’sen taşınmazın köy orta malı olduğunu araştırarak delil toplaması usule uygun olmayacaktır” gerekçesine dayanmıştır.
Direnme kararı; Yüksek Hukuk Genel Kurulunun Sayın çoğunluğunca; “Taşınmazların doğu yönünde paftasında DEVLET ORMANI yazılı bulunması nedeniyle taşınmazların öncesinin de Devlet ormanı sayılan yerlerden olduğu, 1984 – 88 yılları arasında orman kadastro çalışmalarının yapılması nedeniyle kesinleşen orman sınırlandırma hattının dışında bırakıldığı, orman kadastro çalışmalarının 1988 yılında kesinleştiği, zilyetliğin bu tarihten itibaren başlaması gerektiği görüşü ile davanın reddine karar verilmesi için kesin bozma yapılmıştır.
Uyuşmazlık konusu taşınmaz 6.8.1956 yılında yapılan kadastro çalışmaları sırasında tespit harici bırakılan bir yerdir. Kadastro dışı bırakılma nedeninin Kadastro Müdürlüğünden sorulması üzerine, Kadastro Müdürlüğü 27.11.1996 tarihli yazısında “Dava konusu taşınmazlar kadastro çalışmaları sırasında Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerden olduğu”gerekçesiyle tespit dışı bırakıldığı, ikinci yazısında ise, “Türkler Köyünde kadastro çalışmalarının 8.6.1956 tarihinde başlandığı, 06.07.1957 tarihinde bitirildiği, parsel numarası olmayan yerlerin hangi sebeple tespit dışı bırakıldığının bilinmediği” bildirilmiştir.
Yerel mahkeme ile daire arasındaki uyuşmazlık; taşınmazların “orta mal” sayılan yerlerden olup olmadığı, orta mallarla ilgili araştırma ve incelemenin mahkemece kendiliğinden yapılması gerekip gerekmediği, Yüksek Hukuk Genel Kurulu ile Daire arasındaki görüş ayrılığı ise, orman kadastro çalışmalarının kesinleştiği 1988 yılından önceki zilyetliğe değer verilip verilmeyeceği ve bu tarihten öncede taşınmazların orman sayılan yerlerden olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
Dava konusu taşınmazlar 8.5.1956 tarihinde ve o tarihte yürürlükte bulunan 5602 sayılı Kanunun 8/son ve 14.maddeleri gereğince işleme tabi tutulmuş ve tapulama dışı bırakılmıştır. Kural olarak, arazi kadastro komisyonları, bir yerin orman sayılan yerlerden olup olmadığı veya toprağının orman toprağı sayılıp sayılamayacağı konularında yetkili bulunmamaktadırlar. 8.6.1956 tarihinde yürürlüğe giren 6831 sayılı Kanunun muvakkat 1. maddesi uyarınca; bir yerin orman sayılan yerlerden olup olmadığı konusunda tek yetkili makam olarak Tarım Orman ve Köy İşleri Bakanlığı kabul edilmişti. Bakanlık’tan orman olup olmadığı konusunda mütalaa alındıktan sonra mahkemelerce hüküm verilmekteydi. Ancak, 23.9.1983 gün ve 2896 sayılı Kanunun 61.maddesi ile 6831 sayılı Kanunun muvakkat 1.maddesinin kaldırılmasıyla aynı Kanunun 7.maddesi uyarınca oluşumu öngörülen orman kadastro komisyonlarına bir yerin orman olup olmadığı konusunda yetki verilmiştir. 1984-1988 yılları arasında orman kadastro çalışmaları ile 6831 sayılı Kanunun 2/B maddesine ilişkin uygulamanın birlikte yapılması ve bu çalışmaların 1988 yılında kesinleşmesi ile uyuşmazlık konusu taşınmazların kesinleşen orman sınırlama hattının dışında bırakıldığı saptanmıştır. Arazi Kadastro Komisyonları bir yerin orman olup olmadığını belirleme yetkisine sahip olmadıklarından, taşınmazların doğusunda paftasında yazılı bulunan Devlet ormanı ibaresi esas alınarak taşınmazların bulunduğu yerin orman sayılan yerlerden olduğunu kabul etmek doğru değildir. Sadece 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 4.maddesi ile getirilen istisna uyarınca bölgede kadastro çalışmaları başlanıldığında; Kadastro Müdürlüğü orman sınırını belirlemesi için Orman Genel Müdürlüğüne durumu bildirir. Anılan genel müdürlük kanunda öngörülen iki aylık süre içinde orman sınırını belirlemediği takdirde arazi kadastro komisyonlarınca çalışmalara başlanır, arazi sınırıyla orman sınırını bu komisyonlar belirler.
Aynı maddenin 3.fıkrası uyarınca, “Kadastro ekiplerince bu şekilde tespit ve ilan edilen yerlerde orman kadastro işlemleri de ikmal edilmiş sayılır” hükmü gereğince kesinleşen orman sınırlandırmasına uyma zorunluluğu doğar. Bu fıkranın son cümlesinde ise; “Orman kadastrosu kesinleşmiş yerlerde bu sınırlara aynen uyulur.” hükmüne yer verilmiştir. Şayet, bu yerler Devlet ormanı sayılan yerlerden olsaydı veya toprağı orman toprağı kabul edilseydi 1984-1988 yılları arasında yapılan orman kadastro çalışmaları sırasında önce bu yerlerin kesinleşen orman sınırları içine alınması ve daha sonrada 6831 sayılı Kanunun 2/B maddesi uyarınca da orman sınırları dışına çıkarılması gerekirdi. Orman sayılan yerler için uygulanan esas ilke bu olmaktadır. Bu yönüyle de olaya bakıldığında; söz konusu yerlerin Devlet ormanı sayılan yerlerden olduğunu kabul etmek olanaklı değildir. Öte yandan, orman kadastrosu yapılmış ve kesinleşen orman kadastrosuna ait harita ve belgeler olduğu takdirde öncelikle bir yerin orman sayılan yerlerden olup olmadığı bu harita ve belgelerin uygulanmasıyla belirlenir.
Orman kadastrosu yapılmamış, kesinleşen orman haritası ve belgeleri yok ise, o takdirde, bölgeye ait gizli memleket ve amenajman haritaları ile hava fotoğraflarından yararlanılarak uzman orman bilirkişileri vasıtasıyla bu konu saptanır. Somut olayda; kesinleşen orman harita ve belgelerine göre, taşınmazlar orman sınırlama hattının dışında bulunduğundan artık “MAH” denilen yöntemin burada uygulanması olanağı bulunmamaktadır. 3402 sayılı Kadastro Kanununun 22/son fıkrası uyarınca; “Taditleri yapılarak kesinleşmiş ve tescil edilmiş ormanlara ait kayıt ve belgeler tapu kütüğüne olduğu gibi aktarılır” denilmiştir. Şu halde; kesinleşen orman haritası var ise, MAH yöntemi uygulandığı takdirde hazırlanacak harita ve belgelerin tapuya aktarılmasına yasal olarak olanak bulunmamaktadır.
Kaldı ki; Bük mevkiinde bulunan taşınmaza komşu 179, 180 ve 181 no’lu parsellere uygulanan 1944 tarih 36 sıra no’lu vergi kaydı taşınmaz yönünü Ahmet, Arabi (Kekili) mevkiinde bulunan taşınmaza komşu 319, 320 ve 321 no’lu parsellere revizyon gören 2.12.1949 tarih 22 sıra no’lu tapu kaydı taşınmaz yönünü “Katipzadeler veresesini” okumakta olup, ormanı göstermemektedir. Bu açıdan da olaya bakıldığında, özel mülkiyete konu taşınmazlardan sonra şahıs arazisi, yani dava konusu yerler ve daha sonra Devlet ormanı gelmektedir.
Türkler Köyünde arazi kadastro çalışmalarına 6.3.1956 tarihinde başlanmış olup, 7.6.1957 tarihinde bitirilmiştir. 6831 sayılı Kanun ise 8.9.1956 tarihinde yürürlüğe girdiğine göre, kadastro çalışmalarına başlama ile orman kanunun yürürlüğe girdiği tarih gözetildiğinde, 9 aylık gibi kısa bir sürede Orman Bakanlığından anılan kanunun 1.maddesi uyarınca mütalaa alınması ve buna göre taşınmazların tespit dışı bırakılması zaman açısından mümkün olmadığı görülmektedir.
O halde; açıklanan bu hukuki ve somut olgular karşısında 1988 yılında kesinleşen orman sınırlandırma hattının dışında kalan taşınmazların öncesinden itibaren orman olmadığı, davacının zilyetliğinin 45 yılı aşkın bir süreden beri başladığı anlaşıldığına göre, bu yerler belediye vekilince iddia edildiği şekilde “Orta mal sayılan” yerlerden olmadığının da belirlenmesi halinde kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği ile bu gibi yerlerin edinilmesi mümkündür. Orta mallar, kamu emlaki niteliğinde olup, bunlarla ilgili her türlü araştırma ve inceleme mahkemelerce re’sen (kendiliğinden) yapılması zorunluluğu vardır. Bu husus kamu düzeniyle ilgili bulunduğundan mahkemenin gösterdiği gerekçeye bu bakımdan katılma olanağı yoktur. Biran için taşınmazların orman sayılan yerlerden olduğu kabul edilse dahi, Alanya yöresinde maki bitki örtüsünün bulunduğu göz önünde tutularak bu açıdan en azından araştırma ve incelemenin yapılması gerekir. Çünkü, anılan bölgede genelde 1952 yılında makilik alanlar ormandan tefrik edilmişlerdir. Yüksek Hukuk Genel Kurulu ve Yargıtay uygulaması ile de makilik alanların zilyetlik, imar ve ihyayla kazanılması mümkün bulunmaktadır.
Tüm bunlar birlikte değerlendirildiğinde; komşu parsellerin kayıtları getirtilerek uygulanması, bozmada belirtildiği şekilde orta malı araştırma ve incelemenin yapılması, hatta gerek görüldüğü takdirde orman amenajman ve gizli memleket haritaları ile hava fotoğraflarından yararlanılarak taşınmazın kesin niteliğinin belirlenmesi ve makilik alan olup olmadığının saptanması şeklinde genişletici bir bozma yapılması Yüksek Kurulca daha uygun görülmesi gerekirken, taşınmazların öncesinin orman olduğu, orman kadastro işlemlerinin kesinleştiği 1988 yılından itibaren zilyetliğin başlayacağı kabul edilerek kesin bozma sevk edilmesi şeklinde gerçekleşen Yüksek Hukuk Genel Kurulu Sayın çoğunluğunun görüşüne açıklanan nedenlerle katılmıyoruz. 12.5.2004
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1997/20-808 K: 1997/1039 T:10.12.1997
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1-262 K: 1999/257 T.5.5.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/20-665 K: 2003/614 T: 22.10.2003
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 1993/995 K: 1994/2663 T: 8.3.1994
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/8-353 K: 2004/350 T:9.6.2004
Taşınmaza ait olan uyuşmazlıklardan taşınmazın aynına ilişkin olanlar, kanunun kapsamı dışına çıkartılmış, böylece taşınmazın mülkiyetine ilişkin uyuşmazlıkların genel mahkemelerde açılacak tek bir dava ile sonuçlandırılması, taşınmazın mülkiyetine ilişkin yargı kararları arasında birlikteliğin ve mahkemelerin iş yükünün azaltılması sağlanmakla; uyuşmazlığın hakem yolu ile değil, genel mahkemelerde çözülmesi gerektiği yönündeki direnme kararı usule ve yasaya uygundur.
Taraflar arasındaki “tapu iptali, tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; C. Asliye Hukuk Mahkemesi’nce davanın kabulüne dair verilen 12.3.2003 gün ve 2002/164 E- 2003/53 K: sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8. Hukuk Dairesi’nin 21.10.2003 gün ve 2003/6330-6595 sayılı ilamı ile; (…Davacı Belediye, TMK: nın 713/1 maddesi hükmüne dayanarak taşınmazın adına tescilini istemiştir. 3533 sayılı Kanunun 1.maddesi hükmüne göre; Belediye ile Hazine arasındaki davanın mülkiyetin tespiti yönünden önce hakemce görülmesi ve mülkiyet tespitine dair hakemden karar alındıktan sonra genel mahkemede tescil davası açılması veya açılmış olan tescil davasına devam olunması gerekmektedir. Şu halde göre;hakemde mülkiyet tespit davası açmak üzere davacı Belediyeye süre ve imkan tanınması, hakemin vereceği kararın beklenilmesi, bundan sonra tescil davasına bakılıp işin esası hakkında karar verilmesi gerekirken mahkemece hakem kararı beklenilmeden yazılı şekilde karar verilmiş olması doğru değildir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Davacı Cizre Belediye Başkanlığı vekili, davaya konu Şırnak İli, Cizre İlçesi, Dağkapı Mahallesi, 102 ada, 10 parsel sayılı taşınmazın kadastro tespiti sonucunda 10.12.1992 tarihinde senetsizden davalı hazine adına tespit edildiğini, kadastro tespiti öncesinde Cizre Belediye Başkanlığı’nın 25 yılı aşkın süre taşınmaza çekişmesiz, aralıksız zilyet ve tasarruf ettiğini, davalı hazine adına yapılan tespitin iptali ile davacı belediye başkanlığı adına tescile karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı hazine vekili cevap dilekçesiyle, 3533 sayılı Umumi Mülhak ve Hususi Bütçelerle İdare Edilen Daireler ve Belediyelerle Sermayesinin tamamı Devlete veya Belediye veya Hususi İdarelere ait Daire ve Müesseseler Arasındaki İhtilafların Tahkim Yoluyla Halli Hakkındaki Kanunun 1.maddesine göre bu ihtilafın bu kanunla yazılı tahkim usulüne göre çözümü gerektiğini, davacı belediye başkanlığının taşınmaz üzerinde yaptığı binaların ruhsatsız olduğunu, zeminin inşaat yapmaya elverişli olmadığını, taşkın sularının aktığı kanalın bitişiği olması sebebiyle riski bulunduğunu ileri sürerek davanın reddini savunmuştur.
Yerel mahkemece, davanın kabulüne ilişkin olarak verilen karar özel dairece, yukarda yazılı gerekçeyle bozulmuştur.
29.6.1938 tarih, 3533 sayılı Umumi Mülhak ve Hususi Bütçelerle İdare Edilen Daireler ve Belediyelerle Sermayesinin Tamamı Devlete veya Belediye veya Hususi İdarelere Ait Daire ve Müesseseler Arasındaki İhtilafların Tahkim, Yolu ile Halli Hakkında Kanunun 4.maddesi “…Katma Bütçe ile idare edilen daireler, belediyeler, Özel bütçe ile idare olunan veya sermayesinin tamamı Devlet, belediye veya özel idarelere ait olan daire ve müesseselerin veya bu daire ve müesseselerden biriyle ikinci maddede yazılı dairelerden biri arasında çıkan uyuşmazlıklar, bulunduğu yerin ve uyuşmazlık gayrimenkule ilişkine o gayrimenkulün bulunduğu yerin ve taraflar değişik yerlerde bulunuyorlarsa davalı durumunda olan daire ve müessesenin ve davalılar birden çok olduğu taktirde bunlardan birinin bulunduğu yerin yüksek dereceli hukuk mahkemesi başkanı veya hakimi tarafından hakem sıfatıyla çözümlenir…” hükmünü içermekteydi. Buna göre öncelikle hakemde mülkiyet tespit davası açılıp, hakemin vereceği tespit kararından sonra, tescil davasına bakılıp, işin esası hakkında karar verilmesi yoluna gidiliyordu.
3.7.2003 tarih, 4916 sayılı, Çeşitli Kanunlarda ve Maliye Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede değişiklik yapılması Hakkındaki Kanunun 24.maddesi ile 3533 sayılı Kanunun 4.maddesinde yer alan “uyuşmazlık gayrimenkule ilişkinse o gayrimenkulün bulunduğu yerin” ibaresi, “taşınmaza ilişkin uyuşmazlıklarda, taşınmazın aynına yönelik olanlar hariç olmak üzere o taşınmazın bulunduğu yerin” olarak değiştirilmiş, taşınmazın aynına ilişkin olan uyuşmazlıklar, 3533 sayılı Kanun kapsamından çıkartılmıştır.
3533 sayılı Kanunun 4.maddesi hükmüne göre, taşınmazın mülkiyetine ilişkin uyuşmazlıklarda önce mülkiyet tespit davası açılarak hakeme başvurulması, hakem tescile karar veremediğinden, dava sonunda lehine karar verilen tarafça ayrıca yetkili mahkemelerde tapu iptali, tescil davası açılmak zorunda kalınması uyuşmazlıkların çözümünün uzamasına ve mahkemelerin iş yükünün artmasına neden oluyordu. Anılan Kanunda, 4916 sayılı Kanun ile yapılan değişiklikle, taşınmaza ait olan uyuşmazlıklardan taşınmazın aynına ilişkin olanlar, kanunun kapsamı dışına çıkartılmış, böylece taşınmazın mülkiyetine ilişkin uyuşmazlıkların genel mahkemelerde açılacak tek bir dava ile sonuçlandırılması, taşınmazın mülkiyetine ilişkin yargı kararları arasında birlikteliğin ve mahkemelerin iş yükünün azaltılması sağlanmıştır.
Yukarda açıklanan nedenlerle yerel mahkemenin, uyuşmazlığın hakem yolu ile değil, genel mahkemelerde çözülmesi gerektiği yönündeki direnme kararı usule ve yasaya uygun olup, yerindedir.
Ne var ki, özel dairece davalı hazine vekilinin işin esasına yönelik temyizi bozma nedenine göre incelenmemiş olup, dosyanın davalı Hazine vekilinin diğer temyiz itirazlarının incelenmesi için özel daireye gönderilmesi gerekir.
Sonuç: Yukarda açıklanan nedenlerle direnme uygun bulunduğundan dosyanın işin esasına yönelik temyiz itirazlarının incelenmesi için 8. Hukuk Dairesine gönderilmesine, 9.6.2004 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/14-43 K: 2002/95 T. 13.2.2002
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1996/17-294 K: 1996/426 T.29.5.1996
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/1-1067 K: 2002/20 T: 23.1.2002
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1988/1-825 K: 1988/964 T: 23.11.1988
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/20-558 K: 2002/588 T:3.7.2002
Dava konusu parselin uzman bilirkişi haritasında gösterilen bölümünün kesinleşen orman kadastrosu sınırları içinde bulunduğu sırada, 1964 yılında yapılan arazi kadastrosunda davalı miras bırakanı adına oluşturulan tapu kaydının yasal değeri bulunmaması nedeniyle orman yönetiminin tapunun iptali yönünde dava açmada hukuki yararı ve aktif dava ehliyeti bulunduğundan hukuk genel kurulunca da benimsenen özel daire bozma kararına uymak gerekirken önceki hükümde direnilmesi hatalıdır.
Taraflar arasındaki elatmanın önlenmesi ve tapu iptali davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, P. Asliye 1.Hukuk Mahkemesi’nce davanın reddine dair verilen 8.2.2000 gün ve 1996/674-48 sayılı kararın incelenmesi davacı Orman Yönetimi tarafından istenilmesi üzerine Yargıtay 20.Hukuk Dairesinin 10.5.2001 gün ve 2001/3179-3713 sayılı ilamı ile; (Davacı Orman Yönetimi Emirli Köyü 221 parsel sayılı taşınmazın yörede 19.11.1981 tarihinde ilan edilerek kesinleşen orman kadastro sınırları içinde kaldığını, davalı adına olan tapu kaydının iptali ve orman niteliği ile Hazine adına tescilini istemiştir. Mahkemece, taşınmazın 1400 m2’lik bölümü hiçbir zaman tahdit içine alınmadığı, geriye kalan 15.990 m2’lik bölümünün de 1952 yılında 5653 sayılı Yasa hükümlerine göre makiye ayrılan yerde kaldığı, bu nedenle Orman Yönetiminin davacılık sıfatı bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı Orman Yönetimi tarafından temyiz edilmiştir.
Dava dilekçesindeki açıklamaya göre dava, kesinleşen orman kadastrosu sınırları içinde kalan tapu kaydının iptal ve tescili ile müdahalenin menine ilişkindir. Hükme dayanak alınan uzman orman bilirkişi kurulu raporuna göre çekişmeli taşınmaz 1942 yılında kesinleşen ilk orman tahdidinde ve 1981 yılında kesinleşen aplikasyon ve 2/B uygulamasında da kısmen tahdit içinde kalmaktadır. Yani parselin 1400 m2 bölümü baştan beri tahdit dışıdır. Tahdit içi olan 15990 m2’si ise 1952 yılında yapılan maki tefrik uygulaması sonucu makilik olarak ayrıldığı, ancak işlemin kesinleşmediği, 1964 yılında genel arazi kadastrosu yapılarak belgesiz zilyetlikten davalılar adına tapu kaydı oluştuğu anlaşılmıştır. Dosya içindeki bilgi ve belgelere göre;
1- Çekişmeli parselin içinde bulunduğu Samandıra Orman Bölge Şefliği mıntıkasındaki Ballıca Devlet Ormanının 1942 yılında 1 numaralı orman tahdit komisyonu tarafından tahdidinin yapıldığı, kısmen itiraza uğramakla asliye hukuk mahkemesinin 6.10.1944 tarih 1943/251-800 sayılı kesinleşen kararı ile iptal edildiği, daha sonra 13.7.1945 tarihinde yürürlüğe giren 4785 sayılı Yasa gereğince kesinleşen bu kararın hükmü kalmadığından. 1942 yılı tahdit sınırlarıyla devletleştirildiği, ancak Hazine adına tapu kaydı oluşturulmadığı, sözü edilen mahkeme kararı lehine olanlar 5658 sayılı Yasa hükümlerine göre iade talebinde bulunmuşlarsa da Orman Genel Müdürlüğünün 12.9.1950 gün Şb.3.5110-16 sayılı yazıyla iadeye tabi yerlerden olmadığı tespit edilmekle İADE TALEBİNİN REDDİNE karar verildiği böylece 1952 tahdit hattının kesinleşmiş haliyle geçerliliğini koruduğu,
2-Yörede Ağustos 1952 tarihinde maki tefrik çalışmalarına hazırlık olmak üzere tutanak ve haritaların düzenlendiği ancak yapılan işlemin onanıp kesinleşmediği,
3-Orman Genel Müdürlüğünün 25.5.1953 gün Şb.2/2008/10-32/445 sayılı emirlerine aften İstanbul Orman Başmüdürlüğün 29.5.1953 gün 10/318/23-9908 ve 21.5.1954 gün 10353-25903 sayılı emirleri ile evvelce İstanbul İşletmesi tarafından oluşturulan maki komisyonunca ALEMDAĞ ve SAMANDIRA bölgeleri dahilinde belirlenen makilik sahaların yeniden yerinde incelenerek KESİN BİR KARAR VERİLMEK ÜZERE ayrı ayrı rapor ve krokilerinin düzenlenmesi için görevlerinin Avni D… başkanlığındaki heyet tarafından 4.7.1954 tarihinden ayrıntılı bir rapor düzenlendiği,
4-Sözü edilen heyetin 4.7.1954 tarihinde düzenledikleri bu raporda özet olarak “… maki komisyonu tarafından Samandıra ve Alemdağ bölgeleri dahilindeki makilik sahalarda tespit ve tefrik ettirilerek 14.8.1952 tarih ve 1/10000 – 1/25.000 mikyaslı krokileri ile birlikte tasdik ve aynı zamanda toprak tevzi komisyonlarına bilgi verilmek üzere Başmüdürlüğümüze gönderilmişdi. Başmüdürlükçe görülen lüzum üzerine bu yerler Orman Baş Mühendisi Muzaffer Y. ile İstanbul Orman İşletme Müdürlüğünde Zeki S.’ne yeniden tetkik ettirilmiş olup, müştereken düzenlenen 27.01.1953 tarihli raporda;
- a) Elmalı bendinin kaynakların koruyan Alemdağ, Çavuşbaşı, Hekimbaşı Ormanlarının yükünü artırmamak,
- b) Askeri birliklerin ve hava alanının civarında bulunması sebebiyle askeri birliklerin mütalaasını almak,
- c) İstanbul civarının müstakil ağaçlanması için iyi bir zemin olmak,
- d) Halen bu mıntıka köylerinin ziraat sistemine uygun bulunmamak gibi sebepler dolayısı ile maki tespit ve tefrik raporu başmüdürlükçe de tasdik edilmemiş ve toprak tevzi komisyonlarına da gerekli bilgi verilmemiştir.
Kartal Kazasının Samandıra, Üsküdar Kazasının Kısıklı Nahiyesi dahilinde olup, evvelce tahdidi yapılan ormanların bu günkü durumu ile dosya ve yerinde yapılan tetkikat sonucu aşağıda listede gösterilen neticeye varılmıştır.” Denildikten sonra Samandıra Nahiyesine bağlı Samandıra, Yakacık, Sultanbeyli, Kurna, Emirli, Kurtdoğmuş, Paşaköy, Ballıca ve Kısıklı Nahiyesine bağlı Alemdağ, Sultan Çiftliği, Çermeköy, Dudulu Köylerinin mülki hudutları içinde bulunan ormanların isimleri, tahdit yılı ve tescil durumu düzenlenen listede gösterilmiş bundan sonra yukarıda isimleri yazılı her köyün sınırları içinde bulunan orman birer birer incelemeye tabi tutulmuştur. Temyize konu Emirler Köyü 221 numaralı parselin içinde bulunduğu Ballıca Devlet Ormanı ile ilgili olarak raporun 23. sırasında: “… 2613.5000 hektardır, flora itibariyle %70 eriko, %10 pırnal meşesi, %10 kocayemiş ve %10 da kocayemiş ile evsafı bozulmuş meşelerden ibaret olup, bu saha içinde bulunan ve Üçağaç Çiftliği diye anılan sahada evvelce makilik olarak tespit edilerek Orman Umum Müdürlüğüne arz edilmiş ve cevaben alınan 14.1.1952 gün ve 5010/45/44 sayılı emir gereğince devletleştirilmemiş eski sahibine terk olunmuştur. (Not: adı geçen Üçağaç Çiftliğinde maki olarak iade edilen yer 1/10.000 ölçekli
Ballıca Köyü mülki sahası olarak maki tefrik Komisyonu Başkanı Orman Mühendisi Sahir Yılga tarafından düzenlenen 14.2.1953 tarihli haritanın kuzeydoğu bölümünde ve Üçağaç Deresinin batı tarafından (……) çizgi ile işaretlenmiş yine maki tefrikinin iptaline ilişkin 2.5.1963 tarihli raporda Kasım 1932 tarih 31 numarasında tapulu olduğu ve bu rapora ekli olan Ballıca Köyü Devlet Ormanı tahdit haritası üzerine de aynı yerde işaretlenerek gösterilmiştir. Dava konusu Emirler Köyü 221 numaralı parselin yeri bilirkişi raporunda aynı haritalarda güney batıda işaretlenmiştir. İade edilen Üçağaç Çiftliği ile 221 numaralı parselin birbirine çok uzak yerlerde olduğu anlaşılmaktadır.) şeklinde belirleme yapıldıktan sonra raporun netice bölümünde aynen “yukarıda açıkça belirtilmiş olduğu üzere Şamandıra Nahiyesi dahilinde 8014.4986 hektar ve Kısıklı Nahiyesi dahilinde 1520.7765 hektar olmak üzere ceman 9535.3751 hektar sahanın Orman Umum Müdürlüğünce düzenlenmiş yönetmeliğin 2. ve 3. maddelerinde uygun olduğu görülmekle makilik olarak tespit ve tefrik olunduğu, bu arada heyete dahil bulunan Bahçeköy Orman İşletme Müdürü Kemal Gönen iş bu mıntıkada makilik diye bir tefrik yapılmamasının uygun olmayacağı, esasen evvelce bildirilerek bu husustaki 8.4.1954 tarihli raporunu vermiş bulunması ve raporun da 16.4.1954 tarih ve 10263/1-6909 sayılı yazı ile umum müdürlüğüne sunulmuş olması dolayısı ile bu kerre tetkikatın aşağıda imzaları bulunan dört kişi tarafından yapılmak suretiyle işbu rapor orman umum müdürlüğünün tetkik ve takdirlerine arz olunmak üzere tarafımızdan düzenlenmiştir. 4.7.1954”
5- 4.7.1954 tarihli rapor İstanbul Orman İşletme Müdürlüğüne sunulmuş, adı geçen müdürlük de raporun altına aynen şu şerhi vermiştir. “İstanbul Orman Başmüdürlüğünün 15.12.1954 ve 1035-1/19021-18342 sayılı emirleri ile 05.03.1954 gün ve 10353-1/954-3562-3262 sayılı emirlerindE: İşletmemizin Alemdağ ve Samandıra bölgelerinden tefrik edilen makilik sahalara ait raporlar ve ekleri 5.7.1954 tarih ve 10353-2/9937 sayılı başmüdürlük yazıları ile umum müdürlüğüne arz edilerek devlet vekaletine gerekli bilginin verilmesi talep edilmiş ve bilahare alınan 10.7.1954 tarihli 2008/10-36/865 sayılı umum müdürlük emirleri gereğince durum bir kerrede 1. ordu müfettişliğine ve belediye sular idaresine yazılmış ve bu cevaplara istinaden de 20.8.1954 tarih ve 2008/10-36 sayılı umum müdürlük emirleriyle muhafaza edilmesi emrolunmuşsa da 27.11.1954 tarih ve 17607 sayılı başmüdürlük maruzatı üzerine umum müdürlüğün 6.12.1954 tarih ve 2008/10-36 sayılı emirleriyle 3.11.1954 tarihli rapora göre maki tespit ve tefrik komisyonunca evvelce orman sayılmayan ve maki olarak belli edilen sahada değişiklik yapılmasının uygun görüldüğü hakkında devlet vekaletine bilgi verildiği ve ziraat vekaletinin de tavsiplerine iktiran eylediği bildirilmekle raporların altına bu şekilde şerh verilmek suretiyle tetkik mevkiine konulması İstanbul Orman Başmüdürlüğünün 5.3.1955 gün ve 10353-1/954-3562-3262 sayılı emirleri iktizası olduğuna dair şerhtir. 22.3.1955. İstanbul Orman İşletme Müdürü, Zeki S.”
6- Bundan sonra İstanbul Orman Başmüdürlüğünün 21.12.1962 gün ve 101 1003-2/12755 sayılı ve 5.4.1963 gün 1011003-1/3203 sayılı “İstanbul Orman İşletme Müdürlüğü mıntıkası dahilindeki makiliğe ayrılmış sahaların yeni maki talimatnamesi hükümlerine tevfikan tetkik edilmesi ve raporlarının irsalinin emredilmesi üzerine 2 nolu Orman Tahdit Komisyonu Başkanı Rahmi Gümüş Başkanlığındaki heyet tarafından dava konusu Ballıca Köyü mülki hudutları içindeki makilik sahaların orman tahdit durumu incelenmiş ve düzenledikleri 02.05.1963 tarihli raporda özetle “…. 1942 yılında 1 numaraları orman tahdit Komisyonunca Ballıca meşe baltalık ormanı olarak devlet adına tahdidi yapılan ormanın sadece Kasım 1932 tarih 31 numaralı tapuda kayıtlı yerin 5653 sayılı yasa hükümlerine göre Orman Genel Müdürlüğünün 14.01.1952 Gün 5010-45/44 sayılı emirleriyle sahiplerine iade edildiği (iadeye konu olan Üçağaç Çiftliğinin durumu yukarıda 5. bendin sonunda izah edilmiştir) … tarlalar dışında kalan 2396 hektar genişliğindeki sahanın diri örtüsünün tabii ve daimi olup orman mefhumuna girdiği … akıcı, erozyona çok müsait bulunması hasebiyle ziraat arazisi haline getirilmesine ve ziraat yapılmasına elverişli olmadığı, … bütün sahada % 15-70 meyilli olması nedeniyle şiddetli erozyon mevcut olduğu, lüzumlu tedbirler alınmazsa meyil fazlalığı, toprak ve iklim özelliğine göre erozyonun bütün şiddeti ile genişleyeceği, … herhangi bir kültürel faaliyet ve imar ihya gibi bir faaliyete rastlanılmadığı” yazıldıktan sonra;
” Netice : Bahis konusu sahanın yukarıda belirtilen haiz bulunduğu evsaf itibariyle, orman genel müdürlüğünce 16.01.1960 gün ve Şb. 2.2802-3 sayılı tamimle gönderileri funda ve makilik sahaların tespitine ait son talimatname hükümlerine nazaran maki mefhumu dışında kalmaktadır.
Orman sahasına dahil iken makiliğe tefrik olunan ve esasen evvelden beri bugünkü haliyle devam edegelen tabii ve daimi diri örtü itibariyle orman mefhumu içinde mütalaa olunması icabeden bu sahalara ait makiliğe tefriki muamelesinin iptaliyle orman hududu içine alınması ve orman rejimine tabi tutulması iktiza eder. İşbu rapor tarafımızdan tanzim ile 5 nüsha olarak ekleriyle birlikte İstanbul Orman Başmüdürlüğüne sunuldu. 2.5.1963″ denildiği,”
7- Raporun İstanbul Orman Başmüdürlüğüne gönderilmesi üzerine yetkili daire amirinin parafı ve Başmüdürün imzası ile raporun altına aynen “orman olarak tahdidi yapılan ve 4785 sayılı kanunla devletleştirilen Ballıca Köyü mülki hudutları içinde bulunan ekli haritada 2 poligon halindeki arazinin makiliğe ayrılma işleminin iptali ile orman rejimine alınması uygundur. 20.5.1963” şerhinin verildiği, böylece yörede 1952 yılında yapılan maki tefrikinin baştan beri onanmadığı ve kesinleşmediği son olarak düzenlenen 2.5.1963 tarihli rapor ve 20.5.1963 tarihli “makiye ayrana işleminin iptali ile orman rejimine alınmasının uygunluğunun” onandığı,
8- Bundan sonra çekişmeli taşınmazın bulunduğu Emirli Köyünde çalışmaya başlayan arazi kadastro ekiplerince 221 numaralı parselin 31.8.1964 tarihinde belgesiz zilyetliğe dayanarak 221 numaralı parselin kadastro tutanağı İbrahim Ethem S. adına düzenlendiği ve itirazsız kesinleşmesi üzerine 17.400 m2 yüzölçümüyle aynı kişi adına tapuya tescil edildiği, intikal yoluyla davacılara gittiği,
9- 4.7.1973 tarihinde yürürlüğe giren 1744 sayılı Yasa uyarınca kesinleşen 1942 yılı tahdidinin aplikasyon ve 2. madde uygulaması ile görevlendirilen 1 numaralı orman tahdit komisyonuna bağlı 4 numaralı ekip 21.7.1977 tarihinde düzenlediği tutanakla 1942 yılı tahdit sınırına aynen uyarak 555 ila 568 OTS noktalarıyla ilgili olan parselin ilk tahditten beri tahdit içinde olan 15990 m2’lik bölümün orman tahdidi içinde kalan ve baştan beri orman tahdidi dışında olan 1400 m2’lik bölümünü de yine tahdit dışında bırakmak suretiyle aplikasyon işlemi yapılıp sonuçlarını 18.6.1981 tarihinde ilana çıkardığı, yine Yasanın 2. maddesi uyarınca orman rejimi dışına çıkarılacak yerler hakkında uygulama yapmak ve itirazları incelenmek üzere görevlendirilen 3 numaralı ekip 27.4.1981 tarihli işe başlama tutanağı ile işe başladığı ve dava konusu yer hakkında her hangi bir işlem yapmadığı, bu işlem sonuçlarının da 19.11.1981 tarihinde ilan edilip kesinleştiği ve Orman Yönetiminin kesinleşen tahdit içinde kalan davacılara ait 221 numaralı parselin tapu kaydının iptali bakımından 21.6.1996 tarihinde temyize konu bu davayı açtığı anlaşılmaktadır.
10- Görüldüğü gibi 221 numaralı parselin bir bölümü Ballıca Devlet Ormanına ait kesinleşen 1942 yılı tahdidi ve yine 1977 yılında yapılıp sonuçları 18.6.1981 tarihinde ilan edilen aplikasyon sınırları içinde kalmaktadır. 21.7.1952 tarihinde maki tefrik tutanağı düzenlenmiş ve 14.8.1952 tarihli 1/10000 ve 1/25000 ölçekli haritadan onay ve toprak tevzi komisyonuna bildirilmek üzere İstanbul Orman Baş Müdürlüğüne gönderilmişse de, Başmüdürlük konuyu Muzaffer Y… başkanlığındaki heyete inceletip 27.1.1953 tarihli raporu almış ve raporda belirtilen 4 maddelik gerekçe ile maki tefrikini onaylamamış ve toprak tevzi komisyonuna da bildirmemiştir. Orman Genel Müdürlüğü 29.3.1953 ve 21.5.1954 tarihli emirlerle konuyu kesin karara bağlamak üzere Avni D… başkanlığındaki heyete inceletip 4.7.1954 tarihli rapor almış ve “… evvelce maki olarak belli edilen sahada değişiklik yapılmasının uygun görüldüğü hakkında Devlet Bakanlığına bilgi verildiği ve Ziraat Bakanlığının da tasvibine iktiran eylediği bildirilmekle” raporun altına 22.3.1955 tarihinde şerh verildiği, makiye ayırma işleminin sonuçlanmadığı, keza yeniden 2 numaralı tahdit komisyonuna incelettirildiği, adı geçen komisyonun verdiği 2.5.1963 tarihli raporla “yerin eğim, erozyon ve diri örtü durumu itibariyle evvelden beri bugünkü haliyle orman mefhumu içinde mütalaa olunması, makiye tefriki muamelesinin iptaliyle orman rejimine tabi tutulmasının” bildirilmesi üzerine 20.5.1963 tarihli Başmüdürlük oluruyla “Ballıca Köyü mülki hudutları içinde bulunan arazinin makiye ayırma işleminin İPTALİ ile ORMAN REJİMİNE alınması uygundur oluru verilmiştir.
11-Ballıca Köyü Devlet Ormanında makiye ayırma işlemi hiçbir zaman sonuçlandırılmamıştır. Bir an için sonuçlandırıldığı kabul edilse bile 20.5.1963 tarihli olurlu iptal edilmiş ve orman rejimi içine alınmıştır.
29.3.1972 gün 14143 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan 1968/4-1966/40-1971/36 sayılı Danıştay İçtihadı Birleştirme Kararında açıklanan ve kabul edilen “…Türk ve Yabancı İdare hukuku yazarları sakat ve kanuna aykırı idari işlemlerin idare tarafından geri alınabileceği konusunda tam bir görüş birliği içindedirler. … Bu durumda, idare iğfal edilmiş olduğundan kişiler için sağlanan hukuki vaziyetler hiçbir zaman müktesep hak teşkil etmez ve bu kabil işlemler her zaman makable şamil olarak idare tarafından geri alınabilir. … İdarenin bu tarzdaki hareketi hiçbir şekilde idari istikrarı da zedeleyecek nitelikte değildir…”” ilkesi karşısında idare makiye ayırma işlemini hukuken geçerli olan işlemle iptal etmiştir.
Makiye ayrılan yerin MUHAFAZA MAKİSİ olmaması, makiye ayırma işleminin geçerli olması halinde, makiye ayrılan yerde sonradan aplikasyon ve 6831 sayılı Yasanın 2.madde uygulaması yapılamazsa da 22/3/1996 gün 1993/5-1 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme kararı ile “”…Makilik alan olarak belirlenen taşınmazlar hakkında özel yasalar gereğince oluşturulan tapulara değer verileceği” hüküm altına alınmıştır. İptali istenen davalıların tapusu bu yolla oluşturulmamıştır. Bu nedenle İçtihadı Birleştirme Kararı kapsamı dışındadır. 1964 yılında yapılan tesbit tarihi gözönünde bulundurulduğunda Hazine Tarafından “Devletin Hüküm ve Tasarrufu altındaki yerdir.” İddiasıyla açılacak tapu iptali davası sonucu (3402 sayılı yasanın 12/3.maddesindeki 10 yıllık hak düşürücü süre bu tür yerler hakkında açılacak davalarda uygulanmayacağından) her zaman davalı tapusunun iptal edilmesi de mümkündür.
O halde, çekişmeli taşınmazın 15.990 m2’lik bölümü kesinleşmiş orman tahdidi sınırları içindedir ve bu yer makiye de ayrılmamıştır. Orman Yönetiminin davasının 15.990 m2’lik bölüm üzerinden kabulüne karar vermek gerekirken, makiye ayrılan yer olduğu ve Yönetimin aktif dava ehliyeti bulunmadığı gerekçesiyle redde karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır.) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği düşünüldü:
Özel Daire ile mahkeme arasındaki uyuşmazlık, Orman Yönetimin aktif dava ehliyetinin bulunup bulunmadığı makiye ayırma işleminin kesinleşip kesinleşmediği, aslında makilik olmayan bir alan her nasılsa makiye ayrılmışsa 64 işlemin sonradan başka bir işlemle iptal edilip edilemeyeceği, makilik sahalarda özel yasalar uyarınca oluşturulmamış tapulara değer verilip verilemeyeceği noktasındadır.
Gerek 3116 sayılı Orman Yasasının 13. maddesinde, gerekse 6831 sayılı Orman Yasasının 11/4 maddesinde “kadastrosu yapılıp kesinleşen devlete ait ormanlar, tapu idarelerince hiçbir harç, vergi ve resim alınmaksızın hazine adına tapuya tescil olur” yine 2.9.1986 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan ve halen yürürlükte bulunan “Orman Kadastrosu ve 2/B Maddesinin Uygulanması Hakkındaki Yönetmelik’in 29. maddesinde ise “Orman İşletme Müdürlüğü kesinleşen orman sınırları içerisinde kalan parsellere ait HUKUKEN GEÇERSİZ HALE GELMİŞ TAPULARIN kısmen veya tamamen iptali için gerekli işlemleri yapar” hükümleri yanında 3234 sayılı Orman Genel Müdürlüğü Teşkilat ve Görevleri Hakkındaki Kanunun 1-2 ve 34. maddeleri uyarınca (ormanların elatmalara karşı korunması, bakımı, geliştirilmesi onarımı ve gözetimi ile bu yolda her türlü dava açıp gerekli durumlarda haklarının savunulması) için Orman Genel Müdürlüğü’nün hukuk müşavirleri ve avukatları yetkili ve görevli kılındığı gibi, taşra teşkilatında görevli Bölge Müdürlükleri, İşletme Müdürlükleri ve Orman Bölge Şefleri aynı şekilde yetkili ve görevli kılınmıştır.
Ayrıca, 6831 Sayılı Orman Yasasının 11. maddesi ile 3402 sayılı Yasasının 9. ve 11. maddelerinde genel ilke olarak her kişi ve kuruma olduğu gibi Orman Genel Müdürlüğü’ne de itiraz ve dava hakkı, taraf olma hakkı tanınmıştır.
Bu nedenlerle, ormanlarla ilgili her konuda her zaman Orman Yönetiminin dava hakkı (aktif dava ehliyeti), taraf olma hakkı ve görevi tartışmasız olarak mevcuttur ve kabul edilmelidir, Yargıtay’ın uygulamaları da bu yoldadır. İdare ajanları tarafından yapılan işlemlerin niteliğine göre üst organlarca incelendikten sonra işlemde eksiklik görülürse bu eksiklikleri işlemi yapan kişilere ya da görevlendireceği başka kişilere tamamlattırılacağı ve ondan sonra yetkili makam ya da makamların onayı ile sonuç doğuracağı idare hukukunun temel kurallarındandır. 3116 sayılı Yasayı değiştiren 5653 sayılı Yasanın 1/e maddesi hükümleri uyarınca görev yapacak maki komisyonlarının nasıl kurulacağı ve ne tür makiliklerle orman sahalarının birleştiği yerlerde orman sınırlarını tespit edeceği 17.08.1950 tarihli makilik ve orman sahalarının tespitine ait yönetmelik de gösterilmiş ve bu yönetmeliğin 14. maddesinde “bu yönetmeliğin meskut kaldığı hususlarda orman tahdit ve tescil yönetmeliği hükümlerine göre hareket olunur” hükmü getirilmiştir. Komisyonların bağlı olduğu birimlerce, komisyonların yürürlükteki yasa ve yönetmelik hükümlerine uygun görev yapıp yapmadığının denetlenmesi, varsa eksikliklerin tamamlatılması veya işlemi tamamen iptal etmesi ya da uygun görmesi yasa ve yönetmelikler ile idare hukukunun genel prensipleri gereğidir. Aksini düşünmek keyfiliği gündeme getirir, ki; bu durum, “hukuk devleti” kavramı ile çelişir.
Somut olayda, taşınmazın bulunduğu bölgede 3116 sayılı Yasanın 5653 sayılı Yasa ile değişik 1/e maddesi uyarınca makiye ayırma hazırlık çalışmalarını yapan komisyon 1952 yılında düzenlediği maki evrakını komisyon başkanının 15.8.1952 gün 5 sayılı yazısı ekinde İstanbul İşletme Müdürlüğüne ve İşletme Müdürlüğünün Başmüdürlüğe gönderilmesi üzerine bu komisyon tarafından düzenlenen 27.1.1953 tarihli raporda:
“a) Elmalı bendinin kaynaklarını koruyan Alemdağ, Çavuşbaşı, Hekimbaşı ormanlarının yükünü artırmaması,
- b) Askeri birliklerin ve hava alanının civarında bulunması sebebiyle alakalı askeri birliklerin mütalaasının alınması, ve İstanbul civarında müstakil ağaçlanması için iyi bir zemin oluşturulması,
- d) Halen bu mıntıka köylerinin ziraat sistemine uygun bulunmamak gibi sebepler dolayısıyla maki tespit ve raporu Başmüdürlükçe tasdik edilmeyerek toprak ve tevzi komisyonlarına gerekli bilgi verilmediği” belirtilmiş ve bu rapor Başmüdürlük tarafından Orman Genel Müdürlüğüne intikal ettirilince Genel Müdürlük 25.05.1953 gün 445 sayılı emir ile “yeniden tetkikat yapılarak kesin bir karara varmak üzere rapor ve kroki tanzimini” istemiştir. Sözü edilen emir üzerine kurulan komisyon. Üsküdar İlçesi, Alemdağ ve Kartal İlçesi, Samandıra nahiyelerine bağlı köylerde yapılan maki çalışmaları sonucu belirlenen 9545.3751 hektar (95.353.751 m2) sahayı toprak, orman ve bitki örtüsü, su ve erozyon durumunu göz önünde bulundurarak incelemiş ve “makilik saha olmadığını” bildiren 4.7.1954 günlü raporu düzenleyerek Orman Genel Müdürlüğüne göndermiştir. Genel Müdürlüğün 20.8.1954 günlü yazısı ile ” ….. Anadolu yakasının sularını temin, baraj havzasının düzeni ve gölün kirlenmemesi bakımından belirlenen sahanın MAKİLİK OLARAK TEFRİKİNE İMKAN GÖRÜLMEDİĞİNDEN 5653 sayılı Yasanın 1. maddesinin son fıkrasına göre işleme tabi tutulamayacağı ve MUHAFAZAYA AYRILMASI gerektiği Devlet Bakanlığına yazıldığı” bildirilmiş daha sonraki yazışmalarda da dava konusu parselin de içinde bulunduğu Samandıra ve Kısıklı nahiyeleri sınırları içindeki makiliklerin MUHAFAZA MAKİLİĞİ olması nedeniyle raporun tasdik edilemeyeceği ve toprak tevzi komisyonuna da bilgi verilemeyeceği, bu konuda daha önce düzenlenen maki raporlarının altına şerh verilerek işlem yapılması istenmiş, böylece 1952 tarihli maki raporu işleme konmamış, Makilik Sahaları Tetkik Komisyonunun 2.5.1963 günlü raporunda “… sahanın maki mevhumu dışında kalması…. evvelden beri bu günkü haliyle devam edegelen tabi ve daimi diri örtü itibariyle orman mefhumu içinde mütalaa olunması icabeder, sahalara ait makiliğe tefrik muamelesinin iptaliyle orman hududu içine alınması ve orman rejimine tabi tutulmasının” bildirilmesi nedeniyle 20.5.1963 tarihinde Başmüdürlükçe “… arazinin makiliğe ayrılma işleminin iptali ile orman rejimine alınması uygundur” oluru verilmiş, makiye ayırma işlemi hiç bir zaman sonuçlanmamış, bir an için aksi düşünülse bile sonradan geçerli bir işlemle iptal edilmiştir.
Böylece dava konusu taşınmaz ve etrafı kesinleşen orman kadastro sınırları içinde kalma olgusunu sürdürmekte iken yörede 1744 sayılı yasa ve o tarihte yürürlükte bulunan 31.5.1970 tarihli “Orman Tahdit ve Tescil Yönetmeliği hükümlerine göre yapılan aplikasyon ve 2.madde uygulaması işlemi sırasında önceki sınırlara aynen uyulup, dava konusu taşınmaz yine orman sınırı içinde gösterilerek işlem kesinleşmiştir. 21.7.1977 tarihli 3 numaralı aplikasyon tutanağında çekişmeli taşınmazı da ilgilendiren ormanın batı sınırını oluşturan 184 ila 201 orman sınır noktalarının Fındıklı Dereyi takip ettiği ve derenin Ömerli Barajından dolayı halen su altında bulunduğuna işaret edilmiştir. Yörede 1981 yılında 6831 sayılı Yasanın 2896 sayılı Yasa ile değişik hükümleri ve yine aynı yönetmelik hükümleri uyarınca yapılan aplikasyon ve 2/B madde uygulaması sırasında da dava konusu taşınmazın durumunda her hangi bir değişiklik yapılmayarak orman sınırı içinde gösterilip sonuçları 18.6.1981 tarihinde ilan edilmiş ve itirazsız kesinleşmiştir. Bu olgulara göre, taşınmazın orman olduğu tartışmasızdır.
Şu hale göre, dava konusu parselin uzman bilirkişi haritasında gösterilen bölümünün kesinleşen orman kadastrosu sınırları içinde bulunduğu sırada, 1964 yılında yapılan arazi kadastrosunda davalı miras bırakanı adına oluşturulan tapu kaydının yasal değeri bulunmaması nedeniyle Orman Yönetiminin tapunun iptali yönünde dava açmada hukuki yararı ve aktif dava ehliyeti vardır. Açıklanan nedenlerle, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uymak gerekirken önceki hükümde direnilmesi doğru değildir.
O halde, usul ve yasaya uygun bulunmayan direnme kararı bozulmalıdır.
Sonuç: Davacı Yönetimin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerle HUMK: nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, 3.7.2002 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/13 K: 2003/25 T: 22.01.2003
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/1-19 K: 2002/97 T. 27.2.2002
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/20-1168 K: 2002/2 T: 23.1.2002
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1996/20-417 K: 1996/550 T:10.7.1996
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1996/7-704 K: 1997/6 T: 29.1.1997
Ölünceye kadar bakma akdine dayanan istem kadastro mahkemelerinin bakamayacağı davaları düzenleyen ve kadastro kanununun 25. maddesinde sayılan dava türlerinden özellikle yenilik doğurucu hüküm almayı gerektiren dava ile ilgili bulunmadığından, davaya bakmaya kadastro mahkemesi görevlidir.
Taraflar arasındaki “kadastro tesbitine itiraz” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; B. Kadastro Mahkemesi’nce davanın reddine dair verilen 13.2.1995 gün ve 1990/182 esas,1995/24 karar sayılı kararın incelenmesi davacılar vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay Yedinci Hukuk Dairesi’nin 19.12.1995 gün ve 1995/6560-14616 sayılı ilamı ile; (…Kadastro sırasında 317 parsel sayılı 17500 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz; vergi kaydına, miras hakkına, pay bağışlamaya, ifraz ve satın almaya dayanılarak davalı Ramazan adına, 306 parsel sayılı 33900 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz; vergi kaydına, miras hakkına, pay bağışlamaya, paylaşmaya ve bağışlamaya dayanılarak davalı Recep adına, 433 parsel sayılı 3780 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz; miras hakkına, bağışlamaya ve satın almaya dayanılarak davalı Hasan adına tesbit edilmiştir. İtirazları komisyonca reddedilen davacılar Orhan ve paydaşları, taşınmazların Süleyman’dan kaldığını, mülkiyetinin iştirak halinde bulunduğunu ileri sürerek, payları oranında tescili için dava açmışlardır. Mahkemece, davanın reddine, taşınmazların tesbit gibi davalılar adına tesciline karar verilmiş; hüküm, davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.
1- Hüküm, temyiz edenlere 18.5.1995 tarihinde tebliğ edilmiştir. Temyiz dilekçesi 15. gün olan 2.6.1995 tarihinde verilmiştir. Temyiz isteği süresindedir. Bu nedenle temyiz isteğinin reddine dair olan 7.8.1995 tarihli kararın bozularak ortadan kaldırılmasına karar verildi. Tetkik hakiminin raporu incelendi.
2- Dava konusu taşınmazların davacıların kök miras bırakanı Süleyman’a ait olduğu ve ölümü ile eşi Fatma ile Ali’ye kaldığı, Fatma’nın ölümü ile de payının Ali’ye geçtiği, böylece taşınmazların tamamının Ali’ye kaldığı dosya içeriğinden anlaşılmıştır. Ali, taşınmazları ölünceye kadar bakma sözleşmesi ile çocukları Mustafa ve İlyas’a vermiştir. Mustafa ve İlyas üçüncü kişilere, davalı olan tarafa satmışlardır. Davacı taraf ölünceye kadar bakma vaadi sözleşmesinin geçersiz olduğunu ileri sürmektedir. Ölünceye kadar bakma vaadi ile ilgili davalar yenilik doğurucu davalardandır. Bu tür davalara bakmak kadastro mahkemesinin görevi dışında ve genel mahkemelerin görevi içindedir. Mahkemece, görevsizlik kararı verilerek dosyanın görevli Asliye Hukuk Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekirken, işin esası hakkında hüküm kurulması isabetsiz ve temyiz itirazları bu nedenle yerinde olduğu gibi, dava dilekçesi veren Mustafa ve İlyas’ın tesbite itirazları bulunmadığı, tesbitin ve komisyon kararının tarafı olmadıkları gözönünde tutularak bu kişilerin davaları yönünden de görevsizlik kararı verilmesi gerekirken, bu konuda hiçbir karar verilmemiş olması dahi isabetsizdir…) gerekçesiyle bozularak, dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Temyiz eden: Davacılar vekili.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Özel Daire ile yerel mahkeme arasındaki uyuşmazlık, ölünceye kadar bakma akdinden kaynaklanan bir uyuşmazlığa Kadastro Mahkemesinin bakmasının mümkün olup olmadığı noktasında toplanmaktadır. Kadastro Kanununun 25. maddesinde, Kadastro Mahkemelerinin bakamayacağı davalar sıralanırken “Mahkemeden yenilik doğurucu hüküm almayı gerektiren dava ile ilgili isteklerin” incelenmesi Kadastro Mahkemesinin görevi dışında olduğu kabul edilmiştir. Gerçekte de, Kadastro Mahkemesinin görevi madde 25’de görüldüğü gibi konu bakımından sınırlı olduğu gibi zaman bakımından da sınırlıdır.
Hal böyle olunca öncelikle, ölünceye kadar bakma akdinden kaynaklanan bir davanın yenilik doğurucu hüküm olmayı gerektiren bir dava olup olmadığını açıklığa kavuşturmak, bunun için de ölünceye kadar bakma sözleşmesi ile yenilik doğurucu (inşai) hakların hukuki tanımı ve kapsamı üzerinde durmak gerekir. Kural olarak tek taraflı bir irade beyanı ile yeni bir hukuki durumun yaratılmasını mevcut hukuki durumun değiştirilmesini veya kaldırılmasını sağlayan haklara yenilik doğurucu (inşai) haklar denir.
İnşai hak sahibinin, bu hakkını tek taraflı olarak kullanmasıyla hukuki sonuç meydana gelir. Bunun için karşı tarafın kabulüne veya bir mahkeme hükmüne gerek yoktur. Böyle bir hakka dayanılarak mahkemeden hukuki korunma ve yardım istenmesi durumunda, yenilik doğuran (inşai) dava söz konusu olur. Yenilik doğurucu dava, yenilik doğurucu bir hakka dayanılarak açılır. Ancak, yenilik doğuran hakka dayanılarak açılan her dava ise yenilik doğurucu dava değildir (Bkz. Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü Kitabı,1995, Sh. 319).
Ölünceye kadar bakma sözleşmesi; iki yana borç yükleyen, karşılıklı edimleri havi, talih ve tesadüfe bağlı bağımsız bir sözleşmedir (bkz. m. 511, 81). Bu sözleşme ile bakım alacaklısı, sözleşme konusu malın mülkiyetini bakım borçlusuna geçirme karşılığı, bakım borçlusu da bakım alacaklısına bakıp gözetmek yükümlülüğü altına girer. Yine sözleşmedeki edimlerin ifasından sonra taraflardan birinin tek taraflı iradesi ile sözleşmenin bozulması mümkün değildir. Edimini, sözleşmeye uygun yerine getiren tarafın karşı taraftan edimini ifa etmesini istemesi sözleşmeden kaynaklanan bir hakkın kullanılması anlamındadır. O nedenle, bu hakkın ifasını sağlamak amacıyla açılan ve ölünceye kadar bakma aktinden kaynaklanan davalar, niteliği itibariyle davalının bir iş yapmaya, bir şey vermeye veya bir işi yapmamaya mahkum edilmesi istemini içeren eda davası olduğu açıktır.
Hemen belirtelim ki, kural olarak yenilik doğurucu davalar eda davaları ile birleşemezler. Ayrıca, yenilik doğurucu davaların geniş bir yorum yoluyla kapsamının genişletilmesine de özen gösterilmesi gerekir (Bkz. 25.10.1971 gün,1/2 s. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı). Şu durum karşısında somut olayda; ölünceye kadar bakma aktine dayanan istem Kadastro Mahkemelerinin bakamayacağı davaları düzenleyen ve Kadastro Kanununun 25. maddesinde sayılan dava türlerinden özellikle yenilik doğurucu hüküm almayı gerektiren dava ile ilgili bulunmadığından, davaya bakmaya Kadastro Mahkemesi görevlidir. Açıklanan nedenler altında usule ve yasaya uygun görülen direnme kararı ,onanmalı ve işin esasının incelenmesi yönünden dava dosyası Özel Dairesine gönderilmelidir.
SONUÇ: Direnme kararı uygun olduğundan, işin esasa ilişkin temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın Yargıtay Yedinci Hukuk Dairesi’ne gönderilmesine, 29.1.1997 tarihinde oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY YAZISI
Taraflar arasında görülmekte olan davada davacı taraf, taşınmazın miras bırakanı Ali’ye ait olduğunu, Ali’nin ölünceye kadar bakma sözleşmesi ile çocukları Mustafa ve İlyas’a verdiğini, bu kişilerin de üçüncü kişi davalı tarafa satıp teslim ettiğini; ancak, miras bırakanı Ali ile çocukları arasındaki ölünceye kadar bakma sözleşmesinin resmi şekilde yapılmadığını, bu nedenle geçersiz olduğunu iddia ederek dava açmışlardır. İddianın sürülüş biçimine ve davalı tarafın dayandığı delillere göre, taraflar arasındaki uyuşmazlık, davacıların miras bırakanı Ali ile oğulları Mustafa ve İlyas arasında yapılan ölünceye kadar bakma sözleşmesinin geçerli olup olmadığı sonucunda toplanmaktadır. Ölünceye kadar bakma sözleşmesi niteliği itibariyle mahkemeden yenilik doğurucu (ihdas edici) karar almayı gerektiren sözleşmelerdendir. 3402 sayılı Kadastro Kanununun 25/son fıkrası hükmünce, yenilik doğurucu hüküm almayı gerektiren davalara Kadastro Mahkemesinde bakılamaz. Nitekim, Yargıtay
HUKUK GENEL KURULU’nun 5.6.1974 günlü, 7/847 esas, 974/640 sayılı kararı ile Yargıtay Yedinci Hukuk Dairesi’nin 18.2.1969 gün, 969/843 esas, 969/219 karar sayılı;15.9.1972 günlü, 972/6622, 972/5756 karar sayılı içtihatları da aynı doğrultudadır. Taraflar arasında görülen davada, davacı tarafın miras bırakanları Ali ile çocukları Mustafa ve İlyas arasında yapılan ölünceye kadar bakma sözleşmesinin resmi şekilde yapılıp yapılmaması, sonuca etkili değildir. İddianın sürülüş biçimine göre mahkemeden, yenilik doğurucu hüküm verilmesi istenmektedir. Bu durumda davaya bakma görevi, kadastro mahkemesine ait olmayıp Asliye Hukuk Mahkemesine aittir. Dairenin kurulduğundan beri uygulaması aynı doğrultudadır. Hukukta istikrar da gereklidir. Açıklanan nedenlerle direnme kararının bozulması düşüncesinde olduğumdan çoğunluk görüşüne katılamıyorum.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/14-43 K: 2002/95 T. 13.2.2002
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/16-764 K: 2002/769 T: 2.10.2002
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/14-829 K: 2002/1003 T: 20.11.2002
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1983/578 K: 1985/349 T: 24.4.1985
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/20-121 K: 2004/112 T: 25.2.2004
Kısmı temyiz halinde, yani hükmün bir kısmının temyiz edilip diğer kısmına temyiz edilmediği hallerde temyiz edilmeyen kısım temyiz süresi geçtikten sonra kesinleşir ve bunun doğal sonucu olarak özel daire tarafından hükmün temyiz edilmeyen kısmı temyiz incelemesine tabi tutulamaz.
Taraflar arasındaki “kadastro tespitine itiraz” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İvrindi Kadastro Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 18.7.2002 gün ve 20-24 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 20.Hukuk Dairesinin 7.4.2003 gün ve 2078-2573 sayılı ilamı ile; (… Kadastro sırasında Gözlüçayır Köyü 222 ada 19 parsel sayılı 0237.59 m2 yüzölçümündeki taşınmaz, bahçe niteliğiyle kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği nedeniyle davalı adına tesbit edilmiştir. Davacı orman yönetimi, taşınmazın bir kısmının orman sınırları içerisinde olduğu iddiasıyla dava açmıştır. Mahkemece, davanın kısmen kabulüne, kısmen reddine ve dava konusu parselin 141.64 m2’lik kısmının orman niteliğiyle Hazine adına, 95.95 m2’lik kısmının ise Mustafa Ateş adına tapuya tesciline karar verilmiş, hüküm davacı Orman Yönetimi tarafından temyiz edilmiştir. Dava kadastro tespitine itiraz niteliğindedir.
Çekişmeli taşınmazın bulunduğu yerde orman kadastrosu 3402 sayılı Yasanın 4.maddesi hükmüne göre yapılmış, çekişmeli parsel orman alanı dışında bırakılmıştır.
Dava konusu taşınmazın yapılan inceleme sırasında memleket haritasındaki yeri orijinal harita üzerinde gösterilmeyip, elle boyanmış haritada işaretlenmiştir. Elle boyalı harita ile orijinal memleket haritası karşılaştırıldığında taşınmazın konumu belirlenememiş, çelişki oluşmuştur. Bu durumda yeniden evvelce görev almış bilirkişi dışında yeniden seçilecek üç uzman orman mühendisi ve bir fen elemanı ile yeniden keşif yapılarak, orijinal renkli, onaylı harita üzerindeki yeri saptanıp, amenajman planı ve hava fotoğrafı uygulanıp bitki örtüsü ve çevresi incelenip, ortak imzalı duraksama yaratmayan rapor ve kroki düzenlettirilip, sonucuna göre hüküm kurulmalıdır…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava kadastro tespitinin iptali istemine ilişkindir. Davacı vekili, Balıkesir İli İvrindi ilçesi Gözlüçayır Köyü 222 Ada 19 nolu parselin bir kısmının orman tahdit tutanaklarına göre orman sınırları içerisinde kaldığı halde arazi kadastrosu sırasında orman kadastro komisyonunca yapılan kadastronun aynen uygulanması gerekirken uygulanmayıp davalı adına ziraat arazisi olarak tespit edildiğini ileri sürerek dava konusu taşınmazın orman olan kısmının iptali ile orman vasfıyla Hazine adına tespit ve tescilini talep etmiştir.
Davalı, ormana herhangi bir tecavüzü olmadığını savunarak davanın reddini istemiştir. Mahkemenin davanın kabulüne dair kararı, davacı vekilinin temyizi üzerine Özel Dairece yukarıda açıklanan nedenlerle bozulmuştur.
Yerel mahkeme ile Özel Daire arasındaki uyuşmazlık, vekalet ücreti nedeniyle yapılan temyiz istemi üzerine, temyiz edilmeyen diğer hususların incelenip incelenemeyeceği noktasındadır. Kısmi temyiz halinde, yani hükmün bir kısmının temyiz edilip diğer kısmına temyiz edilmediği hallerde temyiz edilmeyen kısım temyiz süresi geçtikten sonra kesinleşir ve bunun doğal sonucu olarak Özel Daire tarafından hükmün temyiz edilmeyen kısmı temyiz incelemesine tabi tutulamaz. HUMK: 439/II. maddesine göre Yargıtay, tarafların bildirdiği temyiz sebepleri ile bağlı değil ise de temyiz talebinin kapsamı ile bağlıdır. Temyiz edilmeyen kısım hakkında bozma kararı veremez.
Somut olayda, davacı vekili hükmün sadece vekalet ücretine ilişkin kısmını temyiz ettiğine göre Özel Dairece vekalet ücreti dışındaki kısımların incelenmesi ve bozma nedeni yapılması isabetsizdir.
Kaldı ki; davacı vekili temyiz dilekçesinde vekalet ücretinin avukatlık asgari ücret tarifesine göre 45.000.000 TL. den az olamayacağını ileri sürmüş ise de, kadastro mahkemelerinde vekalet ücreti 3402 sayılı Kadastro Kanununun 31/3.maddesine göre hesaplanır ve burada avukatlık asgari ücret tarifesine atıf sadece üst sınır açısından yapılmıştır. Hakim davanın önemini, vekilin sarfettiği emeği, tarafların davada iyiniyetle hareket edip etmediğini, hak ve eşitlik kurallarını gözönünde tutarak vekalet ücretini maktuen taktir ve tayin eder. Hakimin taktir hakkını kısıtlayacak bir alt sınır bulunmamaktadır. Dava konusu taşınmazın keşifte belirlenen değeri 141.640.000 TL. olduğuna göre yerel mahkemenin 10.000.000 TL. vekalet ücreti takdirinde bir isabetsizlik yoktur.
O halde usul ve yasaya uygun bulunan direnme kararı Onanmalıdır.
SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile, direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, 25.2.2004 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/7-651 K: 2005/21 T. 2.2.2005
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/5-227 K: 2006/265 T.3.5.2006
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/1-75 K: 2007/90 T.28.2.2007
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/20-1063 K: 2000/6 T: 26.1.2000
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/7-438 K: 2003/463 T: 2.7.2003
Davacının bu yerin mera olmadığı tapu ve zilyetliğe dayalı olarak mülkiyet hakkına sahip olduğu iddiası üzerinde hiç durulmadan, yukarıda kendisini bağlamayacağı ve ikrar olarak kabul edilemeyeceği açıklanan bir beyanı gerekçe yapılarak, hiçbir araştırma ve inceleme yoluna gidilmeden ve davacıya hakkını yargı yeri önünde savunma imkanı verilmeden davanın görülebilme imkanının olmadığı gerekçesiyle reddedilmesi adil yargılama hakkına aykırı olup, isabetsizdir.
Taraflar arasındaki davadan dolayı, bozma üzerine direnme yoluyla; Bismil Hukuk Mahkemesinden verilen 18.12.2002 gün ve 585-649 sayılı kararın bozulmasını kapsayan ve Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’ndan çıkan 26.3.2003 gün, 2003/7-241 Esas, 206 karar sayılı ilamın, karar düzeltilmesi yoluyla incelenmesi davalı vekili tarafından verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla; Hukuk Genel Kurulu’nca dilekçe, düzeltilmesi istenen ilam ve dosyadaki ilgili bütün kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, tapuya ve zilyetliğe dayalı olarak açılan kadastro tespitinin iptali ve tescili isteminden ibarettir.
Davacı, dava konusu taşınmazın Ocak 1951 tarih ve 1 nolu tapu kaydı ile babası adına kayıtlı olduğunu, aynı zamanda taşınmazın önce babasının sonra da kendisinin zilyet ve tasarrufu altında bulunduğunu, buna karşın kadastro tespiti sırasında taşınmazın mera olarak tespit edildiğini belirterek, taşınmazın kadastro tespitinin iptali ile adına tesciline karar verilmesini istemiştir.
Davalı, Hazine temsilcisi ve Belediye Başkanlığı vekilleri davanın reddini savunmuşlardır. Mahkeme kadastro çalışmaları sırasında mahalli bilirkişi olarak imzaları bulunan kimseler ve mirasçılarının, tespit yapılan yerlerin kendilerine ait olduğunu iddia edemeyecekleri ve tespit tutanağından bu yerin mera olduğuna ilişkin beyanlarının kendilerini bağlayacağı gerekçesiyle, davanın reddine ilişkin olarak kurduğu hüküm, yukarıdaki gerekçe ile bozulmuştur.
Mahkeme önceki hükümde direnmiş, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu ise, Özel Daire görüşünü aynen benimseyerek, direnme kararını bozmuştur. Davalı Hazine vekili karar düzeltme isteminde bulunmuştur.
Uyuşmazlık; kadastro tespiti sırasında yerel bilirkişi olarak görev yapan kişilerin, kadastro tespiti sırasında ki, tutanağa geçen beyanlarının, kendilerini bağlayıp bağlamayacağı noktasındadır.
Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında bir kısım üyelerce davacının kadastro tespiti sırasında kadastro tutanağına geçen beyanının ikrar niteliğinde olduğu ve bu ikrarın kendisini bağlayacağı ileri sürülmüştür.
İkrar, bir tarafın, diğer tarafça ileri sürülen bir olayın doğru olduğunu bildirmesidir. Yine ikrar, yargılama usulü bakımından, açıklayan tarafından hasmın karara bağlanmasını istediği hakkın veya hukuki durumun meydana gelmesine esas olan ve hasımca ileri sürülen maddi olayların tümünün veya bir bölümünün doğru olduğunun bildirilmiş olması demektir. İkrar maddi olaylara ilişkindir. (Hukuk Genel Kurulu’nun 9.11.1955 gün 1955/4-79-78).
İkrar, bunu yapanın tek taraflı açık bir irade beyanı ile olur. Kural olarak sükut (susmak) ikrar sayılmaz.
İkrar mahkeme dışında yada mahkeme önünde yapılır. Mahkeme dışı ikrar bir kesin delil değildir. (Örn. Bir tarafın karşı tarafa yazdığı mektupta veya başka kişiler (tanıklar) önünde karşı tarafın iddia ettiği bir olayın doğru olduğunu beyan etmesi) Hakim, mahkeme dışı ikrarı doğrulayacak delil ve belirti (emare) varsa, buna dayanarak hüküm verebilir. (HUMK: m.236/4). Kaldı ki, mahkeme dışı ikrarın başka delil ve belirtilerle doğrulanması üzerine, kanaatını kuvvetlendirmek için lehine ikrarda bulunulan tarafa kendiliğinden (re’sen) yemin (HUMK: m.356) teklif edebilir. Buna göre mahkeme dışı ikrar bir takdiri delildir ve bununla ancak takdiri delillerle (Örn.tanıkla) ispat edilebilen hususlar ispat edilebilir.
Buna karşın, yargılama sırasında mahkemede yapılan ikrara mahkeme içi ikrar denilir. Mahkeme içi ikrar, bunu yapan tarafın mahkemeye karşı tek taraflı açık bir irade beyanı ile olur. İkrarın karşı tarafça kabulü gerekli değildir. Bu nedenle karşı tarafın yokluğunda da yapılabilir.
Mahkeme için ikrar sözlü yada yazılı olarak yapılabilir. Sözlü olarak yapılması durumunda tarafın ikrarı tutanağa yazılır. Tutanağın ikrara ilişkin bölümü ikrar eden tarafın önünde okunarak imza ettirilir. (HUMK: m.151). Bu husus ikrar için bir geçerlilik şartıdır. (Hukuk Genel Kurulu 24.5.1967 gün 1967/9/1378-274).
Öte yandan, bir tarafın mahkemeye verdiği dilekçesindeki ikrarının geçerli olabilmesi için, ikrar beyanının ayrıca tutanağı geçirilmesine ve kendisine okunarak imza ettirilmesine gerek yoktur. Çünkü dava evrakındaki ikrar da geçerlidir. (Prof.Dr.Baki Kuru Hukuk Muhakemeleri Usulü 6.Baskı 2001 Cilt II s.2037 vd).
Kadastro tespiti sırasında yerel bilirkişi olarak görev yapacak kişiler belirlenirken bilgi ve liyakat bakımından yeterli derecede olan kimselerin seçilmediği ve gereken özenin gösterilmediği yaşanan bir gerçektir.
Bu durumda, kadastro tutanağında beyanı ve imzası bulunan yerel bilirkişilerin bu beyanlarının bağlayıcı olmasından söz edebilmek için, tutanağın ilgili bölümünün Hukuk Usulü Muhakemeleri Yasasının 151/son ve 236. maddelerinde açıklanan biçimde beyanlarının kendilerine açıkça okunması ve imzalarının alınması gerekir. Yasanın bu hükmü işlemin geçerli sayılması için bir koşuldur. İkrar gibi bir hakkın varlığı yada sona ermesine neden olabilecek bir beyanın bu şekilde uygulamaya tabi tutulmasında bir zorunluluk bulunduğu açıktır. Eş söylemle, bir kimsenin kendisi aleyhine ve ikrar niteliğindeki beyanı bu kimsenin huzurunda alenen teker teker okunmalı, onun iradesini tam aksettirip aksettirmediği bu suretle belirlenmeli, bundan sonra tutanak imzalattırılmalıdır. (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 17.4.1968 gün 1968/T-118-253, 7.Hukuk Dairesinin 18.6.1968 gün, 1968/800-4662).
Somut olaya baktığımız da; davacı kadastro tespiti sırasında yerel bilirkişi olarak bulunmuş ve tutanakları toplu olarak ve kendisine okunmadan imza ettirildiğini beyan etmiş, gerek kadastro tutanağı içeriğinden gerekse dosya kapsamından, bunun aksi, yani, davacının bu yerin mera olduğuna dair beyanının, kendisine alenen ve teker teker okunup sonuçlarının açıklanması yönünden de bir işlemin yapılmadığı, anlaşılmaktadır.
Hal böyle olunca, ikrarın geçerlilik koşulu olan ikrar beyanının ilgilisine açıkça okunup-okunmadığı ve onun iradesini tam olarak aksettirip aksettiremediği açık olmayan bir beyanın, ikrar olarak değerlendirilip buna kesin sonuç bağlanması uygun görülmemiştir. Somut olayın adil yargılanma hakkı bakımından irdelenmesine gelince;
Çağdaş tüm hukuk sistemlerinde adil yargılanma hakkı; hukukun varlık nedeni, yargılamanın gerçek işlevi ve amacı olan adalete ulaşmanın tek ve güvenilir yolu olarak kabul edilmektedir. Gerçekten hukuk devleti olmanın, hukukun üstünlüğünü sağlamanın, insan hak ve özgürlüklerini koruyup teminat altına almanın temel koşulu adil yargılanma hakkıdır. Adil yargılanma hakkı hukukçularca, hakkaniyete uygun yargılanma, doğru, güvenlikli yargılanma, düzgün yargılanma gibi çeşitli şekillerde isimlendirilmekte ise de tüm bu tarif ve tanımlar aynı amacı, aynı anlamı ifade etmektedirler. Adil yargılanma hakkı tüm hak ve özgürlükler gibi tarihin seyri içerisinde uzun bir evrim geçirmiş, bugün dahi birçok ülkede henüz tam anlamıyla kabul edilebilir ve uygulanabilir bir duruma gelememiştir.
Adil yargılanma hakkı ile ilgili bazı hükümler ilk defa 1215 yılında İngiltere’de kabul edilen Büyük Özgürlük Fermanı’nda (Magna Charta Libertatum) yer almış 1628-1689 tarihli haklar bildirgelerine girmiş, 1776 yıllarında kabul edilen Virjinya İnsan Hakları Bildirgesinde yine adil yargılama hakkının bazı hükümlerine yer verilmiş, 1789 tarihinde ise Fransa İnsan ve Yurttaş Bildirgesinde adil yargılama hükümleri daha anlamlı bir içerik kazanmıştır.
Adil yargılanma hakkı, öteki insan hak ve özgürlükleri gibi totaliter devletler tarafından çiğnenmesi sonucu özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra yapılan çalışmalar ve imzalanan uluslararası sözleşmelerle, bildirilerde yer alan soyut bir kavram olmaktan çıkarılarak somutlaştırılıp hayata geçirilmiş, ayrıca devletlerin iç hukukunun bir sorunu olmaktan çıkarılarak uluslararası bir nitelik ve güvenceye kavuşturulmuştur. Bunların en önemlileri aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 50 devlet tarafından 26 Haziran 1945 tarihinde imzalanan Birleşmiş Milletler Anlaşması, ve anlaşmayla, korunan hak ve özgürlüklere kapsam ve içerik kazandıran 16 Aralık 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’dir. Bu bildirgenin 8, 9, 10 ve 11. maddeleri adil yargılanma hakkına ayrılmıştır. Söz konusu bildiri daha sonraki tarihlerde medeni ve siyasal haklara ilişkin uluslararası sözleşme, ekonomik, sosyal ve kültürel haklara ilişkin sözleşme ve işkence ve diğer zalimce insanlık dışı veya küçültücü davranış ve cezaya karşı sözleşme gibi sözleşmelerle somutlaştırılıp açıklığa kavuşturulmuş, sınırlı olsa da bu haklara güvence ve denetim sağlanmıştır.
Birleşmiş Milletler nezdinde insan hak ve özgürlüklerine ilişkin kabul edilen belgeler birbirini takip ederken ve denetim mekanizmaları oluşturulurken Avrupa’da da 1949 yılında Avrupa Konseyi kurulmuş, aynı yıl Türkiye bu Konseye üye olmuştur. Avrupa Konseyi “İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerinin Korunmasını ve Daha İleri Düzeyde Gerçekleştirilmesini” en önemli amaçlarından biri olarak kabul etmiştir. Avrupa Konseyinin kurulmasından kısa bir süre sonra 04.11.1950 tarihinde aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 15 ülke tarafından Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi imzalanıp 3.9.1953 tarihinde 10 devletin onay vermesiyle yürürlüğe girmiştir. Bilindiği gibi Türkiye’de 18.5.1954 tarihinde bu sözleşmeyi çekince koymadan onaylamıştır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin amacı insan hakları evrensel bildirisinde yer alan temel kişisel ve siyasal hakların Avrupa Konseyi kapsamında tanınması, uygulanması ve uluslararası güvenceye kavuşturulmasıdır. Daha sonraki sözleşme ve protokollerle kısmen değiştirilip genişletilen ve geliştirilen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesi adil yargılanma hakkına ayrılmıştır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi adil yargılanma hakkının gerçekleşmesi için asgari standartları belirlemiş, Türkiye bu sözleşmeye ve eki protokollere katılmakla bu standartları kendi vatandaşlarına sağlama yükümlülüğü altına girmiştir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinin 1. fıkrası kişiye, bir hukuk veya ceza davasının kanunla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından makul bir süre içerisinde adil ve açık olarak görülmesini isteme hakkı tanımıştır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinin 1.fıkrasına göre bu unsurlar “yasal, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme”, “makul bir süre içinde davanın sona erdirilmesi” “aleni surette yargılama” “davanın hakkaniyete uygun dinlenilmesi” olarak sıralanabilir. Bu unsurlar madde metninde açıkça yer almakta olup, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (Divan) içtihatlarıyla ortaya çıkan ve zımnen sözleşmede varlığı kabul edilen unsurlar ise, “mahkeme önünde hak arama özgürlüğü,” “taraflar arasında silah eşitliği”, “yargılamada yüze karşılık (vicahilik)” gibi ilkelerdir. Madde metnine göre adil yargılanmadan söz edebilmek için, yargılamanın bütününü dikkate almak gerekir. Buradan hareketle, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi çeşitli nedenlerle yargı organına başvuru hakkının engellenmesi halinde adil yargılanma hakkının engellendiği, dolayısıyla adil yargılanma hakkının ihlâl edildiği sonucuna varabilmektedir. Bu açıklamaların ışığında adil yargılanma hakkının tanımı şu şekilde yapılabilir; Adil yargılanma hakkı, imkanlar ölçüsünde uyuşmazlığın, taraflar arasında fark gözetmeksizin iddia ve savunmaların eşit ve karşılıklı yapıldığı dürüst bir yargılamadır. (Prof.Dr.Süheyl Donay. İnsan Hakları Açısından Sanığın Hakları ve Türk Hukuku İstanbul 1982.s.39 vd).
Doğru bir yargılanmadan bahsedilebilmek için öncelikle taraflara dava açabilme ve uyuşmazlıklarını yargı yerleri önünde çözme hakkının tanınması gerekir. Mahkeme önünde hak aramanın doğrudan doğruya yasa ile kısıtlanması ya da dava açma hakkını imkansızlaştıracak şartların mevcut olmaması gerekmektedir. (Prof.Dr.Tekin Akıllıoğlu İnsan Hakları-1 Kavram Kaynakları ve Kurma Sistemleri Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İnsan Hakları Merkezi Yayını Ankara 1995 s.314). Mahkeme önünde hak aramanın pahalı ve masraflı olması nedeniyle güçleşmesi gibi konular da, bu konu gibi içtihatla belirlenen aykırılık nedenleridir.
Dava hakkının mevcudiyetinden bahsedebilmek için yargılama makamının iddiayı her yönüyle incelemek ve esası hakkında karar vermek yetkisine sahip olması gerekmektedir. Burada sözü, edilen mahkeme görevli olduğu konuları daha önceden belirlenmiş usul kurallarına uygun olarak ve hukuk kuralarına dayanarak zorla yerine getirebilme gücüne sahip karar verebilen makamdır. (Prof.Dr.Feyyaz Gölcüklü-Prof.Dr.Şeref Gözübüyük AİHS. Başvuru Hakkı Ankara 1992 s.217 vd). Bunun gibi, mahkemenin daha önceden yasal olarak kurulan bağımsız ve tarafsız bir mahkeme olması gerekir. (Yrd. Doç. Dr. M. Refik Korkusuz Uluslararası Belgelerde ve Türk Anayasası’nda Temel Hak ve özgürlükler. İstanbul 1998 s:103 vd).
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi uluslararası insan hakları normlarını güvenceye bağladığı gibi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Türkiye tarafından onaylanıp yürürlüğe konulmuş, uluslararası bir sözleşmedir. Anayasamızın 90. maddesi hükmüne göre bu sözleşme kanun hükmündedir.
Adil yargılanma hakkına ilişkin kurallar anayasamızın 9, 19, 36, 37, 38, 138, 139, 140, 141, 142 ve 159. maddeleriyle öteki bir kısım yasalarda düzenlenmiştir.
Burada yeri gelmişken konu ile doğrudan ilgili olan Anayasanın 36. maddesinden bahsetmekte yarar vardır. Bu maddeye göre; “herkes meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı ve davalı olarak iddia ve savunma (3.10.2001 gün 4709/14 sayılı Yasa ile eklenen ibare) ile adil yargılama hakkına sahiptir.
Burada açıkça görüleceği üzere adil yargılanma hakkının temel unsurları ve bu arada dava ve uyuşmazlıkların yargı mercileri önünde çözümlenmesini isteme hakkı güvence altına alınmıştır. (Yrd. Doç. Dr. M. Refik Korkusuz. Uluslararası Belgelerde ve Türk Anayasası’nda Temel Hak ve Özgürlükler. İstanbul 1998 s.277).
Anayasamızda yer alan bu hükümle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde yer alan yargılanma hakkı bir Anayasa hükmü haline getirilerek iç hukukumuzdaki mevzuatın Avrupa Birliği mevzuatı ile uyumu sağlanmış ve yurttaşların adil yargılanma hakkı tam bir Anayasal güvenceye kavuşturulmuştur.
Bu açıklamalar ışığında somut olayı değerlendirdiğimizde, davacının bu yerin mera olmadığı tapu ve zilyetliğe dayalı olarak mülkiyet hakkına sahip olduğu iddiası üzerinde hiç durulmadan, yukarıda kendisini bağlamayacağı ve ikrar olarak kabul edilemeyeceği açıklanan bir beyanı gerekçe yapılarak, hiçbir araştırma ve inceleme yoluna gidilmeden ve davacıya hakkını yargı yeri önünde savunma imkanı verilmeden davanın görülebilme imkanının olmadığı gerekçesiyle reddedilmesi adil yargılama hakkına aykırı olup, isabetli olmamıştır.
O halde mahkemece işin esasına girilip Özel Dairenin bozma kararı doğrultusunda araştırma yapılması ve sonucuna göre taşınmazın konumu ve niteliğinin belirlenip karar verilmesi gerekir. Bu yönden karar düzeltme istemi de yerinde değildir.
Sonuç: Bu nedenlerle düzeltilmesi istenen Hukuk Genel Kurul ilamında gösterilen gerektirici nedenlere göre, HUMK: nun 440.maddesinde yazılı sebeplerden hiç birisine dayanmayan ve yerinde olmayan karar düzeltme isteğinin REDDİNE, 3506 sayılı Yasa’nın 4.maddesinin b-1 fıkrası hükmüne göre takdiren (86.000.000) lira para cezasının düzeltme isteyenden alınmasına, 2.7.2003 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/7-651 K: 2005/21 T. 2.2.2005
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/7-651 K: 2005/21 T. 2.2.2005
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/14-43 K: 2002/95 T. 13.2.2002
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1996/772 K: 1997/46 T:5.2.1997
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1997/20-808 K: 1997/1039 T:10.12.1997
Ormanın ortasında çok küçük miktarda ve hiç bir mülkiyet belgesi olmayan parselin özel mülk olarak tesciline yasal olanak yoktur.
Taraflar arasındaki “kadastro tespitine itiraz” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İspir Kadastro Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 30.4.1997 gün ve 1994/40 E- 1997/2 K: sayılı kararın incelenmesi davalı Hazine, katılan Orman idaresi tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 20. Hukuk Dairesinin 25.6.1997 gün ve 1997/6191-6878 sayılı ilamı ile; (…Dava konusu taşınmaz 66 sayılı orman parseli içinde yer alan 1603 m2 alanındaki 2 sayılı parseldir.
Yerel Mahkeme, gerçek kişinin tespite karşı itirazını kabul etmiş, parseli kültür arazisi saymıştır.
Oysa, 2 sayılı parsel, 101 hektar alanında ve hükmen orman olduğu saptanıp, tescil edilen 66 sayılı parsel içinde yer almaktadır ve dört tarafı ormanla çevrilidir. Etrafı kesinleşmiş ormanla çevrili olan hiç bir mülkiyet belgesi bulunmayan bu tür taşınmazların konumu 6831 sayılı Yasa’nın 17/1-2. maddesine aykırılık teşkil eder.
Şöyle ki; 6831 sayılı Yasa, maddE: 17/1-2:
Devlet ormanları içinde bu ormanların korunması, istihsal ve imarı ile alakalı olarak yapılacak her nevi bina ve tesisler müstesna olmak üzere; her çeşit bina ve ağıl inşası ve hayvanların barınmasına mahsus yerler yapılması ve tarla açılması, işlenmesi, ekilmesi ve orman içinde yerleşilmesi yasaktır.
Devlet ormanlarının her hangi bir suretle yanmasından veya açıklıklarından faydalanılarak işgal, açma veya her hangi şekilde olursa olsun kesme, sökme, budama veya boğma yollarıyla elde edilecek yerlerle buralarda yapılacak her türlü yapı ve tesisler, şahıslar adına tapuya tescil olunamaz. Buralara doğrudan doğruya orman idaresince el konulur. Yanan yerlerde husule gelen enkaz hiç bir suretle eşhasa satılamaz. Bunlar resmi daire ve müesseseler ihtiyacına tahsis olunur.
Yasa metninden anlaşıldığı gibi, orman içi (boşluklar) açıklıklar, orman bütünlüğünü bozacağı için, tarım ve inşaata kapalı tutulmuş ve izin verilmemiştir.
Bu açıklıkların öncesinin orman olup olmaması önemli değildir. Zira, yasa metninde (orman içi açıklıkların öncesi orman ise ya da ormandan açılmış ise) şeklinde bir açıklama, bir bölüm yoktur.
Esasen, öncesi orman iken açılan kesimler zaten orman sayılmaktadır. Uygulanan memleket haritası, hava fotoğrafı ve amenajman planında öncesi orman olduğu saptanan, fakat sonradan ormandan açılmış bulunan yerlerin orman sayılacağı zaten hem yasa gereği, hem de Dairemizin yerleşik kararları ve Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Kararları ile tartışmasız hale gelmiştir. O halde, öncesi orman iken açılan bölümlerin bu madde içinde düşünülmesine yer yoktur. Dolayısıyla, belgelerdeki görünümü ne olursa olsun, bu açıklıklar kişiler adına tescil olunamaz. 17/1-2. madde metninden de anlaşıldığı gibi (orman içinde yer alan her hangi bir nedenle var olan açıklıklar) deyimi bu olguyu ifade etmektedir. Bu tür yerlerden yararlanabilmek için ormanın kullanılması zorunludur. Ormanın kullanılması ya da bu parçaların zamanla ormana doğru genişleyeceği bilinmektedir. İşte bu olgular orman bütünlüğünü bozar. Bu nedenledir ki, yasada kesin olarak bu parçaların özel mülk olmasına, tesciline izin verilmemiştir.
Ayrıca, bu parselin dört tarafını çevreleyen 101 hektar alanındaki 66 sayılı parsel, 1994/23 esas, 1994/64 karar sayılı, 24.10.1994 tarihli İspir Kadastro Mahkemesi kararı ile hükmen orman sayılıp, tescil edilmiştir ve çekişmeli parsel 66 sayılı orman parseli ile çevrilidir. Ormanın ortasında bu denli küçük miktarda ve hiç bir mülkiyet belgesi olmayan parselin özel mülk olarak tesciline yasal olanak yoktur.
Bu itibarla, gerçek kişinin itirazının reddi ve müdahil Orman Yönetiminin isteminin kabulü yolunda hüküm kurulması gerekirken, gerçek kişinin isteminin kabulü usul ve yasaya aykırıdır…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
2-Davalı Hazine
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
Sonuç: Katılan Orman İdaresi ve davalı Hazinenin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK: nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, 10/12/1997 gününde, ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/1-608 K: 2003/665 T.12.11.2003
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1994/14-855 K: 1995/242 T: 29.3.1996
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/20-351 K: 2001/360 T:11.4.2001
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/20-646 K: 2004/657 T: 8.12.2004
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/8-183 K: 2002/187 T:13.3.2002
Usul kuralları kamu düzeni ile doğrudan bağlantılı olup, bozmada yapılan maddi yanılgı taraflar yararına usuli kazanılmış hak oluşturamaz.
Taraflar arasındaki “tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda P. Asliye 1. Hukuk Mahkemesi’nce davanın kabulüne dair verilen 21.12.2000 gün ve 2000/493 E- 528 K: sayılı kararın incelenmesi davalılar vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin 7.6.2001 gün ve 2001/4562-4768 sayılı ilamı ile; (…Davacılar tarafından davalılar aleyhine açılan tespit ve tescil davası sonunda 811 parsel numarası ile tapulama tespiti gören 20,100 m2 yüzölçümündeki taşınmazın 1/2’şer hisse itibariyle davacılar adına tapuya tesciline ilişkin yerel mahkemenin 21.12.2000 günlü hükmü Dairenin 2.4.2001 tarih, 2001/2294-2522 esas, karar sayılı ilamı ile onanmıştı. Bu kerre, davalılardan Orman Genel Müdürlüğü adına Ankara Orman İşletme Müdürlüğü vekili tarafından süresi içinde karar düzeltme isteminde bulunulmuş olmakla dosyadaki kağıtlar incelendi, gereği düşünüldü:
Dosya arasındaki bilgi ve belgelere göre; uyuşmazlık konusu taşınmaz 1967 yılında yapılan tapulama çalışmaları sırasında tarla niteliği ile ve 811 parsel numarasını alarak davacılardan Mehmet Ö.’in de aralarında bulunduğu dört kişi adına tespit edilmiştir.
Hazine ve orman idaresinin tespite karşı komisyona vaki itirazları üzerine Tapulama Komisyonu 20.11.1975 günlü kararında aynen “…Yukarıda köyü ve parsel numarası yazılı itiraz konusu işbu taşınmazlar her ne kadar yukarıda adları yazılı tespit malikleri adlarına tapulama tespiti yapılmış ise de, itiraz konusu bu taşınmazın orman olup olmadığı ve ayrıca orman tahdit haritasının bulunup bulunmadığı hakkında Polatlı Tapulama Mahkemesince 1.4.1969 gün ve 1969/31 sayılı yazıları ile Orman Bakanlığından sorulmuş, alınan dosya arasında mevcut 26.2.1971 gün ve 8034 sayılı cevabi yazılarında; bu yerin yani itiraz konusu bu parselin orman tahdit haritası olmamakla beraber orman olduğu sarahaten bildirilmiş olduğu görülmekle işbu karar tanzim kılındı…” gerekçesiyle itirazın kabulüne ve hatalı yapılan tespitin iptal edilerek nizalı taşınmazın tespit dışı bırakılmasına karar verilmiş, süresinde dava açılmaması nedeniyle bu karar 16.6.1976 tarihinde kesinleşmiştir.
Görüldüğü üzere komisyon kararı ile nizalı taşınmaz orman niteliğiyle tespit dışı bırakılmıştır. Dosya arasında bulunan ve ormancı bilirkişi, orman yüksek mühendisi Selahattin K: tarafından tanzim edilen 30.11.1999 tarihli gerekçeli rapora göre, dava konusu taşınmazın bölgede 1995 yılında yapılan orman tahdit çalışmaları sırasında orman tahdit sınırının dışında kaldığı anlaşılmıştır.Yukarıda da açıklandığı üzere uyuşmazlık konusu taşınmazın davacılar ve öteki gerçek kişiler adına yapılan tespiti komisyon kararı ile iptal edilmiş ve orman niteliğiyle tespit dışı bırakılmıştır. Orman niteliğiyle tespit dışı bırakılan bu yer orman kadastro çalışmalarının yapıldığı 1995 tarihine kadar orman sayılır. Taşınmazın tahdit dışında kaldığı 1995 tarihi ile dava tarihi arasında kazanmayı sağlayan 20 yıllık süre geçmemiştir. Açıklanan nedenle davanın reddine karar verilmesi ve yerel mahkeme hükmünün bu nedenle bozulması gerekir iken dairece yanlışa düşülerek onanmış olması doğru değildir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle,yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve direnme kararının verildiği tarih itibariyle H.U.M.K: nun 2494 sayılı Yasa ile değişik 438/II.fıkrası hüküm gereğince duruşma isteğinin reddine karar verilip dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, zilyetliğe dayalı tescil isteğine ilişkindir.
Davacılar, 811 parsel sayılı taşınmazın 26.7.1967 tarihinde yapılan kadastro tespiti sırasında adlarına tespit edildiğini, Hazine ve Orman İdaresinin itirazı üzerine tapulama komisyonunca tespit harici bırakıldığını, yararlarına zilyetlikle iktisap koşullarının gerçekleştiğini ileri sürerek iptal ve tescil isteğinde bulunmuşlardır.
811 parsel tutanağından, taşınmazın davacıların murisinden intikalen geldiği, murisleri ve davacıların zilyetliklerinin 30 yılı aştığı, bu nedenle davacılar adlarına 26.7.1967 tarihinde tespit yapıldığı anlaşılmaktadır.
Tespit tutanağına Hazine ve Orman İdaresinin itirazı üzerine kadastro komisyonu (Orman Bakanlığınca orman olduğu bildirildiğinden) taşınmazın tespit dışı bırakılmasına 20.11.1975 tarihinde karar vermiştir.
Daha sonra 1995 yılında yapılan orman kadastrosu sırasında dava konusu yer, tahdit dışında bırakılmıştır.
Yerel mahkemece davanın kabulüne ilişkin olarak verilen karar, Özel Dairesince, köy muhtarlığının davaya dahil edilmediği gerekçesiyle bozulmuş, taraf vekillerinin karar düzeltme isteği reddedilmiş, mahkemece bozmaya uyularak köy muhtarlığı davaya dahil edilmek suretiyle bozma gereği yerine getirilmiştir.
Bozmaya uyularak verilen ikinci karar, Özel Dairesince önce onanmış, karar düzeltmede, yukarda belirtilen gerekçe ile bozulmuştur.
Orman tahdidi ile orman dışında bırakılan devletin hüküm ve tasarrufu altındaki taşınmaz haline gelen tapusuz alanların, imar ihya ve buna bağlı zilyetlik yoluyla özel mülke konu olabileceği kuşkusuzdur.
Çekişmeli taşınmaz, 20.11.1975 tarihinde orman niteliği ile tespit dışı bırakılmış olmakla, orman kadastro çalışmalarının yapıldığı 1995 yılına kadar orman sayılmaktadır.
Taşınmazın tahdit dışında kaldığı 1995 yılı ile dava tarihi arasında imar ihya ve zilyetlikle kazanmayı sağlayan 20 yıllık süre geçmemiştir. Hemen belirtilmelidir ki, kural olarak usule ilişkin (özellikle husumette noksanlık, taraf teşkili gibi) bozma kararları yalnızca bu konuya hasredilir. İşin esasına yönelik incelenmenin ise “…şimdilik incelenmesine yer olmadığına…” sözcükleri kullanılarak bundan sonra verilecek karara bırakılır.
Öyle ise Dairenin ilk bozmasının yalnızca usule hasren yapıldığı, baş taraftaki ifadenin maddi bir yanılgıdan ileri geldiği kabul edilmelidir.
Bilindiği üzere usul kuralları kamu düzeni ile doğrudan bağlantılı olup, bozmada yapılan maddi yanılgı taraflar yararına usuli kazanılmış hak oluşturamaz.
Gerek bozma kararında, gerekse yukarıda açıklanan nedenlerle direnme kararının bozulması gerekir.
Sonuç: Davalılar vekillerinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarda açıklanan ve bozma ilamında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK: nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, 13.3.2002 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1996/930 K: 1997/172 T.12.3.1997
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1996/7-705 K: 1997/7 T: 29.1.1997
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/14-372 K: 2004/377 T: 23.6.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1994/14-855 K: 1995/242 T: 29.3.1996
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1996/20-417 K: 1996/550 T:10.7.1996
Orman yönetimi ormanların intifa hakkına sahip olup, 3402 sayılı yasanın 11/1 maddesi uyarınca ilgili taraftır. Bu sebeplerle, orman yönetiminin dava hakkının varlığı gözetilerek orman araştırmasının tam ve doğru olarak yapılması gerekir.
Taraflar arasındaki “”kadastro tespitine itiraz”” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Bingöl Kadastro Mahkemesi’nce davanın husumet yönünden reddine dair verilen 19.10.1994 gün ve 1993/111-1994/34 sayılı kararın incelenmesi davacı orman idaresi vekili tarafından istenilmesi, üzerine, Yargıtay 20. Hukuk Dairesi’nin 19.6.1995 gün ve 1994/10458 1995/8289 sayılı ilamiyle; (…Mahkemece her ne kadar husumet yönünden davanın reddine dair karar verilmiş ise de; olay 3402 sayılı Yasanın 4. maddesi uygulaması ile oluşmuş ve buna karşı yönetim dava açmıştır. Yasal dayanak olan 3402 sayılı Yasanın 4. maddesi uyarınca yapılan işlemlerin sonuçlarına karşı, Orman yönetiminin taraf ehliyetine sahip olamayacağı; dava açamayacağı yolunda bir hüküm mevcut değildir. Anılan Yasa uygulaması karşısında Orman Yönetimi gerekli gördüğü yerde dava açmak hak ve yetkisine sahiptir. Orman Yönetimi ormanların intifa hakkına sahip olur, 3402 sayılı yasanın 11/1 maddesi uyarınca ilgili taraftır. Bu sebeplerle, Orman Yönetiminin dava hakkının varlığı gözetilerek orman araştırmasının tam ve doğru olarak yapılması gerekir.
Açıklanan husus gözetilmeksizin, yazılı biçimde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırıdır…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Özel Daire ile yerel mahkeme arasındaki uyuşmazlık, 3402 sayılı Yasanın 4’ncü maddesi uyarınca orman kadastro komisyonları aracılığı ile yapılan orman sınırlandırmasına karşı orman idaresinin dava hakkının bulunup bulunmadığı noktasında toplanmaktadır.
Gerçekten, 3402 sayılı Yasanın 4. maddesinde; Kadastro çalışma alanı sınırında orman bulunduğu takdirde; durum çalışmaya başlamadan iki ay önce Orman Genel Müdürlüğüne bildirilir. Bu yerlerin orman sınırlaması ve orman sınırları dışına çıkarma işlemleri 6831 sayılı Orman Kanunu hükümlerine göre Orman Kadastro Komisyonlarınca tesbit ve haritasına işlenerek, tutanakları ile birlikte kadastro ekiplerine teslim edilir. Bu yerlerin ölçü ve harita işlemleri yukarıdaki sınırlar esas alınarak kadastro ekiplerince ikmal edilir; iki ay içinde kadastro komisyonlarınca orman sınırlarının belirlenmemesi halinde, kadastro çalışma alanı sınırları kadastro ekiplerince belirlenir ve çalışmalar bu kanun hükümlerine göre yürütülür.
Kadastro ekiplerince bu şekilde tesbit ve ilan edilen yerlerde orman kadastro işlemleri de ikmal edilmiş sayılır. Orman kadastrosu kesinleşmiş yerlerde bu sınırlara aynen uyulur, hükmü yer almıştır.
Anılan madde hükmüne göre;
- a) İşe başlayan genel kadastro ekiplerince çalışma alanı sınırında ormana rastlandığı takdirde, durum Orman Genel Müdürlüğüne bildirilecek,
- b) Orman Genel Müdürlüğü, 2 ay içinde (orman sınırlamasını ve orman sınırları dışına çıkarma işlemlerini yapacak tutanak ve haritaları) kadastro ekiplerine teslim edecektir. Görüleceği üzere, 2 ay içinde orman kadastro komisyonu tahdit ve çıkarma işlemlerini tamamlayarak tutanak ve haritaları genel kadastro komisyonuna teslim edinceye kadar görevli olup, görevi burada sona ermektedir.
Eğer, tesbit ve çıkarma işlemlerinin tamamı 6831 sayılı Yasaya göre yapılsaydı, Orman Kadastro Komisyonunun görevi durdurulup, genel kadastro komisyonlarına tüm belgelerin teslimi yoluna gidilmeyeceği aşikardır.
Ne var ki; yasa gereği Orman Kadastro Komisyonu, kısmi görev yapmakta ve tüm tutanak ve haritaları genel kadastro komisyonuna teslim etmektedir.
İşlem evrakını devralan genel kadastro komisyonu, 3402 sayılı Yasaya göre işe devam etmektedir.
- c) Yine 4. maddeye göre, 2 ay içinde orman kadastro komisyonlarınca gerekli tahdit ve çıkarma işlemleri yapılmadığı takdirde, genel kadastro komisyonu çalışma alanı sınırlarını belirler ve çalışmalar 3402 sayılı Yasa hükümleri uyarınca yürütülür. Demek ki orman kadastro komisyonu bu işlemleri iki ay içinde yapmadığı takdirde, doğrudan genel kadastro komisyonları görevli kılınıp tahdit tamamen bu komisyonlara bırakılmaktadır.
Bu itibarla olayda 6831 sayılı Yasaya göre yapılıp bitirilen bir tahdit sözkonusu değildir.
Yine maddede, genel kadastro ekiplerince böylece tesbit ve ilan edilen yerlerde orman kadastro işlemleri de ikmal edilmiş sayılır hükmü yer almıştır. İkmal edilmiş saymak, işlemlerin yapılıp tamamlanması anlamını taşır. Kesinleşmeyi belirtmez. Bu durumda, orman tahdidi kesinleşmiş olmayacak, ilan ve varsa itirazlar sonucu kadastro mahkemesine verilecek hükümlerde yargı yolundan geçerek kesinleşecektir.
Diğer bir anlatımla gerekli işlemler, 6831 sayılı Yasaya göre değil, 3402 sayılı Yasa uyarınca yapılmaktadır. O halde, öncelikle orman tahdidi ile genel kadastronun içice girdiği olayda, birisi için kesinleşme, diğeri için işlemlerin devamı sözkonusu olamaz.
Konumuzun 2’nci aşaması ise, 3402 sayılı Yasanın 11. maddesindeki ilan ve itiraz olgusudur. 3402 sayılı Yasanın 11. maddesinin ilk fıkrasında (kadastro müdürü kadastro tutanaklarına göre yapılan tesbitlere dayanarak askı cetvelleri düzenler; bu cetvelleri ve pafta örneklerini müdüriyette ve ayrıca muhtarın çalışma yerinde 30 gün süre ile ilan ettirir; itirazı olanların ilan süresi içinde kadastro mahkemesinde dava açabileceklerini belirtir) denilmektedir.
Bu ilana esas belgeleri düzenleyen genel kadastro komisyonu ilan yapan da yine genel kadastro müdürüdür.
Ayrıca, fıkranın devamında yine genel bir anlatımla itirazı olanların ilan süresi içinde (yani 30 gün içinde) kadastro mahkemesine dava açabileceklerini vurgulamıştır. Yasada itiraz edebilecekler tek tek sayılmadığı gibi, orman yönetiminin dava açamayacağı yolunda bir kısıtlama da getirilmiş değildir.
Bu işlemlere karşı itirazı olanlar gerçek kişiler olabileceği gibi, Hazine ve kurumlarda olabilir. Bu kurumlar içinde doğal olarak orman yönetiminin varlığı da kabul edilmek icap eder.
Yönetimin itiraz hakkını var kılan bir diğer husus da şudur; çizilmiş çalışma alanına göre orman sayılan yerlerle, kültür arazileri ayrılmış olsa dahi, genel kadastro komisyonunca tesbit, ölçüm yapılıp, harita düzenlenirken, orman sayılan bölüme de girilmekte, ya da sınır dışında da ormanlık saha bulunmakta veya çalışma alanını sınırlayan hattın istikametinde açılarda, miktarlar da farklılıklar oluşmaktadır.
Bütün bu yanlışlıkların ya da çelişkilerin giderilmesi de yönetimin itiraz ve dava hakkının varlığını gerekli kılmaktadır ve herhalde kural olarak, yasalarda herhangi bir kurumun dava hakkını yok edici açık bir hüküm mevcut değilse orada o kurumun dava hakkı var sayılmak icap eder. Kaldı ki 3402 sayılı Yasanın 4. maddesinde, işlemlerin genel kadastro komisyonuna devri ve bu komisyonlarca bu yasa hükümlerine göre tamamlanacağı belirlenmiş ve aynı yasanın 11. maddesinde itirazı olan herkesin dava edebileceği ilkesi de kabul edilmiştir. Hal böyle olunca açıklanan gerekçelerle Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken önceki kararda direnilmesi doğru değildir. O halde usul ve yasaya uygun bulunmayan direnme kararı bozulmalıdır.
Sonuç: Davacı Orman İdaresi vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı HUMK’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 10.7.1996 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY :
8.9.1956 yılında yürürlüğe giren 6831 sayılı Orman Yasası 3116 Sayılı Orman Yasası ile yürürlükten kaldırılmış olup, 7 ve sonraki maddelerinde Devlet ormanlarının tahdidinin ne şekilde yapılacağını açıklayan hükümler getirmiştir. Yasanın bu madde hükümleri zaman süreci içerisinde birtakım değişikliklere uğramıştır. 2896 Sayılı Yasa ile değişiklikte Orman Kadastro işlemlerine karşı açılacak davalarda kimlerin dava açacağı ve husumetin kimlere karşı yöneltileceği düzenlenmiş ve 11/4 maddesinde “”gerçek ve tüzel kişiler tarafından açılacak itiraz davalarında hasım Orman Genel Müdürlüğüdür. Orman Genel Müdürlüğü’nce açılacak itiraz davalarında ise, hasım tutanakta ismi geçen kişilerdir”” olduğu belirtilmiştir. Daha sonra 3302 Sayılı Yasa ile yapılan değişiklikte orman kadastrosuna ilişkin iş ve işlemlerin Orman Genel Müdürlüğü ve bu kuruluşa bağlı Orman Kadastro Komisyonları tarafından yapılması amaçlanarak, yasanın 10. maddesinde belirtildiği gibi, Orman Kadastro Komisyonları işlemlerinin denetlenmesi Orman Genel Müdürlüğü’ne verilmiştir. Bu yön 6831 Sayılı Yasada değişiklik yapan 3302 Sayılı Yasa hükümlerine ilişkin TBMM’de benimsenen komisyon gerekçesinden anlaşılmaktadır. Bu gerekçede özetle, yıllardan beri yapılan kadastro çalışmalarına orman teşkilatının en alt kademelerince mahkemelere yapılan itirazlardan devamlı yakınmaların olduğu, mahkemelerin orman dosyalarıyla dolu olduğu gibi, yıllarca süren davalar nedeniyle de Orman İdaresi ile halk ilişkilerinin bir türlü düzeltilmediği açıklandıktan sonra, ön inceleme ve düzeltme hakkı Orman Genel Müdürlüğüne verilmiş olması nedeniyle, Orman İdaresinin herhangi bir kademesine mahkemeye itiraz hakkının tanınmadığı duraksamaya yer vermeyecek biçimde açıklanmıştır. Bu gerekçe doğrultusunda 3302 Sayılı Yasayla 11. maddede yapılan değişiklikte, 2896 Sayılı Yasayla getirilen “”Orman Genel Müdürlüğünce açılan itiraz davalarında hasım tutanakta ismi geçen kişilerdir.”” İbaresi kanun metninden çıkartılmış ve maddeyi “”Orman Kadastro Komisyonlarınca düzenlenen tutanakların askı sureti ile ilanı ilgililere şahsen yapılan tebliğ hükmündedir. Tutanak ve kararlara karşı askı tarihinden itibaren 6 ay içerisinde görevli ve yetkili adliye mahkemelerine müracaatla sınırlamaya ve bu kanunun ikinci maddesine göre orman sınırları dışına çıkarma işlemlerine Tarım, Orman ve Köyişleri Bakanlığı ile hak sahibi gerçek ve tüzel kişiler itiraz edebilir. Bu müddet içinde itiraz olunmaz ise, komisyon kararı kesinleşir. Hak sahibi gerçek kişi ve tüzel kişiler tarafından açılacak sınırlamaya itiraz davalarında hasım Orman Genel Müdürlüğü, bu Kanunun 2. maddesine göre orman sınırları dışına çıkarma işlemlerine karşı açılacak itiraz davalarında ise hasım Tarım Orman ve Köyişleri Bakanlığı ve Orman Genel Müdürlüğü’dür”” şeklinde düzenleyerek Orman İdaresi tahdide itiraz davalarında zorunlu hasım durumuna getirilmiştir. Bu nedenle, 6831 Sayılı Orman Yasasına göre yapılan orman sınırlandırmalarında sınırlama dışı bırakılan yerler hakkında Orman Yönetiminin itiraz ve dava hakkının bulunmadığı kabul edilmiştir.
Orman Yasası ile Arazi Kadastro Yasaları özel nitelikte yasalar olup, 6831 Sayılı Orman Yasasının 3373 Sayılı Yasayla değişikliğinden öne açılan orman kadastrosuna itiraz davaları kendi usul hükümlerine tabi ve genel hukuk mahkemesinde; arazi kadastrosuna itiraz davaları ise, 766 Sayılı Tapulama Yasası hükümlerine göre tapulama mahkemelerinde incelenerek hükme bağlanmakta idi. Değişik mahkemelerde görülen davalar uygulamada çoğu zaman farklı sonuçlandırıldığından, haklı olarak eleştiri konusu yapılmaktaydı. İşte bunu gözeten yasa koyucu, 6831 Sayılı Orman Yasasının 11. maddesinde 3373 Sayılı yasayla değişiklik yaparak, orman tahdidine itiraz davalarının da kadastro mahkemelerinde görülüp çözümleneceğini hükme bağlamış, 3402 Sayılı Kadastro Yasasının 4. maddesiyle de arazi kadastrosundan önce çalışma alanı sınırında orman varlığı halinde, önceden yapılmış ve kesinleşmiş orman tahdidi bulunmadığı takdirde, bu yerlerin orman tahdidinin yapılacağına ilişkin yeni bir düzenleme getirmiştir.
3402 Sayılı Kadastro Yasasının 4/3 maddesi ile aynı yasanın 47/A maddesine göre çıkartılan Kadastro Çalışma Alanlarının Belirlenmesi Hakkındaki Yönetmeliğin 4. maddesine göre, bu yerlerin orman tahdidi ve orman tahdit dışına çıkarma işlemleri 6831 Sayılı Orman Yasası ek ve değişiklikleri hükümlerine göre, Orman Kadastro Komisyonlarınca tesbit ve haritalarına işleneceği, Orman Genel Müdürlüğü’nce sınırların işaretlenip zeminde gösterileceği, orman sınır haritalarının Orman İdaresinin yetkili elemanlarıyla birlikte zemine uygulanacağı, ORMAN ve KÜLTÜR arazisini ayıran sınır noktalarının işaretleneceğini ve daha sonra da arazi kadastro işlemlerinin yapılacağı hükme bağlanmıştır. Bundan amaç, her iki yasa arasında bir paralellik kurmak ve belirlenen orman sınırlarına arazi kadastro ekiplerinin uymaları halinde, diğer bir anlatımla orman olmayan alanlarda yapılan arazi kadastro çalışmalarına Orman İdaresinin gereksiz dava açmasının önlenmesi istenilmiştir. 3402 Sayılı Kadastro Yasasının 4. maddesine göre, çalışma alanı sınırlarındaki ormanların Orman İdaresi’nce belirlenmesi işlemi 6831 Sayılı Yasa uyarınca yapılmış bir orman kadastro işlemidir. Bunun böyle olduğu aynı maddede yer alan “”orman kadastro işlemleri de ikmal edilmiş sayılır”” ibaresinden açıkça anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, orman tahdidinden sonra, tahdit dışı yerde yapılan arazi kadastrosu tahditlerine Orman İdaresi’nce yapılan itirazların orman tahdidine itiraz davası olarak nitelendirilmesi gerekmektedir. Bu açık yasa hükümleri karşısında 3402 Sayılı Kadastro Yasasının 4/3 maddesi gereğince yönetim tarafından yapılan orman tahdit işlemlerinde tahdit dışı bırakılan yerler yönünden 6831 Sayılı Orman Yasanının 11. maddesi gereğince, Orman Yönetiminin itiraz ve dava hakkının bulunmadığının kabulü gerekir.
Yukarıda açıklanan hukuksal ve maddi olgulara göre, Orman İdaresinin orman tahdidine itiraz davalarında mutlaka davalı olması gerektiğinden, aktif dava ehliyetinden söz edilemez. Somut olayda, Orman Yönetiminin denetimi ve kontrolü altında yapılan orman tahdidi, Orman Genel Müdürlüğünün onayıyla arazi kadastro ekiplerine verildiğinden, tasarrufu idareyi bağlar, taşınmazlar bu orman tahdidinde orman tahdit sınırları dışında belirlendiğine göre, yerel mahkemece verilen Orman Yönetiminin davasının reddine ilişkin karar usul ve yasaya uygun bulunduğundan hükmün onanması görüşündeyiz. Bu nedenlerle, sayın çoğunluğun bozma kararına katılmıyoruz.
Halis DEMİRHAN Altan ERTÜRK Üye Üye
KARŞI OY :
3402 Sayılı Yasanın 4’üncü maddesinin üçüncü fıkrası; “”kadastro çalışma alanı sınırında orman bulunduğu takdirde, durum çalışmaya başlamadan iki ay önce Orman Genel Müdürlüğü’ne bildirilir. Bu yerlerin orman sınırlaması ve orman sınırları dışına çıkarma işlemleri, 6831 Sayılı Orman Yasası hükümlerine göre, orman kadastro komisyonlarınca tesbit ve haritasına işlenerek, tutanakları ile birlikte kadastro ekiplerine teslim edilir. Bu yerlerin ölçü ve harita işlemleri yukarıdaki sınırlar esas alınarak, kadastro ekiplerince ikmal edilir…”” hükmünü koymuştur.
Somut olayda; orman sınırlama tesbiti, maddeye uygun biçimde, orman kadastro komisyonunca yapılmıştır. Orman sınırlama işleminin nasıl yapılacağı da madde metninde açıklanmış ve 6831 sayılı Yasa hükümlerine göre yapılması öngörülmüştür. O halde; orman kadastro komisyonlarının kurulması, çalışmaya başlaması, tutanaklarının düzenlenmesi, itirazlarının incelenmesi ve sonuçlandırılması bu yasa hükümlerince yürütülecek; ancak, ilan edilmeden genel kadastro ekiplerine teslim edilecektir. Kadastro ekiplerince ölçü ve harita işlemleri yetkili bir orman elamanı da hazır olduğu halde yapılıp, orman olduğu belirlenmiş taşınmazlar tesbit harici bırakılmayarak, 6831 Sayılı Yasanın 11/3, 3402 Sayılı Yasanın 18’nci maddesi ve “”Taşınmazların Sınırlandırılması Tesbit ve Kontrol İşleri Hakkındaki Yönetmeliğin”” 17’nci maddesi uyarınca, Hazine adına tescili yapılacak ve çalışma alanları dahilinde kalan diğer taşınmazlar için düzenlenen tutanaklar ile birlikte ilan edilecektir. “”İ. Özmen, Halim Çorbalı, 3402 Sayılı Kadastro Yasası Şerhi 2. Baskı 1991 Sh. 201.””
İşte; yukarıdan beri açıklanan orman sınırlamasından doğacak diğer uyuşmazlık ayrık kalmak üzere; Orman Yönetimi DAVA HAKKI (aktif dava ehliyeti) bulunup bulunmadığını; somut olaya özgü olarak açıklamalarla yetineceğiz.
Somut olayda, çekişme konusu taşınmaz, 3402 Sayılı Yasanın 4’üncü maddesi hükmünce yapılan orman sınırlamasında tesis edilen orman tahdit sınır noktalarına göre orman alanları dışında bırakılmıştır. Diğer bir anlatımla, orman sayılmayan yer olarak belirlenmiştir. O halde Orman Yönetiminin sınırlama dışında kalan yer yönünden dava hakkı yoktur. Çünkü; 6831 Sayılı Yasanın 3302 Sayılı Yasa ile değişik 10’uncu maddesi uyarınca orman sınırlaması ile ilgili olarak yapılan işlemler tamamlandığında, tüm belgeler önce Orman Genel Müdürlüğü’ne gönderilir ve Orman Genel Müdürlüğü’nce yapılacak inceleme sonunda saptanacak her türlü yanlışlık ve noksanlıklar ilgili komisyonca düzeltilir ve son aşama olarak Valilikçe onanır. Harita ve tutanaklar, aynı yasanın 11’nci maddesine göre de askıya çıkarılır. İşte Orman Yasasına göre, tahdit işlemlerinin yapılış prosedürü bu biçimdedir. Ne var ki, 3402 Sayılı Yasanın 4’üncü maddesi yalnızca orman sınırlamasının ölçü ve harita işleri ile ilan işlemlerini genel kadastroya vermekle ayrı bir uygulama yöntemi saptamıştır. Açıklandığı üzere Yasa, Orman Genel Müdürlüğüne, orman kadastro komisyonu işlemlerine karşı sadece yanlışlık ve noksanlıkların düzeltilmesini komisyondan isteyebileceği yetkisini vermiştir. Orman Genel Müdürlüğü’nün komisyon işlemlerini yerinde görmemesi halinde, idari yönden Bakanlık oluru ile iptal ve geçersiz saydırma yetkisi de vardır. Ve fakat, yargısal yönden iptal için bir dava hakkı tanımamıştır. 3302 Sayılı Yasanın 17.06.1986 yürürlük tarihine kadar var olan dava hakkı bu yasanın 6’ncı maddesi (değişik 11’nci madde) ile orman sınırları dışında bırakılan yerler yönünden kaldırılmıştır. 3302 Sayılı Yasanın 6’ncı maddesi ile değişik 11 ‘nci maddesinin değişikliğini öngören Tarım Orman ve Köyişleri Komisyonu Raporunda gösterilen gerekçe ise şöyledir. “”Ayrıca çok önemli bir değişiklikte orman idaresinin tutumuna getirilmiştir. Yıllardan beri yapılan kadastro çalışmalarına orman teşkilatının en alt kademelerince mahkemelere yapılan itirazlarda devamlı yakınmalar olmuş, mahkemeler orman dosyaları ile dolu olduğu gibi, yıllarca süren davalar nedeniyle orman-halk ilişkileri de bir türlü düzelememiştir.
Komisyon çalışmalarının ön inceleme ve düzeltme hakkı Orman Genel Müdürlüğüne verilmiş, ancak valinin onayından sonra orman idaresinin herhangi bir kademesine mahkemeye itiraz hakkı verilmemiştir. (Türkiye Büyük Millet Meclisi Tarım Orman ve Köyişleri Komisyonu Raporu E: 1/773 K: no: 7 Sh. 452). Ayrıca; Şükrü Özdemir – Necip Deda Orman Hukuku – ANK: 1991, Sh. 690 ve Yrg. 8. H.D.’nin 19.06.1987 tarih, 987/7813-7952 S. Kararı – İ. Özmen – Halim Çorbalı – 3402 S. Kadastro Yasası Şerhi 2. Baskı, Sh. 201). Yukarıda açıklanan yasal ve maddi olgular karşısında Yerel Mahkemenin dava konusu taşınmazın orman sınırları dışında kaldığı ve bu nedenle Orman Yönetiminin aktif dava ehliyeti (Aktif husumet – Dava hakkı) bulunmaması sebebi ile davanın reddine karar vermesi isabetli olup hükmün bu yönden onanması görüşündeyim.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/13 K: 2003/25 T: 22.01.2003
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/1-19 K: 2002/97 T. 27.2.2002
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/20-1168 K: 2002/2 T: 23.1.2002
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1997/20-808 K: 1997/1039 T:10.12.1997
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/1-349 K: 2005/353 T: 25.5.2005
3533 sayılı Kanun’un 4. Maddesinde yer alan “uyuşmazlık gayrimenkule ilişkinse o gayrimenkulün bulunduğu yerin” ibaresi, 3.7.2003 tarihli ve 4916 sayılı Kanun’un 24. Maddesiyle, “taşınmaza ilişkin uyuşmazlıklarda, taşınmazın aynına yönelik olanlar hariç olmak üzere o taşınmazın bulunduğu yerin” olarak değiştirilmiş olduğundan, davaya genel mahkeme sıfatıyla bakılıp sonuçlandırılması usul ve kanuna uygundur.
- Davacının İsteminin Özeti
Davacı Hazine vekili, devletin hüküm ve tasarrufu altında olan, fundalık ve çalılık olması nedeniyle tespit harici bırakılan 7000 m2 yüzölçümündeki iki parça taşınmaza davalı Yılmaz A.’nın fidan dikmek suretiyle elattığını ileri sürerek, elatmanın önlenmesi ile muhtesatın kaldırılmasını ve taşınmazların Hazine adına tesciline karar verilmesini istemiştir.
- Davalı Cevabının Özeti
Davalı Özdere Belediye Başkanlığı vekili, Belediye’nin kanuni hasım olduğunu, davacının davasını ispat etmesi gerektiğini savunmuştur.
Davalı Yılmaz Akın vekili; müvekkilinin kendi adına kayıtlı bulunan taşınmazı kullandığını, Hazine’ye ait taşınmaza müdahalesinin bulunmadığını savunarak, davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.
- Yerel Mahkeme Kararının Özeti
Yerel mahkeme; “kadastro tespitinde, fundalık ve çalılık olarak tespit harici bırakılan üç parça taşınmazın devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerden olup, davalı Yılmaz tarafından deliceden aşılamak sureti ile zeytin ağacı yetiştirilerek işgal edildiğinin keşfen saptandığı” gerekçesiyle “davanın kabulüne, davalı Yılmaz A.’nın elatmasmın önlenmesi ile muhtesatın yıkımına ve krokide (A), (B) ve (C) harfleriyle gösterilen dava konusu taşınmazların davacı Hazine adına tesciline” karar vermiştir.
- Temyiz Evresi, Bozma ve Direnme
Davalı Yılmaz Akın vekilince temyiz edilen karar, Özel Daire’ce yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuş; Yerel Mahkeme; “3533 sayılı Kanun’un, 4916 sayılı Kanun’un 24. maddesi ile değiştirilen 4. maddesine göre; uyuşmazlığın taşınmazın aynına yönelik olması nedeniyle, davayı görmeye görevli olduğu” gerekçesiyle önceki kararında direnmiş, direnme kararını davalı Yılmaz A. vekili temyiz etmiştir.
E: Gerekçe
Davacı vekili, Belediye sınırları içerisinde bulunan, kadastro tespiti sırasında tescil harici bırakılan taşınmazın, Hazine adına tescili ile elatmanın önlenmesi ve muhtesatın kaldırılmasına karar verilmesini istemiştir.
Bozma ve direnme kararlarının içerikleri itibariyle Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, mülkiyetin aidiyeti bakımından uyuşmazlığın genel hükümlere göre mi, hakem önünde mi çözümlenmesi gerektiği noktasındadır.
3533 sayılı Kanun’un 4. maddesi “Katma bütçe ile idare edilen daireler, belediyeler, Özel bütçe ile idare olunan veya sermayesinin tamamı devlet, belediye veya özel idarelere ait olan daire ve müesseselerin veya bu daire ve müesseselerden biriyle ikinci maddede yazılı dairelerden biri arasında çıkan uyuşmazlıklar, bulunduğu yerin ve taşınmaza ilişkin uyuşmazlıklarda, taşınmazın aynına yönelik olanlar hariç olmak üzere o taşınmazın bulunduğu yerin ve taraflar değişik yerlerde bulunuyorlarsa davalı durumunda olan daire veya müessesenin ve davalılar birden çok olduğu takdirde bunlardan birinin bulunduğu yerin yüksek dereceli hukuk mahkemesi başkanı veya hakimi tarafından hakem sıfatıyla çözümlenir.” şeklinde düzenlenmiş olmasına rağmen, bu maddede yer alan “uyuşmazlık gayrimenkule ilişkinse o gayrimenkulun bulunduğu yerin” ibaresi, 3.7.2003 tarihli ve 4916 sayılı Kanun’un 24. maddesiyle, “taşınmaza ilişkin uyuşmazlıklarda, taşınmazın aynına yönelik olanlar hariç olmak üzere o taşınmazın bulunduğu yerin” olarak değiştirilmiş olduğundan, davaya genel mahkeme sıfatıyla bakılıp sonuçlandırılması usul ve kanuna uygun olup, mahkemenin bu konuya ilişkin direnmesi yerindedir.
Sonuç: Ne var ki işin esasına yönelik temyiz itirazları Özel Daire’ce incelenmediğinden dosyanın davalı Yılmaz A. vekilinin temyiz itirazlarının incelenmesi için Özel Daire’ye gönderilmesi gerekir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/7-134 K: 2006/140 T. 5.4.2006
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/1-608 K: 2003/665 T.12.11.2003
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/8-366 K: 2004/362 T.16.6.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/20-646 K: 2004/657 T: 8.12.2004
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2000/8-1217 K: 2000/1232 T:4.10.2000
Tapulama çalışmalarının hangi tarihte yapıldığının, dava konusu taşınmazın hangi nedenle tesbit dışı bırakıldığının adı geçen müdürlükten araştırılması gerektiği gibi, davaya konu taşınmazın bitişiğindeki özel mülkiyete konu parsellerin davalı taşınmazı ne olarak sınır gösterdiğinin tesbiti gerekir.
Taraflar arasındaki “tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; G. Asliye 2. Hukuk Mahkemesi’nce davanın kabulüne dair verilen 25.9.1997 gün ve 1996/871 – 1997/584 K: sayılı kararın incelenmesi davalı Hazine vekili tarafından istenilmesi üzerine;
Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin 24.4.1998 gün ve 1997/8433 – 1998/4423 sayılı ilamı;
(… Mahkemece bozmaya uyulduğu halde bozma gerekleri kısmen yerine getirilmiştir. Bozma ilamında tespit konusu taşınmazın hangi tarihte ve hangi nedenle tespit dışı bırakıldığının araştırılması gereğine işaret edildiği halde mahkemece bu yönler yerine getirilmemiştir. Önceki bozmada değinilen hususların öncelikle yerine getirtilmesi, tüm araştırma ve incelemeler eksiksiz olarak yapıldıktan sonra sonucuna göre bir karar verilmesi gerekmektedir. Hazinenin temyiz itirazları bu bakımdan yerinde olduğundan kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerle BOZULMASINA…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, kadastro sırasında tespit harici bırakılan taşınmazın, kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği nedeniyle tescili istemine ilişkindir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık Özel Daire’nin ilk bozma kararı gereğinin tam olarak yerine getirilip getirilmediği noktasındadır.
Mahkemece uyulan bozma kararı gereğince, davaya konu taşınmazın hangi nedenle tespit dışı bırakıldığının gerekirse pafta üzerinden inceleme yapılmak suretiyle bildirilmesi için Kadastro Müdürlüğüne yazdığı yazıya verilen cevapta bu konuda bir belgeye rastlanmadığı bildirilmiştir. Halbuki tapulama çalışmalarının tamamlanmasından sonra tutanak ve paftalar Tapu Sicil Müdürlüğüne devredileceğinden bu hususun uyulan bozma kararında belirtildiği gibi tapulama çalışmalarının hangi tarihte yapıldığının, dava konusu taşınmazın hangi nedenle tespit dışı bırakıldığının adı geçen müdürlükten araştırılması gerektiği gibi, davaya konu taşınmazın bitişiğindeki özel mülkiyete konu parsellerin tapulama tutanakları ve varsa tespit dayanağı belgelerin getirtilerek davalı taşınmazı ne olarak sınır gösterdiğinin tespitinden sonra varılacak sonuç uyarınca karar verilmesi gerekeceğine göre, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
Sonuç: Davalı hazine vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, 4.10.2000 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/14-43 K: 2002/95 T. 13.2.2002
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1996/17-294 K: 1996/426 T.29.5.1996
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/1-1067 K: 2002/20 T: 23.1.2002
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1996/7-518 K: 1996/675 T.9.10.1996
KADASTRO İLE İLGİLİ YARGITAY KARARLARI
Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1994/733 K: 1994/1062 T: 8.2.1994
İptal edilen ve yok hükmünde sayılan tutanak, askı ilanına çıkartılsa da, bu durum hukuki bir sonuç doğurmaz. Mahkemeden yenilik doğurucu hüküm almayı gerektirmeyen nitelikte ve mülkiyet uyaşmazlığına yönelik dava hakkında, kadastro mahkemesince görevsizlik kararı verilmesi isabetsizdir.
Hazine ile G…. Köyü Muhtarlığı aralarındaki dava hakkında, (Çaycuma Kadastro Mahkemesi)nden verilen 30.3.1993 gün ve 1992/122-1993/50 sayılı hüküm Dairemizin 13.12.1993 gün ve 1993/8612-13856 sayılı kararı ile onanmıştır. Süresi içinde Hazine tarafından kararın düzeltilmesi istenilmiş olmakla; dosya incelendi, gereği düşünüldü:
KARAR: Kadastro sırasında; 118 ada, 1 parsel sayılı, 56320 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz, 27.11.1990 tarihinde düzenlenen ancak muhtar ve bilirkişilerin imzalamadıkları tesbit tutanağı ile hali arazi niteliğinde olduğu belirtilerek Hazine adına tesbit edilmiştir. Daha sonra 24.9.1991 tarihinde ikinci kez düzenlenen tesbit tutanağı ile mera olarak sınırlandırılmıştır. Davacı Hazine 23.10.1992 günlü dilekçe ile ikinci defa yapılan kadastro tesbitinin iptalini ve çekişmeli parselin Maliye Hazinesi adına tescil edilmesi isteği ile dava açmıştır. Mahkemece, istek mera aidiyetinin belirlenmesine yönelik olması nedeni ile görevsizliğe karar verilmiştir. Dairece, uyuşmazlığın meranın aidiyeti olarak değerlendirilmesine ilişkin mahkeme kararının isabetsizliğine değinilmiş, ancak askı ilan süresinden sonra açılan davada tutanağın kesinleştiği düşünülerek sonucu bakımından doğru olan görevsizlik kararı onanmıştır.
Gerçekten tutanak askıya çıkmadan önce çekişmeli parsel Hazine adına hali arazi niteliği ile tesbit edilmiş ve daha sonra askı ilanına çıkarılmadan tutanak iptal edilerek yeniden düzenlenen tutanaklar mera olarak sınırlandırılmıştır. Ne var ki, iptal edilen ve yok hükmünde sayılan 27.11.1990 tarihli tutanak, 18.3.1992 – 20.4.1992 tarihleri arasında askı ilanına çıkartılmıştır. Yok hükmünde olan tutanağın askı ilanına çıkartılmış olması hukuki bir sonuç doğurmaz.
Nitekim, Kadastro Müdürlüğü bu yanlışlığın farkına vararak askı ilanından önce ikinci kez düzenlediği doğru esasa dayanan tutanağı 26.10.1992 ve 26.11.1992 tarihleri arasında yeniden askı ilanına çıkardıktan sonra, davacı Hazine süresinde temyize konu işbu davayı açmıştır. Hazine, çekişmeli taşınmazın özel mülkü olduğunu ve mera ile ilgisi bulunmadığını ileri sürerek dava açmıştır.
İstek, 3402 sayılı Kadastro Yasasının 25. maddesinde belirtilen mahkemeden yenilik doğurucu hüküm almayı gerektirmeyen ve mülkiyet uyuşmazlığı olarak nitelendirilmek suretiyle süresinde açılan davada iddia ve savunma çerçevesinde tarafların delilleri toplanmalı ondan sonra hasıl olacak sonuca göre uyuşmazlığın esası hakkında bir karar verilmesi gerekirken görevsizliğe karar verilmiş olmasının isabetsiz olduğu yeniden yapılan inceleme sonucu anlaşılmakla, davacı Hazinenin karar düzeltme isteğini kabulüne ve Dairenin 13.12.1993 gün ve 8612/13856 sayılı onama ilamının ortadan kaldırılmasına ve Çaycuma Kadastro Mahkemesi’nin 30.3.1993 gün ve 1992/122-50 sayılı kararının açıklanan nedenlerden ötürü (BOZULMASINA), 8.2.1994 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 2005/8578 K: 2005/10359 T.14.11.2005
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 2002/2703 K: 2002/2591 T.15.4.2002
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 2003/4365 K: 2003/3968 T.5.5.2003
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 2003/5749 K: 2003/5176 T.22.5.2003
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1991/10086 K: 1994/243 T: 3.2.1994
Miri arazi zilyetlikle kazanabilir. Ancak kişinin mirasçı bırakmadan ölmesi halinde, terekesi yasalar gereği Hazine’ye geçeceğinden, bu yolla Hazine’ye geçen taşınmaz zilyetlikle kazanılamaz. Mahlulat kaydı, tapu kaydı niteliğinde değildir.
Taraflar arasında kadastro tesbitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi istenilmekle; temyiz isteminin yasal süresinde olduğu anlaşıldı, tetkik raporu ve dosyadaki kağıtlar okundu, gereği görüşüldü:
KARAR: Kadastro sırasında; 45 parsel sayılı, 15240 yüzölçümündeki taşınmaz, kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine, bağışlamaya dayanılarak davalı A… adına tesbit edilmiştir. İtirazı, komisyonca reddedilen davacı Hazine, mahlulat kaydına dayanarak dava açmıştır. Mahkemece; davanın reddine, taşınmazın davalı M… kızı A… adına tapuya tesciline karar verilmiş; hüküm, davacı Hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece, dava konusu taşınmazın davacı Hazinenin dayandığı Ağustos 1332 gün ve Il sayılı mahlulat kaydının kapsamı dışında kaldığı, davalının zilyetliğinin tesbit gününe kadar kazandırıcı süreye ulaştığı gerekçe gösterilerek hüküm kurulmuş ise de yapılan araştırma, inceleme ve uygulama hüküm kurulması için yeterli değildir. Hazinenin dayandığı mahlulat kaydı 4800 dönüm yüzölçümünde olup sınırları kaydında gösterilmiştir. Bu kayıt, edinmesini de gösterir biçimde Tapu Sicil Müdürlüğü ile Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’nden ayrı ayrı getirtilmemiştir.
Komşu parsellerin kadastro tutanak ve dayanakları, tutanak özetleri getirtilmiş ise de tutanakların onaylı suretleri, dava konusu iseler dava dosyaları getirtilip incelenmemiştir. 4800 dönüm yüzölçümündeki mahlulat kaydının kapsamı açık ve seçik biçimde belirlenmemiştir.
Mahlulat; eski hukukumuzda miri arazinin, Hazinece kişilere tapuyla tefvizinden sonra aynı arazinin tekrar Hazineye geçmesini ifade eder. Mahlul arazinin tekrar Hazineye geçmesi, taşınmazın kişilere tefvizinden sonra aynı taşınmazın mutasarrıfının mirasçı bırakmadan ölmesi ya da arazinin muayyen süre ile özürsüz olarak kullanılmaması gibi sebeplerle olabilir. Arazi Kanunnamesinin 78. maddesi uyarınca, miri arazi koşullarının varlığı halinde, zilyetlik yoluyla mülk edinilebilir.
Kişinin mirasçı bırakmadan ölmesi halinde ise mirası Hazineye intikal eder. 3402 sayılı Kadastro Kanununun 18/2. maddesi uyarınca Hazineye intikal eden malların zilyetlik yoluyla kazanılması mümkün değildir. Bu durumda, öncelikle Hazinenin dayandığı Ağustos 1332 gün ve 11 sayılı mahlulat kaydı ve varsa dayanakları kayıtlar tüm özelliklerini ve mahluliyet nedenini gösterir biçimde getirtilmeli, dava konusu taşınmazı dıştan çevreleyen taşınmazlara ait kadastro tutanak ve dayanakları kayıtlarının, dava konusu iseler dava dosyalarının getirtilmesi ve bunların birleşik haritası yaptırılmak suretiyle yaşlı ve tarafsız bilirkişi aracılığı ile mahlulat kaydı usulüne uygun olarak uygulanmalı, keşfi izlemeye olanak verecek biçimde harita tanzim ettirilmeli, bu biçimde yapılacak keşif ve araştırma sonucuna taşınmazın Hazinenin dayandığı kaydın kapsamında kalması halinde yukardaki ilkeler, Arazi Kanunnamesi ve 3402 sayılı Kadastro Kanununun hükümleri gözönüne alınmak suretiyle taşınmazın hukuki durumu değerlendirilmeli, taşınmaz kaydın kapsamı dışında kalması halinde davalının savunması gözönüne alınarak sonucuna göre bir karar verilmelidir.
SONUÇ: Mahkemece, bu biçimde araştırma yapılmadan hüküm kurulması isabetsiz, davacı Hazinenin temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün (BOZULMASINA), 21.1.1994 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/2498 K: 2003/2985 T.17.10.2003
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1999/1266 K: 1999/1660 T:5.4.1999
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1996/6780 K: 1996/9067 T: 11.11.1996
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1990/14189 K: 1993/5595 T: 24.5.1993
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 1994/15258 K: 1994/926 T: 31.1.1994
Kadastrosu yapılacak ve daha önce tapulama veya kadastrosu tamamlanmış olan yerlerde 766 s. Tapulama Kanunu’nun 37. maddesi veya 4753 s. Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu uyarınca Hazine adına kaydedilen taşınmaz malların, 3402 s. Kadastro Kanunu hükümlerine göre doğan iktisap koşullarına dayalı olarak zilyetleri adına tescili mümkünse de daha önce kadastrosu yapılan yerlerde, ilgililerin talep ve dava hakkı, 3402 s. Kadastro Kanunu’nun yürürlüğe girmesi tarihinden itibaren 2 yıl geçmekle düşer.
Davacı tarafından davalı aleyhine açılan davada, mahkemece verilen karar süresinde temyiz edilmekle; dosya incelendi, gereği görüşülüp düşünüldü:
KARAR: 12 Mayıs 1966 tarihinde yürürlüğe giren Tapulama Yasasının 37. maddesi; “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu hükümlerine göre Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunup kamu hizmetlerine tahsis olunmayan taşlık ve delicelik araziden 27.3.1950 tarihinden önce masraf ve emek sarfı ile bağ, bahçe, meyvelik, zeytinlik veya tarla haline getirilmek suretiyle ihya edilmiş gayrimenkuller Hazine adına tesbit ve tescil olunur. İhya edenlerle kanuni ve akdi halefleri tutanakta ve kütüğün beyanlar hanesinde gösterilir…” hükmünü getirmiştir. Bu tarihlerde imar-ihya ile taşınmaz edinme imkanı olmadığı için yasakoyucu kişilerin bu şekilde yapmış oldukları çalışmaları değerlendirmek, ilerde çıkması muhtemel yasalarla kendilerine tanınacak haklarda ispat kolaylığı sağlamak yönünden bu imkanı getirmiştir. Nitekim, 766 sayılı Tapulama Yasasını yürürlükten kaldıran ve 9.10.1987 tarihinde yürürlüğe giren 3402 sayılı Kadastro Yasası, bu kişilere taşınmazın mülkiyetini edinme imkanı tanımıştır. Adı geçen Yasanın, Hazine adına kayıtlı taşınmaz mallarda iktisap başlıklı 46. maddesi; “kadastrosu yapılacak veya daha önce tapulama veya kadastrosu tamamlanmış bulunan yerlerde 766 sayılı Kanunun 37. maddesi veya 4753 sayılı Kanun ile ek ve tadilleri uyarınca Hazine adına kaydedilen taşınmaz mallar bu kanun hükümlerine göre doğan iktisap şartlarına istinaden zilyetleri adına tesbit ve tescil olunur…) şeklinde olup, aynı maddenin son fıkrası; “ilgililerin daha önce kadastrosu yapılan yerlerde bu maddeye dayanan talep ve dava hakkı, bu kanunun yürürlüğe girmesi tarihinden itibaren 2 yıl geçmekle düşer” demek suretiyle, kişilerin kişisel haklarını kullanmalarını bir süre ile kısıtlamıştır. Bu iki yıllık süre sükutu hak süresi olup bundan sonra kullanılması imkanı yoktur. Bu durum yasanın amacına da uygundur. Çünkü, bilindiği üzere Kadastro Yasası bir tasfiye yasasıdır. Bu şartlar altında bu şerhin davalıya sağlayacağı bir fayda ve menfaat yoktur. Bu şerhin mahkeme kararı ile konmuş olması da neticeye etkili değildir.
Davaya konu 158 parsel, davalı tarafından 1950 yılından önce ihya edilmiş, tapulamada beyanlar hanesine şerh verilmiş, 1977 yılında Hazine adına kayıt olunmuştur. 3402 sayılı Yasanın 46. maddesindeki iki yıllık sükutu hak süresi 9.10.1989 tarihinde son bulmuştur. Bu durumda, dava konusu şerhin davalıya sağlayacağı bir menfaat ya da bir hak yoktur. Diğer bir anlatımla, davalının taşınmazın mülkiyetini kazanma imkanı kalmamıştır. Arzın tabii sahibinin Hazine olduğunda kuşku yoktur. Hazineye ait mülkiyet hakkının davalı tarafından iktisabı mümkün olmadığına göre kullanılması olanağı kalmayan kişisel hak sağlayan şerhin tapu kaydından silinmesini istemesi davacı Hazinenin mülkiyet hakkının gereğidir. Ayrıca taşınmazın rayiç fiyattan değerlendirilmesi yönünden menfaati de vardır.
Öte yandan, aynı hakla kullanılma imkanı kalmayan, bu nedenle hukuken hak olma niteliğini yitirmiş kişisel hakkın çatışması halinde, aynı hakkın üstün tutulacağı şüphesizdir.
SONUÇ: Bu açıklamalar sebebiyle davacı Hazinenin davasının kabulü gerekirken yanılgılı değerlendirme ile reddi doğru değildir. Hazinenin temyiz itirazı yerindedir. Kabulüyle hükmün açıklanan nedenden ötürü HUMK: nun 428. maddesi uyarınca (BOZULMASINA), peşin alınan harcın temyiz edene geri verilmesine, 31.1.1994 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2003/9098 K: 2003/10113 T.2.10.2003
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2004/1272 K: 2004/3339 T: 27.4.2004
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 1996/7048 K: 1996/6932 T: 4.6.1996
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 1996/3309 K: 1996/4038 T: 4.4.1996
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1993/4985 K: 1993/12353 T: 22.11.1993
Tescil ilamı yoluyla oluşan tapu kayıtlarının krokisi olması gerektiğinden, kayıtların kapsamı krokiye göre belirlenmelidir.
Taraflar arasında kadastro tesbitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi istenilmekle; temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldı, inceleme raporu ve dosyadaki belgeler okundu, gereği görüşüldü:
KARAR: Kadastro sırasında; 113 ada, 9 parsel sayılı, 264.42 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz, 113 ada, 5 nolu parsele uygulanan tapu kaydı miktar fazlası olarak Hazine adına tesbit edilmiştir. Davacı S… tapu ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanarak dava açmıştır. Mahkemece; davanın kabulüne, dava konusu parselin davacı adına tapuya tesciline karar verilmiş; hüküm, davalı Hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Çekişmeli parsel, kadastro sırasında 113 ada, 5 sayılı parsele uygulanan tapu kaydının miktar fazlası olması nedeniyle Hazine adına tesbit edilmiştir. 5 sayılı parsele revizyon gören 31.8.1984 tarih ve 114 nolu tapu kaydının tescil ilamı ile oluştuğu çekişmeli parsel yönünü belediyeye ait boşluk olarak okuduğu anlaşılmaktadır. Tapu kaydının 13.4.1981 tarihinde ihdas olunduğu anlaşılmıştır. Tescil ilamı ile oluşan tapu kayıtlarının krokisi olması gerekir. 3402 sayılı Kadastro Kanununun 20/A maddesi gereğince, krokisi bulunan tapu kaydı kapsamının dayanağı olan krokiye göre belirlenmesi zorunludur. Tapu kaydı değişebilir sınırlı olup, kaydın ihdas tarihinden tesbit tarihine kadar 20 yıllık süre geçmediğine göre, kayıt miktar fazlası yönünden zilyetlikle iktisap şartlarının oluştuğu kabul edilemez. Hal böyle olunca tapu kaydının krokisi getirtilerek teknik bilirkişi aracılığı ile usulen mahalline uygulanmalı, kaydın revizyon gördüğü parsel ile çekişmeli parseli bir arada gösterir ve kayıt kapsamını belirtir şekilde teknik bilirkişiye kroki düzenlettirilerek sonucuna göre, karar verilmelidir.
SONUÇ: Eksik inceleme ile karar verilmesi isabetsiz olduğundan temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün (BOZULMASINA), 22.11.1993 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2019/5466 K: 2020/3510 T: 28.09.2020
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1996/1113 E: 1996/1050 T: 7.3.1996 3194/11
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1995/4292 K: 1995/5545 T: 21.9.1995
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1995/479 K: 1995/1105 T: 6.2.1995 3402/18
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1995/4109 K: 1995/5195 T: 14.9.1995
Kural olarak, tapulu taşınmazın tapu dışı satımı geçersizdir. Ancak 3402 s. Kadastro Kanunu’nun 13/B-b maddesinde öngörülen şartlar mevcut ise, tapu dışı satıma geçerlik tanınmıştır. Bu şartlardan biri de, tapu dışı satıma dayanan zilyedin, zilyetliğinin tapu dışı satım tarihinden, tespit tarihine kadar 10 yıl çekişmesiz sürmüş olmasıdır.
Taraflar arasındaki kadastro tesbitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi süresinde duruşmalı olarak istenmiştir. Yargıtay duruşması için gerekli tebligat giderleri ödenmediğinden, duruşma isteminin bu yönden reddiyle incelemenin evrak üzerinde yapılmasına karar verildi, inceleme raporu ve dosyadaki belgeler okundu, gereği görüşüldü:
KARAR: Kadastro sırasında, 676 ada, 33 parsel sayılı 1942.47 m2 yüzölçümündeki taşınmaz, tapu kaydı nedeniyle M… B… ve M… Ç… adlarına tesbit edilmiş ve üzerindeki ağaçların M…’ye ait olduğu tutanağın beyanlar hanesinde gösterilmiştir. Davacı M…, yasal süresi içinde taşınmazı satın aldığına ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanarak dava açmıştır. M… B… ve M… Ç…’nin muhdesatın da kendilerine ait olduğuna ve Hazine vekilinin taşınmazın Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olduğuna dayanarak açtıkları davalar birleştirilmiştir. Mahkemece yapılan yargılama sonunda davacılar Hazine, M… Ç… ve M… B…’nin davalarının reddine, davacı M…’nin davasının kabulüne dava konusu parselin M… adına tapuya tesciline, taşınmaz üzerindeki muhdesatın da adına beyanlar hanesinde gösterilmesine karar verilmiş; hüküm davalılar (M.B.) ve (M.Ç.) vekilleri ile davacı Hazine vekili tarafından temyiz edilmiştir.
1 – Çekişmeli parselin 1970 yılında tescil ilamı ile oluşan tapu kaydı kapsamında kaldığı, mahkemece toplanan ve doğru olarak değerlendirilen delillerle saptanmıştır. Bu nedenle davacı Hazinenin yerinde görülmeyen bütün temyiz itirazlarının (REDDİNE).
2 – Davacı ve davalı M… B… ve M… Ç…’nin temyiz itirazlarına gelince; mahkemece tapu dışı satıma değer verilerek hüküm kurulmuş ise de, yapılan uygulama dosya kapsamına uygun bulunmamaktadır. Tapu dışı satım 1984 tarihinde, kadastro tesbiti ise 1988 yılında yapılmıştır. Tapu dışı satım tarihinden tesbit tarihine kadar on yıllık süre geçmediğine göre, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/B-b maddesinde öngörülen şart gerçekleşmediğinden, tapu dışı satıma değer verilemez. Öte yandan, taşınmaz üzerindeki ağaçların 20-25 yaşlarında olduğu, satış tarihinden önce kayıt malikleri tarafından dikildiği, ağaçların tapu dışı satın almaya dayanan kişi tarafından dikilmediği dosya kapsamı ile sabittir. Bu nedenle, muhdesatın kayıt maliklerine ait olduğunun kabulü gerekir. Hal böyle olunca; M… tarafından açılan davanın reddine, M… B… ve M… Ç… tarafından açılan davanın kabulü ile tutanağın beyanlar hanesindeki şerhin de kaldırılması suretiyle taşınmazın payları oranında adlarına tesciline karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde hüküm kurulması yerinde değildir. Kabule göre de; Medeni Kanunun 619. maddesi hükmü gözönünde tutulmaksızın lehine tescil kararı verilen kişiler adına ayrıca muhdesat gösterilmesi yasaya uygun değildir.
SONUÇ: Bu nedenlerle usul ve yasaya aykırı bulunan hükmün (BOZULMASINA), 14.9.1995 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2019/5466 K: 2020/3510 T: 28.09.2020
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1996/1113 E: 1996/1050 T: 7.3.1996 3194/11
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1995/4292 K: 1995/5545 T: 21.9.1995
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1995/479 K: 1995/1105 T: 6.2.1995 3402/18
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1995/4191 K: 1995/5207 T: 14.9.1995
Taşınmaz üzerinde kadastro tespitinden önce oluşturulan muhdesat bulunduğu dosya kapsamı ile sabit olduğu takdirde, mahkemece muhdesat hususunda hüküm verilmesi gerekir.
Taraflar arasındaki kadastro tesbitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi istenilmekle; temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldı, inceleme raporu ve dosyadaki belgeler okundu, gereği görüşüldü:
KARAR: Kadastro sırasında 100 parsel sayılı 1710 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz vergi kaydı, irsen intikal, taksim, kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği nedeniyle M… ve müşterekleri adlarına, 153 parsel sayılı 592.50 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz aynı nedenlerle M… adına tesbit edilmiştir. İtirazı, kadastro komisyonunda reddedilen davacılar müşterek murise dayanarak dava açmıştır. Mahkemece yapılan yargılama sonunda davanın 153 parsel yönünden reddine, 100 parsel yönünden kabulüne, dava konusu 153 sayılı parselin Hazine adına, 100 sayılı parselin hisseleri nispetinde davacılar ile tesbit malikleri adlarına tapuya tesciline karar verilmiş; hüküm, davalılardan M… mirasçılarından G… ve müşterekleri vekili tarafından temyiz edilmiştir.
1 – Dosya içeriğine, taşınmazın kök miras bırakan H…’den kaldığı terekesinin paylaşılmadığı toplanan ve doğru olarak değerlendirilen delillerle saptandığına göre, yerinde olmayan temyiz itirazlarının reddi ile 100 sayılı parsele ilişkin hükmün (ONANMASINA).
2 – Davalı G… ve arkadaşlarının 153 sayılı parsele ilişkin temyiz itirazlarına gelince; mahkemece toplanan ve doğru olarak değerlendirilen delillere göre sair temyiz itirazları yerinde değildir. Ancak, taşınmaz üzerinde kadastro tesbitinden önce oluşturulan muhdesat bulunduğu dosya kapsamı ile sabit olduğu halde, mahkemece muhdesat hususunda hüküm kurulmamıştır. 3402 sayılı Kadastro Kanununun 19/2. maddesi uyarınca, taşınmaz üzerinde malikinden başka bir kimseye veya paydaşlarından birine ait muhdesat mevcut ise; bunun sahibi, cinsi, ihdas tarihi ve iktisap sebebi belirtilerek tutanağın veya kütüğün beyanlar hanesinde gösterileceği hükme bağlanmıştır. Hal böyle olunca, mahkemece muhdesat yönünden araştırma ve inceleme yapılarak hüküm kurulması gerekirken, bu hususun kararda tartışılmaması ve bu yönden hüküm kurulmaması isabetli bulunmamaktadır.
SONUÇ: Temyiz itirazlarının bu nedenle kabulü ile hükmün (BOZULMASINA), 14.9.1995 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1989/4849 K: 1990/4192 T: 29.3.1990
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1996/1152 K: 1996/1261 T: 14.3.1996
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1996/744 K: 1996/604 T: 8.2.1996
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1995/4920 K: 1995/5284 T: 14.9.1995
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1995/4920 K: 1995/5284 T: 14.9.1995
Çekişmeli taşınmazın bulunduğu bölgede, kadastro tespit tarihi itibarıyla kesinleşmiş bir orman kadastrosu bulunmadığı, orman tahdit ve sınırlaması yapılmadığı takdirde, taşınmazın bulunduğu bölgenin orman sayılan yerlerden olup olmadığı, uzman orman mühendisi veya mühendisler kurulundan alınacak olan zemine uygun resmi kayıtlara ve bilimsel verilere dayalı rapora göre belirlenir. Vergi kaydının 3402 s. Kadastro Kanunu’nun 14. maddesinin son fıkrasında belirtilen zilyetlik belgesi olarak kabul edilebilmesi için sınırlamanın belirgin ve ilgili taşınmaza uyarlanabilir olması gerekir.
Taraflar arasındaki kadastro tesbitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi istenilmekle; temyiz isteminin süresinde olduğu anlaşıldı, inceleme raporu ve dosyadaki belgeler okundu, gereği görüşüldü:
KARAR: Kadastro sırasında 124 ada 277 parsel sayılı 1176.72 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz aynı ada 30 sayılı parsel, miktar fazlalığı nedeniyle Hazine adına tesbit edilmiştir. Davacı H… ve H… irsen intikal ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanarak dava açmıştır. Mahkemece davanın kabulüne ve dava konusu parselin davacılar adına tapuya tesciline karar verilmiş; hüküm, davalı Hazine vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece çekişmeli taşınmazın tarım arazisi niteliğinde bulunduğu, dayanılan vergi kaydının taşınmazı kapsadığı ve zilyetlikle mülk edinme şartlarının davacı taraf yararına gerçekleştiği kabul edilmek suretiyle hüküm kurulmuş ise de; yapılan araştırma, inceleme ve uygulama karar için yeterli bulunmamaktadır. Çekişmeli taşınmazın bulunduğu bölgede kadastro tesbit tarihi itibariyle kesinleşmiş bir orman kadastrosunun bulunmadığı ve parselin Devlet ormanına bitişik olduğu dosya kapsamından anlaşılmaktadır.
Orman tahdit ve sınırlamasının yapılmadığı bölgelerde bir yerin orman sayılan yerlerden olup olmadığı uzman orman mühendisi veya mühendisler kurulundan alınacak rapora göre belirlenir. Bilirkişi raporunun zemine uygun resmi kayıtlara ve bilimsel verilere dayalı olması gerekir. Mahkemece hükme dayanak yapılan bilirkişi raporunun belirtilen özellikleri taşımadığı açıktır. Böyle bir rapora dayanılarak hüküm kurulması isabetli değildir.
Ayrıca, davacı taraf 1981 tarihli vergi kaydına dayanmıştır. Kayda değer verilebilmesi için kaydın; taşınmazın mevkiini, miktarını, malikini ve hudutlarını belirtmesi gerekir. Hudutları ihtiva etmeyen kayda değer verilmesi ve böyle bir kaydın miktarı da aşılmak suretiyle taşınmazı kapsadığının kabul edilmesi mümkün değildir.
Bunun dışında, taşınmazın niteliğinin ve üzerindeki zilyetliğin süresinin belirlenmesinde komşu parsel tutanak ve dayanaklarından yararlanılmamış olması da usule aykırıdır. Bu tür eksik ve yetersiz soruşturmaya dayanılarak hüküm kurulamaz. Doğru sonuca varılabilmesi için taşınmazın bulunduğu bölge ile ilgili amenajman ve memleket haritası ile halen kesinleşmemiş bulunan orman tahdit harita ve mazbataları, davacı tarafın dayanağını oluşturan vergi kaydı (varsa hudutlarını ihtiva edecek şekilde), tüm komşu parsellerin tutanak ve dayanağını oluşturan belgeler getirtilip dosya ikmal edildikten sonra mahallinde uzman orman mühendisi veya mühendisler kurulu aracılığı ile keşif icra olunmalıdır.
Taşınmazın başında icra edilecek keşif sırasında amenajman haritası ile memleket haritası, halen kesinleşmemiş bulunan orman tahdit harita ve mazbataları, dayanılan vergi kaydı ayrı ayrı uygulanıp kapsamları belirlenmeli, orman mühendisi veya mühendisler kurulundan taşınmazın orman sayılan yerlerden olup olmadığını belirtir ayrıntılı ve gerekçeli rapor alınmalı, bilirkişi raporunun daha önceki raporlara veya resmi kayıtlara aykırı düşmesi halinde bu aykırılığın nedeni üzerinde durulup giderilmesine çalışılmalıdır.
Taşınmazın başında dinlenecek yerel bilirkişi ve tanıklardan arazinin niteliği, intikali ve tasarrufu hususunda maddi olaylara dayalı ayrıntılı bilgi alınmalı, bu bilgilerin kayıtlara uygunluğu komşu parsel tutanak ve dayanakları ile denetlenmelidir. Beraberde götürülecek teknik bilirkişiye uygulanan kayıtların kapsamını belirtir ve keşfi takibe imkan verir kroki düzenlettirilmeli, yargılama sırasında toplanan delillerin tutanağın edinme sebebi sütunundaki beyanlara aykırı düşmesi halinde tesbit bilirkişileri tanık sıfatı ile dinlenip aykırılığın giderilmesine çalışılmalı, bundan sonra tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna göre karar verilmelidir.
SONUÇ: Mahkemece, belirtilen şekilde araştırma ve inceleme yapılmadan hüküm kurulması isabetsiz olduğu gibi 3402 sayılı Kadastro Kanununun 14. maddesindeki sınırlamayla ilgili olarak soruşturma yapılmamış bulunması da usul ve yasaya aykırı, temyiz itirazları bu nedenle de yerinde bulunduğundan kabulü ile hükmün (BOZULMASINA), 14.9.1995 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1989/4849 K: 1990/4192 T: 29.3.1990
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1996/1152 K: 1996/1261 T: 14.3.1996
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1996/744 K: 1996/604 T: 8.2.1996
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1995/4191 K: 1995/5207 T: 14.9.1995
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1995/4292 K: 1995/5545 T: 21.9.1995
Kadastro sırasında, taşınmaz, uygulanan tapu kaydı miktar fazlası nedeniyle davalı Hazine adına tespit edilip, tespite karşı itirazı kadastro komisyonunda reddedilen davacılar, taşınmazın tapu kayıtları kapsamında kaldığını ileri sürüp dava açtığı takdirde; mahkemece, kök tapu ve ifraz kayıtlarının kapsamı, komşu parsellere ait tutanak suretleri ile belirlenmeli, bilirkişi, tanık, keşif yardımıyla tüm parsellerin miktarının tespite uygunluğu belirlenip, miktar fazlası bulunup bulunmadığı tespit edilmeli ve tüm deliller değerlendirilip hüküm verilmelidir.
Taraflar arasındaki kadastro tesbitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi istenilmekle; temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldı, inceleme raporu ve dosyadaki belgeler okundu, gereği görüşüldü:
KARAR: Kadastro sırasında 449 ada 6 parsel sayılı 71.528.73 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz, 449 ada 7 parsele uygulanan tapu kaydı miktar fazlası nedeniyle davalı Hazine adına tesbit edilmiştir. İtirazı, kadastro komisyonunda reddedilen davacılar, taşınmazın tapu kayıtları kapsamında kaldığına dayanarak dava açmıştır. Mahkemece yapılan yargılama sonunda davanın reddine, çekişmeli parselin davalı Hazine adına tesciline, Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararı gereğince işgal konusunda karar alınmasına yer olmadığına karar verilmiş; hüküm, davacı İ… ve müşterekleri vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece yapılan araştırma, inceleme ve uygulama hükme yeterli değildir. Tesbite esas olan Temmuz 1339 tarih, 23 nolu tapu kaydının ihdasına ilişkin kayıt Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü Arşiv Dairesi Başkanlığı’ndan getirtilmiş, kaydın ihdasından sonra mevki, miktar ve hudutlarında değişiklik olup olmadığı belirlenmemiştir. Ayrıca, davacıların dayandıkları 16.6.1948 tarih, 17 numaralı tapu kaydının ihdasına ilişkin belgeler Tapu Sicil Müdürlüğünden getirtilmemiş, kaydın ihdasında krokisi bulunup bulunmadığı sorulmamış, tapu kaydının ifrazına ilişkin krokiler olup olmadığı araştırılmamış, dayanak tapu kaydının ifrazdan önceki kapsadığı alan ile ifraz sırasında kapsadığı alanlar ayrı ayrı saptanarak, teknik bilirkişiye krokide işaret ettirilmemiş, gerek kök tapu kaydının ve gerekse ifraz kayıtlarının kapsadığı taşınmazların çevresinde bulunan tüm komşu parsellere ait tutanak suretleri ve dayanakları getirtilerek ve mahalline uygulanarak bilirkişi ve tanık sözleri denetlenmemiş, teknik bilirkişiye kayıt uygulamalarını gösterir, keşfi ve uygulamayı izlemeye olanak verir biçimde kroki düzenlettirilmemiştir. Hal böyle olunca, kayıtların kapsamları sınırlarının niteliğine göre doğru olarak belirlenmeli, gerek tapu kayıtlarının ifrazdan önceki ve gerekse ifrazdan sonraki durumları gözetilerek ve kadastro sırasında kayıtların revizyon gördüğü tüm parsellerin miktarları saptanarak tesbitlerin kayıt miktarlarına uygun bulunup bulunmadığı ve miktar fazlası bulunup bulunmadığı tesbit olunmalı ve kayıt kapsamı dışında kalan taşınmazların zilyetlikle iktisaba elverişli olup olmadığı üzerinde durulmalı, taşınmazın öncesinin kime ait bulunduğu, kimden kime kaldığı, nasıl ve ne şekilde kullanıldığı, taşınmazın kullanımının ekonomik amaca uygun bulunup bulunmadığı konusunda yerel bilirkişiler ile tanıklardan olaylara dayalı ayrıntılı ve gerekçeli bilgi alınmalı, tesbit bilirkişileri de tanık sıfatıyla dinlenilmeli, kanalın yapıldığı 1975 tarihinden önceki kullanım durumu doğru olarak belirlenerek ve tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna göre karar verilmelidir.
SONUÇ: Temyiz itirazlarının bu nedenlerle kabulü ile hükmün (BOZULMASINA), 21.9.1995 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2000/2634 E: 2000/2552 T: 12.6.2000
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1996/70 K: 1996/1 T: 22.1.1996
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1990/5248 K: 1991/8 T: 8.1.1991
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1995/4294 K: 1995/5547 T: 21.9.1995
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1995/5310 K: 1995/13494 T: 27.11.1995
Mahkemece birden çok keşif kararı verilmiş ve davacı son keşif kararından önce bu konuyla ilgili ara kararında belirtilen keşif giderlerini de yatırmıştır. O halde, esasen mahallinde keşif için zorunlu olan işlemler mahkemece yerine getirilmediğinden, son keşifte öngörülen keşif avans farkının yatırılmaması gerekçe gösterilerek davanın reddi, usul ve yasaya aykırıdır.
Taraflar arasındaki kadastro tesbitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi istenilmekle, temyiz isteğinin yasal süresinde olduğu anlaşıldı. Tetkik raporu ve dosyadaki belgeler okundu, gereği görüşüldü:
KARAR: Kadastro sırasında 941 parsel sayılı 104 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz satın almaya ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanılarak yarı payı A… G…, geriye kalan yarı payının ise miras hakkına, kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanılarak E: .. G… mirasçıları Ş… G…, Z… K: .., A… T:.., K: .. G…, S… G…, F… B… adlarına payları oranında 940 parsel sayılı 601 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz ise vergi kaydına, miras hakkına ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanılarak İ… K: .. adına tesbit edilmiştir. A… G… 941 parselin tesbit sırasında yüzölçümünün az yazıldığını bir kısım yerinin 940 sayılı parsel içinde kaldığını ileri sürerek bu kısmın iptali ile 941 sayılı parsele katılmasını istemiştir. Mahkemece davanın reddine dava konusu 940 sayılı parselin davalılar H… K: .. F… A…, M… K: .. ve S… B… adlarına tesciline karar verilmiş; hüküm davacı A… G… tarafından temyiz edilmiştir.
Dava 940 parsel sayılı taşınmazla ilgilidir. Sözü edilen parsel kadastro sırasında M… oğlu İ… K: .. adına tesbit edilmiştir. Dava ise H… K: .., F… A…, M… K: .. ve S… B… aleyhine açılmış, davacının gerekli keşif masraflarını verilen önel içinde yatırmadığı nedeniyle mevcut delillere göre karar verilmiştir. Ne var ki, mahkemece adı geçen davalıların İ… K: .. mirasçıları olup olmadığı belirlenmeden keşif kararı verilmesi isabetsiz olduğu gibi, yapılması öngörülen keşfin sağlıklı olması için keşif sırasında dinlenmesi gereken tanıklar ile bilirkişilere keşif yerinde hazır bulunmaları için davetiye çıkarılması zorunludur. Mahkemece taraflardan tanıkları istenmemiş ve dinlenecek bilirkişiler adına keşif günü mahallinde hazır bulunmaları için davetiye de çıkarılmamıştır. Diğer taraftan mahkemece birden ziyade keşif kararı verilmiş ve davacı son keşif kararından önce bu konuyla ilgili ara kararında belirtilen keşif giderlerini de yatırmıştır. O halde, esasen mahallinde keşif yapılması için zorunlu olan işlemler mahkemece yerine getirilmediğine göre, son keşifte öngörülen keşif avansı farkının yatırılmamasından dolayı davanın reddedilmesi doğru değildir.
SONUÇ: Temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün (BOZULMASINA), 27.11.1995 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2005/702 K: 2005/1016 T: 5.4.2005
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1997/1121 E: 1997/1216 T: 6.3.1997
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1992/1071 K: 1992/3932 T: 18.2.1992
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1991/2615 K: 1993/10265 T: 19.10.1993
Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1995/6773 K: 1995/6992 T: 27.11.1995
Tapu kaydı hukuki değerini yitirdikten sonra yapılan devir işlemi geçersiz olduğundan, bu tür bir işlemle sahip olduğu payı, gayrimenkul satış vaadi sözleşmesiyle satan davacının bedelin ödenmemesi nedeniyle açtığı davanın kabulü isabetsizdir.
Taraflar arasındaki tesbite itiraz davası üzerine yapılan yargılama sonunda, davanın kabulüne ilişkin verilen hüküm davacı ve davalılar tarafından süresi içinde temyiz edilmekle; dosya incelendi, gereği düşünüldü:
KARAR: Kadastro sırasında 803, 435, 494, 800, 972, 31 parsel sayılı 3400, 8500, 13000, 2500, 2750, 23744 metrekare yüzölçümündeki taşınmazlar tapu kaydı ile satış vaadi senedi ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği nedeniyle davalılar adlarına tesbit edilmiştir. İtirazı kadastro komisyonunda reddedilen A…, vaadedilen bedelin bir kısmının ödenmemesi nedeniyle, payına yönelik dava açmıştır. Mahkemece davanın kabulüne ve dava konusu parselin davacı ve davalılar adına paylı olarak tapuya tesciline karar verilmiş; hüküm, davacı ve davalılar tarafından temyiz edilmiştir.
Çekişmeli taşınmazlar iskanen 1933 yılında paylı olarak davacının babası H… R… oğlu İ… ve davacının büyük annesi H… ile müşterekleri adına tapuya tescil edilmiştir. 1/5 pay sahibi F… 1937’de, 2/5 pay sahibi İ… ise 1940’da ölmüşlerdir. Davacı, kendisine F… ve İ…’den kalan payları 1953 yılında noter satışı vaadi senediyle davalıya devir etmiştir. O zamandan beri davalı, taşınmaza nizasız, aralıksız malik gibi zilyettir. Ancak, davacı A… 1979 yılında miras bırakanların adına tapuda kayıtlı olan payları adına intikal etmiştir. Tapuda müşterek pay maliki ve davacının miras bırakanları F… 1937 ve İ… 1949 yılında öldüklerinden, 3402 sayılı Kadastro Yasasının 13/B-c ve Medeni Yasanın 639/2. maddelerinde gösterilen kazandırıcı zamanaşımı ile mülk edinme süresi geçtikten sonra intikal işleminin yapıldığı, tapu kaydındaki bu paylar yönünden de tapunun yasal değerini yitirdiği anlaşılmaktadır. Tapu kaydı yasal değerini yitirdikten sonra yapılan intikalin davacı yararına bir hak doğurmayacağı açıktır. O halde, davanın reddi gerekirken yazılı olduğu şekilde hüküm verilmesi doğru değildir.
SONUÇ: Davacı A…’nın temyiz isteminin reddine, davalıların temyiz istemlerinin kabulüne, hükmün açıklanan nedenlerden ötürü (BOZULMASINA) ve peşin alınan harcın istek halinde temyiz edene geri verilmesine, 27.11.1995 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1996/2945 K: 1996/3061 T: 10.6.1996
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1995/5343 K: 1995/7257 T: 7.12.1995
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1994/3839 K: 1994/5405 T: 14.6.1994
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1992/12920 K: 1993/1010 T: 8.2.1993
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1995/5481 K: 1995/13805 T: 1.12.1995
Taşınmaz üzerinde bulunduğu belirlenen ağaçların davacı tarafından yetiştirilmeyip, kendiliğinden yetiştiği tespit edilirse, tutanağın beyanlar hanesinde gösterilmeleri yasaya aykırılık oluşturur.
Taraflar arasındaki kadastro tesbitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi istenilmekle, temyiz isteğinin yasal süresinde olduğu anlaşıldı. Tetkik raporu ve dosyadaki belgeler okundu, gereği görüşüldü:
KARAR: Kadastro sırasında temyiz konusu 202 ada 22 parsel sayılı taşınmaz Hazine adına tesbit edilmiş ve üzerindeki Palamut ağaçları ayrı ayrı A… S… ve paydaşları adlarına tutanağın beyanlar hanesinde muhdesat olarak gösterilmiştir. Bu tesbite karşı davalı A… S… taşınmaz üzerinde 21 adet daha Palamut ağacı bulunduğunu, bu ağaçların miras bırakanından kaldığını ve 21 adet Palamut ağacının muhdesat olarak adına gösterilmesini ileri sürerek dava açmıştır. Mahkemece davanın kabulüne, 21 adet Palamut ağaçlarının davacı İ… oğlu A… S… adına tutanağın beyanlar hanesinde gösterilmesine; dava konusu taşınmazın 3402 sayılı Kadastro Kanununun 16/C maddesi hükmü uyarınca tapulama dışı bırakılmasına karar verilmiş, hüküm davalı Hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Tesbit sırasında taşınmaz üzerinde bulunan Palamut ağaçlarından 5 adedi davacı İ… oğlu A… S… adına, tutanağın beyanlar hanesinde gösterilmiş, davacı tutanağın beyanlar hanesinde gösterilen ağaçlardan gayrı taşınmaz üzerinde 21 adet daha Palamut ağacını dava konusu yapmış olup zemine yönelik herhangi bir davası bulunmamaktadır. Hal böyle olunca, kadastro tutanağı zemin yönünden kesinleşmiştir. Diğer taraftan davacı taşınmaz üzerinde mevcut bulunan tutanağın beyanlar hanesinde gösterilen ağaçlardan gayrı 21 adet daha Palamut ağacının bulunduğunu ileri sürmüş, istek mahkemece kabul edilmiştir. Muhdesat; yeniden meydana getirilmiş şey demektir. Diğer bir anlatımla, tesbiti yapılan taşınmaz üzerinde malikten başka bir kimseye veya paydaşlardan birine ait olan yapı ve tesisler ile bağ ve bahçe gibi dikilen şeyleri ifade eder. Muhdesat 3402 sayılı Kadastro Kanununun 19/2. maddesi hükmünde düzenlenmiştir. Somut olayda taşınmaz üzerinde bulunduğu belirlenen Meşe Palamutları kendiliğinden yetişmiş Palamut ağaçlarıdır. Dava konusu Palamut ağaçlarının davacı tarafından yetiştirilmediği, kendiliğinden yetiştiği dosya içeriğinden anlaşılmaktadır. Hal böyle olunca, 21 adet Palamut ağacının 3402 sayılı Kadastro Kanununun 19/2. maddesi hükmü gereğince tutanağın beyanlar hanesinde gösterilmesi yasaya aykırıdır. Kuşkusuz Hazinenin kadastro sırasında kesinleşen hususlar hakkında dava açma hakkı saklıdır.
SONUÇ: Hazinenin temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğu gibi kabule göre de zemine yönelik herhangi bir dava bulunmadığına göre kadastro tesbitinin zemin yönünden kesinleştiği gözardı edilerek 3402 sayılı Kadastro Kanununun 16/C maddesi hükmü gereğince tapulama dışı bırakılmasına karar verilmesi dahi isabetsiz, Hazinenin temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün (BOZULMASINA), 1.12.995 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2005/3898 K: 2005/3987 T.19.12.2005
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1996/7055 K: 1996/9414 T: 27.11.1996
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/2818 K: 2004/3070 T:11.3.2004
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1994/8860 E: 1995/7110 T: 20.6.1995
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1996/70 K: 1996/1 T: 22.1.1996
Bir taşınmazın tapuya tescili mümkün olmadığı halde; tapuya tescil edilmesi de, kamu tüzel kişileri tarafından satılması da hukuken bir değer taşımaz. Bu gibi durumlarda, M.K: 931. maddesi de uygulanmaz. Müdahil, tespitten sonra tapu dışı satıma dayanarak davaya katıldığından, davaya bakma görevi, genel mahkemelere aittir.
Taraflar arasındaki kadastro tesbitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi istenilmekle; temyiz isteminin süresinde olduğu anlaşıldı, inceleme raporu ve dosyadaki belgeler okundu, gereği görüşüldü:
KARAR: Kadastro sırasında çekişmeli parsel, Asliye Hukuk Mahkemesinde dava konusu olduğu nedeniyle malik hanesi açık bırakılmak suretiyle tesbit edilmiştir. Asliye Hukuk Mahkemesinde Hazine tarafından açılan tapu iptali ve elatmanın önlenmesi davası, görevsizlikle Kadastro Mahkemesine devredilmiştir. Yargılama sırasında M…, satın alma ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanarak davaya katılmıştır. Mahkemece yapılan yargılama sonunda, davanın kabulüne ve çekişmeli parselin müdahiller adına tesciline karar verilmiş; hüküm, davacı Hazine vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu taşınmazın da içinde bulunduğu 87 hektar 5000 metrekare miktarındaki alanın, 9.11.1964 tarihinde idari yoldan belediye adına tapuya bağlandığı, belediye tarafından çekişmeli parselin davalıya satıldığı ve taşınmazın tapu kaydı kapsamında kaldığı tartışmasızdır.
Taraflar arasındaki uyuşmazlığın özü, çekişmeli parselin de içinde bulunduğu alanın niteliği itibariyle tapuya tescili mümkün olan yerlerden olup olmadığı hususundadır. Bir taşınmazın tapuya tescili mümkün olmadığı halde, tapuya tescil edilmiş olması hukuki anlam ve değer taşımaz. Bu gibi yerlerin kamu tüzel kişileri tarafından satılması da hukuken sonuç doğurmaz.
Bu gibi durumlarda Medeni Kanunun 931. maddesinin uygulanması da mümkün değildir. Mahkemece, taşınmazın kıyı kenar çizgisi dışında kaldığı belirtilerek ve tapu kaydına değer verilerek hüküm kurulmuş ise de, yapılan araştırma, inceleme ve uygulama hükme yeterli değildir.
3621 sayılı Kıyı Kanununun 4/2. maddesinde, kıyı kenar çizgisi tanımlanmıştır. Anılan Kanunun 9. maddesinde, kıyı kenar çizgisinin tesbiti görevi Valiliklere verilmiştir. Mahkemece, İdare tarafından kıyı kenar çizgisinin belirlenip belirlenmediği sorulmamıştır. Kıyı kenar çizgisi İdare tarafından belirlenmiş ise, uzman bilirkişiler aracılığıyla mahalline uygulanmalı ve bilirkişilere denetime elverişli biçimde kroki düzenlettirilmelidir. İdare tarafından kıyı kenar çizgisi belirlenmemiş ise, mahkemece üç kişilik jeolog bilirkişi kurulu aracılığı ile keşif yapılarak, kıyı kenar çizgisi saptanmalıdır.
Taşınmazın öncesinin “kumluk alan” olduğu, 1994/327 esas sayılı dosyaya ibraz edilen bilirkişi kurulu raporunda açıklanmıştır. Mahkemece bu rapor üzerinde durulmamış, raporların çeliştiği dikkate alınmamış, raporlar arasındaki çelişkinin giderilmesine çalışılmamıştır. Bu alanın Kıyı Kanununun 4/2. maddesi gereğince denizin etkisi ile oluşup oluşmadığı araştırılmalı, arazinin niteliği, toprak yapısı konusunda jeolog bilirkişiler ile ziraatçi bilirkişilerden ayrıntılı ve gerekçeli bilgi alınmalı, kumsal alanların özel mülkiyete konu olamayacağı düşünülmeli, tüm deliller toplanarak ve birlikte değerlendirilerek sonucuna göre karar verilmelidir. Eksik inceleme ile hüküm kurulması isabetsizdir.
Hazine tarafından, belediye aleyhine kök tapu kaydının ve gerekse bu kaydın ifrazı suretiyle oluşan tapu kayıtlarının iptali için Genel Mahkemede dava açıldığı ve bu davaların kadastro girmesi nedeniyle Kadastro Mahkemesine aktarıldığı belirlenmiştir. Davaların aynı nitelikte ve dayanaklarının da aynı olduğu ve verilecek kararın birbirine etkili olacağı açıktır. Yargılamanın doğru, ucuz ve çabuk gerçekleştirilmesi için belediye tarafından oluşturulan kök tapu kaydı kapsamında kalan tüm davaların birleştirilerek uyuşmazlığın çözümlenmesi zorunludur. Bu itibarla mahkemece, davaların ayrı ayrı görülmesi de doğru değildir.
Müdahilin, tesbitten sonra doğan hakka ilişkin tapu dışı satıma dayanarak davaya katıldığı ve mahkemece müdahil hakkında esastan hüküm kurulduğu anlaşılmıştır. 3402 sayılı Kanunun 26/d maddesi uyarınca, tesbitten sonra doğan haklara ilişkin uyuşmazlıklara bakma görevi Genel Mahkemelere aittir. Bunun tek istisnası, anılan Kanunun 40. maddesinde belirtilen tesbitten sonra tapu ile satın alma durumudur. Mahkemelerin görevi kamu düzenine ilişkin olup, bu hususun re’sen dikkate alınması gerekir. Müdahilin istemi yönünden görevsizlik kararı verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması isabetsizdir.
SONUÇ: Temyiz itirazlarının bu nedenlerle kabulü ile hükmün (BOZULMASINA), 22.1.1996 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2000/2634 E: 2000/2552 T: 12.6.2000
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1990/5248 K: 1991/8 T: 8.1.1991
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1994/1349 K: 1994/6559 T: 20.6.1994
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1995/4294 K: 1995/5547 T: 21.9.1995
Yargıtay 2. Hukuk Dairesi E: 1995/14125 K: 1996/1120 T: 1.2.1996
Veraset ilamı verilmesi görevi sulh hukuk mahkemelerine ait olmasına rağmen, kadastroya veya kadastro ile ilgili verasete ait uyuşmazlıkları çözme görevi kadastro mahkemelerine de verilmiştir. Ancak kadastro ile ilgili bir işlem bulunmadığı takdirde, kadastro davalarına bakmaya yetkili asliye hakimi, veraset ilamına ilişkin davaya bakamaz.
Yukarıda tarihi, numarası, konusu ve tarafları gösterilen hükmün; Dairenin 21.9.1995 gün ve 7310/9149 sayılı ilamiyle bozulmasına karar verilmişti. Adı geçen Dairemiz kararının düzeltilmesi istenilmekle, evrak okundu, gereği görüşülüp düşünüldü.
KARAR: Mahkemelerin görevi kamu düzeni ile ilgili olup yargılamanın her safhasında kendiliğinden nazara alınır. Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 8/7. madde ve fıkrası gereğince mirascılık belgesi verilmesi görevi sulh hukuk mahkemelerine aittir. İstisnai olarak 3402 sayılı Yasanın 25. maddesi gereğince kadastroya veya kadastro ile ilgili verasete ait uyumsuzlukları çözme görevi kadastro mahkemelerine de verilmiştir.
Dava tarihinde de mirascılık belgesi verilmesi ve iptali ile ilgili davalara bakma görevi Sulh Hukuk Mahkemesine aittir. Mahkemece kadastro davalarına bakmakla ilgili görev yazısına ilişkin belge dosyada bulunmadığı gibi uyuşmazlığın kadastroya veya kadastro ile ilgili verasete ait olduğu da belgelendirilmemiştir.
Mahkemece yapılacak iş davanın kadastroya ve kadastro ile ilgili verasete ait uyuşmazlıklara ait olduğunu gösteren dosya ve görev belgelerini celbetmek, uyuşmazlık ve kadastro ile ilgili bir dava yoksa dava dilekçesini görev yönünden reddetmekten ibarettir. Bu yön gözetilmeden ve ilgili dava ve belgeler celbedilmeden eksik inceleme araştırma ile ilgili yazılı şekilde hüküm kurulması bozmayı gerektirmiştir. Ne var ki ilk incelemede bu yön gözden kaçmış hüküm yazılı gerekçelerle bozulmuştur. Bu nedenle davalı vekilinin karar düzeltme isteğinin kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerle bozulmasına bozma nedenine göre sair hususların incelenmesine yer olmadığına karar verilmesi gerekmiştir.
SONUÇ: Davalı vekilinin karar düzeltme isteğinin kabulüne dairenin 21.9.995 tarih 7310-9149 sayılı kararının kaldırılmasına hükmün açıklanan gerekçelerle (BOZULMASINA), temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine oybirliğiyle karar verildi. 1.2.1996
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1996/7-704 K: 1997/6 T: 29.1.1997
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1999/1266 K: 1999/1660 T: 5.4.1999
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 2005/8796 K: 2005/9258 T:4.10.2005
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1996/9883 E: 1996/10218 T: 19.11.1996
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1996/571 K: 1996/434 T: 1.2.1996
Sulh anlaşmasına konu edilen tüm parseller hakkında, kadastro mahkemesinde usulüne uygun olarak açılmış bir dava olmadığından, mahkemenin görevi dışında kalan parseller yönünden, sulh anlaşmasını esas alarak hüküm kurması isabetsizdir.
Taraflar arasındaki kadastro tesbitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi istenilmekle; temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldı, inceleme raporu ve dosyadaki belgeler okundu, gereği görüşüldü:
KARAR: Kadastro sırasında, 390, 405 ve 407 parsel sayılı 2520, 2632 ve 800 metrekare yüzölçümündeki taşınmazlar, tapu kayıtları ve harici taksim nedeniyle davalı M… adına tesbit edilmiş, itirazı komisyonca reddedilen davacılar, miras paylarının adlarına tescili istemiyle dava açmışlardır. 392 parsel sayılı 288 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz; M…, 404 parsel sayılı 2248 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz ile 406 parsel sayılı 2272 metrekare yüzölçümündeki taşınmazlar A… mirasçıları olan taraflar adına miras paylarına göre tesbit edilmişler, anılan parsellerin tesbitleri itiraz edilmeksizin kesinleşmiş olmasına rağmen davacılar, kesinleşen parseller hakkında da diğer parsellerle birlikte dava açmışlardır. Taraflar dava dışı 401 ve 454 sayılı parselleri de içerir şekilde 27.9.1993 günlü keşifte sulh olmuşlar, sulhu F…’nin bu konuda yetkili olan vekili de 16.11.1995 günlü celsede kabul etmiştir. Mahkemece taraflar arasındaki sulh anlaşmasının tasdikinE:
1) 454 parsel sayılı 7248 metrekare yüzölçümündeki taşınmazın 8.10.1993 günlü krokiye göre (A) = 2000 metrekarelik bölümünün 1/3 payının E: .., 1/3 payının D…, 1/3 payının İ… adlarına tesciline, bakiye 5248 metrekarelik bölümünün 1/2 payının F…, 1/2 payının M… adına tesciline,
2) 200 metrekarelik bölümün sulanması için 401 sayılı parseldeki havuzun suyunun 2/7’sinin devamlı olarak davacılara verilmesine,
3) 407 sayılı parselin müştereken davacılar E: .., D… ve İ… adlarına tesciline,
4) 404 ve 406 sayılı parsellerin 1/4 payının E: .., 1/4 payının D…, 1/4 payının İ…, 1/4 payının F… adlarına tesciline,
5) 390, 392 ve 405 sayılı parsellerin davalı M… adına tesciline, 405 sayılı parsel üzerinde davacılar E: .., D… ve İ…’ye ölene kadar 1/2 intifa hakkının tanınmasına karar verilmiş; hüküm, davalı M… tarafından temyiz edilmiştir.
1 – Davaya konu 392, 404 ve 406 numaralı parsellerin süresinde dava açılmaması nedeniyle tutanaklarının kesinleştiği dosya kapsamından anlaşılmaktadır. Kesinleşen tutanaklara karşı açılan davalara bakma görevi Kadastro Mahkemesine ait olmayıp Genel Hukuk Mahkemelerine aittir. Mahkemece bu parseller yönünden görevsizlik kararı verilmesi gerekirken işin esasına girilip yazılı olduğu şekilde hüküm kurulması doğru değildir.
2 – Mahkemece hakkında hüküm kurulan 454 numaralı parsel kadastro tesbiti sırasında F… ve arkadaşları adına tesbit edilmiş ve tutanağı kesinleşmiştir. Anılan parselin tutanağı kesinleştiği ve davacılar tarafından da davaya konu edilmediği halde sulh anlaşması nedeniyle bu parselin tesbitinin iptali yönünde hüküm kurulması da yasaya aykırıdır.
3 – Davalının, davaya konu 390, 405 ve 407 numaralı parsellere ilişkin temyizine gelince; anılan parsellerin, tarafların kök murisi A…’ya ait iken, 1961 tarihinde ölümüyle mirascılarına intikal ettiği hususunda uyuşmazlık bulunmamaktadır. Taraflar arasındaki uyuşmazlık, murisin ölümünden sonra terekesinin taksim edilip edilmediği, taksim edilmişse hangi parselin kime isabet ettiği konusundadır. Mahkemece sulh anlaşması nazara alınmak suretiyle hüküm kurulmuş ise de, hükme esas alınan anlaşma 404 ve 406 numaralı parseller yönünden yeterince açık bulunmamaktadır. Ayrıca, anlaşmaya konu edilen tüm parseller hakkında Kadastro Mahkemesinde usulüne uygun olarak açılmış bir dava olmadığından, mahkemenin görevi dışında kalan parseller yönünden anlaşmayı esas alarak hüküm kurması mümkün bulunmamaktadır. Bu durumda mahkemece yapılacak iş, anlaşmayı ihtilafa yer vermeyecek şekilde açıklığa kavuşturup, anlaşmanın taraflarına Kadastro Mahkemesinin görevli olmadığı parseller yönünden ilgili Hukuk Mahkemesinde dava açmaları veya tapuda anlaşma uyarınca işlem yaptırmaları için süre tanıyıp, bu süre sonunda verilen mehil gereği yerine getirildiği takdirde görevli olduğu parseller yönünden anlaşma uyarınca hüküm kurmaktan ibarettir. Sulh anlaşması açıklığa kavuşturulmadığı veya verilen mehil gereği yerine getirilmediği takdirde taraflardan iddia ve savunmalar ile ilgili delilleri istenip, gerekli değerlendirme yapılıp sonucuna göre hüküm kurulmalıdır.
SONUÇ: Davalının temyiz itirazları (1), (2) ve (3) numaralı bentlerde yazılı nedenlerle yerinde bulunduğundan kabulüyle hükmün (BOZULMASINA), 1.2.1996 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2000/2634 E: 2000/2552 T: 12.6.2000
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1990/5248 K: 1991/8 T: 8.1.1991
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1994/1349 K: 1994/6559 T: 20.6.1994
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1995/4294 K: 1995/5547 T: 21.9.1995
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1996/744 K: 1996/604 T: 8.2.1996
Kadastro hakimi, görevsizlikle yerel mahkemeden aktarılan dava dosyası ile kadastro tutanaklarını birleştirmeli, taraf olabilme koşulu olan askı ilanlarını yaptırıp, ilan süresi bitiminde, davaya kaldığı yerden, kanundaki usul ve esaslar dahilinde devam ederek uyuşmazlığı çözmelidir. Genel mahkemeden aktarılan davaya konu olan taşınmazın kadastro sırasında birden çok parsel olarak tespit edilmesi halinde davalar ayrı ayrı görülmeyip, tüm parsellere ait bütün davaların birlikte görülmesi gereklidir.
Taraflar arasındaki kadastro tesbitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi istenilmekle; temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldı, inceleme raporu ve dosyadaki belgeler okundu, gereği görüşüldü:
KARAR: Kadastro sırasında 30 parsel sayılı 3265 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz Asliye Hukuk Mahkemesinde dava konusu olduğundan sözedilerek, malik hanesi açık bırakılmak suretiyle tesbit edilmiştir. Davacı tarafından A… ve diğer şahıslar aleyhine Asliye Hukuk Mahkemesinde açılan elatmanın önlenmesi davası davaya konu olan parsel hakkında tutanak düzenlenmiş olması nedeniyle Kadastro Mahkemesine aktarılmıştır. Hazine temsilcisi, taşınmazın Hazineye ait olduğuna dayanarak davaya katılmıştır. Kadastro Mahkemesinde çekişmeli parsel tutanakları ile dava dosyası birleştirilerek yapılan yargılama sonunda davanın kabulüne ve çekişmeli parselin davacı A… Belediye Başkanlığı Tüzel Kişiliği adına tesciline karar verilmiş; hüküm, davalı Hazine temsilcisi tarafından temyiz edilmiştir.
A… Belediyesi tarafından A… ve arkadaşları aleyhine Asliye Hukuk Mahkemesinde açılan elatmanın önlenmesi davası dava konusu taşınmazlar hakkında tutanak düzenlenmiş olması nedeniyle Kadastro Mahkemesine aktarılmıştır. 3402 sayılı Kadastro Kanununun 5. ve 27. maddeleri uyarınca, kadastro tutanakları ile dava dosyasının birleştirilerek ve Asliye Hukuk Mahkemesinden aktarılan davanın tüm taraflarının usulen davaya katılmaları sağlanarak uyuşmazlığın çözümlenmesi gerekir. Genel Mahkemeden aktarılan davaya konu olan taşınmazların kadastro sırasında birden ziyade parsel halinde tesbit edilmesi davaların ayrı ayrı görülmesini gerektirmez. Bir başka anlatımla, Asliye Hukuk Mahkemesindeki davanın kapsamına giren tüm parsellere ait bütün davaların birlikte görülmesi zorunludur. Mahkemece kanunun açık hükmüne rağmen tefrik kararı verilmesi isabetsiz olduğu gibi, usulen taraf teşkil edilmeksizin davaya bakılması ve davalıların karar başlığında gösterilmemesi, Hazine, müdahil davacı durumunda olduğu halde Hazine’nin davalı olarak gösterilmesi isabetsizdir.
SONUÇ: Temyiz itirazlarının bu nedenlerle kabulü ile hükmün (BOZULMASINA), bozma nedenine göre diğer yönlerin incelenmesine yer olmadığına, 8.2.1996 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2000/2634 E: 2000/2552 T: 12.6.2000
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1990/5248 K: 1991/8 T: 8.1.1991
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1994/1349 K: 1994/6559 T: 20.6.1994
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1995/4294 K: 1995/5547 T: 21.9.1995
Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1996/718 K: 1996/801 T: 8.2.1996
Mahkemece, dava konusu taşınmazın davacı yararına kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği ile mülk edinme koşulları oluştuğu gerekçe gösterilerek davanın kabulüne karar verilebilmesi için; zilyetlik tanıkları keşif yerinde dinlenmeli, dava konusu taşınmaza ait belirtmelik tutanağı ile komşu parsellere ait kadastro tutanakları getirtilmeli, kadastro tutanağı ve belirtmelik tutanağında bildirilen bilirkişiler dinlenmeli, ayrıca davalı Hazine’nin tapusunun oluştuğu tarihten geriye doğru davacı yararına zilyetlikle mülk edinme süresi olan 20 yılın geçip geçmediği hususu etraflıca incelenmelidir.
Taraflar arasındaki tesbite itiraz davası üzerine yapılan yargılama sonunda; davanın kabulüne ilişkin verilen hüküm davalı Hazine tarafından süresi içinde temyiz edilmekle dosya incelendi, gereği düşünüldü:
KARAR: Kadastro sırasında 117 ada 65, 126 ada 82 parsel sayılı 9773, 6908 metrekare yüzölçümündeki taşınmazlar 4753 sayılı Yasa ile oluşan tapu kaydı ile davalı Hazine adına tesbit edilmiştir. Askı ilan süresi içinde davacı N… D… 65 sayılı parsel yönünden tapu kaydı irsen intikale, 82 sayılı parsel yönünden de irsen intikale ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanarak dava açmıştır. Mahkemece davanın kabulüne ve dava konusu parsellerin davacı adına tapuya tesciline karar verilmiş, hüküm davalı Hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece, dava konusu taşınmazın davacı yararına kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği ile mülk edinme koşulları gerçekleştiği gerekçe gösterilerek davanın kabulüne karar verilmiş ise de; yapılan inceleme, araştırma ve uygulama hüküm kurmaya yeterli değildir. Zilyetlik tanıkları keşif yerinde dinlenmediği gibi dava konusu yere ait belirtmelik tutanağı ile komşu parsellere ait kadastro tutanağı ve dayanağı kayıt ve belgeler getirtilmemiş, kadastro tutanağı ve belirtmelik tutanağında bildirilen bilirkişiler de dinlenmemiştir. Ayrıca davacının dayandığı çekişmeli 65 sayılı parsele ait olduğu bildirilen Teşrinievvel 1940 tarih 151 sıra nolu tapu kaydının da uygulanmadığı anlaşılmaktadır. Bunun yanında Hazine tapusunun oluştuğu tarihten geriye doğru davacı yararına zilyetlikle mülk edinme süresinin gerçekleşip gerçekleşmediği konusu üzerinde de durulmamıştır.
O halde, taşınmaza ait belirtmelik tutanağı ile komşu parsellere ait kadastro tutanakları ve dayanakları bulundukları yerden getirtilmeli, tarafların gösterdikleri tanıklar ile kadastro ve belirtmelik tutanaklarında isimleri yazılı bilirkişiler ile daha önce dinlenmiş tanık ve bilirkişiler tanık sıfatı ile çağrılmalı, yeniden yapılacak keşifte olabildiğince yaşlı ve yansız yerel bilirkişi ile uzman bilirkişi aracılığıyla tarafların dayandığı kayıt ve belgelerle davacının dayandığı çekişmeli 65 sayılı parsele ait olduğu bildirilen Teşrinievvel 1940 tarih 151 sıra nolu tapu kaydı, belirtmelik tutanağı ve komşu parsellere ait kadastro tutanakları gereği gibi yerine uygulanmalı ve böylece kayıt kapsamları belirlenmeli, keşfi izlemeye olanak verecek biçimde çevre parselleri de içerir şekilde birleşik kroki çizdirilmeli, taşınmazın öncesinin ne olduğu, kimlerin ilk defa hangi tarihte zilyet ettiği, kimden kime kaldığı, zilyetliğin süresi, sürdürülüş biçimi, zilyetliğin ekonomik amacına uygun olup olmadığı olaylara dayalı olarak bilirkişi ve tanıklardan ayrı ayrı sorulup ayrıntılı biçimde saptanmalı, beyanlar arasında aykırılık çıktığı takdirde giderilmeli, tanık ve bilirkişi anlatımları komşu parsel tutanakları ve dayanağı belgeler ile denetlenmeli, ziraat mühendisi bilirkişiden taşınmazın nitelikleri (bitki örtüsü, toprak yapısı, işleniş biçimi süresi) yönünden teknik verilere dayalı ayrıntılı ve gerekçeli rapor alınmalı, davalı Hazinenin 4753 sayılı Yasaya göre oluşan tapusunun tesis tarihinden geriye doğru davacı yararına 20 yıllık zilyetlik süresinin gerçekleşip gerçekleşmediği konusu üzerinde durulmalı, bundan sonra delillerin tümü birlikte değerlendirilerek sonucuna göre bir karar verilmelidir.
SONUÇ: Davalı Hazinenin temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerden ötürü (BOZULMASINA), 8.2.1996 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1996/2306 K: 1996/3008 T: 5.6.1996
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1995/7013 K: 1995/7148 T: 5.12.1995
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1994/719 K: 1994/1328 T: 14.2.1994
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1992/9471 K: 1992/7541 T: 11.9.1992
Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1996/717 K: 1996/806 T: 8.2.1996
Nizalı taşınmazın geleneksel biçimde kullanılagelen mera olup olmadığının duraksamaya yer bırakmayacak şekilde saptanması gerekir. Bir taşınmazın mera olarak kabul edilebilmesi için o yerle ilgili ya mera tahsis kararı veya kaydının bulunması ya da o yerin başlangıcı bilinmeyen bir zamandan beri eylemli şekilde mera olarak kullanılması gerekir.
Taraflar arasındaki tespite itiraz davası üzerine yapılan yargılama sonunda; davanın kısmen kabulüne, kısmen reddine ilişkin verilen hüküm davalı Hazine tarafından süresi içinde temyiz edilmekle, dosya incelendi, gereği düşünüldü:
KARAR: Kadastro sırasında 109 ada 25 parsel sayılı 8464 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz öncesi hali arazi iken tarla haline getirtildiği ancak zilyetlikle mülk edinme koşulları oluşmadığından tarla niteliği ile Hazine adına tespit edilmiştir. Askı ilan süresi içinde davacı İ… U… belgesizden kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanarak dava açmıştır. Mahkemece, davanın kısmen kabulüne, kısmen reddine ve dava konusu parselin 4000 metrekarelik (A) bölümünün davacı adına, geri kalan kısmın tespit gibi tapuya tesciline karar verilmiş; hüküm, davalı Hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece davacı yararına zilyetlikle mülk edinme koşulları gerçekleştiği gerekçe gösterilerek davanın kabulüne karar verilmiş ise de; yapılan araştırma, inceleme ve uygulama hüküm kurmaya yeterli değildir.
Davacının dayandığı iskanen oluşan tapu kaydının keşfen uygulaması yetersiz olduğu gibi bilirkişi kayıttaki sınırları yeterli biçimde gösterememiş, tanık ve bilirkişi sözleri komşu parsellere ait kayıt ve belgelerle denetlenmemiş, kadastro tespiti sırasında toprak tevzi paftasına göre mera olarak bırakılan kısım içerisinde kaldığı keşiften sonra Kadastro Müdürlüğünün 11.10.1995 tarihli yazılarıyla bildirildiği halde, 4753 sayılı Yasa hükümlerine göre düzenlenen pafta ile kadastro paftası birlikte uygulanıp ablike edilmemiştir. Ayrıca komşu 126 sayılı parselin kadastro tutanağı ile dayanağı kayıt ve belgeler getirtilerek yerine uygulanmamış, Hazinenin iddiası yönünden dava konusu yerin mera olup olmadığı yöntemine uygun biçimde araştırılmamıştır. Bir taşınmazın mera olarak kabul edilebilmesi için o yerle ilgili ya mera tahsis kararı veya kaydının bulunması ya da o yerin başlangıcı bilinmeyen bir zamandan beri eylemli şekilde mera olarak kullanılması gerekir. Meralık iddiası ile ilgili davalarda dinlenecek yerel bilirkişi ve tanıkların davanın sonucunda yararı bulunmayan komşu köylerden gösterilip seçilmeleri zorunludur. Açıklanan bu konularda gereği gibi araştırma yapılmadan tek bir yerel bilirkişinin soyut içerikli beyanı hükme esas alınması doğru değildir.
O halde komşu 126 sayılı parselin tutanağı ile dayanağı kayıt ve belgeler getirtilmeli, taşınmazın bulunduğu yer ve yöre ile ilgili mera tahsis kararı ve kaydı olup olmadığı sorulmalı, davanın sonucunda yararı bulunmayan komşu köylerden çekişmeli taşınmazı ve çevresini iyi bilen olabildiğince yaşlı, yansız bilirkişiler seçilmeli, taraflardan aynı yönteme göre tanık göstermeleri istenmeli, önceden dinlenen bilirkişi ve tanıklar ile kadastro tespit bilirkişileri ve belirtmelik bilirkişileri tanık sıfatı ile çağrılarak yeniden yapılacak keşifte davacının dayandığı iskanen oluşan tapu kaydı ile tarafların dayandığı diğer kayıt ve belgeler, komşu parsellere ait kadastro tutanakları ve dayanağı belgeler, belirtmelik tutanağı, varsa mera tahsis kararı ve krokisi yerel ve teknik bilirkişi aracılığı ile gereği gibi yerlerine uygulanmalı, 4753 sayılı Yasaya göre oluşturulan pafta ile kadastro paftası ablike edilmeli ve böylece kayıtların kapsamları belirlenmeli, keşfi izlemeye olanak verecek ve çevre parselleri kapsar biçimde birleşik kroki çizdirilmeli, taşınmazın öncesinin ne olduğu, kimlerin ilk defa, hangi tarihte zilyet ettiği, zilyetliğin süresi, sürdürülüş biçimi, zilyetliğin ekonomik amacına uygun olup olmadığı olaylara dayalı olarak bilirkişi ve tanıklardan ayrı ayrı sorulup ayrıntılı biçimde saptanmalı, beyanlar arasında aykırılık doğduğu takdirde giderilmeli, tanık ve bilirkişi sözleri komşu kayıtlarla denetlenmeli, ziraat mühendisi bilirkişiden taşınmazın nitelikleri (bitki örtüsü, toprak yapısı, işleniş tarzı, süresi, öncesinin mera olup olmadığı) yönünden teknik verilere dayalı ayrıntılı ve gerekçeli rapor alınmalı, taşınmazın öncesinin mera olduğunun belirlenmesi halinde kamu malı niteliğindeki meraların zilyetlikle mülk edinilemeyeceği düşünülmelidir.
SONUÇ:Davalı Hazinenin temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerden ötürü (BOZULMASINA), 8.2.1996 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 2001/10368 K: 2002/882 T.19.2.2002
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 2003/13240 K: 2003/12024 T.22.12.2003
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 2001/1837 K: 2001/1778 T.13.4.2001
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 2001/382 K: 2001/598 T.12.2.2001
Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1996/222 K: 1996/868 T: 12.2.1996
Tapu kaydı sınırında bulunan Panayut yerleri iskanen tevzi edilmiş, tapu ve vergi kayıtları davalılara ait taşınmazın malikini sınır okuyorsa ve ayrıca sınırlardaki dere ve yolun kadim olduğu saptanıyorsa, değişir sınırlı tapu kaydı, sabit sınır haline dönüşür.
Taraflar arasındaki tesbite itiraz davası üzerine yapılan yargılama sonunda; davanın kısmen kabulüne, kısmen reddine ilişkin verilen hüküm davalılar tarafından süresi içinde temyiz edilmekle; dosya incelendi, gereği düşünüldü:
KARAR: Hükmüne uyulan Yargıtay bozma kararında özetle; komşu 6, 2, 8 sayılı taşınmazların tahdit beyannameleri ve varsa dayanağı belgeler getirtilip incelenmeli, yerinde yeniden keşif yapılarak dava konusu parseli nasıl okudukları belirlenmeli, çekişmeli parsele uygulanan tapu kaydının sabit sınırlı olup olmadığı kesinlikle saptanmalı, sonucuna göre karar verilmeli, gereğine değinilmiştir. Mahkemece, bozmaya uyulduktan sonra davanın kısmen kabulüne, kısmen reddine karar verilmiş; hüküm, davalılar tarafından temyiz edilmiştir.
Davalıların dayandığı ve kadastro sırasında 333 ada 2 nolu parsele uygulanan Mart 1314 tarih, 56 numaradan gelen kök tapu kaydı doğu, batı ve kuzey yönde Panayut ve güneyde de dereyi sınır okumaktadır. Getirtilen ve yerinde uygulanan komşu 4 nolu parsele revizyon gören ve iskanen oluşan tapu kaydı ve vergi kaydı batıda, 1 nolu parsellere uygulanan ve iskanen oluşan tapu kayıtları ile vergi kayıtları çekişmeli parseli kayıt maliki kirazları 6, 7 ve 8 numaralı parsellere uygulanan tapu kayıtları da doğuda çekişmeli parsel yönünü yol olarak okumaktadır. Dinlenen bilirkişi ve tanıklar çekişmeli parselin sınırlarında bulunan Panayut yerlerinin iskanen tevzi edildiğini sınırlardaki dere ve yolun kadim olduğunu beyan etmişlerdir. Açıklanan duruma göre tapu kaydı sınırında bulunan Panayut yerleri iskanen tevzi edildiği ve iskan sonucu oluşan tapu kayıtları ile ayrıca vergi kayıtlarının davalılara ait taşınmazın malikini sınır okudukları yol ve dere sınırında değişmediği kadim olduğunu beyan ettiklerinden davalılara ait değişir sınırlı tapu kaydı sabit sınır haline dönüşmüştür. Esasen kayıt miktar fazlası üzerinde davalılar yararına zilyetlikle mülk edinme koşulları da oluşmuş bulunduğundan Hazine davasının tümü ile reddine karar verilmesi gerekir.
SONUÇ: Davalıların temyiz itirazı yerindedir. Kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerden ötürü (BOZULMASINA) ve peşin alınan harcın istek halinde temyiz edene geri verilmesine, 12.2.1996 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 2003/13240 K: 2003/12024 T.22.12.2003
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 2001/382 K: 2001/598 T.12.2.2001
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 2003/3509 K: 2003/4529 T.15.5.2003
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1996/6108 K: 1996/6103 T: 25.11.1996
Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 1995/12573 K: 1996/2494 T: 4.3.1996
3402 s. Kadastro Kanunu’nun 19. maddesi uyarınca, taşınmaz üzerinde, malikinden başka kişiye ait muhdesatın kütüğün beyanlar hanesinde gösterilmesi gerekirse de, bu kural ormanlar hakkında uygulanmaz. Orman olan taşınmazların tapu kayıtları üzerinde kısıtlayıcı herhangi bir hüküm, kişi ve kurumlar lehine hiçbir şerh konulamaz. Eğer ki konulursa, beyanlar hanesindeki bu şerhin iptaline karar verilmesi gerekir.
Taraflar arasındaki kadastro tespitine itiraz davasının yapılan duruşması sonunda; davanın kısmen kabul, kısmen reddi yolunda kurulan hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı Orman Yönetimi vekili tarafından istenilmekle; süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya içindeki tüm belgeler incelenerek, gereği düşünüldü:
KARAR: T:.. İlçesi, Y… Köyü, 3474 parselin tespitine, 211 m² olarak Orman Yönetimince kısmen itiraz edilmiş, gerçek kişi ise 3474, 3054, 3486, 3497 parsellerin davalı adına yapılan tespitinin iptali için dava açmış; mahkemece, davanın kısmen kabul, kısmen reddine karar verilmiş; hükmü, davacı Yönetim, aleyhine olan kesim yönünden temyiz etmiştir. Toplanan kanıtlar ve dosya kapsamına göre, dava konusu taşınmazların orman tahdit sınırları içinde kalan bölümleri ile dışta kalan bölümleri keşifte düzenlenen uzman bilirkişilerin rapor ve krokileriyle belirlenmiş olmakla hükmün esasında bir isabetsizlik görülmemiştir.
Ancak, dava konusu taşınmazlarda pafta 28’de yer alan 3474 sayılı parsel üzerinde muhdesat bulunduğu belirlenerek, bunun 3402 sayılı Yasanın 19/2. maddesine göre, beyanlar hanesinde de gösterilmesine karar verilmiştir. Oysa, ormanlar üzerinde kişi ve kurumlar lehine hiçbir şekilde şerh konulamaz. Bu sebeple, 3474 sayılı parsel üzerinde bulunan muhdesatın orman tahdit sınırları içinde kalan ve arazi olarak bırakılan bölüm üzerinde ise, iptali zorunludur. O halde, mahkemece yeniden keşif yapılarak anılan parsel üzerindeki muhdesatın hangi bölümde ve ne miktarda ve neler olduğu saptanıp, orman olan kesimdeki muhdesat açıkça belirlenerek, bununla ilgili beyanlar hanesindeki şerhin iptaline karar verilmesi gerekir. Bu yönün gözetilmemesi usul ve yasaya aykırıdır.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle, Yönetimin sair temyiz itirazları yerinde değil ise de, belirlenen yönler ve 3474 sayılı parsele hasren kabulü ile hükmün bu parsel için, bu sebeple (BOZULMASINA), Yönetimce yatırılmış harcın istek halinde iadesine, 04.03.1996 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2006/7817 K: 2006/10533 T. 13.7.2006
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2002/974 K: 2002/3145 T.4.4.2002
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2001/10885 K: 2002/1619 T: 04.03.2002
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 1996/10813 K: 1996/13104 T: 30.10.1996
Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1996/1059 K: 1996/1155 T: 5.3.1996
Tapuda kaydı bulunmayan taşınmazın satışı, tanık dahil her türlü delille kanıtlanabilir. Taşınmazın belirli bir payını harici satış senedi ile satın aldığını ileri süren kişi, senedi ibraz etmelidir.
Taşınmaz muris adına tespit edilmiş olmasına rağmen, aleyhindeki komisyon kararı tüm mirasçılarına tebliğ edilmediği takdirde, komisyon kararı, tebliğ edilmeyen mirasçılara da tebliğ edilmeli, dava açmaları halinde, davaları yürümekte olan davayla birleştirilmelidir.
Taraflar arasındaki tespite itiraz davası üzerine yapılan yargılama sonunda; davanın reddine ilişkin verilen hüküm davacı F… T:.. tarafından süresi içinde temyiz edilmekle, dosya incelendi, gereği düşünüldü:
KARAR: Kadastro sırasında 294 ada 3 parsel sayılı 326 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz vergi kaydı ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanılarak davacının babası R… B… adına tespit edilmiştir. Davalı M… Ç… taşınmazın 149 metrekaresini R… B…’den satın aldığını ileri sürerek yaptığı itiraz kadastro komisyonunca kabul edilmiştir. Davacı taşınmazın, babası R… B…’ye ait olduğunu iddia ederek dava açmıştır. Mahkemece, davanın reddine, taşınmazın 326 pay kabul edilerek 149 payın davalı M.. Ç…, 177 payın da R… B… adlarına tapuya tesciline karar verilmiş; hüküm, davacı F… T:.. tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece, çekişme konusu taşınmazın tamamı 326 pay kabul edilerek 149 payı davacının babası R… B… tarafından damadı olan davalıya 5.7.1964 tarihli harici satış senedi ile satıldığı kabul edilerek davanın reddine karar verilmiştir. Ne var ki, mahkemece yapılan araştırma ve inceleme hüküm kurmaya yeterli değildir. Satın almaya dayanan davalı 5.7.1964 tarihli senet aslını ibraz edememiş ve ifadesinde Kadastro Müdürlüğüne verdiğini söylemiş ise de Kadastro Müdürlüğünün cevabi yazılarında sözü edilen senedin belgeler arasında bulunmadığı bildirilmiştir. Davacı F… 16.9.1994 günlü keşifte babası R… B…’nin harici satış senedini yırtarak satıştan caydığını kendisine söylediğini ifade etmiştir. Harici satış senedinin aslı ibraz edilmediğine ve fotokopi niteliğindeki örneğine karşı çıkıldığına göre senede geçerlilik tanınması olanağı yoktur. Ayrıca senedi düzenleyen muhtar M… S…. ile H.İ… Ş… dinlenmediği gibi taşınmazın harici satış sonucu davalıya teslim edilip edilmediği hususu da araştırılmamıştır. Medeni Yasanın 890. maddesine göre tapuda kayıtlı olmayan taşınmazların yapılan satışlarının geçerli olabilmesi için satılan şeye ait zilyetliğin de satın alana teslimi zorunludur. Tapuda kaydı bulunmayan taşınmazların satışı tanık dahil her türlü delille kanıtlanabilir. O halde mahkemece senette isimleri yazılı muhtar ve tanıklar ile tarafların bildirdikleri tanıklar taşınmaz başında ayrı ayrı dinlenilmeli, satışın yapılıp yapılmadığı, yapılmış ise tarihi ve satıştan vazgeçilip geçilmediği satışı müteakip satışa konu bölümün satın alan davalıya teslim edilip edilmediği, taşınmazın kim tarafından, hangi tarihten beri ne suretle kullanıldığı, taşınmaz üzerindeki evin kim tarafından yapıldığı konuları üzerinde etraflıca durulmalıdır.
Ayrıca taşınmazın 10.3.1969 gününde ölen R… B… adına tespit edilmiş olmasına karşın aleyhindeki komisyon kararı da tüm mirasçılarına tebliğ edilmemiştir. Bu nedenle komisyon kararı tebliğ edilmeyen mirasçılara tebliğ edilerek dava açmaları halinde bu davayla birleştirilmeli ve sonucuna göre bir karar verilmelidir.
SONUÇ: Davacının temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerden ötürü (BOZULMASINA) ve peşin alınan harcın istek halinde temyiz edene geri verilmesine 5.3.1996 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 2005/7785 K: 2005/9770 T.17.10.2005
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 2003/3901 K: 2003/3974 T.5.5.2003
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1992/210 K: 1992/9728 T. 5.11.1992
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1996/2652 K: 1996/2617 T: 20.5.1996
Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1995/7468 K: 1996/1178 T: 6.3.1996
Davacı Hazine dava konusu taşınmazın zilyetlikle kazanılmasının mümkün olmadığını ileri sürdüğü takdirde, miras yolu ile gelen kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayalı mülk edinme koşulunun gerçekleştiği yönündeki savunmasını kanıtlama yükümlülüğü davalıya düşmekte, bunun sonucu olarak da tanık, bilirkişi ve keşif vasıtasıyla gerekli tüm deliller beraber değerlendirilerek hüküm verilmesi gerekmektedir.
Taraflar arasındaki tespite itiraz davası üzerine yapılan yargılama sonunda; davanın reddine ilişkin verilen hüküm davacı Hazine tarafından süresi içinde temyiz edilmekle, dosya incelendi gereği düşünüldü:
KARAR: Kadastro sırasında 379 parsel sayılı 3500 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz mera olarak sınırlandırılmıştır. Davalı M… Ş…’nin kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanan itirazı kadastro komisyonu tarafından kabul edilmiştir. Davacı Hazine, çekişmeli taşınmazın zilyetlikle kazanılamayacağına dayanarak dava açmıştır. Mahkemece, davanın reddine ve dava konusu parselin davalı M… Ş… adına tapuya tesciline karar verilmiş; hüküm, davacı Hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece gerek davacı Hazinenin iddiaları ile davalının kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayalı savunmasının sabit görülmediği ve gerekse olayda 3402 sayılı Kadastro Yasasının 30/2. maddesinin uygulama yeri bulunmadığı gerekçe gösterilerek davanın reddine ve taşınmazın komisyon kararı uyarınca davalı adına tesciline karar verilmiş ise de, yapılan araştırma ve inceleme hüküm kurmaya yeterli değildir. Davacı Hazine, taşınmazın zilyetlikle kazanılması mümkün olmayan yerlerden olduğunu, davalı ise taşınmazın dedesinden babasına ve ondan da kendisine intikal eden bir yer olup 20 yılı aşkın süreyle zilyet bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. Ayrı ayrı tarihlerde olmak üzere iki kez keşif icra edilmiş, birinci keşifte dinlenen üç bilirkişi taşınmazın babasının ölümünden itibaren 25 yıldan beri davalının zilyetliğinde olduğunu, davalı tanığı T:.. K: .. da keza taşınmazın 30 yıl süreyle babasının zilyetliğinde iken ölümü üzerine taksimde oğlu davalıya isabet ettiğini ve son 20-25 yıldan beri de davalının zilyetliğinde olduğunu, ikinci keşifte dinlenen yerel bilirkişi ve tespit bilirkişileri P… B… ve F… K: .. taşınmazın 40-50 yılı geçkin süreyle komşu 380 nolu parselin tespit maliklerinden M… A… ve müştereklerinin zilyetliğinde bulunduğunu söylemişlerdir. Mahkemece, işin esasına etkili olmasına rağmen bilirkişi ve tanık sözleri arasındaki aykırılığın giderilmesi yoluna gidilmemiş, 12.6.1995 tarihli keşif sırasında davalının yapılan keşfe ve beyanlara karşı diyeceği olmadığı yolundaki sözleri esas alınarak birinci keşifte dinlenen tanık ve bilirkişilerin sözlerine değer verilmemiştir. Diğer taraftan 3402 sayılı Kadastro Yasasının 30/2. maddesinde öngörülen üç ayrık halden hiç birisi mevcut bulunmadığından davada anılan hükmün uygulama yerinin olmadığı yolundaki mahkemenin görüşünde isabetsizlik yok ise de, davacı Hazine yönünden 3402 sayılı Kadastro Yasasının 28/2. maddesi hükmünün uygulanabilmesi için davada kanıtlama yükümlülüğünün Hazineye düşmesi gerekir. Davacı Hazine taşınmazın zilyetlikle kazanılmasının mümkün olmadığını ileri sürdüğüne göre miras yolu ile gelen kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayalı mülk edinme koşulunun gerçekleştiği yolundaki savunmasını kanıtlama yükümlülüğü davalıya düşmektedir.
Hal böyle olunca mahkemenin aksi yöndeki görüşüne katılma olanağı yoktur. Öte yandan davalıya savunmasını kanıtlayarak delillerini bildirmesi için usulün öngördüğü biçimde bir önel de verilmemiştir.
Eksik inceleme ile hüküm verilemez. O halde, davada iddiasını kanıtlama yükümlülüğünün davalıda olduğu düşünülerek davalıya taşınmazı ve yöreyi iyi bilen yaşlı tanık göstermesi istenilmeli, önceki keşiflerde dinlenen bilirkişiler ve tanık ile tespit bilirkişileri ve davalı tarafından gösterilecek tanıklar hazır edilmek suretiyle yerinde yeniden keşif yapılarak taşınmazın öncesinin ne olduğu, kimden geldiği, kimin zilyet ettiği, zilyetliğin başlangıç tarihi, süresi ve sürdürülüş biçimi olaylara dayalı olarak bilirkişi ve tanıklardan ayrı ayrı sorulup saptanmalı, bilirkişi ve tanık sözleri arasında aykırılık doğduğunda yöntemine uygun olarak giderilmeli, gerektiğinde zilyetliğin kimde olduğu ve süresi yönünden komşu parsel tespit maliklerinin tanık sıfatıyla bilgilerine başvurulmalı, davalının iddialarını kanıtlayamaması halinde Hazinenin davasının kabulü gerektiği düşünülmeli ve ona göre toplanan tüm deliller birlikte değerlendirilerek hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmelidir.
SONUÇ: Davacı Hazinenin temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerden ötürü (BOZULMASINA), 6.3.1996 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1997/5251 K: 1997/5025 T: 16.10.1997
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1995/3277 K: 1995/3564 T: 30.5.1995
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1994/7442 K: 1994/8681 T: 2.11.1994
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1993/1116 K: 1993/7507 T: 15.6.1993
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1996/1152 K: 1996/1261 T: 14.3.1996
Tapu kayıt sahibinin ölüm tarihi ile tespit tarihi arasında 20 yıl süre geçmiş, taşınmaz üzerinde zilyetlik çekişmesiz ve aralıksız ve malik sıfatıyla sürmüş, tapu kaydı malikin ölümünden sonra tedavül görmemiş ve bu sebeple hukuki geçerliliğini yitirmiş ise zilyetlikle iktisap şartlarının oluştuğu kabul edilmelidir.
Taraflar arasındaki kadastro tesbitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi istenilmekle; temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldı, inceleme raporu ve dosyadaki belgeler okundu, gereği görüşüldü:
KARAR: Kadastro sırasında 182 ada 73 parsel sayılı 3185.24 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz; irsen intikal, kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği nedeniyle H… ve müşterekleri, 182 ada 74 parsel sayılı 6768.63 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz, satın alma yolu ile geçen kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği nedeniyle M… adına tesbit edilmiştir. Davacı, yasal süresi içinde tapu kaydına dayanarak dava açmıştır. Mahkemece yapılan yargılama sonunda davanın reddine ve çekişmeli parsellerin tesbit gibi tesciline karar verilmiş; hüküm, davacı İ… tarafından temyiz edilmiştir.
SONUÇ: Dosya içeriğine, kararın dayandığı delillerle yasaya uygun gerektirici nedenlere, delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına ve tapu kayıt sahibinin ölüm tarihi ile tesbit tarihi arasında yirmi yılı aşkın süre geçtiği, taraflar arasında mirasçılık ilişkisi bulunmadığı, davalının taşınmazlar üzerindeki zilyetliğinin çekişmesiz, aralıksız ve malik sıfatıyla sürdüğü, tapu kaydının malikin ölümünden sonra tedavül görmemesi nedeniyle hukuki geçerliliğini yitirdiği ve 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/B-c maddesinde öngörülen iktisap şartlarının oluştuğu saptandığına ve zilyetliğe değer verilerek hüküm kurulduğuna göre, yerinde olmayan temyiz itirazlarının reddiyle usul ve yasaya uygun olan hükmün (ONANMASINA), 14.3.1996 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1989/4849 K: 1990/4192 T: 29.3.1990
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2004/8607 K: 2004/11467 T: 25.10.2004
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1995/479 K: 1995/1105 T: 6.2.1995 3402/18
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1994/654 K: 1994/5645 T: 30.5.1994
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1996/358 K: 1996/3155 T: 28.3.1996
Kadastro tespitlerine karşı itiraz hakkı illerde defterdarlığın, ilçelerde ise mal müdürünün görev ve yetkisinde olmasına rağmen, kadastro müdürlüğüne, kaymakam tarafından yapılan itiraz, tutanakların kesinleşmesini önlemez.
Taraflar arasındaki kadastro tesbitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi istenilmekle, temyiz isteğinin yasal süresinde olduğu anlaşıldı. Tetkik raporu ve dosyadaki belgeler okundu, gereği görüşüldü:
KARAR: Kadastro sırasında 185 ada 1 parsel sayılı 15962 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz davacı Hazine 127 ada 1 parsel sayılı 5656 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz İ… H… ve F… A…, 176 ada 4 parsel sayılı 415 metrekare aynı ada 5 parsel sayılı 428 metrekare yüzölçümündeki taşınmazlar ise davalı F… B… adına tapu kayıtlarına ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanılarak tesbit edilmiştir. İtirazı komisyonca reddedilen davacı Hazine adına tesbit edilen taşınmaza uygulanan tapu kaydı miktarının 17000 metrekare olduğunu, eksik tesbit edilen kesiminin davalılara ait taşınmazlarda kaldığını, miktar eksikliğinin ifrazı ile kendi taşınmazına ilavesi talebiyle dava açmıştır. Mahkemece davanın görev yönünden reddine dosyanın görevli Asliye Hukuk Mahkemesine gönderilmesine karar verilmiş, hüküm taraflarca temyiz edilmiştir.
Dava konusu taşınmazların tesbiti 3402 sayılı Kadastro Kanununun zamanında yapılmış 29.8.1989-30.10.1989 günleri arasında askıya çıkarılmıştır. Bu nedenle,askı ilan süresi içinde dava açılması gerektiği halde dava 1.10.1990 gününde açılmıştır. Diğer taraftan kadastro tesbitlerine karşı itiraz hakkı illerde Defterdarlığın, ilçelerde ise Mal Müdürünün görev ve yetkisindedir. Kadastro Müdürlüğüne itiraz Kaymakam tarafından yapılmıştır. Kaymakam tarafından yapılan itiraz tutanakların kesinleşmesini önlemez. Bu nedenlerle kadastro tesbiti kesinleşmiştir.
SONUÇ: Bu yönler gözönünde tutularak davanın görev yönünden reddine, dosyanın görevli mahkemeye gönderilmesine karar verilmesinde isabetsizlik bulunmadığından yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddi ile hükmün (ONANMASINA), Hazineden ilam harcı alınmasına yer olmadığına, peşin alınan harcın mahsubu ile geriye kalan 123300 lira ilam harcının davalılardan alınmasına, 28.3.1996 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/452 K: 2004/872 T. 11.3.2004
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/2498 K: 2003/2985 T.17.10.2003
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1999/1266 K: 1999/1660 T:5.4.1999
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1996/6780 K: 1996/9067 T: 11.11.1996
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1996/1813 K: 1996/3213 T: 1.4.1996
Kıyılar, Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerden olup, buralardan yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir. Kıyı kapsamında kalan taşınmazlar, kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği ile kazanılamazlar.
Taraflar arasındaki kadastro tesbitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi istenilmekle, temyiz isteğinin kanuni süresinde olduğu anlaşıldı. Tetkik raporu ve dosyadaki belgeler okundu, gereği görüşüldü:
KARAR: Kadastro sırasında 102 ada 10, 122 ada 5, 105 ada 13, 21, 42, 45 ve 47 parsel sayılı sırasıyla 1646.60, 1488.31, 2000.78, 235.23, 133.75, 132.60 ve 167.35 metrekare yüzölçümlerindeki taşınmazlar kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanılarak M… A… adına tesbit edilmiştir. Davacı Hazine taşınmazların göl ve dere yatağı olduğunu ileri sürerek askı ilan süresi içinde dava açmıştır. Yargılama sırasında öldüğü anlaşılan M… A…’nın mirasçıları davaya dahil edilmiştir. Mahkemece davanın reddine, taşınmazların tesbit gibi tescillerine karar verilmiş; hüküm davacı Hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu 102 ada 10, 122 ada 5 sayılı parselin teknik bilirkişi T:.. Ç… tarafından düzenlenen haritada kıyı kenar çizgisinin dışında kalan 924.31 metrekare yüzölçümündeki bölümü ile, 105 ada 13, 21, 42, 45 ve 47 parsel sayılı taşınmazlar üzerinde tesbit gününe kadar sürdürülen zilyetlik nedeniyle davalı M… A… mirasçıları yararına 3402 sayılı Kadastro Kanununun 14. maddesi hükmünde öngörüldüğü biçimde belgesiz zilyetlikle taşınmaz edinme koşullarının gerçekleştiği mahkemece yapılan keşif, uygulama, dinlenen yerel bilirkişi sözleri, teknik bilirkişinin haritalı raporu ve toplanıp doğru olarak değerlendirilen diğer delillerle saptanmıştır. Bu nedenlerle sözü edilen taşınmazlarla ilgili hükme yönelik Hazinenin diğer temyiz itirazları yerinde değildir. Ancak M… A…’nın davanın açılmasından sonra ölümü üzerine davaya dahil edilen mirasçıları E: .., A… ve A…’nın kaldığı anlaşıldığına göre taşınmazların miras payları oranında adı geçen mirasçılar adına tesciline karar verilmesi gerekirken tesbit gibi tescillerine karar verilmesi isabetsizdir. Diğer taraftan 122 ada 5 parsel sayılı taşınmazın teknik bilirkişi T:.. Ç… tarafından düzenlenen haritada gösterilen 564 metrekare yüzölçümündeki bölümünün idarece yaptırılan, Uzungöl kıyı kenar çizgisine göre kıyı kapsamında kaldığı ve kıyı kenar çizgisinin 8.9.1993 gününde onanmak suretiyle kesinleştiği belirlenmiştir. Mahkemece kıyı kenar çizgisinin kesinleştiği güne kadar sürdürülen zilyetlik nedeniyle bu bölüm üzerinde de davalı tarafın 20 yıla ulaşan zilyetliğinin bulunduğu gerekçe gösterilmek suretiyle 5 sayılı parselin tamamının davalı adına tesciline karar verilmiş ise de 3621 sayılı Kıyı Kanununun 5. maddesine göre kıyılar devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerden olup herkesin eşit ve serbest olarak yararlanmasına açıktır. Kıyı ve sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir. Kıyı kapsamında kalan taşınmazların kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği ile iktisabı mümkün değildir.
SONUÇ: Bu nedenle 122 ada 5 parsel sayılı taşınmazın teknik bilirkişi T:.. Ç… tarafından düzenlenen haritada gösterilen ve kıyı kapsamında bulunan 564 metrekare yüzölçümündeki bölümünün kadastro dışı bırakılmasına geri kalan bölümünün davalı M… A… mirasçıları adına tesciline karar verilmesi gerekirken bu bölümün de davalı taraf adına tapuya tesciline karar verilmesi isabetsiz, Hazinenin temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün (BOZULMASINA), 1.4.1996 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1995/8467 K: 1996/3554 T: 8.4.1996
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1997/2792 K: 1997/3395 T: 13.6.1997
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1997/3867 K: 1997/4400 T: 29.9.1997
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1997/6527 E: 1998/236 T: 27.1.1998
Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1996/1648 K: 1996/1806 T: 3.4.1996
Kadastro tespitinin yapıldığı tarihte, taşınmazla ilgili asliye hukuk mahkemesinde görülmekte olan dava derdest bulunduğu takdirde, malik hanesinin doldurulmuş olması hukuken değer taşımaz. Tutanağın kadastro müdürlüğüne gönderilmesi yolunda verilen ara kararı tutanağın malik hanesinin doldurulduğu anlamına gelmez.
Taraflar arasındaki tesbite itiraz davası üzerine yapılan yargılama sonunda; mahkemenin görevsizliğine ilişkin verilen hüküm davalı Hazine tarafından süresi içinde temyiz edilmekle, dosya incelendi, gereği düşünüldü:
KARAR: Mahkemece, dava konusu 704 nolu parselle ilgili kadastroca yapılan tesbitin kesinleşmiş olduğu, kesinleşen tesbitlerle ilgili isteklerin incelenmesinin Kadastro Mahkemesinin görevi dışında olduğu gerekçe gösterilerek görevsizlik kararı verilmiş ise de mahkemenin bu kabulü dosya içeriğine ve toplanan delillere uygun düşmemektedir. 1.12.1975 tarihinde düzenlenen kadastro tutanağının edinme yerinde taşınmazın Bahçe Asliye Hukuk Mahkemesinin 1974/150 esas sayılı dosyasında davalı olduğuna yer verilmiştir.
Bahçe Asliye Hukuk Mahkemesinin 1974/150 esas sayılı dosyasının tetkikinden Ö… ve H… H… tarafından H… Belediyesi ve Hazine aleyhine aynı yerle ilgili 31.5.1974 tarihinde açılan tescil istemiyle ilgili dava dosyasının taşınmaz üzerinde kadastroca belirtme yapılıp tutanak düzenlenmesi üzerine 4.3.1983 günlü oturumda Kadastro Mahkemesine aktarılmasına karar verilmiş ve verilen iş bu kararın temyiz yoluna gidilmeksizin kesinleştiği görülmüştür.
Kadastro tesbitinin yapıldığı 1.12.1975 tarihinde taşınmazla ilgili Asliye Hukuk Mahkemesinde görülmekte olan dava derdest bulunduğuna göre malik hanesinin doldurulmuş olması hukukça değer taşımaz. Taşınmazla ve taraflarla ilgisi bulunmayan Kadastro Mahkemesinin 1988/16 sayılı dava dosyasının 11.2.1985 günlü oturumunda 704 nolu parselin anılan dosyada dava konusu olmadığından tutanağın Kadastro Müdürlüğüne gönderilmesi yolunda verilen ara kararı tutanağın malik hanesinin doldurulması anlamını taşımaz.
Hal böyle olunca mahkemece tutanağın ve yapılan tesbitin kesinleşmemiş olduğu gözönünde bulundurularak taraflardan iddiaları sorulup gösterecekleri deliller toplandıktan sonra işin esası hakkında bir karar vermek gerekirken delillerin değerlendirilmesinde yanılgıya düşülerek yazılı olduğu üzere karar verilmiş olması doğru değildir.
SONUÇ: Davalı Hazinenin temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerden ötürü (BOZULMASINA) 3.4.1996 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 2002/1588 K: 2002/1719 T.21.3.2002
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 2003/808 K: 2003/411 T.27.1.2003
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 2003/5337 K: 2003/4970 T.26.5.2003
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1995/91 K: 1995/701 T: 09.02.1995
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 1996/3309 K: 1996/4038 T: 4.4.1996
Aynı kök tapudan ayrılmış (ifraz) tapu kayıtlarının uygulanmasında, öncelikle temel tapunun yöntemine uygun biçimde kapsamı belirlenmeli, daha sonra da saptanan bu kapsam içerisinde ayrılan (ifraz edilen) tapuların kapsamları belirlenmelidir.
Ayırma (ifraz) işlemi, zemine uygulama olanağı bulunan bir haritaya bağlanmışsa, kapsamlarının haritalarına değer verilerek belirlenmesi gerekir.
Davacı tarafından, davalı aleyhine açılan tapu iptali davasının yapılan yargılamasında, mahkemece davanın kısmen kabulüne dair verilen kararın davalılar tarafından temyizi üzerine dosya incelendi, gereği görüşülüp düşünüldü:
KARAR: Aynı temel (kök) tapudan ayrılmış (ifraz) tapu kayıtlarının uygulanmasında, öncelikle temel tapuya yöntemine uygun biçimde kapsam belirlenmesi, daha sonra da saptanan bu kapsam içerisinde ayrılan (ifraz edilen) tapuların yerlerinin bulunması zorunludur. Başka bir anlatımla temel tapunun sınırları arazi üzerinde bir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde tesbit edilmeden, bu sınırların konumları ve niteliklerine göre temel tapuya bir kapsam tayin etmeden, ayrılan tapuların nereye ait olduklarının ve kapsamlarının, tam ve doğru olarak açıklığa kavuşturulmasına olanak yoktur.
Ayrılan tapuların temel tapunun kapsamı içerisindeki yerleri belirlenirken de; ayırma (ifraz) işlemi zemine uygulama olanağı bulunan bir haritaya bağlanmışsa, kapsamlarının Medeni Kanunun 645 ve 3402 sayılı Kadastro Kanununun 20. maddeleri uyarınca haritalarına değer verilerek bulunacağı kuşkusuzdur. Ayırma (ifraz) haritaya dayanmamakla birlikte zeminde sınırlar gösterilmek suretiyle yapılmış ise, bu sınırların yerel bilirkişi ve tanık sözleriyle saptanması, varsa ayırmaya ilişkin işaret ve bulgulardan, o tarihten beri süregelen zilyetlik durumlarından yararlanılması, yapılan uygulamanın da, tapu fen memuru ya da kadastro mühendisi sıfat ve yeteneğini taşıyan uzman bilirkişiye düzenlettirilecek krokiye; denetimi ve infazı sağlayacak biçimde yansıtılması gerekir.
Somut olayda ise, davacının aynı temel (kök) tapudan ayrılmış, 30.12.1957 tarih, 82 nolu ve miras bırakanı adına kayıtlı olan ifraz tapusuna dayandığı, kayıt malikinin davacı dışında başkaca mirasçılarının bulunduğu anlaşılmaktadır.
Hal böyle olunca, öncelikle MK: nun 581. maddesinin gözetilmesi; öteki iştirakçilerin davaya olurlarının alınması ya da terekeye bir temsilci tayin ettirilerek davanın onun huzurunda yürütülmesi, ondan sonra yukarıda değinilen ilkelere uygun biçimde ve hükme yeterli bir uygulama yapılarak sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, değinilen dava şartı yerine getirilmeden ve noksan soruşturma ile yetinilip yazılı olduğu üzere karar verilmesi isabetsizdir.
SONUÇ: Davalıların temyiz itirazları yerindedir. Kabulüyle hükmün açıklanan nedenlerden ötürü HUMK: nun 428. maddesi uyarınca (BOZULMASINA), peşin alınan harcın temyiz edene geri verilmesine, 4.4.1996 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2003/9098 K: 2003/10113 T.2.10.2003
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2004/1272 K: 2004/3339 T: 27.4.2004
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 1996/7048 K: 1996/6932 T: 4.6.1996
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 1994/15258 K: 1994/926 T: 31.1.1994
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1995/8897 K: 1996/3655 T: 9.4.1996
Orman tahdit sınırları içindeyken, orman niteliğini yitirmesi sonucu, orman sınırları dışına çıkarılan taşınmaz, orman tahdidi içinde bulunduğu evrede zilyetlik ile kazanılamaz. Taşınmaz makilik olarak belirlenip, Hazine adına tapuya kaydedilmemiş ise ve Kadastro Kanunu’nun 14. maddesindeki koşullar da somut olayda gerçekleşmişse, taşınmaz kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği ile kazanılabilir.
Taraflar arasındaki kadastro tesbitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi istenilmekle, temyiz isteğinin yasal süresinde olduğu anlaşıldı. Tetkik raporu ve dosyadaki belgeler okundu, gereği görüşüldü:
KARAR: Kadastro sırasında 2299 parsel sayılı 30493 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz orman tahdidi sınırları içinde iken orman niteliğini yitirmesi nedeniyle 6831 sayılı Yasanın 1744 sayılı Kanunla değişik 2. maddesi hükmünce orman sınırları dışına çıkarıldığından sözedilerek davalı Hazine adına tesbit edilmiştir. Davacı A… K: .. tapu kaydına ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanarak dava açmıştır. Mahkemece davanın kabulüne, tesbitin iptali ile taşınmazın davacı A… K: .. adına tapuya tesciline karar verilmiş, hüküm davalı Hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu taşınmazın 1946 yılında orman tahdit kapsamına alındığı 1977 yılında tahdit dışına çıkarıldığı ve yörede 5653 sayılı Yasa hükmüne göre makilik alanların belirlenmesi için maki tefrik komisyonlarınca çalışma yapıldığı anlaşılmaktadır. Mahkemece davacı tarafın dayandığı ve 1953 yılında Hazinenin taraf olmadığı tescil davası sonucunda oluşturulan tapu kaydının dava konusu taşınmazı kapsadığı gerekçe gösterilmek suretiyle taşınmazın davacı taraf adına tapuya tesciline karar verilmiş ise de tescil davasında Hazine taraf olmadığı için sözkonusu tapu kaydı Hazineyi bağlamaz. Esasen taşınmazın orman tahdidinin içerisinde bulunduğu evrede zilyetlik koşullarının davacı taraf yararına gerçekleştiği de kabul edilemez. Bu nedenle mahkemenin hükme dayanak yaptığı gerekçede isabet bulunmamaktadır. Ne var ki, 1952 yılında yapılan makilik alanların belirlenmesi ile ilgili çalışma sonucu taşınmazın sözü edilen Yasanın 1-e maddesi hükmü uyarınca makilik olarak belirlenmesi ve taşınmazın Hazine adına tapuya bağlanmamış olması halinde zilyetlikle edinme koşullarının davacı taraf yararına gerçekleşip gerçekleşmediğinin araştırılması gerekir. O halde öncelikle dava konusu taşınmazın orman rejimi içerisine alındıktan sonra Hazine adına tapuya bağlanıp bağlanmadığı araştırılmalı, Hazine adına tapu kaydı oluşturulmuş ise Hazine adına oluşturulan tapu kaydının dayanağı haritası bulunduğu takdirde haritası ile birlikte tapu kaydı ve 1952 yılında yapılan çalışma sonucu maki tefrik komisyonunca oluşturulan harita getirtilmeli, ondan sonra yöreyi iyi bilen yaşlı ve tarafsız yerel bilirkişi ve teknik bilirkişi aracılığı ile mahallinde keşif yapılmalı, Hazine tapu kaydı ile maki komisyonunca oluşturulan harita ile dayanağı tutanak uygulanmalı, taşınmazın Hazine tapu kaydı kapsamı içerisinde kalması halinde tapulu yerlerin kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği ile edinilmesine olanak bulunmadığı düşünülmeli, Hazine adına tapu kaydı olmadığı ya da taşınmazın Hazine tapusunun dışında maki komisyonunun makilik alan olarak belirlediği haritanın kapsamında kalması halinde tesbit gününe kadar sürdürülen zilyetlik üzerinde durulmalı, davacı taraf yararına 3402 sayılı Kadastro Kanununun 14. maddesi hükmünde öngörüldüğü şekilde edinme koşullarının oluşup oluşmadığı sorulup saptanmalı, taşınmazın maki komisyonunca belirlenen maki alanı dışında kalması halinde 1977 yılında orman rejimi dışına çıkarıldığı gün ile tesbit günü arasında zilyetlik süresinin dolmaması nedeniyle Hazine adına tesciline karar verilmesi gerektiği dikkate alınmalı ve sonucuna uygun bir karar verilmelidir.
SONUÇ: Böylesine bir araştırma, uygulama yapılmadan kararda gösterilen gerekçelerle yazılı şekilde hüküm kurulması isabetsiz, Hazinenin temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün (BOZULMASINA), 9.4.1996 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2005/32 K: 2005/45 T: 26.01.2005
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1994/5054 K: 1994/8389 T: 26.9.1994
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1983/19904 K: 1983/17939 T: 9.12.1983
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/619 K: 2004/1054 T: 23.3.2004
Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1996/9646 K: 1996/4042 T: 18.4.1996
Taşlık ve çalılık olarak kadastro tespit harici bırakılan taşınmaz, Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden sayıldığından, bu alanda bulunan taşınmaz, imar-ihya edilmedikçe, kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği ile kazanılamaz.
M… ile Hazine ve K: .. Belediye Başkanlığı aralarındaki tescil davasının kabulüne dair, (Alanya Birinci Asliye Hukuk Hakimliği)’nden verilen 10.3.1995 gün ve 569/104 sayılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi Hazine vekili tarafından süresinde istenilmiş olmakla; dosya incelendi, gereği düşünüldü:
KARAR: Davacı, dava dilekçesinde; mevki ve sınırları yazılı taşınmazın, HUMK: nun 639/l. maddesi hükmü uyarınca adına tesciline karar verilmesini istemiştir. Hazine, davanın reddine karar verilmesini savunmuş, mahkemece davanın kabulüne karar verilmesi üzerine hüküm Hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Davacı, dilekçesinde; dava tarihinden önceki kazanmayı sağlayan kadim zilyetliğe dayanarak tescil isteğinde bulunmuştur. Bir yerin bu yoldan kazanılabilmesi için, yasada belirtilen kazanma koşulları yanında, taşınmazın zilyetlikle kazanılacak özel mülkiyet konusu yerlerden olması gerekmektedir. Ancak bu takdirde zilyetlik yolu ile taşınmazın tescili yoluna gidilebilir. Fen elemanı Ö… tarafından düzenlenen 28.6.1994 günlü raporda, tescil konusu taşınmazın kadastro haritasında taşlık ve çalılık olarak gösterildiği, ziraatçı bilirkişi H… tarafından düzenlenen 4.7.1994 günlü raporda da taşınmazın imar ve ihya edilen bir yer olduğu açıklanmıştır.
Paftaya göre taşınmazın 4 tarafı taşlık ve çalılık alanlarla çevrilidir. Uzman bilirkişilerin raporlarında belirlenen bilgi ve paftadaki açıklamalar karşısında bu yerin zilyetlik yolu ile kazanılıp kazanılmayacağının gözönünde tutulması gerekir. Taşlık ve çalılık olarak kadastro tesbit harici bırakılan bir yer, kural olarak MK: nun 641. maddesinin kapsamına giren Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerden sayılır. Böyle bir yer 3402 sayılı Kadastro Kanununun 17. maddesi uyarınca imar ve ihya edilmedikçe zilyetliğe dayanılarak kazanılması mümkün olmaz.
Yerel bilirkişi ve tanıklar, imar ve ihya olgusundan söz etmeksizin davacı tarafından tasarruf edildiğini bildirmişlerdir. Mahkemece, taşınmazın paftadaki niteliği gözönünde tutulmaksızın yerel bilirkişi ve tanık sözlerine dayanarak davanın kabulü yönüne gidilmiştir. Dava dilekçesinde, davacı ihya olgusuna dayanmadığına ve yargılama aşamalarında da bu olguyu ileri sürmediğine göre, zilyetliğe dayanılarak bu yerin davacı adına tapuya tesciline karar verilmiş olması yasaya uygun düşmez.
Zira, HUMK: nun 75. maddesi hükmüne göre, Kanunun belirlediği ayrık haller dışında hakim, iki taraftan birinin söylemediği şeyi veya iddia sebeplerini re’sen nazarı dikkate alamaz. Kanunumuzun bu hükmüne göre, hakimin hükmüne temel yapacağı maddi vakıaların taraflarca getirilmesi gerekmektedir. Kanun, “taraflarca getirilme prensibini” kabul ettiğine göre, ancak taraflarca ileri sürülen vakıalar dikkate alınabilir. Somut olayda, dava konusu taşınmaz, ancak imar ve ihya yolu ile kazanılabilecek bir yerdir.
Davada ihya olgusu ileri sürülmediğine ve niteliği itibariyle maddi ve vakıa niteliğinde olan bu yön yerel bilirkişi ve tanıklar tarafından ifade edilmediğine göre zilyetliğe dayanılarak davanın kabulüne karar verilmiş olması yasaya aykırıdır.
SONUÇ: Hazinenin temyiz itirazları bu bakımdan yerinde olduğundan kabulü ile hükmün açıklanan nedenle (BOZULMASINA), 18.4.1996 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1992/985 K: 1992/4488 T: 2.3.1992
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2004/5855 E: 2004/6608 T: 11.10.2004 3402/14
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1993/8937 K: 1994/12406 T: 3.11.1994
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulu E: 1966/10 K: 1966/12 T: 26.12.1966
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1996/1870 K: 1996/1858 T: 18.4.1996
Değişebilir nitelikli sınır kayıtlarının kapsamının, miktarına değer verilerek belirlenmesi gerekir. Vergi kaydının ihdas tarihinden tespit tarihine kadar 20 yıl süre geçmedikçe, vergi kayıt miktarı fazlası zilyetlikle kazanılamaz.
Taraflar arasındaki kadastro tesbitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi istenilmekle; temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldı, inceleme raporu ve dosyadaki belgeler okundu, gereği görüşüldü:
KARAR: Kadastro sırasında 19 parsel sayılı 54437.50 metrekare yözölçümündeki taşınmaz vergi kaydı, kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği, irsen intikal nedeniyle davalılar adına tesbit edilmiştir. Davacı Hazinenin, taşınmazın Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olduğuna, H… ve H…’nin bir kısım hisseleri satın aldıklarına dayanarak yapmış oldukları itirazlar üzerine tutanak ve ekleri, Gezici Arazi Kadastrosu Mahkemesine devredilmiştir. Mahkemece yapılan yargılama sonunda, davacı Hazinenin davasının reddine, H… ve H… B…’nin davalarının kabulüne, çekişmeli parselin hisseleri nispetinde davacılar ve bir kısım davalılar adlarına tapuya tesciline karar verilmiş; hüküm, davacı Hazine vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece çekişmeli parselin tapu ve vergi kaydı kapsamında kaldığı belirtilerek hüküm kurulmuş ise de, yapılan araştırma, inceleme ve uygulama hükme yeterli değildir. Davalıların dayandığı ve kadastro tutanağında işaret olunan tapu ve vergi kayıtlarının batı sınırları cebel okumaktadır. Kural olarak cebel sınırı, değişebilir sınır niteliğindedir. Değişebilir nitelikli sınır kayıtların kapsamının miktarına değer verilerek belirlenmesi gereklidir. Tapu kayıtları eski tarihli ise de, vergi kaydı 1936 yılında ihdas edilmiş olup miktarı 40 dönümdür. Vergi kaydının ihdas tarihinden tesbit tarihine kadar 20 yıllık süre geçmemiştir. Bu nedenle vergi kayıt miktar fazlasının zilyetlikle iktisabı mümkün değildir. Batıdaki dağ sınırının sabit sınır olduğu kanıtlanmadıkça, miktar fazlasının davalılar adına tescili olanaksızdır. Hal böyle olunca; mahallinde keşif yapılarak teknik bilirkişiye Batıdaki dağın kaidesi belirlenerek, yükseliş açısı gösterilmek suretiyle dağ aleyhine genişleme yapılmasının mümkün olup olmadığının saptanması, dağ aleyhine genişleme yapılması mümkün olmadığı takdirde kaydın sınırlarına, aksi halde kaydın miktarına değer verilerek kayıt kapsamında kalan kısmın kayıt maliklerine, kapsam dışında kalan kısmın davacı Hazine adına tesciline karar verilmesi gerekirken, eksik inceleme ile hüküm kurulması isabetsiz olduğundan, temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün (BOZULMASINA), 18.4.1996 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1989/4849 K: 1990/4192 T: 29.3.1990
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1996/2491 K: 1996/2460T: 23.5.1996
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1996/571 K: 1996/434 T: 1.2.1996
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1995/4920 K: 1995/5284 T: 14.9.1995
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1996/2491 K: 1996/2460T: 23.5.1996
Kesinleşen kadastro tutanaklarına karşı açılan davalara bakma görevi genel mahkemelere aittir.
Taraflar arasındaki kadastro tesbitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi istenilmekle; temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldı, inceleme raporu ve dosyadaki belgeler okundu, gereği görüşüldü:
KARAR: Kadastro sırasında 103 ada 28 parsel sayılı 701.19 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz, maliklerinin bilinememesi nedeniyle davalı Hazine adına tesbit edilmiştir. Davacı, yasal süresi içinde vergi kaydı ve satın alma yolu ile geçen kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanarak dava açmıştır. Mahkemece yapılan yargılama sonunda, davanın kabulüne ve çekişmeli parselin davacı S… adına tesciline karar verilmiş; hüküm, davalı Hazine temsilcisi tarafından temyiz edilmiştir.
Dava, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 11/1. maddesi gereğince 30 günlük askı ilan süresi içerisinde açılmamıştır. Askı ilan süresi içerisinde dava açılmadığı takdirde, anılan Yasanın 12/1. maddesi uyarınca kadastro tutanaklarına ait sınırlandırma ve tesbitler kesinleşir. Kesinleşen tutanaklara ilişkin davalara bakma görevi ise, genel mahkemelere aittir. Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 7. maddesi uyarınca, mahkemelerin görevi kamu düzenini ilgilendirdiğinden re’sen dikkate alınması gerekir. Bu nedenle, dava dilekçesinin görev yönünden reddine, dava dosyasının görevli Asliye Hukuk Mahkemesine, tutanak ve eklerinin ise Tapu Sicil Müdürlüğüne gönderilmesine karar verilmesi gerekirken, işin esasına girilerek hüküm kurulması isabetsiz olduğundan, temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün (BOZULMASINA), bozma nedenine göre sair yönlerin incelenmesine yer olmadığına, 23.5.1996 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2019/5466 K: 2020/3510 T: 28.09.2020
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1996/1113 E: 1996/1050 T: 7.3.1996 3194/11
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1995/4292 K: 1995/5545 T: 21.9.1995
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1995/479 K: 1995/1105 T: 6.2.1995 3402/18
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 1996/7048 K: 1996/6932 T: 4.6.1996
Tapu kayıtları taşınmazı “metruke” olarak gösterdiği takdirde, taşınmazın öncesinin de metruke olduğu kabul edilmelidir. Kanunlar gereğince Devlete geçen metruke niteliğindeki taşınmazlar, süresi neye ulaşırsa ulaşsın, zilyetlikle kazanılamaz.
Davacı tarafından, davalı aleyhine açılan davada, mahkemece verilen karar süresinde temyiz edilmekle; dosya incelendi, gereği görüşülüp düşünüldü:
KARAR: Dava, kadastro öncesi nedene dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkin olup, çekişmeli parsel davacılara ait tapu kaydının “metruke” sınırını okuması nedeniyle miktar fazlası sayılarak davalı Hazine adına tesbit edilmiştir. Gerçekten, davacılar tapusu çekişmeli parsel yönünden “metruke” sınırını okumaktadır. Öte yandan, nizalı parselin doğusundaki parsele revizyon gören tapu kaydı da çekişmeli yeri “metruke” olarak göstermektedir. Öyleyse bu yerin (nizalı yerin) öncesinin, metruke niteliğinde olduğu resmi kayıtlarla doğrulanmış olmaktadır.
Bilindiği üzere, resmi kayıtlarla doğrulanan olgulara uygun düşmeyen yerel bilirkişi ve tanıkların sözlerine değer verilemez. Öte yandan, Yasa gereği devlete geçen “metruke” niteliğindeki taşınmazın kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği ile de mülk edinilmesine yasal olanak yoktur. Hal böyle olunca, yukarıda değinilen hususlar gözetilerek davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı olduğu üzere iptal ve tescile hükmedilmesi isabetsizdir.
SONUÇ: Davalı Hazinenin temyiz itirazı yerindedir. Kabulüyle hükmün açıklanan nedenden ötürü HUMK: nun 428. maddesi gereğince (BOZULMASINA), peşin alınan harcın temyiz edene geri verilmesine, 4.6.1996 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2003/9098 K: 2003/10113 T.2.10.2003
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1996/1813 K: 1996/3213 T: 1.4.1996
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1995/6275 K: 1995/6194 T: 25.10.1995
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1994/654 K: 1994/5645 T: 30.5.1994
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1996/4517 K: 1996/7513 T: 23.9.1996
Rehin sözleşmesinde öngörülen sürenin bitmesinden sonra taşınmazları, rehneden murisin geri almamış olması, rehnin satışa dönüştüğü anlamına gelmez. Tapusuz taşınmazda, rehin sözleşmesinden sonra satış yapılması rehin sözleşmesi içeriği gereğidir. Rehin sözleşmesi resmi şekilde yapıldığından, satış da aynı kuvvette bir delille ispatlanmalıdır.
Taraflar arasındaki kadastro tesbitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi istenilmekle, temyiz isteğinin kanuni süresinde olduğu anlaşıldı. Tetkik raporu ve dosyadaki belgeler okundu. Gereği görüşüldü :
KARAR: Kadastro sırasında temyiz konusu 101 ada 20 parsel sayılı 4254 m2 ve 114 ada 6 parsel sayılı 2693 m² yüzölçümündeki taşınmazlar ayrı vergi kayıtlarına, satın almaya ve miras yoluyla geçen kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanılarak A… Ş… mirasçıları F… Ş… ve paydaşları adına tesbit edilmiştir. Davacı M… Ö… taşınmazların davalılarla ortak miras bırakanları İ… M…’den kaldığını, İ… M… tarafından davalıların miras bırakanı A… Ş…’ye satılmadığını davalıların ve miras bırakanları A… Ş…’nin zilyetliklerinin fer’i nitelikte olduğunu öne sürerek taşınmazların İ… M…’nin tüm mirasçıları adına tapuya tescili istemiyle dava açmıştır. Mahkemece davanın reddine, taşınmazların davalılar adına payları oranında tapuya tesciline karar verilmiş; hüküm davacı tarafından temyiz edilmiştir.
Davalı tarafın dayandığı rehin senedinin rehin sözleşmesinde öngörülen sürenin bitmesinden sonra taşınmazları rehneden İ… M…’nin geri almamış olması nedeniyle rehnin satışa dönüştüğü davalı taraf yararına tesbit gününde taşınmaz edinme koşullarının gerçekleştiği gerekçe gösterilerek hüküm kurulmuş ise de, delillerin takdiri dosya kapsamına uygun düşmemektedir. Tesbite esas alınan tarafların dayandığı rehin senedinin dava konusu taşınmazları kapsadığı, ortak miras bırakanı İ… M… tarafından dâvalıların miras bırakanı A… Ş…, 5.2.1943 tarihli noter senedi ile rehin edildiği, 9 yıllık rehin süresinin bitiminden sonra İ… M… tarafından geriye alınmadığı dosya kapsamı ile anlaşılmaktadır. Taşınmazlar tapusuz olduğuna göre İ… M…’nin rehin senedinden sonra davalı tarafa satışta bulunması rehin senedi içeriği gereğidir. Ne var ki, İ… M… sağlığında taşınmazları davalı tarafa satmamıştır. Rehin sözleşmesi resmi şekilde yapıldığına göre satışın da aynı kuvvette bir delille kanıtlanması zorunludur. Davalı taraf satış olgusunu açıklandığı biçimde kanıtlayamamıştır. Resmi senede karşı bilirkişi ve tanık sözlerine değer verilemez. Taşınmazların maliki İ… M…’nin ölüm tarihinden sonra davalı tarafın sürdürdüğü zilyetlik mirasçı sıfatı ile olup iktisap sağlamaz. Bu durumda dava konusu taşınmazların İ… M…’nin mirasçıları belirlenerek mirasçıları adına tesciline karar verilmesi gerekir.
SONUÇ: Bu nedenlerle davacının temyiz itirazları yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün (BOZULMASINA) 23.9.1996 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2005/3898 K: 2005/3987 T.19.12.2005
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1996/4592 K: 1996/8761 T: 31.10.1996
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1995/8897 K: 1996/3655 T: 9.4.1996
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1991/10086 K: 1994/243 T: 3.2.1994
Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1996/3896 K: 1996/4122 T: 23.9.1996
Zilyetlik; tespit tarihine kadar çekişmesiz, aralıksız ve malik sıfatıyla 20 yılı aşan bir süre devam ettiyse, bu durumu ispat eden zilyet, tarım arazisi içindeki taşınmazı, kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanarak iktisap edebilir.
Taraflar arasındaki tesbite itiraz davası üzerine yapılan yargılama sonunda; davanın kabulüne ilişkin verilen hüküm davalı Hazine tarafından süresi içinde temyiz edilmekle dosya incelendi, gereği düşünüldü:
KARAR: Kadastro sırasında 102 ada 78 parsel sayılı 7600 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği nedeniyle M… A… adına tesbit edilmiştir. Askı ilan süresi içinde M… A… taşınmazın yüzölçümünün 14.000 metrekare olması gerektiğine dayanarak dava açmıştır. Mahkemece davanın kabulüne ve dava konusu 102 ada 78 parselin 14.000 metrekare yüzölçümü ile davacı M… A… adına tapuya tesciline karar verilmiş, hüküm davalı Hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Çekişmeli 72 nolu parselin uzman bilirkişi R… Ö… tarafından düzenlenen 17.5.1995 günlü krokide gösterilen bölümün tarım arazisi olduğu davacı tarafından taşınmaz üzerindeki zilyetliğinin tesbit tarihine kadar çekişmesiz, aralıksız ve malik sıfatıyla 20 yılı aşan bir süre devam ettiği, 3402 sayılı Kadastro Yasası’nın 14. maddesinde öngörülen kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği ile mülk edinme koşullarının gerçekleştiği mahkemece yerinde yapılan keşif, uygulama, dinlenen yerel bilirkişi ve tanık beyanları, düzenlenen teknik bilirkişi raporu ile belirlenmiştir. Delillerin takdiri mahkemeye ait olup takdirde de bir isabetsizlik bulunmamaktadır. Bu nedenlerle ve kararda yazılı diğer gerekçelere göre aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir. REDDİNE,
Ancak, 3402 sayılı Yasanın 30/2 maddesi gereğince mahkeme kararı kadastro paftasında değişikliği gerektiriyorsa bu değişikliği gösteren ve mahkemece tasdiki gereken haritanın ilama eklenmesi gerekirken davacıya ait ve çekişmesiz olan 78 parsel de dahil olmak üzere davacının kullandığı alanın 14.000 metrekare olduğu belirtildiği ve davacının 78 nolu parselin yüzölçümü kadastro tutanağına göre 7600 metrekare olduğu halde çekişmeli yerden davacı adına tescil edilecek bölümün miktarının krokide işaretlenerek gösterilmemiş olması isabetsizdir.
SONUÇ: Hazinenin temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerden ötürü (BOZULMASINA) 23.9.1996 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1995/3277 K: 1995/3564 T: 30.5.1995
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1994/9248 K: 1994/10444 T: 26.12.1994
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1995/211 E: 1995/318 T: 12.4.1995
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1995/6275 K: 1995/6194 T: 25.10.1995
Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1996/3606 K: 1996/4123 T: 23.9.1996
Kadastro mahkemesi, kadastro ile ilgili verasete ait uyuşmazlıkları da çözeceğinden, miras bırakanın nüfus aile kayıt tablosu getirtilip, mirasçıları saptandıktan sonra, miras payları hesaplanarak, adlarına tesciline karar verilmesi gerekir.
Taraflar arasındaki tesbite itiraz davası üzerine yapılan yargılama sonunda; davanın kısmen kabulüne ilişkin verilen hüküm davalı S… B… tarafından süresi içinde temyiz edilmekle dosya incelendi, gereği düşünüldü:
KARAR: Kadastro sırasında 162 ada 7 ve 168 ada 1 parsel sayılı 2088.55 ve 1410.19 metrekare yüzölçümündeki taşınmazlar tapu kaydı ve paylaşım 133 ada 6 parsel sayılı 3640.53 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği nedeniyle S… B… adına tesbit edilmiştir. Askı ilan süresi içinde H… K: .. ve G… Ç… miras paylarına dayanarak dava açmışlardır. Mahkemece davanın kısmen kabulüne ve dava konusu 162 ada 7 ve 168 ada 1 parsellerin 8/48 payının H…, 2/48 payının G…, 38/48 payının S… adına, dava konusu 133 ada 6 parselin 8/40 payının H…, 2/40 payının G… ve 30/40 payının S… adına tapuya tesciline karar verilmiş, hüküm davalı S… B… tarafından temyiz edilmiştir.
Dosya içeriğine, kararın dayandığı delillerle yasaya uygun gerektirici nedenlere, delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına, çekişmeli 133 ada 6 nolu parselin tamamının tarafların ortak miras bırakanı E: ..’den kaldığı, 168 ada 1 nolu parsel ile 162 ada 7 nolu parselin 1/16 payının M…’ye ait iken davacının babası H… B…’ye satıldığı 15/16 payının da ortak miras bırakan E: ..’den kaldığı yöntemine uygun biçimde paylaşılmadığı belirlenerek E: ..’den gelen miras paylarının adlarına tesciline karar verilmiş olduğundan aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir, REDDİNE,
Ancak, 3402 sayılı Yasanın 25. maddesi gereğince kadastro mahkemesinin kadastro ile ilgili verasetle uyuşmazlıklarını da çözümleyeceği gözönünde bulundurularak miras bırakan E: ..’nin nüfus aile kayıt tablosu getirtilip E: ..’nin mirasçıları saptandıktan sonra miras payları hesaplanarak adlarına tesciline karar verilmesi gerekirken miras bırakan E: ..’nin nüfus aile kayıt tablosu getirtilmeden ve bu konuda başka bir delil toplanmadan davacıların miras paylarının neye göre belirlendiği gerekçeli kararda gösterilmeden yazılı olduğu gibi hüküm kurulmuş olması isabetsizdir.
SONUÇ: Davalı S… B…’nin temyiz itirazı yerindedir. Kabulü ile açıklanan nedenlerden ötürü hükmün (BOZULMASINA) ve peşin alınan harcın istek halinde temyiz edene geri verilmesine 23.9.1996 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1996/574 K: 1996/458 T: 31.1.1996
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1995/239 K: 1995/405 T: 31.1.1995
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1993/6046 K: 1993/11976 T: 2.11.1993
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1992/351 K: 1992/202 T: 4.2.1992
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1996/4592 K: 1996/8761 T: 31.10.1996
Kadastro mahkemesince, kadastro tespit günündeki hukuksal durum esas alınarak uyuşmazlık çözümlenmelidir.
Taraflar arasındaki kadastro tesbitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi istenilmekle, temyiz isteğinin kanuni süresinde olduğu anlaşıldı. Tetkik raporu ve dosyadaki belgeler okundu, gereği görüşüldü :
KARAR: Kadastro sırasında 23 parsel sayılı 137.50 m² yüzölçümündeki taşınmaz önce H… Mescidi Vakfı adına tesbit edilmiş, bilahare 1948/94 esas sayılı dosya ile davalı olduğundan sözedilerek malik hanesi açık bırakılmıştır. Tesbitten sonra davacı Vakıflar Genel Müdürlüğünce Hazine ve Belediye aleyhine malik hanesi boş bırakılan taşınmazın mülkiyetinin adlarına tescili için dava açılmıştır. Mahkemece davanın kabulüne, taşınmazın H… Mescidi Vakfı adına tapuya tesciline karar verilmiş, hüküm davalı Belediye Başkanlığı ve Hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Kadastro Mahkemesince uyuşmazlığın kadastro tesbit günündeki hukuksal duruma göre çözümlenmesi zorunludur. Somut olayda kadastro tesbiti 15.3.1948 gününde H… Mescidi Vakfı adına yapılmış ve askı ilan süresi içerisinde kadastro tesbitine karşı itiraz edilmemiş ve dava da açılmamıştır. Ne var ki, tapu kütüğüne malik hanesi açık bırakılmak suretiyle tescil edilmiştir. Kadastro tesbit tutanağında sözü edilen 1948/94 esas sayılı dava dosyası ise tüm araştırmalara rağmen bulunamamıştır. Mahkemece yapılan araştırma, inceleme ve toplanıp doğru olarak değerlendirilen delillere göre taşınmazın H… Mescidi Vakfı’na ait olduğu saptanmıştır. Her ne kadar kadastro tesbitinden sonra taşınmazın Belediye tarafından kamulaştırıldığı dosya içeriğinden anlaşılmakta ise de yukarıda açıklandığı üzere tesbit günündeki hukuksal durum esas alınmak suretiyle uyuşmazlık çözümlendiğine göre temyiz itirazları yerinde görülmemiştir. Kuşkusuz Belediyenin kamulaştırma nedeniyle taşınmazın tapuda kendi adına intikal ve tescil isteme hakkı bulunmaktadır.
SONUÇ: Bu nedenlerle yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddi ile hükmün (ONANMASINA) Hazineden ilam harcı alınmasına yer olmadığına, peşin alınan ilam harcının mahsubu ile bakiye 232.800 liranın Belediye’den alınmasına, 31.10.1996 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2006/759 K: 2006/819 T.24.3.2006
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2005/32 K: 2005/45 T: 26.01.2005
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/361 K: 2004/1154 T. 29.3.2004
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1999/1266 K: 1999/1660 T:5.4.1999
KADASTRO TESPİTİNE İTİRAZ YARGITAY KARARLARI
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/2040 K: 2003/3138 T: 3.11.2003
Vergi kaydının bir sınırı mera okumakta ise de sözü edilen kuzeyde 415 ve 416 parsel sayılı taşınmazlar bulunduğu, bunların tarım toprağı niteliğinde olduğu, dava konusu taşınmazların geleneksel biçimde kullanıla gelen kamu malı niteliğinde mera olmadığı, belirlenmiştir. Zilyetlikle kazanımı mümkündür.
Taraflar arasında kadastro tespitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün, Yargıtay’ca incelenmesi davacılar tarafından istenilmekle, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşılmakla, dosya incelendi. Dosyadaki belgeler okundu. Tetkik hakiminin açıklamaları dinlendi, gereği görüşüldü:
Kadastro 420 parsel sayılı 17800 m2, 954 parsel sayılı 21900 m2, 970 parsel sayılı 18600 m2 ve 2542 parsel sayılı 23100 m2 yüzölçümlerindeki taşınmazlar 4753 sayılı yasaya göre oluşturulan tapu kayıtlarına dayanılarak hazine adına tespit edilmiştir. İtirazı komisyonca reddedilen Kadir Şen vergi kayıtlarına ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanarak dava açmıştır. Mahkemece davanın reddine, taşınmazların tespit gibi tapuya tesciline karar verilmiş; hüküm davacı Kadir mirasçıları Ramazan, Ayşe, Ahmet, Osman, İbrahim, Hatice, Zeynel vekilleri tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece dava konusu taşınmazların öncesinin mera olduğu, meralar üzerinde zilyetlik yoluyla taşınmaz edinilemeyeceği gerekçe gösterilmek suretiyle hüküm kurulmuştur. Ne var ki, dava konusu taşınmazlara komşu bulunan taşınmazlara revizyon gören davalı tarafın tutunduğu vergi kayıtlarının nizalı taşınmaz yönünü hali yer olarak sınır gösterdiği, 420 parsele ait olduğu belirlenen vergi kaydının bir sınırı mera okumakta ise de sözü edilen kuzeyde 415 ve 416 parsel sayılı taşınmazlar bulunduğu, bunların tarım toprağı niteliğinde olduğu, tutanaklarından anlaşılmaktadır. Diğer yönden tüm dava konusu taşınmazların geleneksel biçimde kullanıla gelen kamu malı niteliğinde mera olmadığı, dinlenen tutanak bilirkişileri, yerel bilirkişi, tanık sözleri ve toplanıp değerlendirilen delillerle belirlenmiştir. Dava konusu taşınmazların öncesinin mera olmadığı, belirtmelik tutanakları içeriğinden de anlaşılmaktadır.
Bu durumda 3402 sayılı Kadastro Kanununun 14 ve 46.maddesi hükümlerinde öngörülen koşulların hazinenin tapu kaydı oluşturduğu güne kadar davacı taraf yararına gerçekleştiği mahkemece yapılan keşif, uygulama, dinlenen yerel bilirkişi sözleri, tanık anlatımları, belirtmelik tutanağı bilirkişilerinin gerekçeli açıklamaları ve özellikle komşu parseller durumu ve toplanıp değerlendirilen diğer delillerle saptanmıştır. Hal böyle olunca dava konusu taşınmazların Kadir mirasçılarına payları oranında tapuya tesciline karar verilmesi gerekirken, bu konularda yanılgıya düşülerek yazılı biçimde karar verilmesi isabetsizdir.
Sonuç: Davacı tarafın bu nedenlerle yerinde olan temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, 3.11.2003 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/1778 K: 2003/2269 T: 1.7.2003
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/4227 K: 2003/4151 T: 8.5.2003
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/840 K: 2003/1799 T: 29.5.2003
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/3457 K: 2004/388 T: 16.2.2004
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/4227 K: 2003/4151 T: 8.5.2003
Mera, yaylak gibi kamu orta malı niteliğindeki yerlerin aidiyeti konusunda kadastro mahkemesinin görevli olmadığı düşünülerek mahkemece taşınmazın yayla (yaylak) niteliğiyle sınırlandırılıp özel siciline yazılmasına karar vermek gerekirken yazılı olduğu üzere halfeli köyü adına yayla olarak sınırlandırılmasına karar verilmiş olması doğru değildir.
Taraflar arasındaki tespite itiraz davası üzerine yapılan yargılama sonunda; davanın kısmen kabulüne kısmen reddine ilişkin verilen hüküm davacılardan Hazine tarafından süresi içinde temyiz edilmekle, dosya incelendi, gereği düşünüldü:
Kadastro sırasında 1878 parsel sayılı 4800 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği nedeniyle Karaçomak köyü tüzel kişiliği adına tespit edilmiştir. İtirazı tapulama komisyonunda reddedilen hazine davalı taşınmazın Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olduğuna, Halfeli Hacıağa ve Özdemir köyü tüzel kişilikleri de davalı taşınmazın kendi köylerine ait yayla olduğuna dayanarak dava açmışlardır. Mahkemece, davacı Halfeli köyünün davasının kabulüne, dava konusu 1878 parsel sayılı taşınmazın Halfeli köyü adına yayla olarak sınırlandırılmasına, diğer davacıların davasının reddine karar verilmiş; hüküm, davacılardan Hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Dosya içeriğine, kararın dayandığı delillerle yasaya uygun gerektirici nedenlere, delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına, taşınmazın 31.7.1936 tarih 503 sayılı temlik teskeresi kapsamında kalan yayla (yaylak) olduğunun uygulamayla belirlenmesine ve kararda yazılı diğer gerekçelere göre aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan diğer temyiz itirazları yerinde değildir. Reddine,
Ancak, mera, yaylak gibi kamu orta malı niteliğindeki yerlerin aidiyeti konusunda kadastro mahkemesinin görevli olmadığı düşünülerek mahkemece taşınmazın 3402 sayılı Kadastro Yasasının 16/B maddesi uyarınca yayla (yaylak) niteliğiyle sınırlandırılıp özel siciline yazılmasına karar vermek gerekirken yazılı olduğu üzere Halfeli Köyü adına yayla olarak sınırlandırılmasına karar verilmiş olması doğru değildir.
Sonuç: Davacı Hazinenin temyiz itirazı bu yönden yerindedir. Kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerden ötürü BOZULMASINA 8.5.2003 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2005/3898 K: 2005/3987 T: 19.12.2005
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/3439 K: 2004/209 T: 29.1.2004
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/2555 K: 2003/2915 T: 14.10.2003
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/1818 K: 2003/2619 T: 26.9.2003
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/2525 K: 2003/2558 T: 23.9.2003
Dava konusu taşınmazların tespit gününden önce asliye mahkemesi’nde açılan, görevsizlik kararı ile kadastro mahkemesi’ne aktarılan el atmanın önlenmesi davasının kapsamında kaldığı, taşınmazların kamu malı niteliğinde mera olduğu belirlenmiştir; taşınmazlar üzerinde davalıların iktisap sağlayan süreye ulaşan nitelik ve içerikte zilyetliklerinin bulunmadığı gibi esasen bu nitelikteki taşınmazlar üzerinde sürdürülen zilyetlik süresi ne olursa olsun hukukça değer taşımaz.
Taraflar arasında kadastro tespitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün, Yargıtay’ca duruşmalı olarak incelenmesi istenilmekle, duruşma için tebliğ edilen 13.5.2003 günü belirlenen saatte temyiz eden Ahmet vekili ve Aleyhine temyiz istenen vekili geldiler. Gelenlerin huzuru ile duruşmaya başlandı. Duruşmada hazır bulunan tarafların sözlü açıklamaları dinlendi. Duruşmanın bittiği bildirildi. Tetkik hakiminin raporu okundu. Dosyadaki belgeler incelendi. Tetkik hakiminin açıklamaları dinlendi. Gereği görüşüldü:
Kadastro sırasında dava ve temyiz konusu 1993, 1994, 1995, 1996, 1998, 1999 parsel sayılı sırasıyla 1280 m2, 1380 m2, 1040 m2, 665 m2, 920 m2, 2295 m2 yüzölçümündeki taşınmazların tespiti davalı olduklarından söz edilerek, malikhaneleri boş bırakılmak suretiyle yapılmıştır. Tespitten önce davacı K Köyü Tüzel Kişiliği tarafından davalılar Bekir, Mahmut, Mecit ve Ferzande aleyhlerine Asliye Hukuk Mahkemesinde açılan elatmanın önlenmesi davası görevsizlikle kadastro mahkemesine aktarılmıştır. Mahkemece dava dosyaları birleştirilerek yapılan yargılama sonucunda davanın kabulüne, taşınmazların mera olarak sınırlandırılmasına karar verilmiş, hüküm davalılar Abdulbahri, Ahmet, Mecit, Ferzande, Abdurrahman ve Yusuf ile Bekir mirasçıları tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu taşınmazların tespit gününden önce Asliye Mahkemesine açılan görevsizlik kararı ile kadastro mahkemesine aktarılan elatmanın önlenmesi davasının kapsamında kaldığı, taşınmazların kamu malı niteliğinde mera olduğu, mahkemece yapılan keşif, uygulama, toplanıp değerlendirilen delillerle belirlenmiştir. Öte yandan dava konusu taşınmazlar üzerinde davalıların iktisap sağlayan süreye ulaşan nitelik ve içerikte zilyetliklerinin bulunmadığı da belirlenmiştir. Kaldı ki, bu nitelikteki taşınmazlar üzerinde sürdürülen zilyetlik süresi ne olursa olsun hukukça değer taşımaz.
Sonuç: Mahkemece bu olgular dikkate alınarak yazılı şekilde hüküm kurulmasında bir isabetsizlik bulunmadığından davalıların yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddi ile hükmün ONANMASINA- ilam harcı peşin alındığından yeniden alınmasına yer olmadığına,Yargıtay duruşmasında kendisini vekille temsil ettiren davacı K Köyü Tüzel Kişiliği yararına takdir ve tespit olunan 150 milyon lira avukatlık parasının davalılardan alınarak davacı K Köyü Tüzel Kişiliğine verilmesine, 23.9.2003 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2005/3898 K: 2005/3987 T: 19.12.2005
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/3437 K: 2004/210 T: 29.1.2004
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/292 K: 2004/737 T: 4.3.2004
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/956 K: 2004/1922 T: 25.5.2004
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/1818 K: 2003/2619 T: 26.9.2003
Sınırındaki eylemli meraya el atılarak kazanılan taşınmazlar üzerinde süresi ne olursa olsun sürdürülen zilyetliğin hukuksal bir değeri bulunmadığından eylemli duruma aykırı düşen bilirkişi ve tanık sözlerine de değer verilmesi olanaksızdır; kural olarak kadastro davaları lehine tespit ya da kadastro komisyonunca tescile karar verilen kişi yada kurumlar arasında görülür.
Taraflar arasında kadastro tespitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün, Yargıtay’ca incelenmesi davalı hazine tarafından istenilmekle, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşılmakla, dosya incelendi. Dosyadaki belgeler okundu. Tetkik hakiminin açıklamaları dinlendi, gereği görüşüldü:
Kadastro sırasında dava konusu 555 parsel sayılı 20000 m2 yüzölçümündeki taşınmaz kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanılarak davacı Mahigül adına tespit edilmiştir. Davalı hazinenin itirazı kadastro komisyonu tarafından kabul edilmiştir. Davacı miras yoluyla gelen hakka, kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanarak dava açmıştır. Mahkemece davanın kabulüne, davacı Mahigül adına tesciline karar verilmiş; hüküm, davalı hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece dava konusu 550 parsel sayılı taşınmaz üzerinde tespit gününde adına tescile karar verilen zilyet davacı taraf yararına 3402 sayılı Kadastro Kanunun 14.maddesi hükmünde öngörülen kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği ile taşınmaz edinme koşullarının gerçekleştiği gerekçe gösterilerek hüküm kurulmuştur. Davacı taraf herhangi bir kayıt ve belgeye dayanmamıştır. Salt kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanmıştır. Uzman bilirkişi tarafından düzenlenen haritada taşınmazın güney, kuzey ve doğu sınırını oluşturan hazine adına tespit edilen 556 parsel sayılı taşınmazında doğusunda eylemli biçimde 576 parsel sayılı taşınmazın mera olarak sınırlandırılmak suretiyle tespit edildiği saptanmıştır. Çekişmeli taşınmaz ile komşu taşınmazlar arasında ayırıcı nitelikte doğal yada yapay bir sınır yeri tarif edilmemiştir.
Hal böyle olunca çekişmeli taşınmazın sınırındaki eylemli meraya el atılarak kazanıldığının kabulü gerekir. Bu nitelikteki taşınmazlar üzerinde süresi ne olursa olsun sürdürülen zilyetliğin hukuksal bir değeri bulunmamaktadır. Öte yandan eylemli duruma aykırı düşen bilirkişi ve tanık sözlerine de değer verilmesi olanaksızdır. Öte yandan çekişmeli taşınmaz kadastro tespiti sırasında davacı Mahigül adına tespit edilmiş, hazinenin itirazının kabulü ile taşınmaz hazine adına tescil edilmiştir. Komisyon kararına karşı davacı hazine dışında Muharrem ‘i hasım göstermiştir. Muharrem tespitin ve komisyon kararının tarafı değildir.
Kural olarak kadastro davaları lehine tespit yada kadastro komisyonunca tescile karar verilen kişi yada kurumlar arasında görülür. Daha açık bir anlatımla kadastro davaları hakları çatışanlar arasında görülür. Muharrem’in yöntemine uygun itiraz ve davası olmadığı gibi derdest bu davaya katılması da sözkonusu değildir. Hal böyle olunca Muharrem davada taraf niteliği yoktur. Mahkemece bu olgular dikkate alınarak davanın reddine, somut olayda 3402 Sayılı Kadastro Kanunun 5.maddesine göre uygulama olanağı bulunmadığı dikkate alınarak komisyon kararı gibi çekişmeli taşınmazın hazine adına tesciline, Muharrem ‘e yöneltilen davanın husumet yönünden reddine karar verilmesi gerekirken, Muharrem hakkında kesin hüküm oluşacak biçimde yazılı şekilde hüküm kurulması isabetsizdir.
Sonuç: Davalı hazinenin temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün BOZULMASINA, 26.9.2003 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/492 K: 2004/1294 T.5.4.2004
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2005/3898 K: 2005/3987 T: 19.12.2005
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/3439 K: 2004/209 T: 29.1.2004
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/2555 K: 2003/2915 T: 14.10.2003
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/2218 K: 2003/2659 T: 29.9.2003
Dava konusu taşınmazın kaçak ve yitik kişilerden kanunları uyarınca devlete kalan yerlerden olduğunun kabulü gerekir; bu gibi taşınmazlar üzerinde zilyetlik süresi neye ulaşırsa ulaşsın hukukça değer taşımayacağından kanunlar uyarınca kaçak ve yitik kişilerden hazineye kalan taşınmazlar zilyetlik yolu ile kazanılamaz.
Taraflar arasında kadastro tespitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün, Yargıtay’ca incelenmesi davalı Hazine tarafından istenilmekle, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşılmakla, dosya incelendi. Dosyadaki belgeler okundu. Tetkik hakiminin açıklamaları dinlendi, gereği görüşüldü:
Kadastro sırasında 298 parsel sayılı 249600 m2 yüzölçümündeki taşınmaz 299 parsele uygulanan tapu ve vergi kaydının güneyinde mera okuduğundan, zeminde de güneyde mera parseli bulunduğundan söz edilerek hazine adına tespit edilmiştir. İtirazı komisyonca reddedilen Bişar tapu kaydına, vergi kaydına, zilyetliğe dayanarak dava açmıştır. Mahkemece önceki günlü “tapu kayıt malikleri ile davacı arasında akdi ve ırsi ilişkinin kurulması, tapu kaydının uygulanması, taşınmazın mera olup olmadığının belirlenmesi, tapu kayıt miktar fazlası üzerinde zilyetlikle edinme koşullarının oluşup oluşmadığının belirlenmesi “gereğine değinen bozma ilamına uyulduktan sonra tapulama müdürlüğüne geri gönderilmiş, komisyonca itirazın reddedilmesi üzerine Bişar aynı nedenlerle yeniden dava açmıştır. Yargılama sırasında Zübeyir, Baran, Latif ve Mevali kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanarak davaya katılmışlardır. Mahkemece tapu kayıt maliklerinin mirascıları davacı olarak karar başlığında gösterilerek davacı Bişar, Zübeyir, Latif in davalarının kısmen kabulüne, katılan Mevali ve Baran davalarının reddine, 298 parsel sayılı taşınmazın tesbitinin iptali ile fenbilirkişi Adnan ın ifrazlı krokisinde A harfiyle gösterilen 48663 m2’lik kısmının Mirza oğlu Serhenk mirascıları adına, B harfiyle gösterilen 44500 m2’lik kısmının Mehmet oğlu Bişar mirascıları, C harfiyle gösterilen 60062 m2’lik kısmının Halef mirascıları, D harfiyle gösterilen 57750 m2’lik kısmının Teymur mirascıları, F harfiyle gösterilen 16875 m2’lik kısmının Latif ve Zübeyir, E harfiyle gösterilen 21750 m2’lik kısmının Mirza çocukları Mehmet, Teymur, Halef ve Serhenk mirascıları adlarına payları oranında tapuya tesciline karar verilmiş; hüküm davalı hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece teknik bilirkişi Adnan tarafından düzenlenen 22.11.1999 havale tarihli rapor ve eki krokisinde B harfi ilegösterihle8n 44500 m2’lik bölümün davacı Bişar mirasçıları adına E ve F harfleri ile gösterilen 21750 ve 16875 m2’lik bölümler üzerinde de zilyetlik koşullarının gerçekleştiği kabul edilmek suretiyle şe harfi ile gösterilen bölümde davacı Bişar’a da pay verilmek suretiyle davaya katılanlar Latif Aydın ve Zübeyir adına aynı krokide A, C ve D harfleri ile gösterilen bölümlerin de davada taraf olmayan kişiler yararına 3402 sayılı Kadastro Kanununun 14. maddesi hükmünde öngörülen koşulların gerçekleştiği gerekçe gösterilmek suretiyle hüküm kurulmuştur. Ne var ki davacı Bişar ın dayandığı Mart 1326 tarih ve 18 numaralı tapu kaydı niza dışı 299 sayılı parsele yüzölçümüne revizyon görmüştür. Anılan tapu kaydı dava konusu298 parsel sayılı taşınmazı güney yönde Markara olarak sınır göstermektedir.
Aynı parsele revizyon gören 1937 yazım tarihli ve 150 tahrir numaralı vergi kaydı da güney yönde dava konusu taşınmazı mera parseli olarak sınır göstermektedir. Krokisinde görüleceği gibi dava konusu 298 parsel sayılı taşınmazın güney ve doğu yönü 415 parsel sayılı mera parseli ile çevrili bulunmaktadır. Dinlenen yerel bilirkişi dava konusu taşınmazın öncesinin Markaraoğlu tarafından kullanıldığını bildiğini, bu kişinin kaçak ve yitik kişi olduğunu haber vermiş bulunmasına göre yerel bilirkişinin bu sözleri resmi kayıt olan ve mülkiyet belgesi bulunan davacı tarafın dayandığı tapu kaydı ile doğrulanmıştır. Davacı taraf her ne kadar aynı tarih ve 19 numaralı tapu kaydına da dayanmakta ise bu kayıt dahi dava konusu taşınmaza ait olmayıp güney yönünde 18 numaralı tapu kaydında belirtildiği gibi Markara yeri olarak sınır göstermektedir.
Hal böyle olunca dava konusu taşınmazın kaçak ve yitik kişilerden kanunları uyarınca devlete kalan yerlerden olduğunun kabulü gerekir. Bu gibi taşınmazlar üzerinde zilyetlik süresi neye ulaşırsa ulaşsın hukukça değer taşımaz. Diğer bir anlatımla kanunları uyarınca kaçak ve yitik kişilerden hazineye kalan taşınmazlar zilyetlik yolu ile kazanılamaz.
Sonuç: Mahkemece davanın reddine, dava konusu taşınmazın tespit gibi hazine adına tesciline karar verilmesi isabetsiz olduğu gibi kabule göre de davada taraf olmayan kişiler adına da tescil kararı verilmesi dahi isabetsiz, hazinenin bu nedenlerle yerinde olan temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, 29.9.2003 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1997/2792 K: 1997/3395 T: 13.6.1997
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1991/2615 K: 1993/10265 T: 19.10.1993
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1983/19904 K: 1983/17939 T: 9.12.1983
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2005/292 K: 2005/4065 T: 26.12.2005
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/2434 K: 2003/2681 T: 30.9.2003
Temyize konu edilen taşınmaz bölümünün davacı tarafın tutunduğu vergi kaydının kapsamında kaldığı öncesinin tarım toprağı niteliğinde bulunduğu ve oluşturulan mera tahsis kararı tarihine kadar davacı taraf yararına 3402 sayılı kadastro kanunu’nun 14.maddesi hükmünde öngörülen taşınmaz edinme koşullarının gerçekleştiği yargılama sonucu saptanmış olup temyiz talepleri haksızdır.
Taraflar arasında kadastro tespitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün, Yargıtay’ca incelenmesi davalı hazine ile dahili davalı Karayolları Genel Müdürlüğü tarafından istenilmekle, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşılmakla, dosya incelendi. Dosyadaki belgeler okundu. Tetkik hakiminin açıklamaları dinlendi, gereği görüşüldü:
Kadastro sırasında 452 parsel sayılı 94000 m2 yüzölçümündeki taşınmaz mera olarak sınırlandırılmıştır. İtirazı komisyonca reddedilen davacı M.Emin vergi kaydına, miras yolu ile gelen hakka ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanarak dava açmıştır. Dava sırasında Karayolları Genel Müdürlüğü davaya davalı olarak dahil edilmiştir. Mahkemece davanın kısmen kabulüne, taşınmazın fen bilirkişisi Abdurrahim in 16.9.2002 tarihili raporunda belirttiği şekliyle (A) harfiyle gösterdiği 7469 m2 lik kısmının davacı Mehmet Emin adına tapuya tesciline, taşınmazda geriye kalan kısmın ise mera olarak sınırlandırılmasına karar verilmiş, hüküm davalı hazine ile dahili davalı Karayolları Genel Müdürlüğünce temyiz edilmiştir.
1-Hükmü temyiz eden Karayolları Genel Müdürlüğü davaya katılmamıştır. Mahkemece davaya dahil edilmesi karayollarına taraf olma sıfatı vermez. Taraf olmayan kişilerin de hükmü temyiz de yetkisi bulunmamaktadır. Bu nedenlerle Karayolları Genel Müdürlüğünün temyiz inceleme isteğinin REDDİNE,
2-Hazinenin temyizi teknik bilirkişi Abdurrahim tarafından tanzim edilen 16.9.2002 tarihli krokide yeşille taralı A harfi ile gösterilen bölüm hakkında oluşturulan hükme yöneliktir. Anılan bölümün davacı tarafın tutunduğu 1936 yazım tarihli ve 13 numaralı vergi kaydının kapsamında kaldığı öncesinin tarım toprağı niteliğinde bulunduğu ve davacı taraf yararına 1964 yılında oluşturulan mera tahsis kararı tarihine kadar davacı taraf yararına 3402 sayılı Kadastro Kanununun 14.maddesi hükmünde öngörülen taşınmaz edinme koşullarının gerçekleştiği mahkemece yapılan keşif, uygulama, dinlenen yerel bilirkişi anlatımı, tanık sözleri, teknik bilirkişinin haritalı raporu ve toplanıp değerlendirilen diğer delillerle saptanmıştır.
Sonuç: Bu nedenlerle hazinenin yerinde olmayan temyiz itirazlarının reddi ile hükmün ONANMASINA, 30.9.2003 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2006/759 K: 2006/819 T.24.3.2006
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/361 K: 2004/1154 T. 29.3.2004
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/361 K: 2004/1154 T: 29.3.2004
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/3437 K: 2004/210 T: 29.1.2004
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/2225 K: 2003/2811 T: 7.10.2003
Dava konusu parsel dayanılan kaydın kapsamı içinde kaldığı takdirde tapu kaydına değer verilerek hüküm oluşturulmalı, dayanılan tapu kaydı ve krokisinin kapsamı dışında kaldığının belirlenmesi halinde dava konusu taşınmazın öncesinin kamu malı niteliğinde mera olup olmadığı diğer bir anlatımla komşu mera parselinden kazanılıp kazanılmadığı konusunda yararı bulunmayan elverdiğince yaşlı komşu köy halkından seçilecek bilirkişiler aracılığıyla araştırma yapılmalı, tespit bilirkişilerinin nizalı taşınmazı tarım toprağı niteliğinde olduğunu bildirmiş olmalarına göre yerel bilirkişi ve tanık sözleri arasında çelişki çıktığı takdirde bu çelişki giderilmelidir.
Taraflar arasında kadastro tespitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün, Yargıtay’ca incelenmesi davalı hazine tarafından istenilmekle, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşılmakla, dosya incelendi. Dosyadaki belgeler okundu. Tetkik hakiminin açıklamaları dinlendi, gereği görüşüldü:
Kadastro sırasında 106 ada 30 parsel sayılı 7250 m2 yüzölçümündeki taşınmaz 31, 32 ve 33 parsel sayılı taşınmaza uygulanan tapu kaydı yüzölçümü fazlası olarak davalı hazine adına tespit edilmiştir.
Davacı İbrahim taşınmazda zilyet bulunduklarını ve Kadir mirasçılarına ait olduğunu ileri sürerek dava açmıştır. Mahkemece davanın kabulüne, taşınmazın Kadir mirasçıları Elife , Fatma, Esme, Hatice, Mevlüde, Mehmet ve İbrahim adına tapuya tesciline karar verilmiş, hüküm davalı hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece dava konusu taşınmazın davacı tarafın tutunduğu tapu kaydının kapsamında kaldığı dayanılan tapu kaydının uygulanmaması halinde dahi taşınmazın öncesinin geleneksel biçimde kullanıla gelen kamu malı niteliğinde mera olmadığı tarım toprağı olduğu ve tespit gününe kadar zilyetleri yararına 3402 sayılı K: K: nun 14. maddesi hükmünde öngörülen taşınmaz edinme koşularının gerçekleştiği gerekçe gösterilmek suretiyle hüküm kurulmuş isede mahkemece yapılan araştırma inceleme ve uygulama hüküm vermeye yeterli bulunmamaktadır. Davacı tarafın dava dışı parsellere revizyon gören 17.2.1968 tarih ve 8 nolu tapu kaydı asliye hukuk mahkemesinin 11.12.1967 gün 337/323 sayılı tescil ilamı ile oluşmuştur. Bu tapu kaydı ve dayanağı haritanın kendisini bağlayacağı kuşkusuzdur.
Bu nedenle mahkemece öncelikle dosya arasında mevcut bulunan 1/4000 ölçekli davacı tarafın dayandığı tapu kaydının dayanağı olan krokinin yerine 3402 sayılı Kadastro kanunun 14. maddesi hükmü gereğince yerine uygulanmalı, dayanak haritanın ölçeği ile kadastro paftasının ölçeği eşitlenmek suretiyle üst üste çakıştırılmak suretiyle denetlemeye imkan verecek şekilde uygulamayı gösterir teknik bilirkişiye kroki tanzim ettirilmeli, ayrıca dayanılan tapu kaydının ifraz edildiği 2500 m2 lik bölümün 8.6.1978 tarih ve 4 nolu kayıt ile hazine adına kum ocağı olarak oluştuğu arta kalan 5 nolu tapu kaydının da Kadir mirasçıları adına oluşturulduğu göz önüne alınarak ifraz krokilerin dahi bulunup bulunmadığı sorulup saptanmalı, bunlar dahi getirtilip yerine gereği gibi uygulanmalı ve kapsamları belirlenmelidir. Dayanılan kaydın haritasının ölçeği bulunduğu gibi ayrıca kot uzunlukları da rakamla belirtilmiştir. Bu hususlar da göz önünde tutulmalı ve böylece dayanak krokinin kapsamı belli edilmelidir.
Dava konusu 30 nolu parsel dayanılan kaydın kapsamı içinde kaldığı takdirde tapu kaydına değer verilerek hüküm oluşturulmalı, dayanılan tapu kaydı ve krokisinin kapsamı dışında kaldığının belirlenmesi halinde dava konusu taşınmazın öncesinin kamu malı niteliğinde mera olup olmadığı diğer bir anlatımla komşu 71 parsel sayılı mera parselinden kazanılıp kazanılmadığı konusunda yararı bulunmayan elverdiğince yaşlı komşu köy halkından seçilecek bilirkişiler aracılığıyla araştırma yapılmalı, tespit bilirkişilerinin nizalı taşınmazı tarım toprağı niteliğinde olduğun bildirmiş olmalarına göre yerel bilirkişi ve tanık sözleri arasında çelişki çıktığı takdirde bu çelişki giderilmeli;
Sonuç: Ondan sonra toplanan ve toplanacak deliller hep birlikte değerlendirilerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken bu konularda yanılgıya düşülerek yazılı biçimde karar verilmesi isabetsiz hazinenin bu nedenlerle yerinde olan temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, 7.10.2003 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1990/14189 K: 1993/5595 T: 24.5.1993
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1992/2652 K: 1994/8581 T: 29.9.1994
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2005/3898 K: 2005/3987 T: 19.12.2005
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/417 K: 2004/970 T: 17.3.2004
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/352 K: 2004/866 T: 11.3.2004
3402 sayılı kadastro kanunun 20. maddesi hükmüne göre kayıtların haritaya dayanması halinde kapsamlarının haritasına göre belirlenmesi zorunludur.
Taraflar arasında kadastro tesbitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün, Yargıtayca incelenmesi davacı hazine tarafından istenilmekle, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşılmakla, dosya incelendi. Dosyadaki belgeler okundu. Tetkik hakiminin açıklamaları dinlendi, gereği görüşüldü:
Kadastro sırasında 109 ada 5 parsel sayılı 17346.07 m2, 109 ada 7 parsel sayılı 4408.06 m2, 109 ada 2 parsel sayılı 6634,95 m2 yüzölçümündeki taşınmazlar ayrı tapu kayıtlarına dayanılarak, 109 ada 6 parsel sayılı 9076.43 m2, 109 ada 4 parsel sayılı 12303.61 m2 yüzölçümündeki taşınmazlarda toprak tevzi komisyonunca dağıtım cetvelinin 253 ve 254. sırasında tahsis edildiğinden ve zilyetlik koşullarının da oluştuğundan söz edilerek 109 ada 5 sayılı parselin hazine, 109 ada 7 sayılı parselin Etem ve paydaşları, 109 ada 6 sayılı parselin Hamdi, 109 ada 4 sayılı parselin Etem, 109 ada 2 sayılı parsel Seyfettin adına tesbit edilmiş, 135 ada 4 parsel sayılı 1764034 m2 yüzölçümündeki taşınmazda mera olarak sınırlandırılmıştır. Hazine tapu kaydına göre 32653.93 m2 noksanlığın davaya konu parsellerde bulunduğunu ileri sürerek dava açmıştır. Mahkemece davanın reddine, dava konusu 109 ada 2, 4, 5, 6, 7 sayılı parsellerin tespit gibi tesciline, 135 ada 4 sayılı parselinde tesbit gibi mera olarak sınırlandırılmasına karar verilmiş, hüküm davacı hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Davacı hazine kendi adına tesbit edilene dava dışı 109 ada 5 parsel sayılı taşınmazın yüzölçümünün eksik olduğunu, bu eksikliğin dava konusu taşınmazlar içerisinde kaldığını öne sürerek dava açmıştır. Mahkemece hükümde açıklanan nedenlerle davanın reddine karar verilmiştir. Ne var ki, yapılan araştırma, uygulama hüküm vermeye yeterli bulunmamaktadır. Taraflar arasındaki uyuşmazlık ortak sınıra ilişkindir. Taraflar ayrı ayrı tapu kayıtlarına dayanmıştır. Dayandıkları tapu kayıtlarının oluşma nedenleri dikkate alındığında haritalarının bulunduğu anlaşılmaktadır.
3402 Sayılı Kadastro Kanunun 20. maddesi hükmüne göre kayıtların haritaya dayanması halinde kapsamlarının haritasına göre belirlenmesi zorunludur. Ne var ki, mahkemece bu konuda bir araştırma ve uygulama yapılmamıştır. Öte yandan 109 ada 5 parsel sayılı taşınmazın hazine adına tesbit edildiği dikkate alındığında, 109 ada 6 parsel sayılı taşınmazın dava konusu olmadığı tartışmasızdır.
Sağlıklı bir sonuca varılabilmesi için 135 ada, 4 parsel sayılı taşınmazla ilgili mera tahsis haritası, 109 ada 2, 4, 6, 7 parsel sayılı taşınmazların dayanakları tapu kayıtları ile haritaları getirtilmeli, taşınmazlar başında yeniden keşif yapılmalı, yerel bilirkişi yardımı, uzman bilirkişi eliyle taraf tapularının dayanağı haritalar yerine uygulanmalı, uygulamada kadastro paftasının ölçeği 135 ada, 4 parsel sayılı taşınmazla ilgili mera tahsis haritası ve 109 ada 2, 4, 6 ve 7 parsel sayılı taşınmazların dayanağı tapu kayıtlarının haritalarının ölçekleri eşitlendikten sonra çakıştırılmak suretiyle yerine uygulanmalı, uygulamada haritalarda tarif edilen belli poligon ve röper noktalar ile arz üzerindeki doğal yada yapay sınır yerlerinden yararlanılmalı, uzman bilirkişiden keşfi izlemeye bilirkişi sözlerini denetlemeye imkan verecek şekilde haritalı rapor alınmalı, hazine adına tesbit edilen dava dışı 109 ada 5 parsel sayılı taşınmazdaki yüzölçümü eksikliğinin hangi taşınmaz ya da taşınmazlar içerisinde kaldığı duraksamasız belirlenmeli, bundan sonra toplanan ve toplanacak tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna göre bir karar verilmelidir.
SONUÇ: Mahkemece bu olgular gözardı edilerek yazılı şekilde hüküm kurulması isabetsiz, davacı hazinenin temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün BOZULMASINA, kabule göre de hazine adına tesbit edilen dava dışı 5 parsel sayılı taşınmaz dava konusu olmadığı halde davalılar hakkında kesin hüküm oluşacak şekilde dava dışı 5 parsel sayılı taşınmaz hakkında da hüküm kurulması isabetsiz, davacı hazinenin temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün BOZULMASINA, 11.3.2004 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1993/4840 K: 1995/2969 T: 21.3.1995
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1992/7448 K: 1994/10443 T: 3.11.1994
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1991/15369 K: 1994/4276 T: 3.5.1994
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1994/2736 K: 1994/6076 T: 17.6.1994
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/254 K: 2004/960 T: 17.3.2004
Kural olarak aynı kayda ya da kayıtlara dayanılması halinde kayıtların kapsamının sağlıklı biçimde belirlenebilmesi için davaların birlikte görülmesi zorunlu olduğundan bu dava dosyası ile ilgili parsellere ilişkin dava dosyası birleştirilmeli; bundan sonra toplanan ve toplanacak tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna uygun bir karar verilmelidir.
Taraflar arasında kadastro tesbitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün, Yargıtayca incelenmesi davacı Hanbaba mirasçısı Abbas ile davalı Hazine tarafından istenilmekle, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşılmakla, dosya incelendi. Dosyadaki belgeler okundu. Tetkik hakiminin açıklamaları dinlendi, gereği görüşüldü:
Kadastro sırasında 84 parsel sayılı 22900 m2 yüzölçümündeki taşınmaz kadim köy merası ise de Hazine adına tapu kaydı bulunduğundan söz edilerek mera vasfı ile Hazine adına tespit edilmiştir. Alikamerli Köy Tüzel Kişiliğinin iskan kaydına dayanarak ve köyün merası olduğunu ileri sürerek Hanbaba adına vekaleti bulunmayan Efder ‘in iskan kaydına dayanarak ve Bekir , İbrahim’in itirazları üzerine tutanak ve ekleri Kadastro Mahkemesine gönderilmiştir. Mahkemece Hanbaba, İbrahim’in davasının reddine, Bekir’in davasının feragattan reddine, Köy Tüzel Kişiliğinin davasının kabulüne, 84 sayılı parselin Mera (otlakiye) olarak sınırlandırılmasına, özel sicil defterine yazılmasına karar verilmiş, hüküm davacı Hanbaba Öcal mirasçısı Abbas ile davalı Hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece dava konusu taşınmazların Hazinenin tutunduğu tapu kaydının geniş sınırları ile kapsamında kaldığı Köy Tüzel Kişiliğinin dayandığı Hazinenin tahsis ve temliki ile oluşan iskan kaydının çekişmeli taşınmazları kapsadığı gerekçe gösterilerek hüküm kurulmuştur. Ne var ki somut olayda Köy Tüzel Kişiliği, Hazine ve Hanbaba mirasçılarının aynı kayıtlara dayanarak dava dışı 97, 92, 95, 96 ve 89 parseller hakkında dava açtığı dosyaya yansıyan bilgiler ile temyiz incelemesi aynı gün yapılan diğer dava dosyalarının içeriği ile belirlenmiştir. Kural olarak aynı kayda yada kayıtlara dayanılması halinde kayıtların kapsamının sağlıklı biçimde belirlenebilmesi için davaların birlikte görülmesi zorunludur.
Hal böyle olunca iş bu dava dosyası ile 97, 92, 95, 96 ve 89 parsel sayılı taşınmazlarla ilgili dava dosyası usulün 45 ve onu izleyen maddeleri uyarınca birleştirilmeli, bundan sonra toplanan ve toplanacak tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna uygun bir karar verilmelidir. Bu olgu sağlıklı sonuca varmanın temel koşuludur.
SONUÇ: Mahkemece bu yönler gözardı edilerek işin esası hakkında yazılı şeklide hüküm kurulması isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün BOZULMASINA, 17.3.2004 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1995/8467 K: 1996/3554 T: 8.4.1996
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1997/3867 K: 1997/4400 T: 29.9.1997
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1993/5875 K: 1995/2600 T: 14.3.1995
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2005/1456 K: 2005/1885 T: 7.6.2005
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2005/909 K: 2005/1027 T: 8.4.2005
Kadastro tespiti 3402 sayılı kadastro kanunu’nun 5.maddesi hükmü uyarınca malikhanesi açık bırakılarak yapılmadığı için aynı yasanın 30.maddesi hükmünün de uygulama olanağı bulunmamaktadır.
Taraflar arasında kadastro tesbitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün, Yargıtayca incelenmesi davacılar vekili ile davalılar tarafından istenilmekle, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşılmakla, dosya incelendi. Dosyadaki belgeler okundu. Tetkik hakiminin açıklamaları dinlendi, gereği görüşüldü:
Kadastro sırasında 114 Ada 45 parsel sayılı 32126.94 m2 yüzölçümündeki taşınmaz, kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanılarak ölü olduğu belirtilmek suretiyle Mehmet adına tesbit edilmiştir. Davacılar Mustafa ve arkadaşları vergi kaydına, miras yoluyla gelen hakka ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanarak dava konusu taşınmazın adlarına tescili istemi ile Mehmet mirasçıları İsmet ve paydaşlarını hasım göstererek dava açmışlardır. Davacı taraf yargılama sırasında Saadet ve paydaşlarını da davaya dahil etmişlerdir. Mahkemece davanın kısmen kabulüne, taşınmazın teknik bilirkişi Ayberk tarafından düzenlenen ek raporun dayanağı haritada (c) harfi ile işaretli ve sarı renkle taralı 10000 m2 yüzölçümündeki kesimin davacılar adına tapuya tesciline, geriye kalan 22.12694 m2 yüzölçümündeki bölümün ise mera niteliğiyle sınırlandırılmasına, özel siciline yazılmasına karar verilmiş; hüküm davacılar vekili ile davalılar tarafından temyiz edilmiştir.
İddianın öne sürülüş biçimi davalı tarafın savunması, kadastro tesbitine dayanak yapılan hukuksal olguları ile mahkemece toplanıp değerlendirilen deliller dikkate alındığında yerel mahkemenin vardığı sonuç dosya içeriğine uygun düşmemektedir. Dava konusu 114 ada 45 parsel sayılı taşınmazın kısmen kuzeybatı sınırını oluşturan komşu 82 parsel sayılı taşınmazın mera niteliğiyle sınırlandırılmak suretiyle tesbit edildiği uzman bilirkişi haritasının kapsamı ve dosya içeriğiyle belirlenmiştir.
Hal böyle olunca sözü edilen davacı tarafın tutunduğu vergi kaydının sınırları ile dava konusu taşınmazı kapsaması olanaksızdır. Gerçekten bir bölüm sınır yeri açık kalmıştır. Daha açık bir anlatımla sözü edilen vergi kaydında tarif edilen sınır yerleri taşınmazı tümden çevrelememektedir.
Az yukarıda saptanan hukuksal olgular bir yana davacı tarafın tutunduğu miras bırakan Güllü (Gülzade) adına oluşan 1957 tarih 28 tahrir sayılı (100 AR) 10.000 m2 yüzölçümündeki vergi kaydı, mülkiyet belgesi niteliğinde değildir. Kural olarak zilyetlikle birleşmeyen vergi kaydına değer verilmesi hukuken olanaksızdır. İddianın öne sürülüş biçimi, öne sürülen savunma tesbit nedenleri dikkate alındığında sağlıklı bir sonucu varılabilmesi için dava konusu taşınmazın Mehmet ’a mı yoksa eşi Güllü’ye mi ait olduğunun duraksamasız belirlenmesi gerekir.
Dava konusu taşınmazın tesbit tutanağı içeriğinde taşınmazın ölü Mehmet ’a ait olduğu belirtilmişse de, bilgilerine başvurulan yerel bilirkişi ve tanıklar ile taşınmaz başında dinlenen tesbit tutanağı bilirkişileri çekişmeli taşınmazın davacıların miras bırakanı ölü Mehmet ’ın eşi Güllü’ye ait olduğunu, Güllü tarafından para ve emek sarfı ile imar ve ihya edilerek tarla haline getirildiğini taşınmazın miras bırakan Güllü’nün eşi Mehmet’e ait olmadığını haber vermişlerdir.
Hal böyle olunca tapuda kayıtlı olmayan menkul hükümlerine tâbi çekişmeli taşınmazın ortak miras barakan Mehmet ’dan kalmadığı, Mehmet’in eşi Güllü’ye ait olduğunun kabulü gerekir. Öte yandan dava konusu taşınmazın Güllü tarafından imar, ihya edilmek suretiyle tarla haline getirildiği, kadastro tesbit gününe kadar 20 yılı aşkın süre ile dava konusu taşınmazın miras bırakan Güllü ve mirasçılarının zilyetliğinde bulunduğu, tesbit gününde Güllü mirasçıları yararına 3402 sayılı Kadastro Kanununun 17. ve 14.maddesi hükmünde öngörülen taşınmaz edinme koşullarının gerçekleştiği, mahkemece yapılan keşif uygulama, toplanıp değerlendirilen deliller ve dosya içeriği ile belirlenmiştir.
Taşınmazın mera olduğu yolunda bir iddia ve savunma öne sürülmemiştir. Kaldı ki taşınmazın kamu malı niteliğinde mera olmadığı da saptanmıştır. Somut olayda dava konusu taşınmazın kadastro tesbiti 3402 sayılı Kadastro Kanununun 5.maddesi hükmü uyarınca malik hanesi açık bırakılarak yapılmadığı, bu nedenle aynı yasanın 30.maddesi hükmünün de uygulama olanağı bulunmamaktadır.
Sonuç: Açıklanan nedenlerle Güllü mirasçısı olmayan tarafların temyiz itirazları yerinde değildir. Mahkemece bu olgular dikkate alınarak, dava konusu taşınmazın tümünün miras payları oranında Güllü mirasçıları adına tesciline karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde hüküm kurulması isabetsiz, hükmü temyiz eden Güllü mirasçılarının temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde görüldüğünden, kabulü ile hükmün Güllü mirasçıları yararına BOZULMASINA, 8.4.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2006/759 K: 2006/819 T.24.3.2006
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/3437 K: 2004/210 T: 29.1.2004
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/2096 K: 2003/2913 T: 13.10.2003
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/292 K: 2004/737 T: 4.3.2004
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2005/810 K: 2005/1069 T: 11.4.2005
Mahkemece bir yerin mera olarak kabul edilebilmesi için taşınmazın yetkili idari merciler tarafından mera olarak tahsis edilmiş olması ya da taşınmazın öncesinin bilinmeyen bir zamandan beri geleneksel biçimde kamu malı niteliğinde mera olarak kullanılmış olmasına bağlıdır.
Taraflar arasında kadastro tesbitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı hazine ile davacı Abdurrahim ve Hasan tarafından istenilmekle, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşılmakla, dosya incelendi, dosyadaki belgeler okundu, tetkik hakiminin açıklamaları dinlendi. Gereği görüşüldü:
Mahkemece, dava konusu 396 parsel sayılı taşınmazın tesbit gününden önce Asliye mahkemesine açılan ve görevsizlik kararı ile Kadastro Mahkemesine aktarılan davanın kapsamında kaldığı, taşınmazın uzman bilirkişi haritasında (A) harfi ile gösterilen 74.746 m2 yüzölçümündeki bölümü üzerinde adlarına tescile karar verilen zilyet davacı taraf yararına aktarılan davanın açıldığı günde 3402 Sayılı Kadastro Kanunun 14. maddesi hükmünde öngörülen kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği ile taşınmaz edinme koşullarının gerçekleştiği aynı haritada (B) harfi ile gösterilen 94.054 m2 yüzölçümündeki bölümü üzerinde ise davacı taraf yararına kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği ile taşınmaz edinme koşullarının gerçekleşmediği gerekçe gösterilerek hüküm kurulmuş ise de, yapılan araştırma, soruşturma ve uygulama hüküm vermeye yeterli değildir. Dava konusu 396 parsel sayılı taşınmazın batı ve güney sınırında eylemli biçimde mera niteliği ile sınırlandırılmak suretiyle tesbit edilen 401 ve 482 parsel taşınmazların bulunduğu dikkate alındığında mahkemece yöntemine uygun mera araştırması yapılması zorunludur. Ne var ki, bu doğrultuda yapılan araştırma, soruşturma yetersiz olduğu gibi yöntemine de uygun değildir. Kural olarak mahkemece bir yerin mera olarak kabul edilebilmesi için taşınmazın yetkili idari merciler tarafından mera olarak tahsis edilmiş olması yada taşınmazın öncesinin bilinmeyen bir zamandan beri geleneksel biçimde kamu malı niteliğinde mera olarak kullanılmış olmasına bağlıdır. Öte yandan yapılan zilyetlik araştırması da yetersizdir. O halde sağlıklı bir sonuca varılabilmesi için taşınmazın bulunduğu bölgede 4753 ve 5618 sayılı yasalar uyarınca mera tahsisinin yapılıp yapılmadığının Köy Hizmetleri İl Müdürlüğünden 4342 sayılı yasa uyarınca mera tahsisi yapılıp yapılmadığı mülki amirlikten sorulup saptanmalı, yapılmış ise mera tahsis haritası ve eki belgeler getirtilmeli, bundan sonra yöreyi iyi bilen elverdiğince yaşlı, dava sonucunda yararı olmayan taşınmazın bulunduğu köye komşu köy yada köyler halkından seçilecek elverdiğince yaşlı, yansız yerel ve uzman bilirkişi tarafların aynı yöntemle gösterecekleri tanıklar ve tesbit tutanağı bilirkişileri hazır olduğu halde taşınmaz başında yeniden keşif yapılmalı, mera tahsisi yapılmış ise tahsis haritasının ölçeği ile kadastro paftasının ölçeği eşitlenerek yerel bilirkişi yardımı uzman bilirkişi eliyle haritalar çakıştırılmak suretiyle yerine uygulanmalı, uygulamada haritalarda tarif edilen belli poligon ve röper noktalar ile arz üzerindeki doğal yada yapay sınır yerlerinden yararlanılmalı, bu yolla dava konusu taşınmazın mera tahsis haritasının kapsamında kalıp, kalmadığı duraksamasız belirlenmeli, mera tahsisi yapılmamış ise yerel bilirkişi ve tanıklardan dava konusu taşınmazın öncesinin geleneksel biçimde mera olarak kullanılıp kullanılmadığı yolunda olaylara dayalı bilgi alınmalı, komşu taşınmazların tesbit tutanakları ve dayanakları kayıtlarla yerel bilirkişi ve tanık sözleri denetlenmeli, taşınmazın kamu malı niteliğinde mera olmadığı, sonucuna varıldığı takdirde yeterli biçimde zilyetlik araştırması yapılmalı, taşınmazın öncesinin kime ait olduğu, kimden kime kaldığı, sürdürülen zilyetliğin başlangıç günü, süresi ve sürdürülüş biçimi hakkında yerel bilirkişi ve tanıklardan olaylara dayalı bilgi alınmalı, tutanak bilirkişileri de taşınmaz başında ayrı ayrı dinlenerek hükme dayanak yapılan keşifte dinlenen yerel bilirkişi ve tanık sözleri ile tutanak bilirkişilerinin beyanları arasındaki aykırılık giderilmeli, uzman bilirkişiden keşfi izlemeye bilirkişi sözlerini denetlemeye imkan verecek şekilde ayrıntılı gerekçeli rapor alınmalı, bundan sonra toplanan ve toplanacak tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna göre bir hüküm kurulmalıdır.
SONUÇ: Mahkemece bu olgular gözardı edilerek yazılı şekilde hüküm kurulması isabetsiz, davalı hazine ile davacı Abdurrahim ve Hasan’ın temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün BOZULMASINA, 11.4.2005 gününde oybirliği ile karar
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/1778 K: 2003/2269 T: 1.7.2003
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/2040 K: 2003/3138 T: 3.11.2003
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/840 K: 2003/1799 T: 29.5.2003
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/3457 K: 2004/388 T: 16.2.2004
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/292 K: 2004/737 T: 4.3.2004
Bir yerin mera olup olmadığının belirlenebilmesi için öncelikle taşınmazın bulunduğu çalışma alanında tahsisli mera olup olmadığının ilgili mercilerden sorulup saptanması, mera tahsis kaydı var ise mera tahsis kaydı ve dayanağı belgelerin getirtilip uygulanması dava konusu taşınmazın mera tahsis kaydı kapsamında kalıp kalmadığının belirlenmesi, mera tahsis kaydı yok ise, davada yararı olmayan komşu köyler halkından seçilecek yerel bilirkişi aracılığı ile dava konusu taşınmazın mera olup olmadığının sorulup saptanması gereklidir.
Taraflar arasında kadastro tespitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün, Yargıtay’ca incelenmesi davalı Hazine tarafından istenilmekle, temyiz isteminin süresinde olduğu anlaşılmakla dosya incelendi, dosyadaki belgeler okundu, tetkik hakiminin açıklamaları dinlendi. Gereği görüşüldü:
Kadastro sırasında dava konusu 154 ada 42 parsel sayılı 22400 m2 yüzölçümündeki taşınmaz aynı ada 1, 43 parsel sayılı 42000 m2 yüzölçümündeki taşınmaz ise aynı ada 3 parsel sayılı taşınmazlara uygulanan vergi kayıt miktar fazlası olarak mera niteliğiyle sınırlandırılarak tespit edilmiştir. Davacı Mehmet Ş. miras yoluyla gelen hakka, satın almaya ve zilyetliğe dayanarak dava açmıştır. Mahkemece davanın kabulüne, taşınmazların Şevki B. mirasçıları davacı taraf ile dava dışı paydaşları adına paylı olarak tesciline karar verilmiş, hüküm davalı Hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu taşınmazın kamu malı niteliğinde mera olmadığı, zilyet davacı yararına kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği yoluyla taşınmaz edinme koşullarının gerçekleştiği gerekçe gösterilerek hüküm kurulmuştur. Ne var ki; mera araştırması usulüne uygun yapılmamıştır. Bir yerin mera olup olmadığı öncelikle taşınmazın bulunduğu çalışma alanında tahsisli mera olup olmadığının ilgili mercilerden sorulup saptanması, mera tahsis kaydı var ise mera tahsis kaydı ve dayanağı belgelerin getirtilip uygulanması dava konusu taşınmazın mera tahsis kaydı kapsamında kalıp kalmadığının belirlenmesi, mera tahsis kaydı yok ise, davada yararı olmayan komşu köyler halkından seçilecek yerel bilirkişi aracılığı ile dava konusu taşınmazın mera olup olmadığının sorulup saptanması, bilirkişi sözleri yeterli görülmediği takdirde tarafların aynı usulle gösterecekleri tanıklarının taşınmazın başında dinlenilmesi, bilirkişi, tanık sözlerinin değerlendirilmesinde komşu parsellerin tutanak örneği ve dayanağı belgelerden yararlanılması, gerektiğinde uzman bilirkişiye başvurulması ve tutanak bilirkişilerinin dinlenilmesi, böylece mera olup olmadığının belirlenmesi gerekir. Mahkemece açıklanan biçimde araştırma yapılmamıştır.
O halde, yukarıda açıklandığı biçimde araştırma, inceleme yapılmalı, taşınmazın mera olduğu sonucuna varıldığı takdirde 3402 sayılı Kadastro Kanununun 16/B maddesi hükmünce sınırlandırılmasına karar verilmeli, aksi halde tespitte saptanan hukuksal olgu dikkate alınarak tespit tutanağı bilirkişileri taşınmaz başında ayrı ayrı dinlenerek hükme dayanak yapılan keşifte dinlenen bilirkişi ve tanık sözleri ile tutanak bilirkişilerinin beyanları arasındaki aykırılık giderilmeli, dava dışı 154 ada 1 ve 3 parsel sayılı taşınmazlara revizyon gören vergi kayıtları revizyon gördüğü dava dışı taşınmazlar da gözönüne alınarak yerel bilirkişi yardımı uzman bilirkişi eliyle yerine uygulanmalı, kapsamı belirlenmeli, bu taşınmazlara dıştan komşu taşınmazların tespit tutanağı ve dayanağı belgelerle bilirkişi ve tanık sözleri denetlenmeli, çekişmeli taşınmazların sınırında eylemli durum dikkate alınmalı, zilyetlik delilleri birlikte değerlendirilerek sonucuna göre bir hüküm kurulmalıdır.
Sonuç: Bu nedenlerle davalı Hazinenin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün BOZULMASINA, 4.3.2004 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2005/711 K: 2005/3482 T.14.11.2005
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/458 K: 2004/1318 T.6.4.2004
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/292 K: 2004/737 T.4.3.2004
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/2498 K: 2003/2985 T.17.10.2003
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/241 K: 2004/821 T: 9.3.2004
Sağlıklı bir sonuca varılabilmesi için tutanakta tespit maliki olarak gösterilen kişinin tebliğe elverişli adresi zabıta aracılığıyla saptanılarak dava dilekçesi ve duruşma günü yöntemine uygun şekilde tebliğ edilmeli ve bu yolla husumet yaygınlaştırılarak taraf koşulu oluşturulduktan sonra yargılamaya devam olunmalıdır.
Taraflar arasında kadastro tespitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün, Yargıtay’ca incelenmesi davacı Sami S. ile davalı Mehmet K: tarafından istenilmekle, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşılmakla, dosya incelendi. Dosyadaki belgeler okundu. Tetkik hakiminin açıklamaları dinlendi, gereği görüşüldü:
Kadastro sırasında 113 ada 39 parsel sayılı taşınmaz bağışlamaya ve zilyetliğe dayanılarak Mehmet Akif K: , 127 ada 27, 132 ada 6 ve 127 ada 2 parsel sayılı taşınmazlar ise bağışlamaya ve vasiyetnameye dayanılarak Osman, Orhan ve Mehmet K: adlarına tespit edilmiş, taşınmazların Asliye Hukuk Mahkemesinde dava konusu olması nedeni ile yüzölçümü haneleri açık bırakılmıştır. Davacı Sami S., Osman, Orhan ve Mehmet K: ‘yı hasım göstermek suretiyle miras yolu ile gelen hakka dayanarak 39 sayılı parsel hakkında dava açmıştır. Asliye Hukuk Mahkemesinde davacı Gemi Köyü Tüzel Kişiliğinin davalı Mehmet K: aleyhine açtığı köy yoluna ve köy merasına el atmanın önlenmesi hakkındaki dava görevsizlik Kararı ile kadastro mahkemesine aktarılmıştır. Mahkemece davacı Sami S.’nin davasının reddine, köy tüzel kişiliğinin davasının kısmen kabulüne, kısmen reddine, 113 ada 39 parsel sayılı taşınmazın teknik bilirkişi tarafından düzenlenen 4.9.2002 tarihli raporda (B) harfi ile işaretlenen 3806.22 m2’lik kesiminin davalı Mehmet K: adına, (A) harfi ile işaretlenen 413.26 m2’lik kesimin ise köy boşluğu olarak hazine adına, 127 ada 27 sayılı parselin (A) harfi ile gösterilen 814.82 m2 yüzölçümü ile Mehmet K: , Osman K: ve Orhan K: mirasçıları adına, haritada (B) harfi ile işaretlenen 27.07 m2’lik yola Mehmet K: tarafından yapılan el atmanın önlenmesine, 132 ada 6 parsel sayılı taşınmazın (A) ile gösterilerek 2347.03 m2 yüzölçümü ile Mehmet, Osman ve Orhan K: mirasçıları, 127 ada 2 sayılı parselin de 7511.86 m2 olarak yine Mehmet, Osman ve Orhan K: mirasçıları adına tapuya tesciline karar verilmiş; hüküm davacı Sami S. ile davalı Mehmet K: tarafından temyiz edilmiştir.
Dava ve temyize konu 113 ada 39 parsel sayılı taşınmazın Asliye Mahkemesinden görevsizlikle aktarılan davanın konusu olduğu, kadastroca düzenlenen tespit tutanağı incelendiğinde tespit maliki olarak gösterilen Mehmet Akif K: ‘nin davanın tarafı olması gerektiği dosya içeriğiyle belirlenmiştir. Öğretide ve uygulamada taraf koşulunun oluşturulmamış olması başlı başına bozma nedenidir. O halde sağlıklı bir sonuca varılabilmesi için tutanakta tespit maliki olarak gösterilen Mehmet Akif K: ‘nin tebliğe elverişli adresi zabıta aracılığıyla sorulup saptanılmalı, bundan sonra dava dilekçesi ve duruşma günü adı geçene 7201 sayılı Tebligat Kanunu ve Nizamnamesi uyarınca yöntemine uygun şekilde tebliğ edilmeli ve bu yolla husumet yaygınlaştırılarak taraf koşulu oluşturulmalı, adı geçenden davaya karşı diyecekleri sorulup saptanılmalı, göstereceği deliller toplanmalı, bundan sonra iddia ve savuma doğrultusunda toplanan ve toplanacak tüm delillerle birlikte değerlendirilerek sonucuna uygun bir karar verilmelidir.
Sonuç: Mahkemece taraf koşulu oluşturulmaksızın işin esası hakkında yazılı şekilde hüküm kurulması isabetsiz davacı Sami ile davalı Mehmet K: ‘nin temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün BOZULMASINA, bozma nedenlerine göre de sair yönlerin şimdilik incelenmesine yer olmadığına, 9.3.2004 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1986/17861 K: 1990/12580 T: 31.10.1990
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/187 K: 2004/865 T: 11.3.2004
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/1778 K: 2003/2269 T: 1.7.2003
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/619 K: 2004/1054 T: 23.3.2004
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/452 K: 2004/872 T: 11.3.2004
Bir yerin mera olarak kabul edilebilmesi için taşınmazın yetkili idari merciler tarafından mera olarak tahsis edilmiş olması ya da taşınmazın öncesinin bilinmeyen bir zamandan beri geleneksel biçimde kullanıla gelen kamu malı niteliğinde mera olduğunun anlaşılmasına bağlıdır.
Taraflar arasında kadastro tesbitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün, Yargıtayca incelenmesi davalı hazine tarafından istenilmekle, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşılmakla, dosya incelendi. Dosyadaki belgeler okundu. Tetkik hakiminin açıklamaları dinlendi. Gereği görüşüldü:
Kadastro sırasında dava konusu taşınmaz tutanağında belirtilen hukuksal nedenlere dayanılarak mera niteliğiyle sınırlandırılarak tespit edilmiştir. Davacı İbrahim Aktaş kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanarak dava açmıştır. Mahkemece davanın kabulüne, çekişmeli taşınmazın tespit gibi davacı taraf adına tesciline karar verilmiş, hüküm davalı hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Taraflar arasındaki uyuşmazlık dava konusu taşınmazın kamu malı niteliğinde mera olup olmadığı yönünde toplanmıştır. Kural olarak, mahkemece bir yerin mera olarak kabul edilebilmesi için taşınmazın yetkili idari merciler tarafından mera olarak tahsis edilmiş olması ya da taşınmazın öncesinin bilinmeyen bir zamandan beri geleneksel biçimde kullanıla gelen kamu malı niteliğinde mera olduğunun anlaşılmasına bağlıdır. Dava konusu taşınmazın bulunduğu bölgede yetkili idari merciler tarafından 4342 sayılı yasa uyarınca oluşturulan komisyon aracılığıyla mera tahsisi yapıldığı saptanmıştır. Çekişmeli taşınmazın yetkili idari merciler tarafından yapılan mera tahsis haritasının kapsamında kaldığı mahkemece yapılan keşif, uygulama, toplanıp değerlendirilen delillerle belirlenmiştir. Öte yandan davalı taraf yetkili idari merciler tarafından yapılan mera tahsis işleminin iptali için idari yargı yerinde dava açıldığını ve bu yönetimsel işlemin iptal edildiğini öne sürmediği gibi bu hukuksal olguda kanıtlanmamıştır. Hal böyle olunca taşınmazın kamu malı niteliğinde mera olduğunun kabulü gerekir.
SONUÇ: Bu nitelikteki taşınmazlar üzerinde sürdürülen zilyetlik süresi ne olursa olsun hukukça değer taşımaz. Mahkemece bu olgular da dikkate alınarak davanın kabulüne, dava konusu taşınmazın 3402 sayılı Kadastro Kanununun 16/B maddesi hükmü uyarınca mera olarak sınırlandırılmasına karar verilmesi gerekirken, delillerin takdirinde yanılgıya düşülerek yazılı şekilde hüküm kurulması isabetsiz, davacı hazinenin temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün BOZULMASINA, 11.3.2004 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2005/3898 K: 2005/3987 T.19.12.2005
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2005/3898 K: 2005/3987 T: 19.12.2005
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/3439 K: 2004/209 T: 29.1.2004
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/2555 K: 2003/2915 T: 14.10.2003
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/574 K: 2004/1628 T: 27.4.2004
Davacı, dava dışı parselin tespitine dayanak yapılan vergi kaydına, satın almaya ve zilyetliğe dayandığı gibi taşınmaz başında yapılan mera araştırmasının da yöntemine uygun şekilde yapılmamasına rağmen mahkemece; taşınmazın dava ve temyize konu kesiminin kamu malı niteliğinde mera olmadığı, tespit gününde adına tescile karar verilen zilyet davacı yararına 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 14. Maddesi hükmünde öngörülen kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği ile taşınmaz edinme koşullarının gerçekleştiği gerekçe gösterilerek hüküm kurulmuş olması hatalıdır.
Taraflar arasında kadastro tespitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün, Yargıtay’ca duruşmalı olarak incelenmesi istenilmekle, duruşma için tebliğ edilen 20.4.2004 günü belirlenen saatte temyiz eden Hazine vekili Av.A.Ö. ve T: B. vekili Av.Y.K: geldiler. Gelenlerin huzuru ile duruşmaya başlandı. Duruşmada hazır bulunan tarafların sözlü açıklamaları dinlendi. Duruşmanın bittiği bildirildi. Tetkik hakiminin raporu okundu. Dosyadaki belgeler incelendi, tetkik hakiminin açıklamaları dinlendi. Gereği görüşüldü:
Kadastro sırasında 112 ada 51 parsel sayılı 279846.17 m2 yüzölçümündeki taşınmaz vergi kaydına dayanılarak mera olarak sınırlandırılmak suretiyle tespit edilmiştir. Davacı Mehmet Tevfik Bölük, dava dışı 112 ada 29 sayılı 4331.08 m2 yüzölçümündeki taşınmaza uygulanan vergi kaydı ile birlikte satın almaya ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanarak Hazine ve Gökgiriş Köyü Tüzel Kişiliğini hasım göstererek dava açmıştır. Mahkemece davanın kısmen kabulüne, kısmen reddine, 112 ada 29 ve 51 sayılı parsellerle ilgili tespitin iptali ile teknik bilirkişinin 6.7.2001 günlü raporu ve eki haritasında (A) harfi ile ve kırmızıya boyalı (O) harfi ile belirtilen toplam 7199.76 m2’lik kısmın davacı adına tapuya tesciline, 51 sayılı parselden 2868.08 m2 çıkarıldıktan sonra kalan 276997.32 m2’lik kısmın mera olarak sınırlandırılmasına karar verilmiş, hüküm davacı vekili ile davalı Hazine vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece, 51 parsel sayılı taşınmazın dava ve temyize konu kesiminin kamu malı niteliğinde mera olmadığı, tesbit gününde adına tescile karar verilen zilyet davacı Mehmet Tevfik yararına 3402 sayılı Kadastro Kanununun 14. maddesi hükmünde öngörülen kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği ile taşınmaz edinme koşullarının gerçekleştiği gerekçe gösterilerek hüküm kurulmuş ise de yapılan araştırma ve soruşturma hüküm vermeye yeterli bulunmamaktadır. Hemen duraksamasız belirtmek gerekirse dava dışı 29 parsel sayılı taşınmaz vergi kaydına, satın almaya ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanılarak davacı taraf adına tesbit edilmiştir. Davacı, sözü edilen dava dışı 29 parsel sayılı taşınmazın tesbitine dayanak yapılan vergi kaydına, satın almaya ve zilyetliğe dayanmıştır. Hal böyle olunca 29 parsel sayılı taşınmazın dava konusu olmadığı tartışmasızdır. Öte yandan tesbitte saptanan hukuksal olgu dikkate alındığında taşınmaz başında yeniden keşif yapılarak yöntemine uygun şekilde mera araştırması yapılması zorunludur. Ne var ki yerel mahkemenin bu doğrultuda yaptığı araştırma yöntemine uygun değildir.
Mahkemece bir yerin mera olup olmadığı öncelikle taşınmazın bulunduğu çalışma alanında tahsisli mera olup olmadığının ilgili merciilerden sorulup saptanması, taşınmazın bulunduğu bölgede yetkili idari merciler tarafından mera tahsisi yapılmış ise mera tahsis haritası ve dayanağı belgelerin getirtilip yerine uygulanması dava konusu taşınmazın mera tahsis haritasının kapsamında kalıp kalmadığının belirlenmesi, mera tahsisi yapılmamış ise dava sonucunda yararı olmayan komşu köyler halkından seçilecek yerel bilirkişi, tarafların aynı yöntemle gösterecekleri tanıklar aracılığı ile dava konusu taşınmazın öncesinin bilinmeyen bir zamandan beri geleneksel biçimde kullanılagelen kamu malı niteliğinde mera olup olmadığının sorulup saptanması, yerel bilirkişi ve tanık sözleri yeterli görülmediği yada yerel bilirkişi ve tanık anlatımları ile tutanak bilirkişilerinin beyanları arasında aykırılık bulunduğu takdirde tutanak bilirkişileri taşınmaz başında ayrı ayrı dinlenilmeli, çelişki giderilmeli, bilirkişi ve tanık sözlerinin değerlendirilmesinde komşu parsellerin tutanak örneği ve dayanağı belgelerden yararlanılmalı, uzman ziraatçi bilirkişiye taşınmazın fiziksel yapısı incelettirilmeli, komşu taşınmazlarla toprak mukayesesi yaptırılmalı, mahkemece taşınmaz görülüp gözlenmeli, gözlem keşif tutanağına geçirilmeli, uzman bilirkişilerden ayrıntılı gerekçeli rapor alınmalı, bu yolla taşınmazın mera olup olmadığı belirlenmelidir. Ne var ki, mahkemece açıklanan biçimde araştırma, uygulama yapılmamıştır.
O halde, az yukarıda açıklandığı biçimde araştırma, inceleme yapılmalı, çekişmeli taşınmazın mera olmadığı sonucuna varıldığı takdirde davacının dayandığı dava dışı 29 parsel sayılı taşınmaza revizyon gören vergi kaydı revizyon gördüğü dava dışı parsel de dikkate alınarak yerel bilirkişi yardımı uzman bilirkişi eliyle yerine uygulanmalı, kapsamı belirlenmeli, yeterli biçimde zilyetlik araştırması yapılmalı, taşınmaz üzerinde sürdürülen zilyetliğin başlangıç günü, süresi, sürdürülüş biçimi hakkında yerel bilirkişi ve tanıklardan olaylara dayalı bilgi alınmalı, bundan sonra toplanan ve toplanacak tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna uygun bir karar verilmelidir.
Mahkemece böylesine bir araştırma ve soruşturma yapılmaksızın yazılı şekilde hüküm kurulması isabetsiz, davacı vekili ile davalı Hazinenin temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün BOZULMASINA,
Sonuç: Yargıtay duruşmasında kendisini vekille temsil ettiren taraflar yararına bozma ilamının nitelik ve içeriği dikkate alınarak avukatlık parası takdirine yer olmadığına, 27.4.2004 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2006/759 K: 2006/819 T.24.3.2006
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/361 K: 2004/1154 T. 29.3.2004
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/361 K: 2004/1154 T: 29.3.2004
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/3437 K: 2004/210 T: 29.1.2004
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/492 K: 2004/1294 T: 5.4.2004
Kural olarak meraların çıplak mülkiyeti hazineye, intifaı ise bulunduğu köy ya da belediye tüzel kişiliğine aittir; belediye hudutları içinde kalan kamu malı niteliğindeki meraların mülkiyetinin belediyeye geçmesine yasal olanak bulunmamaktadır; bu nitelikteki taşınmazlar üzerinde sürdürülen zilyetlik süresi ne olursa olsun hukukça değer taşımaz.
Taraflar arasında kadastro tespitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün, Yargıtay’ca incelenmesi davalı Hazine tarafından istenilmekle, temyiz isteminin süresinde olduğu anlaşılmakla dosya incelendi, dosyadaki belgeler okundu, tetkik hakiminin açıklamaları dinlendi. Gereği görüşüldü:
Kadastro sırasında 135 ada 223 parsel sayılı 1935207.63 m2 yüzölçümündeki taşınmaz geleneksel biçimde kullanıla gelen kamu malı mera olduğundan söz edilerek mera niteliği ile sınırlandırılmıştır. Davacı Kale Belediye Başkanlığı taşınmazın 200 dönümlük bölümünün Kale Köyünün 30 yılı aşkın süre zilyetliğinde iken 31.12.1998 tarihinde belediye teşkilatı kurulmasıyla belediyeye intikal ettiğinden Kale Belediyesi Tüzel Kişiliği adına tapuya tesciline karar verilmesini talep etmiştir. Mahkemece davanın kısmen kabulü ile taşınmazın 20.6.2003 tarihli keşif haritasında (B) harfi ile gösterilen kırmızıya boyalı 100000 m2’lik bölümünün davacı Kale Belediye Başkanlığı adına tarla niteliği ile tapuya tesciline, (A) harfi ile gösterilen 13074.44 m2 ve (C) harfi ile gösterilen 34533.23 m2’lik bölümler hakkındaki davanın reddi ile mera niteliği ile sınırlandırılmasına karar verilmiş, hüküm davalı Hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Davalı Hazinenin temyizi uzman bilirkişinin 20.6.2003 günlü haritasında (B) harfi ile işaretli kırmızı renklerle taralı davacı Belediye adına tescile karar verilen 100000 m2 yüzölçümündeki taşınmaz bölümü ile ilgili hükme yöneliktir. Dava konusu 135 ada 223 parsel sayılı taşınmaz tutanağında belirtilen hukuksal nedenlere dayanılarak 3402 sayılı Kadastro Kanununun 16/B maddesi hükmü uyarınca mera olduğundan söz edilerek sınırlandırılmak suretiyle tespit edilmiştir. Kadastro tespitine bir kayıt ve belge esas alınmamış, yargılama sırasında taraflar herhangi bir kayıt ve belgeye dayanmamışlardır. Kural olarak meraların çıplak mülkiyeti hazineye, intifaı ise bulunduğu köy yada belediye tüzel kişiliğine aittir. Belediye hudutları içinde kalan kamu malı niteliğindeki meraların mülkiyetinin belediyeye geçmesine yasal olanak bulunmamaktadır. Öte yandan bu nitelikteki taşınmazlar üzerinde sürdürülen zilyetlik süresi ne olursa olsun hukukça değer taşımaz. 135 ada 223 parsel sayılı taşınmazın dava ve temyize konu bölümü ile dava ve temyize konu olmayan kesimi arasında ayırıcı nitelikte doğal yada yapay bir sınır yeri tarif edilmemiştir. Her ne kadar temyiz konusu taşınmazın batısında “Gümüşdiğin deresi” tarif edilmiş ise de bu nitelikteki taşınmazlar içerisinde “dere”, “tepe”, “yol”, “hendek” ve “çukur” gibi doğal yada yapay sınır yerlerinin bulunabileceği kuşkusuzdur. Gerçekten bu olgu uygulamada duraksamasız benimsenmiştir.
Hal böyle olunca dava ve temyiz konusu taşınmazın sınırındaki eylemli meranın bir bölümünü oluşturduğunun kabulü gerekir. Eylemli duruma, resmi kayıt ve belgelere aykırı düşen sübjektif nitelikteki yerel bilirkişi ve tanık sözlerine değer verilemez.
Sonuç: Mahkemece bu olgular dikkate alınarak davanın reddine karar verilmesi gerekirken aksine düşüncelerle yazılı şekilde hüküm kurulması isabetsiz, davalı Hazinenin temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün BOZULMASINA, 5.4.2004 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/361 K: 2004/1154 T. 29.3.2004
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1990/14903 K: 1993/7008 T: 6.7.1993
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/452 K: 2004/872 T: 11.3.2004
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/1881 K: 2003/2987 T: 17.10.2003
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2006/759 K: 2006/819 T: 24.3.2006
Mahkemece dava konusu taşınmazın öncesinin kamu malı niteliğinde mera olduğu yetkili idari merciler tarafından 4753 ve 5618 sayılı yasalar uyarınca tapu kaydı oluşturulduğu ve bu yolla taşınmazın türü yetkili idari merciiler tarafından değiştirildiği dikkate alınarak ve hazine tapusuna değer verilerek, katılan davacının davasının reddine, dava konusu taşınmazın tespit gibi davalı hazine adına tesciline karar verilmesi gerekir.
Taraflar arasında kadastro tespitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün, Yargıtay’ca incelenmesi davalı hazine tarafından istenilmekle, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldı. Dosya incelendi. Dosyadaki belgeler okundu. Tetkik hakiminin açıklamaları dinlendi, gereği görüşüldü:
Kadastro sırasında 129 parsel sayılı 22200 m2 yüzölçümündeki taşınmaz 4753 ve 5618 sayılı Yasalar uyarınca davalı hazine adına oluşturulan tapu kaydının kapsamında kaldığından söz edilerek hazine adına tespit edilmiştir.
İtirazları kadastro komisyonunca reddedilen davacı Emir, Muhacir, Ali ve Ensar ile Narin vergi kaydına ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanarak dava açmışlardır. Yargılama sırasında Halit miras yoluyla gelen hakka ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanarak davaya katılmıştır. Mahkemece davacıların davasının reddine, katılanın davasının kabulüne, dava konusu taşınmazın katılan davacı Halit adına tapuya tesciline karar verilmiş; hüküm davalı hazine tarafından temyiz edilmiştir.
İddia ve savunmaya, duruşma tutanaklarına yansıyan bilgi ve belgelere göre kadastro tespitine dayanak yapılan 4753 ve 5618 sayılı Yasalar uyarınca davalı hazine adına oluşan tapu kaydının dava konusu taşınmaza ait olduğu, yanlar arasında uyuşmazlık konusu değildir. Esasen bu hukuksal olgu dosya içeriğiyle de belirlenmiştir. Yanlar arasındaki uyuşmazlık, hazine tapusunun oluştuğu dönemden önce, katılan davacı yararına 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 46/1. maddesi hükmünde öngörülen kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğiyle taşınmaz edinme koşullarının gerçekleşip gerçekleşmediğinin belirlenmesinden ibarettir.
Mahkemece az yukarıda sözü edilen koşulların adına tescile karar verilen katılan davacı Halit yararına gerçekleştiği gerekçe gösterilerek hüküm kurulmuş ise de yerel mahkemenin vardığı sonuç dosya içeriğine uygun düşmemektedir. Hazine tapusunun temelini oluşturan belirtmelik tutanağında dava ve temyize konu 129 parsel sayılı taşınmazın kaçak ve yitik kişilerden kanunları uyarınca hazineye kaldığı belirtilmiş ve belirtmelik tutanağında da ayrıca hazine adına oluşan tapu ve vergi kaydından da söz edilmiştir. Her ne kadar belirtmelik tutanağında sözü edilen tapu ve vergi kaydının uygulamasına ilişkin yerel bilirkişi sözleri saik ve sebebi belli olmayan soyut nitelikte gerekçesiz sözlerden ibaret bu nedenlerle de sözü edilen tapu ve vergi kaydının uygulaması yetersiz ise de dava ve temyize konu taşınmazın çevresini oluşturan komşu 110 ve 40 parsel sayılı taşınmazların 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 16/B maddesi hükmü uyarınca mera niteliğiyle sınırlandırılmak suretiyle tespit edildiği, tespitlerinin kesinleştiği, dosya içeriği ile belirlenmiştir.
Her ne kadar dava konusu taşınmazın batı sınırında yol tarif edilmiş ise de kamu malı niteliğindeki meralar içinde, yol, tepe, hendek, çukur gibi doğal sınır yerlerinin bulunması mümkündür. Hal böyle olunca dava konusu taşınmazın sınırlarındaki komşu 40 ve 110 parsel sayılı mera niteliğiyle sınırlandırılmak suretiyle tespit edilen ve tespitleri kesinleşen taşınmazlardan kazanıldığının kabulü gerekir. Kural olarak bu nitelikteki taşınmazlar üzerinde sürdürülen zilyetlik, süresi ne olursa olsun hukukça değer taşımaz.
Sonuç: Mahkemece dava konusu taşınmazın öncesinin kamu malı niteliğinde mera olduğu yetkili idari merciler tarafından 4753 ve 5618 sayılı Yasalar uyarınca tapu kaydı oluşturulduğu ve bu yolla taşınmazın türü yetkili idari merciiler tarafından değiştirildiği, dikkate alınarak ve hazine tapusuna değer verilerek, katılan davacı Halit’in davasının reddine, dava konusu taşınmazın tespit gibi davalı hazine adına tesciline karar verilmesi gerekirken, delillerin takdirinde yanılgıya düşülerek yazılı şekilde hüküm kurulması isabetsiz, davalı hazinenin temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün BOZULMASINA, 24.3.2006 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1997/1121 E: 1997/1216 T: 6.3.1997
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/3439 K: 2004/209 T: 29.1.2004
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/4227 K: 2003/4151 T: 8.5.2003
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/2924 K: 2004/336 T: 10.2.2004
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/619 K: 2004/1054 T: 23.3.2004
Aynı taşınmaz hakkındaki davaların birlikte görülmesi zorunludur. Dava ve temyiz konusu taşınmazların tespit gününden önce kesinleşen orman sınırlandırma harita ve tutanağının kapsamında iken, daha sonra 6831 sayılı orman kanununun 2/b maddesi hükmü uyarınca orman sınırları dışına hazine adına çıkarılmış olduğundan, mahkemece dava konusu taşınmazların davalı hazine adına tapuya tesciline karar verilmesi gerekir.
Taraflar arasında kadastro tespitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı Hazine ve Hüseyin Bakır tarafından istenilmekle, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşılmakla, dosya incelendi, dosyadaki belgeler okundu, tetkik hakiminin açıklamaları dinlendi. Gereği görüşüldü:
Kadastro sırasında 1159, 1163 ve 11168 parsel sayılı 2722.54 m2, 6853.89 m2 ve 1546.70 m2 yüzölçümündeki taşınmazlar orman sınırları dışına çıkarılan yerlerden olduğundan söz edilerek Hazine adına tespit edilmiş, Hüseyin B.’nin zilyetliğinde olduğu da beyanlar hanesinde gösterilmiştir. Davacı D… Belediye Başkanlığı taşınmazların Belediyenin kadim merası olduğunu öne sürerek dava açmıştır. Mahkemece davanın kabulüne, taşınmazların tespitinin ve beyanlar hanesindeki şerhinin iptali ile taşınmazların mera olarak sınırlandırılmasına karar verilmiş, hüküm davalı Hazine ve Hüseyin Bakır tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece dava ve temyiz konusu taşınmazların kamu malı niteliğinde mera olduğu gerekçe gösterilerek hüküm kurulmuş ise de yerel mahkemenin vardığı sonuç dosya içeriğine uygun düşmemektedir. Dava ve temyiz konusu taşınmazların 3116 sayılı yasa uyarınca bölgede 1939 yılında yapılan ve tespit gününden önce kesinleşen orman sınırlandırma harita ve tutanağının kapsamında kaldığı, bu niteliği ile orman sayılan yerlerden iken daha sonra 1989 yılında 6831 sayılı Orman Kanununun 2896 sayılı kanunla değişik 2/B maddesi hükmü uyarınca orman sınırları dışına Hazine adına çıkarıldığı, mahkemece yapılan keşif, uygulama, toplanıp değerlendirilen delillerle belirlenmiştir. Saptanan bu hukuksal olgular karşısında mahkemece dava ve temyiz konusu taşınmazın kamu malı niteliğinde mera olduğu yolundaki yerel mahkemenin gerekçesinde bir isabet bulunmamaktadır. Mahkemece bu olgular dikkate alınarak davanın reddine, dava konusu taşınmazların davalı Hazine adına tapuya tesciline karar verilmesi gerekirken, delillerin takdirinde yanılgıya düşülerek yazılı şekilde hüküm kurulması isabetsiz olduğu gibi temyiz konusu 1163 parsel sayılı taşınmaz hakkında kadastro mahkemesinin 2000/10 esas sayılı dosyasında derdest dava olduğu ve tutanak aslının da o dosya içerisinde bulunduğu dosyadaki tutanak örneğinden anlaşılmıştır.
Kural olarak aynı taşınmaz hakkındaki davaların birlikte görülmesi zorunludur.
Sonuç: Mahkemenin bu olguyu gözardı etmesi dahi isabetsiz, davalı Hazinenin temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün BOZULMASINA, 23.3.2004 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2005/32 K: 2005/45 T: 26.01.2005
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1995/8897 K: 1996/3655 T: 9.4.1996
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1994/5054 K: 1994/8389 T: 26.9.1994
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1983/19904 K: 1983/17939 T: 9.12.1983
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2005/711 K: 2005/3482 T: 14.11.2005
Hazine adına tapu kaydının oluştuğu dönemden önce, zilyet davacı yararına 3402 sayılı kadastro kanununun 14 ve 46/1 maddesi hükmünde öngörülen kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğiyle taşınmaz edinme koşullarının gerçekleştiği belirlenmiş olduğundan bu taşınmazla ilgili temyiz itirazlarının reddi gerekir; öncesinin mera olduğu belirlenen taşınmazın zilyetlikle iktisabı mümkün değildir; kural olarak meralar üzerinde sürdürülen zilyetlik süresi ne olursa olsun hukukça değer taşımaz.
Taraflar arasında kadastro tespitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün, Yargıtay’ca incelenmesi davacı-davalı hazine tarafından istenilmekle, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşılmakla, dosya incelendi. Dosyadaki belgeler okundu: Tetkik hakiminin açıklamaları dinlendi, gereği görüşüldü:
1-Davacı Hazine dava ve temyize konu olmayan kendi adına tespit edilen dava dışı 146 ada 21, 24 ve 30 parsel sayılı taşınmazlara revizyon gören tapu kayıtlarının yüzölçümüne göre dava konusu taşınmazların yüzölçümlerinin eksik tespit edildiğini, eksikliğin dava konusu 146 ada 13, 17, 18, 19, 20, 22, 23, 26, 27, 29, 33, 34 ve 35 parsel sayılı taşınmazlar içerisinde kaldığını öne sürerek dava açmış ise de davacı hazine adına tespit edilen dava dışı 146 ada 21, 24 ve 30 parsel sayılı taşınmazların 4753 ve 5618 sayılı Yasalar uyarınca oluşturulan tapu kayıtlarının dayanağı haritalarının kapsamında kaldığı, davacı hazine adına tespit edilen dava dışı taşınmazlardaki yüzölçüm eksikliğin dava ve temyize konu 146 ada 29 parsel sayılı taşınmaz dışında kalan taşınmazlar içerisinde kalmadığı mahkemece toplanan ve doğru olarak değerlendirilen delillerle saptanmıştır. Delillerin değerlendirilmesi mahkemeye aittir. Bu nedenler ve hükümde gösterilen diğer gerekçelere göre davacı hazinenin yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddi ile 146 ada 13, 17, 18, 19, 20, 22, 23, 26, 27, 29, 33, 34 ve 35 parsel sayılı taşınmazlarla ilgili hükümlerin ONANMASINA, hazineden ilam harcı alınmasına yer olmadığına,
2-Davacı-davalı Hazinenin 146 ada 29 parsel sayılı taşınmazla ilgili hükme yönelen temyiz itirazlarına gelince; Dava ve temyize konu 146 ada 29 parsel sayılı taşınmazın tespitine dayanak yapılan 4753 ve 5618 sayılı Yasalar uyarınca hazine adına oluşan tapu kaydının oluştuğu dönemden önce adına tesciline karar verilen zilyet davacı İsmail Önder yararına 3402 sayılı Kadastro Kanununun 14 ve 46/1 maddesi hükmünde öngörülen kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğiyle taşınmaz edinme koşullarının gerçekleştiği mahkemece toplanıp değerlendirilen delillerle belirlenmiştir. Bu nedenler ve hükümde gösterilen diğer gerekçelere göre davacı-davalı Hazinenin 146 ada 29 parsel sayılı taşınmazla ilgili hükme yönelik temyiz itirazlarının reddi ile hükmün ONANMASINA, hazineden ilam harcı alınmasına yer olmadığına,
3-Davalı hazinenin 146 ada 30 parsel sayılı taşınmazın uzman bilirkişi tarafından düzenlenen 29.9.2003 günlü haritada (A) harfi ile gösterilen davacı İsmail Önder adına tescile karar verilen 60.000 m2 yüzölçümündeki bölümü ile ilgili hükme yönelik temyiz itirazlarına gelince;Dava ve temyize konu 146 ada 30 parsel sayılı taşınmazın kadastro tespitine dayanak yapılan 4753 ve 5618 sayılı Yasalar uyarınca hazine adına oluşturulan tapu kaydının kapsamında kaldığı yanlar arasında uyuşmazlık konusu olmadığı gibi esasen bu olgu dosya içeriği ile belirlenmiştir. Yanlar arasındaki uyuşmazlık hazine tapusunun oluştuğu dönemden önce dava ve temyize konu 146 ada 30 parsel sayılı taşınmazın uzman bilirkişi tarafından düzenlenen haritada (A) harfi ile işaretli 60.000 m2 yüzölçümündeki bölümü üzerinde davacı İsmail Önder yararına 3402 sayılı Kadastro Kanununun 46/1 maddesi hükmünde öngörülen kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğiyle taşınmaz edinme koşullarının gerçekleşip gerçekleşmediğinin belirlenmesinden ibarettir.
Dava ve temyize konu taşınmazın öncesinin kamu malı niteliğinde mera olduğu hazine tapusunun temelini oluşturan belirtmelik tutanağı içeriği ile davacının tutunduğu dava dışı 146 ada 34 ve 35 parsel sayılı taşınmazlara revizyon gören 1942 tarih 128 sayılı vergi kaydında nizalı parsel yönü kuzeyde mera olarak sınır tarif edilmiştir. Bu durumda kayıtta tarif edilen sınır yeri eylemli durum ve dosya içeriği ile belirlenmiştir.
Hal böyle olunca 146 ada 30 parsel sayılı taşınmazın öncesinin mera olduğunun kabulü gerekir. Kural olarak meralar üzerinde sürdürülen zilyetlik süresi ne olursa olsun hukukça değer taşımaz.
Sonuç: Mahkemece bu olgular dikkate alınarak dava ve temyize konu kesime yönelen davanın reddine, taşınmazın sözü edilen bölümünün hazine tapu kaydına değer verilerek davacı-davalı hazine adına tapuya tesciline karar verilmesi gerekirken delillerin takdirinde yanılgıya düşülerek yazılı şekilde hüküm kurulması isabetsiz, davalı hazinenin temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde görüldüğünden kabulü ile dava konusu 146 ada 30 parsel sayılı taşınmazın temyize konu uzman bilirkişi tarafından düzenlenen haritada (A) harfi ile gösterilen 60.000 m2 yüzölçümündeki kesimi ile ilgili hükmün BOZULMASINA, 14.11.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1997/6527 E: 1998/236 T: 27.1.1998
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2005/158 K: 2005/125 T: 28.1.20051086/7
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1996/358 K: 1996/3155 T: 28.3.1996
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1994/6823 K: 1995/9972 T: 29.9.1995
Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2005/3326 K: 2005/4931 T: 30.6.2005
Kadastro tespiti sırasında nazara alınan 1937 tarih 1093 tahrir numaralı vergi kaydının tesis edildiği tarihten tespit tarihine kadar kazanma süresi ve koşullarının geçip geçmediğinin araştırılması, kazanma koşulları oluşmuş ise 3402 sayılı kadastro kanunu’nun 21.maddesi hükmü göz önünde tutularak davacıya seçimlik hakkının hatırlatılması, belirlediği taşınmaz bölümünün teknik bilirkişi tarafından krokisine işaret edilmesi, bu yer hakkındaki davanın kabulüne geriye kalan bölüm hakkındaki davanın reddine karar verilmesi gerekir.
Musa ile Hazine ve Hamidiye Köyü Tüzel Kişiliği aralarındaki tespitin iptali ve tescil davasının kabulüne dair K: 2. Asliye Hukuk Hakimliği’nden verilen 10.2.2005 gün ve 213/30 sayılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalılardan Hazine vekili tarafından süresinde istenilmiş olmakla, dosya incelendi, gereği düşünüldü:
Davacı vekili, intikal, tapu kaydı, vergi kaydı ve zilyetliğe dayanarak K: Kadastro Mahkemesi’nin 3.10.1973 gün 14/285 esas ve karar sayılı hükmüyle ifrazen adına tescil edilen 86000 m2 dışında kalan 170 parselin tapu kaydının iptali ile vekil edeni adına tapuya tesciline karar verilmesini istemiştir.
Davalı Hazine vekili, dava açma için öngörülen hak düşürücü sürenin geçmiş olduğunu, dava konusu taşınmazın kazandırıcı zamanaşımı ve zilyetlikle edinilemeyecek mera olduğunu belirterek davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.
Davalı Hamidiye köyü temsilcisi yargılama oturumlarına katılmamıştır.
Mahkemece, “davanın kabulüne K: Kadastro Mahkemesi’nin 3.10.1973 gün, 1973/14 esas, 1973/285 karar sayılı ilam dışında kalan bölümün tespitinin iptaline, davacı Mustafa oğlu Musa adına tapuya tesciline” karar verilmesi üzerine; hüküm, davalı Hazine vekili tarafından temyiz edilmiştir.
29 hektar 8500 m2 yüzölçüme sahip 170 parsele ait kadastro tutanağında Mayıs 1926 tarih ve 192 numaralı tapu kaydı ve 1093 tahrir, 86 hesap no’lu vergi kaydı ve zilyetliğe dayanılarak 21.11.1956 tarihinde Abdi oğlu Mustafa adına tarla niteliğiyle tespit edilmiş, Hazinenin itirazı üzerine K: Gezici Arazi Kadastro Mahkemesi’ne açılan itiraz davası bu mahkemelerin kaldırılması üzerine K: Gezici Arazi Kadastro Mahkemesi’ne devredilmiş, daha sonra davayı yürüten K: Tapulama Mahkemesi’nce yapılan yargılama sonunda 29.9.1964 gün 4/374 sayılı kararla 170 parselin 41355 m2 kısmının Mustafa adına, geriye kalan 257145 m2’lik kısmın Hazine adına tapuya tesciline karar verilmiş, davacı Mustafa ve Hazine vekilinin temyizi üzerine Yargıtay 7. Hukuk Dairesi’nce kadastro tespiti sırasında nazara alınan Mayıs 1926 tarih 192 numaralı tapu kaydı ile 1937 tarih 1093 tahrir numaralı vergi kaydının yöntemine uygun olarak yerine uygulanması, kapsamlarının belirlenmesi gereğine işaret edilmek suretiyle bozma sevk edilmiş, yargılamanın devamı sırasında davacı Mustafa dava konusu taşınmazın tümünü oğlu davalı Musa’ya devrettiğini, davaya katılan Musa’da taşınmazın kendisine geçtiğini, adına tesciline karar verilmesini istemiş, uyulan bozma ilâmı uyarınca yapılan inceleme sonunda 3.11.1971 gün 1965/1688 esas, 1971/1302 karar sayılı hükümle 170 parsele ait tespitin iptaline, teknik bilirkişiler tarafından düzenlenen haritada gösterilen 86000 m2’lik kısmın Musa adına, geriye kalan bölümün Hazine adına tesciline karar verilmesi üzerine davacı Mustafa ile davaya katılan Musa’nın temyizi üzerine Yargıtay 7. Hukuk Dairesi’nin 6.4.1973 gün 1563-2421 esas ve karar sayılı ilamı ile adına tesciline karar verilen Musa’nın hakkının tespitten sonraki bir döneme rastlaması nedeniyle uyuşmazlık hakkında 766 sayılı Tapulama Kanunu’nun 47. maddesi hükmü uyarınca görevsizlik kararı verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulmuş olmasının doğru olmadığı gerekçesiyle bozulmuş, dosyanın mahkemesine geri çevrilmesi üzerine uyulan Yargıtay bozma ilamı uyarınca 3.10.1973 gün 14/285 esas ve karar sayılı hükümle 170 parselin 86000 m2’lik bölümünün Musa adına, geriye kalan bölüm hakkındaki davacı Musa’nın davası hakkında Tapulama Kanunu’nun 47.maddesi uyarınca görevsizliğine karar verilmiş, hüküm temyiz edilmeksizin 28.1.1974 tarihinde kesinleşmiştir.
Yukarıda tarih ve sayısı yazılı kesinleşen hüküm uyarınca 86000 m2 yüzölçüme sahip yer 2225 parsel numarasıyla davacı Musa adına tapuya tescil edilmiş, geriye kalan bölüm hakkında sicil oluşturulmamıştır. Her ne kadar dava tapu iptali ve tescil davası olarak açılmış ise de, bu yer tapuda kayıtlı bulunmamaktadır.
Davacı, görülmekte olan davada yukarıda tarih ve sayısı yazılı tapu ve vergi kayıtları ile babası Mustafa’nın intikali ve kazanmayı sağlayan zilyetliğe dayanarak adına hükmen tescil edilen 86000 m2 bölüm dışındaki 170 parselin tapu kaydının iptali ile adına tapuya tesciline karar verilmesini istemiştir. Mahkemece, tespit tarihine kadar kazanma koşullarının oluştuğu görüşünden hareketle 170 parselin geriye kalan bölümü hakkındaki tapu kaydının iptali ile davacı adına tapuya tesciline karar verilmiştir.
Yapılan bozmalardan sonra son defa 1973/14 esas, 1973/285 karar numarası alan dosya içeriğine, yapılan inceleme ve toplanan delillere göre, davacı Musa’nın miras bırakanları adına kayıtlı yukarıda tarih ve sayısı yazılı vergi kaydına kapsam belirlenmiş, bu belgelere dayanarak 86000 m2 yerin adına tesciline karar verilmiş ve 2225 parsel numarası ile adına tapuya tescil edilmiştir. Geriye kalan taşınmaz bölümü tapu ve vergi kaydının dışında kaldığına göre bu yer hakkındaki uyuşmazlığın kazanmayı sağlayan zilyetlik çerçevesinde çözüme kavuşturulması gerekmektedir.
Tüm bunlardan önce, dava konusu taşınmazın tapuda kayıtlı bulunup bulunmadığının Tapu Sicil Müdürlüğü’nden sorulması, tapu kaydının getirtilip dosya arasına konulması, Hazine adına tapuya kayıtlı bir yer ise köy hakkındaki davanın husumet yokluğu sebebiyle reddine, ondan sonra uyuşmazlığın esasına girilerek 1617 sayılı Ön Tedbirler Kanunuyla değişik 766 sayılı Tapulama Kanunu’nun 33.maddesi hükmüne göre; vergi kaydı gibi bir belgeye dayanmaksızın zilyedin 100 dönümü geçmeyen bağımsız bir bölümü kazanması mümkündür.
Davacı ve devreden babası Mustafa’nın taşınmaza zilyet oldukları belirlendiklerine göre tapu ve vergi kaydının dışında kalan 100 dönümlük yeri kazanmaları mümkün olabilir. Ne var ki, böyle bir sonuca ulaşabilmek için tespit tarihine kadar kazanma koşullarının oluştuğunun belirlenmiş olması gerekir.
Kadastro tespiti sırasında nazara alınan 1937 tarih 1093 tahrir numaralı vergi kaydının tesis edildiği tarihten tespit tarihine kadar kazanma süresi ve koşullarının geçip geçmediğinin araştırılması, kazanma koşulları oluşmuş ise 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 21.maddesi hükmü göz önünde tutularak davacıya seçimlik hakkının hatırlatılması, belirlediği taşınmaz bölümünün teknik bilirkişi tarafından krokisine işaret edilmesi, bu yer hakkındaki davanın kabulüne geriye kalan bölüm hakkındaki davanın reddine karar verilmesi gerekirken bu yönler göz önünde tutulmaksızın 170 parselin geriye kalan bölümünün tümünün davacı adına tapuya tesciline karar verilmiş olması doğru görülmemiştir.
Sonuç: Davalı Hazine vekilinin temyiz itirazları bu bakımlardan yerinde olduğundan kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerle HUMK: nun 428. maddesi uyarınca BOZULMASINA, 30.6.2005 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1993/8937 K: 1994/12406 T: 3.11.1994
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1992/3845 E: 1992/16595 T: 17.12.1992
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1992/10772 K: 1992/12635 T: 28.9.19923
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1993/3540 K: 1994/5876 T: 25.4.1994
Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2006/1722 K: 2006/2344 T: 27.2.2006
Mera niteliğiyle sınırlandırılan taşınmazlar hakkında açılacak davaların 3402 sayılı yasanın 12/3. Maddesinde belirtilen 10 yıllık hak düşürücü süreye tabi olacağına ve çekişmeli taşınmazın 115 numaralı mera parseli içerisinde kaldığı bilirkişi raporu, kadastro müdürlüğünün yazısı ile kesinleşen orman kadastro haritalarından da açıkça anlaşıldığına göre, davanın reddine karar verilmesi gerekir.
Taraflar arasındaki tescil davasının yapılan duruşması sonunda kurulan hükmün Yargıtay’ca incelenmesi Hazine ve Orman Yönetimi tarafından istenilmekle, süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya incelendi, gereği düşünüldü:
Davacı, dava dilekçesinde sınırlarını bildirdiği Kestel Kasabası, Saraağalar mevkiinde bulunan taşınmazın tapuda kayıtlı olmadığını, kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği yoluyla taşınmaz edinme koşullarının yararına oluştuğunu iddia ederek Medeni Yasanın 713. maddesi hükmüne göre adına tescilini istemiştir. Mahkemece, 16.05.2001 tarihli fen bilirkişi krokisinde (A) ile işaretli 2065.51 m2 yüzölçümündeki taşınmaz hakkındaki davanın kabulü ile davacı adına tapuya tesciline karar verilmiş, hüküm, Hazine ve Orman Yönetimi tarafından temyiz edilmiştir.
Dava dilekçesindeki açıklamaya göre dava, Medeni Yasanın 713. maddesi hükmü uyarınca, tapusuz olan taşınmazın tesciline ilişkindir.
Bilirkişi raporuna göre, çekişmeli taşınmazın bulunduğu yerde tespit tarihinden önce 26.4.1985 tarihinde ilanı yapılıp 27.4.1986 tarihinde kesinleşen orman kadastrosu ile 3302 sayılı Yasaya göre 24.11.1988 tarihinde ilanı yapılarak dava tarihinde kesinleşen aplikasyon ve 2/B uygulaması vardır. Genel arazi kadastrosu işlemi 21.8.1958 tarihinde yapılmış ve sonuçları 12.2.1960 – 12.3.1960 tarihleri arasında ilan edilip kesinleşmiş, dava konusu taşınmaz mera niteliğiyle sınırlandırılıp 12.3.1960 tarihinde kesinleşen mera parseli içinde bırakılmıştır.
Çekişmeli parselin Alanya Kadastro Müdürlüğünün 7.6.2001 gün ve 1686 sayılı yazısında 115 nolu mera parseli içerisinde kaldığı belirtilerek paftasının ve tutanağının gönderildiği, 115 numaralı parselin 393.750 m2 yüzölçümüyle ve mera niteliğiyle 21.8.1958 tarihinde tespit tutanağı düzenlenip askıya çıkartılarak 12.3.1960 tarihinde kesinleştiği, orman ve meraların zilyetliğe konu olamayacağı ve sürdürülen zilyetliğin suç oluşturacağı bir yana, 8.5.1987 gün ve 1986/3-1987/4 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı ve Hukuk Genel Kurulunun 24.6.1988 gün 1988/8-303-647 sayılı Kararında benimsenen ilkeye göre, mera niteliğiyle sınırlandırılan taşınmazlar hakkında açılacak davaların 766 sayılı Yasanın 31/2 ve 3402 sayılı Yasanın 12/3. maddesinde belirtilen 10 yıllık hak düşürücü süreye tabi olacağına ve çekişmeli taşınmazın 115 numaralı mera parseli içerisinde kaldığı bilirkişi raporu, kadastro müdürlüğünün yazısı ile kesinleşen orman kadastro haritalarından da açıkça anlaşıldığına göre, davanın reddine karar verilmesi gerekirken, imar-ihya ve zilyetliğe dayalı olarak davanın kabulü yolunda hüküm kurulması usul ve yasaya aykırıdır.
Sonuç: Yukarıda açıklanan nedenlerle; Hazine ve Orman Yönetiminin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, 27.2.2006 günü oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2006/7817 K: 2006/10533 T.13.7.2006
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2006/7817 K: 2006/10533 T. 13.7.2006
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2003/3691 K: 2003/5225 T.23.6.2003
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2002/974 K: 2002/3145 T.4.4.2002
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/1347 K: 2003/2184 T: 24.6.2003
Dava konusu taşınmazın kamu malı niteliğinde mera olmadığı kabul edilse bile hayvan otlatılmak suretiyle sürdürülen zilyetliğin hukuksal bir değeri bulunmamaktadır.
Taraflar arasında kadastro tespitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün, Yargıtay’ca duruşmalı olarak incelenmesi istenilmekle, duruşma için tebliğ edilen 24.6.2003 günü belirlenen saatte temyiz eden Hazine vekili, Ahmet, Köy Tüzel Kişiliği vekili ve aleyhine temyiz istenenler Süleyman ve arkadaşları vekili geldiler. Gelenlerin huzuru ile duruşmaya başlandı. Duruşmada hazır bulunan tarafların sözlü açıklamaları dinlendi. Duruşmanın bittiği bildirildi. Tetkik hakiminin raporu okundu. Dosyadaki belgeler incelendi, tetkik hakiminin açıklamaları dinlendi. Gereği görüşüldü:
Kadastro sırasında 989 parsel sayılı 1249600m2 yüzölçümündeki taşınmaz kullanım şekline göre mera niteliği ile sınırlandırılmıştır. İtirazı komisyonca reddedilen davacı Yusuf mahkeme kararına, kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanarak dava açmıştır. Süleyman, Abdullah, Hüseyin, İsmail, Osman, Mehmet ve Ali taşınmazın belli bölümleri için, Mehmet mirasçıları ve Sabri mirasçıları taşınmazın tamamı için kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanarak davaya katılmışlardır. Hazine davalı köy yanında davaya dahil edilmiştir. Yargılama sırasında bir kısım katılanlar ile davacının ölümleri nedeniyle davayı mirasçıları takip etmişlerdir. Mahkemece davacılar ile katılanların davalarının kabulüne, taşınmazın davacılar ve katılanlar adlarına payları oranında tapuya tesciline karar verilmiş, hüküm katılanlar Mehmet ve Sabri mirasçıları ile davalılar Hazine ve Köyü Tüzel Kişiliği tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece 989 parsel sayılı taşınmazın kamu malı niteliğinde mera olmadığı, taşınmaz üzerinde tespit gününde adlarına tescile karar verilen zilyetleri davacı ve katılanlar yararına 3402 sayılı Kadastro Kanununun 14.maddesi hükmünde öngörülen kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği ile taşınmaz edinme koşullarının gerçekleştiği gerekçe gösterilerek hüküm kurulmuştur. Toplanıp değerlendirilen deliller dikkate alındığında yerel mahkemenin vardığı sonuç dosya içeriğine uygun düşmemektedir. Davacı ve katılanlar herhangi bir kayıt ve belgeye dayanmamışlardır. Dava konusu taşınmazın çevresini oluşturan taşınmazların fiziksel yapısı dikkate alındığında doğusunda taşlık, kuzey, batı ve güneyinde eylemli biçimde meranın bulunduğu görülmektedir. Hal böyle olunca dava konusu taşınmazın sınırını oluşturan meranın bir bölümüne elatılarak kazanıldığının kabulü gerekir. Arada doğal yada yapay nitelikte ayırıcı bir sınır yeri tarif edilmemiştir. Kaldı ki, bu nitelikteki taşınmazların içinde yol, tepe, çukur, hendek gibi doğal sınırlarında bulunması olanak dahilindedir.
Hal böyle olunca dava konusu taşınmazın sınırlarındaki eylemli meranın bir bölümünü oluşturduğunun kabulü gerekir. Duraksamaya meydan vermeden açıklamak gerekirse, taşınmazın kuzeyinde komşu 490 parsel sayılı taşınmazın tespitine dayanak yapılan kayıtta nizalı parsel yönü mera olarak sınır tarif edilmiştir. Eylemli durum kayıt ve belge ile de doğrulanmıştır. Öte yandan bu nitelikteki taşınmazlar üzerinde sürdürülen zilyetlik süresi ne olursa olsun hukukça değer taşımaz. Eylemli duruma aykırı düşen bilirkişi ve tanık sözlerine değer verilemez. Bir an için, dava konusu taşınmazın kamu malı niteliğinde mera olmadığı kabul edilse bile davacı ve katılanların taşınmaz üzerinde sürdürdüğü zilyetlik “hayvan otlatmak” suretiyle sürdürülen zilyetlik niteliğindedir. Yargıtay uygulamasında kararlılık kazanan görüşe göre hayvan otlatılmak suretiyle sürdürülen zilyetliğin hukuksal bir değeri bulunmamaktadır. Yasanın aradığı anlamda bir zilyetlikten söz edilebilmesi için zilyedin taşınmazı ekonomik amacına uygun şekilde kullanması gerekir. Açıklanan nedenlerle katılan davacılar Mehmet ve Sabri mirasçılarının temyiz itirazları yerinde değildir.
Mahkemece bu olgular dikkate alınarak davacı ve katılanların davasının reddine, dava konusu taşınmazın tümünün 3402 sayılı Kadastro Kanununun 16/B maddesi gereğince MERA OLARAK sınırlandırılmasına karar verilmesi gerekirken, delillerin takdirinde yanılgıya düşülerek yazılı şekilde hüküm kurulması isabetsiz, davacı Köyü Tüzel Kişiliği ile Hazinenin temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün BOZULMASINA;
Yargıtay duruşmasında kendilerini vekille temsil ettiren davalı Köyü Tüzel Kişiliği ve Hazine yararına takdir ve tespit olunan 50’şer milyon lira avukatlık parasının davacı ve katılanlardan ayrı ayrı alınarak davalı Köyü Tüzel Kişiliği ve Hazineye verilmesine, 24.6.2003 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2006/759 K: 2006/819 T.24.3.2006
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2005/32 K: 2005/45 T: 26.01.2005
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/361 K: 2004/1154 T. 29.3.2004
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1999/1266 K: 1999/1660 T:5.4.1999
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/1778 K: 2003/2269 T: 1.7.2003
Meraların çıplak mülkiyeti hazineye, intifaı ise köye ait olduğundan açılan tapu iptal davasında hazine ile birlikte köyün de davada hasım olarak gösterilmesi zorunludur
Kadastro tespitine dayalı olarak oluşan tapu kaydının iptali istemi ile açılan davada mahkemece verilen karar davalı Hazine tarafından incelenmesi istenilmekle, temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşılmakla, dosya incelendi, gereği görüşüldü:
Davacı Dursun mirascıları Mustafa ve 6 paydaşı, 25.3.2002 tarihinde Asliye Hukuk Mahkemesinde Hazine aleyhine açtıkları tapu iptali ve tescil davasında 23.9.1993 tarihinde 50 ve 51 parsel sayılı taşınmazın vergi kaydı yüzölçümü fazlası olarak 78 parsel sayılı taşınmaz, 21.9.1993 tarihinde 54 parsel sayılı taşınmazın vergi kaydı yüzölçümü fazlası olarak 79 parsel sayılı taşımazın mera olarak sınırlandırıldığı ve tespitlerinin de 5.3.1996 tarihinde itirazsız kesinleşmesine rağmen söz konusu taşınmazların mera olmadığını ve T: evvel 1326 tarih 45, 46 ve 47 sayılı tapu kaydının kapsamında kaldığını ileri sürerek dava açmışlardır. Mahkemece davanın kabulüne, 152 ada 78 ve 79 parsel sayılı taşınmazlann tapu kayıtlarının iptali ile davacılar adına, dosya içindeki veraset belgesindeki hisseleri oranında tapuya tesciline karar verilmiş, hüküm davalı Hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Dava ve temyiz konusu taşınmazlar mera olarak sınırlandırılmak sureti ile tespit edilmiştir. Meraların çıplak mülkiyeti Hazineye, intifaı ise köye aittir. Hal böyle olunca köyün davada hasım olarak gösterilmesi ve bu suretle köy yönünden taraf oluşturulması zorunludur. Bu husus kamu düzenine ilişkin olup, göz ardı edilerek hüküm oluşturulması isabetsizdir.
Sonuç: Bu nedenlerle Hazinenin yerinde görülen temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, bozma nedenine göre sair yönlerin incelenmesine yer olmadığına, 1.7.2003 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2005/3898 K: 2005/3987 T: 19.12.2005
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/1818 K: 2003/2619 T: 26.9.2003
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/1762 K: 2004/2270 T: 10.6.2004
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/956 K: 2004/1922 T: 25.5.2004
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/2096 K: 2003/2913 T: 13.10.2003
Bozma ilamında davacılarla sözü edilen tapu kaydı malikleri arasında akrabalık bağı olup olmadığının araştırılması istendiği halde, bu hususta nüfus kayıtları veya mirasçılık belgeleri getirtilmeyip, sadece tanık beyanı ile yetinilmesi bozmayı gerektirir.
Taraflar arasında kadastro tespitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün, Yargıtay’ca incelenmesi davalı hazine tarafından istenilmekle, temyiz isteminin süresinde olduğu anlaşılmakla dosya incelendi. Dosyadaki belgeler okundu, Tetkik Hakiminin açıklamaları dinlendi. Gereği görüşüldü:
Hükmüne uyulan Yargıtay bozma ilamında özetle; mahallinde yeniden keşif yapılarak vergi kaydı ve tapu kayıtlarının hudutlarının zeminde gösterilmesi, bilinmeyen hudutlar yönünden tarafların göstereceği tanıkların dinlenmesi kayıtların kapsamlarının tereddüte yer vermeyecek şekilde tespit edilmesi gerektiği, davacıların dayandıkları tapu kayıt malikleri ile bağlantılarının sağlanması bilirkişi ve tanıklardan taşınmazın öncesinin ne olduğu kimden kime geçtiği imar ihya olunmuş ise bu işlemi hangi tarihte kim yaptığı sorulup tespit edilmesi gerektiği ve ayrıca zilyetlik şartlarının gerçekleşip gerçekleşmediği de araştırılması gerektiğine değinilmiştir. Mahkemece bozma ilamı doğrultusunda yapılan uygulama sonucunda dava konusu taşınmazların zilyetleri adlarına tesciline karar verilmiş; hüküm davalı hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece bozma ilamına uyulduğu halde bozma gerekleri tam olarak yerine getirilmemiştir. Oysa bozmaya uyulmakla lehine bozma yapılan taraf yararına usuli kazanılmış hak oluşur. Bu nedenle bozma gereklerinin eksiksiz ve tam olarak yerine getirilmesi zorunludur. Davacılardan Yaşar 278 parsel sayılı taşınmaza, Cihan ve Tevfik 197 parsel sayılı taşınmaza, Hasan 203 ve 205 parsel sayılı taşınmazlara karşı dava açmış ve 15 Ramazan 1287 tarihli 151 sayılı tapu kaydına dayanmışlardır. Bozma ilamında davacılarla sözü edilen tapu kaydı malikleri arasında akrabalık bağı olup olmadığının araştırılması istendiği halde, bu hususta nüfus kayıtları veya mirasçılık belgeleri getirtilmemiş, sadece tanık beyanı ile yetinilmiştir. Ayrıca bu tapu kaydı 2/6 paya ait olduğu halde geri kalan 4/6 payın kime ait olduğu revizyon görüp görmediği araştırılmamıştır. Bundan ayrı olarak sınırda bulunan 204 parsel sayılı taşınmaz hakkında da dava açıldığı halde bu davanın sonucu sorulmamış, bu dosya ile birleştirilip birleştirilmeyeceği düşünülmemiştir.
Taşınmazların sınırında orman bulunduğu halde orman yönünden araştırma yapılmamıştır. Eksik soruşturma ile hüküm kurulamaz. Bu nedenle Yaşar, Hasan, Cihan ve Tevfik ‘in dayandıkları 15 Ramazan 1287 tarihli 151 sayılı tapu kaydında görülmeyen 4/6 payın kaydının da istenmesi, gittilerinin olup olmadığının sorulması, davacıların tapu kaydı malikleri ile akrabalıklarını gösterir nüfus kayıtları ve mirasçılık belgelerinin sunulması sağlanmalı, dosyada bulunmayan tüm komşu parseller ve dayanakları kayıtlar getirtilmeli, komşu 204 parsel sayılı taşınmazla ilgili dava sonuçlanmış ise sonucu gözönünde tutulmalı, derdest ise bu dosya ile birleştirilmesinin gerekip gerekmediği değerlendirilmeli, sınırda orman olduğundan yörede orman sınırlamasının yapılıp yapılmadığı sorulmalı, yapılmış ise orman tahdit haritası ve dayanağı kayıtlar getirtilmeli, yapılacak keşifte yerine uygulanmalı, orman tahdidi yapılmamış ise dava konusu taşınmazların öncesinin orman olup olmadığı konusunda orman bilirkişisinden rapor alınmalı, yapılacak keşifte komşu köyden seçilecek yerel bilirkişiler, tespit bilirkişiler ve varsa tarafların tanıkları birlikte dinlenerek dava konusu taşınmazların öncesinin kamu malı niteliğinde mera olup olmadığı, kamu malı niteliğinde mera değilse tapu kaydı kapsamında kalıp kalmadığı tapu kaydı kapsamı dışında kalan taşınmazlar üzerinde zilyetliğin hangi tarihte ne şekilde başladığı ve sürdürüldüğü sorulmalı, beyanlar arasında çelişki doğduğu takdirde giderilmeli, komşu parsel kayıtları ile denetim yapılmalı, toplanan ve toplanacak deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna göre karar verilmelidir.
Sonuç: Açıklandığı şekilde inceleme, araştırma ve uygulama yapılmaksızın hüküm kurulması isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenle yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün BOZULMASINA, 13.10.2003 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2005/711 K: 2005/3482 T.14.11.2005
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/458 K: 2004/1318 T.6.4.2004
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/292 K: 2004/737 T.4.3.2004
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/2498 K: 2003/2985 T.17.10.2003
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/2555 K: 2003/2915 T: 14.10.2003
Meralar üzerinde sürdürülen zilyetlik süresi ne olursa olsun hukukça değer taşımaz. Eylemli duruma aykırı düşen bilirkişi ve tanık sözlerine değer verilemez.
Taraflar arasında kadastro tespitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi Abdulkerim, Abdurrahman , Mehmet ve Geyro tarafından istenilmekle temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşılmakla dosya incelendi, dosyadaki belgeler okundu. Tetkik hakiminin açıklamaları dinlendi. Gereği görüşüldü:
Kadastro sırasında 295 parsel sayılı 268000 m2 yüzölçümündeki taşınmaz mera olarak sınırlandırılmıştır. Nimetullah , Reşat , Süleyman ve Fekarullah ‘ın ayrı ayrı açtıkları davaya Abdulkerim ve Adurrahman zilyetliğe dayanarak Mehmet ve Gayro tapu kaydına tapu dışı satınalmaya ve zilyetliğe dayanarak katılmışlardır. Mahkemece davanın reddine taşınmazın mera olarak sınırlandırılmasına karar verilmiş, hüküm Abdulkerim , Abdurrahman , Mehmet ve Gayro tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu taşınmazın kamu malı niteliğinde mera olduğu, mahkemece yapılan keşif, uygulama ve toplanıp doğru olarak değerlendirilen diğer delillerle saptanmıştır. Davacılar Mehmet ve Geyro ‘nun dayandıkları tapu kayıtlarının miktarıyla dava dışı 368 ve 372 parsel sayılı taşınmazlara revizyon gördüğü, dava konusu taşınmazı kapsamadığı saptanmıştır. Meralar üzerinde sürdürülen zilyetlik süresi ne olursa olsun hukukca değer taşımaz. Eylemli duruma aykırı düşen bilirkişi ve tanık sözlerine değer verilemez. Bu nedenle hükmü temyiz eden Abdulkerim, Abdurrahman, Mehmet ve Geyro ‘nun taşınmaz üzerindeki zilyetliğine değer verilmesi mümkün değildir.
Sonuç: Açıklanan nedenlerle yazılı olduğu şekilde hüküm kurulmasında isabetsizlik bulunmadığından yerinde görülmeyen tüm temyiz itirazlarının reddi ile hükmün ONANMASINA, 14.10.2003 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/189 K: 2004/1622 T:12.2.2004
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1995/8663 K: 1996/1047 T: 6.2.1996
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2005/1456 K: 2005/1885 T: 7.6.2005
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/574 K: 2004/1628 T: 27.4.2004
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2005/6269 K: 2005/3856 T: 5.5.2005
Meraya ilişkin uyuşmazlıklarda yerel bilirkişilerin ve taraf tanıklarının komşu köyde ikamet eden davada yararı bulunmayan ve yaşlı kişiler arasından seçilmesi gerekir; mahkemece taşınmazın bulunduğu köyde ikamet eden şahıslar dinlenmek sureti ile hüküm kurulması doğru değildir.
Kadastro sırasında 117 ada 70 parsel sayılı 47.300 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz irsen intikal ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği nedeniyle davalılar Rahime mirasçıları adlarına tespit ve tescil edilmiştir. Davacı Hazine vekili, yasal süresi içinde tapu kaydına dayanarak tapu iptali ve tescil davası açmıştır. Mahkemece yapılan yargılama sonunda; davanın kabulüne ve çekişmeli parselin tapu kaydının iptali ile davacı Hazine adına tesciline karar verilmiş; hüküm, davalılar tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece çekişmeli taşınmazın tarım arazisi niteliğinde bulunduğu ve zilyetlikle mülk edinme şartlarının davalılar yararına gerçekleşmediği kabul edilmek sureti ile hüküm kurulmuş ise de; yapılan araştırma, inceleme ve uygulama karar için yeterli bulunmamaktadır.
Çekişmeli taşınmazın bulunduğu bölgede Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu gereğince Toprak Komisyonu tarafından çalışmalar yapıldığı ve bu çalışmalar sırasında davaya konu parselin meradan elde edildiği ve son 5 ila 15 senedir davalılar tarafından tasarruf edildiği hususunun belirtmeliğe yazıldığı anlaşılmaktadır.
Bu durumda uyuşmazlık taşınmazın öncesinin kamu orta malı niteliğinde mera olup olmadığı hususundadır. Meraya ilişkin uyuşmazlıklarda yerel bilirkişilerin ve taraf tanıklarının komşu köyde ikamet eden davada yararı bulunmayan ve yaşlı kişiler arasından seçilmesi gerekir.
Mahkemece taşınmazın bulunduğu köyde ikamet eden şahıslar dinlenmek sureti ile hüküm kurulması doğru bulunmadığı gibi dinlenen tanıkların beyanları da hükme yeterli bulunmamaktadır. Eksik ve yetersiz soruşturmaya dayanılarak karar verilemez. Doğru sonuca varılabilmesi için öncelikle taraflardan iddia ve savunmaları ile ilgili tüm delilleri sorulup celbedilmeli, komşu parsellerin tutanak ve dayanağını oluşturan belgeler özellikle getirtilmeyen doğudaki yola bitişik 66 numaralı parselin tutanak ve dayanağı temin edilip dosya ikmal edildikten sonra mahallinde yaşlı, tarafsız, yöreyi iyi bilen, komşu köylerde ikamet edip davada yararı bulunmayan şahıslar arasından seçilecek yerel bilirkişi ve aynı yöntemle belirlenecek tanıklar huzuru ile keşif icra edilmelidir. Taşınmazın başında icra edilecek keşif sırasında dayanılan tapu kaydı belirtmelik tutanak ve ekleri ayrı ayrı okunup bu hudutlar zeminde yerel bilirkişilere tek tek göstertilmeli, bilirkişilerce bilinemeyen hudutların tespiti için taraflara tanık dinlenme imkanı sağlanmalı, arazi başında dinlenilecek yansız yerel bilirkişi ve taraf tanıklarından taşınmazın geçmişte ne durumda bulunduğu, kime ait olduğu, kimden nasıl intikal ettiği, kim tarafından ne zamandan beri ne surette kullanıldığı, özellikle kullanmanın hangi tarihte başladığı, taşınmazın öncesinin kamu orta malı niteliğinde mera olup olmadığı etraflıca sorulup maddi olaylara dayalı olarak açıklattırılmalı, belirtmelik tutanağına ve tespit tutanağının edinme sebebi sütunundaki beyanlara aykırı sonuca varılması halinde belirtmelik ve tespit sırasında bilgisine başvurulan ve halen sağ olan tüm şahıslar arazi başında ve yüzleştirme yapılmak sureti ile dinlenilip aykırılığın giderilmesine çalışılmalı, dinlenilen şahısların beyanlarının gerçeğe uygunluğu komşu parsellere uygulanan resmi belgelerle denetlenmeli, beraberde götürülecek teknik bilirkişiye uygulanan kayıtların kapsamını belirtir ve keşfi takibe imkan verir kroki düzenlettirilmeli, bundan sonra tüm deliller birlikte değerlendirilerek, sonucuna göre karar verilmelidir.
Sonuç: Mahkemece belirtilen şekilde araştırma ve inceleme yapılmaması isabetsiz olduğu gibi tanıkların maddi olaylara dayanmayan beyanlarına değer verilerek hüküm kurulmuş bulunması da usul ve yasaya aykırı, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde bulunduğundan kabulü ile hükmün BOZULMASINA, 5.5.2005 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1996/1113 E: 1996/1050 T: 7.3.1996 3194/11
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2006/540 K: 2006/785 T: 13.2.2006
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1991/16895 K: 1992/13667 T: 26.11.1992
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2005/500 K: 2005/1028 T: 22.2.2005
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2004/4790 K: 2004/6320 T: 22.4.2004
Delil bildirilmemesi halinde davanın açılmamış sayılmasına karar verilir; 28. md. hükmüne uygun olmayan tebligat hukuken sonuç doğurmaz.
Kadastro sırasında 151 ada 14, 156 ada 13, 176 ada 10 ve 11, 179 ada 19 ile 232 ada 37 parsel sayılı 10.720.24, 1648.40, 1891.60, 1882.94, 14838.55 ve 2972.21 metrekare yüzölçümündeki taşınmazlardan 14 no’lu parsel vergi kaydı, irsen intikal ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği sebebiyle davalılardan Hasan ile dava dışı şahıslar, 10 ve 11 no’lu parseller tapu kaydı ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği sebebiyle davalılardan Semra ve Meral, diğer 13, 19 ve 37 no’lu parsellerde kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği sebebiyle sırasıyla ayrı ayrı davalılar Sevim, Semahat ve İlyas mirasçıları adlarına tespit edilmiştir. Davacı Ayşe, çekişmeli taşınmazların müşterek kök muristen kalıp terekenin paylaşılmadığına dayanarak dava açmıştır. Mahkemece yapılan yargılama sonunda davanın reddine, dava konusu parsellerin tespit gibi tescillerine karar verilmiş; hüküm davacı tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece davacının vekilinin vekillikten çekilmesi nedeniyle yapılan tebligatta delillerini bildirmesi, aksi takdirde davasını ispattan kaçınmış olacağı meşruhatını içeren tebligat yapılmıştır. Yapılan tebligat Kadastro Kanunu’nun 36. maddesi ile ilgili olup yargılama giderlerine ilişkindir.
Anılan Kanun’un 28/2. maddesinde delil bildirilmemesi halinde davanın açılmamış sayılmasına karar verileceği hükme bağlanmıştır. Maddelerdeki hükümler ayrı olup sonuçları da değişiktir. Tebligat 28. maddenin açık hükmüne uygun olarak düzenlenmediğinden hukukça sonuç doğurmaz. Mahkemece usulen taraf teşkili sağlanarak uyuşmazlığın esastan çözümlenmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması isabetsizdir. Temyiz itirazlarının bu nedenlerle kabulü ile hükmün BOZULMASINA, 22.4.2004 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1989/4849 K: 1990/4192 T: 29.3.1990
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1996/2491 K: 1996/2460T: 23.5.1996
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1995/4920 K: 1995/5284 T: 14.9.1995
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1993/2878 K: 1993/11683 T: 12.11.1993
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2003/12764 K: 2003/11268 T: 25.12.2003
Taşınmazların mirasçılar adına tescili istendiğine göre tereke iştirak halinde mülkiyet hükümlerine tabi olup mirasçı davacılardan birinin belirtmelik tutanaklarında taşınmazın mera’dan açıldığını beyan etmesinin mirasçılar yönünden bağlayıcı nitelikte kabul edilmesi mümkün değildir.
Kadastro sırasında 132, 133, 135 parsel sayılı 31250, 105250 ve 58875 metrekare yüzölçümündeki taşınmazlar, 4753 sayılı Yasa ile oluşan tapu kaydı nedeniyle davalı Hazine adına tespit edilmiştir. İtirazı Kadastro Komisyonunda reddedilen davacı Lütfü, 133 parsel hakkında irsen intikal ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine, Mahmut 132 parsel hakkında, Mahmut ve Fek’i 135 parsel hakkında irsen intikal vergi kaydı ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanarak tüm mirasçılar adına tescil istemi ile dava açmışlardır. Mahkemece dava dosyaları birleştirilerek yapılan yargılama sonunda; davacıların davasının reddine, çekişme konusu 132, 133 ve 135 parsel sayılı taşınmazların tespit gibi davalı Hazine adına tesciline karar verilmiş; hüküm, davacılar Mahmut ve Fek’i ile Lütfü tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece verilen süreye rağmen keşif masrafının davacılar tarafından tam olarak yatırılmadığından ve mevcut delil durumuna göre davanın ispat edilemediğinden, 132 parsel için davacılardan Mahmut’un 4753 sayılı Yasa’nın uygulanması sonucu tutulan tutanakta meradan açıldığını beyan etmesinden söz edilerek davanın reddine karar verilmiş ise de; taşınmazlardan 132 ve 135 sayılı parseller için keşifler yapılmış, 133 parsel için ise davacısı tarafından keşif ücreti yatırıldığı halde keşfe gidilememiştir.
Keşiflerin yetersiz yapılması bilirkişi ve tanık beyanları arasındaki çelişkinin giderilmemesi, tespit bilirkişileri ve belirtmelik bilirkişilerinin dinlenmemesi nedeniyle yeniden keşfe ihtiyaç duyulması halinde, davacılara sorumluluk yükletilmesi ve keşif avansı ile sorumlu tutulması mümkün olmayıp yeterli keşfin yapılması sorumluluğu mahkemeye aittir. Yeniden keşfe karar verildiğine göre masrafın suçüstü ödeneğinden karşılanması zorunludur.
Davacılardan Mahmut’un belirtmelik tutanaklarında taşınmazın meradan açıldığını ifade etmişse de; taşınmazların mirasçılar adına tescili istediğine ve davacı murisi Mehmet’in 1981 yılında öldüğüne göre tereke iştirak halinde mülkiyet hükümlerine tabidir. Bu beyan mirasçılar yönünden bağlayıcı nitelikte kabul edilmesi mümkün değildir.
Mahkemenin de kabul ettiği gibi keşifler yetersiz olup bilirkişi, tanık ve belirtmelik tutanağındaki bilirkişi beyanları arasında çelişki bulunduğuna göre yeniden keşif yapılmalı, beyanlar arasındaki çelişki giderilmeli, civar parsel tutanaklarından yararlanılmalı, davacılar yararına 3402 sayılı Kanun’un 46. maddesindeki şartların gerçekleşip gerçekleşmediğinin araştırılması, 3402 sayılı Yasa’nın 14. maddesinde öngörülen sınırlamalar dikkate alınmalı ve sonucuna göre bir hüküm kurulmalıdır. Davacıların temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün bu nedenlerle BOZULMASINA, 25.12.2003 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1996/1113 E: 1996/1050 T: 7.3.1996 3194/11
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1991/16895 K: 1992/13667 T: 26.11.1992
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1996/5273 K: 1996/5094
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2005/8249 K: 2005/6617 T: 14.7.2005
KADASTRO KANUNU 41. MADDEYLE İLGİLİ YARGITAY KARARLARI
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 1993/7027 K: 1993/7161 T: 30.9.1993
Kadastro Kanunu’nun 41. maddesi uyarınca açılan, kadastrosu kesinleşmiş taşınmaz mallarda vasıf ve mülkiyet değişikliği dışında kalan ölçü, tersimat ve hesaplamalardan doğan fenni hatalar hakkında kadastro müdürlüğünce yapılan düzeltmenin kaldırılması davasında, taşınmazın değeri nazara alınmaz. Görevli mahkeme, sulh hukuk mahkemesidir.
Davacı tarafından, davalı aleyhine 18.6.1993 gününde verilen dilekçe ile düzeltmenin iptali istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; mahkemenin görevsizliğine dair verilen 15.7.1993 günlü hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı tarafından istenilmekle; süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek, gereği düşünüldü:
KARAR: Dava, 3402 sayılı Yasanın 41. maddesine göre açılmıştır. Bu maddeye göre; kadastroları kesinleşmiş taşınmaz mallarda vasıf ve mülkiyet değişikliği dışında kalan ölçü, tersimat ve hesaplamalardan doğan fenni hatalar ilgilinin başvurusu veya Kadastro Müdürlüğünce re’sen düzeltilir. Aynı maddeye göre, bu düzeltmenin tebliğ tarihinden itibaren 30 gün içinde kaldırılması için Sulh Mahkemesine dava açılabilir. Bu gibi hallerde görevli mahkeme yasada belirtildiği gibi Sulh Hukuk Mahkemesi olduğundan görevli Mahkemenin tayininde değere bakılmaz. Bu nedenle davanın esasına girilerek sonucu hakkında karar verilmek gerekirken taşınmazın değeri nazara alınarak görev yönünden davanın reddi usul ve yasaya aykırıdır.
SONUÇ: Temyiz itirazlarının yukarıda gösterilen nedenlerle kabulü ile hükmün (BOZULMASINA), bozma nedenine göre sair hususların incelenmesine yer olmadığına, temyiz harcının istek halinde iadesine, 30.9.1993 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 1994/5799 K: 1994/1821 T: 21.02.1994
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2001/7476 K: 2001/7730 T: 09.11.2001
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2005/6612 K: 2005/7255 T: 14.07.2005
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/13844 K: 2007/423 T: 23.01.2007
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 1991/14363 K: 1991/14585 T: 13.12.1991
Paftaya tersimat doğru şekilde yapılmadığı takdirde, bunun düzeltilmesi zorunluluğu ve ilgililerine de düzeltme yapılmasını isteme hakkı doğar. Orijinal ölçüm değerlerine ve krokisine aykırı düşecek şekilde çap ve sicil oluşturulması işlemi, kadastro öncesi bir sebepten kaynaklanmadığı için, buna yönelik düzeltme isteklerinde hak düşürücü süre dikkate alınmaz.
Taraflar arasındaki davadan dolayı, (Üsküdar Üçüncü Asliye Hukuk Hakimliği)nden verilen 3.10.1990 gün ve 518/866 sayılı hükmün bozulmasına ilişkin olan 14.3.1991 gün ve 17350/3280 sayılı kararın düzeltilmesi süresinde davalı vekili tarafından istenilmiş olmakla; dosya incelendi, gereği görüşülüp düşünüldü:
KARAR: Dava, çaplı taşınmazın bir kısım yerine bina yapılmak suretiyle elatıldığı iddiasına dayanılarak, elatmanın önlenmesi ve yıkım isteğine hasren açılmış; davaya bakılmakta iken, yıkımın aşırı zarar doğuracağının saptanması halinde, tecavüzlü arsanın muhik bedeline hükmedilmesi talebinde de bulunulmuştur.
Mahkemece (..kadastro tahdit ve tesbitinin önceden mevcut binalar esas alınarak yapıldığı, binaların kadastral ölçüm ve krokilerine doğru biçimde işaretlendiği; özellikle, yanlara ait taşınmazları ayıran ortak sınırı bilinen ve o şekilde korunan sınıra göre belirlendiği, tecavüzlü durumun paftanın düzenlenmesi sırasında ortaya çıktığı, bunun her zaman düzeltilebileceği..) gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Gerçekten, hükme esas alınan uzman bilirkişi kurulu raporlarından, kadastro tahdit ve tesbitinin, önceden mevcut binaların belirlendiği mülkiyet sınırlarına değer verilerek doğru şekilde yapıldığı; orijinal ölçüm değerlerinin ve krokisinin buna göre düzenlendiği; çap tecavüzünün ise, yanılgılı pafta tersimatından ileri geldiği anlaşılmaktadır.
Bilindiği üzere, aslolan paftanın orijinal ölçüm değerlerine uygun olarak düzenlenmesidir. Başka bir anlatımla, paftaya tersimatın doğru şekilde yapılmasıdır. Aksi takdirde, bunun (yanılgılı tersimatın) düzeltilmesi zarureti ve ilgililerine de düzeltmenin yapılmasını isteyebilme hakkı doğar. Nitekim, daha evvel yargısal kararlara konu olan düzeltme istekleri yönünden, sonradan yürürlüğe giren 3402 sayılı Kadastro Yasasının 41. maddesinde yeni bir düzenleme getirilmiştir. Hemen belirtmek gerekir ki, orijinal ölçüm değerlerine ve krokisine aykırı düşecek şekilde çap ve sicil oluşturulması işlemi, kadastro öncesi bir sebepten kaynaklanmadığı için, buna yönelik düzeltme istekleri hak düşürücü süreye tabi tutulamaz ve değinilen Yasanın 12/3. maddesinde yazılı on yıllık hak düşürücü süre uygulama yeri bulamaz.
Hal böyle olunca, açıklanan ilke ve olgular gözetilerek davalı bankaya, 3402 sayılı Yasanın 41. maddesinde öngörülen prosedür doğrultusunda düzeltme yaptırabilme olanağının önel verilmek suretiyle sağlanması; merciine başvuru yapıldığının anlaşılması halinde, sonucunun beklenmesi ve ortaya çıkacak duruma göre bir karar verilmesi gerekirken, bu çerçevede işlem yapılmadan sonuca gidilmesi ve noksan soruşturmayla davanın reddedilmesi isabetsizdir.
SONUÇ: Anılan hususlar, karar düzeltme isteğinin incelenmesinden anlaşılmış olmakla davalının karar düzeltme isteğinin HUMK: nun 440. maddesi uyarınca kabulüne ve Dairenin 14.3.1991 tarih, 17350/3280 sayılı kararının ortadan kaldırılmasına, Üsküdar Asliye Hukuk Mahkemesi’nce verilen 3.10.1990 tarih, 518/866 sayılı hükmün yukarıda belirtilen nedenlerden ötürü HUMK: nun 428. maddesi gereğince (BOZULMASINA), peşin alınan harcın temyiz edene geri verilmesine, 13.12.1991 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 1995/5559 K: 1995/5818 T: 19.04.1995
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2005/7266 K: 2005/7801 T: 23.06.2005
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2011/3062 K: 2011/4965 T: 14.04.2011
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/11650 K: 2013/11591 T: 29.11.2013
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/16240 K: 2020/2056 T: 17.06.2020
Çekişmeli taşınmazların yüzölçümüne yönelik olarak görülen ve Kadastro Kanunu’nun 41. maddesinden kaynaklanan düzeltme istemine ilişkin dava sonuçlandıktan, ancak karar kesinleşmeden evvel yörede uygulama kadastrosuna ilişkin çalışma yapıldığından yukarıda anılan yönetmelik hükümleri ve olayın mahiyeti gereği 3402 sayılı yasanın 22-A maddesi uyarınca yapılan kadastroya ilişkin tutanakların kesinleşmesi mümkün değildir. Hakkında kadastro tutanağı düzenlenen ve davalı olması nedeni ile tutanakları henüz kesinleşmeyen yer hakkında genel mahkemelerin değil Kadastro Mahkemesinin davaya bakmakla görevli olduğu kuşkusuzdur.
Dava, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 41. maddesi uyarınca yapılan düzeltme işleminin iptali isteğine ilişkin olup, karar tarihinden sonra dava konusu taşınmazların bulunduğu çalışma alanında Kadastro Kanunu’nun 22-A maddesi uygulaması yapılmıştır.
Kadastro Haritalarının Yeniden Düzenlenmesi ve Tapu Sicilinde Gerekli Düzeltmelerin Yapılmasında Uyulacak Usul ve Esaslara İlişkin Yönetmeliğin 9. maddesine göre uygulama alanında işe başlamadan önce bu alan içinde kalan taşınmazlar hakkında mahalli hukuk mahkemelerinde, sınır veya yüzölçümüne yönelik devam eden davalarla hükme bağlanmış olup da henüz kesinleşmeyen davaların listesi kadastro müdürü tarafından yazıyla istenerek temin edilir.
Yine aynı Yönetmeliğin 28. maddesine göre uygulama öncesi davalı olup da davaları devam eden taşınmazlardan mahalli hukuk mahkemelerinde davalı olan taşınmazlardaki uyuşmazlık konusu sınıra ve yüzölçümüne yönelikse bu davalara konu sınırlar paftasında itirazlı mülkiyet sınırı olarak teknik yönetmelikteki özel işareti ile gösterilir ve yüzölçümü kesinleştirilmez. Hukuk Mahkemelerinde görülmekte olan dava dosyalarının ilgili kadastro mahkemesine devri hususunda mahalli hukuk mahkemesine bilgi verilir.
Uygulama öncesi davalı olup da davaları devam eden bu taşınmazların tutanakları davalı olarak düzenlenir ve tutanaklarda mahkemenin adı ve dosya numarası belirtilir. Kadastro Müdürünce davalı taşınmazlara ait tutanaklar ve eklerinin tasdikli birer örneği müdürlükte bırakılmak suretiyle asılları ile pafta örnekleri en geç 7 gün içinde ilgili kadastro mahkemesine gönderilir.
Somut olayda çekişmeli taşınmazların yüzölçümüne yönelik olarak görülen ve Kadastro Kanunu’nun 41. maddesinden kaynaklanan düzeltme istemine ilişkin dava sonuçlandıktan, ancak karar kesinleşmeden evvel yörede uygulama kadastrosuna ilişkin çalışma yapıldığından yukarıda anılan yönetmelik hükümleri ve olayın mahiyeti gereği 3402 sayılı yasanın 22-A maddesi uyarınca yapılan kadastroya ilişkin tutanakların kesinleşmesi mümkün değildir. Hakkında kadastro tutanağı düzenlenen ve davalı olması nedeni ile tutanakları henüz kesinleşmeyen yer hakkında genel mahkemelerin değil Kadastro Mahkemesinin davaya bakmakla görevli olduğu kuşkusuzdur.
Mahkemelerin görevlerine ilişkin kurallar kamu düzenine ilişkin olup mahkemelerce yargılamanın her aşamasında re’sen nazara alınması zorunludur. O halde eldeki davanın Kadastro Mahkemesine aktarılması ve bu mahkemece yargılama yapılması gerekmektedir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/794 K: 2013/569 T: 04.02.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2014/5494 K: 2014/3342 T: 25.03.2014
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/12304 K: 2016/7827 T: 17.10.2016
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/8181 K: 2017/1037 T: 23.02.2017
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2015/19744 K: 2018/799 T: 12.02.2018
Kadastro Müdürlüğünün dava konusu taşınmazların yüzölçümlerinin düzeltilmesine ilişkin talebin reddine ilişkin verdiği karara karşı açılan davalara bakmakla asliye hukuk mahkemelerinin görevli olduğu gözetilmelidir.
Dava, 3402 sayılı Yasa’nın 41. maddesi uyarınca yapılan teknik hataların düzeltilmesi istemine ilişkindir. Anılan madde uyarınca, re’sen veya istem üzerine Kadastro Müdürlüğünce düzeltme kararı verilmesi halinde, bu karar ilgililerine tebliğ edilir. Bu karara karşı, tebliğ tarihinden itibaren 30 gün içinde dava açılmaması halinde tapu sicilinde düzeltme yapılır.
Yasada öngörülen bu süre hak düşürücü bir süre olmayıp sadece, hak kaybı olmaması amacıyla, düzeltme kararının tescilinden önceye ilişkin bir nevi bekleme süresidir. Bu sürenin geçirilmiş olması ya da düzeltme talebinin reddedilmesi halinde 41. maddeye ilişkin sebeplerle genel hükümlere göre tapu iptal ve tescil davası açılması imkan dahilindedir.
Ancak, 30 günlük süre içinde açılacak davalarda görevli mahkeme, 3402 sayılı Yasa’nın 41/1. maddesi uyarınca Sulh Hukuk Mahkemesi olduğu halde 3402 sayılı Yasa’nın 41. maddesine dayanılarak, düzeltme kararı infaz edildikten (30 günlük süreden) sonra açılacak davalar ile düzeltme isteminin idarece reddi halinde açılacak davalarda ise görevli mahkeme; Kadastro Kanunu’nda bu konuda bir hüküm yer almadığından, 6100 sayılı HMK’nın 2. maddesi uyarınca Asliye Hukuk Mahkemesidir.
Somut olayda; davacı tarafın, çekişmeli 920 ve 1020 parsel sayılı taşınmazların yüzölçümlerinin düzeltilmesine ilişkin talebinin … Kadastro Müdürlüğü’nün 10.03.2014 tarihli kararı ile reddedildiği anlaşılmaktadır. Davacı … Belediye Başkanlığı, bu ret kararına karşı dava açmış olduğuna göre görevli mahkeme, yukarıda açıklandığı üzere, Asliye Hukuk Mahkemeleridir. Görev hususu kamu düzenine ilişkin olup, mahkemece davanın her aşamasında re’sen dikkate alınmalıdır. Hal böyle olunca; mahkemece, Asliye Hukuk Mahkemesi’ne yönelik olarak görevsizlik kararı verilmesi gerekir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/2551 K: 2013/3159 T: 04.04.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/11650 K: 2013/11591 T: 29.11.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2014/13257 K: 2015/1096 T: 16.02.2015
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/377 K: 2016/592 T: 02.02.2016
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/8181 K: 2017/1037 T: 23.02.2017
3402 sayılı Yasa’nın 41.maddesi gereğince yapılan düzeltme işleminin iptali davasına, tapu kayıt malikinin davacılar dışında mirasçılarının da olduğu ve bu mirasçılar arasında elbirliği mülkiyeti bulunduğu gözetilerek, mahkemece davacılara diğer mirasçıların da davaya katılması veya terekeye temsilci atanması için süre ve olanak verilmesi hk.
Davacılar, 3402 sayılı Yasa’nın 41. maddesi kapsamında yapılan düzeltme işlemi ile tapuda murisleri adına kayıtlı 108 ada 20 parsel sayılı taşınmazın sınırının hatalı belirlenmesi sonucu yüzölçümünün eksildiği iddiası ile dava açmışlardır.
Mahkemece, tapu kaydında düzeltim davası açılması için davacı tarafa tanınan 2 haftalık kesin süre içinde dava açılıp açılmadığının bildirilmediği, mahkemenin bu yönde re’sen araştırma da yapamayacağı gerekçesi ile davanın dava şartı yokluğu nedeniyle reddine karar verilmiştir.
Dosya kapsamından, davacılar vekilinin hazır olduğu 24.04.2013 tarihli oturumda, tapuda isim tashihi davası açmak üzere davacılar vekiline iki haftalık kesin süre verildiği, bu süre zarfında dava açılmaması halinde davacı tarafın taraf ehliyetinin bulunmaması nedeniyle davanın reddine karar verileceğinin ihtar edildiği, davacılar vekilinin ara karar gereği 02.05.2013 tarihinde tapu kaydında düzeltim istemiyle açtığı davanın … Sulh Hukuk Mahkemesi’nin 2013/319 Esas ve 2014/31 Karar sayısını alarak 15.01.2014 tarihinde karara çıktığı ve tapu kaydındaki düzeltilen isteme göre davacıların kayıt malikinin mirasçıları olduğu anlaşılmaktadır.
O halde, mahkemece; tapu kayıt maliki…ün davacılar dışında mirasçılarının da bulunması nedeniyle mirasçılar arasında elbirliği mülkiyeti bulunduğu göz önüne alınarak T.M.K’nın 702. maddesi gereğince davacı tarafa tapu kayıt malikinin davacılar dışındaki diğer mirasçılarının da davaya katılması ya da terekeye temsilci tayin edilmesi için süre ve imkan verilmesi, verilen süre içerisinde taraf teşkilinin sağlanması durumunda, tarafların iddia ve savunmalarına ilişkin tüm deliller toplanıp değerlendirilerek hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken, kesin süreye riayet edilerek aynı mahkemeye tapuda isim tashihi davası açılmasına ve UYAP sorgusu ile davanın açılıp açılmadığının tespit edilme imkanı olmasına rağmen eksik inceleme sonucu yazılı şekilde hüküm kurulması isabetsiz olup davacılar vekilinin temyiz itirazları açıklanan nedenlerle yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan temyiz karar harcının talep halinde temyiz eden davacılara iadesine, 02.2017 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/794 K: 2013/569 T: 04.02.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2014/9968 K: 2014/9149 T: 26.06.2014
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/8858 K: 2016/8703 T: 02.11.2016
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2015/19744 K: 2018/799 T: 12.02.2018
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/8858 K: 2016/8703 T: 02.11.2016
Askı ilanına alınarak itirazsız kesinleşen taşınmazlar hakkında sonradan Tapulama Müdürlüğü’nce re’sen düzeltme yapılmasının mümkün olmadığı kuşkusuzdur.
Kadastro Müdürlüğü’nce 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 41. maddesi uyarınca re’sen yapılan düzeltme işlemi sırasında …. Köyü çalışma alanında bulunan ve tapuda davacı … ve müşterekleri adına kayıtlı olan 105 parsel sayılı 6.200,00 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz, 741.918 metrekare yüzölçümlü olarak belirlenerek tapu kaydında düzeltme yapılmasına karar verilmiştir. Davacı …, düzeltme işlemi sırasında kendisine ait taşınmazın yüzölçümünün eksildiği iddiası ile Kadastro Müdürlüğünü hasım göstererek dava açmıştır. Mahkemece yapılan yargılama sonunda davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davacı … vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece; davacının paydaşı olduğu 105 parsel sayılı taşınmazın yüzölçümündeki farkın planimetre çevrimine bağlı hesap hatasından ileri geldiği, parselin sınırlarında eylemli bir değişikliğin olmadığı, Kadastro Müdürlüğü tarafından yapılan düzeltme işleminin doğru olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş ise de, varılan sonuç dosya kapsamına ve Yasa’ya uygun düşmediği gibi yapılan inceleme ve araştırma da hüküm kurmaya elverişli değildir.
3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 41. maddesi gereğince Kadastro Müdürlüğünce verilen düzeltme kararı ve eklerinin incelenmesinde; davacı tarafa ait 105 parsel sayılı taşınmazın tesis kadastrosu sonucu yüzölçümünün 6200 metrekare olarak hesap edildiği, komşu 104 parsel sayılı taşınmaz hakkında komisyonca yapılan değerlendirme sonucu 29.01.1971 tarih, 2 sayılı kararla 104 parselin yüzölçümünün 18800 metrekareden 25950 metrekareye çıkartıldığı ve artan bu kısımların 105 ve dava dışı 106 parsel sayılı taşınmazlardan kesilerek 104 parsel sayılı taşınmaza eklendiği, komisyon kararı ile 104, 105, 106 parsel sınırlarının yeniden çizildiği ancak 105 parsel sayılı taşınmazın yüzölçümünün değiştirilmediği, yapılan ölçümde 105 parsel sayılı taşınmazın yüzölçümünün komisyon kararına göre 741.918 metrekare olduğunun tespit edildiği ve yüzölçümünün bu şekilde düzeltildiğinin belirtildiği anlaşılmaktadır.
Düzeltme kararında bahsi geçen 29.01.1971 tarih, 2 sayılı komisyon kararının incelenmesinde; 104 parsel sayılı taşınmazın 18800 metrekare olarak … adına tespitinin yapılıp askı ilanına alınarak kesinleştiği, sonrasında evrak ve paftalar üzerinde yapılan tetkikte bu yerin daha evvel Toprak Tevzi Komisyonunca tanzim edilmiş paftalarının zemine ve tapulama paftasına tam manasıyla tatbik edilmediğinin farkına varılması nedeniyle 766 sayılı Tapulama Kanunu’nun 94. maddesi gereğince komisyonun re’sen toplandığı, bu yerin hakiki yüzölçümünün 18800 metrekare olmayıp 25950 metrekare olduğu belirtilerek, 104 parselin 18800 metrekare olan yüzölçümünün iptaline ve taşınmazın 25950 metrekare olarak tesciline karar verildiği; eksikliğin hangi taşınmazdan kesilerek taşınmazın 104 parsele eklendiği açıkça gösterilmeden, verilen kararın 105 parsel sayılı taşınmaz maliklerine de tebliğ edilerek 25.03.1971 tarihinde kesinleştirildiği anlaşılmaktadır.
Komisyon kararında açıkça belirtilmemekle birlikte tesis kadastro paftası ile komisyon kararına dayanak pafta karşılaştırıldığında, komisyon kararı ile 104 parsel sayılı taşınmazın yüzölçümündeki değişikliğin davacıya ait 105 parsel ve dava dışı 106 parsel sayılı taşınmazlardan kesilerek 104 parsel sayılı taşınmaza eklendiği, bununla birlikte değişikliğin 105 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydına işlenmediği görülmektedir. 29.01.1971 tarih, 2 sayılı Komisyon Kararına esas alınan mülga 766 sayılı Tapulama Kanunu’nun 94. maddesi uyarınca Komisyonun düzeltme yapma yetkisinin “Tapulamaları yapılmış olan gayrimenkullerden itirazlı olup da komisyonca veya mahkemece karara bağlanmamış olanların tahdit ve tesbitinde, ölçü, tersimat ve hesaplarında düşülen yanlışlıklar” yönünden düzeltme yapmaya yetkili olduğu anlaşılmaktadır.
Ne var ki, askı ilanına alınarak itirazsız kesinleşen taşınmazlar hakkında sonradan Tapulama Müdürlüğü’nce re’sen düzeltme yapılmasının mümkün olmadığı kuşkusuzdur. Bu nedenle, askı ilanına çıkartılarak itirazsız şekilde 12.11.1968 tarihinde kesinleştiği anlaşılan 104 parsel sayılı taşınmaz hakkında komisyon tarafından bu şekilde re’sen verilen karar yok hükmündedir. Kaldı ki, bir an için kararın geçerli olduğu kabul edilse bile tebliğ edilen karar içeriğinde davacıya ait 105 sayılı parselde değişiklik yapıldığına dair bir açıklık da bulunmadığına göre şeklen kesinleşmiş görünen kararın 105 parsel malikini bağlayacağından da söz edilemez.
Hal böyle olunca; doğru sonuca varılabilmesi için 29.01.1971 tarih, 2 sayılı komisyon kararına dayanak harita değil, tesis kadastrosuna dayanak olan paftanın esas alınması gerektiği göz önünde bulundurularak mahkemece, keşifte uygulanması zorunlu bulunan, denetime veri teşkil edecek tesis kadastro paftası çekişmeli taşınmaza ait ölçü krokisi ve çizelgesi dışında, dosya içerisinde bulunmadığı anlaşılan hava fotoğrafları, ortofoto ve uydu fotoğrafları getirtilmeli; bundan sonra mahallinde, yerel bilirkişiler, taraf tanıkları ve jeodezi veya fotogrametri uzmanı harita mühendisinin katılımı ile keşif yapılmalı; keşif sırasında yerel bilirkişi ve tanıklardan ilk tesis kadastrosu sırasında da zeminde sabit sınır ya da yapılar bulunup bulunmadığı halen kullanımın hangi sınırlarla olduğu, sınır ve yapılar ile Hazinenin taşınmazına tesis kadastrosu tespiti sırasında uygulanan tapu kaydı haritasının, sınırlandırma sırasında ne şekilde uygulandığı sorularak bu teknik bilirkişiye işaretlettirilmeli, uygulama fotoğrafları çekilmeli, teknik bilirkişiden düzeltme işlemine esas teşkil eden bilgi ve belgeler ile bilirkişi ve tanık anlatımlarından yararlanarak düzeltme işleminin denetlenmesi istenmelidir.
Teknik bilirkişi raporunda; ilk tesis kadastrosunun hangi yöntem ve tekniklerle yapıldığı, uygulanan yöntemlerin hata paylarının ne olduğu, üretilen haritaların zeminle uyumsuz bulunması halinde farklılığın nereden ve hangi sebeplerden kaynaklandığı, 41. madde uyarınca yapılan düzeltme işlemi sonucu tespit edilen yeni sınırların yönetmelik hükümlerine uygun olarak tespit edilip edilmediği, düzeltme işleminde hata yapılmış ise doğru sınır ve haritanın nasıl olması gerektiği gibi hususlar ve “düzeltme işlemi ve haritasını” irdeler şekilde, teknik ve bilimsel verilere dayalı ayrıntılar yer almalı, ayrıca birincisi, ortofoto üzerinde ilk tesis kadastrosuna ait harita ile düzeltme haritasını ada bazında, ikincisi çekişmeli taşınmazlar ve komşularını kapsar bazda ve üçüncüsü ise ilk tesis kadastro haritası ile çekişmeli taşınmazların zeminini çakıştırır bazda en az üç adet harita düzenlemesi ve düzeltme haritasında yanlışlık varsa, doğru sınırları gösterir harita tanzim edilmesi istenmeli, bundan sonra tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna göre bir karar verilmelidir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/794 K: 2013/569 T: 04.02.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2014/9968 K: 2014/9149 T: 26.06.2014
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/8181 K: 2017/1037 T: 23.02.2017
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2015/19744 K: 2018/799 T: 12.02.2018
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/14412 K: 2016/8537 T: 31.10.2016
Tapu ve Kadastro Müdürlüğü hasım gösterilerek davacı adına kayıtlı olduğu bildirilen taşınmazların yüzölçümlerinin eksik yazıldığı ileri sürülerek gerçek yüzölçümlerinin tespit edilerek davacı adına tescili talep olunan davada, taşınmazların uygulama kadastrosuna tabi tutulmadığı anlaşılmakla birlikte iddiasının komşu parsellere mi yönelik olduğu yoksa taşınmazdaki yüzölçümü eksikliğinin teknik hatadan mı kaynaklandığı hususunun davacıya açıklattırılmadığı ve uyuşmazlığın somut olarak ortaya konulmadığı görülmekle; bu eksikliğin davacı tarafa açıklattırılarak giderilmesinden sonra teknik hatadan kaynaklandığı iddiasına dayanılması durumunda Kadastro Mahkemesinin görevli olmadığı ve 3402 sayılı Yasa’nın 41. maddesi uyarınca işlem yapılması gerektiği gözetilmelidir.
Kadastro sırasında … Köyü çalışma alanında bulunan 117 ada 1, 155 ada 4, 5 ve 26 parsel sayılı 1.152.40, 9.911.97, 20.000.00 ve 18.793,53 metrekare yüzölçümündeki taşınmazlardan 117 ada 1 parsel sayılı taşınmaz irsen intikal, taksim ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği nedeniyle, 155 ada 5 parsel sayılı taşınmaz tapu kaydı nedeniyle … adına tespit edilmiş ve tutanaklar itiraz edilmeksizin kesinleşmiş, daha sonra 155 ada 5 parsel sayılı taşınmaz ifraz edilerek 155 ada 25 ve 26 parsel sayılı taşınmazlar oluşmuştur. 155 ada 4 parsel sayılı taşınmaz ise kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği nedeniyle dava dışı …. adına tespit edildikten sonra hükmen … ve … adlarına tescil edilmiştir. Davacı …, … Müdürlüğü aleyhine kadastro sırasında kendisine ait taşınmazların yüzölçümlerinin eksik hesaplandığı iddiasına dayanarak dava açmıştır. Mahkemece yapılan yargılama sonunda dava dilekçesinin görev yönünden reddine, mahkemenin görevsizliğine ve talep halinde dosyanın yetkili ve görevli Asliye Hukuk Mahkemesine gönderilmesine karar verilmiş; hüküm, davacı … vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Davacı vekili, … Müdürlüğü’nü hasım göstererek davacı adına kayıtlı olduğunu bildirdiği 117 ada 1, 155 ada 4, 5 ve 26 parsel sayılı taşınmazların yüzölçümlerinin eksik yazıldığını ileri sürerek gerçek yüzölçümlerinin tespiti ile davacı adına tescilini talep etmiştir. Mahkemece, davanın uygulama kadastrosuna itiraza ilişkin olduğu ve askı ilan süresi geçtikten sonra açıldığı gerekçesi ile yazılı şekilde karar verilmiştir. Ancak, temyiz incelemesi sırasındaki yazışmalarla elde edilen bilgilere göre taşınmazların uygulama kadastrosuna tabi tutulmadığı anlaşılmıştır. Ne var ki; davacının iddiasının komşu parsellere mi yönelik olduğu yoksa taşınmazdaki yüzölçümü eksikliğinin teknik bir hatadan mı ileri geldiği hususu açıklatılarak, ihtilafın ne olduğu somut olarak ortaya konulmamıştır. Bilindiği gibi 6100 sayılı HMK’nın 31. maddesi hakime davayı aydınlatma görevi vermiş olup, anılan yasa maddesi aynen “hakim maddi veya hukuki açıdan belirsiz yahut çelişkili gördüğü hususlar hakkında, taraflara açıklama yaptırabilir; soru sorabilir; delil gösterilmesini isteyebilir.” hükmünü içermektedir.
Hal böyle olunca, mahkemece davacı tarafa dava dilekçesi açıklattırılarak taşınmazlardaki eksikliğin hangi nedenden kaynaklandığı sorulmalı, teknik hatadan kaynaklandığı iddiasına dayanılması halinde Kadastro Mahkemesinin görevli olmadığı ve 3402 sayılı Kanun’un 41. maddesi uyarınca işlem yapılması gerektiği göz önünde bulundurulmalı; eksikliğin komşu parsellerden kaynaklandığının iddia edilmesi halinde ise davanın bu parsellere yönelik olduğu göz önünde bulundurularak tutanakları getirtilip kesinleşip kesinleşmediği saptanarak görev hususu buna göre belirlenmelidir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/2551 K: 2013/3159 T: 04.04.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/11650 K: 2013/11591 T: 29.11.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2014/13257 K: 2015/1096 T: 16.02.2015
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/377 K: 2016/592 T: 02.02.2016
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/12304 K: 2016/7827 T: 17.10.2016
Kadastro Müdürlüğünce 3402 sayılı Yasa’nın 41. maddesi uyarınca verilen düzeltme kararına karşı 30 günlük süre içinde açılacak davalarda görevli mahkemenin, Sulh Hukuk Mahkemesi, düzeltme karan kesinleşip tapuya tescil edildikten sonra açılacak davalar ile düzeltme talebinin reddine ilişkin kararlara karşı açılacak davalarda ise Asliye Hukuk Mahkemesi olduğu gözetilmelidir.
… Müdürlüğü tarafından verilen düzeltme kararı, davacı …’ye 10.03.2009 tarihinde tebliğ edilmiş ve dava 30 günlük süre geçtikten sonra 19.04.2012 tarihinde açılmıştır. Mahkemece, 30 günlük sürenin hak düşürücü süre olduğu kabul edilerek davanın reddine karar verilmiş ise de, mahkemenin kabulü usul ve yasaya uygun bulunmamaktadır.
3402 sayılı … Kanunu’nun 41. maddesi uyarınca; … sırasında veya sonrasında yapılan işlemlerle geometrik durumları kesinleşmiş olan taşınmazlarda ölçü, sınırlandırma, tersimat ve hesaplamalardan doğan hatalar, ilgilinin müracaatı veya … Müdürlüğünce re’sen düzeltilir; düzeltme kararı, taşınmaz malikleri ile diğer hak sahiplerine tebliğ olunur; tebliğ tarihinden başlayan 30 gün içinde düzeltmenin kaldırılması yolunda Sulh Hukuk Mahkemesinde dava açılmazsa yapılan düzeltme kesinleşir.
Sözü edilen 30 gün süre boyunca düzeltme kararı askıda kalır ve tapuya tescil edilmez. Bu süre içinde dava açılmadığı takdirde düzeltme kararı idari yönden kesinleşir ve tapuya tescil edilir. Maddede sözü edilen “kesinleşme” kavramı, düzeltme kararının tapuya tesciline ilişkin koşulu ifade etmekte olup, kesinleşerek tapuya tescil edilen işleme karşı genel mahkemelerde dava açma hakkını ortadan kaldıran bir “hak düşürücü süre”ye işaret etmemektedir.
Nitekim aynı “kesinleşme” kavramı 3402 sayılı Yasa’nın 11. maddesinde de yer almakta olup, 30 günlük askı ilan süresi içinde dava açılmayan tutanakların kesinleşeceği ifade edilmektedir. Bu şekilde kesinleşip tapuya tescil edilen taşınmazlara karşı genel mahkemelerde tapu iptal ve tescil davası açma imkanı bulunduğu gibi, aynı imkan 41. madde uyarınca kesinleşen kararlara karşı da mevcuttur. 3
402 sayılı … Kanunu’nda, kesinleşip tapuya tescil edilen düzeltme kararlarına ya da düzeltme talebinin reddi kararlarına karşı ölçü, sınırlandırma, tersimat ve hesaplamalardan doğan teknik hataların düzeltilmesi istemiyle tapu iptali ve tescil davası açılmasını engelleyen bir düzenleme bulunmamaktadır.
Düzeltme kararına karşı 30 günlük süre içinde açılacak davalarda görevli mahkeme 3402 sayılı Yasa’nın 41. maddesi uyarınca Sulh Hukuk Mahkemeleridir. Düzeltme kararı kesinleşip tapuya tescil edildikten sonra açılacak davalar ile düzeltme isteminin reddine ilişkin kararlarına karşı açılacak davalarda görevli mahkeme ise 6100 sayılı HMK’nın 2. maddesi uyarınca ve dava konusunun, mal varlığı hakkına ilişkin bulunması nedeniyle Asliye Hukuk Mahkemeleridir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/794 K: 2013/569 T: 04.02.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/1039 K: 2013/746 T: 11.02.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2014/9968 K: 2014/9149 T: 26.06.2014
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2015/19744 K: 2018/799 T: 12.02.2018
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/377 K: 2016/592 T: 02.02.2016
Dava, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 22/a maddesi uyarınca yapılan ve askı ilan süresinde dava açılmamakla kesinleşen uygulama kadastrosu tespitine karşı açılmıştır. Bu nitelikteki davalar, Kadastro Müdürlüğüne başvuru yapılmasına gerek olmaksızın, 3402 sayılı Yasa’nın 11. maddesinde sözü edilen askı ilan süresi içinde Kadastro Mahkemesine açılabileceği gibi, askı ilan süresi içinde itiraz edilmeyen tutanakların kesinleşmesi halinde, genel mahkemelerde de açılabilir.
Uygulama kadastrosu sırasında …r Köyü çalışma alanında bulunan ve tapuda davacılar … ve arkadaşlarının paydaş olduğu eski 164 parsel sayılı 18.835,00 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz, 13183 ada 263 parsel numarasıyla ve 19.345,68 metrekare yüzölçümlü olarak; davalılar … ve arkadaşları adına tapuda kayıtlı bulunan eski 163 parsel sayılı 29.875,00 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz, 13183 ada 264 parsel numarasıyla ve 30.205,59 metrekare yüzölçümlü olarak tespit ve tescil edilmiştir.
Davacılar … ve arkadaşları, uygulama kadastrosu sırasında kendilerine ait taşınmazın sınırının yanlış belirlendiği, davalılara ait taşınmazın sınırının kendi parsellerine, kendi sınırlarının da mezarlığa kaydığı iddiasına dayanarak dava açmıştır. Mahkemece yapılan yargılama sonunda idari başvuru yolu tüketilmeden açılan davanın usulden reddine karar verilmiş; hüküm, davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece, 3402 sayılı Yasa’nın 22/a ve 41. maddesi uyarınca yapılacak işlemlerde öncelikle idari başvuru yolunun tüketilmesi gerektiği gerekçesiyle davacı tarafından bu yola başvurulmadan açılan davanın usulden reddine karar verilmiş ise de; varılan sonuç usul ve yasa hükümlerine uygun düşmemektedir.
Dava, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 22/a maddesi uyarınca yapılan ve askı ilan süresinde dava açılmamakla kesinleşen uygulama kadastrosu tespitine karşı açılmıştır. Bu nitelikteki davalar, Kadastro Müdürlüğüne başvuru yapılmasına gerek olmaksızın, 3402 sayılı Yasa’nın 11. maddesinde sözü edilen askı ilan süresi içinde Kadastro Mahkemesine açılabileceği gibi, askı ilan süresi içinde itiraz edilmeyen tutanakların kesinleşmesi halinde, genel mahkemelerde de açılabilir.
Diğer taraftan, dava dilekçesi içeriğinden ve davacıların yüzölçümünde eksilme olduğunu iddia ettikleri eski 164, yeni 13183 ada 263 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydından, taşınmazda müşterek malik olan başka paydaşların da bulunduğu ve davanın malik olan tüm paydaşlar adına açıldığı anlaşılmaktadır. Davanın niteliği itibariyle müşterek mülkiyet hükümlerine tabi taşınmazlar hakkında açılacak davaların bütün paydaşlar tarafından birlikte açılması veya tamamının katılımının sağlanması suretiyle davaya devam edilmesi zorunludur.
Hal böyle olunca; mahkemece, davacılara diğer paydaşların davaya katılımını sağlaması için süre ve imkan tanınmalı, verilen süre içerisinde bu eksikliğin tamamlanmaması halinde davanın usulden reddine, aksi halde yargılamaya devamla sonucuna göre karar verilmelidir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/15077 K: 2020/262 T: 10.02.2020
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/15077 K: 2020/262 T: 10.02.2020
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/8007 K: 2013/12294 T: 10.12.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/8858 K: 2016/8703 T: 02.11.2016
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2014/13257 K: 2015/1096 T: 16.02.2015
Maddenin açıklanan içeriği karşısında, 30 günlük süre içinde açılan davalarda Sulh Hukuk Mahkemeleri görevlidir. Diğer taraftan, Kadastro Müdürlüğünce ilgililerin başvurusu üzerine düzeltme isteminin reddine dair verilen kararlara karşı ve yukarıda sözü edilen 30 günlük sürenin dolup tapu kaydına işlenmesinden sonra açılacak davalarda görevli mahkemenin neresi olduğu konusunda Kadastro Kanununda özel bir düzenleme bulunmadığından, bu tür davalarda ise görev, 6100 sayılı HMK uyarınca belirlenir ve ihtilaf, çekişmeli yargı işi olduğundan Asliye Hukuk Mahkemeleri görevlidir.
Kadastro sonucu, … Köyü çalışma alanında bulunan 194 ada 19 parsel sayılı 1.924,95 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz davacı … adına, 194 ada 3 parsel sayılı 1.804,50 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz ile 194 ada 5 parsel sayılı 426,00 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz bir kısım davalılar murisi …, 194 ada 6 parsel sayılı 348,00 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz davalılar … ve müşterekleri, 194 ada 8 parsel sayılı 224,00 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz davalılar … ve müşterekleri adına tespit ve tescil edilmiş; davacının, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 41. maddesine dayanarak yaptığı teknik hataların düzeltilmesi talebi …nce reddedilmiştir. Davacı …, kadastro sırasında, kendisine ait taşınmaz ile davalıya ait taşınmaz arasındaki sınırın teknik hata sonucu haritasında yanlış gösterildiği iddiasına dayanarak, teknik hatanın düzeltilmesi istemiyle dava açmıştır. Mahkemece yapılan yargılama sonunda davanın yargı yeri nedeniyle reddine karar verilmiş; hüküm, davacı … vekili tarafından temyiz edilmiştir.
3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun “Hataların Düzeltilmesi” başlıklı 41. maddesi uyarınca, kadastro sırasında veya sonrasında yapılan işlemlerle geometrik durumları kesinleşmiş olan taşınmazlarda ölçü, sınırlandırma, tersimat ve hesaplamalardan doğan hatalar, ilgilinin müracaatı veya …nce re’sen düzeltilir ve düzeltme kararı, ilgili taşınmaz malikleri ile diğer hak sahiplerine tebliğ edilir. Yine aynı madde uyarınca, ilgilileri tarafından düzeltme kararının kaldırılması istemiyle tebliğ tarihinden itibaren otuz gün içinde Sulh Hukuk Mahkemesinde dava açılabilir. Dava açılmadığı takdirde düzeltme kararı kesinleşir ve tapu kaydına işlenir. Maddenin açıklanan içeriği karşısında, 30 günlük süre içinde açılan davalarda Sulh Hukuk Mahkemeleri görevlidir. Kadastro Kanunu özel bir yasa olup, bu yasada düzenlenen görev kuralları 6100 sayılı HMK hükümlerinden önce uygulanır.
Diğer taraftan, …nce ilgililerin başvurusu üzerine düzeltme isteminin reddine dair verilen kararlara karşı ve yukarıda sözü edilen 30 günlük sürenin dolup tapu kaydına işlenmesinden sonra açılacak davalarda görevli mahkemenin neresi olduğu konusunda Kadastro Kanununda özel bir düzenleme bulunmadığından, bu tür davalarda ise görev, 6100 sayılı HMK uyarınca belirlenir ve ihtilaf, çekişmeli yargı işi olduğundan Asliye Hukuk Mahkemeleri görevlidir. Somut olayda; davacı …nin, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 41. maddesine dayanarak yaptığı teknik hataların düzeltilmesi talebi …nce düzeltme yapılamayacağı belirtilerek reddedilmiştir.
Bu ret kararı üzerine teknik hataların düzeltilmesi istemiyle açılan davalara bakma görevi Asliye Hukuk Mahkemesine aittir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/794 K: 2013/569 T: 04.02.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/1039 K: 2013/746 T: 11.02.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2014/9968 K: 2014/9149 T: 26.06.2014
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2015/19744 K: 2018/799 T: 12.02.2018
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2014/13309 K: 2015/403 T: 02.02.2015
Kadastro Kanunu’nun 41. maddesi uyarınca yapılan düzeltme işlemlerine karşı açılan davaların lehine düzeltme yapılan taşınmazların maliklerine yöneltilmesi gerekir. Ancak, düzeltme işleminin sonucu oluşan yüzölçümü farkına sadece hesap hatasının yol açtığı ve farkının komşu taşınmazlardan kaynaklanmadığı hallerde davanın Kadastro Müdürlüğüne yöneltilmesi gerekir.
Kadastro Müdürlüğü’nce 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 41. maddesi uyarınca …’ın talebi üzerine yapılan düzeltme işlemi sırasında …. Mahallesi çalışma alanında bulunan ve tapuda … adına kayıtlı olan 577 parsel sayılı 3.250,00 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz, 4.352,28 metrekare yüzölçümlü olarak belirlenerek tapu kaydında düzeltme yapılmasına karar verilmiştir. Davacı … temsilcisi, düzeltme işlemi sırasında çekişmeli taşınmazın yüzölçümünde artış meydana geldiğini belirterek söz konusu düzeltmenin … adına tescili istemiyle dava açmıştır. Mahkemece yapılan yargılama sonunda davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davacı … temsilcisi tarafından temyiz edilmiştir.
Dava, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 41. maddesi uyarınca yapılan düzeltme işleminin iptali isteğine ilişkindir. Anılan madde uyarınca yapılan düzeltme işlemlerine karşı açılan davaların lehine düzeltme yapılan taşınmazların maliklerine yöneltilmesi gerekir. Ancak, düzeltme işleminin sonucu oluşan yüzölçümü farkına sadece hesap hatasının yol açtığı ve farkının komşu taşınmazlardan kaynaklanmadığı hallerde davanın Kadastro Müdürlüğüne yöneltilmesi gerekir. Somut olayda; dava konusu 577 parsel sayılı taşınmazın tapu kayıt maliki … isimli şahıs olup, düzeltme işlemi de kayıt malikinin başvurusu üzerine yapılmıştır. Bu nedenle davacı … tarafından, yapılan düzeltme işleminin iptali isteğine ilişkin olarak Kadastro Müdürlüğü aleyhine dava açılması doğru değildir. Hal böyle olunca; davanın çekişmeli taşınmaz maliki olan …’a karşı açılması gerekirken Kadastro Müdürlüğüne karşı açılması ve davacı … tarafından da 6100 sayılı HMK’nın 124. maddesi uyarınca taraf değişikliği talebinde bulunulmaması nedeniyle davanın husumet yokluğu nedeniyle reddine karar verilmesi gerekirken, esas hakkında karar verilmesi isabetsiz olup, davalı … vekilinin temyiz itirazları açıklanan nedenle yerinde bulunduğundan kabulü ile hükmün BOZULMASINA, bozma nedenine göre sair yönlerin incelenmesine yer olmadığına, 02.02.2015 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/11650 K: 2013/11591 T: 29.11.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/12904 K: 2013/12558 T: 13.12.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/14412 K: 2016/8537 T: 31.10.2016
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/12304 K: 2016/7827 T: 17.10.2016
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2013/1415 K: 2015/555 T: 21.01.2015
Dava, Kadastro Müdürlüğü tarafından 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 41. maddesi uyarınca yapılan yüzölçümü düzeltilmesi işlemine karşı süresi içinde ve bu işlemin iptali istemi ile açılmıştır. Anılan yasa maddesi uyarınca da bu davaya bakma görevi Sulh Hukuk Mahkemesine ait bulunmaktadır.
Taraflar arasındaki “tapu kaydında düzeltme işleminin iptali” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Derik Sulh Hukuk Mahkemesince davanın usulden reddine dair verilen 02.07.2012 gün ve 2012/30 E.-2012/87 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 16. Hukuk Dairesinin 17.12.2012 gün ve 2012/9072 E.- 2012/10967 K. sayılı ilamı ile;
(…Kadastro Müdürlüğünce 3402 sayılı Yasa’nın 41. maddesine göre re’sen yapılan düzeltme işlemi sonucu verilen kararla Karataş Köyü çalışma alanında bulunan ve Salih Dinç adına tapuda kayıtlı bulunan 8 parsel sayılı 303425 metrekare yüzölçümündeki taşınmazın yüzölçümü 235660.71 metrekare olarak düzeltilmiştir. Davacı Salih Dinç, yasal süresi içinde yapılan düzeltme işleminin hatalı olduğu iddiasına dayanarak iptali istemi ile dava açmıştır. Mahkemece yapılan yargılama sonunda davanın Kadastro Mahkemesinin görevinde olması nedeniyle 6100 sayılı HMK.nun 114/1-c ve 115/1-2. maddesi gereğince usulden reddine karar verilmiş; hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece, davanın 2859 sayılı Yasa kapsamında pafta yenileme işlemine itiraz davası olduğu ve bu tür davalarda itiraz merciinin Kadastro Mahkemesi olacağı kabul edilmek suretiyle yazılı şekilde karar verilmiş ise de; mahkemenin kabulü dosya kapsamına uygun düşmemektedir. Somut olayda 2859 sayılı yasaya göre düzenlenen yenileme tutanağı ya da 3402 sayılı Yasa’nın 22/a maddesi uyarınca düzenlenen uygulama kadastro tutanağı ve bu tutanağa karşı askı ilan süresi içinde açılan bir dava bulunmamaktadır.
Dava, Kadastro Müdürlüğü tarafından 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 41. maddesi uyarınca yapılan yüzölçümü düzeltilmesi işlemine karşı süresi içinde ve bu işlemin iptali istemi ile açılmıştır. Anılan yasa maddesi uyarınca da bu davaya bakma görevi Sulh Hukuk Mahkemesine ait bulunmaktadır. Hal böyle olunca, Mahkemece 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 41. maddesi çerçevesinde işin esasına girilerek araştırma ve inceleme yapılmak suretiyle sonucuna göre karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçeler ile davanın usulden reddine karar verilmesi isabetsizdir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/481 K: 2001/542 T: 20.06.2001
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2013/1240 K: 2014/530 T: 16.04.2014
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/7-651 K: 2005/21 T. 2.2.2005
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/470 K: 2017/544 T: 22.03.2017
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2014/9968 K: 2014/9149 T: 26.06.2014
Davacının, kadastro sırasında davalılarla arasındaki sınırın teknik hata sonucu haritasında yanlış gösterildiğini belirterek bu teknik hataların düzeltilmesi istemi üzerine, Kadastro Müdürlüğü’nce ilgili parsel maliklerinin kendi aralarında anlaşamamaları ve müdürlüğe başvurmamaları nedeniyle istem reddedilirse; düzeltme isteminin reddi davasının Asliye Hukuk Mahkemesi’nde açılabileceği gözetilmelidir.
Dava, 3402 sayılı Yasa’nın 41. maddesi uyarınca teknik hataların düzeltilmesi istemine ilişkindir. Anılan madde uyarınca, düzeltme isteminin öncelikle Kadastro Müdürlüğüne yöneltilmesi zorunludur. Düzeltme istemi üzerine Kadastro Müdürlüğünce düzeltme kararı verilmesi halinde, bu karar ilgililerine tebliğ edilir. Bu karara karşı, tebliğ tarihinden itibaren 30 gün içinde dava açılmaması halinde tapu sicilinde düzeltme yapılır.
Bu süre içinde açılacak davalarda görevli mahkeme, 3402 sayılı Yasa’nın 41/1. maddesi uyarınca Sulh Hukuk Mahkemesidir. 3402 sayılı Yasa’nın 41. maddesine dayanılarak, düzeltme kararı infaz edildikten sonra açılacak davalar ile düzeltme isteminin idarece reddi halinde açılacak davalarda ise görevli mahkeme; bu konuda Kadastro Kanununda hüküm yer almadığından, 6100 sayılı HMK’nın 2. maddesi uyarınca Asliye Hukuk Mahkemesidir.
Somut olayda, davacı tarafından Kadastro Müdürlüğü’ne başvurulmuş ise de idarece ..parsel maliki A.. Y..’ın 17.06.2008 tarihinde müdürlüğe müracaat ettiği, dava yolunun açık olması ve komşu parsel maliklerinin de düzeltme işlemine muvafakat etmeyeceklerini belirtmesi nedeniyle 41. madde uygulaması ile ilgili bir işlem yapılmadığı bildirilerek düzeltme istemi reddedilmiştir.
Dava, Kadastro Müdürlüğünce düzeltme isteminin reddi üzerine açıldığına göre mahkemece işin esasına girilmeksizin görevsizlik kararı verilerek dosyanın görevli Asliye Hukuk Mahkemesine gönderilmesine karar vermek gerekirken, yazılı olduğu şekilde esasa girilmek suretiyle hüküm kurulması isabetsizdir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/794 K: 2013/569 T: 04.02.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/1039 K: 2013/746 T: 11.02.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2014/13309 K: 2015/403 T: 02.02.2015
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2015/19744 K: 2018/799 T: 12.02.2018
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2013/1240 K: 2014/530 T: 16.04.2014
Dava, Kadastro Müdürlüğü tarafından 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 41. maddesi uyarınca yapılan yüzölçümü düzeltilmesi işlemine karşı süresi içinde ve bu işlemin iptali istemi ile açılmış olup, anılan yasa maddesi uyarınca da bu davaya bakma görevi Sulh Hukuk Mahkemesine aittir.
Taraflar arasındaki “tapu düzeltimi” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Derik Sulh Hukuk Mahkemesi’nce görevsizlik nedeniyle davanın reddine dair verilen 02.07.2012 gün ve 45-82 sayılı kararın incelenmesi davacılar vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 16. Hukuk Dairesi’nin 20.12.2012 gün ve 9069-11213 sayılı ilamı ile;
(… Balova Köyü çalışma alanında bulunan tapuda Fesih ve müşterekleri adına kayıtlı bulunan 96 parsel sayılı 200.000,00 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz Kadastro Müdürlüğü kararı ile kadastro tespiti sırasında hesaplama hatası yapıldığı kabul edilerek 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 41. maddesi gereğince yüzölçümü 183.498,48 metrekare olarak düzeltilmiştir. Davacı Fesih Say ve arkadaşları, yasal süresi içinde yapılan düzeltme işleminin hatalı olduğu ve yapılan düzeltme işleminin iptali istemi ile dava açmışlardır. Mahkemece yapılan yargılama sonunda davanın Kadastro Mahkemesinin görevinde olması nedeniyle 6100 sayılı HMK.nun 114/1-c ve 115/1-2 maddesi gereğince usulden reddine karar verilmiş; hüküm, davacılar tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece, davanın 2859 sayılı Yasa kapsamında pafta yenileme işlemine itiraz davası olduğu ve bu tür davalarda itiraz merciinin Kadastro Mahkemesi olacağı kabul edilmek suretiyle yazılı şekilde karar verilmiş ise de; mahkemenin kabulü dosya kapsamına uygun düşmemektedir. Somut olayda 2859 sayılı yasaya göre düzenlenen yenileme tutanağı ya da 3402 sayılı Yasa’nın 22/a maddesi uyarınca düzenlenen uygulama kadastro tutanağı ve bu tutanağa karşı askı ilan süresi içinde açılan bir dava bulunmamaktadır. Dava, Kadastro Müdürlüğü tarafından 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 41. maddesi uyarınca yapılan yüzölçümü düzeltilmesi işlemine karşı süresi içinde ve bu işlemin iptali istemi ile açılmıştır. Anılan yasa maddesi uyarınca da bu davaya bakma görevi Sulh Hukuk Mahkemesine ait bulunmaktadır. Hal böyle olunca, Mahkemece 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 41. maddesi çerçevesinde işin esasına girilerek araştırma ve inceleme yapılmak suretiyle sonucuna göre karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçeler ile davanın usulden reddine karar verilmesi isabetsizdir…) gerekçesiyle dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, tapu düzeltimi istemine ilişkindir. Davacılar, Kadastro Müdürlüğü tarafından 19.03.2012 tarih ve 2113 sayılı yazıları ile Mardin Kadastro Müdürlüğü’nün 25.11.2011 tarih ve 162 sayılı kararı ile Mardin 29. kısım arazi tapulaştırma ve tarla içi geliştirme hizmeti projesi kapsamında kalan Mardin İli Derik İlçesi’nde bulunan bazı taşınmazların sayılaştırma kontrolü sırasında tecviz sınırını aşan farklılık tespit edildiği bilgisinin tebliğ edildiğini, bu kapsamda, Mardin İli Derik İlçesi, Bolava Köyünde maliki oldukları 96 parsel nolu taşınmazın sınırlarında da tecviz sınırını aşan azalmanın meydana geldiğinin görüldüğünü, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 41. maddesi uyarınca düzeltme yapıldığını ileri sürerek, taşınmazlarının yüzölçümünün 183 498,48 m2 olarak düzeltilen miktarının, 200 000.00 m2 olarak tashihine ve düzeltme işleminin iptaline karar verilmesini talep ve dava etmişlerdir.
Davalı, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 41. maddesi uyarınca düzeltme yapıldığını bildirerek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davalı idarece Kadastro Kanunu’nun 41. maddesi kapsamında düzeltme yapıldığı belirtilmiş ise de davanın hukuki mahiyeti itibarıyla 2859 sayılı Yasa kapsamında pafta yenileme işlemine itiraz davası olup, anılan yasanın 5. maddesine göre ise bu tür davalarda itiraz merciinin Kadastro Mahkemesi olduğu, bu nedenle diğer hususlar incelenmeksizin davanın mahkemenin görevsiz olması nedeniyle görev yönünden usulen reddine karar verilmiştir.
Davacıların temyizi üzerine hüküm, Özel Daire tarafından yukarıya metni aynen alınan ilamla bozulmuştur. Yerel Mahkeme, önceki kararda direnmiştir.
Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, davanın, 3402 s.y.nın 41.md.si uyarınca yapılan yüzölçümü düzeltme işleminin iptaline ilişkin bulunup bulunmadığı; buna göre davaya bakma görevinin Sulh Hukuk Mahkemesine mi Kadastro Mahkemesine mi ait olduğu noktasında toplanmaktadır.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; davanın Kadastro Müdürlüğü tarafından 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 41. maddesi uyarınca yapılan yüzölçümü düzeltilmesi işlemine karşı süresi içinde ve bu işlemin iptali istemi ile açıldığı, anılan yasa maddesi uyarınca da bu davaya bakma görevi Sulh Hukuk Mahkemesine ait bulunduğu anlaşılmakla; Mahkemece 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 41. maddesi çerçevesinde işin esasına girilerek araştırma ve inceleme yapılmak suretiyle sonucuna göre karar verilmesi gereğine değinen Özel Daire bozma ilamına uyulması gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırı görüldüğünden, direnme kararının bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/481 K: 2001/542 T: 20.06.2001
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2013/1415 K: 2015/555 T: 21.01.2015
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/1-608 K: 2003/665 T.12.11.2003
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/8-366 K: 2004/362 T.16.6.2004
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2014/5494 K: 2014/3342 T: 25.03.2014
3402 sayılı Yasa’nın 41. maddesine dayanılarak, düzeltme kararı infaz edildikten sonra açılacak davalar ile düzeltme isteminin idarece reddi halinde açılacak davalarda ise görevli mahkeme; bu konuda Kadastro Kanununda hüküm yer almadığından, 6100 sayılı HMK’nın 2. maddesi uyarınca Asliye Hukuk Mahkemesidir.
Kadastro Müdürlüğünce 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 41. maddesi uyarınca davalı H.. Y..’in talebi üzerine yapılan düzeltme işlemi sonucunda, D. Köyü çalışma alanında bulunan ve tapuda H.. K.. adına kayıtlı olan 156 ada 15 parsel sayılı 3046,38 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz, 2910,02 metrekare yüzölçümlü olarak tapuya tescil edilmiştir. Davacı H.. K.., düzeltme işlemi sonucu kendisine ait taşınmazın yüzölçümünün eksildiği ve eksikliğin davalıya ait 156 ada 18 parsel sayılı taşınmazdan kaynaklandığı iddiasına dayanarak dava açmıştır. Mahkemece yapılan yargılama sonunda davanın ,süresinde açılmadığından reddine karar verilmiş; hüküm, davacı tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece, davanın, 30 günlük yasal süresinde açılmadığından reddine karar verilmiştir. Dava, 3402 sayılı Yasa’nın 41. maddesi uyarınca teknik hataların düzeltilmesi istemine ilişkindir. Anılan madde uyarınca, düzeltme isteminin öncelikle Kadastro Müdürlüğüne yöneltilmesi zorunludur.
Düzeltme istemi üzerine Kadastro Müdürlüğünce düzeltme kararı verilmesi halinde, bu karar ilgililerine tebliğ edilir. Bu karara karşı, tebliğ tarihinden itibaren 30 gün içinde dava açılmaması halinde tapu sicilinde düzeltme yapılır. Bu süre içinde açılacak davalarda görevli mahkeme, 3402 sayılı Yasa’nın 41/1. maddesi uyarınca Sulh Hukuk Mahkemesidir.
3402 sayılı Yasa’nın 41. maddesine dayanılarak, düzeltme kararı infaz edildikten sonra açılacak davalar ile düzeltme isteminin idarece reddi halinde açılacak davalarda ise görevli mahkeme; bu konuda Kadastro Kanununda hüküm yer almadığından, 6100 sayılı HMK’nın 2. maddesi uyarınca Asliye Hukuk Mahkemesidir.
Somut olayda; dava 30 günlük yasal süre geçtikten sonra açıldığına göre mahkemece görevsizlik kararı verilerek dosyanın görevli Asliye Hukuk Mahkemesine gönderilmesine karar vermek gerekir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/794 K: 2013/569 T: 04.02.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/1039 K: 2013/746 T: 11.02.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2014/13309 K: 2015/403 T: 02.02.2015
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2015/19744 K: 2018/799 T: 12.02.2018
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/11650 K: 2013/11591 T: 29.11.2013
Sözü edilen 30 gün süre boyunca düzeltme kararı askıda kalır ve tapuya tescil edilmez. Bu süre içinde dava açılmadığı takdirde düzeltme kararı idari yönden kesinleşir ve tapuya tescil edilir. Maddede sözü edilen “kesinleşme” kavramı, düzeltme kararının tapuya tesciline ilişkin koşulu ifade etmekte olup, kesinleşerek tapuya tescil edilen işleme karşı genel mahkemelerde dava açma hakkını ortadan kaldıran bir “hak düşürücü süre”ye işaret etmemektedir. Nitekim aynı “kesinleşme” kavramı 3402 sayılı Yasanın 11. maddesinde de yer almakta olup, 30 günlük askı ilan süresi içinde dava açılmayan tutanakların kesinleşeceği ifade edilmektedir.
Kadastro Müdürlüğünce resen yapılan düzeltme işlemi sonucunda davacı, kendisine ait taşınmazın yüzölçümünün eksildiğini ve eksikliğin davalılara ait taşınmazlardan kaynaklandığı iddiasına dayanarak dava açmıştır. Düzeltme kararının tebliğinden itibaren 30 gün içinde düzeltmenin kaldırılması yolunda Sulh Hukuk Mahkemesinde dava açılmazsa yapılan düzeltme kesinleşir. Düzeltme kararı kesinleşip tapuya tescil edildikten sonra açılacak davalar ile düzeltme isteminin reddine ilişkin kararlara karşı açılacak davalarda görevli mahkeme, dava konusunun malvarlığı hakkına ilişkin bulunması nedeniyle Asliye Hukuk Mahkemeleridir.
Kadastro Müdürlüğü’nce 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 41. maddesi uyarınca re’sen yapılan düzeltme işlemi sonucunda, H… Köyü çalışma alanında bulunan ve tapuda davacı Emine adına kayıtlı olan 552 parsel sayılı 27.840,00 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz, 22.788,59 metrekare yüzölçümlü olarak tapuya tescil edilmiştir. Davacı Emine, düzeltme işlemi sonucu kendisine ait taşınmazın yüzölçümünün eksildiği ve eksikliğin davalılara ait 34, 553 ve 556 parsel sayılı taşınmazlardan kaynaklandığı iddiasına dayanarak dava açmıştır. Mahkemece yapılan yargılama sonunda davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davacı Emine vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Kadastro Müdürlüğü tarafından verilen düzeltme kararı, davacı Emine’ye 03.12.2011 tarihinde tebliğ edilmiş ve dava 30 günlük süre geçtikten sonra 03.01.2012 tarihinde Sulh Hukuk Mahkemesine açılmıştır. Mahkemece, 30 günlük sürenin hak düşürücü süre olduğu kabul edilerek davanın reddine karar verilmiş ise de, mahkemenin kabulü usul ve yasaya uygun bulunmamaktadır.
3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 41. maddesi uyarınca; kadastro sırasında veya sonrasında yapılan işlemlerle geometrik durumları kesinleşmiş olan taşınmazlarda ölçü, sınırlandırma, tersimat ve hesaplamalardan doğan hatalar, ilgilinin müracaatı veya kadastro müdürlüğünce re’sen düzeltilir; düzeltme kararı, taşınmaz malikleri ile diğer hak sahiplerine tebliğ olunur; tebliğ tarihinden başlayan 30 gün içinde düzeltmenin kaldırılması yolunda sulh hukuk mahkemesinde dava açılmazsa yapılan düzeltme kesinleşir.
Sözü edilen 30 gün süre boyunca düzeltme kararı askıda kalır ve tapuya tescil edilmez. Bu süre içinde dava açılmadığı takdirde düzeltme kararı idari yönden kesinleşir ve tapuya tescil edilir. Maddede sözü edilen “kesinleşme” kavramı, düzeltme kararının tapuya tesciline ilişkin koşulu ifade etmekte olup, kesinleşerek tapuya tescil edilen işleme karşı genel mahkemelerde dava açma hakkını ortadan kaldıran bir “hak düşürücü süre”ye işaret etmemektedir. Nitekim aynı “kesinleşme” kavramı 3402 sayılı Yasanın 11. maddesinde de yer almakta olup, 30 günlük askı ilan süresi içinde dava açılmayan tutanakların kesinleşeceği ifade edilmektedir.
Bu şekilde kesinleşip tapuya tescil edilen taşınmazlara karşı genel mahkemelerde tapu iptal ve tescil davası açma imkanı bulunduğu gibi, aynı imkan 41. madde uyarınca kesinleşen kararlara karşı da mevcuttur. 3402 sayılı Kadastro Kanununda, kesinleşip tapuya tescil edilen düzeltme kararlarına ya da düzeltme talebinin reddi kararlarına karşı ölçü, sınırlandırma, tersimat ve hesaplamalardan doğan teknik hataların duüzeltilmesi istemiyle tapu iptali ve tescil davası açılmasını engelleyen bir düzenleme bulunmamaktadır. Düzeltme kararına karşı 30 günlük süre içinde açılacak davalarda görevli mahkeme 3402 sayılı Yasa’nın 41. maddesi uyarınca Sulh Hukuk Mahkemeleridir.
Düzeltme kararı kesinleşip tapuya tescil edildikten sonra açılacak davalar ile düzeltme isteminin reddine ilişkin kararlarına karşı açılacak davalarda görevli mahkeme ise 6100 sayılı HMK’nın 2. maddesi uyarınca ve dava konusunun, mal varlığı hakkına ilişkin bulunması nedeniyle Asliye Hukuk Mahkemeleridir.
O halde somut olayda mahkemece, yasa hükmüne yanlış anlam verilerek davanın hak düşürücü sürenin geçmiş bulunduğundan söz edilerek reddine karar verilmesi isabetsizdir. Mahkemece yapılacak iş, 30 günlük sürenin geçmiş olması nedeniyle mahkemenin görevsizliğine ve talep halinde dosyanın görevli ve yetkili asliye hukuk mahkemesine gönderilmesine karar vermekten ibarettir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2014/5494 K: 2014/3342 T: 25.03.2014
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2014/9968 K: 2014/9149 T: 26.06.2014
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/12304 K: 2016/7827 T: 17.10.2016
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/8181 K: 2017/1037 T: 23.02.2017
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/2551 K: 2013/3159 T: 04.04.2013
Kadastro Müdürlüğünün re’sen veya ilgililerin başvurusu üzerine yapacağı düzeltme işlemlerini ilgililere tebliğinden sonra, ilgililerin Sulh Hukuk Mahkemesine 30 gün içinde açacakları davada, düzeltme işlemi yararına olan kişi ya da kişiler hasım gösterilerek işlemin iptali istenebilir. Düzeltme işleminin Kadastro Müdürlüğünce re’sen yapıldığı durumlarda müdürlüğe karşı da dava yöneltilmelidir.
Kadastro Müdürlüğü kararı ile kadastro tespiti sırasında tersimat hatası yapıldığı kabul edilerek 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 41. maddesi gereğince Kınalıtepe Köyü çalışma alanında bulunan 497 parsel sayılı 54 500.00 metrekare yüzölçümündeki taşınmazın yüzölçümü 48.053.61 metrekare olarak düzeltilmiştir. Davacı Halaf Şavli, parselin yüzölçümünün hatalı şekilde azaltıldığı iddiasına dayanarak 497 sayılı parsel hakkında yapılan düzeltme işleminin iptali istemi ile yasal süresi içinde dava açmıştır. Mahkemece yapılan yargılama sonunda davanın husumet nedeniyle reddine karar verilmiş; hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 41. maddesi uyarınca yapılan düzeltme işleminin iptali isteğine ilişkindir. Kadastro Müdürlüğünün re’sen veya ilgililerin başvurusu üzerine yapacağı düzeltme işlemlerini ilgililere tebliğinden sonra, ilgililerin Sulh Hukuk Mahkemesine 30 gün içinde açacakları davada, düzeltme işlemi yararına olan kişi ya da kişiler hasım gösterilerek işlemin iptali istenebilir. Düzeltme işleminin Kadastro Müdürlüğünce re’sen yapıldığı durumlarda müdürlüğe karşı da dava yöneltilmelidir.
Somut olayda ise, re’sen yapılan düzeltme işleminde Kadastro Müdürlüğü yasal hasımdır. Kadastro Müdürlüğü toplulaştırma nedeniyle yaptığı incelemede; davacı adına kayıtlı çekişmeli 497 parsel sayılı taşınmazın, kadastro sırasında hesaplanan yüzölçümü ile düzeltme işlemi sonrasındaki farkın planimetre çevrim hatasından veya kol ayarından kaynaklanmış olabileceğini belirterek düzeltme işlemi yapmıştır.
Mahkemece, lehlerine düzeltme yapılan parsel veya parsellerin malikleri belirlenmeden Kadastro Müdürlüğünün hasım gösterilemeyeceği gerekçesiyle dava reddedilmiş ise de öncelikle taşınmaz başında keşif yapılarak fen bilirkişisinden düzeltmeye konu işlemde davacıya ait taşınmazdaki yüzölçüm eksikliğinin nereden kaynaklandığı ve lehlerine düzeltme yapılan parsel olup olmadığı hususunda kadastro paftası ile düzeltme kararı ve haritası uygulanarak ayrıntılı ve krokili rapor alınmalı; düzeltme kararı dayanağı teknik rapor ve bulgular 3 kişilik teknik bilirkişi kuruluna denetlettirilmeli, lehine düzeltme yapılan parsel veya parseller bulunması halinde bu parsel malikleri davaya dahil edilmeli, lehine düzeltme yapılan parsel bulunmaması halinde ise Kadastro Müdürlüğünün re’sen yaptığı düzeltme işlemi nedeniyle hasım olduğu göz önüne alınarak tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna göre karar verilmelidir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/11650 K: 2013/11591 T: 29.11.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/12904 K: 2013/12558 T: 13.12.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/377 K: 2016/592 T: 02.02.2016
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/14412 K: 2016/8537 T: 31.10.2016
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/2016 K: 2013/2232 T: 21.03.2013
Taşınmazın kadastro tespiti sırasında veya sonradan yapılan işlemler nedeniyle ölçü, tersimat ve hesaplamalardan doğan fenni hatalar ve bundan kaynaklanan yüzölçümü hatası varsa bunun düzeltmesi 3402 sayılı Kadastro Kanununun 41. maddesine göre re’sen veya ilgilinin müracaatı üzerine kadastro müdürlüğünce yapılabilir. Kadastro müdürlüğünün yaptığı işlem üzerine, bu işlemin iptali için de Sulh Hukuk Mahkemelerinde dava açılma olanağı vardır.
Dava, kayıttaki yüzölçümü ile taşınmazın gerçek yüzölçümü arasındaki farklılığın giderilmesi istemiyle açılmıştır. Dava konusu taşınmaz, öncesinde kadastro sonucu 107 ada 7 parsel olarak tespit ve tescil edilmiş, sonrasında ise bu taşınmazdan, kamulaştırma sonucu ifraz edilerek 135 ada 1 parsel olarak çapa bağlanmıştır.
Çapa bağlanmış taşınmaz malların yüzölçümü kural olarak çap kaydının uygulanması ile belirlenir. Ancak, taşınmazın kadastro tespiti sırasında veya sonradan yapılan işlemler nedeniyle ölçü, tersimat ve hesaplamalardan doğan fenni hatalar ve bundan kaynaklanan yüzölçümü hatası varsa bunun düzeltmesi 3402 sayılı Kadastro Kanununun 41. maddesine göre re’sen veya ilgilinin müracaatı üzerine kadastro müdürlüğünce yapılabilir. Kadastro müdürlüğünün yaptığı işlem üzerine, bu işlemin iptali için de Sulh Hukuk Mahkemelerinde dava açılma olanağı vardır.
Ancak davacı tarafından, anılan Yasa’nın 41. maddesine dayanılarak işlem yapılmak üzere Kadastro Müdürlüğüne başvurulmamış ve doğrudan Asliye Hukuk Mahkemesinde dava açılmıştır. Hal böyle olunca, anılan Yasada öngörülen işlem basamakları yerine getirilmeden, doğrudan açılan davanın dinlenme olanağı yoktur. Mahkemece, bu husus gözetilerek davanın, yargı yeri nedeniyle reddi gerekir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/2551 K: 2013/3159 T: 04.04.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/11650 K: 2013/11591 T: 29.11.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2014/13257 K: 2015/1096 T: 16.02.2015
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/377 K: 2016/592 T: 02.02.2016
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/1039 K: 2013/746 T: 11.02.2013
Her ne kadar anılan madde hükmünde düzeltme işlemine karşı tebliğden itibaren 30 günlük sürede Sulh Hukuk Mahkemesinde dava açılabileceği, dava açılmadığında yapılan düzeltme işleminin kesinleşeceği belirtilmiş ise de, kesinleşen işleme karşı ya da düzeltme talebinin reddine karşı dava açılmasını engelleyen bir düzenleme bulunmamaktadır.
Esen Köyü çalışma alanında bulunan 116 ada 3, 4 ve 9 sayılı parsel 93.03, 295 ve 40,16 metrekare yüzölçümündeki taşınmazlar Dursun Erat adına tescil edilmiştir. Dursun Erat mirasçısı Hasan Erat’ın 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 41. maddesi göre sınırlarındaki yanlışlığın düzeltilmesi talebi Kadastro Müdürlüğünün 25.11.2011 tarihli kararı ile red edilmiştir. Davacı Hasan Erat, taşınmazların sınırlarının 3402 sayılı Kanun’un 41. madde gereğince düzeltme istemi ile dava açmıştır. Mahkemece yapılan yargılama sonunda davanın aktif husumet yokluğu nedeniyle reddine karar verilmiş; hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Davacı tarafından yapılan başvuru sonucunda Kadastro Müdürlüğünün yukarıda belirtilen kararı ile davaya konu 116 ada 3, 4 ve 9 sayılı parsellerde düzeltme yapılamayacağı belirtilerek talebin reddine karar verilmiştir. Davacı bu karara karşı tebliğden itibaren 30 günlük süre içinde dava açmıştır.
Mahkemece Kadastro Müdürlüğü tarafından 3402 sayılı Kanun’un 41. maddesi uyarınca yapılıp davacıya tebliğ edilen bir düzeltme işlemi bulunmadığından red kararına karşı 41. maddeye dayanılarak dava açma hakkı bulunmadığı gerekçesi ile dava reddedilmiştir. Her ne kadar anılan madde hükmünde düzeltme işlemine karşı tebliğden itibaren 30 günlük sürede Sulh Hukuk Mahkemesinde dava açılabileceği, dava açılmadığında yapılan düzeltme işleminin kesinleşeceği belirtilmiş ise de, kesinleşen işleme karşı ya da düzeltme talebinin reddine karşı dava açılmasını engelleyen bir düzenleme bulunmamaktadır.
Hal böyle olunca idari işlem basamakları tüketildikten sonra genel mahkemelerde de dava açma olanağı bulunduğunun kabulü gerekir. Ne var ki, 6100 sayılı H.M.K’nun 2. maddesi uyarınca dava konusunun malvarlığı hakkına ilişkin olması nedeniyle görevli mahkemenin Asliye Hukuk Mahkemesi olduğu kuşkusuzdur. O halde mahkemece görevsizlik kararı verilerek karar kesinleştiğinde talep halinde dosyanın görevli mahkemeye gönderilmesi gerekir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/2016 K: 2013/2232 T: 21.03.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/2551 K: 2013/3159 T: 04.04.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2014/13309 K: 2015/403 T: 02.02.2015
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/16240 K: 2020/2056 T: 17.06.2020
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/794 K: 2013/569 T: 04.02.2013
Kadastro Müdürlüğünün yaptığı işlem üzerine bu işlemlerin iptali için de Sulh Mahkemelerinde dava açılma olanağı vardır. Somut olayda ise; davacı tarafından 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 41. maddesine dayanılarak işlem yapılmak üzere Kadastro Müdürlüğüne başvurulmamış, doğrudan Mahkemeye dava açılmıştır. Yasada öngörülen işlem basamakları yerine getirilmeden doğrudan açılan davanın dinlenme olanağı yoktur.
Dava; tapu kaydında yüzölçümü miktarının düzeltilmesi istemine ilişkindir. Taşınmazın kadastro tespiti sırasında veya sonradan yapılan işlemler nedeniyle ölçü, tersimat ve hesaplamadan doğan fenni hatalar ve bundan kaynaklanan yüzölçümü hatası varsa bunun düzeltilmesi 3402 sayılı Kadastro Kanununun 41. maddesine göre re’sen veya ilgilinin müracaatı üzerine kadastro müdürlüğünce yapılabilir.
Kadastro Müdürlüğünün yaptığı işlem üzerine bu işlemlerin iptali için de Sulh Mahkemelerinde dava açılma olanağı vardır. Somut olayda ise; davacı tarafından 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 41. maddesine dayanılarak işlem yapılmak üzere Kadastro Müdürlüğüne başvurulmamış, doğrudan Mahkemeye dava açılmıştır. Yasada öngörülen işlem basamakları yerine getirilmeden doğrudan açılan davanın dinlenme olanağı yoktur.
Mahkemece açıklanan nedenlerle idari makamın görevine giren bir iş kendisine arz olunduğundan davanın yargı yeri nedeniyle reddi gerekirken, istemin hüküm altına alınması isabetsiz olduğu.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/1039 K: 2013/746 T: 11.02.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2014/9968 K: 2014/9149 T: 26.06.2014
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/8181 K: 2017/1037 T: 23.02.2017
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/8858 K: 2016/8703 T: 02.11.2016
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/8062 K: 2012/8730 T: 20.06.2012
Somut olayda; kadastro müdürlüğünce 195 parsel sayılı taşınmaz ile birlikte birden fazla taşınmazda ifraz sırasında tersimat hatası yapıldığı gerekçesiyle 04.11.2008 tarihinde düzeltme yapılmıştır. İşlem davacıya 13.11.2008 tarihinde tebliğ edilmiştir. Dava ise yasal 30 günlük hak düşürücü süre geçtikten sonra 17.12.2008 tarihinde açılmıştır.
Dava, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 41. maddesi uyarınca yapılan düzeltme işleminin iptali istemine ilişkindir.
5304 Sayılı Kanunun 9. maddesi ile değişik anılan madde; “Kadastro sırasında veya sonrasında yapılan işlemlerle geometrik durumları kesinleşmiş olan taşınmazlarda ölçü, sınırlandırma, tersimat ve hesaplamalardan doğan hatalar, ilgilinin müracaatı veya kadastro müdürlüğünce re’sen düzeltilir.
Düzeltme, taşınmaz malikleri ile diğer hak sahiplerine tebliğ olunur. Tebliğ tarihinden başlayan otuz gün içinde düzeltmenin kaldırılması yolunda sulh hukuk mahkemesinde dava açılmadığı takdirde, yapılan düzeltme kesinleşir.
Kadastro sırasında veya sonrasında yapılan işlemlerle kesinleşmiş olan taşınmazlarda, değişiklik işlemleri sırasında ortaya çıkan yüzölçümü farklılıklarından, kadastronun dayandığı teknik kurallarda belirtilen hata sınırları içinde kalanların re’sen düzeltilmesine Kadastro Müdürlükleri yetkilidir” şeklinde düzenlenmiştir.
Somut olayda; kadastro müdürlüğünce 195 parsel sayılı taşınmaz ile birlikte birden fazla taşınmazda ifraz sırasında tersimat hatası yapıldığı gerekçesiyle 04.11.2008 tarihinde düzeltme yapılmıştır. İşlem davacıya 13.11.2008 tarihinde tebliğ edilmiştir. Dava ise yasal 30 günlük hak düşürücü süre geçtikten sonra 17.12.2008 tarihinde açılmıştır. Mahkemece süresinde açılmayan davanın reddi gerekirken işin esasına girilerek yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2001/5368 K: 2001/5739 T: 20.09.2001
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/2976 K: 2006/3671 T: 29.03.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2008/513 K: 2008/2425 T: 28.02.2008
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/8306 K: 2012/8745 T: 20.06.2012
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/8306 K: 2012/8745 T: 20.06.2012
Kadastro müdürlüğünün re’sen veya ilgililerin başvurusu üzerine yapacağı açıklanan düzeltme işlemlerini ilgililere tebliğinden sonra, ilgililerin sulh hukuk mahkemesine 30 gün içinde açacakları davada, düzeltme işlemi yararına olan kişi ya da kişiler hasım gösterilerek işlemin iptali istenebilir. Düzeltme işleminin kadastro müdürlüğünce re’sen yapıldığı durumlarda müdürlüğe karşı da dava yöneltilmelidir.
Dava, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 41. maddesi uyarınca yapılan düzeltme işleminin iptali isteğine ilişkindir.
5304 Sayılı Kanunun 9. maddesi ile değişik anılan madde; “Kadastro sırasında veya sonrasında yapılan işlemlerle geometrik durumları kesinleşmiş olan taşınmazlarda ölçü, sınırlandırma, tersimat ve hesaplamalardan doğan hatalar, ilgilinin müracaatı veya kadastro müdürlüğünce re’sen düzeltilir.
Düzeltme, taşınmaz malikleri ile diğer hak sahiplerine tebliğ olunur. Tebliğ tarihinden başlayan otuz gün içinde düzeltmenin kaldırılması yolunda sulh hukuk mahkemesinde dava açılmadığı takdirde, yapılan düzeltme kesinleşir.
Kadastro sırasında veya sonrasında yapılan işlemlerle kesinleşmiş olan taşınmazlarda, değişiklik işlemleri sırasında ortaya çıkan yüzölçümü farklılıklarından, kadastronun dayandığı teknik kurallarda belirtilen hata sınırları içinde kalanların re’sen düzeltilmesine Kadastro Müdürlükleri yetkilidir” şeklinde düzenlenmiştir.
Harita ve krokisi bulunan tapu kayıtlarına Türk Medeni Kanununun 719. ve 3402 sayılı Kadastro Kanununun 20. maddeleri uyarınca harita ve krokisi kapsamı ile değer verilir. Harita ve krokiden diğer bir ifade ile mülkiyet hakkının kapsamından maksat sınır çizgileri değil haritanın gerçek ölçü değerleridir. 41. madde ile mülkiyet hakkının yatay kapsamının belirlenmesi ve taşınmazı komşu taşınmazlardan ayıran, ferdileştirilmesini sağlayan harita ve planlarda yapılan ölçü, sınırlandırma, tersimat veya hesaplama hatalarının düzeltilmesi amaçlanmıştır. Yapılacak düzeltme ile mülkiyet aktarımına neden olunmamaktadır. Kuşkusuz, mülkiyet aktarımına neden olan hatalar için çözüm açılacak tapu iptali ve tescil davasıdır.
Kadastro müdürlüğünün re’sen veya ilgililerin başvurusu üzerine yapacağı açıklanan düzeltme işlemlerini ilgililere tebliğinden sonra, ilgililerin sulh hukuk mahkemesine 30 gün içinde açacakları davada, düzeltme işlemi yararına olan kişi ya da kişiler hasım gösterilerek işlemin iptali istenebilir. Düzeltme işleminin kadastro müdürlüğünce re’sen yapıldığı durumlarda müdürlüğe karşı da dava yöneltilmelidir.
Somut olayda; kadastro müdürlüğünce kamulaştırma çalışmaları sırasında davacının taşınmazının bulunduğu Karacakılavuz Köyüne ait taşınmazların Yeşilsırt Köyüne ait taşınmazlara binmeli olarak tersim edildiği belirtilerek 41. maddeye göre düzeltme yapılmıştır. Düzeltme işleminin dayanağı olan krokide hangi taşınmazlar lehine düzeltme yapıldığı belli değildir. Diğer bir anlatımla, davacının mevcut krokiye göre husumet yöneltebileceği taşınmaz ve maliklerini saptama olanağı yoktur. Hemen belirtmek gerekir ki krokide Karacakılavuz Köyü taşınmazları gösterilmiş olsa dahi düzeltme işlemi kadastro müdürlüğünce re’sen yapıldığından ve işlem ile hukuken varlığını koruyan komşu köydeki taşınmazlar lehine bir kazanım olmadığından davanın kadastro müdürlüğüne yöneltilmesinde bir usulsüzlük yoktur.
Düzeltme işleminin dayanağı olan raporlar incelendiğinde de; Düzeltme işlemi ile iki köy arasında taşınmazların birbirine binmeli olarak tersim edildiği, sınırlar saptanırken kenarlaştırma yapılmadığı, fiili kullanımın dikkate alınmadığı, bu nedenle aynı taşınmaz parçasının mükerrer kadastroya tabi tutulduğu anlaşılmaktadır. Mükerrer kadastronun söz konusu olduğu hallerde artık Kadastro Kanununun 41. maddesine göre değil de 22. maddeye göre işlem yapılması gerekmektedir.
Mahkemece davanın doğru hasma yöneltildiği ve yapılan işleminde Kadastro Kanununun 41. maddesi kapsamında değerlendirelemeyeceği hususu gözetilerek işin esası hakkında bir karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçelerle davanın reddi doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2000/5411 K: 2000/6846 T: 31.10.2000
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2002/3364 K: 2002/3853 T: 17.05.2002
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2007/571 K: 2007/1854 T: 27.02.2007
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2011/8705 K: 2011/12052 T: 14.10.2011
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2011/8705 K: 2011/12052 T: 14.10.2011
Taşınmazın kadastro tespiti sırasında veya sonradan yapılan işlemler nedeniyle ölçü, tersimat ve hesaplamalardan doğan fenni hatalar ve bundan kaynaklanan yüzölçümü hatası varsa bunun düzeltmesi 3402 sayılı Kadastro Kanununun 41. maddesine göre re’sen veya ilgilinin müracaatı üzerine kadastro müdürlüğünce yapılabilir. Kadastro müdürlüğünün yaptığı işlem üzerine bu işlemin iptali için de sulh mahkemelerinde dava açılma olanağı vardır.
Çapa bağlanmış taşınmaz malların yüzölçümü kural olarak çap kaydının uygulanması ile belirlenir. Ancak, taşınmazın kadastro tespiti sırasında veya sonradan yapılan işlemler nedeniyle ölçü, tersimat ve hesaplamalardan doğan fenni hatalar ve bundan kaynaklanan yüzölçümü hatası varsa bunun düzeltmesi 3402 sayılı Kadastro Kanununun 41. maddesine göre re’sen veya ilgilinin müracaatı üzerine kadastro müdürlüğünce yapılabilir. Kadastro müdürlüğünün yaptığı işlem üzerine bu işlemin iptali için de sulh mahkemelerinde dava açılma olanağı vardır.
Somut olayda ise; davacı tarafından dava konusu taşınmazın tapulama sırasında tespit edilen yüzölçümünün teknik hata sonucu paftasına aktarılırken sınır ölçü değerleriyle pafta ölçü değerleri arasında farklılık oluştuğunu ileri sürülmüştür. Davacı tarafından anılan yasanın 41. maddesine dayanılarak işlem yapılmak üzere kadastro müdürlüğüne başvurulmamış, doğrudan mahkemede dava açılmıştır. Yasada öngörülen işlem basamakları yerine getirilmeden doğrudan mahkemede açılan davanın dinlenme olanağı yoktur. Mahkemece, açıklanan bu hususlar ve 6100 sayılı HMK’nun 1. maddesi hükmü gözetilerek idari makamın görevine giren bir iş kendisine arz olunduğundan davanın yargı yeri nedeniyle reddi gerekirken istem hüküm altına alındığından karar bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2000/5411 K: 2000/6846 T: 31.10.2000
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2002/3364 K: 2002/3853 T: 17.05.2002
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2007/571 K: 2007/1854 T: 27.02.2007
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/8306 K: 2012/8745 T: 20.06.2012
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2011/3062 K: 2011/4965 T: 14.04.2011
Çapa bağlanmış taşınmaz malların yüzölçümü kural olarak çap kaydının uygulanması ile belirlenir. Ancak, taşınmazın kadastro tespiti sırasında veya sonradan yapılan işlemler nedeniyle ölçü, tersimat ve hesaplamalardan doğan fenni hatalar ve bundan kaynaklanan yüzölçümü hatası varsa bunun düzeltmesi re’sen veya ilgilinin müracaatı üzerine kadastro müdürlüğünce yapılabilir. Kadastro müdürlüğünün yaptığı işlem üzerine bu işlemin iptali için de sulh mahkemelerinde dava açılma olanağı vardır. Olayda ise; davacı tarafından işlem yapılmak üzere kadastro müdürlüğüne başvurulmamış, doğrudan mahkemede dava açılmıştır. Yasada öngörülen işlem basamakları yerine getirilmeden doğrudan açılan davanın dinlenme olanağı yoktur.
Dava, kayıttaki yüzölçümü ile taşınmazın gerçek yüzölçümü arasındaki farklılığın giderilmesi istemiyle açılmıştır. Mahkemece dava kabul edilmiş, hükmü davalı temyiz etmiştir.
Çapa bağlanmış taşınmaz malların yüzölçümü kural olarak çap kaydının uygulanması ile belirlenir. Ancak, taşınmazın kadastro tespiti sırasında veya sonradan yapılan işlemler nedeniyle ölçü, tersimat ve hesaplamalardan doğan fenni hatalar ve bundan kaynaklanan yüzölçümü hatası varsa bunun düzeltmesi 3402 sayılı Kadastro Kanununun 41. maddesine göre re’sen veya ilgilinin müracaatı üzerine kadastro müdürlüğünce yapılabilir. Kadastro müdürlüğünün yaptığı işlem üzerine bu işlemin iptali için de sulh mahkemelerinde dava açılma olanağı vardır.
Somut olayda ise; davacı tarafından anılan yasanın 41. maddesine dayanılarak işlem yapılmak üzere kadastro müdürlüğüne başvurulmamış, doğrudan mahkemede dava açılmıştır. Yasada öngörülen işlem basamakları yerine getirilmeden doğrudan açılan davanın dinlenme olanağı yoktur. Mahkemece, açıklanan bu hususlar ve HUMK’nun 7. maddesi hükmü gözetilerek idari makamın görevine giren bir iş kendisine arz olunduğundan davanın yargı yeri nedeniyle reddi gerekirken istem hüküm altına alındığından karar bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2000/5411 K: 2000/6846 T: 31.10.2000
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2002/3364 K: 2002/3853 T: 17.05.2002
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2007/571 K: 2007/1854 T: 27.02.2007
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/8306 K: 2012/8745 T: 20.06.2012
Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2010/3612 K: 2011/1146 T: 03.03.2011
İki tarafı ilgilendiren ayni haklara ilişkin uyuşmazlıklarda 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 41. maddesi uygulanmaz. Çözümlenmesi gereken sorun, ortak sınırın belirlenmesi ve buna göre uyuşmazlığın sonuçlandırılması hususu olup, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 14/1. fıkrası uyarınca olayın yerel bilirkişi ve tanık dahil her türlü delille kanıtlanması mümkündür.
Mahkemece, uyuşmazlığın 3402 sayılı Kadastro Kanununun 41. maddesi gereğince çözümlenmesi gereken hususlardan olduğunu gerekçe göstermek suretiyle davanın reddine karar verilmesi üzerine; hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava; kadastrodan önceki kazanmayı sağlayan zilyetlik hukuki sebebine dayalı olarak TMK.nun 713/1 ve 3402 sayılı Kadastro Kanununun 14. maddesi gereğince açılan mülkiyetin aktarılmasına ilişkin tapu iptali ve tescil davasıdır.
Mahkemece, uyuşmazlığın 3402 sayılı Kadastro Kanununun 41. maddesi uyarınca çözümlenmesi gereken hataların düzeltilmesine ilişkin bulunduğunu, görevin Kadastro Müdürlüğüne ait olduğunu gerekçe göstermek suretiyle davanın reddine karar verilmiş ise de; mahkemenin bu görüşüne katılma olanağı bulunmamaktadır. Dava dilekçesinin kapsamı bir bütün olarak değerlendirildiğinde, davacı açıkça kendisine ait 107 ada 8 sayılı parselle birlikte kullandığı taşınmazın bir kısmının kadastro çalışmaları sırasında davalıya ait aynı ada 7 sayılı parselle birlikte tespit edildiğini, miktarının yaklaşık 150-200 m2 olduğunu açıklamak suretiyle iptal ve tescil isteğinde bulunmuştur. Görüldüğü gibi, istek aynı hak yani mülkiyet uyuşmazlığına ilişkindir. 3402 sayılı Kadastro Kanununun 41/1. fıkra ve maddesinde; “kadastro sırasında veya sonrasında yapılan işlemlerde geometrik durumları kesinleşmiş olun taşınmazlarda ölçü, sınırlandırma, tersimat ve hesaplamalardan doğan hatalar, ilgilinin müracaatı veya Kadastro Müdürlüğünce re’sen düzeltilir” denilmektedir. O halde 3402 sayılı Kadastro Kanununun 41. maddesi; yalnızca taraflar arasında uyuşmazlık doğurmayan hataların düzeltilmesine yöneliktir. Davacıyla davalı arasında mülkiyet uyuşmazlığı doğduğu dava dilekçesi ve dosya kapsamıyla sabittir. Çözümlenmesi gereken sorun, ortak sınırın belirlenmesi ve buna göre uyuşmazlığın sonuçlandırılması hususu olup, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 14/1. fıkrası uyarınca olayın yerel bilirkişi ve tanık dahil her türlü delille kanıtlanması mümkündür. Olayın 3402 sayılı Kadastro Kanununun 41. maddesiyle bir ilgisi bulunmamaktadır. İki tarafı ilgilendiren aynı hakka ilişkin uyuşmazlıklarda 3402 sayılı Kadastro Kanununun 41. maddesi uygulanmaz.
Şu halde mahkemece yapılacak iş; iddia ve savunma doğrultusunda taraf delillerinin toplanması, keşfin yapılması, keşif sonucu elde edilecek delillerde göz önünde tutularak işin esası hakkında hüküm kurulması gerekirken hiçbir araştırma, inceleme ve keşif yapılmadan yazılı gerekçeyle davanın reddine karar verilmiş olması usul ve kanuna aykırıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2002/3677 K: 2002/5526 T: 09.07.2002
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2003/16 K: 2003/3442 T: 13.05.2003
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2014/16426 K: 2016/1114 T: 25.1.2016
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2013/1871 K: 2013/14384 T: 7.10.2013
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2010/6595 K: 2010/7218 T: 17.06.2010
Çapa bağlanmış taşınmaz malların yüzölçümü kural olarak çap kaydının uygulanması ile belirlenir. Ancak, taşınmazın kadastro tespiti sırasında veya sonradan yapılan işlemler nedeniyle ölçü, tersimat ve hesaplamalardan doğan fenni hatalar ve bundan kaynaklanan yüzölçümü hatası varsa bunun düzeltmesi 3402 sayılı Kadastro Kanununun 41. maddesine göre re’sen veya ilgilinin müracaatı üzerine kadastro müdürlüğünce yapılabilir. Kadastro müdürlüğünün yaptığı işlem üzerine bu işlemin iptali için de sulh mahkemelerinde dava açılma olanağı vardır.
Davacı 562 parsel sayılı taşınmazı kapsamında kalan bir miktar yerin 564 parsel kapsamında gösterildiğini bunun tersimat hatasından kaynaklandığını ileri sürerek davalı Ali Solak adına kayıtlı 564 parselden bu kısmın iptal edilerek taşınmazına eklenmesini istemiş, isteminin dayanağını da 3402 sayılı yasanın 41. maddesi olarak göstermiştir.
Davalı Hazine vekili davanın reddini savunmuş, davalı Ali Solak ise davacının kendi taşınmazına elattığını belirterek davanın reddini talep etmiştir. Mahkemece Hazine ve kadastro müdürlüğü aleyhine açılan davanın pasif dava ehliyeti yokluğundan reddine karar verilmiş, Ali Solak aleyhine açılan dava kabul edilmiştir.
Dava tersimat hatası ve buna bağlı olarak da yüzölçümü miktarının düzeltilmesi istemine ilişkindir.
Çapa bağlanmış taşınmaz malların yüzölçümü kural olarak çap kaydının uygulanması ile belirlenir. Ancak, taşınmazın kadastro tespiti sırasında veya sonradan yapılan işlemler nedeniyle ölçü, tersimat ve hesaplamalardan doğan fenni hatalar ve bundan kaynaklanan yüzölçümü hatası varsa bunun düzeltmesi 3402 sayılı Kadastro Kanununun 41. maddesine göre re’sen veya ilgilinin müracaatı üzerine kadastro müdürlüğünce yapılabilir. Kadastro müdürlüğünün yaptığı işlem üzerine bu işlemin iptali için de sulh mahkemelerinde dava açılma olanağı vardır.
Somut olayda ise; davacı, 562 parsel sayılı taşınmazı kapsamında kalan 1600 m2 lik yerin 564 parsel sayılı taşınmaz içinde hatalı tersim edildiğini ileri sürerek bu hatanın düzeltilmesini istemiş, mahkemece yapılan keşifte de tersimat hatası saptanarak davacının istemi kabul edilmiştir. Ancak;
Yukarıda da değinildiği gibi ölçü, tersimat ve hesaplamalardan doğan fenni hatalar ve sınırlandırılma hatalarının düzeltilmesi için öncelikle kadastro müdürlüğüne başvurmak gerekmektedir. Davacı tarafından anılan yasanın 41. maddesine dayanılarak işlem yapılmak üzere kadastro müdürlüğüne başvurulmamış, doğrudan mahkemede dava açılmıştır. Yasada öngörülen işlem basamakları yerine getirilmeden doğrudan açılan davanın dinlenme olanağı yoktur. Mahkemece, açıklanan bu hususlar ve HUMK’nun 7. maddesi hükmü gözetilerek idari makamın görevine giren bir iş kendisine arz olunduğundan davanın yargı yeri nedeniyle reddi gerekirken işin esasına girilerek yazılı olduğu şekilde karar verilmesi doğru olmamış, kararın bu nedenle bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2000/5411 K: 2000/6846 T: 31.10.2000
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2002/3364 K: 2002/3853 T: 17.05.2002
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2007/571 K: 2007/1854 T: 27.02.2007
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/8306 K: 2012/8745 T: 20.06.2012
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2009/9224 K: 2009/12228 T: 05.11.2009
3402 sayılı Kadastro Kanununun 41. maddesine dayanarak açılmış düzeltme işleminin iptaline ilişkin davalarda kanuni hasım lehlerine düzeltme yapılan taşınmaz malik veya malikleridir. Kadastro müdürlüklerine bu tür davalarda husumet düşmeyeceğinden müdürlük aleyhine açılan davanın pasif dava ehliyeti yokluğu nedeniyle reddi gerekir.
Dava, kadastro müdürlüğünün 26.6.2007 tarihli düzeltme işleminin iptali için 735 parsel sayılı taşınmaz maliki Ahmet Öksüz tarafından kadastro müdürlüğü hasım gösterilmek suretiyle açılmıştır.
Yararına düzeltme işlemi yapılan 735 parselin maliki davaya dahil edilmiş, yapılan işlemin yerinde olduğunu, davanın reddini savunmuştur. Davalı kadastro müdürlüğü kendilerine husumet düşmeyeceğini belirtmiştir. Mahkemece kadastro müdürlüğünün 26.06.2007 günlü düzeltme işleminin bilirkişi raporunda saptandığı biçimde kısmen iptaline karar verilmiştir. Hükmü davacı, davaya dahil edilen Mevlana Derya Balbay ve kadastro müdürlüğü temyiz etmiştir.
1-Hükmü temyiz edenlerden 735 parsel sayılı taşınmazın maliki Mevlana Derya Balbay temyize cevap süresi içerisinde katılma suretiyle başvurmuş ise de gerekli temyiz harcını yatırmadığı gibi dilekçesi mahkeme temyiz defterine kaydedilmediğinden ve bu suretle yasal 8 günlük temyiz süresini geçirdiğinden temyiz isteminin reddine,
2- Davacı Ahmet Öksüz’ün temyiz itirazlarına gelince; Davadaki istemin dayanağı 3402 sayılı Kadastro Kanununun 41. maddesidir. Bu madde uyarınca ilgilinin müracaatı veya kadastro müdürlüğünce yapılan re’sen düzeltme sonucu aleyhine düzeltme yapılacak maliklerin düzeltme işleminin kendilerine tebliğinden itibaren 30 günlük süre içerisinde sulh hukuk mahkemelerine, lehine düzeltme yapılan parsel malikleri hakkında dava açmaları gerekir. Eldeki davada dava kadastro müdürlüğü hasım gösterilerek yanlış hasma yöneltilmiş, lehine düzeltme yapılan 735 parsel maliki yargılama aşamasında davaya dahil edilmiştir. Usul hükümleri gereğince istisnalar dışında davaya dahil edilen kişi davanın gerçek hasmı olamaz ve davaya dahil edilen kişi aleyhine hüküm kurulamaz. Mahkemece, yapılan bu saptama gözden kaçırılarak davaya dahil edilen 735 parsel maliki aleyhine hüküm kurulmuş olması doğru değil ise de bu parsel malikinin temyiz istemi yukarıdaki bentte açıklanan nedenle reddolunduğundan düşülen hataya değinilmekle yetinilmiş davacının temyiz itirazının reddi gerekmiştir.
3- Yukarıda sözü edildiği üzere 3402 sayılı Kadastro Kanununun 41. maddesine dayanarak açılmış düzeltme işleminin iptaline ilişkin davalarda kanuni hasım lehlerine düzeltme yapılan taşınmaz malik veya malikleridir. Kadastro müdürlüklerine bu tür davalarda husumet düşmeyeceğinden müdürlük aleyhine açılan davanın pasif dava ehliyeti yokluğu nedeniyle reddi gerekirken bu yönün gözden kaçırılması doğru olmamıştır. Karar bu nedenle bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 1990/1065, K: 1990/8791, T: 26.10.1990
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2001/5413 K: 2001/5818 T: 21.09.2001
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/5759 K: 2006/6999 T: 19.06.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2009/14214 K: 2010/732 T: 28.01.2010
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2009/14214 K: 2010/732 T: 28.01.2010
Kadastro müdürlüğünün re’sen veya ilgililerin başvurusu üzerine yapacağı açıklanan düzeltme işlemlerini ilgililere tebliğinden sonra, ilgililerin sulh hukuk mahkemesine 30 gün içinde açacakları davada, düzeltme işlemi yararına olan kişi ya da kişiler hasım gösterilerek işlemin iptali istenebilir. Düzeltme işleminin kadastro müdürlüğünce re’sen yapıldığı durumlarda müdürlüğe karşı da dava yöneltilmelidir.
Dava, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 41.maddesi uyarınca yapılan düzeltme işleminin iptali isteğine ilişkindir.
5304 Sayılı Kanunun 9.maddesi ile yapılan değişiklikten sonra anılan madde; “Kadastro sırasında veya sonrasında yapılan işlemlerle geometrik durumları kesinleşmiş olan taşınmazlarda ölçü, sınırlandırma, tersimat ve hesaplamalardan doğan hatalar, ilgilinin müracaatı veya kadastro müdürlüğünce re’sen düzeltilir.
Düzeltme, taşınmaz malikleri ile diğer hak sahiplerine tebliğ olunur. Tebliğ tarihinden başlayan otuz gün içinde düzeltmenin kaldırılması yolunda sulh hukuk mahkemesinde dava açılmadığı takdirde, yapılan düzeltme kesinleşir.
Kadastro sırasında veya sonrasında yapılan işlemlerle kesinleşmiş olan taşınmazlarda, değişiklik işlemleri sırasında ortaya çıkan yüzölçümü farklılıklarından, kadastronun dayandığı teknik kurallarda belirtilen hata sınırları içinde kalanların re’sen düzeltilmesine Kadastro Müdürlükleri yetkilidir” şeklinde düzenlenmiştir.
Harita ve krokisi bulunan tapu kayıtlarına Türk Medeni Kanununun 719. ve 3402 sayılı Kadastro Kanununun 20. maddeleri uyarınca harita ve krokisi kapsamı ile değer verilir. Harita ve krokiden diğer bir ifade ile mülkiyet hakkının kapsamından maksat sınır çizgileri değil haritanın gerçek ölçü değerleridir. 41. madde ile mülkiyet hakkının yatay kapsamının belirlenmesi ve taşınmazı komşu taşınmazlardan ayıran, ferdileştirilmesini sağlayan harita ve planlarda yapılan ölçü, sınırlandırma, tersimat veya hesaplama hatalarının düzeltilmesi amaçlanmıştır. Yapılacak düzeltme ile mülkiyet aktarımına neden olunmamaktadır. Kuşkusuz, mülkiyet aktarımına neden olan hatalar için çözüm açılacak tapu iptali ve tescil davasıdır.
Kadastro müdürlüğünün re’sen veya ilgililerin başvurusu üzerine yapacağı açıklanan düzeltme işlemlerini ilgililere tebliğinden sonra, ilgililerin sulh hukuk mahkemesine 30 gün içinde açacakları davada, düzeltme işlemi yararına olan kişi ya da kişiler hasım gösterilerek işlemin iptali istenebilir. Düzeltme işleminin kadastro müdürlüğünce re’sen yapıldığı durumlarda müdürlüğe karşı da dava yöneltilmelidir.
Somut olayda; dava konusu taşınmazın da içinde bulunduğu birden çok taşınmazın bulunduğu bölgede imar uygulaması yapılacağı belirtilerek Yenimahalle Belediye Başkanlığınca kadastral parsellere ait gerekli incelemelerin yapılması istenmesi üzerine kadastro müdürlüğünce 835, 836, 837 ve 838 sayılı parsellerin kadastro tespiti sırasında poligon noktalarının hatalı tersim edildiği gerekçesiyle düzeltme yapıldığı anlaşılmaktadır. Düzeltmeye konu taşınmazlardan 837 sayılı parselin maliki de işlem nedeniyle taşınmazının yüzölçüm miktarı ve geometrik şeklinin değiştiği iddiasıyla dava açmış, Ankara 1.Sulh Hukuk Mahkemesinin 17.02.2009 tarihli ve 2007/2562-2009/307 sayılı kararı ile açılan davanın reddedildiği görülmüştür. Olayın yeterince açıklığa kavuşturulabilmesi için mahkemece taşınmaz başında uzman bilirkişiler aracılığı ile keşif yapılarak, Kadastro Sırasında veya Sonrasında Yapılan İşlemlerle Geometrik Durumları Kesinleşmiş Olan Taşınmazlarda Ölçü, Sınırlandırma, Tersimat ve Hesaplamalardan Doğan Hataların Düzeltilmesine İlişkin Yönetmelik hükümleri de gözetilmek suretiyle dayanakları ile birlikte denetime elverişli rapor almak ve sonucuna göre bir karar vermek gerekir.
Belirtilen yönler üzerinde durulmadan eksik araştırma ve inceleme ile sonuca gidilmesi doğru olmadığından kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 1994/5799 K: 1994/1821 T: 21.02.1994
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2001/7476 K: 2001/7730 T: 09.11.2001
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2005/6612 K: 2005/7255 T: 14.07.2005
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/13844 K: 2007/423 T: 23.01.2007
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2009/213 K: 2009/2765 T: 05.03.2009
Çapa bağlanmış taşınmaz malların yüzölçümü kural olarak çap kaydının uygulanması ile belirlenir. Ancak taşınmazın kadastro tespiti sırasında veya sonradan yapılan işlemler nedeniyle ölçü, tersimat ve hesaplamalardan doğan fenni hatalar ve bundan kaynaklanan yüzölçümü hatası varsa bunun düzeltmesi 3402 Sayılı Kadastro Kanununun 41. maddesine göre resen veya ilgilinin müracaatı üzerine kadastro müdürlüğünce yapılabilir. Kadastro müdürlüğünün yaptığı işlem üzerine bu işlemin iptali için de sulh mahkemelerinde dava açma olanağı vardır.
Somut olayda ise; davacı tarafından anılan yasanın 41. maddesine dayanılarak işlem yapılmak üzere kadastro müdürlüğüne başvurulmamış, doğrudan mahkemede dava açılmıştır. Yasada öngörülen işlem basamakları yerine getirilmeden doğrudan açılan davanın dinlenme olanağı yoktur. Mahkemece açıklanan bu hususlar ve HUMK.nun 7. maddesi hükmü gözetilerek idari makamın görevine giren bir iş kendisine arz olunduğundan davanın yargı yeri nedeniyle reddi gerekirken tümüyle ayrı hukuki sonuçları olan “davanın reddine” dair hüküm kurulması doğru olmayıp bu nedenle kararın bozulması gerekir ise de, bu yanlışlığın giderilmesi yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden HUMK.nun 438/son maddesince gerekçesi düzeltilerek değiştirilmiş haliyle onanmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2001/5368 K: 2001/5739 T: 20.09.2001
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2003/1293 K: 2003/1819 T: 14.03.2003
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/4601 K: 2006/5942 T: 25.05.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2009/9224 K: 2009/12228 T: 05.11.2009
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2008/513 K: 2008/2425 T: 28.02.2008
3402 Sayılı Kanununun 41. maddesindeki mülkiyet değişikliğinden, orijinal ölçü değerlerinin zemine uyumlu hale getirilmesi amaçlanmakta olup, tapu iptali ve tescil yolu ile çözümlenecek nitelikte olan kadastro tespitine dayalı istemler bu madde kapsamında değerlendirilmemiştir.
Mahkemece, düzeltme kapsamına alınan taşınmazlarda mülkiyet aktarımı söz konusu olduğu, düzeltme işleminin Kadastro Müdürlüğünce yapılabileceği gerekçesiyle dava reddedilmiş, davacıların temyizi üzerine mahkeme kararı Dairemizce Kadastro Müdürlüğünün 3402 Sayılı Kanununun 41. maddesi uyarınca yaptığı düzeltme işleminin usulüne uygun olup olmadığı hususunun araştırılması yönünden bozulmuştur. Bozma üzerine yapılan yargılama sonunda davanın kabulüne karar verilmiş, hükmü davalılar temyiz etmiştir.
Dava, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 41. maddesi uyarınca yapılan düzeltme işleminin iptali isteğine ilişkindir. Anılan hüküm, “Kadastroları kesinleşmiş taşınmaz mallarda, vasıf ve mülkiyet değişikliği dışında kalan ölçü, tersimat ve hesaplamalardan doğan fenni hatalar, ilgilinin müraacatı veya Kadastro Müdürlüğünce resen düzeltilir.” şeklinde iken 3.3.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5304 sayılı yasanın 9. maddesi ile, “Kadastro sırasında veya sonrasında yapılan işlemlerle geometrik durumları kesinleşmiş olan taşınmazlarda ölçü, sınırlandırma, tersimat ve hesaplamalardan doğan hatalar, ilgilinin müracaatı veya kadastro müdürlüğünce resen düzeltilir. Düzeltme, taşınmaz malikleri ile diğer hak sahiplerine tebliğ olunur. Tebliğ tarihinden başlayan otuz gün içinde düzeltmenin kaldırılması yolunda sulh hukuk mahkemesinde dava açılmadığı takdirde, yapılan düzeltme kesinleşir.
Kadastro sırasında veya sonrasında yapılan işlemlerle kesinleşmiş olan taşınmazlarda, değişiklik işlemleri sırasında ortaya çıkan yüzölçümü farklılıklarından, kadastronun dayandığı teknik kurallarda belirtilen hata sınırları içinde kalanların resen düzeltilmesine kadastro müdürlükleri yetkilidir.” şeklinde değiştirilmiş, böylece, açıklanan teknik hataların düzeltilmesinde vasıf ve mülkiyet değişikliğini engelleyen ifadeler madde metninden çıkartılmıştır. Ancak, buradaki mülkiyet değişikliğinden, orijinal ölçü değerlerinin zemine uyumlu hale getirilmesi amaçlanmakta olup, tapu iptali ve tescil yolu ile çözümlenecek nitelikte olan kadastro tespitine dayalı istemler bu madde kapsamında değerlendirilmemiştir.
Somut olayda da; Kadastro Müdürlüğünce 41. madde uyarınca yapılan düzeltme işlemi ile taşınmazların geometrik durumları ve yüzölçüm miktarları değişmiştir. Mahkemece dava kabul edilmiş ancak işlemin iptal gerekçesi karar yerinde gösterilmemiştir. Yukarıda da değinildiği gibi düzeltme işleminin 41. madde kapsamında kalıp kalmadığının saptanması için, taşınmazların fiili kullanım durumları, orjinal ölçü değerleri ve işlemin dayanağı belgeler zeminde uygulanarak, düzeltmenin kaynağını oluşturan hatanın nedeni tam olarak belirlenmelidir. Tüm bu yönler gözardı edilerek eksik incelemeyle sonuca gidildiğinden, karar bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 1990/1065, K: 1990/8791, T: 26.10.1990
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2001/5413 K: 2001/5818 T: 21.09.2001
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/5759 K: 2006/6999 T: 19.06.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2009/14214 K: 2010/732 T: 28.01.2010
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2007/571 K: 2007/1854 T: 27.02.2007
3402 sayılı Kadastro Kanununun 41. madde uyarınca tersimat hatasının düzeltilmesi Kadastro Müdürlüğünün yetkisi dahilindedir. Anılan hükümde Kadastro Müdürlüğünün işleminden sonra kimlerin dava açabilecekleri de gösterilmiş ve bu kişilerin düzeltme talebinin kabulü üzerine aleyhine düzeltme yapılanlar olduğu vurgulanmıştır.
Dava, kadastro tespitleri sırasında yapılan tersimat hatasının düzeltilmesi istemine ilişkindir. 3402 sayılı Kadastro Kanununun 41. maddesi, “Kadastro sırasında veya sonrasında yapılan işlemlerle geometrik durumları kesinleşmiş olan taşınmazlarda ölçü, sınırlandırma, tersimat ve hesaplamalardan doğan hatalar, ilgilinin müracaatı veya Kadastro Müdürlüğünce re’sen düzeltilir. Düzeltme, taşınmaz malikleri ile diğer hak sahiplerine tebliğ olunur. Tebliğ tarihinden başlayan otuz gün içinde düzeltmenin kaldırılması yolunda Sulh Hukuk Mahkemesinde dava açılmadığı takdirde, yapılan düzeltme kesinleşir.
Kadastro sırasında veya sonrasında yapılan işlemlerle kesinleşmiş olan taşınmazlarda, değişiklik işlemleri sırasında ortaya çıkan yüzölçümü farklılıklarından, kadastronun dayandığı teknik kurallarda belirtilen hata sınırları içinde kalanların re’sen düzeltilmesine kadastro müdürlükleri yetkilidir.” şeklindedir. Eldeki davada da kadastro tespiti sırasında tersimat hatası bulunduğu ileri sürülmektedir. Öncelikle 41. madde kapsamına sözü edilen tersimat ve tersimat hatalarının ne olduğuna değinmek gerekmektedir.
Tersimat, araziden ölçülen ve ölçü krokisinde görülen değerler yardımıyla parselin geometrik şeklinin paftaya çizilmesi işlemidir. Tersimat hatasında çelişki ölçü krokisi ile paftası arasındadır. Zemin ile ölçü krokisi arasında herhangi bir uyumsuzluk söz konusu değildir. Çünkü ölçü krokisindeki değerler paftasına doğru aktarılmamıştır.
Somut olaya gelince; 3402 sayılı Kadastro Kanununun 41. madde uyarınca tersimat hatasının düzeltilmesi Kadastro Müdürlüğünün yetkisi dahilindedir. Anılan hükümde Kadastro Müdürlüğünün işleminden sonra kimlerin dava açabilecekleri de gösterilmiş ve bu kişilerin düzeltme talebinin kabulü üzerine aleyhine düzeltme yapılanlar olduğu vurgulanmıştır. Davacı düzeltme istemi ile Kadastro Müdürlüğüne başvurmamış, ancak Kadastro Müdürlüğü düzeltmenin mümkün olmadığını mahkemeye verdiği cevabında belirtmiştir. Bu durumda davacı aleyhine düzeltme yapılan kişi olmadığından, doğrudan mahkemeye başvurarak Kadastro Müdürlüğünün görevinde olan bir işin mahkemede görülmesini isteyemez. Mahkemece davanın görülebilirlik koşulu yerine gelmediğinden reddine karar verilmesi gerekirken, dava değişik bazı nedenlerle reddedilmiş ise de, hüküm sonuçta davanın reddine ilişkin bulunduğundan, mahkemene kararının gerekçesi yukarıda açıklandığı şekilde HUMK.nun 438/son maddesince değiştirilerek davacının bütün temyiz itirazlarının REDDİYLE, hükmün gerekçesi DÜZELTİLMİŞ BU ŞEKLİ İLE ONANMASINA, 27.02.2007 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2002/1028 K: 2002/1378 T: 28.02.2002
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2005/997 K: 2005/1831 T: 14.03.2005
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/14318 K: 2007/417 T: 23.01.2007
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2011/8705 K: 2011/12052 T: 14.10.2011
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/14318 K: 2007/417 T: 23.01.2007
Yargılama sırasında da mahkemece, düzeltme işleminin 41. madde kapsamında, ölçü, tersimat, hesaplama veya sınırlandırma hatasının bulunup bulunmadığını, taşınmazın orijinal ölçü değerleri ile kesinleşen geometrik durumları arasında inceleme yaparak ve taşınmazların fiili kullanım durumları da gözetilerek bilirkişiler aracılığı ile saptanır ve oluşacak sonuca göre karar verilir.
Dava 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 41. maddesi uyarınca yapılan düzeltme işleminin iptali isteğine ilişkindir. Anılan hüküm, “Kadastro sırasında veya sonrasında yapılan işlemlerle geometrik durumları kesinleşmiş olan taşınmazlarda ölçü, sınırlandırma, tersimat ve hesaplamalardan doğan hatalar, ilgilinin müracaatı veya kadastro müdürlüğünce re’sen düzeltilir. Düzeltme, taşınmaz malikleri ile diğer hak sahiplerine tebliğ olunur. Tebliğ tarihinden başlayan otuz gün içinde düzeltmenin kaldırılması yolunda sulh hukuk mahkemesinde dava açılmadığı takdirde, yapılan düzeltme kesinleşir.
Kadastro sırasında veya sonrasında yapılan işlemlerle kesinleşmiş olan taşınmazlarda, değişiklik işlemleri sırasında ortaya çıkan yüzölçümü farklılıklarından, kadastronun dayandığı teknik kurallarda belirtilen hata sınırları içinde kalanların re’sen düzeltilmesine kadastro müdürlükleri yetkilidir.” şeklindedir.
Kadastro müdürlüğünün resen veya ilgililerin başvurusu üzerine yapacağı düzeltme işlemlerinin ilgililere tebliğinden sonra, ilgililerin Sulh Hukuk Mahkemesine 30 gün içinde açacakları davada, düzeltme işlemi yararına olan kişi yada kişileri hasım göstererek işlemin iptalini isteyebilir. Düzeltme işleminin kadastro müdürlüğünce resen yapıldığı durumlarda müdürlüğe karşı da dava yöneltilmelidir.
Yargılama sırasında da mahkemece, düzeltme işleminin 41. madde kapsamında, ölçü, tersimat, hesaplama veya sınırlandırma hatasının bulunup bulunmadığını, taşınmazın orijinal ölçü değerleri ile kesinleşen geometrik durumları arasında inceleme yaparak ve taşınmazların fiili kullanım durumları da gözetilerek bilirkişiler aracılığı ile saptanır ve oluşacak sonuca göre karar verilir.
Tüm bu açıklamalardan sonra somut olaya döndüğümüzde;
1- Davalı 672 parsel malikinin başvurusu üzerine taşınmazda saptanan tersimat hatası giderilmiş olup, işlem sırasında yapılan hesap hataları da mahkemece yeniden düzeltilmiştir. Mahkemenin araştırma ve inceleme yöntemi usulünce olup, denetlemeye elverişli yeterli bilirkişi raporu da nazara alınarak hüküm kurulduğundan davacı ve davalı Müzeyir Çetin’in temyiz itirazları yerinde görülmemiş reddi gerekmiştir.
2- Davalı kadastro müdürlüğünün temyiz itirazlarına gelince, düzeltme işlemi kadastro müdürlüğünce resen yapılmadığı halde kadastro müdürlüğü aleyhine açılan davanın pasif dava ehliyetinin bulunmadığı noktasından reddi gerekirken kabulü doğru görülmemiş ise de bu kararın bu nedenle bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/2976 K: 2006/3671 T: 29.03.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2009/213 K: 2009/2765 T: 05.03.2009
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/8062 K: 2012/8730 T: 20.06.2012
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 1993/7027 K: 1993/7161 T: 30.9.1993
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/13844 K: 2007/423 T: 23.01.2007
3402 sayılı Kadastro Kanunun 41. maddesine göre davayı ancak Kadastro Müdürlüğünce düzeltme yapılırsa, aleyhine düzeltme yapılan kişiler işlemin kendilerine tebliğinden itibaren 30 gün içinde Sulh Hukuk Mahkemesine dava açarak düzeltme işleminin iptalini isteyebilir. Bu gibi davalarda ise, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 12/3. maddesinde hükme bağlanan 10 yıllık hak düşürücü sürenin uygulanma olanağı yoktur.
Dava, tersimat hatasına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir. Mahkemece istem 10 yıllık hak düşürücü sürenin gerçekleşmesi nedeniyle reddedilmiş, hükmü davacı temyiz etmiştir.
Davacının ileri sürdüğü istemin dayanağı 3402 sayılı Kadastro Kanununun 41. maddesidir. Anılan yasa hükmünde bu tür iddiaların ileri sürülmesinde izlenecek prosedür belirlenmiş, hak iddia eden kişinin öncelikle Kadastro Müdürlüğüne başvurması gerektiği hükme bağlanmıştır.
3402 sayılı Kadastro Kanunun 41. maddesine göre davayı ancak Kadastro Müdürlüğünce düzeltme yapılırsa, aleyhine düzeltme yapılan kişiler işlemin kendilerine tebliğinden itibaren 30 gün içinde Sulh Hukuk Mahkemesine dava açarak düzeltme işleminin iptalini isteyebilir. Bu gibi davalarda ise, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 12/3. maddesinde hükme bağlanan 10 yıllık hak düşürücü sürenin uygulanma olanağı yoktur. Davanın idari bir makam olan Kadastro Müdürlüğü yerine mahkemede açılmış olması yargı yolu nedeniyle reddini gerektirir. Ancak dava değişik bazı nedenlerle reddedildiğinden, hüküm sonuç olarak doğrudur.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2001/5368 K: 2001/5739 T: 20.09.2001
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/2976 K: 2006/3671 T: 29.03.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2009/213 K: 2009/2765 T: 05.03.2009
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/8062 K: 2012/8730 T: 20.06.2012
KADASTRO KANUNU 22. MADDESİ İLE İLGİLİ YARGITAY KARARLARI
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1991/1869 K: 1991/12819 T: 10.10.1991
Tapulama dışı bırakılma işlemi de, bir kadastro işidir. 3402 s. Kanun’un 22/1 maddesi uyarınca daha evvel kadastrosu yapılan yerlerde, yeniden ikinci kadastro yapılamaz. Ancak ikinci kadastro işlemi Hazine’nin talebi ile yapıldığı takdirde, bu işlem 22/1. madde anlamındaki ikinci kadastro sayılmaz.
Taraflar arasında kadastro tesbitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi istenilmekle; temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldı, inceleme raporu ve dosyadaki belgeler okundu, gereği görüşüldü:
K: Dava konusu taşınmaz Yapracık Köyü’nde 5602 sayılı Yasaya göre yapılıp 10.2.1954’de kesinleşen kadastro sırasında tescil dışı bırakılmıştır. Bilahare bu taşınmaz 16.4.1990 tarihinde 306 parsel numarası altında 48 hektar 2500 metrekare olarak 3402 sayılı Yasanın 22. maddesi uyarınca Maliye Hazinesi adına tesbit edilmiş ve tutanak kesinleşerek 12.6.1990 tarihinde Hazine adına tapuya tescil edilmiştir. Davacı vekili, kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanarak dava açmıştır. Mahkemece tescil talebi yönünden görevsizlik nedeniyle dava dilekçesinin reddine ve dosyanın görevli Ankara Nöbetçi Asliye Hukuk Mahkemesine gönderilmesine, ikinci kez kadastroya tabi tutulduğu anlaşılan Yapracık Köyü 1306 parselle ilgili kadastro işleminin bütün sonuçları ile birlikte iptaline karar verilmiş; hüküm, davalı Hazine vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Çekişme konusu taşınmaz 1954 yılında yapılan tapulama çalışmaları sırasında ekilemez arazi niteliğinde bulunduğundan bahisle tapulama dışı bırakılmış ve bu işlem 10.2.1954 tarihinde kesinleşmiştir. 16.4.1990 tarihinde ise, Hazinenin talebi üzerine tapulama harici bırakılan bu yer, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 22. maddesi uyarınca Hazine adına tesbit olunmuştur. Anılan Yasanın 22/1. maddesi uyarınca evvelce tesbit, tescil veya sınırlandırma suretiyle kadastrosu veya tapulaması yapılmış olan yerlerin yeniden kadastrosu yapılamaz. Yargıtay’ın yerleşen içtihatlarına göre tapulama dışı bırakılma da bir kadastro işlemidir. Dolayısıyla genel kural gereği bu gibi yerlerde 2. bir kadastro yapılamaz ancak, 3402 sayılı Kanunun 22/2. maddesi bu genel kurala istisna getirmiş, “Tapulama veya kadastro çalışmalarında tesbit dışı bırakılan tapuda kayıtlı taşınmaz mallar ile kamu kurum ve kuruluşlarına ait yerlerin” yeniden kadastroya tabi tutulabileceği hükme bağlanmıştır. Yukarıda da belirtildiği gibi kadastro işlemi Hazinenin talebi üzerine yapıldığına göre bu kadastro işlemi 22/1. madde kapsamında düşünülemez.
SONUÇ: Hal böyle olunca işin esasına girilerek deliller toplanmak suretiyle bir karar verilmek gerekirken yazılı gerekçelerle 2. kadastronun iptaline ve tescil talebi yönünden mahkemenin görevsizliğine karar verilmesi isabetsiz temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde bulunduğundan kabulü ile hükmün (BOZULMASINA), 10.10.1991 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2018/4323 K: 2019/3274 T: 30.04.2019
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2014/10539 K: 2014/8851 T: 20.06.2014
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1989/4849 K: 1990/4192 T: 29.3.1990
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1996/2491 K: 1996/2460T: 23.5.1996
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/377 K: 2016/592 T: 02.02.2016
Dava, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 22/a maddesi uyarınca yapılan ve askı ilan süresinde dava açılmamakla kesinleşen uygulama kadastrosu tespitine karşı açılmıştır. Bu nitelikteki davalar, Kadastro Müdürlüğüne başvuru yapılmasına gerek olmaksızın, 3402 sayılı Yasa’nın 11. maddesinde sözü edilen askı ilan süresi içinde Kadastro Mahkemesine açılabileceği gibi, askı ilan süresi içinde itiraz edilmeyen tutanakların kesinleşmesi halinde, genel mahkemelerde de açılabilir.
Uygulama kadastrosu sırasında …r Köyü çalışma alanında bulunan ve tapuda davacılar … ve arkadaşlarının paydaş olduğu eski 164 parsel sayılı 18.835,00 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz, 13183 ada 263 parsel numarasıyla ve 19.345,68 metrekare yüzölçümlü olarak; davalılar … ve arkadaşları adına tapuda kayıtlı bulunan eski 163 parsel sayılı 29.875,00 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz, 13183 ada 264 parsel numarasıyla ve 30.205,59 metrekare yüzölçümlü olarak tespit ve tescil edilmiştir.
Davacılar … ve arkadaşları, uygulama kadastrosu sırasında kendilerine ait taşınmazın sınırının yanlış belirlendiği, davalılara ait taşınmazın sınırının kendi parsellerine, kendi sınırlarının da mezarlığa kaydığı iddiasına dayanarak dava açmıştır. Mahkemece yapılan yargılama sonunda idari başvuru yolu tüketilmeden açılan davanın usulden reddine karar verilmiş; hüküm, davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece, 3402 sayılı Yasa’nın 22/a ve 41. maddesi uyarınca yapılacak işlemlerde öncelikle idari başvuru yolunun tüketilmesi gerektiği gerekçesiyle davacı tarafından bu yola başvurulmadan açılan davanın usulden reddine karar verilmiş ise de; varılan sonuç usul ve yasa hükümlerine uygun düşmemektedir.
Dava, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 22/a maddesi uyarınca yapılan ve askı ilan süresinde dava açılmamakla kesinleşen uygulama kadastrosu tespitine karşı açılmıştır. Bu nitelikteki davalar, Kadastro Müdürlüğüne başvuru yapılmasına gerek olmaksızın, 3402 sayılı Yasa’nın 11. maddesinde sözü edilen askı ilan süresi içinde Kadastro Mahkemesine açılabileceği gibi, askı ilan süresi içinde itiraz edilmeyen tutanakların kesinleşmesi halinde, genel mahkemelerde de açılabilir.
Diğer taraftan, dava dilekçesi içeriğinden ve davacıların yüzölçümünde eksilme olduğunu iddia ettikleri eski 164, yeni 13183 ada 263 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydından, taşınmazda müşterek malik olan başka paydaşların da bulunduğu ve davanın malik olan tüm paydaşlar adına açıldığı anlaşılmaktadır. Davanın niteliği itibariyle müşterek mülkiyet hükümlerine tabi taşınmazlar hakkında açılacak davaların bütün paydaşlar tarafından birlikte açılması veya tamamının katılımının sağlanması suretiyle davaya devam edilmesi zorunludur.
Hal böyle olunca; mahkemece, davacılara diğer paydaşların davaya katılımını sağlaması için süre ve imkan tanınmalı, verilen süre içerisinde bu eksikliğin tamamlanmaması halinde davanın usulden reddine, aksi halde yargılamaya devamla sonucuna göre karar verilmelidir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/15077 K: 2020/262 T: 10.02.2020
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/15077 K: 2020/262 T: 10.02.2020
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/8007 K: 2013/12294 T: 10.12.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/8858 K: 2016/8703 T: 02.11.2016
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/15077 K: 2020/262 T: 10.02.2020
ÖZET: Dava; 3402 sayılı Kadastro Kanunu‘nun 22/a maddesi gereğince yapılan uygulama kadastrosuna itiraza ilişkindir. Bu tür davalarda, tüm paydaşların birlikte dava açmaları yahut biri veya birkaçı tarafından açılan davaya diğer paydaşların da katılımının sağlanması gerekir. Davanın niteliği itibariyle, yargılama neticesi verilecek hükümle müşterek maliklerin tamamının hukukunun etkilenecek olması nedeniyle, diğer paydaşların da davaya katılımının sağlanması zorunlu olmasına rağmen, mahkemece diğer paydaşların katılımını sağlaması için davacıya süre ve imkan tanınmamıştır.
Dava; 3402 sayılı Kadastro Kanunu‘nun 22/a maddesi gereğince yapılan uygulama kadastrosuna itiraza ilişkindir. Bu tür davalarda, tüm paydaşların birlikte dava açmaları yahut biri veya birkaçı tarafından açılan davaya diğer paydaşların da katılımının sağlanması gerekir. Somut olayda; davacı …, uygulama kadastrosu sırasında paydaşı olduğu 287 ada 1 parsel sayılı taşınmazın yüzölçümünün eksildiği iddiasıyla dava açmıştır. Ne var ki, 287 ada 1 parsel sayılı taşınmazın müşterek mülkiyete konu olduğu ve davacı … dışında, başkaca paydaşların da bulunduğu anlaşılmaktadır. Davanın niteliği itibariyle, yargılama neticesi verilecek hükümle müşterek maliklerin tamamının hukukunun etkilenecek olması nedeniyle, diğer paydaşların da davaya katılımının sağlanması zorunlu olmasına rağmen, Mahkemece diğer paydaşların katılımını sağlaması için davacıya süre ve imkan tanınmamıştır. Bu haliyle aktif dava ehliyetinin tamamlandığından söz edilemez, Aktif dava ehliyetinin mevcudiyeti dava şartı olup, bu koşul yerine getirilmeden işin esası hakkında hüküm kurulması mümkün değildir.
Hal böyle olunca; mahkemece, davacıya müştereken maliki olduğu taşınmazdaki diğer paydaşların da davaya katılımını sağlaması için süre ve imkan tanınmalı, verilen süre içerisinde bu eksikliğin tamamlanması halinde yargılamaya devamla sonucuna göre karar verilmelidir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/2081 K: 2018/6583 T: 13.11.2018
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/1015 K: 2013/745 T: 11.02.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/377 K: 2016/592 T: 02.02.2016
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/377 K: 2016/592 T: 02.02.2016
Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2015/16478 K: 2017/1025 T: 09.02.2017
Özet: 3402 sayılı Kanunun 22/2-a maddesi gereğince yapılan bu çalışmadan dolayı dava konusu taşınmazların eksilen kısımları için komşu parsellere karşı tapu iptali ve tescil davası açabileceği, bu davanın sonucunda ortaya çıkan duruma göre davacının zararının nereden kaynaklandığının tespitinden sonra tazminat talebinde bulunacağı gözetilmeden davanın esası hakkında karar verilmiş olması usul ve kanuna aykırıdır.
Dava, TMK’nın 1007. maddesi gereğince tazminat istemine ilişkindir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş ise de eksik inceleme ve araştırma ile hüküm kurulmuştur. Şöyle ki; yörede 3402 sayılı Kadastro Kanununun 22/2-a maddesine göre yapılan uygulama kadastrosu sonucu dava konusu taşınmazların yüzölçümünde azalma meydana geldiği gerekçesi ile tazminat isteminde bulunulmuştur.
Davacı tarafından 3402 sayılı Kanunun 22/2-a maddesi gereğince yapılan bu çalışmadan dolayı dava konusu taşınmazların eksilen kısımları için komşu parsellere karşı tapu iptali ve tescil davası açabileceği, bu davanın sonucunda ortaya çıkan duruma göre davacının zararının nereden kaynaklandığının tespitinden sonra tazminat talebinde bulunacağı gözetilmeden davanın esası hakkında karar verilmiş olması usul ve kanuna aykırı olup hükmün bu sebeple bozulmasına, davacının temyiz itirazlarının incelenmesine bu aşamada yer olmadığına karar verilmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2016/2510 K: 2017/7607 T: 11.10.2017
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2015/11610 K: 2017/1291 T: 17.02.2017
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2012/8418 K: 2012/9541 T: 26.06.2012
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2013/513 K: 2013/7035 T: 24.06.2013
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/112 K: 2016/6560 T: 13.06.2016
Özet: Kullanım kadastrosuna itiraz davalarında uyuşmazlık, taşınmazın yalnızca beyanlar hamsindeki kullanıcı şerhine yönelik olup, geometrik şekli ihtilaf konusu olmadığından, kullanım kadastrosuna itiraz davası devam ederken, uygulama kadastrosu yapılması ve kullanım kadastrosuna itiraz davasının, uygulama kadastrosuna engel teşkil etmemesi nedeniyle, nizalı taşınmaza ait uygulama kadastro tutanağının usulünce askı ilanına alınarak, yöntemince kadastronun tamamlanması için Kadastro Müdürlüğü ‘ne iadesine karar verilmesi gerekirken, bu husus nazara alınmadan ve usuli işlemler ikmal edilmeden uygulama kadastrosuna yönelik bir dava varmış gibi hüküm kurulması isabetli değildir.
Dosyanın içeriğine, toplanan delillere, kararda yazılı gerektirici nedenlere, delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına ve temyiz edenin sıfatına göre sair temyiz itirazları yerinde değildir. Ancak, dava konusu taşınmaza ilişkin olarak 2010 yılında yapılan kullanım kadastrosuna karşı açılan iş bu tespite itiraz davası devam ederken yörede 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 22. maddesi uyarınca uygulama kadastrosu yapıldığı, uygulama kadastrosu sonucu düzenlenen tutanakların 19.9.2013-21.10.2013 tarihleri arasında 3402 sayılı Kanun’un 11. maddesi uyarınca askı ilanına alındığı, ancak somut olayda dava konusu taşınmaza ilişkin uygulama kadastro tutanak aslının askı ilanından evvel 2.8.2013 tarihinde, Kadastro Mahkemesinde davalı olduğundan bahisle Kadastro Mahkmesi’ne gönderilerek esasa kaydedildiği dosya arasındaki bilgi ve belgelerden anlaşılmaktadır. Kullanım kadastrosu, 5831 sayılı Yasa ile 3402 sayılı Yasaya eklenen Ek 4. maddesi gereğince, … adına orman sınırları dışına çıkarılan yerlerle ilgili olarak, kadastro tespiti sırasında, taşınmazların fiili kullanım durumları dikkate alınmak ve varsa üzerindeki muhtesatın kime veya kimlere ait olduğu ve kim veya kimler tarafından ne zamandan beri kullanıldığı kadastro tutanağının beyanlar hanesinde gösterilmek amacıyla yapılan bir kadastro çalışması iken; 3402 sayılı Kanun’un 22/a maddesi uyarınca yapılan uygulama kadastrosu ise sınırlandırma, ölçü, çizim ve hesaplamalardan kaynaklanan hataları gidermek üzere uygulama niteliğini kaybeden, teknik nedenlerle yetersiz kalan, eksikliği görülen veya zemindeki sınırları gerçeğe uygun göstermediği tespit edilen kadastro haritalarının tekrar düzenlenmesi ve tapu sicilinde gerekli düzeltmelerin sağlanması amacıyla yapılan bir kadastro çalışmasıdır. Dolayısıyla kullanım kadastrosuna itiraz davalarında uyuşmazlık, taşınmazın sadece beyanlar hanesindeki kullanıcı şerhine yönelik olup taşınmazın geometrik şekli ihtilaf konusu değildir. Dolayısıyla kullanım kadastrosuna itiraz davası devam ederken, uygulama kadastrosu yapılması ve kullanım kadastrosuna itiraz davasının, uygulama kadastrosuna engel teşkil etmesi açıklanan nedenlerle söz konusu olmadığına göre; çekişmeli taşınmaza ait uygulama kadastro tutanağının usulünce askı ilanına alınarak, yöntemince kadastronun ikmali için Kadastro Müdürlüğü’ne iadesine karar verilmesi gerekirken, bu husus dikkate alınmaksızın ve usuli işlemler tamamlanmaksızın uygulama kadastrosuna yönelik bir dava da var imiş gibi hüküm kurulması isabetsiz olup, temyiz itirazları açıklanan nedenlerle yerinde görüldüğünden hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan temyiz karar harcının talep halinde temyiz eden davalıya iadesine, 13.06.2016 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/15077 K: 2020/262 T: 10.02.2020
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/15077 K: 2020/262 T: 10.02.2020
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/8007 K: 2013/12294 T: 10.12.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/11850 K: 2013/12844 T: 18.12.2013
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/377 K: 2016/592 T: 02.02.2016
Özet: Dava, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 22/a maddesi uyarınca yapılan ve askı ilan süresinde dava açılmamakla kesinleşen uygulama kadastrosu tespitine karşı açılmıştır. Bu nitelikteki davalar, Kadastro Müdürlüğüne başvuru yapılmasına gerek olmaksızın, 3402 sayılı Yasa’nın 11. maddesinde sözü edilen askı ilan süresi içinde Kadastro Mahkemesine açılabileceği gibi, askı ilan süresi içinde itiraz edilmeyen tutanakların kesinleşmesi halinde, genel mahkemelerde de açılabilir.
Uygulama kadastrosu sırasında …r Köyü çalışma alanında bulunan ve tapuda davacılar … ve arkadaşlarının paydaş olduğu eski 164 parsel sayılı 18.835,00 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz, 13183 ada 263 parsel numarasıyla ve 19.345,68 metrekare yüzölçümlü olarak; davalılar … ve arkadaşları adına tapuda kayıtlı bulunan eski 163 parsel sayılı 29.875,00 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz, 13183 ada 264 parsel numarasıyla ve 30.205,59 metrekare yüzölçümlü olarak tespit ve tescil edilmiştir. Davacılar … ve arkadaşları, uygulama kadastrosu sırasında kendilerine ait taşınmazın sınırının yanlış belirlendiği, davalılara ait taşınmazın sınırının kendi parsellerine, kendi sınırlarının da mezarlığa kaydığı iddiasına dayanarak dava açmıştır. Mahkemece yapılan yargılama sonunda idari başvuru yolu tüketilmeden açılan davanın usulden reddine karar verilmiş; hüküm, davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece, 3402 sayılı Yasa’nın 22/a ve 41. maddesi uyarınca yapılacak işlemlerde öncelikle idari başvuru yolunun tüketilmesi gerektiği gerekçesiyle davacı tarafından bu yola başvurulmadan açılan davanın usulden reddine karar verilmiş ise de; varılan sonuç usul ve yasa hükümlerine uygun düşmemektedir. Dava, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 22/a maddesi uyarınca yapılan ve askı ilan süresinde dava açılmamakla kesinleşen uygulama kadastrosu tespitine karşı açılmıştır. Bu nitelikteki davalar, Kadastro Müdürlüğüne başvuru yapılmasına gerek olmaksızın, 3402 sayılı Yasa’nın 11. maddesinde sözü edilen askı ilan süresi içinde Kadastro Mahkemesine açılabileceği gibi, askı ilan süresi içinde itiraz edilmeyen tutanakların kesinleşmesi halinde, genel mahkemelerde de açılabilir. Diğer taraftan, dava dilekçesi içeriğinden ve davacıların yüzölçümünde eksilme olduğunu iddia ettikleri eski 164, yeni 13183 ada 263 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydından, taşınmazda müşterek malik olan başka paydaşların da bulunduğu ve davanın malik olan tüm paydaşlar adına açıldığı anlaşılmaktadır. Davanın niteliği itibariyle müşterek mülkiyet hükümlerine tabi taşınmazlar hakkında açılacak davaların bütün paydaşlar tarafından birlikte açılması veya tamamının katılımının sağlanması suretiyle davaya devam edilmesi zorunludur. Hal böyle olunca; mahkemece, davacılara diğer paydaşların davaya katılımını sağlaması için süre ve imkan tanınmalı, verilen süre içerisinde bu eksikliğin tamamlanmaması halinde davanın usulden reddine, aksi halde yargılamaya devamla sonucuna göre karar verilmelidir. Açıklanan nedenlerle davacılar vekilinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan temyiz karar harcının talep halinde temyiz eden davacılara iadesine, 02.02.2016 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/15077 K: 2020/262 T: 10.02.2020
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/15077 K: 2020/262 T: 10.02.2020
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/8007 K: 2013/12294 T: 10.12.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/11850 K: 2013/12844 T: 18.12.2013
Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2015/175 K: 2015/654 T: 17.02.2015
Mahkemece, öncelikle denetime veri teşkil edecek ortofoto, tesis kadastrosu haritası, orman tahdidine ilişkin tutanak ve haritalar, 3402 sayılı Kanunun ek-4 maddesine göre yapılan düzeltme işlemine ilişkin harita ve tutanaklar varsa bu haritada değişiklik yapan ifraz haritaları, mahkeme ilamları ve eki olan haritalar, varsa uygulama kadastrosu sırasında yararlanılan diğer haritalar gibi bilgi ve belgelerin toplandıktan sonra mahallinde, yerel bilirkişiler taraf tanıkları ve orman ve harita mühendisi ile fen bilirkişisinin katılımı ile keşif yapılmalı; keşif sırasında yerel bilirkişi ve tanıklardan tesis kadastrosu ile orman kadastrosu sırasında da zeminde mevcut olan sabit sınır ya da yapıların bulunup bulunmadığı sorularak varsa yerleri fen bilirkişisine işaretlettirilmeli, fotoğrafları çekilmeli, fen bilirkişisinden uygulama kadastrosuna esas teşkil eden bilgi ve belgeler ile bilirkişi ve tanık anlatımlarından yararlanarak uygulama kadastrosunu denetlemesi istenmelidir.
Dava, 3402 sayılı Kanunun 22/2-a maddesi uyarınca yapılan uygulama kadastrosuna itiraz niteliğindedir. Çekişmeli taşınmazın bulunduğu yerde 05.07.1971 tarihinde ilan edilerek kesinleşen orman kadastrosu ile 1992 yılında yapılan aplikasyon ve 2/B uygulaması bulunmaktadır.
Çekişmeli 945 parsel sayılı 9583 m² yüzölçümündeki taşınmaz, 1996 yılında yapılan kadastro sırasında 2/B niteliyle orman sınırları dışına çıkarılan yerlerden olması nedeniyle kullanıcısı Veli Şen ve Yaşar Kaya olduğu beyanlar hanesine yazılarak tarla niteliğiyle Hazine adına tespit edilmiştir. 1999 yılında Yaşar kendi kullanımında olan taşınmaz bölümünü satın alarak çekişmeli taşınmazda 4860/9583 pay sahibi olmuştur.
2009 yılında Ulukapı Köyünde 3402 sayılı Kanuna 5831 sayılı Kanuna ile eklenen ek 4. maddesine göre yapılan kullanım kadastrosu sırasında çekişmeli taşınmazın 9583 m² olan yüzölçümü 11951,91 m² olarak düzeltilmiş, işlemin kesinleşmesi ile tapu sicilinde gerekli düzeltmeler yapılmıştır.
2012 yılında 3402 sayılı Kanunun 22/2-a maddesi uyarınca yapılan uygulama kadastrosunda 945 parsel sayılı 11951,91 m² yüzölçümündeki taşınmaza 236 ada 1 parsel numarası verilmek ve yüzölçümü 11951,91 m² olarak düzeltilmek suretiyle tespit edilerek 29/01/2013 ila 29/02/2013 tarihleri arasında askı ilanı yapılmış, davacı çekişmeli taşınmaz sınırında uzun zamandır kullanımında bulunan ve hakkında tescil davası açtığı taşınmazın sınırlarının daraltıldığı iddiasıyla eldeki davayı açmıştır.
Mahkemece yapılan uygulama kadastrosunun kanun ve yönetmeliklere aykırı yapıldığı gerekçesiyle hüküm kurulmuş ise de, yapılan inceleme ve araştırma hükme yeterli değildir. Şöyle ki; hükme dayanak orman ve fen bilirkişiler raporunda orman tahdit hattı uygulanmak suretiyle rapor düzenlenmiş ise de (F) harfiyle işaretli bölüm ile yol olarak gösterilen bölümün çekişmeli taşınmazın 1996 yılında oluşan ilk çapı içerisinde kalıp kalmadığı açıklanmamış olması nedeniyle hükme yeterli değildir.
Hal böyle olunca; mahkemece, öncelikle denetime veri teşkil edecek ortofoto, tesis kadastrosu haritası, orman tahdidine ilişkin tutanak ve haritalar, 3402 sayılı Kanunun ek-4 maddesine göre yapılan düzeltme işlemine ilişkin harita ve tutanaklar varsa bu haritada değişiklik yapan ifraz haritaları, mahkeme ilamları ve eki olan haritalar, varsa uygulama kadastrosu sırasında yararlanılan diğer haritalar gibi bilgi ve belgelerin toplandıktan sonra mahallinde, yerel bilirkişiler taraf tanıkları ve orman ve harita mühendisi ile fen bilirkişisinin katılımı ile keşif yapılmalı; keşif sırasında yerel bilirkişi ve tanıklardan tesis kadastrosu ile orman kadastrosu sırasında da zeminde mevcut olan sabit sınır ya da yapıların bulunup bulunmadığı sorularak varsa yerleri fen bilirkişisine işaretlettirilmeli, fotoğrafları çekilmeli, fen bilirkişisinden uygulama kadastrosuna esas teşkil eden bilgi ve belgeler ile bilirkişi ve tanık anlatımlarından yararlanarak uygulama kadastrosunu denetlemesi istenmelidir. Fen bilirkişi raporunda, tesis kadastrosunun hangi yöntem ve tekniklerle yapıldığı, uygulanan yöntemlerin hata paylarının ne olduğu, üretilen haritaların zeminle uyumsuz bulunması halinde farklılığın nereden ve hangi sebeplerden kaynaklandığı, uygulama kadastrosu sonucu tespit edilen yeni sınırların yönetmelik hükümlerine uygun olarak tespit edilip edilmediği, uygulama kadastrosunda hata yapılmış ise doğru sınır ve haritanın nasıl olması gerektiği gibi hususlar ve “ada raporu” ile “uygulama tutanağı ve haritasını” irdeler şekilde, teknik ve bilimsel verilere dayalı ayrıntılar yer almalı; ayrıca birincisi, ortofoto üzerinde tesis kadastrosuna ait harita ile uygulama ve orman tahdit haritasını ada bazında, ikincisi çekişmeli taşınmazlar ve komşularını kapsar bazda ve üçüncüsü ise tesis kadastro haritası ile çekişmeli taşınmazların zeminini çakıştırır bazda en az üç adet harita düzenlenmesi ve uygulama haritasında yanlışlık varsa, doğru sınırları gösterir harita tanzim edilmesi istenmelidir. Açıklanan yönteme uygun inceleme ve araştırma yapılıp, uyuşmazlığın uygulamadan mı mülkiyete ilişkin itirazdan mı kaynaklandığı belirlendikten sonra tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna göre bir karar verilmeli; değerlendirme yapılırken uygulama kadastrosunun amacının mülkiyet ihtilaflarını çözmek olmadığı ve mülkiyet uyuşmazlıklarının uygulama kadastrosuna ilişkin davalarda tartışma konusu yapılamayacağı göz önünde bulundurulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2018/817 K: 2018/3126 T: 17.04.2018
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2015/11610 K: 2017/1291 T: 17.02.2017
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2012/8418 K: 2012/9541 T: 26.06.2012
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2015/16478 K: 2017/1025 T: 09.02.2017
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2014/10539 K: 2014/8851 T: 20.06.2014
Özet: Uygulama kadastrosundan önce Asliye Hukuk Mahkemesi’nde açılan çapa dayalı el atmanın önlenmesi davası sonucu verilecek karar, çekişmeli taşınmazların kadastral sınırlarını değiştirmeyeceğinden, Kadastro Mahkemesince, davalı olarak bırakılıp kendisine gönderilen tutanakların, uygulama kadastrosunun olağan usule göre tamamlanması için Kadastro Müdürlüğü ‘ne gönderilmesine karar verilmesi gerektiği gözetilmelidir.
3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 22/2-a maddesi uyarınca yapılan uygulama kadastrosunun amacı, tesis kadastrosu ya da sonrasında yapılan ifraz ve tevhid işlemleri sırasında yapılan sınırlandırma hataları ile ölçü, çizim ve hesaplamalardan kaynaklanan hataları gidermek suretiyle taşınmazların planlarını ve pafta haritalarını yenileyip, tapu sicilinde gerekli düzenlemeleri yapmaktır. Anılan maddenin 3. fıkrası, “yapılacak çalışmalarda 2, 4, 14, 17, 19 ve 21 inci maddeler ile 13 üncü maddenin (B) ve 20 nci maddenin (B), (C) ve (D) bentleri hükümleri uygulanmaz.” hükmünü içermektedir. Bu fıkrada, 3402 sayılı Yasa’nın 5 ve 27. maddelerinde sözü edilen “davalı” taşınmazlara ilişkin hükümler “uygulanmayacak maddeler” arasında sayılmamıştır.
Ne var ki; Kadastro Kanunu’nun “uygulanmayacak” maddeleri arasında sayılmadığı için, uygulama kadastrosunda da geçerli olan maddelerin kapsamları değerlendirilirken, uygulama kadastrosunun amacının göz önünde bulundurulması zorunludur.
Bu nedenlerle, genel mahkemelerden aktarılacak davaların niteliği; başka bir ifade ile hangi davalar nedeniyle uygulama kadastrosu tutanaklarının “davalı” olarak tanzim edilip Kadastro Mahkemesine gönderilmesi gerektiği hususları da bu amaca uygun olarak belirlenmelidir. Uygulama kadastrosunun amacı dikkate alındığında, uygulama kadastrosu tutanağının “davalı” olarak düzenlenmesi için görülmekte olan davaların sınır ya da yüzölçümü ihtilaflarına ilişkin bulunması ve yargılama sonunda verilecek hükmün, taşınmazın kadastral sınırlarını değiştirme ihtimalinin bulunması zorunludur.
Nitekim, 3402 sayılı Yasa’nın 22/2-a maddesinin uygulanmasına ilişkin çıkarılan ve 29.11.2006 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanan “Kadastro Haritalarının Yeniden Düzenlenmesi ve Tapu Sicilinde Gerekli Düzeltmelerin Yapılmasında Uyulacak Usul ve Esaslara İlişkin” yönetmeliğin 28. maddesinde söz konusu davalardaki uyuşmazlığın “taşınmazların sınırına ve yüzölçümüne yönelik” olması gerektiği vurgulanmıştır.
Çekişmeli taşınmazlar arasındaki ortak sınırın kadastro sırasında yanlış belirlendiği iddiasına dayalı kadastro tespitine itiraz davaları ile aynı sebebe dayalı tapu iptal-tescil davaları ve 3402 sayılı Yasa’nın 41. maddesinden kaynaklanan davalar, yönetmelikte sözü edilen davalardır.
Somut olayda, uygulama tutanaklarında sözü edilen Ünye 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2010/368 Esas numarasında kayıtlı dava, çapa dayalı elatmanın önlenmesi davası olup; bu tür davalar sonunda verilecek hükümler, çekişmeli taşınmazların kadastral sınırlarını değiştirmeyeceğinden, yukarıda yer alan açıklamalar karşısında, uygulama tutanağının “davalı” olarak düzenlenip Kadastro Mahkemesine gönderilmesini gerektirecek davalardan değildir.
Nitekim, Asliye Hukuk Mahkemesince söz konusu dava, Kadastro Mahkemesine aktarılmamış; doğru olarak uygulama kadastrosunun sonuçlanıp kesinleşmesinin beklenmesine karar verilmiştir. Hal böyle olunca mahkemece; uygulama kadastrosunun olağan usule göre tamamlanması için, hükme konu taşınmazlara ait uygulama tutanaklarının Kadastro Müdürlüğüne gönderilmesine karar verilmesi gerekirken, işin esasına girilerek yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsizdir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/13152 K: 2019/7215 T: 12.11.2019
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2018/4323 K: 2019/3274 T: 30.04.2019
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/7919 K: 2019/3260 T: 30.04.2019
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2014/202 K: 2014/575 T: 03.02.2014
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2014/202 K: 2014/575 T: 03.02.2014
3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 22/a maddesi gereğince yapılan uygulama kadastrosuna itiraz niteliğindedir. İlgililer tarafından, uygulama kadastrosu sonucu yapılan işlemlere karşı 30 günlük askı ilan süresi içerisinde Kadastro Mahkemesinde açılacak davada, uygulama kadastrosunun yararına olan kişi ya da kişiler hasım gösterilmek suretiyle tespite itiraz edilebilecektir. Bu tür ihtilaflarda “lehine sınır değişikliği yapılan kişi”den maksat, davacı tarafın taşınmazındaki eksilmenin aksine, taşınmazının yüzölçümü artan ya da lehine ortak sınır değiştirilen taşınmaz malikleridir.
3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 22/A maddesi uyarınca yapılan uygulama kadastrosu sırasında M.. Mahallesi çalışma alanında bulunan ve tapuda A.. K.. adına kayıtlı bulunan eski 3800 parsel sayılı 30.487 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz 13467 ada 208 parsel numarasıyla 32.510,44 metrekare, 3801 parsel sayılı 187.950 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz 13467 ada 81 parsel numarasıyla 185.293 metrekare, 3802 parsel sayılı 62.650 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz 13467 ada 80 parsel numarasıyla 61.448,03 metrekare ve 4413 parsel sayılı 137.153 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz 13467 ada 83 parsel numarasıyla 137.414,29 metrekare olarak tespit edilmiştir. Davacı, A.. K.. 22/A madde uygulaması ile taşınmazlarının miktarının eksildiği iddiasıyla K.. M..nü hasım göstererek dava açmıştır. Mahkemece yapılan yargılama sonunda husumet yokluğu nedeniyle davanın reddi ile dava konusu taşınmazların uygulama tutanağı gibi tesciline karar verilmiş; hüküm, davacı tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece, K.. M.. aleyhine açılan davanın husumet nedeniyle reddine karar verilmiş ise de; varılan sonuç dosya kapsamına uygun değildir. Dava, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 22/a maddesi gereğince yapılan uygulama kadastrosuna itiraz niteliğindedir. İlgililer tarafından, uygulama kadastrosu sonucu yapılan işlemlere karşı 30 günlük askı ilan süresi içerisinde Kadastro Mahkemesinde açılacak davada, uygulama kadastrosunun yararına olan kişi ya da kişiler hasım gösterilmek suretiyle tespite itiraz edilebilecektir.
Bu tür ihtilaflarda “lehine sınır değişikliği yapılan kişi”den maksat, davacı tarafın taşınmazındaki eksilmenin aksine, taşınmazının yüzölçümü artan ya da lehine ortak sınır değiştirilen taşınmaz malikleridir. Ancak, uygulama kadastrosunun sonucunda lehine sınır değişikliği yapılan bir kişi ya da kişilerin bulunmaması halinde ise, K.. M.. hasım gösterilmek suretiyle tespite itiraz edilebilecektir. Mahkemece tesis paftası ile uygulama paftası çakıştırılmak suretiyle eksikliğin nereden kaynaklandığı teknik bilirkişilerce belirlenmeksizin, husumet esas alınmak suretiyle karar verilmiştir. Bu şekilde yanılgılı değerlendirme ile karar verilemez. Doğru sonuca ulaşabilmek için, mahallinde yerel bilirkişi ve taraf tanıkları hazır olduğu halde keşif yapılarak, yerel bilirkişi ve tanık sözlerine göre taşınmazların sınırları belirlenmeli, teknik bilirkişiden tesis paftası ile uygulama paftası çakıştırılmak suretiyle davacı parselindeki eksilmenin nereden kaynaklandığını gösterir rapor tanzim etmesi istenmeli, dava konusu taşınmazların uygulama kadastrosu sonucu oluşan yüzölçümü ile tesis kadastrosundaki yüzölçüm farkının hesaplama yönteminden kaynaklandığının anlaşılması halinde davanın esastan reddine karar verilmeli, dava konusu taşınmazların yüzölçümündeki eksilmenin 22.02.2005 tarih 5304 sayılı Yasa ile getirilen 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 22/a maddesi ve bu madde uyarınca 29.11.2006 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren “Kadastro Haritalarının Yeniden Düzenlenmesi ve Tapu Sicilindeki Gerekli Düzeltmelerin Yapılmasında Uygulanacak Usul ve Esaslara İlişkin Yönetmelik” hükümlerine aykırı olduğu belirlendiği takdirde, uygulama kadastrosuna itiraz niteliğindeki bu davada, komşu parsel maliklerinin, tescil harici taşınmazlar yönünde ise Hazine veya ilgili tüzel kişilerin davaya dahil edilmesi için davacı tarafa olanak verilmeli ve bu şekilde 6100 sayılı HMK’nın 124. maddesi uyarınca yöntemince taraf koşulu sağlandıktan sonra hüküm kurulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/16240 K: 2020/2056 T: 17.06.2020
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/15077 K: 2020/262 T: 10.02.2020
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2015/17739 K: 2017/8208 T: 29.11.2017
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/6034 K: 2013/6163 T: 04.06.2013
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/11850 K: 2013/12844 T: 18.12.2013
Özet: Uygulama kadastrosu sırasında taşınmazın davalı bulunması durumunda uygulama tutanak aslı davalı gösterilerek Kadastro Mahkemesine aktarılır. Dava, beyanlar hanesindeki zilyetlik şerhine yönelik olup, tutanağın aktarılmasını gerektirecek sınır ve yüzölçümüne ilişkin bir dava bulunmadığından, uygulama tutanağının Kadastro Mahkemesine aktarılması isabetsizdir. Kadastro Kanunu ‘nun 22/2a maddesi uyarınca yapılan kadastro işlemlerinin tamamlanması için uygulama tutanak aslı Kadastro Müdürlüğüne iade edilmelidir.
Kullanım kadastrosu sırasında G… Köyü çalışma alanında bulunan 611 ada 1666 parsel sayılı 1987,46 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz, beyanlar hanesine 6831 sayılı Yasa’nın 2/B maddesi uyarınca Hazine adına orman sınırları dışına çıkarıldığı ve taşınmazın Mehmet oğlu Aziz’in kullanımında olup üzerindeki evin kullanıcısına ait olduğu şerhi verilerek tarla niteliği ile Hazine adına tespit edilmiştir. Davacı Ali, miras yoluyla gelen hakka dayanarak tüm mirasçılar adına zilyetlik şerhi verilmesi istemiyle dava açmıştır. Yargılama sırasında 09.05.2011 tarihinde çekişmeli taşınmaz uygulama kadastrosuna tabi tutulmuş, aynı ada- parsel numarası ve aynı yüzölçümü ile tespiti yapılmış, ancak görülmekte olan dava nedeniyle uygulama tutanak aslı temyize konu dosyaya gönderilmiştir. Mahkemece usule ilişkin bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonunda davanın reddine, çekişmeli taşınmazın tespit gibi tapuya tesciline karar verilmiş; hüküm, davacı Ali tarafından temyiz edilmiştir.
Dosya içeriğine, kararın dayandığı delillerle yasaya uygun gerektirici nedenlere, delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre sair temyiz itirazları yerinde değildir. Ancak; yargılama sırasında çekişmeli taşınmazın uygulama kadastrosuna tabi tutulduğu ve tutanak aslının dosyaya gönderildiği anlaşılmaktadır.
Kadastro Haritalarının Yeniden Düzenlenmesi ve Tapu Sicilinde Gerekli Düzeltmelerin Yapılmasında Uyulacak Usul ve Esaslara İlişkin Yönetmeliğin 9. ve 28. maddelerinde, uygulama kadastrosu sırasında taşınmazın davalı bulunması halinde, yalnızca sınır ve yüzölçümüne yönelik bir davanın bulunması durumunda uygulama tutanak aslının davalı olarak gösterileceği ve kadastro mahkemesine aktarılacağı hükme bağlanmıştır.
Her ne kadar somut olayda da uygulama tutanak aslı kadastro mahkemesine aktarılmış ise de dava beyanlar hanesindeki zilyetlik şerhine yönelik olup tutanağın aktarılmasını gerektirecek sınır ve yüzölçümüne ilişkin bir dava bulunmaktadır. Hal böyle olunca uygulama tutanağının kadastro mahkemesine aktarılmasında isabet bulunmadığından 22/2a md. uyarınca yapılan kadastro işlemlerinin olağan usule göre tamamlanması için uygulama tutanak aslının kadastro müdürlüğüne iadesi gerekirken bu konuda bir karar verilmemesi isabetsiz ise de, bu hatanın düzeltilmesi yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden hükme 7. fıkra olarak “22/2-a md. uyarınca yapılan kadastro işlemlerinin olağan usule göre tamamlanması için uygulama tutanak aslının kadastro müdürlüğüne iadesine” cümlesinin eklenmesine ve hükmün DÜZELTİLMİŞ bu şekli ile ONANMASINA, aşağıda yazılı bakiye temyiz karar harcının temyiz edenden alınmasına, 18.12.2013 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/15077 K: 2020/262 T: 10.02.2020
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/13152 K: 2019/7215 T: 12.11.2019
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2014/202 K: 2014/575 T: 03.02.2014
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2014/10539 K: 2014/8851 T: 20.06.2014
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/8007 K: 2013/12294 T: 10.12.2013
Özet: Uygulama kadastrosuna itiraz davalarında husumetin, itiraz edenin taşınmazları aleyhine yapılan tespit sonucunda, yüzölçümü artan ya da lehine ortak sınır değiştirilen taşınmazların maliklerine yöneltilmesi gerekir. Uygulama kadastrosu sonucunda lehine sınır değişikliği yapılan veya yüzölçümü artan taşınmazların bulunmaması veya eksilmenin hesaplama yönteminden kaynaklandığının anlaşılması halinde, Kadastro Müdürlüğüne husumet yöneltilerek dava açılabilir.
Mahkemece, uygulama kadastrosuna itiraz davalarında husumetin, itiraz eden kişiye ait taşınmazların eksik olarak hesap edilmelerine neden olan taşınmaz veya taşınmazlar maliklerinin tümüne yöneltilmesi gerektiği; davacının husumet yönelttiği Kadastro Müdürlüğünün işlemi yapan idare olup davada husumet ehliyetinin bulunmadığı kabul edilerek ve ön inceleme duruşması yapılmadan re’sen oturum açılarak karar verilmiş ise de, mahkemenin kabulünde isabet bulunmamaktadır.
Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 27. maddesi gereğince kural olarak, her davada duruşma yapılması zorunludur. Acele ve geçici nitelikteki işlerde, ancak kanunda belirlenen hallerde duruşma yapılmadan karar verilebilir ise de; uygulama kadastrosuna itiraz davalarında husumetten ret kararı kanunda belirlenen duruşma yapılmadan karar verilebilecek hallerden değildir. Hal böyle olunca; mahkeme taraflar davet edilmeksizin ve ön inceleme duruşması yapılmadan re’sen oturum açılarak karar verilmesinde isabet bulunmamaktadır.
Dava; 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 22/a maddesi uyarınca yapılan uygulama kadastrosuna itiraz niteliğindedir. Bu tür davalarda husumetin, itiraz edenin taşınmazları aleyhine yapılan tespit sonucunda, yüzölçümü artan ya da lehine ortak sınır değiştirilen taşınmazların maliklerine yöneltilmesi gerekir. Ancak; uygulama kadastrosu sonucunda lehine sınır değişikliği yapılan veya yüzölçümü artan taşınmaz veya taşınmazların bulunmaması halinde ise Kadastro Müdürlüğüne husumet yöneltilerek de dava açılabilir.
Bu hususun aydınlığa kavuşturulabilmesi için de öncelikle mahallinde keşif ve uygulama yapılarak davacıya ait taşınmazların yüzölçümlerinde oluşan azalmaların hangi nedenden kaynaklandığı uzman fen bilirkişi raporuyla yöntemince saptanmalıdır. B
u şekilde araştırma, inceleme ve uygulama yapılmadan karar verilemez. Doğru sonuca ulaşılabilmesi için; yerel bilirkişi kurulu ve taraf tanıkları ile uzman fen bilirkişi olduğu halde mahallinde keşif yapılmalıdır. Yapılacak keşifte, davacıya ait taşınmazların sınırları yerel bilirkişi kurulu ve tanık sözleri ile belirlenmeli; fen bilirkişisinden davacıya ait taşınmazların yüzölçümlerinde oluşan eksilmelerin nereden kaynaklandığını açıklayan, ilgili yönetmelik gereği davacıya ait taşınmazların sınırlarının zeminde ne şekilde bulunduğunu irdeleyen, tesis kadastrosu paftası ile uygulama kadastrosu paftasını ayrı renklerle çakıştırmalı şekilde gösteren ayrıntılı rapor alınmalıdır. Ulaşılacak sonuca göre; davacıya ait taşınmazların yüzölçümlerinde oluşan eksilmenin hesaplama yönteminden kaynaklandığının anlaşılması halinde, Kadastro Müdürlüğüne husumet yöneltilerek dava açılması yeterli görülerek davanın esastan reddine karar verilmelidir.
Davacıya ait taşınmazların yüzölçümlerinde oluşan eksilmelerin, komşu taşınmazlardan kaynaklandığının belirlenmesi halinde ise komşu parsellerin maliklerinin davaya dahil edilmesi için; davacıya ait taşınmazların yüzölçümlerinde oluşan eksilmelerin tescil harici taşınmazlardan kaynaklandığının anlaşılması halinde de Hazine ile ilgili Kamu Tüzel Kişilerinin davaya dahil edilmesi için davacıya imkan verilmelidir. Bu şekilde, Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 124. maddesi uyarınca yöntemince taraf teşkili sağlandıktan sonra, davanın esasına girilerek bir karar verilmelidir. Mahkemece açıklanan yönler göz ardı edilerek davanın husumet nedeniyle reddine karar verilmesinde isabet bulunmamaktadır. Davacının temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde bulunduğundan kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan temyiz karar harcının talep halinde davacıya iadesine, 10.12.2013 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/2081 K: 2018/6583 T: 13.11.2018
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/1015 K: 2013/745 T: 11.02.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/6034 K: 2013/6163 T: 04.06.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/112 K: 2016/6560 T: 13.06.2016
Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2013/513 K: 2013/7035 T: 24.06.2013
3402 sayılı Kanunun 22/2-a maddesi uyarınca yapılan tesbitlere karşı askı ilan süresi içinde dava açılması halinde, kadastro mahkemesi görevli olup; mahkemece yapılacak inceleme, yetersiz kadastro paftalarının yenilenmesi, yüzölçümlerinin ve teknik hataların düzeltilmesi işleminin kanun ve yönetmelik hükümlerine uygun yapılıp yapılmadığı hususlarının araştırılmasına ilişkindir. Bu davada, taşınmazların mülkiyetine ve niteliğine ilişkin bir araştırma yapılamaz. Bu taleplere yönelik açılan davalarda ise, görevli mahkeme, 6100 sayılı H.M.K.’nun 2. maddesi uyarınca genel görevli asliye hukuk mahkemeleridir.
Dava dilekçesindeki açıklamaya göre dava, 3402 sayılı Kanunun 22/2-a maddesi gereğince yapılan, kadastro haritalarının yeniden düzenlenmesi ve tapu sicilinde gerekli düzeltmelerin yapılması işlemine itiraza ilişkindir.
Mahkemece, 3402 sayılı Kanunun 22. maddesinin ikinci fıkrasının (a) bendine göre, ancak teknik çalışmalar yapılabileceği, yenileme kadastrosu nedeniyle tapu siciline geçmiş ya da geçmemiş mülkiyete ilişkin hakların inceleme konusu yapılamayacağı gibi gerekçelerle, keşif ve inceleme yapılmadan davanın reddine karar verilmiş ise de, dava dilekçesinden, davanın mülkiyet hakkına mı yoksa 3402 sayılı Kanunun 22/2-a maddesi uyarınca yapılan kadastro haritalarının yeniden düzenlenmesi ve tapu sicilinde gerekli düzeltmelerin yapılması işlemine mi yönelik olduğu veyahut her iki istemi de birlikte mi içerdiği hususları net olarak anlaşılamamaktadır.
5304 sayılı Kanunun 6. maddesi ile değişik 3402 sayılı Kanunun 22/1. maddesi uyarınca evvelce kadastrosu ve tapulaması yapılmış yerlerde yeniden kadastro çalışması yapılamaz. Ancak, yetersiz kadastro paftalarının yenilenmesi, yüzölçümlerinin ve teknik hataların düzeltilmesi amacıyla aynı maddenin 2. fıkrasının (a) bendi uyarınca, yeniden çalışma yapılabilir ve bu çalışma ikinci kadastro sayılmaz. “İkinci kez kadastro yapılamaz” hükmünün istisnası olarak düzenlenen 3402 sayılı Kanunun 22/2-a maddesi uyarınca; yapılan tesbitte, teknik sebeplerle yetersiz kalan, uygulama niteliğini kaybeden, eksikliği görülen veya zemindeki sınırları gerçeğe uygun şekilde göstermediği tesbit edilen paftalar yerine ülke koordinat sistemine uygun sayısal haritaları düzenlenerek tapu kayıtlarının düzeltilmesi sağlanır. Ancak, mülkiyet ve mülkiyetle ilgili haklar ile parselasyon, arazi toplulaştırması, ıslah, imar, sulama alanlarında arsa ve arazi düzenlemesi ve köy yerleşim haritaları yenileme çalışması bu kapsam dışındadır. 3402 sayılı Kanunun 22/2-a maddesi uyarınca yapılan yenileme kadastro çalışmaları, 5304 sayılı Kanun ile 3402 sayılı Kanuna eklenen Ek- 1/1. maddesi uyarınca, aynı Kanunun 11 inci maddesine göre ilan edilir ve ilan süresi içerisinde dava açılmayan taşınmaz malların kayıtlarında gerekli düzeltme yapılır.
Kadastro mahkemesinin genel olarak görevi, 3402 sayılı Kanunun 25. maddesinde; zaman bakımından görev ve yetkisi ise, aynı Kanunun 26. maddesinde düzenlenmiştir. Bu düzenlemelere göre kadastro mahkemeleri, dava konusu taşınmazlar hakkında tutanak düzenlenmesi halinde ve askı ilan tarihleri içinde açılacak davalarda görevlidir. Hal böyle olunca; 3402 sayılı Kanunun 22/2-a maddesi uyarınca yapılan tesbitlere karşı askı ilan süresi içinde dava açılması halinde, kadastro mahkemesi görevli olup; mahkemece yapılacak inceleme, yetersiz kadastro paftalarının yenilenmesi, yüzölçümlerinin ve teknik hataların düzeltilmesi işleminin kanun ve yönetmelik hükümlerine uygun yapılıp yapılmadığı hususlarının araştırılmasına ilişkindir. Bu davada, taşınmazların mülkiyetine ve niteliğine ilişkin bir araştırma yapılamaz. Bu taleplere yönelik açılan davalarda ise, görevli mahkeme, 6100 sayılı H.M.K.’nun 2. maddesi uyarınca genel görevli asliye hukuk mahkemeleridir.
Bu nedenle, mahkemece; Hukuk Genel Kurulunun 05.12.2012 günlü 2012/20-874 E.-1016 K. ve 2012/20-875 E.-1017 K. sayılı kararlarında da benimsediği üzere, davacı Orman Yönetimi vekiline dava dilekçesi açıklattırılıp, davanın sadece 22/2-a bendi uyarınca yapılan kadastro paftalarının yenilenmesi çalışmasına itiraza mı yoksa mülkiyete mi ilişkin olduğu veya her iki istemi de birlikte mi içerdiği hususları belirlenmeli, davanın sadece mülkiyete ilişkin olması halinde, mahkemece başkaca araştırma yapılmadan görevsizlik kararı verilmeli; yalnızca paftaların yenilenmesi işlemine itiraz veya her iki isteme de yönelik olduğu belirlendiği takdirde ise, çekişmeli parsellerin yenilemeden önceki ilk tesisinden itibaren, miktar, cins ve malik değişikliklerini, ifraz ve tevhitleri gösteren tapu kayıtları, tutanak ve haritaları ile yenilemeden sonraki çapı haritası ve tutanağı, davalı tarafın tutunduğu mahkeme kararlarına ilişkin dosya asılları getirtilerek, harita ve jeodezi uzmanı bilirkişi vasıtasıyla keşif ve inceleme yapılarak, çalışmanın 3402 sayılı Kanunun 22/2. madde (a) bendiyle, Kadastro Haritalarının Yeniden Düzenlenmesi ve Tapu Sicilinde Düzeltmelerin Yapılmasında Uyulacak Usul ve Esaslara İlişkin 26.11.2006 gün ve 26361 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Yönetmelik hükümlerine uygun yapılıp yapılmadığı saptanmalı, bu konuda bilirkişiden bilimsel verileri içeren rapor alınmalı ve toplanan delillere göre 3402 sayılı Kanunun 22/2. madde (a) bendine göre yapılan kadastro işlemine yönelik davanın esasına ilişkin bir karar verilmeli; davacı Orman Yönetiminin, çekişmeli taşınmazların kısmen orman tahdidinin içinde kaldığı iddiasıyla bu bölümün tesbitinin iptalini ve orman niteliğiyle Hazine adına tescili istemi, dava konusu parsellerin mülkiyetine yönelik bir hakka ilişkin olduğundan, bu talep yönünden görevsizliğe karar verilmelidir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2018/817 K: 2018/3126 T: 17.04.2018
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2015/11610 K: 2017/1291 T: 17.02.2017
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2012/8418 K: 2012/9541 T: 26.06.2012
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2015/175 K: 2015/654 T: 17.02.2015
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/6034 K: 2013/6163 T: 04.06.2013
Mahkemece, dava konusu taşınmazın 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 22/a maddesi gereğince yapılan uygulama kadastrosu sonucu oluşan yüzölçümü ile önceki yüzölçüm farkının hesaplama yönteminden kaynaklandığı belirtilmiş, diğer yandan Kadastro Müdürlüğü aleyhine açılan davanın husumet nedeniyle reddine karar verilmiş ise de; varılan sonuç dosya kapsamına uygun düşmediği gibi yapılan araştırma, inceleme ve uygulama hüküm vermeye yeterli bulunmamaktadır.
Dava, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 22/a maddesi gereğince yapılan uygulama kadastrosuna itiraz niteliğindedir. İlgililer tarafından, uygulama kadastrosu sonucu yapılan işlemlere karşı 30 günlük askı ilan süresi içerisinde Kadastro Mahkemesinde açılacak davada, uygulama kadastrosunun yararına olan kişi ya da kişiler hasım gösterilmek suretiyle tespite itiraz edilebilecektir. Bu tür ihtilaflarda “lehine sınır değişikliği yapılan kişi”den maksat, davacı tarafın taşınmazındaki eksilmenin aksine, taşınmazının yüzölçümü artan ya da lehine ortak sınır değiştirilen taşınmaz malikleridir. Ancak, uygulama kadastrosunun sonucunda lehine sınır değişikliği yapılan bir kişi ya da kişilerin bulunmaması halinde ise, Kadastro Müdürlüğü hasım gösterilmek suretiyle tespite itiraz edilebilecektir.
Her ne kadar mahkemece, dava konusu taşınmazın uygulama kadastrosu sonucu oluşan yüzölçümü ile önceki yüzölçüm farkının hesaplama yönteminden kaynaklandığı kabul edilmiş ise de bu hususta bir keşif yapılmamış, tesis paftası ile uygulama paftası çakıştırılmak suretiyle eksikliğin nereden kaynaklandığı teknik bilirkişilerce belirlenmeksizin, sadece uygulama tutanağının edinme sütunundaki sebeplere atıf yapılmak ve husumet esas alınmak suretiyle bir karar verilmiştir.
Bu şekilde eksik inceleme ve araştırma ile karar verilemez. O halde doğru sonuca ulaşabilmek için, yerel bilirkişi ve taraf tanıkları hazır olduğu işin esasına girilerek mahallinde yöntemine uygun şekilde keşif yapılmalı, yerel bilirkişi ve tanık sözlerine göre taşınmazın sınırları belirlenmeli, teknik bilirkişiden tesis paftası ile uygulama paftası çakıştırılmak suretiyle eksikliğin nereden kaynaklandığını gösterir rapor tanzim edilmesi istenilerek, taşınmazın uygulama kadastrosu sonucu oluşan yüzölçümü ile önceki yüzölçüm farkının hesaplama yönteminden kaynaklandığının anlaşılması halinde davanın Kadastro Müdürlüğü’ne yöneltilmiş olması yeterli görülerek davanın esastan reddine karar verilmeli; taşınmazın yüzölçümündeki eksilmenin komşu parsellerden kaynaklandığının belirlenmesi halinde komşu parsel maliklerinin, eksikliğin tescil harici taşınmazlar yönünde olduğunun anlaşılması halinde ise Hazine veya ilgili tüzel kişilerin davaya dahil edilmesi için davacı tarafa olanak verilmeli ve 6100 sayılı HMK’nın 124. maddesi uyarınca yöntemince taraf koşulu sağlandıktan sonra davanın esasına girilerek bir hüküm kurulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/15077 K: 2020/262 T: 10.02.2020
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/15077 K: 2020/262 T: 10.02.2020
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/11850 K: 2013/12844 T: 18.12.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2014/202 K: 2014/575 T: 03.02.2014
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/1015 K: 2013/745 T: 11.02.2013
Özet: Mahkemece, öncelikle denetime veri teşkil edecek ortofoto, tesis kadastrosuna ait orijinal ölçü krokisi, ilk tesis kadastrosunun yapıldığı tarihlere en yakın hava ve uydu fotoğrafları, tesis kadastrosu haritası, varsa bu haritalarda değişiklik yapan ifraz haritaları, mahkeme ilamları ile eki olan haritalar, varsa uygulama kadastrosu sırasında yararlanılan diğer haritalar gibi bilgi ve belgeler toplandıktan sonra, mahallinde yerel bilirkişiler, taraf tanıkları, harita mühendisi fen bilirkişisinin katılımı ile keşif yapılmalı, karar içeriğinde açıklanan hususlar araştırılarak sonucuna göre karar verilmelidir.
Hukuk sistemimizde, tapu siciline kayıtlı taşınmazların sınır güvenliğini, haritaların sağladığı ve haritaların mülkiyet hakkının bütünleyici parçası olduğu kabul edilmektedir. Bu nedenle, yasalarımızda, tapu kayıtlarının kapsamının belirlenmesinde, kayıtlar bir plana ve haritaya bağlanmış ise bunlara değer verilmesi gerektiği benimsenmiştir.
Ancak bu kabulün gerçekle örtüşebilmesi için, harita ve planların doğruluk derecelerinin yüksek, zemini tam yansıtır ve her zaman uygulanabilir nitelikte olması zorunlu bulunmaktadır. Bu noktada, kadastro çalışmalarının amacı da tapu sicilinin gerektirdiği yüksek güvenirlikli haritaları oluşturmak suretiyle mülkiyet hakkını korumaktır.
Ne var ki; günümüze kadar üretilen kadastral haritaların önemli bir kısmı, teknik açıdan sorunların çözümüne olanak vermediği gibi, veri kalitesi de parsel tabanlı bilgi sistemini oluşturacak, haritaların sayısallaştırılmasına imkan sağlayacak nitelikte değildir.
Dönemlere göre farklı ölçek ve koordinat sistemlerinde, farklı türlerdeki altlıklarla çizilmiş ve farklı üretim yöntemleriyle oluşturulmuş kadastral haritalardaki farklılık; başka bir ifadeyle üretilen haritaların zemindeki gerçekliği tam olarak yansıtmaması, kadastromuzun en büyük sorunlarından biridir.
İşte bu nedenlerle, teknik açıdan yetersiz kalan, uygulama niteliğini kaybeden, eksikliği görülen veya zemindeki sınırları gerçeğe uygun göstermediği anlaşılan kadastro haritalarının yenilenmesi ve uygulanabilir hale getirilmesi zorunlu olmuş; bu amaçla ilk önce 23.06.1983 tarihli 2859 sayılı Yasa uyarınca yenileme çalışmaları (yenileme kadastrosu) yapılmış, bu yasa ihtiyaca cevap vermeyince, 22.02.2005 tarih 5304 sayılı Yasa ile getirilen 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 22/a maddesi ile bu madde uyarınca 29.11.2006 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren “Kadastro Haritalarının Yeniden Düzenlenmesi ve Tapu Sicilindeki Gerekli Düzeltmelerin Yapılmasında Uygulanacak Usul ve Esaslara İlişkin Yönetmelik” hükümlerine göre çalışmalar (uygulama kadastrosu) yapılmaya başlanmıştır.
Uygulama kadastrosu yapılırken öncelikle zeminde bulunan ve ilk kadastro tarihinde de mevcut olan sabit noktalardan, aynı döneme ve öncesine ait farklı amaçlarla üretilmiş haritalar ile benzeri verilerden yararlanılarak yapılan bir dizi teknik çalışmalardan sonra tesis kadastrosu haritaları ortofoto üzerine işlenmekte, haritanın zemine uygun olmaması halinde farklılıkların nerelerden kaynaklandığı tespit edilerek ada raporu düzenlenmekte ve bundan sonra yukarıda sözü edilen yönetmelikte açıklanan ilkeler çerçevesinde taşınmazların bütün sınırları tek tek değerlendirmeye tabi tutularak ilk tesis kadastrosu sırasındaki gerçek fiili duruma ulaşılmaya çalışılarak uygulama tutanağı düzenlenmekte ve uygulama kadastrosu haritaları üretilmektedir.
Yukarıda kısaca açıklanan çalışmalar tamamlandıktan sonra uygulama tutanakları ve haritaları askı ilanına çıkarılmaktadır. Askı ilan süresi içinde açılan tespite itiraz davalarında, husumet yöneltilmesi gereken davalı, davacıya ait taşınmazda eksilmeye ya da sınır değişikliğine sebep olan komşu parsel malikleridir.
Uygulama kadastrosuna itiraz davaları, uygulama faaliyetinin yöntemine uygun yapılıp yapılmadığının denetlenmesine yönelik davalardır. Bu nedenle, nasıl bir araştırma yapılması gerektiği hususu önem taşımaktadır. Yukarıda yer alan açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, uygulama kadastrosu, önemli oranda bir mühendislik faaliyetidir.
Hal böyle olunca mahkemece, öncelikle denetime veri teşkil edecek ortofoto, tesis kadastrosu haritası, varsa bu haritada değişiklik yapan ifraz haritaları, mahkeme ilamları ve eki olan haritalar, varsa uygulama kadastrosu sırasında yararlanılan diğer haritalar gibi bilgi ve belgelerin toplanması gerekmektedir.
Bundan sonra mahallinde, yerel bilirkişiler, taraf tanıkları ve harita mühendisi fen bilirkişisinin katılımı ile keşif yapılmalı; keşif sırasında yerel bilirkişi ve tanıklardan ilk tesis kadastrosu sırasında da zeminde mevcut olan sabit sınır ya da yapılar bulunup bulunmadığı sorularak varsa yerleri fen bilirkişisine işaretlettirilmeli, fotoğrafları çekilmeli, fen bilirkişisinden uygulama kadastrosuna esas teşkil eden bilgi ve belgeler ile bilirkişi ve tanık anlatımlarından yararlanarak uygulama kadastrosunu denetlemesi istenmelidir.
Fen bilirkişi raporunda, ilk tesis kadastrosunun hangi yöntem ve tekniklerle yapıldığı, uygulanan yöntemlerin hata paylarının ne olduğu, üretilen haritaların zeminle uyumsuz bulunması halinde farklılığın nereden ve hangi sebeplerden kaynaklandığı, uygulama kadastrosu sonucu tespit edilen yeni sınırların yönetmelik hükümlerine uygun olarak tespit edilip edilmediği, uygulama kadastrosunda hata yapılmış ise doğru sınır ve haritanın nasıl olması gerektiği gibi hususlar ve “ada raporu” ile “uygulama tutanağı ve haritasını” irdeler şekilde, teknik ve bilimsel verilere dayalı ayrıntılar yer almalı; ayrıca birincisi, ortofoto üzerinde ilk tesis kadastrosuna ait harita ile uygulama haritasını ada bazında, ikincisi çekişmeli taşınmazlar ve komşularını kapsar bazda ve üçüncüsü ise ilk tesis kadastro haritası ile çekişmeli taşınmazların zeminini çakıştırır bazda en az üç adet harita düzenlenmesi ve uygulama haritasında yanlışlık varsa, doğru sınırları gösterir harita tanzim edilmesi istenmelidir.
Açıklanan yönteme uygun inceleme ve araştırma yapıldıktan sonra tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna göre bir karar verilmeli; değerlendirme yapılırken uygulama kadastrosunun amacının mülkiyet ihtilaflarını çözmek olmadığı ve mülkiyet uyuşmazlıklarının uygulama kadastrosuna ilişkin davalarda tartışma konusu yapılamayacağı göz önünde bulundurulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/16240 K: 2020/2056 T: 17.06.2020
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/2081 K: 2018/6583 T: 13.11.2018
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/6034 K: 2013/6163 T: 04.06.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/112 K: 2016/6560 T: 13.06.2016
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2012/6961 K: 2012/11314 T: 24.12.2012
Özet: mahkemece, öncelikle denetime veri teşkil edecek ortofoto, tesis kadastrosuna ait orijinal ölçü krokisi, ilk tesis ‘kadastrosunun yapıldığı tarihlere en yakın hava fotoğrafları, uydu fotoğrafları, tesis kadastrosu haritası, varsa bu haritalarda değişiklik yapan ifraz haritaları, mahkeme ilamları ile eki olan haritalar, varsa uygulama kadastrosu sırasında yararlanılan diğer haritalar gibi bilgi ve belgelerin toplanması gerekmektedir.
3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 22/a maddesi uyarınca yapılan uygulama kadastrosu sırasında, A… Mahallesi çalışma alanında bulunan ve E… Hatun Vakfı adına tapuda kayıtlı bulunan eski 628 parsel sayılı 4.100 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz, 5869 ada 40 parsel numarasıyla ve 3.342,35 metrekare, Türkan ve müşterekleri adına tapuda kayıtlı bulunan eski 629 parsel sayılı 8.100 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz, 5869 ada 39 parsel numarasıyla ve 9.715,04 metrekare, Mahmut adına tapuda kayıtlı eski 624 parsel sayılı 4.550 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz ise 5859 ada 48 parsel numarasıyla ve 4.614,77 metrekare yüzölçümlü olarak tespit edilmiştir.
Davacı Vakıflar İdaresi, uygulama kadastrosu sırasında Vakfa ait taşınmazın yüzölçümünün eksiltildiği ve eksilmenin komşu 5869 ada 39 ve 48 parsel sayılı taşınmazlardan kaynaklandığı iddiasına dayanarak dava açmıştır. Mahkemece yapılan yargılama sonunda, davanın reddine ve 5869 ada 39, 40 ve 48 parsel sayılı taşınmazların uygulama kadastrosu tespiti gibi tapuya tesciline karar verilmiş; hüküm, davacı Vakıflar İdaresi vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Tapu siciline kayıtlı taşınmazların kapsamlarını gösteren haritalar, mülkiyet hakkının bütünleyici parçası ve koruyucusudur. Ancak bu kabulün gerçekle örtüşebilmesi için, harita ve planların doğruluk derecelerinin yüksek, zeminle tam uyumlu ve her zaman uygulanabilir nitelikte olması zorunludur.
Kadastro çalışmalarının amacı da tapu sicilinin gerektirdiği yüksek güvenirlikli haritaları oluşturmak suretiyle mülkiyet hakkını korumaktır. Ne var ki; günümüze kadar üretilen kadastral haritaların önemli bir kısmı, teknik açıdan sorunların çözümüne olanak vermediği gibi, veri kalitesi de parsel tabanlı bilgi sistemini oluşturacak, haritaların sayısallaştırılmasına imkan sağlayacak nitelikte değildir.
Dönemlere göre farklı ölçek ve koordinat sistemlerinde, farklı türlerdeki altlıklarla çizilmiş ve farklı üretim yöntemleriyle oluşturulmuş kadastral haritalardaki farklılık; başka bir ifadeyle üretilen haritaların zemindeki gerçekliği tam olarak yansıtmaması, kadastromuzun en büyük sorunlarından biridir.
22.02.2005 tarih 5304 sayılı Yasa ile getirilen 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 22/a maddesi ve bu madde uyarınca 29.11.2006 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren “Kadastro Haritalarının Yeniden Düzenlenmesi ve Tapu Sicilindeki Gerekli Düzeltmelerin Yapılmasında Uygulanacak Usul ve Esaslara İlişkin Yönetmelik” hükümlerine göre yapılan uygulama kadastrosunun amacı, teknik açıdan yetersiz kalan, uygulama niteliğini kaybeden, eksikliği görülen veya zemindeki sınırları gerçeğe uygun göstermediği anlaşılan kadastro haritalarının yenilenmesi ve uygulanabilir hale getirilmesidir.
Uygulama kadastrosunun amacı, mülkiyet ihtilaflarını canlandırmak ve çözmek değil; tesis kadastrosu sırasında yapılan teknik hataların belirlenerek giderilmesi ve haritaların zeminle uyumlu, uygulanabilir, teknik ihtiyaçlara cevap verir ve güvenli hale getirilmesidir.
Uygulama kadastrosu yapılırken, ilk kadastro sırasında da zeminde mevcut olduğu anlaşılan sabit noktalar ile aynı döneme ya da öncesine ait farklı amaçlarla üretilmiş harita ve benzeri verilerden yararlanılmakta, tesis kadastrosu haritaları ortofoto üzerine işlenmekte, haritanın zemine uygun olmaması halinde farklılıkların nerelerden kaynaklandığının analizleri yapılıp sebepler tespit edilerek ada raporu düzenlenmekte ve bundan sonra yukarıda sözü edilen yönetmelikte açıklanan ilkeler çerçevesinde taşınmazların bütün sınırları tek tek değerlendirmeye tabi tutularak tesis kadastrosu sırasındaki gerçek fiili duruma ulaşılmaya çalışılıp, uygulama tutanağı düzenlenmekte ve uygulama kadastrosu haritaları üretilmektedir.
Uygulama kadastrosuna itiraz davaları, özü itibariyle uygulama faaliyetinin yukarıda açıklanan ilke ve yöntemlere göre yapılıp yapılmadığının denetlenmesini zorunlu kılan davalardır. Bu nedenle, ihtilafın çözümü için nasıl bir araştırma yapılması gerektiği hususu önem taşımaktadır. Yukarıda yer alan açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, uygulama kadastrosu, önemli oranda bir mühendislik faaliyetidir.
Hal böyle olunca mahkemece, öncelikle denetime veri teşkil edecek ortofoto, tesis kadastrosuna ait orijinal ölçü krokisi, ilk tesis ‘kadastrosunun yapıldığı tarihlere en yakın hava fotoğrafları, uydu fotoğrafları, tesis kadastrosu haritası, varsa bu haritalarda değişiklik yapan ifraz haritaları, mahkeme ilamları ile eki olan haritalar, varsa uygulama kadastrosu sırasında yararlanılan diğer haritalar gibi bilgi ve belgelerin toplanması gerekmektedir. Bundan sonra mahallinde, yerel bilirkişiler, taraf tanıkları ve harita mühendisi fen bilirkişisinin katılımı ile keşif yapılmalı; keşif sırasında yerel bilirkişi ve tanıklardan tesis kadastrosu sırasında da zeminde mevcut olan sabit sınır ya da yapılar bulunup bulunmadığı sorularak varsa yerleri fen bilirkişisine işaretlettirilmeli, fotoğrafları çekilmeli, fen bilirkişisinden uygulama kadastrosuna esas teşkil eden bilgi ve belgeler, hava fotoğrafları, uydu fotoğrafları ve memleket haritaları ile bilirkişi ve tanık anlatımlarından yararlanarak uygulama kadastrosunu denetlemesi istenmelidir. Fen bilirkişi raporunda, tesis kadastrosunun hangi yöntem ve tekniklerle yapıldığı, uygulanan yöntemlerin hata paylarının ne olduğu, üretilen haritaların yüzölçümleri ya da sınırları itibariyle zeminle uyumsuz bulanması halinde farklılığın nereden ve hangi sebeplerden kaynaklandığı, uygulama kadastrosu sonucu tespit edilen yeni sınırların yönetmelik hükümlerine uygun olarak tespit edilip edilmediği, uygulama kadastrosunda hata yapılmış ise doğru sınır ve haritanın nasıl olması gerektiği gibi hususlar bilimsel yöntemlerle açıklanmalı; raporda, “ada raporu” ile “uygulama tutanağı ve haritasını” irdeler şekilde, teknik ve bilimsel verilere dayalı ayrıntılara yer verilmelidir.
Ayrıca fen bilirkişisinden, birincisi “ada bazında” İkincisi, “çekişmeli taşınmazlar ile komşularını daha büyük ölçekle kapsar bazda” ve üçüncüsü ise “çekişmeli taşınmazı daha yakın planda gösterecek bazda” “ortofoto üzerinde tesis kadastrosuna ait harita ile uygulama haritasını” çakıştırır tarzda en az üç adet harita düzenlenmesi ve uygulama haritasında yanlışlık varsa, doğru sınırları göstermesi istenmelidir.
Bundan sonra tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna göre bir karar verilmeli; değerlendirme yapılırken uygulama kadastrosunun amacının mülkiyet ihtilaflarını çözmek olmadığı ve mülkiyet uyuşmazlıklarının uygulama kadastrosuna ilişkin davalarda tartışma konusu yapılamayacağı göz önünde bulundurulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/15077 K: 2020/262 T: 10.02.2020
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/15077 K: 2020/262 T: 10.02.2020
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/11850 K: 2013/12844 T: 18.12.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2014/202 K: 2014/575 T: 03.02.2014
Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2012/8418 K: 2012/9541 T: 26.06.2012
Özet: Mahkeme gerekçesinde de kabul edildiği gibi, yetersiz kadastro paftalarının yenilenmesi, yüzölçümlerinin ve teknik hataların düzeltilmesi işleminin yasa ve yönetmelik hükümlerine uygun yapılmadığı savıyla açılan davada kadastro mahkemesi görevli olup taşınmazın mülkiyetine ve niteliğine ilişkin davalarda görevli değildir.
Dava dilekçesindeki açıklamaya göre, dava; 3402 sayılı Yasanın 22/2-a maddesi gereğince yapılan kadastro haritalarının yeniden düzenlenmesi ve tapu sicilinde gerekli düzeltmelerin yapılması işlemine itiraza ilişkindir
Mahkemece, 3402 sayılı Yasanın 22. maddesinin ikinci fıkrasının (a) bendine göre, ancak teknik çalışmalar yapılabileceği, yenileme kadastrosu nedeniyle tapu siciline geçmiş ya da geçmemiş mülkiyete ilişkin hakların inceleme konusu yapılamayacağı gerekçeleriyle, keşif ve inceleme yapılmadan davanın reddine karar verilmişse de, 5304 sayılı Yasanın 6. maddesi ile değişik 3402 sayılı Kanunun 22. maddesinin ikinci fıkrasının (a) bendi gereğince “Tapulama, kadastro veya değişiklik işlemlerine ilişkin; sınırlandırma, ölçü, çizim ve hesaplamalardan kaynaklanan hataları gidermek üzere uygulama niteliğini kaybeden, teknik nedenlerle yetersiz kalan, eksikliği görülen veya zemindeki sınırları gerçeğe uygun göstermediği tespit edilen kadastro haritalarının tekrar düzenlenmesi ve tapu sicilinde gerekli düzeltmelerin sağlanması amacıyla tapulama ve kadastro görmüş yerlerde, birinci fıkra hükmü uygulanmaz.” Aynı maddenin üçüncü fıkrası uyarınca da, “İkinci fıkranın (a) bendinin uygulanacağı alanlar Tapu ve Kadastro Genel Müdürünün onayı ile belirlenir ve çalışmalara başlanmadan en az onbeş gün önce çalışma alanında, bölge merkezinde ve bölgenin bağlı olduğu il merkezinde alışılmış vasıtalarla duyurulur, ayrıca varsa yerel gazete ile ilan edilir. Yapılacak çalışmalarda 2, 4, 14, 17, 19 ve 21 inci maddeleri ile 13 üncü maddenin (B) ve 20 nci maddenin (B), (C) ve (D) bentleri hükümleri uygulanmaz”.
Kadastro mahkemesinin genel olarak görevi, 3402 sayılı Yasanın 25. maddesinde, zaman bakımından görev ve yetkisi ise, aynı Yasanın 27. maddesinde düzenlenmiştir. Kadastro Haritalarının Yeniden Düzenlenmesi ve Tapu Sicilinde Gerekli Düzeltmelerin Yapılmasında Uyulacak Usul ve Esaslara İlişkin Yönetmeliğin 35. maddesinde de ”Uygulamalara karşı askı ilan süresi içerisinde kadastro mahkemesinde dava açmak suretiyle itiraz edilebilir” hükmü yer almaktadır. 3402 sayılı Yasanın 22/2-a maddesi gereğince yapılan tespitte, taşınmazın mülkiyeti, çapı ve yüzölçümü tartışma konusu edilemez. Bu işlemde, uygulama kabiliyeti bulunmayan ve harita tekniğine uymayan haritalar yerine, ülke koordinat sistemine uygun sayısal haritaları düzenlenerek, bu tespitin kesinleşmesi halinde tapu malikleri adına tapuya tescil edilir.
Mahkeme gerekçesinde de kabul edildiği gibi, yetersiz kadastro paftalarının yenilenmesi, yüzölçümlerinin ve teknik hataların düzeltilmesi işleminin yasa ve yönetmelik hükümlerine uygun yapılmadığı savıyla açılan davada kadastro mahkemesi görevli olup taşınmazın mülkiyetine ve niteliğine ilişkin davalarda görevli değildir. Somut olayda, Orman Yönetimi çekişmeli taşınmazın yenilemeden önceki haliyle orman vasfında olduğunu, çekişmeli parselin tespitinin iptalini ve orman niteliğiyle Hazine adına tescilini istediğine ve dava dilekçesi aynı zamanda mülkiyete ilişkin bir istem içerdiğine göre, mülkiyete ve tasarrufa ilişkin bu davada genel mahkeme görevlidir. Ancak, dava aynı zamanda 3402 sayılı Yasanın 22/2-a maddesi ve ilgili yönetmelik hükümlerine göre yapılan teknik çalışmaya itiraz niteliği taşıdığından, çalışmanın yasa ve yönetmelik hükümlerine uygun yapılıp yapılmadığı yöntemince araştırılmalı ve bu yönde olumlu ya da olumsuz bir karar verilmelidir.
Bu nedenle; mahkemece, çekişmeli parselin yenilemeden önceki tutanak ve haritaları ile yenilemeden sonraki çapı, haritası ve tutanağı getirtilerek, harita ve jeodezi uzmanı bilirkişi vasıtasıyla keşif ve inceleme yapılarak, çalışmanın 3402 sayılı Yasanın 22/2-a maddesiyle, 07.02.2011 gün ve 243 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Kadastro Haritalarının Yeniden Düzenlenmesi ve Tapu sicilinde Düzeltmelerin Yapılmasında Uyulacak Usul ve Esaslara İlişkin Yönetmelik hükümlerine uygun yapılıp yapılmadığı saptanmalı, bu konuda bilirkişiden bilimsel verileri içeren rapor alınmalı, yapılan çalışmaların yasa ve yönetmelik hükümlerine aykırı olduğu belirlenirse, bu aykırılıklar giderilerek hüküm kurulmalı, çalışmanın yasa ve yönetmelik hükümlerine uygun yapıldığı saptanırsa, Orman Yönetiminin bu yöne temas eden davasının reddine karar verilmeli; dava dilekçesinde aynı zamanda taşınmazın orman vasfında olduğu iddia edildiğinden, bu davada kadastro mahkemesinin görevli olmadığı gözetilerek, mülkiyete ilişkin bu dava yönünden görevsizliğe karar verilmelidir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2018/817 K: 2018/3126 T: 17.04.2018
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2016/2510 K: 2017/7607 T: 11.10.2017
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2013/513 K: 2013/7035 T: 24.06.2013
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2015/16478 K: 2017/1025 T: 09.02.2017
Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2015/11610 K: 2017/1291 T: 17.02.2017
Özet: Kadastro mahkemesinin, yetersiz kadastro paftalarının yenilenmesi, yüzölçümlerinin ve teknik yanlışlıkların tashihi işleminin yasa ve yönetmeliklere aykırı yapıldığı düşüncesiyle açılan davada görevli olduğu, taşınmazın mülkiyetine ve mahiyetine yönelik davalarda ise görevli olmadığı, diğer taraftan uygulama kadastrosunun amacının mülkiyet uyuşmazlıklarını canlandırmak ve gidermek olmayıp, tesis kadastrosu sırasında yapılan teknik yanlışlıkları belirleyerek gidermek ve kadastro, paftalarını zeminle uyumlu, uygulanabilir, teknik ihtiyaçlara cevap verir ve güvenli duruma getirmek olduğu, yöntemine uygun yapılmayan uygulama kadastrosunun mülkiyete ilişkin kazanılmış hakların ihlaline neden olacağı gözetilmelidir.
Dava dilekçesindeki açıklamaya göre dava 3402 sayılı Kadastro Kanununun 22/2-a maddesi gereğince yapılan kadastro uygulama çalışmalarına itiraz, tapu iptali ve tescil istemlerine ilişkindir.
Çekişmeli taşınmazın bulunduğu yörede 1992 yılında kesinleşen genel arazi kadastrosu, 05.07.2013 tarihinde ilan edilmiş 22/2-a uygulaması bulunmaktadır. Mahkemece yapılan araştırma ve inceleme hükme yeterli değildir.
Şöyleki; 5304 sayılı Kanunun 6. maddesi ile değişik 3402 sayılı Kanunun 22. maddesinin ikinci fıkrasının (a) bendi gereğince, “Tapulama, kadastro veya değişiklik işlemlerine ilişkin; sınırlandırma, ölçü, çizim ve hesaplamalardan kaynaklanan hataları gidermek üzere uygulama niteliğini kaybeden, teknik nedenlerle yetersiz kalan, eksikliği görülen veya zemindeki sınırları gerçeğe uygun göstermediği tespit edilen kadastro haritalarının tekrar düzenlenmesi ve tapu sicilinde gerekli düzeltmelerin sağlanması amacıyla tapulama ve kadastro görmüş yerlerde, birinci fıkra hükmü uygulanmaz”. Aynı maddenin üçüncü fıkrası uyarınca da, “İkinci fıkranın (a) bendinin uygulanacağı alanlar Tapu ve Kadastro Genel Müdürünün onayı ile belirlenir ve çalışmalara başlanmadan en az onbeş gün önce çalışma alanında, bölge merkezinde ve bölgenin bağlı olduğu il merkezinde alışılmış vasıtalarla duyurulur; ayrıca, varsa yerel gazete ile ilan edilir. Yapılacak çalışmalarda 2, 4, 14, 17, 19 ve 21. maddeler ile 13. maddenin (B) ve 20. maddenin (B), (C) ve (D) bentleri hükümleri uygulanmaz”.
Kadastro mahkemesinin genel olarak görevi 3402 sayılı Kanunun 25. maddesinde zaman bakımından görev ve yetkisi ise aynı Kanunun 27. maddesinde düzenlenmiştir. 3402 sayılı Kanunun 22/2-a maddesi gereğince yapılan tesbitte taşınmazın mülkiyeti, çapı ve yüzölçümü tartışma konusu edilemez, bu işlemde uygulama kabiliyeti bulunmayan ve harita tekniğine uymayan haritalar yerine, ülke koordinat sistemine uygun sayısal haritaları düzenlenerek, bu tesbitin kesinleşmesi halinde tapu malikleri adına tapuya tescil edilir.
Yetersiz kadastro paftalarının yenilenmesi, yüzölçümlerinin ve teknik hataların düzeltilmesi işleminin kanun ve yönetmelik hükümlerine uygun yapılmadığı savıyla açılan davada kadastro mahkemesi görevli olup, taşınmazın mülkiyetine ve niteliğine ilişkin davalarda kadastro mahkemesi görevli değildir.
Somut olayda da davacının 3402 sayılı Kadastro Kanununun 22/2-a maddesi gereğince yapılan kadastro uygulama çalışmalarına itirazın yanında ve tapu iptali ve tescil istemininde bulunduğu anlaşıldığından mahkemece öncelikli olarak uygulama kadastrosunun usulüne uygun yapılıp yapılmadığı incelenmeli sonucuna göre tapu iptali ve tescil istemi değerlendirilmelidir.
Uygulama kadastrosunun amacı, teknik açıdan yetersiz kalan, uygulama niteliğini kaybeden, eksikliği görülen veya zemindeki sınırları gerçeğe uygun göstermediği anlaşılan kadastro haritalarının yenilenmesi ve uygulanabilir hale getirilmesidir. Uygulama kadastrosunun amacı, mülkiyet ihtilaflarını canlandırmak ve çözmek değil; tesis kadastrosu sırasında yapılan teknik hataları belirleyerek gidermek ve kadastro paftalarını zeminle uyumlu, uygulanabilir, teknik ihtiyaçlara cevap verir ve güvenli hale getirmektir. Uygulama kadastrosu yapılırken, ilk kadastro sırasında da zeminde mevcut olduğu anlaşılan sabit noktalar ile aynı döneme ya da öncesine ait farklı amaçlarla üretilmiş harita ve benzeri verilerden yararlanılmakta, tesis kadastrosu haritaları ortofoto üzerine işlenmekte, düzenlenecek ada raporunda, haritanın zemine uygun olmaması halinde farklılıkların nerelerden kaynaklandığı gösterilerek, varsa hataların nasıl giderildiği açıklanmakta ve bundan sonra yönetmelikte açıklanan ilkeler çerçevesinde taşınmazların bütün sınırları tek tek değerlendirmeye tabi tutularak ilk tesis kadastrosu sırasındaki gerçek fiili duruma ulaşılmaya çalışılıp, her bir parsel hakkında uygulama tutanağı düzenlenerek uygulama kadastrosu paftaları üretilmektedir. Uygulama kadastrosuna itiraz davaları, özü itibariyle uygulama faaliyetinin yukarıda açıklanan ilke ve yöntemlere göre yapılıp yapılmadığının denetlenmesini zorunlu kılan davalardır. Yöntemine uygun yapılmayan uygulama kadastrosu, mülkiyete ilişkin kazanılmış hakların ihlali sonucunu doğurur. Bu nedenle, uygulama kadastrosundan kaynaklanan ihtilafın çözümü için nasıl bir araştırma yapılması gerektiği hususu önem taşımaktadır. Yukarıda yer alan açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, uygulama kadastrosu, önemli oranda bir mühendislik faaliyetidir. Bu nedenlerle doğru sonuca ulaşabilmek için mahkemece, dava konusu taşınmazlara ait uygulama kadastrosu tutanaklarının ve komşu taşınmazlara ait uygulama kadastrosu tutanaklarının örnekleri, çekişmeli taşınmazların ilk tesis kadastrosuna ait kadastro tutanakları, kadastro sonucu oluşan tapu kaydı ile tüm tedavülleri, ilk tesis kadastrosuna ait ölçü krokisi ve hesap çizelgesi, denetime veri teşkil edecek ortofoto, tesis kadastrosunun yapıldığı tarihlere en yakın tarihlerde çekilmiş hava fotoğrafları, uydu fotoğrafları, tesis kadastrosu paftası, varsa kadastrodan sonra tapuda yapılan ifrazlara ilişkin ifraz haritaları ile kadastrodan sonra sınırlarda değişiklik yapan mahkeme ilamları ve eki olan haritalar, uygulama kadastrosu sırasında yararlanıldığı belirlenen diğer haritalar gibi bilgi ve belgeler toplanmalı ve bu şekilde dosya keşfe hazır hale getirilmelidir. Bundan sonra mahallinde, harita ya da jeodezi mühendisi fen bilirkişi, yerel bilirkişiler ve taraf tanıklarının katılımı ile keşif yapılmalı; keşif sırasında yerel bilirkişi ve tanıklardan tesis kadastrosu sırasında da zeminde mevcut olan sabit sınır ya da yapılar bulunup bulunmadığı sorularak varsa yerleri fen bilirkişisine işaretlettirilmeli, fotoğrafları çekilmeli, fen bilirkişisinden uygulama kadastrosuna esas teşkil eden bilgi ve belgeler, ortofoto, hava fotoğrafları, uydu fotoğrafları ve memleket haritaları ile bilirkişi ve tanık anlatımlarından yararlanarak uygulama kadastrosunu denetlemesi istenmelidir. Alınacak fen bilirkişi raporunda, ilk tesis kadastrosunun hangi yöntem ve tekniklerle yapıldığı, uygulanan yöntemlerin hata paylarının ne olduğu, üretilen haritaların yüzölçümleri ya da sınırları itibariyle zeminle uyumsuz bulunması halinde farklılığın nereden ve hangi sebeplerden kaynaklandığı, uygulama kadastrosu sonucu tespit edilen yeni sınırların yönetmelik hükümlerine uygun olarak tespit edilip edilmediği, uygulama kadastrosunda hata yapılmış ise doğru sınır ve haritanın nasıl olması gerektiği gibi hususlar bilimsel yöntemlerle ve denetime elverişli olacak şekilde açıklanmalı; raporda, “ada raporu” ile “uygulama tutanağı ve haritasını” irdeler şekilde, teknik ve bilimsel verilere dayalı ayrıntılara yer verilmelidir. Ayrıca fen bilirkişisinden, birincisi “ada bazında”, ikincisi “çekişmeli taşınmazlar ile komşularını daha büyük ölçekle kapsar bazda” ve üçüncüsü ise “çekişmeli taşınmazı daha yakın planda gösterecek bazda” “hava fotoğrafı, uydu fotoğrafı ve varsa ortofoto üzerinde tesis kadastrosuna ait harita ile uygulama haritasını” çakıştırır tarzda en az üç adet harita düzenlenmesi ve uygulama haritasında yanlışlık varsa, doğru sınırları göstermesi istenmelidir. Şayet yapılan çalışmaların yasa ve yönetmelik hükümlerine aykırı olduğu belirlenirse, bu aykırılıkları giderecek hüküm kurulmalıdır, şayet çalışmanın kanun ve yönetmelik hükümlerine uygun yapıldığı saptanırsa, davacının bu yöne temas eden davasının reddine karar verilmeli ve dava dilekçesinde aynı zamanda tapu iptali ve tescil isteminde de bulunulduğundan kadastro mahkemesinin görevli olmadığı gözetilerek, tasarrufa ilişkin bu dava yönünden mahkemenin görevsizliğine ve dosyanın görevli asliye hukuk mahkemesine gönderilmesine karar verilmelidir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2018/817 K: 2018/3126 T: 17.04.2018
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2016/2510 K: 2017/7607 T: 11.10.2017
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2012/8418 K: 2012/9541 T: 26.06.2012
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2015/175 K: 2015/654 T: 17.02.2015
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/470 K: 2017/544 T: 22.03.2017
Özet: Uyuşmazlık, uygulama kadastro çalışmaları sonucu davacının taşınmazının yüzölçümünde ortaya çıkan eksikliğin hesaplama yönteminden mi yoksa komşu parsellerin hangisindeki artıştan kaynaklandığı belirlenmeden sadece Kadastro Müdürlüğüne husumet yöneltilip yöneltilmeyeceği
Dava uygulama kadastrosuna itiraz istemine ilişkindir. Davacı şirket temsilcisi, uygulama kadastrosu sırasında şirkete ait taşınmazın yüzölçümünün eksildiği ve eksikliğin komşu 218, 317, 320, 337 ve 350 parsel sayılı taşınmazlar ile tespit harici bırakılan alanların yüzölçümlerinin artırılmasından kaynaklandığını ileri sürerek Kadastro Müdürlüğünü davalı göstermek suretiyle yüzölçümü eksik tespit edilen taşınmazının aynı parsel altında önceki yüzölçümüne tamamlatılmasını talep etmiştir.
Davalı Kadastro Müdürlüğü davaya cevap vermemiştir. Mahkemece, davalı olarak gösterilen Kadastro Müdürlüğünün taraf sıfatının bulunmadığı, ıslah yolu ile dahi hasım değiştirilmesine yasal olanak bulunmadığından yanlış hasım ile açılan davaya tespit malikinin dahil edilmesi suretiyle devam edilmesinin mümkün olmadığı gerekçesiyle davanın husumet yokluğu nedeniyle reddine karar verilmiştir.
Davacı şirket temsilcisinin temyizi üzerine hüküm Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde açıklanan gerekçelerle bozulmuştur. Yerel mahkemece önceki karardaki gerekçeler tekrar edilmek suretiyle direnme kararı verilmiştir. Direnme kararını davacı vekili temyize getirmektedir.
Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, uygulama kadastro çalışmaları sonucu davacının taşınmazının yüzölçümünde ortaya çıkan eksikliğin hesaplama yönteminden mi yoksa komşu parsellerin hangisindeki artıştan kaynaklandığı belirlenmeden sadece Kadastro Müdürlüğüne husumet yöneltilip yöneltilmeyeceği noktasında toplanmaktadır.
22.02.2005 tarih 5304 sayılı Yasa ile getirilen 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 22/a maddesi ve bu madde uyarınca 29.11.2006 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren Kadastro Haritalarının Yeniden Düzenlenmesi ve Tapu Sicilindeki Gerekli Düzeltmelerin Yapılmasında Uygulanacak Usul ve Esaslara İlişkin Yönetmelik hükümlerine göre yapılan uygulama kadastrosunun amacı; tapulama, kadastro veya değişiklik işlemlerine ilişkin; sınırlandırma, ölçü, çizim ve hesaplamalardan kaynaklanan hataları gidermek; uygulama niteliğini kaybeden, teknik nedenlerle yetersiz kalan, eksikliği görülen veya zemindeki sınırları gerçeğe uygun göstermediği tespit edilen kadastro haritalarını yeniden üretip ve tapu sicilinde gerekli düzeltmelerin yapılmasını sağlamaktır.
Uygulama kadastrosuna itiraz davaları, uygulama kadastrosu faaliyetinin yöntemine uygun yapılıp yapılmadığının denetlenmesine yönelik davalardır. Uygulama kadastrosunda, tesis kadastrosu sırasında yapılan teknik hataların belirlenerek haritaların zeminle uyumlu, teknik ihtiyaçlara cevap verir şekilde güvenli hale getirilmesi amaçlanır.
Uygulama kadastro çalışmaları tamamlandıktan sonra uygulama tutanakları ve haritaları askı ilanına çıkarılmaktadır. Askı ilan süresi içinde açılan tespite itiraz davalarında kural olarak davalı, uygulama kadastrosu lehine olan kişi ya da kişiler, başka bir anlatımla davacı taşınmazının yüzölçümündeki eksilmenin aksine taşınmazının yüzölçümü artan ya da lehine ortak sınır değiştirilen komşu taşınmaz malikleridir. Ne var ki davacıya ait taşınmazın fiili sınırları, tesis kadastrosu sınırları ve uygulama kadastrosu sınırlarının tam olarak çakıştığı halde ilk tesis ve uygulama kadastrolarındaki yüzölçümlerinde farklılık bulunması durumunda davacı aleyhine sınırında değişiklik olan komşu parsel maliki bulunmadığından, davanın Kadastro Müdürlüğüne karşı görülüp sonuçlandırılması gerekmektedir.
Yukarıda anlatılan ilkeler ışığında eldeki davanın geldiği aşama itibariyle somut olay değerlendirildiğinde; davacı taşınmazının uygulama kadastrosu sonucu oluşan yüzölçümü ile tesis kadastrosundaki yüzölçüm farkının hesaplama yönteminden kaynaklanıp kaynaklanmadığı hususunun davacı tarafından bilinmesi mümkün olmayıp, uygulama kadastro çalışmaları özü itibariyle önemli oranda mühendislik faaliyeti gerektirdiğinden bu durum ancak teknik inceleme sonucu anlaşılmaktadır.
O halde yerel mahkemece mahallinde keşif yapılarak teknik bilirkişiden tesis kadastro paftası ile uygulama paftası çakıştırılmak suretiyle davacı parselindeki eksilmenin nereden kaynaklandığını gösterir rapor alınmalı, bilirkişi raporunda taşınmazın yüzölçümü artan ya da lehine ortak sınır değiştirilen komşu taşınmaz bulunduğu takdirde komşu parsel maliklerinin, tespit harici taşınmazlar yönünden ise Hazine veya ilgili kamu tüzel kişilerin 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun (HMK) 124. maddesi uyarınca davaya dahil edilmesi için davacı tarafa imkan tanınmalı, davanın yüzölçüm farkının hesaplama yönteminden kaynaklandığının anlaşılması halinde ise Kadastro Müdürlüğüne karşı yürütülerek hasıl olacak sonuca göre karar verilmelidir.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında Özel Daire bozma kararının HMK’nın 124. maddesindeki yasal düzenlemeye uygun olmadığı, iradi taraf değişikliği ile davalı tarafın belirlenmesi ve bu aşamadan sonra komşu taşınmaz maliklerinin davada yer almasının sağlanmasının, 6100 sayılı HMK’nın 25. maddesinde düzenlenen “taraflarca getirilme ilkesi”, 26. maddesinde düzenlenen “ Taleple bağlılık ilkesi”, 27. maddesinde düzenlenen “ Hukuki dinlenme hakkı” ve aynı yasanın 30. maddesi ile düzenlenen “ Usul ekonomisi ilkesi”ne aykırı olduğu ileri sürülmüş ise de bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.
Hal böyle olunca Yerel mahkemece Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2008/15-28 K: 2008/88
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/14-829 K: 2002/1003 T: 20.11.2002
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1-262 K: 1999/257 T.5.5.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/7-174 K: 2004/161 T: 24.3.2004
Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2016/2510 K: 2017/7607 T: 11.10.2017
Özet: Yetersiz kadastro paftalarının yenilenmesi, yüzölçümlerinin ve teknik hataların düzeltilmesi işleminin kanun ve yönetmelik hükümlerine uygun yapılmadığı düşüncesiyle açılan davada kadastro mahkemesinin görevli olduğu, taşınmazın mülkiyetine ve niteliğine yönelik davalarda ise görevli olmadığı gözetilmelidir.
Dava, 3402 sayılı Kanunun 22/2-a maddesi gereğince yapılan yenileme çalışmalarına itiraz davasıdır.
Kadastro mahkemesinin genel olarak görevi, 3402 sayılı Kanunun 25. maddesinde, zaman bakımından görev ve yetkisi ise aynı Kanunun 27. maddesinde düzenlenmiştir. Kadastro Haritalarının Yeniden Düzenlenmesi ve Tapu Sicilinde Gerekli Düzeltmelerin Yapılmasında Uyulacak Usul ve Esaslara İlişkin Yönetmeliğin 35. maddesinde de “Uygulamalara karşı askı ilan süresi içerisinde kadastro mahkemesinde dava açmak suretiyle itiraz edilebilir” hükmü yer almaktadır. 3402 sayılı Kanunun 22/2-a maddesi gereğince yapılan tesbitte taşınmazın mülkiyeti, çapı ve yüzölçümü tartışma konusu edilemez. Bu işlemde uygulama kabiliyeti bulunmayan ve harita tekniğine uymayan haritalar yerine, ülke koordinat sistemine uygun sayısal haritaları düzenlenerek, bu tesbitin kesinleşmesi halinde tapu malikleri adına tapuya tescil edilir.
Yetersiz kadastro paftalarının yenilenmesi, yüzölçümlerinin ve teknik hataların düzeltilmesi işleminin kanun ve yönetmelik hükümlerine uygun yapılmadığı savıyla açılan davada kadastro mahkemesi görevli olup, taşınmazın mülkiyetine ve niteliğine ilişkin davalarda kadastro mahkemesi görevli değildir. Somut olayda, Orman Yönetimi 3402 sayılı Kanunun 22/2-a uygulaması sonucu çekişmeli taşınmazın bir bölümünün kesinleşmiş tahdit sınırları içerisinde bırakıldığı iddiasıyla yalnızca çekişmeli parselin tesbitinin iptaline yönelik dava açmış olup, taşınmazın orman vasfıyla Hazine adına tescilini talep etmediği başka bir deyişle aynı zamanda mülkiyete ilişkin bir istemde bulunmadığı anlaşıldığına göre, dava sadece 3402 sayılı Kanunun 22/2-a maddesi ve ilgili yönetmelik hükümlerine göre yapılan teknik çalışmaya itiraz niteliği taşıdığından, çalışmanın kanun ve yönetmelik hükümlerine uygun yapılıp yapılmadığı hususunda davaya bakmakla görevli mahkeme Kadastro Mahkemesidir.
Bu nedenle; mahkemece, çekişmeli parselin yenilemeden önceki tutanak ve haritaları ile yenilemeden sonraki çapı, haritası ve tutanağı getirtilerek, harita ve jeodezi uzmanı bilirkişi vasıtasıyla keşif ve inceleme yapılarak, 3402 sayılı Kanunun 22/2-a maddesiyle, 29.11.2006 tarih ve 26361 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Kadastro Haritalarının Yeniden Düzenlenmesi ve Tapu Sicilinde Düzeltmelerin Yapılmasında Uyulacak Usul ve Esaslara İlişkin Yönetmelik hükümlerine uygun çalışma yapılıp yapılmadığı saptanmalı, bu konuda bilirkişiden bilimsel verileri içeren rapor alınmalı, yapılan çalışmaların kanun ve yönetmelik hükümlerine aykırı olduğu belirlenirse, bu aykırılıkları giderecek hüküm kurulmalı, çalışmanın kanun ve yönetmelik hükümlerine uygun yapıldığı saptanırsa, Orman Yönetiminin bu yöne temas eden davasının reddine karar verilmelidir.
Mahkemece işin esasına girilip yukarıda anlatılan şekilde araştırma ve inceleme yapılması gerekirken Orman Yönetimin talebinin mülkiyete ilişkin olduğu ve davaya bakma görevinin genel mahkemelere ait olduğu gerekçesiyle görevsizlik kararı verilmesi, usul ve yasaya aykırı olup hükmün bozulmasını gerektirmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2018/817 K: 2018/3126 T: 17.04.2018
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2015/11610 K: 2017/1291 T: 17.02.2017
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2013/513 K: 2013/7035 T: 24.06.2013
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2015/16478 K: 2017/1025 T: 09.02.2017
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2015/17739 K: 2017/8208 T: 29.11.2017
Özet: Uygulama tespiti sırasında yanlış ölçüm nedeni ile bir taşınmazın bir bölümünün tespit harici yolda bırakıldığı iddiasına dayalı olarak açılan davada, hakkında tutanak düzenlenmeyen taşınmaz bölümlerine ilişkin talepler yönünden de uygulama kadastrosunu denetleyerek sınırın tespitinde yanlışlık varsa, sınırları düzeltecek şekilde karar vermekle görevli mahkemenin kadastro mahkemeleri olduğu gözetilmelidir.
Dava, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 22/a maddesi gereğince yapılan uygulama kadastrosuna itiraz niteliğinde olup, davacı tarafından uygulama kadastrosu sırasında kendisine ait 4009 ada 1 parsel sayılı taşınmazın yüzölçümünün eksildiği ve eksikliğin taşınmazın sınırında bulunan 4009 ada 2 parselden kaynaklandığı iddiasına dayanılarak askı ilan süresi içerisinde Kadastro Mahkemesi’ne dava açılmış, yargılama sırasında ise eksikliğin kısmen komşu tescil harici yoldan ileri geldiğinin teknik bilirkişi raporunda belirtilmesi üzerine Hazine de davaya dahil edilmiştir. Mahkemece, temyize konu edilen ve bilirkişi raporunda (A) harfi ile gösterilen bölüm yönünden bu kısmın tescil harici yol olarak bırakılan kısımda kaldığı ve bu bölüme ilişkin tutanak düzenlenmediği gerekçe gösterilerek mahkemenin görevsizliğine karar verilmiştir. Ne var ki; uygulama kadastrosu ile çekişmeli taşınmazın sınırlarının belirlenmesi sırasında yapılan teknik hataların düzeltilmesi amaçlanmaktadır. Somut olayda tescil harici bırakılan bir yer hakkında açılan dava söz konusu olmayıp; tesis kadastrosu sırasında kendi taşınmazları içerisinde ölçülen bir bölümün; 22/a uygulaması ile yola terk edildiği iddiasında bulunulduğu sabittir. Daha açık bir ifade ile, 22/a uygulamasının hatalı olması nedeniyle taşınmazın bir bölümünün yolda bırakıldığı iddiasına dayanılmakta olup evveliyatında hakkında tutanak düzenlenip tapuya bağlanmış bir taşınmazın uygulama kadastrosu sırasında yanlış ölçülmesi nedeni ile bir bölümün tespit harici yolda bırakıldığı iddiasına dayanılmaktadır. Uygulama tespiti sırasında belirlenen sınırların yanlış olduğunu iddia eden davacının, uygulama tespitinin yanlış yapıldığı ve taşınmazının bir bölümünün hakkında tutanak düzenlenmeyen alanda bırakıldığını iddia etmesi halinde, hakkında tutanak düzenlenmeyen taşınmaz bölümlerine ilişkin talepler yönünden de uygulama kadastrosunu denetleyerek sınırın tespitinde yanlışlık varsa, sınırları düzeltecek şekilde karar verme görevi Kadastro Mahkemesine aittir. Hukuk Genel Kurulu’nun 22.03.2017 tarih, 2017/16-470 Esas ve 2017/544 Karar sayılı ilamı da bu yöndedir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2018/4323 K: 2019/3274 T: 30.04.2019
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/7919 K: 2019/3260 T: 30.04.2019
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2012/6961 K: 2012/11314 T: 24.12.2012
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/1015 K: 2013/745 T: 11.02.2013
Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2018/817 K: 2018/3126 T: 17.04.2018
Özet: Genel arazi kadastro çalışmaları sırasında tespit ve tescile tâbi tutulan çekişmeli taşınmazın, sonradan 3402 sayılı Kanunun 22/2-a maddesi uyarınca yapılan uygulama ile yüzölçümü azalmış ise de; azalmanın nereden kaynaklandığı, komşu parsellere bir kayma olup olmadığı, kayma varsa kadastro işlemi yararına olan kişi ya da kişiler hasım gösterilerek tapu iptali istenebileceği, davacı bu şekilde zararını karşılayabilecekse Hazinenin zarardan sorumlu olmayacağı, ancak; mahkemece bu konuda yeterli araştırma yapılıp eksilmenin nereden kaynaklandığı belirlenmeden, davacılara komşu parsellere dava açması için süre verilmesi ve sonra da dava açılmamış olması nedeniyle yazılı şekilde karar verilmesi doğru değildir.
Mahkemece; 5.000,00.-TL’nin dava tarihinden itibaren işleyen yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsili ile davacıya ödenmesine, fazlaya ilişkin haklarının saklı tutulmasına, karar verilmiş, hüküm davalı Hazine tarafından esasa yönelik; davacı tarafından vekalet ücretine yönelik olarak temyiz edilmekle bozulmuştur.
Hükmüne uyulan Yargıtay 20. Hukuk Dairesinin 09/02/2017 gün ve 16478-1025 E.K. sayılı bozma kararı özetle; “Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş ise de; eksik inceleme ve araştırma ile hüküm kurulmuştur. Şöyle ki; yörede 3402 sayılı Kadastro Kanununun 22/2-a maddesine göre yapılan uygulama kadastrosu sonucu dava konusu taşınmazların yüzölçümünde azalma meydana geldiği gerekçesi ile tazminat isteminde bulunulmuştur. Davacı tarafından 3402 sayılı Kanunun 22/2-a maddesi gereğince yapılan bu çalışmadan dolayı dava konusu taşınmazların eksilen kısımları için komşu parsellere karşı tapu iptali ve tescil davası açabileceği, bu davanın sonucunda ortaya çıkan duruma göre davacının zararının nereden kaynaklandığının tespitinden sonra tazminat talebinde bulunabileceği gözetilmeden davanın esası hakkında karar verilmiş olması usul ve kanuna aykırıdır.” şeklindedir.
Mahkemece, bozma kararına uyulduktan sonra, komşu parseller hakkında dava açılmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava, TMK’nın 1007. maddesi gereğince tazminat istemine ilişkindir. Mahkemece, bozma kararına uyulmakla birlikte, bozmaya yanlış anlam yüklenmek suretiyle davanın usulden reddine karar verilmiştir.
Şöyle ki; dosya kapsamından, yörede 1974 yılında yapılan tesis kadastrosu sırasında çekişmeli taşınmazların toplam 7170 m2 olan yüzölçümünün, 2011 yılında 3402 sayılı Kanunun 22/2-a maddesi uyarınca yapılarak kesinleşen uygulama kadastrosunda, kimi parsellerin yüzölçümü artarken, kiminin azaltılması sonucunda toplamda 981 m2 azalma ile 6189 m2 ye düşürüldüğü, bu farkın nereden kaynaklandığı konusunda fen bilirkişi tarafından bir açıklama yapılmadığı anlaşılmaktadır.
4721 sayılı TMK’nın sorumluluk kenar başlığını taşıyan 1007. maddesi ”Tapu sicilinin tutulmasından doğan bütün zararlardan Devlet sorumludur” hükmünü içermekte olup, bu maddede düzenlenen sorumluluk, kusura dayanmayan (objektif) bir sorumluluk türü olup, tapu müdür ya da memurunun kusuru olsun ya da olmasın, sicilin tutulmasında, kişilerin malvarlığı çıkarlarını koruyan hukuk kurallarına aykırı davranılmış olması yeterlidir. Kusurun varlığı ya da yokluğu Devletin sorumluluğu için önem taşımamakta, sadece, Devletin memuruna rücu halinde iç ilişkide etkili olmaktadır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 18.11.2009 gün ve 2009/4 – 383 E. – 2009/517 K.; 16.06.2010 gün ve 2010/4 – 349 E. – 2010/318 K. sayılı kararlarında da vurgulandığı gibi; tapu işlemleri kadastro tespit işlemlerinden başlayarak birbirini takip eden işlemler olduğundan ve tapu kütüğünün oluşumu aşamasındaki kadastro işlemleri ile tapu işlemleri bir bütün oluşturduğundan, bu kayıtlarda yapılan hatalardan TMK’nın 1007. maddesi anlamında Devletin sorumlu olduğunun kabulü gerekir. Ancak 4721 sayılı Türk Medenî Kanununun 1007. maddesi hükmüne göre, tazminata hükmedilebilmesi için, diğer koşulların yanı sıra, tapu sicilinin tutulması nedeniyle bir zarar doğmuş olmalıdır.
Genel arazi kadastro çalışmaları sırasında tespit ve tescile tâbi tutulan çekişmeli taşınmazın, sonradan 3402 sayılı Kanunun 22/2-a maddesi uyarınca yapılan uygulama ile yüzölçümü azalmış ise de; azalmanın nereden kaynaklandığı, komşu parsellere bir kayma olup olmadığı, kayma varsa kadastro işlemi yararına olan kişi ya da kişiler hasım gösterilerek tapu iptali istenebileceği, davacı bu şekilde zararını karşılayabilecekse Hazinenin zarardan sorumlu olmayacağı, ancak; mahkemece bu konuda yeterli araştırma yapılıp eksilmenin nereden kaynaklandığı belirlenmeden, davacılara komşu parsellere dava açması için süre verilmesi ve sonra da dava açılmamış olması nedeniyle yazılı şekilde karar verilmesi doğru değildir.
O halde öncelikle, taşınmazın yüzölçümündeki azalmanın hangi sebeple oluştuğunun tespit edilmesi, uygulama kadastrosu sırasında dava konusu taşınmazın çapında bir değişiklik olup olmadığının belirlenebilmesi için eski ve yeni paftanın ölçekleri eşitlenmek sureti ile bilgisayar ortamında çakıştırma yapılarak her bir paftadaki sınırın farklı renklerle gösterilmek sureti ile bilirkişilerce rapor düzenlenmesi, taşınmazın çapında bir değişiklik olduğu ve komşu parsellere kayma olduğunun belirlenmesi halinde, davacının açacağı tapu iptal davası ile zararını karşılayabileceği, taşınmazın çapında bir değişiklik olmamasına rağmen, miktarında hesap hatası ya da kullanılan yöntem, ölçü tekniğinin farklılığı gibi sebeplerle azalma meydana gelmişse bu durumda davacının tazminat hakkının tapu sicilinin yanlış tutulmuş olması nedeni ile doğduğu gözetilerek, zararın doğduğu tarih itibari ile taşınmazların arsa niteliğinde olduğu gözetilerek emsal satış metoduna göre, uygulama kadastrosunun kesinleştiği tarihteki gerçek değerinin hesaplattırılması, bu şekilde tapu sahibinin gerçek zararının saptanması, oluşacak sonuca göre karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ve araştırma sonucu, bozma kararına yanlış anlam yüklenmek suretiyle ve bozmadan önceki yetersiz bilirkişi raporuna dayalı olarak karar verilmiş olması usûl ve kanuna aykırıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2015/11610 K: 2017/1291 T: 17.02.2017
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2012/8418 K: 2012/9541 T: 26.06.2012
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2013/513 K: 2013/7035 T: 24.06.2013
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2015/175 K: 2015/654 T: 17.02.2015
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/2081 K: 2018/6583 T: 13.11.2018
Özet: 3402 sayılı Kadastro Kanununun 41. maddesi uyarınca yapılan işleme ilişkin dava devam ederken 22-A maddesi uygulamasına ilişkin tutanakların da kesinleşmesi mümkün olmadığından, Kadastro Mahkemesinin davaya bakmakla görevli olduğu hususu gözetilmelidir.
Dava, 3402 sayılı … Kanunu’nun 41. maddesi uyarınca yapılan düzeltme işleminin iptali isteğine ilişkin olup, yargılama sırasında dava konusu taşınmazlarda … Kanunu’nun 22-A maddesi uygulaması yapılmış ve tapuya da 22-A maddesi uygulaması ile oluştuğu şekilde tescil edilmiştir. … Haritalarının Yeniden Düzenlenmesi ve Tapu Sicilinde Gerekli Düzeltmelerin Yapılmasında Uyulacak Usul ve Esaslara İlişkin Yönetmeliğin 9. maddesine göre uygulama alanında işe başlamadan önce bu alan içinde kalan taşınmazlar hakkında mahalli hukuk mahkemelerinde, sınır veya yüzölçümüne yönelik devam eden davalarla hükme bağlanmış olup da henüz kesinleşmeyen davaların listesi … müdürü tarafından yazıyla istenerek temin edilir. Yine aynı Yönetmeliğin 28. maddesine göre uygulama öncesi davalı olup da davaları devam eden taşınmazlardan mahalli hukuk mahkemelerinde davalı olan taşınmazlardaki uyuşmazlık konusu sınıra ve yüzölçümüne yönelikse bu davalara konu sınırlar paftasında itirazlı mülkiyet sınırı olarak teknik yönetmelikteki özel işareti ile gösterilir ve yüzölçümü kesinleştirilmez. Hukuk Mahkemelerinde görülmekte olan dava dosyalarının ilgili … mahkemesine devri hususunda mahalli hukuk mahkemesine bilgi verilir. Uygulama öncesi davalı olup da davaları devam eden bu taşınmazların tutanakları davalı olarak düzenlenir ve tutanaklarda mahkemenin adı ve dosya numarası belirtilir. … Müdürünce davalı taşınmazlara ait tutanaklar ve eklerinin tasdikli birer örneği müdürlükte bırakılmak suretiyle asılları ile pafta örnekleri en geç 7 gün içinde ilgili … mahkemesine gönderilir. Somut olayda 41. madde işlemine ilişkin dava devam ederken, 22-A maddesi ile oluşturulan hukuki durum tapuya tescil edilmiş ise de, yukarıda anılan yönetmelik hükümleri ve olayın mahiyeti gereği 22-A maddesi uygulamasına ilişkin tutanakların kesinleşmesi de mümkün değildir. Hakkında … tutanağı düzenlenen ve davalı olması nedeni ile tutanakları henüz kesinleşmeyen yer hakkında genel mahkemelerin değil … Mahkemesinin davaya bakmakla görevli olduğu kuşkusuzdur. Görev hususu kamu düzeni ile ilgili olup mahkemelerce yargılamanın her aşamasında re’sen nazara alınması zorunludur.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/16240 K: 2020/2056 T: 17.06.2020
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/15077 K: 2020/262 T: 10.02.2020
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2015/17739 K: 2017/8208 T: 29.11.2017
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/8007 K: 2013/12294 T: 10.12.2013
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/7919 K: 2019/3260 T: 30.04.2019
Özet: Dava, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 22/a maddesinden kaynaklanan uygulama kadastrosu tespitine itiraza ilişkindir. Davanın niteliği itibariyle, yargılama neticesinde verilecek hükümden tüm paydaşların hukuku etkileneceğinden davanın bütün paydaşlar tarafından birlikte açılması veya tamamının katılımının sağlanması suretiyle davaya devam edilmesi zorunludur.
Dava, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 22/a maddesinden kaynaklanan uygulama kadastrosu tespitine itiraza ilişkindir. Davacı …’ın kayıt maliki olduğu eski 867 yeni 126 ada 7 parsel sayılı taşınmazın müşterek mülkiyete tabi olduğu ve davacı dışında paydaşlarının bulunduğu anlaşılmaktadır. Davanın niteliği itibariyle, yargılama neticesinde verilecek hükümden tüm paydaşların hukuku etkileneceğinden davanın bütün paydaşlar tarafından birlikte açılması veya tamamının katılımının sağlanması suretiyle davaya devam edilmesi zorunludur. Hal böyle olunca mahkemece, davacıya 126 ada 7 parsel sayılı taşınmazda kendisi dışındaki paydaşın davaya katılımını sağlaması için süre ve imkan tanınmalı ve bundan sonra yargılamaya devam edilerek sonucuna göre karar verilmelidir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2018/4323 K: 2019/3274 T: 30.04.2019
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/2081 K: 2018/6583 T: 13.11.2018
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2012/6961 K: 2012/11314 T: 24.12.2012
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/1015 K: 2013/745 T: 11.02.2013
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2018/4323 K: 2019/3274 T: 30.04.2019
Özet: Dava, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 22/a maddesinden kaynaklanan uygulama kadastrosu tespitine itiraza ilişkindir. Davanın niteliği itibariyle bütün paydaşlar tarafından birlikte açılması veya tamamının katılımının sağlanması suretiyle davaya devam edilmesi zorunludur.
Dava, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 22/a maddesinden kaynaklanan uygulama kadastrosu tespitine itiraza ilişkindir. Mahkemece, davacı … ve arkadaşlarının kayıt maliki olduğu (eski 65) yeni 105 ada 10 parsel sayılı taşınmazın paylı mülkiyet rejimine tabi olduğu, paydaşlardan…’ın davada taraf olmadığı, paylı malın tamamına ilişkin dava hakkının tüm paydaşların katılımı ile açılması gerektiği belirtilerek aktif dava ehliyeti yokluğundan davanın reddine karar verilmiştir. Dairemize yapılan geri çevirme neticesinde dosyaya gelen tapu kaydına göre… payının …’a intikal ettiği anlaşılmaktadır. Davanın niteliği itibariyle bütün paydaşlar tarafından birlikte açılması veya tamamının katılımının sağlanması suretiyle davaya devam edilmesi zorunludur. Her ne kadar taşınmaz paydaşlarından … davada davalı olarak yer almakta ise de bu durum taraf teşkilinin sağlanması için yeterli değildir. Hal böyle olunca, mahkemece, davacıya diğer paydaş …’ın davaya katılımını sağlaması için süre ve imkan tanınmalı, bundan sonra yargılamaya devamla sonucuna göre karar verilmelidir. Mahkemece bu yön göz ardı edilerek yazılı şekilde hüküm kurulması isabetsiz olup, davacılar vekilinin temyiz itirazları açıklanan nedenle yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan temyiz karar harcının talep halinde temyiz edenlere iadesine, yasal koşullar gerçekleştiğinde kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 30.04.2019 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/13152 K: 2019/7215 T: 12.11.2019
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/7919 K: 2019/3260 T: 30.04.2019
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2012/6961 K: 2012/11314 T: 24.12.2012
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2014/10539 K: 2014/8851 T: 20.06.2014
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/13152 K: 2019/7215 T: 12.11.2019
Özet: Dava, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 22/a maddesinden kaynaklanan uygulama kadastrosu tespitine itiraza ilişkindir. Davanın, niteliği itibariyle bütün paydaşlar tarafından birlikte açılması veya tamamının katılımının sağlanması suretiyle davaya devam edilmesi zorunludur. Ne var ki mahkemece, diğer paydaşların davaya katılımları sağlanmaksızın yargılama yapılıp hüküm verilmesi cihetine gidilmiştir. Hal böyle olunca, mahkemece, taşınmazın diğer paydaşlarının davaya katılımını sağlaması için davacıya süre ve imkan tanınmalı, bu şekilde aktif dava ehliyetindeki eksiklik giderildikten sonra yargılamaya devamla sonucuna göre karar verilmelidir.
Dava, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 22/a maddesinden kaynaklanan uygulama kadastrosu tespitine itiraza ilişkindir. Tapuda Mahmut oğlu … adına kayıtlı bulunan eski 337 parsel yeni 4365 ada 19 parsel sayılı taşınmazın, kayıt maliki …’nın vefat ettiği ve kayıt malikine ait veraset ilamına göre taşınmazda davacı … dışında paydaşların da bulunduğu ve taşınmazın müşterek mülkiyete konu olduğu anlaşılmaktadır. Davanın, niteliği itibariyle bütün paydaşlar tarafından birlikte açılması veya tamamının katılımının sağlanması suretiyle davaya devam edilmesi zorunludur. Ne var ki mahkemece, diğer paydaşların davaya katılımları sağlanmaksızın yargılama yapılıp hüküm verilmesi cihetine gidilmiştir.
Hal böyle olunca, mahkemece, taşınmazın diğer paydaşlarının davaya katılımını sağlaması için davacıya süre ve imkan tanınmalı, bu şekilde aktif dava ehliyetindeki eksiklik giderildikten sonra yargılamaya devamla sonucuna göre karar verilmelidir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/15077 K: 2020/262 T: 10.02.2020
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/15077 K: 2020/262 T: 10.02.2020
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/11850 K: 2013/12844 T: 18.12.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2014/202 K: 2014/575 T: 03.02.2014
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/15077 K: 2020/262 T: 10.02.2020
ÖZET: Dava; 3402 sayılı Kadastro Kanunu‘nun 22/a maddesi gereğince yapılan uygulama kadastrosuna itiraza ilişkindir. Bu tür davalarda, tüm paydaşların birlikte dava açmaları yahut biri veya birkaçı tarafından açılan davaya diğer paydaşların da katılımının sağlanması gerekir. Somut olayda; davacı, uygulama kadastrosu sırasında paydaşı olduğu taşınmazın yüzölçümünün eksildiği iddiasıyla dava açmıştır. Ne var ki, taşınmazın müşterek mülkiyete konu olduğu ve davacı dışında, başkaca paydaşların da bulunduğu anlaşılmaktadır. Davanın niteliği itibariyle, yargılama neticesi verilecek hükümle müşterek maliklerin tamamının hukukunun etkilenecek olması nedeniyle, diğer paydaşların da davaya katılımının sağlanması zorunlu olmasına rağmen, mahkemece diğer paydaşların katılımını sağlaması için davacıya süre ve imkan tanınmamıştır.
Dava; 3402 sayılı Kadastro Kanunu‘nun 22/a maddesi gereğince yapılan uygulama kadastrosuna itiraza ilişkindir. Bu tür davalarda, tüm paydaşların birlikte dava açmaları yahut biri veya birkaçı tarafından açılan davaya diğer paydaşların da katılımının sağlanması gerekir. Somut olayda; davacı …, uygulama kadastrosu sırasında paydaşı olduğu 287 ada 1 parsel sayılı taşınmazın yüzölçümünün eksildiği iddiasıyla dava açmıştır. Ne var ki, 287 ada 1 parsel sayılı taşınmazın müşterek mülkiyete konu olduğu ve davacı … dışında, başkaca paydaşların da bulunduğu anlaşılmaktadır. Davanın niteliği itibariyle, yargılama neticesi verilecek hükümle müşterek maliklerin tamamının hukukunun etkilenecek olması nedeniyle, diğer paydaşların da davaya katılımının sağlanması zorunlu olmasına rağmen, Mahkemece diğer paydaşların katılımını sağlaması için davacıya süre ve imkan tanınmamıştır. Bu haliyle aktif dava ehliyetinin tamamlandığından söz edilemez, Aktif dava ehliyetinin mevcudiyeti dava şartı olup, bu koşul yerine getirilmeden işin esası hakkında hüküm kurulması mümkün değildir.
Hal böyle olunca; mahkemece, davacıya müştereken maliki olduğu taşınmazdaki diğer paydaşların da davaya katılımını sağlaması için süre ve imkan tanınmalı, verilen süre içerisinde bu eksikliğin tamamlanması halinde yargılamaya devamla sonucuna göre karar verilmelidir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/15077 K: 2020/262 T: 10.02.2020
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/13152 K: 2019/7215 T: 12.11.2019
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/11850 K: 2013/12844 T: 18.12.2013
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2014/202 K: 2014/575 T: 03.02.2014
Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/16240 K: 2020/2056 T: 17.06.2020
ÖZET: Dava, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 41. maddesi uyarınca yapılan düzeltme işleminin iptali isteğine ilişkindir. Çekişmeli taşınmazların yüzölçümüne yönelik olarak görülen ve Kadastro Kanunu’nun 41. maddesinden kaynaklanan düzeltme istemine ilişkin dava sonuçlandıktan, ancak karar kesinleşmeden evvel yörede uygulama kadastrosuna ilişkin çalışma yapıldığından yönetmelik hükümleri ve olayın mahiyeti gereği 3402 sayılı yasanın 22-A maddesi uyarınca yapılan kadastroya ilişkin tutanakların kesinleşmesi mümkün değildir. Hakkında kadastro tutanağı düzenlenen ve davalı olması nedeni ile tutanakları henüz kesinleşmeyen yer hakkında genel mahkemelerin değil Kadastro Mahkemesinin davaya bakmakla görevli olduğu kuşkusuzdur.
Kadastro Müdürlüğü’nce 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 41. maddesi uyarınca davalılar … ve …’nun talebi üzerine yapılan düzeltme işlemi sırasında, … Köyü çalışma alanında bulunan ve tapuda davacı adına kayıtlı olan 3 parsel sayılı 7.200,00 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz, 6.435,81 metrekare yüzölçümlü olarak; tapuda davalılar adına kayıtlı bulunan 5 parsel sayılı 3.200,00 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz ise, 3.822,65 metrekare yüzölçümlü olarak belirlenerek, tapu kaydında düzeltme yapılmasına karar verilmiştir. Davacı …, düzeltme işlemi sırasında kendisine ait taşınmazın yüzölçümünün eksildiği, eksikliğin davalılara ait 5 parsel sayılı taşınmazdan kaynaklandığı iddiasına dayanarak dava açmıştır. Karar tarihinden sonra, çekişmeli taşınmazların bulunduğu çalışma alanında uygulama kadastrosu çalışması yapılmış, eski 3 parsel 118 ada 5 parsel numarasıyla 6.580,40 metrekare; eski 5 parsel 118 ada 7 parsel numarasıyla 3.145,16 metrekare yüzölçümüyle tespit edilmiş, ancak kadastro komisyonu tarafından taşınmazların eldeki davaya konu olduklarından bahisle uygulama tutanakları “davalı” olarak düzenlenmiş; tutanak asılları Kadastro Mahkemesine gönderilmiştir. Mahkemece yapılan yargılama sonunda davanın kabulüne, davacıya ait 3 parsel ve davalılara ait 5 parsel sayılı taşınmazlar hakkında 3402 sayılı Yasa’nın 41. maddesi uyarınca yapılan düzeltme işleminin iptaline, taşınmazların yüzölçümlerinin kadastro sırasında kesinleşen eski hallerine iadesine karar verilmiş; hüküm, bir kısım davalılar vekili ve davalı … vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 41. maddesi uyarınca yapılan düzeltme işleminin iptali isteğine ilişkin olup, karar tarihinden sonra dava konusu taşınmazların bulunduğu çalışma alanında Kadastro Kanunu’nun 22-A maddesi uygulaması yapılmıştır. Kadastro Haritalarının Yeniden Düzenlenmesi ve Tapu Sicilinde Gerekli Düzeltmelerin Yapılmasında Uyulacak Usul ve Esaslara İlişkin Yönetmeliğin 9. maddesine göre uygulama alanında işe başlamadan önce bu alan içinde kalan taşınmazlar hakkında mahalli hukuk mahkemelerinde, sınır veya yüzölçümüne yönelik devam eden davalarla hükme bağlanmış olup da henüz kesinleşmeyen davaların listesi kadastro müdürü tarafından yazıyla istenerek temin edilir. Yine aynı Yönetmeliğin 28. maddesine göre uygulama öncesi davalı olup da davaları devam eden taşınmazlardan mahalli hukuk mahkemelerinde davalı olan taşınmazlardaki uyuşmazlık konusu sınıra ve yüzölçümüne yönelikse bu davalara konu sınırlar paftasında itirazlı mülkiyet sınırı olarak teknik yönetmelikteki özel işareti ile gösterilir ve yüzölçümü kesinleştirilmez. Hukuk Mahkemelerinde görülmekte olan dava dosyalarının ilgili kadastro mahkemesine devri hususunda mahalli hukuk mahkemesine bilgi verilir. Uygulama öncesi davalı olup da davaları devam eden bu taşınmazların tutanakları davalı olarak düzenlenir ve tutanaklarda mahkemenin adı ve dosya numarası belirtilir. Kadastro Müdürünce davalı taşınmazlara ait tutanaklar ve eklerinin tasdikli birer örneği müdürlükte bırakılmak suretiyle asılları ile pafta örnekleri en geç 7 gün içinde ilgili kadastro mahkemesine gönderilir.
Somut olayda çekişmeli taşınmazların yüzölçümüne yönelik olarak görülen ve Kadastro Kanunu’nun 41. maddesinden kaynaklanan düzeltme istemine ilişkin dava sonuçlandıktan, ancak karar kesinleşmeden evvel yörede uygulama kadastrosuna ilişkin çalışma yapıldığından yukarıda anılan yönetmelik hükümleri ve olayın mahiyeti gereği 3402 sayılı yasanın 22-A maddesi uyarınca yapılan kadastroya ilişkin tutanakların kesinleşmesi mümkün değildir. Hakkında kadastro tutanağı düzenlenen ve davalı olması nedeni ile tutanakları henüz kesinleşmeyen yer hakkında genel mahkemelerin değil Kadastro Mahkemesinin davaya bakmakla görevli olduğu kuşkusuzdur. Mahkemelerin görevlerine ilişkin kurallar kamu düzenine ilişkin olup mahkemelerce yargılamanın her aşamasında re’sen nazara alınması zorunludur. O halde eldeki davanın Kadastro Mahkemesine aktarılması ve bu mahkemece yargılama yapılması gerekmektedir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/15077 K: 2020/262 T: 10.02.2020
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2016/15077 K: 2020/262 T: 10.02.2020
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2015/17739 K: 2017/8208 T: 29.11.2017
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2013/8007 K: 2013/12294 T: 10.12.2013
İMAR-İHYA YARGITAY KARARLARI
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/592 K: 1999/786 T: 06.10.1999
Kazandırıcı zamanaşımı zilyedliğine dayalı tescil isteminin aynı zamanda imar ve ihya nedeniyle tescil talebi de içerir. Çekişmeli taşınmazın imar ihya yoluyla elde edinilen bir yer olduğunun belirlenmesi halinde dahi 3402 sayılı Kanunun 17/2 maddesinde öngörüldüğü üzere imar planı dışında olması gerekir. Somut olayda; çekişmeli taşınmaz imar planı içinde olduğu açıktır. O nedenle anılan yasa karşısında imar ihya koşullarının oluşmadığının kabulü gerekir.
Taraflar arasındaki “tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda;Silifke Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 2.12.1997 gün ve 1996/739-1997/770 sayılı kararın incelenmesi Davalı Hazine vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin 22.10.1998 gün ve 1998/7587-10697 sayılı ilamı ile; (… Davacı tarafından Hazine ve Taşucu Belediye Başkanlığı aleyhine açılan tevzih davasının kabulüne ilişkin hüküm Hazinenin temyizi üzerine dairece onanmıştı. Hazine vekili tarafından verilen 11.8.1998 günlü karar düzeltme dilekçesi ile onama kararının kaldırılarak yerel mahkeme hükmünün bozulması istenmiştir.
Davacı, genel kadastro çalışmaları sırasında tespit dışı bırakılan taşınmazın kazanmayı sağlayan zilyedliğe dayanarak adına tesciline karar verilmesini istemiştir. Bir yerin MK. nun 639/1. maddesi hükmü uyarınca zilyedlik yoluyla kazanılabilmesi için bu maddede belirtilen koşulları oluşmuş olması gerekir. Yasada belirtilen diğer koşulların yanında taşınmazın kazandırıcı zamanaşımı ve zilyedlik yolu ile edinilecek özel mülkiyet yerlerinden olması gerekir. Dava konusu taşınmazın kayalık bir yer olduğu, davacının bu yeri imar ve ihya ederek kısmen sebze ve meyve bahçesi ve kısmen de üzerine bina yapmak suretiyle tasarrufta bulunduğu yerel bilirkişi ve tanıklar tarafından ifade edilmiş, ziraatçı bilirkişi Şengül Coşkun tarafından düzenlenen 6.6.1997 günlü raporda dışarıdan toprak taşınmak suretiyle taşınmazın ihya edildiğini, zeminin kayalık olduğunu açıklamıştır. Az önce açıklandığı üzere davacı imar ve ihya sebebine dayanmamıştır. Davacı böyle bir sebebe dayanmış olsa dahi zemini kayalık olan bir yerin üzerine dışarıdan toprak taşımak suretiyle tarım arazisi haline getirilmesi 3402 sayılı Kadastro Kanununun 17. maddesi karşısında ihya sayılmaz. Kayalık olan bir yerin gerek imar ve ihya yoluyla gerekse kazandırıcı zamanaşımı ve zilyedlik yolu ile edinilmesi mümkün olmaz. Mahkemece kayalık olan bir yerin üzerine toprak taşınmak suretiyle ihya edildiği görüşünden hareketle davanın kabulüne karar verilmiş olması doğru değildir….) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, kazandırıcı zamanaşımı zilyedliğine dayalı tescil istemine ilişkindir. Kazandırıcı zamanaşımı zilyedliğine dayalı tescil isteminin aynı zamanda imar ve ihya nedeniyle tescil talebi de içerdiği, Hukuk Genel Kurulunun kararlılık kazanmış içtihatlarında benimsenmiş bulunmaktadır. (12.3.1997 gün 1996/8-813 E. 1997/184 K., 4.6.1997 gün 1997/8-218 E., 484 K. 26.5.1999 gün ve 1999/8-318 E. 466 K.)
Yerel mahkeme, genel kadastro çalışmaları sırasında tespit dışı bırakılan taşınmazın kazanmayı sağlayan zilyedlikle mülk edinme koşullarının oluştuğu…gerekçesiyle davacı adına tapuya tesciline karar vermiştir. Bu karar davalı Hazine vekili tarafından temyiz edilmiş ve Özel Dairenin yukarıya metni aynen alınan ilamıyla bozulmuştur. Ancak, mahkeme eski kararda direnmiştir.
Çekişmeli taşınmazın imar ihya yoluyla elde edinilen bir yer olduğunun belirlenmesi halinde dahi 3402 sayılı Kanunun 17/2 maddesinde öngörüldüğü üzere imar planı dışında olması gerekir.
Somut olayda; çekişmeli taşınmaz imar planı içinde olduğu açıktır. O nedenle anılan yasa karşısında imar ihya koşullarının oluşmadığının kabulü gerekir. Bu nedenle Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davalı Hazine vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı HUMK.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, 6.10.1999 gününde oyçokluğuyla karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/7-174 K: 2004/161 T: 24.3.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/714 K: 2012/78 T: 15.02.2012
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/73 K: 2006/67 T: 15.03.2006
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/681 K: 2001/711 T: 10.10.2001
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2000/799 K: 2000/834 T: 26.04.2000
Dava hukuksal nitelikçe imar ve ihya nedeniyle kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayalı tescil istemine ilişkindir. Dava konusu taşınmazların imar planı dışında olduğu salt mücavir alan içinde kaldığı açıkça belirtilmiştir. Bu durum karşısında taşınmazların mücavir alan içinde kalması 3402 sayılı kanunun 17. maddesinin öngördüğü doğrultuda zilyet aleyhine yorumlanması hukuken mümkün değildir.
Taraflar arasındaki “Kadastro tespitine itiraz ve men´i müdahale “davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İzmir Kadastro Mahkemesi´nce asıl davanın kabulüne, birleştirilen davanın reddine dair verilen 20.10.1998 gün ve 1995/825 E-1998/112 K., sayılı kararın incelenmesi davalılardan Hazine vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 7. Hukuk Dairesi´nin 29.6.1999 gün ve 1999/193-1999/3359 sayılı ilamiyle; (… Kadastro sırasında 2901 parsel sayılı 4476,58 m2 yüzölçümündeki taşınmaz 1965 yılında yapılan kadastro çalışması sırasında cebel vasfında olması nedeniyle tesbit dışı bırakıldığı; daha sonra Mehmet Nuri Avcı tarafından imar ihya edilerek tarla haline getirildiğinden sözedilerek 2895 parsel sayılı 32235,18 m2 yüzölçümündeki taşınmaz ise aynı nedenle tesbit dışı bırakıldığı ve Yusuf Özkaya tarafından imar, ihya edildiği belirtilmek suretiyle Hazine adına tesbit edilmiştir. Davacılardan Yusuf Özkaya 2895 sayılı parsel hakkında Mehmet Nuri Avcı 2901 sayılı parsel için imar ve ihyaya, kazandırıcı zamanaşımı zilyedliğine dayanarak ayrı ayrı dava açmışlardır. Diğer yandan davacıların tesbit gününden önce Hazine ve köy tüzel kişiliği aleyhine Asliye Hukuk Mahkemesinde açtıkları tescil davası görevsizlik kararı ile kadastro mahkemesine aktarılmıştır. Mahkemece dava dosyaları birleştirilerek yapılan yargılama sonunda davaların kabulüne, 2895 sayılı parselin Yusuf Özkaya 2901 sayılı parselin Mehmet Nuri Avcı adına tapuya tesciline karar verilmiş, hüküm davalı Hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu taşınmazlar üzerinde davacılar yararına imar ihya ve zilyedlik yoluyla taşınmaz edinme koşullarının gerçekleştiği gerekçe gösterilerek hüküm kurulmuş ise de, delillerin değerlendirilmesi dosya kapsamına uygun düşmemektedir. Toplanan delillere göre dava konusu taşınmazın bulunduğu yörede 1965 yılında yapılan kadastro çalışmaları sırasında taşınmazın taşlık, çalılık niteliği ile kadastro dışı bırakıldığı, bu tarihten sonra davacıların taşınmazları imar ihya ederek tarım arazisi haline getirdikleri ve tesbit 1994 yılında adlarına tescil için tescil davası açtıkları dosya kapsamı gününe kadar 20 yılı aşkın süre tasarruf ettikleri ile anlaşılmaktadır 766 sayılı Tapulama Kanununun 1617 sayılı kanunla değişik 33. maddesi hükmünce imar ve ihya yoluyla taşınmaz edinme olanağı bulunmamaktadır. İmar ihya yoluyla taşınmaz edinme olanağının 9.10.1987 tarihinde yürürlüğe giren 3402 sayılı Kadastro Kanunu sağlamıştır. Anılan kanunun 17/1. maddesi hükmünce imar ihya yoluyla 3402 Sayılı Kadastro Kanunun 14. maddesi hükmünde öngörülen koşulların da bulunması halinde özel ve tüzel kişilerin taşınmaz edinmeleri mümkündür. Ne var ki, anılan yasanın 17/2. maddesi hükmü ile il, ilçe ve kasabaların imar planının içinde kalan taşınmazlar hakkında 3402 sayılı Kadastro Kanununun 17/1. maddesi hükmü uygulanamaz. Dava konusu taşınmazların 1989 yılında imar planının yapıldığı ve mücavir alan içinde kaldığı, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı ile Buca Belediye Başkanlığı yazılan içeriği ile anlaşılmaktadır. Bu durumda taşınmazların imar ve ihya yoluyla kazanılması mümkün değildir. Açıklanan nedenlerle davacıların davasının reddine, taşınmazların hazine adına tesciline karar verilmesi gerekirken değerlendirmede yanılgıya düşülerek yazılı şekilde hüküm kurulması isabetsizdir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulu´nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
1-Önceki hükmü temyiz etmeyen davacılardan Sıtkı Durmaz yönünden karar kesinleşmiştir. O nedenle kararı temyize hakkı bulunmamaktadır. Bu durumda davacı Sıtkı Durmaz vekilinin temyiz isteminin reddine karar verilmesi gerekir.
2-Davalılardan Hazine vekilinin temyizine gelince;
Dava hukuksal nitelikçe imar ve ihya nedeniyle kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayalı tescil istemine ilişkindir.
Mahkemenin davanın kabulüne ilişkin kararı az yukarıda açıklanan nedenlerle Özel Daire´ce bozulmuştur. Mahkeme önceki kararında direnmiştir.
Yerel mahkeme ile özel Daire çoğunluk görüşü arasındaki uyuşmazlık, dava konusu taşınmazların imar planı dışında ancak mücavir alan içinde kalması nedeniyle imar ve ihya yoluyla kazanılmasının mümkün olup olmadığına ilişkin hukuki sorunun aydınlanmasında toplanmaktadır. Dava konusu taşınmazların kesinleşen orman sınırlaması dışında kaldığı, tesbit tarihine kadar 3402 sayılı kanunun 17/2. maddesinde yazılı koşulların adlarına tescil kararı verilen zilyetleri adına gerçekleştiği toplanan delillerle saptanmıştır. Yine 17. maddesinin 1. fıkrasındaki koşullar da zilyetleri yararına subut bulmuştur. Öte yandan taşınmazlar, Kaynaklar Köyü sınırları içerisindedir. 3402 sayılı Yasanın 17/2 maddesi il, ilçe ve kasabaların imar planının kapsadığı alanlarda kalan taşınmazlara münhasırdır. Buca Belediyesi İmar Müdürlüğünün 2.5.1996 tarihli karşılık yazısında dava konusu taşınmazların imar planı dışında olduğu salt mücavir alan içinde kaldığı açıkça belirtilmiştir. Bu durum karşısında taşınmazların mücavir alan içinde kalması 3402 sayılı kanunun 17. maddesinin öngördüğü doğrultuda zilyet aleyhine yorumlanması hukuken mümkün değildir. Hal böyle olunca dosyadaki bilgi ve belgeler az yukarıda açıklanan ve oluşan yasal koşullar ışığında dava konusu taşınmazların zilyetlikle kazanılmasına engel bir durumun bulunmadığı açıktır. O nedenle yerel mahkemenin direnme kararı yerindedir ve onanmalıdır.
SONUÇ: 1-Yukarıda (1) numaralı bentte açıklanan nedenle davacılardan Sıtkı Durmaz vekilinin temyiz itirazlarının REDDİNE,
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/92 K: 2007/91 T: 28.02.2007
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/592 K: 2003/508 T: 24.09.2003
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/122 K: 2003/107 T: 26.02.2003
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2000/1289 K: 2000/1580 T: 01.11.2000
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2000/1289 K: 2000/1580 T: 01.11.2000
İmar planı içinde kalan yerlerin imar ihya yoluyla kazanılması mümkün değildir.
Taraflar arasındaki “tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Bodrum Asliye 1. Hukuk Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 16.10.1997 gün ve 1996/776 E.-1997/627 K. sayılı kararın incelenmesi davalı Hazine vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 7. Hukuk Dairesinin 2.7.1999 gün ve 1999/2808-3409 sayılı ilamı ile; (…Dava konusu 115 ada 15 parsel sayılı 32.769.69 m2 yüzölçümündeki taşınmaz devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olduğundan söz edilerek Hazine adına tespit edilmiş, tespitin kesinleşmesi üzerine tescil edilmiştir. Davacılar Yahya ve Memiş Özcan tapu kaydına dayanmak suretiyle 10 yıllık hak düşürücü süre içerisinde dava açarak kadastroca hazine adına oluşturulan tapu kaydının iptali ile taşınmazın adlarına tesciline karar verilmesini istemişlerdir. Mahkemece davanın kısmen kabulü kısmen reddine, taşınmazın 5.6.1997 günlü teknik bilirkişi raporunda gösterilen 26787 m2 lik kısmının hazine adına oluşan tapu kaydının iptali ile davacılar adına tapuya tesciline, (A) harfi ile gösterilen 5982.69 m2 yüzölçümündeki kısma yönelik davanın reddine karar verilmiş; hüküm davalı Hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu taşınmazın temyiz konusu kesiminin davacı tarafın tutunduğu tapu kaydının kapsamında kaldığı ve taşınmazın temyize konu kesimi üzerinde zilyetlikle taşınmaz edinme koşullarının da gerçekleştiği gerekçe gösterilerek hüküm kurulmuş ise de davacı tarafın tutunduğu tapu kaydının ölçekli krokisi bulunmaktadır. Kuzeydeki yola paralel ve aynı yola değen kenarının uzunluğu 80 metre diğer kenarının uzunluğu da 60 metredir. Komşu parsellerin durumu itibariyle taşınmazın çevresi genişletilmeye elverişli bulunduğundan kayıt kapsamının haritasındaki şekil ve yüzölçümüne değer verilerek ve kuzeydeki yola bitişik sınır esas alınması suretiyle belirlenmesi gerekir. Söz konusu kroki kapsamı dışındaki alanlar 3402 Sayılı Kadastro Kanununun 20. maddesi hükmüne göre tapu kaydı kapsamı olarak kabul edilemez. Ne var ki dinlenen bilirkişi ve tanıklar taşınmazın davacı tarafça imar ihya edildiğini ve davacı tarafın zilyetliğinde olduğunu da haber vermişlerdir. 3402 Sayılı kadastro Kanununun 17. maddesi hükmüne göre imar planı içinde kalan yerlerin imar ihya yoluyla başlayan zilyetlikle kazanılması mümkün değildir. Gelen karşılık yazılardan taşınmazın imar planı içerisinde olduğu da bildirilmiştir. O halde imar planının onaylı örneği getirtilerek taşınmazın imar planı içinde kalıp kalmadığının saptanması, ayrıca tapu kaydı kapsamının yukarıda açıklanan esaslar çerçevesinde belirlenmesi tapu kaydı kapsamındaki kesiminin bu kayda dayanılarak davacı taraf adına tesciline karar verilmesi, tapu kaydı kapsamı dışında ise imar planı uygulaması sonucuna göre 3402 sayılı Kadastro Kanununun 17. ve 14. maddeleri çerçevesinde iktisap edilip edilmediğinin araştırılması ayrıca tespit tutanağında taşınmazın davacı tarafça kullanılmadığının yazılı bulunduğunun da dikkate alınması, delillerin buna göre değerlendirilmesi ve sonucuna göre hüküm kurulması gerekir. Mahkemece bu yönler dikkate alınmadan yazılı şekilde hüküm kurulması isabetsiz, temyiz itirazları yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün bozulmasına…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulu´nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Davacılar, tapu kaydına, imar ve ihyaya ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanmışlardır. Mahkemece dava konusu 115 ada 15 parsel sayılı taşınmazın temyize konu kesiminin davacıların dayandığı tapu kaydının kapsamında kaldığı, ayrıca tesbit gününde davacılar yararına 3402 sayılı Kadastro Kanununun 17. ve 14. maddesi hükmünde öngörülen kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği ile taşınmaz edinme koşullarının gerçekleştiği gerekçe gösterilerek yazılı şekilde hüküm kurulmuş ise de, mahkemece yapılan araştırma, uygulama gerçekten hüküm vermeye yeterli değildir.
Tapu kaydının uygulamasına ilişkin uzman bilirkişinin haritalı raporu keşfi izlemeye, bilirkişi sözlerini denetlemeye imkan vermediğinden yetersiz olduğu gibi, yerel bilirkişilerin keşif tutanağına geçen ve taşınmazda davacıların 40-45 yıldır zilyet olduklarını haber veren anlatımları ile taşınmazın tesbit tarihi, yerel bilirkişilerin doğum tarihleri dikkate alındığında, olaylara dayalı olmayan soyut nitelikteki beyanlar olduğu kuşkusuzdur.
Öncelikle taşınmazın bulunduğu bölgede belediyece düzenlenen onaylı imar planının onay tarihini gösterecek şekilde bir örneği getirtildikten sonra, mahkemece yapılacak iş, davacıların tutunduğu 4753 sayılı Yasanın geçici maddelerine göre idari yoldan oluşan 13.8.1952 tarih 2 sayılı tapu kaydının kapsamının 3402 sayılı Kadastro Kanunun 20. maddesi hükmü gereğince belirlenmesi, dava ve temyiz konusu taşınmazın bir bölümü tapu kaydı kapsamı dışında kaldığı takdirde bu kesim yönünden tesbit gününde davacılar yararına 3402 sayılı Kadastro Kanunun 14. ve 17. maddesi hükmünde öngörülen kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği ile taşınmaz edinme koşullarının gerçekleşip gerçekleşmediğinin saptanmasından ibarettir.
Dayanılan tapu kaydının dayanağı haritasının bulunduğu anlaşılmaktadır. Kural olarak kayıtların haritaya dayanması halinde kapsamlarının haritasına göre belirlenmesi zorunludur. Her ne kadar tapu kaydının dayanağı haritanın, ölçeği bulunmamakta ise de, haritada kenar uzunlukları gösterilmiştir. Hal böyle olunca, haritanın yerine uygulanması mümkün olduğu gibi, şeklen yararlanılması da söz konusudur. Yerel mahkemece bu yönler üzerinde durulmadığı gibi, tesbitte saptanan hukuksal olgu ile hükme dayanak yapılan keşifte belirlenen hukuksal olgular birbiri ile çeliştiği halde tutanak bilirkişileri, taşınmaz başında ayrı ayrı dinlenerek tesbit tutanağı bilirkişilerinin beyanları ile keşifte dinlenen yerel bilirkişi ve tanık sözleri arasındaki aykırılık”da giderilmemiştir.
Nitekim, bu hukuksal olgu daire bozma kararında aynen “tespit tutanağında taşınmazın davacı tarafça kullanılmadığının yazılı bulunduğunun da dikkate alınması, delillerin buna göre değerlendirilmesi” gereğine değinilerek vurgulanmıştır. Öte yandan davalı hazine dava konusu taşınmazın imar planı içerisinde olduğunu savunmuştur. Mahkemece belediyece düzenlenen onaylı imar planı getirtilerek yöntemine uygun şekilde yerine uygulanmamış, taşınmazın gerçekten belediye tarafından düzenlenen onaylı imar planı kapsamında kalıp kalmadığı yöntemine uygun şekilde belirlenmemiş, belediyeden gelen yetersiz 7.2.1997 gün ve 15/1285 sayılı cevap ile yetinilmiştir.
O halde sağlıklı bir sonuca varılabilmesi için yöreyi iyi bilen elverdiğince yaşlı yansız yerel ve uzman bilirkişi fen memuru yada harita mühendisi, tarafların aynı yöntemle göstereceği tanıklar, tesbit tutanağı bilirkişilerinin tümü, hazır olduğu halde, taşınmaz başında yeniden keşif yapılmalı, öncelikle davacıların tutunduğu tapu kaydının dayanağı harita kenar uzunlukları ile şeklinden yararlanılarak yerel bilirkişiler yardımı uzman bilirkişi eliyle yerine uygulanmalı, uygulamada, kadastro paftası ile tapu kaydının dayanağı haritada tarif edilen belli poligon ve röper noktaları ile arz üzerindeki doğal yada yapay sınır yerlerinden yararlanılmalı, uygulama sırasında, davacıların tutunduğu tapu kaydında doğuda tarif edilen Karamustafa taşınmazının bulunmadığı, doğuda eylemli biçimde “taşlık ve kayalık ve çalılık” niteliği ile hazine adına, bir kayıt ve belge esas alınmaksızın, tesbit edilen 20 parsel sayılı taşınmazın bulunduğu dikkate alındığında kaydın doğu sınırının açık kaldığı, tapu kaydının kapsamının yüzölçümü ile belirleneceği gözönünde tutulmalı, bu belirleme yapılırken tapu kaydında kuzeyde tarif edilen yolun, eylemli biçimde varlığı, batıda tarif edilen, Esma taşınmazının 14 parsel sayılı taşınmaz yeri olduğu, güneyde tarif edilen Karamustafa taşınmazının ise 21 parsel sayılı taşınmaz olduğu dikkate alınmalı, bu yöntemlerle de tapu kaydının dayanağı haritanın yerine uygulanamayacağı, uzman bilirkişi tarafından, harita tekniğine uygun, somut, bilimsel nitelikte gerekçelerle açıklandığı takdirde tapu kaydında kuzeyde tarif edilen yol, batıda tarif edilen Esma ve güneyde tarif edilen Karamustafa gibi değişmez nitelikteki sınır yerleri esas alınarak, değişmez sınırlarla bağlantı kesilmeksizin belirli bir geometrik şekil oluşturacak biçimde tapu kaydına kapsam belirlenmeli, bu bağlamda davacılara kayıttaki yüzölçümden fazla taşınmaz verilebileceğime gözönünde tutulmalı, bundan sonra, aynı yöntemle kadastro paftasının ölçeği ile onaylı imar planının ölçekleri eşitlendikten sonra yerine uygulanmalı, dava ve temyiz konusu taşınmazın tapu kaydı kapsamı dışında kalan kesiminin belediyece düzenlenen onaylı imar planının kapsamında kalıp kalmadığı belirlenmeli, dayanılan tapu kaydı ile imar planının kapsamı dışında kalan bölüm yönünden yerel bilirkişi ve tanıklardan zilyetliğin başlangıç günü, süresi, sürdürülüş biçimi, davacıların taşınmazı ekonomik amacına uygun şekilde, ne biçimde kullandıkları yolunda olaylara dayalı bilgi alınmalı, tapu kaydı kapsamı dışında kalan kesim yönünden zilyetliğin tapu kaydının oluştuğu günden sonra başlayacağının gözönüne alınması, tutanak bilirkişileri, taşınmaz başında ayrı ayrı dinlenerek keşifte dinlenen bilirkişi ve tanık sözleri ile tutanak bilirkişilerinin beyanları arasındaki aykırılık bir başka deyişle, tesbitte saptanan hukuksal olgu ile keşifte saptanan hukuksal olgu arasındaki aykırılık giderilmeli, davacıların dayandığı tapu kaydı ile, onaylı imar planının kapsamı dışında kalan kesim yönünden taşınmaz mahkemece görülüp, gözlenmeli, GÖZLEMLER KEŞİF TUTANAĞINA AYNEN GEÇİRİLMELİ, özellikle taşınmazın fiziksel yapısı, meyil durumu incelenmeli, komşu taşınmazlarla mukayesesi yapılmalı, uzman ziraat mühendisi Mehmet Ali Bahar tarafından düzenlenen 9.6.1997 havale günlü raporda, sözü edilen, 60-70 yaşları arasındaki 30 adet zeytin ağacının, taşınmaz üzerindeki dağılım durumu belirlenmeli, uzman bilirkişiden keşif ve uygulamayı izlemeye bilirkişi sözlerini denetlemeye elverişli, mahkemenin keşif tutanağına geçen gözlemini yansıtacak şekilde, ayrıntılı, gerekçeli rapor alınmalı, temyize konu taşınmazın tapu kaydı ile onaylı imar planı kapsamı dışında kalan bölümü yönünden tesbit gününde davacı yararına 3402 sayılı Kadastro Kanununun 17 ve 14 maddesi hükmünde öngörülen kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği ile taşınmaz edinme koşullarının gerçekleşip gerçekleşmediği incelenmeli, tüm deliller bu çerçevede değerlendirilerek sonucuna uygun bir karar verilmelidir. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davalı Hazine vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı HUMK.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, 1.11.2000 gününde, oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY YAZISI Dava konusu taşınmaza ait tapu ve vergi kaydına rastlanmadığı, 1942´li yıllarda para ve emek sarfı ile Numan Özcan tarafından tarla haline getirildiği, mirasçıları tarafından zaman zaman kullanıldığı, ancak, 3402 sayılı Kanunun 14 ve 17. maddelerinde yazılı zilyetlik koşullarının oluşmadığı belirtilerek tarla niteliği ile hazine adına tesbit edilmiş, itiraz edilmediğinden 29.6.1995 tarihinde tesbit kesinleşmiştir. Davacılar yaklaşık 1 yıl sonra Asliye Hukuk Mahkemesine tapu iptali ve tescil davası açmışlardır. Mahkemece taşınmazın temyiz konusu olan 26787 m2 lik bölümü hakkındaki tapu kaydının iptali ile davacılar adına tesciline karar verilmiş; hüküm 7. Hukuk Dairesinin 2.7.1999 tarihli ilamı ile bozulmuş, direnme kararı da Hukuk Genel Kurulunca oyçokluğu ile bozulmuştur.
Hukuk Genel Kurulunda oylama değişik bozma ve onama doğrultusunda yapılmış, değişik bozmanın daha dar kapsamlı olacağı açıklanmış ve çoğunluk görüşü değişik bozma doğrultusunda oluşmuştur. Ancak, çoğunluğun görüşünü yansıtan bozma gerekçesinde 7. Hukuk Dairesinin bozma ilamı daraltılmak bir yana daha da genişletilmiş ve 7. Hukuk Dairesinin bozma ilamında sözü edilmeyen ve kesinleşen hususlara da yer verilmiştir. Oysa, karar düzeltme yoluna başvurulmadığı veya istek reddedildiği takdirde uyulması zorunlu olan Hukuk Genel Kurulu kararları HUMK.nun hükümlerine uygun, mahkemelere yol gösterici ve öğretici olmalıdır.
Birçok yönlerden dolayı çoğunluğun bozma gerekçelerine katılmam mümkün değildir.
Söyle ki: 1- Taşınmazın Bodrum ilçesi Yaka köyü Dedeler mevkiinde bulunduğu kadastro tutanağında yazılıdır. Bu husus tartışmasız olup dosya içeriğinden taşınmazın il, ilçe ve kasaba sınırları içerisinde olmadığı, köy sınırları içerisinde bulunduğu kesin olarak belirlenmiştir. 3402 sayılı Kanunun 17/1. Maddesi köy sınırları içerisindeki taşınmazlar için uygulanır. 17/2. maddeye göre il, ilçe ve kasabaların imar planını kapsadığı alanlarda kalan taşınmaz mallar da bu hüküm uygulanmaz. Taşınmaz köy sınırları içerisinde olduğu ve Bodrum Belediyesi İmar Müdürlüğünün 7.2.1997 tarihli karşılık yazısında taşınmazın uygulama imar planları kapsamında kalmadığı bildirildiği halde 7. Hukuk Dairesinin Hukuk Genel Kurulunca benimsenen ve ısrarla tekrarlanan bozma ilamında taşınmazın belediyece düzenlenen imar planının kapsamında kalıp kalmadığının belirlenmesinin istenmesini anlamak mümkün değildir.
2- Kaldı ki, taşınmazın imar ve ihya edilmesi de söz konusu değildir. Orman bilirkişisi Selçuk Simsar tarafından düzenlenen 27.6.1997 tarihli raporda taşınmazın orman tahdit sınırları dışında kaldığı, orman olmadığı, içerisinde 60-70 yaşlarında 30 adet zeytin ağacı bulunduğu, etrafının kuru taş duvarla çevrili bulunduğu belirtilmiş, ziraat mühendisi Mehmet Ali Bahar´da 9.6.1997 tarihli raporunda taşınmazın zeytinli tarla olduğunu, içerisinde 60-70 yaşlarında zeytin ağacı bulunduğunu bildirmiş, dinlenen yerel bilirkişi ve tanıklar da taşınmazda zeytin ağaçları dışındaki alanlarda tarım yapıldığını açıklamış, esasen tutanakta da taşınmazdaki zilyetliğin 1942 yıllarda başladığı vurgulanmıştır. Böylece, taşınmazda esasen imar ihyanın söz konusu olmadığı, tapu kaydı sabit sınırlı kabul edilmese dahi miktar fazlası üzerinde zilyetlikle mülk edinme koşullarının davacı yararına gerçekleştiği anlaşılmıştır.
3- 7. Hukuk Dairesinin bozla ilamında olmadığı halde bu kez Hukuk Genel Kurulu bozma ilamında tutanak içeriği ile keşifte dinlenen bilirkişi ve tanık beyanları arasında çelişki olduğu belirtilerek tutanak bilirkişileri ile yerel bilirkişi ve tanıkların birlikte dinlenerek çelişkinin giderilmesi istenmiştir. Aslında beyanlar arasında çelişki mevcut değildir. Tutanakta da zilyetliğin 1942 yıllarda başladığı ve içerisinde zeytin ağaçları bulunduğu yazılıdır. Kaldı ki, dava Asliye Hukuk Mahkemesinde görülen tapu iptal davasıdır. Kadastro Mahkemesinde görülen kadastro tesbitine itiraz davası değildir. Taraflar göstermedikçe mahkemece resen bilirkişi ve tanık dinlenemez. Taraflar tesbit bilirkişilerinin dinlenmesini istememişlerdir. Mahkemenin resen dinlemesi ve bu doğrultuda bozma yapılması usul hükümlerine aykırıdır. Asliye Hukuk Mahkemesinde hakim tarafların tanıklarını ve yerel bilirkişiyi dinler, tutanak içeriği ile çelişki doğarsa diğer yan deliller ve özellikle uzman bilirkişilerin görüşlerini gözönünde tutarak değerlendirme yapar ve sonuca varır. Nitekim, mahkemece bu yola gidilmiş, yerel bilirkişi ve tanıklar ile uzman bilirkişilerin beyan ve görüşlerine değer verilerek hüküm kurulmuştur. Bunların takdiri yerel mahkemeye aittir.
Açıklanan nedenlerle yerinde olan direnme kararının onanmasına karar verilmesi gerekirken bozulması doğrultusundaki çoğunluk görüşüne katılmıyorum.
KARŞI OY YAZISI Dava kadastro tesbitine dayalı olarak oluşan tapu kaydının iptali ve tescili isteğine ilişkindir. Davacı taraf davada tapu kaydına dayanmıştır. Yerinde yapılan keşif sonucu tapu kaydının dava konusu taşınmazı tamamen kapsadığı saptanmıştır. Tapunun bir tarafı yol (kuzeyi) doğu, batı ve güneyi de şahıs arazileriyle çevrilidir. Doğu tarafında da Karamustafa olduğu halde, kuzeydoğu tarafı kısmen açık olduğu görülmektedir. Bu durumda tapunun miktarı ile geçerli olduğunun kabulü gerekir. Ancak davacının taşınmaz üzerindeki zilyetliği 1942 yılında başlamakta olup 1952 yılında da, tapu oluştuğuna göre zilyetlik bu tarihten itibaren süre geldiği uyuşmazlık konusu değildir. Yerel mahkeme krokide (A) harfi ile gösterilen yer dışında kalan kısmın iptal ve tesciline karar vermiştir. Toplam 26787 m2´dir. Keşifte dinlenen yerel bilirkişi Şerafettin Özaltın ve davacı tanığı Mehmet Engin´in beyanlarına göre davacı tarafın 50 yılı aşkın bir süreden beri taşınmazı nizasız, fasılasız kısmen zeytinlik ve kısmende ekip biçmek suretiyle zilyet ettiklerini açıklamışlardır. Diğer davacı tanığı Ahmet Şahin ise; dava konusu 15 nolu parseli 1940 yılında davacıların babası Numan Özcan emek ve para harcamak suretiyle İMAR ve İHYA ettiğini o tarihten beri önceleri Numan daha sonrada harici ve rızai taksimden sonra davacılar tarafından aynı şekilde kısmen zeytinlik, kısmen de ekip biçmek suretiyle tasarruf ettiklerini beyan etmişlerdir. Bu olgular karşısında olayda artık imar ve ihyanın koşullarının gerçekleşip gerçekleşmediğinin araştırılmasına gerek olmadığı kanaatindeyim. Olayda imar ve ihya koşullarının gerçekleştiği dosya kapsamı ile sabit görülmektedir. Tekrar imar ve ihya koşullarının aranması davanın uzamasına neden olacağı gibi usul ekonomisine de aykırı düşer.
Olayda Yüksek Kurulca 3402 sayılı Yasanın 17/2. fıkrasının uygulanıp uygulanmayacağı tartışma konusu yapılmıştır. Dosya kapsamına göre dava konusu yerin Bodrum İlçesi Yaka Köyü hudutları içerisinde kaldığı açık olduğuna göre olayda kamu düzenine ilişki olan ve her aşamada kendiliğinden gözetilmesi gereken 3402 sayılı Yasanın 17/2. maddesinin uygulanma olanağı; mevcut durum karşısında olmadığı görüşündeyim, ancak Bodrum Belediyesi İmar Müdürlüğünün 7.2.1997 tarih 15/1285 sayılı yazılarına göre 15 nolu parselin uygulama imar planları kapsamında kalmadığı 10.6.19991 tarihinde Bayındırlık ve İskan Bakanlığı tarafından onaylanan 1/25000 ölçekli Bodrum Yarımadası Çevre Düzeni Nazım İmar Planı kapsamında kaldığı bildirildiğine göre bu plan gözetilir, ancak, bu imar planının onaylandığı 10.6.1991 tarihine kadar imar ve ihya koşulları ile 20 yıllık asgari sürenin gerçekleştiği açıktır. Çünkü davacıların asgari zilyetliğinin dayandıkları tapu kaydının oluştuğu 1952 tarihinden beri süregeldiğinin kabulü gerekir. Söz konusu Çevre Düzeni Nazım İmar Planının onaylandığı 10.6.1991 tarihinden önce imar ve ihya koşulları ile 20 yıllık asgari süre gerçekleşmiş bulunduğuna göre davacının kazanılmış hakkı söz konusu olur. Artık kazanılmış hak karşısında 3402 sayılı Yasanın 17/2. maddesinin uygulanma olanağının bulunmamaktadır. Yüksek Hukuk Genel Kurulu ve Özel Dairelerin uygulamaları da bu yöndedir. Diğer yandan 1/25000 ölçekli imar planları dava konusu yeri de kapsadığına göre bu yerin belediye Mücavir alan sınırları içerisinde olduğu bu sınırlar içerisine alındığı anlaşılmaktadır. Belediye bu nazım imar planı ile burada imarın geçeceğini ima etmektedir. Ancak bu tür planlar mevzi imar planlarına yani 1/1000 ölçekli planlara dönüştürülmedikçe uygulama olanakları bulunmamaktadır. Henüz mevzi imar planları yapılmadığına göre söz konusu çevre düzeni ile ilgili imar nazım planının uygulanması da söz konusu olmayacağı açıktır.
Dosyanın; mevzi imar planlarının yapılmasının sonucunu beklemesi de düşünülemez. Çünkü uygulama planı söz konusu değildir. Dava konusu yerin Bodrum Yaka köyü sınırları içerisinde kaldığı gerekçesiyle imar durumunun mevcut olgular karşısında ilgili İl Bayındırlık ve İskan Müdürlüğünden sorulması da sonuca etkili olmayacaktır.
Açıklanan nedenlerle yerel mahkemenin direnme kararının onanması gerekirken, bozulmasının doğru olmadığı kanaatindeyim. Bu nedenle sayın çoğunluğun bozma yönündeki görüşlerine katılmıyorum.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/8-249 K: 2005/276 T: 27.4.2005
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/287 K: 2007/322 T: 30.05.2007
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/327 K: 2004/348 T: 09.06.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1997/218 K: 1997/484 T: 04.06.1997
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/80 K: 2001/99 T: 07.02.2001
Tespit dışı bırakılan bir yerin Medeni Kanun ve Kadastro Kanununa göre tapuya tescil edilebilmesi için bu yer üzerindeki tasarruf ve zilyetliğin en erken tespit dışı bırakılma tarihinde başlayacağının kabulü ile tespit dışı bırakılma işleminin yapıldığı tarihten dava tarihine kadar 20 yıldan fazla süre ile Yasada belirtilen koşullar altında zilyetliğin sürdürülmesi gerekir. Nizalı taşınmazın hukuki niteliğinin belirlendiği tespit dışı bırakılma tarihinde Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olup henüz imar, ihya ve zilyetlik yoluyla tasarrufa başlanılmadığı ziraate elverişli hale getirilmediği tespit dışı bırakma işlem ve nedeninden ve davacı zilyedin bu işleme karşı hak iddiasıyla itirazda bulunmadığı anlaşılmakla zilyetliğin ancak en erken tespit tarihinde başladığının kabulü gerekir.
Taraflar arasındaki “tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Gaziantep Asliye 3. Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 8.2.2000 gün ve 1999/225 E. 2000/68 K. sayılı kararın incelenmesi davalı Hazine vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin 22.5.2000 gün ve 2000/3939 E-4256 K sayılı ilamı ile; (…davacı Kadastro sırasında tespit dışı bırakılan dava konusu yerin MK.nun 639/1.maddesi hükmü uyarınca tescilini istemiştir. Dava konusu taşınmaz, kadastro işlemi sırasında hukuksal niteliği belirlenerek Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olması nedeniyle tespit dışı bırakılmıştır. Tespit dışı bırakılma işlemide bir tapulama işlemidir. Taşınmazın özel mülkiyete konu olamıyacağı gerekçesi ile tespit dışı bırakıldığı tarihte, hak iddiasında bulunan davacının yürürlükte bulunan yasa hükmü uyarınca bir itirazda bulunmadığı anlaşılmaktadır.
Bu tür yerler hakkında hak iddiasında bulunanlar tarafından; tespit dışı bırakılma işlemine karşı 3402 SK.nun 7/4. maddesi hükmüne dayanarak taşınmazın kadastroya tabi olması gerektiği şeklindeki iddia ile komisyona itirazda bulunulabileceği gibi kadastro mahkemelerinde itiraz davası açabilir. Tespit dışı bırakılan yer üzerinde hak iddiasında bulunan kişi tarafından takip edilecek yol yürürlükten kaldırılan 766 SK.nun 2 ve 3402 SK.nun da 7/4.maddesinde belirtilmiştir. Anılan 7.maddenin 4.fıkrasına göre, kadastro tutanağı düzenlenmeyen yerlerin kadastroya tabi olması yolunda iddia vaki olursa, bu kanun gereğince tahdit ve tespiti yapılarak tutanak düzenlenir ve iddia sebepleri açıklanarak kadastro komisyonuna tevdi edilir”. Komisyonca yapılacak işlem ve incelemenin şekli ve süreside 10. maddede açıklanmıştır. Bu maddelerde öngörülen süreler içerisinde hak iddiasında bulunmadıkça yani tespit dışı kalma işlemi yönünden uyuşmazlık çıkarılıp tutanak düzenlenmedikçe tespit dışı bırakılma yolunda yapılan kadastro işlemi üzerinden uzun süre geçtikten sonra tespit dışı bırakılma tarihindeki niteliğin aksini iddia etmek o tarihte kadastro işlemi ile belirlenen fiili duruma aykırı düşer. Davacının dava konusu taşınmazın tespit dışı bırakılma işlemine karşı hak iddiasıyla itirazda bulunduğu iddia ve ispat edilmemiştir.
Yargıtay’ın kararlılık kazanan uygulamalarına göre, tespit dışı bırakılan bir yerin MK.nun 639/1 ve 3402 SK.nun 14 ve 17.maddelerine göre tapuya tescil edilebilmesi için bu yer üzerindeki tasarruf ve zilyetliğin en erken tespit dışı bırakılma tarihinde başlayacağının kabulü ile tespit dışı bırakılma işleminin yapıldığı tarihten dava tarihine kadar 20 yıldan fazla süre ile Yasada belirtilen koşullar altında zilyetliğin sürdürülmesi gerekir. (HGK: 22.3.1995 T. 1994/8-873 E 1995/216 K. 19.2.1997 T. 1996/8-768 E.1997/100 K.18.2.1998 T 1998/8-15-129; 3.2.1999 T.1999/8-7 E.33 K.)
Nizalı taşınmazın hukuki niteliğinin belirlendiği tespit dışı bırakılma tarihinde Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olup henüz imar,ihya ve zilyetlik yoluyla tasarrufa başlanılmadığı ziraate elverişli hale getirilmediği tespit dışı bırakma işlem ve nedeninden ve davacı zilyedin bu işleme karşı hak iddiasıyla itirazda bulunmadığı anlaşılmakla zilyetliğin ancak en erken tespit tarihinde başladığının kabulü gerekir.
Davaya ve temyize konu somut olayda tespit dışı bırakma işleminin yapıldığı 17.07.1992 tarihi ile davanın açıldığı 08.04.1999 tarihi arasında (20)yıllık kazandırıcı zaman aşımı ile iktisap süresi dolmadığı ve böylece MK.nun 639/1 ile 3402 sayılı Kanunun 14.maddesinde açıklanan tescil davasının zilyetlik süresi ile ilgili iktisap koşulu tamamlanmadığından davanın reddine karar verilmesi gerekirken değişik sebep ve gerekçe ile kabulüne karar verilmesi isabetsizdir..)gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
YARGITAY HUKUK GENEL KURULU KARARI Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere ve özellikle H.G.K.nun 11.10.2000 gün, 2000/8-1264 Esas 2000/1250 Karar sayılı kararında etraflıca açıklandığı şekilde pafta tarihi esas alındığında zilyetlik süresinin dolmadığının saptanmasına göre Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davalı Hazine vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı H.U.M.K.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, 7.2.2001 gününde, oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/8-249 K: 2005/276 T: 27.4.2005
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/287 K: 2007/322 T: 30.05.2007
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/327 K: 2004/348 T: 09.06.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1997/218 K: 1997/484 T: 04.06.1997
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/80 K: 2001/99 T: 07.02.2001
Tespit dışı bırakılan bir yerin Medeni Kanun ve Kadastro Kanununa göre tapuya tescil edilebilmesi için bu yer üzerindeki tasarruf ve zilyetliğin en erken tespit dışı bırakılma tarihinde başlayacağının kabulü ile tespit dışı bırakılma işleminin yapıldığı tarihten dava tarihine kadar 20 yıldan fazla süre ile Yasada belirtilen koşullar altında zilyetliğin sürdürülmesi gerekir. Nizalı taşınmazın hukuki niteliğinin belirlendiği tespit dışı bırakılma tarihinde Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olup henüz imar, ihya ve zilyetlik yoluyla tasarrufa başlanılmadığı ziraate elverişli hale getirilmediği tespit dışı bırakma işlem ve nedeninden ve davacı zilyedin bu işleme karşı hak iddiasıyla itirazda bulunmadığı anlaşılmakla zilyetliğin ancak en erken tespit tarihinde başladığının kabulü gerekir.
Taraflar arasındaki “tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Gaziantep Asliye 3. Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 8.2.2000 gün ve 1999/225 E. 2000/68 K. sayılı kararın incelenmesi davalı Hazine vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin 22.5.2000 gün ve 2000/3939 E-4256 K sayılı ilamı ile; (…davacı Kadastro sırasında tespit dışı bırakılan dava konusu yerin MK.nun 639/1.maddesi hükmü uyarınca tescilini istemiştir. Dava konusu taşınmaz, kadastro işlemi sırasında hukuksal niteliği belirlenerek Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olması nedeniyle tespit dışı bırakılmıştır. Tespit dışı bırakılma işlemide bir tapulama işlemidir. Taşınmazın özel mülkiyete konu olamıyacağı gerekçesi ile tespit dışı bırakıldığı tarihte, hak iddiasında bulunan davacının yürürlükte bulunan yasa hükmü uyarınca bir itirazda bulunmadığı anlaşılmaktadır.
Bu tür yerler hakkında hak iddiasında bulunanlar tarafından; tespit dışı bırakılma işlemine karşı 3402 SK.nun 7/4. maddesi hükmüne dayanarak taşınmazın kadastroya tabi olması gerektiği şeklindeki iddia ile komisyona itirazda bulunulabileceği gibi kadastro mahkemelerinde itiraz davası açabilir. Tespit dışı bırakılan yer üzerinde hak iddiasında bulunan kişi tarafından takip edilecek yol yürürlükten kaldırılan 766 SK.nun 2 ve 3402 SK.nun da 7/4.maddesinde belirtilmiştir. Anılan 7.maddenin 4.fıkrasına göre, kadastro tutanağı düzenlenmeyen yerlerin kadastroya tabi olması yolunda iddia vaki olursa, bu kanun gereğince tahdit ve tespiti yapılarak tutanak düzenlenir ve iddia sebepleri açıklanarak kadastro komisyonuna tevdi edilir”. Komisyonca yapılacak işlem ve incelemenin şekli ve süreside 10. maddede açıklanmıştır. Bu maddelerde öngörülen süreler içerisinde hak iddiasında bulunmadıkça yani tespit dışı kalma işlemi yönünden uyuşmazlık çıkarılıp tutanak düzenlenmedikçe tespit dışı bırakılma yolunda yapılan kadastro işlemi üzerinden uzun süre geçtikten sonra tespit dışı bırakılma tarihindeki niteliğin aksini iddia etmek o tarihte kadastro işlemi ile belirlenen fiili duruma aykırı düşer. Davacının dava konusu taşınmazın tespit dışı bırakılma işlemine karşı hak iddiasıyla itirazda bulunduğu iddia ve ispat edilmemiştir.
Yargıtay’ın kararlılık kazanan uygulamalarına göre, tespit dışı bırakılan bir yerin MK.nun 639/1 ve 3402 SK.nun 14 ve 17.maddelerine göre tapuya tescil edilebilmesi için bu yer üzerindeki tasarruf ve zilyetliğin en erken tespit dışı bırakılma tarihinde başlayacağının kabulü ile tespit dışı bırakılma işleminin yapıldığı tarihten dava tarihine kadar 20 yıldan fazla süre ile Yasada belirtilen koşullar altında zilyetliğin sürdürülmesi gerekir. (HGK: 22.3.1995 T. 1994/8-873 E 1995/216 K. 19.2.1997 T. 1996/8-768 E.1997/100 K.18.2.1998 T 1998/8-15-129; 3.2.1999 T.1999/8-7 E.33 K.)
Nizalı taşınmazın hukuki niteliğinin belirlendiği tespit dışı bırakılma tarihinde Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olup henüz imar,ihya ve zilyetlik yoluyla tasarrufa başlanılmadığı ziraate elverişli hale getirilmediği tespit dışı bırakma işlem ve nedeninden ve davacı zilyedin bu işleme karşı hak iddiasıyla itirazda bulunmadığı anlaşılmakla zilyetliğin ancak en erken tespit tarihinde başladığının kabulü gerekir.
Davaya ve temyize konu somut olayda tespit dışı bırakma işleminin yapıldığı 17.07.1992 tarihi ile davanın açıldığı 08.04.1999 tarihi arasında (20)yıllık kazandırıcı zaman aşımı ile iktisap süresi dolmadığı ve böylece MK.nun 639/1 ile 3402 sayılı Kanunun 14.maddesinde açıklanan tescil davasının zilyetlik süresi ile ilgili iktisap koşulu tamamlanmadığından davanın reddine karar verilmesi gerekirken değişik sebep ve gerekçe ile kabulüne karar verilmesi isabetsizdir..)gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
YARGITAY HUKUK GENEL KURULU KARARI Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere ve özellikle H.G.K.nun 11.10.2000 gün, 2000/8-1264 Esas 2000/1250 Karar sayılı kararında etraflıca açıklandığı şekilde pafta tarihi esas alındığında zilyetlik süresinin dolmadığının saptanmasına göre Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davalı Hazine vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı H.U.M.K.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, 7.2.2001 gününde, oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/8-249 K: 2005/276 T: 27.4.2005
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/287 K: 2007/322 T: 30.05.2007
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/327 K: 2004/348 T: 09.06.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1997/218 K: 1997/484 T: 04.06.1997
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/85 K: 1999/81 T: 17.02.1999
Dava konusu parsel, taşlık ve kayalık olması nedeniyle tescil harici bırakılan yerdir. Davacı taşınmazın kendisi tarafından imar ve ihya edildiğini ileri sürerek, bu yere ait tapu kaydının iptali ile tescilini istemiştir. Böyle bir yerin kazanılması için, taşınmazın emek ve para sarfedilmek suretiyle tarım arazisi haline getirilmesi gerekmektedir. Bir yerin imar ve ihya yolu ile ihya eden halefleri adına tapuya tescil edilebilmesi için, yasadaki tüm olumlu ve olumsuz koşulların kesin olarak kanıtlanması gerekir.
Taraflar arasındaki “tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Adana Asliye 3. Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 12/4/1994 gün ve 1988/101 E- 1994/324 K. sayılı kararın incelenmesi davalı Hazine vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8. Hukuk Dairesi’nin 9/5/1996 gün ve 1995/10867-1996/4641 sayılı ilamıyla; (… Davacı tarafından Hazine aleyhine açılan tapu iptali ve tescil davasının kabulüne ilişkin hüküm Hazineni temyizi üzerine Dairece onanmıştı. Hazine vekili tarafından bu kez verilen 31/10/1995 günlü karar düzeltme dilekçesi ile onama kararının kaldırılarak yerel mahkeme hükmünün bozulması istenilmiştir. Uyuşmazlık konusu taşınmaz bölümünü kapsayan 877 parsel 2/1/1985 tarihide tarla niteliği ile Maliye Hazinesi adına tapuya tescil edilmiştir. Tapulama paftası ve Kadastro Müdürlüğünün 1/2/1993 günlü karşılık yazısına göre dava konusu parselin taşlık ve kayalık olması nedeniyle 766 sayılı Tapulama Kanunun 2. maddesi uyarınca tescil harici bırakılan bir yerdir. Davacı taşınmazın kendisi tarafından imar ve ihya edildiğini ileri sürerek bu yere ait tapu kaydının iptali ile tescil isteğinde bulunmuştur. 6/7/1993 tarihinde yapılan keşifte dinlenen yerel bilirkişi Ali İşbilir dava konusu taşınmazın öncesi itibariyle hayvanların otlatıldığı taşlık ve çalılık hali arazi olduğunu, 1955-1956 yıllarında davacı tarafından ihya edilerek tarım arazisi haline getirildiğini ve o tarihten Hazine adına tapuya tescil edildiği tarihe kadar tasarruf edildiğini, bildirmiş, davacı tarafından dinletilen tanıklarda yerel bilirkişinin beyanlarına paralel ve doğrular mahiyette beyanda bulunmuşlardır. Ziraatçı bilirkişi Şükrü Özcan tarafından düzenlenen 24/10/1993 günlü raporda taşınmaz üzerinde Karayolları İdaresince Şantiye kurulduğu ve dolayısıyla taşınmaz üzerinde çakıl, kum gibi yol malzemeleri döküldüğünü, taşınmazın bu haliyle sert zemin görünümlü bir yapı gösterdiğini, tarım yapılabileceğini açıklamıştır. Dava konusu taşınmaz 1952 yılında taşlık ve kayalık olması nedeniyle tesbit dışı Kadastro Kanunun 17. maddesinde belirtildiği üzere taşınmazın emek ve para sarfedilmek suretiyle tarım arazisi haline getirilmesi gerekmektedir Yerel bilirkişi ve tanıkların İmar ve İhya olgusu hakkındaki beyanları soyut olup ziraatçı bilirkişi raporuna göre de taşınmazın sert zeminli tarım yapılabilecek bir yer olduğu belirtilmiştir. Bir yerin İmar ve İhya yollu ile ihya eden veya halefleri adına tapuya tescil edilebilmesi için bu maddede belirtilen tüm olumlu ve olumsuz koşulların kesin olarak kanıtlanması gerekir.l Ziraatçı bilirkişi raporuna göre, taşınmazın tarıma elverişli bir hale getirildiği kanıtlanmamıştır. İhyaya ilişkin koşulların kanıtlanmadığı gözönünde tutularak yerel mahkeme kararını bozulması gerekirken, Dairece yanlışa düşülerek onanmış olup Hazinenin karar düzeltme isteği yerinde olduğundan kabulü ile dairenin 20/9/1995 gün ve 1994/11119 esas, 1995/9223 karar sayılı onama kararının kaldırılarak yerel mahkeme kararının az önce açıklanan gerekçelerle Bozulmasına…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, mahkeme kararında açıklanan gerektirici nedenlere ve özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre, usul ve yasaya uygun bulunan direnme kararının onanması gerekir.
SONUÇ: Davalı Hazine vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile, direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, Harçlar Kanunun değişik 13. maddesinin “j” bendi gereğince harç alınmamasına, 17/2/1999 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY YAZISI Dava konusu taşınmazın bulunduğu yerde 1952 yılında kadastro yapıldığı, çekişmeli taşınmazın taşlık ve kayalık yerlerden olması sebebiyle kadastro dışı bırakıldığı ve bu işlemlerin süresinde kesinleştiği, o tarihte taşınmazda kimsenin zilyet olmadığı davacı tarafın zilyetliğinin 1954 yılından itibaren başladığı ve davacı tarafın taşınmazı İmar ve İhya ederek tarla haline getirdiği ve ancak tescil isteğinde bulunmadığı, 1985 yılında Hazinenin başvurusu üzerine taşınmazın idari yoldan Hazine adına tapuya tescil edilmesi üzerine davacı tarafın 7/10/1987 tarihinde yürürlüğe giren 3402 sayılı Kadastro Kanunun 17. ve 46. maddelerine dayanarak Hazine adına oluşturulan tapu kaydının iptali ile kendi adına tesciline karar verilmesini istediği dosya içeriğinden anlaşılmaktadır.
Herne kadar mahkemece Hazine tapusunun oluştuğu tarihten önce davacı yararına 3402 sayılı Kadastro Kanunun 17., 14. ve 46. maddelerinde öngörülen koşulların gerçekleştiği kabul edilerek hüküm kurulmuş ise de, 3402 sayılı Kadastro Kanunun 46. maddesi “… daha önce tapulama veya kadastrosu tamamlanmış olan yerlerde 766 sayılı Kanunun 37. maddesi… uyarınca Hazine adına kaydedilen taşınmaz mallar bu Kanun hükümlerine göre doğan iktisap şartlarında istinaden zilyetleri adına tescil olunur” hükmünü taşımaktadır. Çelişkili taşınmazın bulunduğu yerde 1952 yılında kadastro yapılmış ve işlemleri kesinleşmiştir. Taşınmaz o tarihte kimsenin zilyetliğinde bulunmayıp taşlık, kayalık yerlerden olduğundan kadastro dışı bırakılmıştır. Anılan 46. maddenin uygulanabilmesi için 766 sayılı Kanunun 19/7/1972 tarihinde 1617 sayılı Kanunla değişik 37. maddesi gereğince kadastro tesbitinin yapılmış olması gereklidir. Anılan 37. maddede İmar ve İhya edilen yerler Hazine adına tescil edilmesi,ancak, bazı koşulların gerçekleşmesi durumunda zilyetlerin beyanlar hanesinde gösterilmesi öngörülmektedir. İşte 3402 sayılı Kadastro Kanunun konumuzla ilgili 46. maddesi gereğince Hazine adına oluşturulan tapu kayıtlarının iptal ve tescilinin istenebilmesi için kadastro tesbitinin yapıldığı tarihte taşınmazın İmar ve İhya edilmesi, ancak, İmar-İhya yoluyla iktisap mümkün bulunmadığından taşınmazın bu nedenle Hazine adına tesbit ve tescil edilmiş olması gerekli ve zorunludur. Uyuşmazlık konusu olayda ise taşınmaz hakkında kadastro tutanağı düzenlenmediğinden 3402 sayılı Kadastro Kanunun 46. maddesinde öngörüldüğü gibi 766 sayılı Kanunun 37. maddesi gereğince Hazine adına tescil söz konusu değildir. Bu nedenlerle olayda anılan 46. madde hükmünün uygulanması imkansızdır. Öte yandan, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 6/10/1982 gün ve 820 sayılı kararında da belirtildiği gibi Hazine adına tapuda kayıtlı olan yerin kazandırıcı zamanaşımı yoluyla edinilmesi, kaydın oluşturulduğu güne kadar edinme koşullarının gerçekleşmesine bağlıdır. Uyuşmazlık konusu olayda herne kadar davacı tarafın 1954 yılında başlayan zilyetliğin hazine tapusunun oluşturulduğu tarihe kadar 30 sene ile devam etmiş ise de, Hazine tapusunun kurulduğu tarihte, İmar-İhya ile başlayan zilyetlikle iktisaba imkan veren 3402 sayılı Kadastro Kanunun henüz yürürlüğe girmediğinden Hazine tapusunun oluşturulduğu tarih itibariyle davacı taraf yararına edinme koşulları gerçekleştiği kabul edilemez. Bütün bu durumlar karşısında davanın reddine karar verilmesi gerekirken kabulü doğrultusundaki direnme hükmünün onanmasına ilişkin çoğunluk görüşüne katılmıyoruz.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/8-109 K: 2002/150 T:6.3.2002
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1995/8-933 K: 1995/1150 T: 20.12.1995
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/467 K: 2017/510 T: 15.03.2017
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/681 K: 2001/711 T: 10.10.2001
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1997/218 K: 1997/484 T: 04.06.1997
Kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayalı tescil isteminin aynı zamanda imara ihya nedeniyle tescil talebini de kapsadığının kabulü gerekir.
Taraflar arasındaki “tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Antalya Asliye 2. Hukuk Mahkemesi’nce davanın kabulüne dair verilen 18.10.1994 gün ve 1994/44-731 sayılı kararın incelenmesi davalı Hazine ve DSİ. vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin 14.6.1996 gün ve 1996/4381-6068 sayılı ilamıyla; (…Davacı tarafından Hazine, Köy Tüzel Kişiliği ve DSİ Genel Müdürlüğü aleyhine açtığı tescil davasının kabulüne ilişkin hüküm Dairece onanmıştı, Hazine vekili tarafından verilen 16.4.1996 günlü dilekçe ile belirtilen sebeplerle onama kararının kaldırılarak yerel mahkeme hükmünün bozulmasını istemiştir. Davacı, dava dilekçesinde mevki ve sınırları yazılı taşınmazın kazanmayı sağlayan zilyetlik nedeniyle MK.nun 639/1. maddesi hükmü uyarınca adına tesciline karar verilmesini istemiştir. Fen bilirkişisi tarafından düzenlenen 20.6.1990 günlü raporda tescil konusu taşınmazın çay yatağı olması nedeniyle tesbit dışı bırakıldığı açıklanmıştır. Yerel bilirkişi ve tanıklar taşınmazın davacı tarafından imar ve ihya edilerek 1950 yılından dava tarihine kadar tasarruf edildiğini, ziraatçı bilirkişi tarafından düzenlenen raporda da bu yerin çay yatağından imar ve ihya edilerek kültür arazisi haline getirildiğini bildirmiştir. Mahkemece yerel bilirkişi, tanık sözleri ve ziraatçı bilirkişinin raporundaki açıklamalara dayanılarak davanın kabulü yönüne gidilmiştir. Çay yatakları MK.nun 641. maddesinin kapsamına giren devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerdendir. Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan bir yerin 3402 sayılı Kadastro Kanununun 17. maddesinde belirtildiği üzere imar ve ihya edilmedikçe kazandırıcı zamanaşımı ve zilyetlik yolu ile edinilmesi mümkün bulunmamaktadır.
Genel kural bu olmakla beraber Yargıtay uygulamalarına göre çay yatakları bakımından durum farklılık arzetmektedir. Çay yatağı olan bir yer, çayın aktif yatağı olmaktan çıktığı veya çayın etkisi altında kalmayan bir yer olupta 20 yıldan fazla süre ile tarım arazisi olarak tasarruf edilmiş ise böyle bir yerin zilyetlik yolu ile edinilmesi mümkün olabilir. Öncesi itibariyle çay yatağı olup da tarım arazisi olarak ortaya çıkmayan, ancak imar ve ihya yolu ile kazanılacak türden bir yer ise, bu taktirde böyle bir yerin kazandırıcı zamanaşımı ve zilyetlik yolu ile edinilmesi mümkün olamaz.
Davacı dilekçesinde, kazanmayı sağlayan zilyetlik olgusuna dayanmıştır. Taşınmazın tesbit dışı bırakılma tarihindeki niteliği, yerel bilirkişi, tanık sözleri ve ziraatçı bilirkişi raporundaki açıklamalara göre bu yerin kazandırıcı zamanaşımı ve zilyetlik yolu ile edinilmesi mümkün bulunmamaktadır. Davacı vekili 13.3.1990 günlü keşif tutanağında taşınmazın vekil edeni tarafından imar ve ihya edildiğini ileri sürmüş ise de, hazine vekili iddianın değiştirilmesine karşı koyarak bu yerin ihya yolu ile kazanılacak yerlerden olmadığını kamu hizmetine tahsis edildiğini, davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.
HUMK.nun 185/1. maddesi hükmüne göre davalının rızası olmaksızın, davacı iddiasını değiştiremez ve genişletemez. Hazine vekilinin keşif tutanağına geçen beyanları iddianın değiştirilmesine karşı koyma niteliğindedir. Bu durumda uyuşmazlığın dava dilekçesinde ileri sürülen sebep karşısında çözüme kavuşturulması gerekmektedir. HUMK.nun 74, 75 ve 76. maddesi hükümlerine göre hakimin hükmüne temel yapacağı maddi vakıaların taraflarca getirilmesi gerekmektedir. Kanun, taraflarca getirilme prensibini kabul ettiğine göre ancak taraflarca ileri sürülen vakıalar dikkate alınabilir. HUMK.nun 74, 75 ve 76. maddelerinden çıkan anlam ve sonuca göre hakim davacının bildirdiği maddi olay ve istek ile (neticei talep) bağlıdır.
Somut olayda davada kazanmayı sağlayan zilyetliğe dayanılmıştır. Dava sebebi bakımından kazanmayı sağlayan zilyetlik ve imar ve ihya olguları birbirlerinden ayrı maddi olaylar ve sebeplerdir. Zilyetlik sebebine dayanılarak ileri sürülen tescil isteği, imar ve ihya olgusunu kapsamaz. Dayanılan sebep gözönünde tutularak uyuşmazlığın çözüme kavuşturulması gerekirken, karşı konulan imar ve ihya olgusuna dayanılarak bu yerin kazanıldığı kabul edilerek davanın kabul edilmesi doğru değildir. Hükmün bu nedenlerle bozulması gerekirken, Dairece yanlışa düşülerek yazılı şekilde onanmış olması yasaya aykırıdır.
Kabul şekline göre de taşınmazın davacı adına tesciline karar verilmiş olması Yasaya aykırıdır. Dava konusu taşınmaz ile çevredeki toplam 267500 m2 yüzölçüme sahip taşınmazların tümünün 22.12.1988 tarihinde şantiye, kanalet ve depo olarak kullanılmak üzere DSİ Genel Müdürlüğüne tahsis edildiği bildirilmiştir. 3402 sayılı Kadastro Kanununun 17. maddesi hükmüne göre kamu hizmetine tahsis edilen bir yerin imar ve ihya yolu ile kazanılması mümkün olmaz.
Ancak bu maddede belirtilen diğer olumlu veya olumsuz koşulların tahsis tarihine kadar oluşması halinde bu taktirde mülkiyet hakkının tesbitine karar verilebilir. Tahsis ile kamu emlakine dönüştürülen bir yerin özel mülkiyet şeklinde davacı adına tapuya tescil edilmiş olması da doğru değildir. Açıklanan nedenlerle Hazinenin karar düzeltme isteği yerinde ve yasal bulunduğundan kabulü ile Dairenin hatalı değerlendirme sonucu verilen 18.3.1996 gün ve 1995/8278 esas 1996/2542 sayılı onama kararının kaldırılmasına, yerel mahkeme hükmünün açıklanan nedenlerle bozulmasına…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, hukuksal nitelikçe tescil istemine ilişkindir. Yerel Mahkeme’ce, bozmaya uyularak kurulan tescil davasının kabulüne dair hüküm, bu kez Özel Daire’ce, kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği sebebine dayanılarak ileri sürülen tescil isteğinin imar ve ihya olgusunu kapsamayacağı gerekçesiyle bozulmuştur.
Oysa, Hukuk Genel Kurulu’nun 12.3.1997 gün 1996/8-813 E- 1997/184 K. sayılı ilamında da açıkça vurgulandığı üzere kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayalı tescil isteminin, aynı zamanda imar ihya istemini de kapsadığının kabulü gerekir. O halde yerel mahkemenin, kazanmayı sağlayan zilyetliğin, imar ihyayı da kapsadığına dair direnmesi yerindedir. Ne varki mahkemece kurulan hükmün esasına yönelik temyiz itirazları incelenmediğinden, dosya gerekli tetkikatın yapılması için Özel Dairesi’ne gönderilmelidir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle direnme kararı yerinde bulunduğundan işin esası incelenmek üzere dosyanın 8. Hukuk Dairesine gönderilmesine, 4.6.1997 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/8-249 K: 2005/276 T: 27.4.2005
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/287 K: 2007/322 T: 30.05.2007
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/220 K: 2007/217 T: 18.04.2007
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/327 K: 2004/348 T: 09.06.2004
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1996/834 K: 1997/40 T: 05.02.1997
Kadastro Kanununda, tapulama tespit gününde yürürlükte olan yasa hükümlerine göre oluşturulmuş, imar ihya şerhlerini dayanaksız bırakan bir hüküm bulunmadığı gibi; imar ihya, belirli koşullarda taşınmaz mal mülkiyetinin kazanılması yollarından biri olarak kabul edildiğinden, kazanılmış hak kuralı gereğince ve ayrıca, imar ihya ve zilyetliği doğrulayan mahkeme hükmünün üzerinden on yıllık hak düşürücü süre de geçmediği için, davalının, kişisel hakkının ayni hakka dönüştürülmesini isteyebileceği de düşünülerek, Hazinenin açtığı imar ihya şerhinin kaldırılması davasının reddi gerekir.
Taraflar arasındaki “tapu kaydındaki şerhin kaldırılması” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; (Ödemiş Asliye Birinci Hukuk Mahkemesi)’nce davanın reddine dair verilen 12/09/1995 gün ve 1995/90-318 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay Birinci Hukuk Dairesi’nin 07/02/1996 gün ve 1994/14574-16347 sayılı ilamı ile; (…Eski hukukumuzda ve Cumhuriyet döneminde çıkarılan çeşitli kanunlarda imar ihya yoluyla mülk edinme hakkı tanınmışken, 509 sayılı Tapulama Kanunu ile bu Kanunun şekil noksanlığı nedeniyle Anayasa Mahkemesi’nce iptal edilmesi üzerine, 12/05/1996 tarihinde yürürlüğe konulan 766 sayılı Tapulama Kanunu, imar ihya ile taşınmaz mülkiyetinin kazanılması olanağını ortadan kaldırarak, imar ihyayı yalnızca zilyetliğin tespiti şeklinde ele almış, fakat imar ihyadan doğan kişisel hakları belirli bir süre için aleniyete kavuşturmak ve teminat altına almak maksadıyla tapu kaydının beyanlar ve şerhler hanesinde gösterilmesini öngörmüştür. bu doğrultuda olmak üzere, her iki Kanunun 37. maddelerinde; (Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu hükümlerine göre Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunup kamu hizmetlerine tahsis olunmayan taşlık ve delicelik araziden, 27/03/1950 tarihinden önce masraf ve emek sarfı ile bağ, bahçe, meyvalık, zeytinlik veya tarla haline getirilmek suretiyle ihya edilmiş gayrimenkuller, Hazine adına tespit ve tescil olunur. İhya edenlerle kanuni veya akdi halefleri tutanakta ve kütüğün beyanlar hanesinde gösterilir. Bu gibi yerler hakkında yetkili mercilerce Çiftçiyi Topraklandırma Kanununun muaddel geçici maddesi hükmü uygulanır.
Bu nevi gayrimenkuller üzerinde, Hazine tarafından Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu o yerde tatbik edilinceye kadar, ahara temliki tasarrufta bulunamayacağı gibi, ihya edenlerle haleflerinin zilyetlikleri ihlal olunamaz. Bu cihet tapulama tutanağında belirtilir ve kütüğün şerhler hanesine işaret olunur) hükmü getirilmiştir. Görüldüğü gibi, imar ihyaya ilişkin beyan ve şerh belirli koşula ve süreye bağlanmıştır. Bir taraftan imar ihyanın 27/03/1950 tarihinden önce gerçekleşmesi koşulu getirilirken, öbür taraftan konan imar ihya beyan ve şerhi için, 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanununun o taşınmazda uygulanmasına kadar bir süre tanınmıştır. Bu itibarla, anılan Yasa gereğince bir işlem yapıldıktan sonra hukuki dayanaktan yoksun hale gelecek olan beyan ve şerhin hükümsüz olacağında kuşku yoktur.
Ne var ki, 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu, 19/07/1973 tarihinde yürürlüğe giren 1757 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Kanunu ile yürürlükten kaldırılmıştır. Anılan Kanun, kazanılmış . hakları saklı, tutmuş ise de, 17.10.1976 tarih, 1973/42 esas, 1976/48 sayılı Anayasa Mahkemesi Kararı ile iptal edilmiş, böylece imar ihyaya dayanılarak 4753 sayılı Kanuna göre hak isteme yolu da tamamen kapanmıştır.
Öte yandan, 9.10.1987 tarihinde yürürlüğe giren 3402 sayılı Kadastro Kanunu 17. maddesiyle; imar ihyayı, belirli koşullar altında taşınmaz mal mülkiyetinin kazanılması yollarından biri olarak kabul etmiş, 46. maddesi ise; imar ihya edilip de daha önce Hazine adına yazılan taşınmazların tapularının iptalini ve tescil isteme olanağını getirmiş, ancak bu maddenin son fıkrasında “ilgililerin daha önce kadastrosu yapılan yerlerde bu maddeye dayanan talep ve dava hakkı bu kanunun yürürlüğe girmesi tarihinden itibaren iki yıl geçmekle düşer” denmek suretiyle, talep ve dava hakkı iki yıllık hak düşürücü süreye bağlanmıştır. O halde, tapuda yararına imar ihya beyan ve şerhi düşürülen kişi, iki yıllık hak düşürücü süre içerisinde talepte bulunmadığı takdirde, bir daha bu beyan ve şerhe dayanarak iptal ve tescil isteyemez. Başka bir anlatımla, imar ihyaya ilişkin kişisel hakkın, aynî hakka dönüştürme olanağını yitirir. Bilindiği üzere, beyanın ve şerhin konma amacı veya dayanağı kişisel hak, ortadan kalkınca ve ileri sürülme olanağı kalmayınca beyan ve şerh de hukuki dayanaktan yoksun hale geleceğinden iptali her zaman istenebilir.
Somut olayda, imar ihyaya dayanılarak yürürlükten kalkan 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma ve 1717 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Kanunlarına göre, bir aynî hak talep edilemeyeceği gibi, davalının hak düşürücü süreyi geçirmekle 3402 sayılı Kadastro Kanunu uyarınca bu yönde dava açma olanağı da kalmamıştır. Bu hususun kendiliğinden (re’sen) mahkemece gözönünde tutulması zorunludur. Başka bir anlatımla, davalının beyan ve şerhin devamında Kadastro Kanununun amacına, beyan ve şerhin gösterilme nedenine uygun bir yararın bulunduğundan söz edilemez. Şerhin, mahkeme kararı ile konulmuş olması da sonuca etkili değildir. Önemli olan, yukarıda değinildiği gibi konma sebebinin veya hukuki dayanağının daha sonra ortadan kalkıp kalkmadığıdır. Anılan yasa hükümleri ve ilkelere göre, davanın kabulüne karar verilmek gerekirken, yanılgılı değerlendirme yazılı olduğu üzere davanın reddine karar verilmesi doğru değildir…) gerekçesiyle bozularak, dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece, önceki kararda direnilmiştir.
Ne var ki, 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu, 19/07/1973 tarihinde yürürlüğe giren 1757 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Kanunu ile yürürlükten kaldırılmıştır. Anılan Kanun, kazanılmış . hakları saklı, tutmuş ise de, 17.10.1976 tarih, 1973/42 esas, 1976/48 sayılı Anayasa Mahkemesi Kararı ile iptal edilmiş, böylece imar ihyaya dayanılarak 4753 sayılı Kanuna göre hak isteme yolu da tamamen kapanmıştır.
Öte yandan, 9.10.1987 tarihinde yürürlüğe giren 3402 sayılı Kadastro Kanunu 17. maddesiyle; imar ihyayı, belirli koşullar altında taşınmaz mal mülkiyetinin kazanılması yollarından biri olarak kabul etmiş, 46. maddesi ise; imar ihya edilip de daha önce Hazine adına yazılan taşınmazların tapularının iptalini ve tescil isteme olanağını getirmiş, ancak bu maddenin son fıkrasında “ilgililerin daha önce kadastrosu yapılan yerlerde bu maddeye dayanan talep ve dava hakkı bu kanunun yürürlüğe girmesi tarihinden itibaren iki yıl geçmekle düşer” denmek suretiyle, talep ve dava hakkı iki yıllık hak düşürücü süreye bağlanmıştır. O halde, tapuda yararına imar ihya beyan ve şerhi düşürülen kişi, iki yıllık hak düşürücü süre içerisinde talepte bulunmadığı takdirde, bir daha bu beyan ve şerhe dayanarak iptal ve tescil isteyemez. Başka bir anlatımla, imar ihyaya ilişkin kişisel hakkın, aynî hakka dönüştürme olanağını yitirir. Bilindiği üzere, beyanın ve şerhin konma amacı veya dayanağı kişisel hak, ortadan kalkınca ve ileri sürülme olanağı kalmayınca beyan ve şerh de hukuki dayanaktan yoksun hale geleceğinden iptali her zaman istenebilir.
Somut olayda, imar ihyaya dayanılarak yürürlükten kalkan 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma ve 1717 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Kanunlarına göre, bir aynî hak talep edilemeyeceği gibi, davalının hak düşürücü süreyi geçirmekle 3402 sayılı Kadastro Kanunu uyarınca bu yönde dava açma olanağı da kalmamıştır. Bu hususun kendiliğinden (re’sen) mahkemece gözönünde tutulması zorunludur. Başka bir anlatımla, davalının beyan ve şerhin devamında Kadastro Kanununun amacına, beyan ve şerhin gösterilme nedenine uygun bir yararın bulunduğundan söz edilemez. Şerhin, mahkeme kararı ile konulmuş olması da sonuca etkili değildir. Önemli olan, yukarıda değinildiği gibi konma sebebinin veya hukuki dayanağının daha sonra ortadan kalkıp kalkmadığıdır. Anılan yasa hükümleri ve ilkelere göre, davanın kabulüne karar verilmek gerekirken, yanılgılı değerlendirme yazılı olduğu üzere davanın reddine karar verilmesi doğru değildir…) gerekçesiyle bozularak, dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece, önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Yerel mahkeme ile Özel Daire arasındaki uyuşmazlık; Hazinenin kayden malik olduğu taşınmaza ait tapulama tutanağının beyanlar ve tapu sicilinin şerhler hanesine yazılmış bulunan “zilyetliğe” dayanılarak, zilyetleri ya da onların halefleri tarafından yasal süresinde tapu iptal ve tescil davası açılmaması halinde, sicildeki şerhin korunması gereğinin ortadan kalkıp kalkmayacağı; bunun (şerhin) sicilden silinmesinin istenip istenemeyeceği noktasında toplanmaktadır.
Gerçekten, dosya içeriğine göre tapulama tutanağının beyanlar ve tapu kaydının şerhler hanesinde gösterilen zilyetliğin, imar ihya olgusuna dayanıldığı açıkça anlaşılmaktadır.
Bilindiği üzere ihya, hemen her devirde Devletin ekonomi ve tarım politikasının temel öğelerinden biri olma niteliğini korumuştur. Ölü toprakların tarıma elverişli duruma getirilmesi ve değerlendirilmesi, üretimin artırılmasındaki yararlar her dönemde ihyaya imkan veren hükümleri düzenlemeye Devleti zorlamıştır. Nitekim, imar ihyadan mülk edinmeye imkan veren ilk hüküm, 1934 yılında yürürlüğe giren 2644 sayılı Tapu Kanununun 6. maddesinde yer almış; ancak, 1945 tarihli ve 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ile sözü edilen 6. madde yürürlükten kaldırılmıştır. Yaklaşık 6 sene sonra kabul edilen 1950 tarihli ve 5602 sayılı Tapulama Kanununun 52. maddesinde; (…4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihe kadar yapılmış olan ihyalar ve mezkur kanunun geçici maddesinde yazılı müracaata bakılmaksızın, ihya edenler veya mirasçıları adlarına tapulanır. 4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra ihya edilmiş veya ihyasına başlanmış olan gayrimenkuller devlet adına kayıt olunur…) denmiş, ihyadan ötürü mülk edinme imkanı getirilmiştir.
1966 yılında yürürlüğe konulan ve 5602 sayılı Tapulama Kanununun yerini alan 766 sayılı Yasanın 37. maddesinde ise; “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu hükümlerine göre… Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunup kamu hizmetlerine tahsis olunmayan taşlık ve delicelik araziden, 27/03/1950 tarihinden evvel masraf ve emek sarfı ile bağ, bahçe, meyvalık, zeytinlik veya tarla haline getirilmek suretiyle ihya edilmiş gayrimenkuller Hazine adına tespit ve tescil olunur. İhya edenlerle kanuni veya akdi halefleri tutanakta ve kütüğün beyanlar hanesinde gösterilir. Bu gibi yerler hakkında yetkili mercilerce Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu muaddel geçici madde hükmü uygulanır.
Bu nevi gayrimenkuller üzerinde Hazine tarafından Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu o yerde tatbik edilinceye kadar ahara temliki tasarrufta bulunulamayacağı gibi, ihya edenlerle haleflerin zilyetlikleri de ihlal olunamaz. Bu cihet, tapulama tutanağında belirtilir ve kütüğün şerhler hanesine işaret olunur. Bu hükümler dışında ihya edilmiş veya ihyasına başlanmış olan gayrimenkuller doğrudan doğruya Hazine adına tespit ve tescil olunur. Özel kanunlar hükümleri saklıdır. Bu maddede yazılı gayrimenkuller hakkında şartlar bulunduğu takdirde, 33. madde hükmü uygulanır” şeklindeki düzenlemeye yer verilmiş; bir müddet sonra 1617 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Ön tedbirler Kanununun anılan maddesinin (37. maddenin) son fıkrası yürürlükten kaldırılmıştır. Böylece, ihya yoluyla yasal anlamda kültür arazisi haline getirilmiş taşınmazın, Tapulama Kanununun 33. maddesinde yer alan kazandırıcı zamanaşımı şartları ile zilyet namına mülk edinilmesi imkanı kaldırılmıştır. Ancak, 766 sayılı Tapulama Kanununu yürürlükten kaldırılan, 9.10.1987 tarihinde yürürlüğe giren 3402 sayılı Kadastro Kanununun 17. maddesinde yazılı, “Orman sayılmayan, Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan ve kamu hizmetine tahsis edilmeyen araziden, masraf ve emek sarfı ile imar ve ihya edilerek, tarıma elverişli haline getirilen taşınmaz mallar, 14. maddedeki şartlar mevcut ise; imar ve ihya edenler adına tespit olunur” hükmü ile de; yasanın öngördüğü biçimde gerçekleştirilen ihyanın, kazandırıcı zamanaşımı ile birleşmesi halinde zilyetlik yararına mülk edinilebileceği kabul edilmiştir. Ayrıca, 3402 sayılı Kanunun 46. maddesinde de, “kadastro yapılacak veya daha önce tapulama veya kadastrosu tamamlanmış bulunan yerlerde, 766 sayılı Kanunun 37. maddesi veya 4753 sayılı Kanun ile ek ve tadilleri uyarınca Hazine adına kaydedilen taşınmaz mallar, bu kanunun hükümlerine göre doğan iktisap şartlarına istinaden zilyetleri adına tespit ve tescil olunur” hükmü yer almış; ne var ki, değinilen kanunun son fıkrasında, kadastrosu yapılan yerlerde bu maddeye dayanan talep ve dava hakkı kanunun yürürlüğe girmesinden itibaren iki yıllık süreye tabi tutulmuştur. Kuşkusuz iki yıllık süre, Kadastro Yasasının 12/3. maddesinde yazılı on yıllık sürenin geçirilmiş olması halinde uygulanabilecek olan ek süre niteliğindedir.
Hemen belirtilmelidir ki, 3402 sayılı Yasanın 46/son maddesi ile getirilen iki yıllık ek süre, aynı Yasanın 12/3. maddesinde öngörülen on yıllık sürede olduğu gibi hak düşürücü bir süredir. Hak düşürücü sürenin kabul edildiği durumlarda, kanunun tayin ettiği süre içerisinde dava açılmaz ise hak doğmaz. Diğer bir anlatımla, hak düşüren sürenin dolması halinde, hak, bütünü ile ortadan kalkmaktadır. Benzeri hukuki müessese olan “zamanaşımı” ile farkı da burada odaklaşmaktadır. Zamanaşımı hakkı değil, onu dava etmek yetkisini ortadan kaldırır. Öte yandan, hak düşürücü sürenin dolduğu yönünden tarafların istemde bulunmalarına gerek yoktur. Hakim, belirtilen nitelikteki bir süreyi (hak düşüren süreyi) kendiliğinden (re’sen) göz önünde bulundurmak zorundadır.
Somut olayda, tapulama tutanağının beyanlar ve tapu kütüğünün şerhler hanesine isimleri yazılı kişi ve kişiler ile onların halefleri tarafından imar ihyaya ve zilyetliğe dayanılarak mülkiyetin kendilerine nakledilmesini amaçlayan iptal ve tescil davası açılmadığı saptanmıştır. Ne var ki, tutanağın beyanlar hanesinde gösterilen imar ihya ve zilyetliğin mahkeme hükmü ile doğrulandığı ve bu olgular yönünden kesin bir hükmün oluştuğu da hukuki bir gerçektir. Yukarıda açıklanan yasal düzenlemelere karşın; sonradan yürürlüğe giren 3402 sayılı Kadastro Yasasında değinilen nitelikteki şerhleri dayanaksız bırakan bir hüküm yer almamıştır. Yeni yasanın, ihya eden zilyetlere ya da haleflerine daha geniş bir imkan (mülk edinme imkanı) getirmiş olması ve bu imkanın dava yolu ile kullanılmaması şerhi dayanaksız hale gelmesine yol açmaz. Zira, tapulama tespit günündeki mevzuu hukuka (yürürlükte olan kanun hükümlerine) göre, kazanılmış bir hak söz konusudur. Diğer bir deyişle; şerhin dayanağını teşkil eden önceki yasa düzenlemeleri yürürlükte iken tamamlanarak kesinleşmiş tapulama tespiti, o ihya eden zilyetler yararına kazanılmış hak oluşturmuştur. Esasen, 3402 sayılı Yasa, yeni tarihlerde oluşan ihyalar nedeniyle dahi, mülk edinme imkanı tanırken, eski tarihlerde yapılmış ve her nasılsa dava açılıp mülkiyet hakkına dönüştürülmemiş ya da dönüştürülememiş ihyaların kaldırılması sonucunu doğrulayabilecek bu tür davaların haksızlıklara neden olabileceğini gözden kaçırmamak gerekir. Öte yandan, Hazineye ait tarım arazilerinin satışına dair 4070 sayılı Yasanın 8. maddesinde bu tür arazilerinin kullananların öncelikli alım haklarının varlığı ve alım koşulları düzenlenmiş bulunmaktadır. O nedenle, sicildeki beyanın korunmasında öncelikli alım hak sahibini belli etme yönünden hukuki yararın varlığı da yadsınamaz. Bunların yanında, “imar-ihya ve zilyetliği” doğrulayan ve saptayan 24/06/1987 tarih, 166/61 sayılı Tapulama Mahkemesi hükmü, 16.11.1987″ tarihinde kesinleşmiş olup; olaya uygulanması gereken 3402 sayılı Yasanın 12/3. maddesinde yazılı on yıllık hak düşürücü süre de henüz geçmiş değildir.
Şu durum karşısında, tüm açıklanan hukuki ve maddi olguların ışığında usul ve yasaya uygun olan direnme kararı onanmalıdır.
Sonuç: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle (ONANMASINA), Harçlar Kanununun değişik 13. maddesinin “j” bendi gereğince harç alınmamasına, 05/02/1997 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1–170 K: 1999/167 T: 24.3.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/714 K: 2012/78 T: 15.02.2012
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/73 K: 2006/67 T: 15.03.2006
- Yargıtay Büyük Genel Kurul E: 2004/1 K: 2010/1 T: 30.04.2010
Yargıtay Büyük Genel Kurul E: 2004/1 K: 2010/1 T: 30.04.2010
5831 sayılı Yasa’nın 5. maddesi ile 6831 sayılı Orman Yasası’na eklenen ek 10. madde hükmünün maki tespit komisyonlarınca 5653 sayılı Yasa uyarınca maki olarak tefrik edilen yerlere de uygulanması gerektiğine ve bunun sonucu olarak bu yerlerin tespit tarihinden itibaren imar, ihya ve zilyetlik yoluyla kazanılmasına olanak bulunmadığı.
I- GİRİŞ
1- İÇTİHATLARI BİRLEŞTİRME KONUSUNDA BAŞVURULAR
Rasih ve arkadaşları vekili Av. Mehmet’in 21.03.2003 tarihli dilekçesi ile “Maki komisyonlarınca haritaya bağlandıkları tarihten itibaren orman sayılmayan ve böylece Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki taşınmaz niteliğini kazanan tapusuz makilik alanlar olarak belirlenen taşınmazların kazanmayı sağlayan zilyetlik, imar ve ihya yoluyla kazanılmasının olanaklı olup olmadığı konusunda 16, 20, 1, 7. Hukuk Daireleri ve HGK kararları arasında görüş ayrılığı bulunduğu” ileri sürülerek içtihatların birleştirilmesi yoluyla bu aykırılığın giderilmesi istenmiş; daha sonra Av. İsmail’in 22.11.2004 tarihli dilekçesi ile aynı konuda talepte bulunulması üzerine her iki talep birleştirilerek ele alınarak değerlendirilmiştir.
2- GÖRÜŞ AYKIRILIĞININ GİDERİLMESİ İSTEMİNE KONU KARARLAR
- nin, 03.07.1998 T. 1998/2781 E. 1998/2699 K.
- nin, 20.05.2002 T. 2002/2254 E. 2002/4808 K.
- nin, 18.09.1996 T. 1996/8925 E. 1996/10021 K. 13.11.1996 T. 1996/12541 E. 1996/13343 K.
20.09.1996 T. 1996/7053 E. 1996/10205 K.
- nin, 25.09.1997 T. 1997/4757 E. 1997/4296 K. 16.11.1998 T. 1998/3265 E. 1998/4940 K.
HGK.nun, 26.11.1997 T. 1997/1-715 E. 1997/982 K.
26.11.1997 T. 1997/1-716 E. 1997/983 K.
3- GÖRÜŞ AYKIRILIĞININ GİDERİLMESİ İSTEMİNDE DAYANILAN KARARLARDA BELİRTİLEN GÖRÜŞLERİN ÖZETİ
Konuyla ilgili Yargıtay’ın Hukuk Daireleri arasında görüş farklılığı bulunmaktadır.
Önceleri 16 ve 20. Hukuk Daireleri kararlılıkla makiye ayrılan alanların zilyetlikle iktisabı kabul etmezken, 16. Hukuk Dairesi bu konudaki yaklaşımını değiştirmiş, 20. Hukuk Dairesi ise, kararlı uygulamasını sürdürdüğünü bildirmiştir.
1, 7, 8, 17. Hukuk Daireleri ve daha sonra görüş yazıları ile bu Daireler görüşüne katılan 16. Hukuk Dairesi, makiye ayrılan içtihadı birleştirmeye konu alanların makiye ayırma işleminin kesinleştiği tarihten itibaren 20 yıllık kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği ile kazanılabileceği görüşünü benimsemişlerdir.
Hukuk Genel Kurulu kararları ağırlıkla 1, 7, 8, 17. Hukuk Daireleri görüşleri yönünde olmakla birlikte bu görüşlerden ayrılan kararları da bulunmaktadır.
Hukuk Genel Kurulu’nun konuya ilişkin bildirdiği görüş yazısında ise, yurdumuzdaki makilerin ikincil (sekonder) makilik olması ve bu nedenle eskiden orman iken müdahaleler veya doğa olayları sonucu yok olan orman örtüsü yerine gelişmiş olmaları vurgulanarak, bu yerlerin orman toprağı olduğunun kabulü ile zilyetlikle kazanılmalarının kural olarak olanaklı olmadığı, maki tefrik komisyonu işlemlerinin tespit mahiyetinde olup, usulünce yapılmış orman tahdit işlemiyle tamamlanması gerektiği, ayrıca 27.01.2009 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak aynı tarihte yürürlüğe giren 5831 sayılı Kanun’un 5. maddesi ile 6831 sayılı Orman Yasası’na eklenen ek 10. madde hükmü başta olmak üzere yeni yasal düzenlemelerin varılacak sonuca etkisi üzerinde durulması gerektiği belirtilmiştir.
4- İÇTİHATLARI BİRLEŞTİRME YOLUYLA GÖRÜŞ AYKIRILIĞININ GİDERİLMESİ GEREKTİĞİNE İLİŞKİN BİRİNCİ BAŞKANLAR KURULUNUN KARARLARI VE İÇTİHATLARI BİRLEŞTİRMENİN KONUSU
Birinci Başkanlık Kurulu’nun 23.09.2004 tarih ve 118 sayılı Kararı ile “Maki Komisyonlarınca haritaya bağlandıkları tarihten itibaren orman sayılmayan ve böylece Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki taşınmaz niteliğini kazanan tapusuz makilik alanlar olarak belirlenen taşınmazların iktisabı sağlayan zilyetlik, imar ve ihya yoluyla kazanılmasının olanaklı olup olmadığı konusunda 16, 20, 1, 7. Hukuk Daireleri ve HGK kararları arasında görüş ayrılığı bulunduğuna ve bu aykırılığın Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nca giderilmesi gerektiğine, görüşme tarihinin daha sonra belirlenmek üzere raportör üye görevlendirilmesine”, Birinci Başkanlık Kurulu’nun 12.02.2007 tarih ve 16 sayılı kararıyla, raportör üye değişikliğine gidilerek, 2004/1 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının kapsamı, Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nun 03.11.2006 tarihli Kararı da gözetilerek, bu karar çerçevesinde; “3116 sayılı Orman Kanunu’nun yürürlükte bulunduğu dönemde orman kadastro komisyonlarınca yapılarak kesinleşen ve tapuya tescil edilmeyen orman tahdidi alanlarında, maki tefrik komisyonlarınca olarak belirlenen yerlerin imar-ihya yoluyla mülk edinilip edinilemeyeceği”
Şeklinde belirlenmiştir.
Bu konuda yeniden görüş alınmasına ve yeniden rapor düzenlenmesine karar verilmiştir.
Birinci Başkanlık Kurulu’nun 27.01.2009 tarih ve 13 sayılı kararıyla da raportör üye değişikliği yoluna gidilerek, yeni bir raportör üye görevlendirilmiştir.
II- İÇTİHADI BİRLEŞTİRMEYLE İLGİLİ KAVRAM, KURUM VE YASAL DÜZENLEMELER
1- MAKİLER İLE İLGİLİ GENEL AÇIKLAMALAR
Öncelikle içtihadı birleştirmenin konusu olan makiler hakkında genel bir bilgi sunmak gerekir.
1/1- Tanımlar
Maki;
Osmanlıca/Türkçe Sözlükte coğrafi terim grubundan olmak üzere “çalı ve küçük ağaçlarla kaplı arazi” (Abdullah Yeğin/Abdulkadir Badıllı/Hekimoğlu İsmail/İlham Çalım, Osmanlıca-Türkçe Büyük Lügat, Aralık 1978, s. 878);
Türkçe Sözlükte (TDK-Ankara 1969, 5. Bası, sh. 506) iki tanımdan birincisinde (Madagaskar yerlilerinin dilinden açıklaması ile) coğrafya terimi olarak “çalı ve ağaççıklarla örtülü arazi”;
Yine, Türkçe Sözlüğün (Türk Dil Kurumu Yayınları Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Dil Kurumu’nun Ankara, 2005 tarih, 10. Baskı) 1332. sahifesinde yer alan birinci tanımında da İtalyanca “macchia bot” kaynak gösterilerek; “Akdeniz dolaylarında yaygın bodur ağaç ve çalılardan oluşan bitki örtüsü”
Makilik ise;
“Maki yetişen yerdir”
Şeklinde tanımlanmaktadır.
Makiler, kserofit bünyeli, her dem yeşil, sert ve çoğu zaman dikenli yapraklı ağaç ve ağaççıkların teşkil ettiği bitki formasyonudur.
Barındırdığı 40’dan fazla ağaççık ve çalı türü ile biyolojik çeşitlilik bakımından olağanüstü zengin ve tipik bir Akdeniz bitki örtüşüdür.
Tanımda geçen ağaç ve ağaççıklara gelince;
Ağaç, çam, göknar, ladin, sedir, ardıç, porsuk vs. (ibreliler); meşe, kayın, gürgen, ıhlamur, dişbudak, karaağaç, kızılağaç, akçaağaç, kestane, kavak, söğüt, çınar vs. (yapraklılar) olarak sıralanabilir.
Ağaççıklar ise; (ibreli) bodur adi ardıç, (yapraklı) taflan, kurtbağrı, karayemiş, mürver, leylak, şimşir, orman asması, kızılcık, fındık, dağ muşmulası, muşmula, alıç, hanımeli, cehri, orman gülü, Frenk üzümü, sandal, kocayemiş, akçakesme, iğde, çobanpüskülü-ışılgan, salkım, defne, gül, üvez olarak sayılabilir.
Yurdumuzda makiler; mersin, defne, sandal, kocayemiş, pirnal meşesi, kermes meşesi, katran ardıcı, katırtırnağı, kurtbağrı, keçiboğan, erguvan, teşbih çalısı, karaçalı, herdem taze, keçiboynuzu, peruka çalısı, akçakesme, geniş yapraklı akçakesme, menengiç, terebentin ağacı, sakız, boyacı sumağı, yabani zeytin-delice, kokarçalı, zakkum, pembe çiçekli laden, beyaz çiçekli laden, tüylü laden, ılgın nevileri, yaprağını döken somak nevileri, badem yapraklı ahlat, yabani kuşkonmaz ve benzeri bitkiler olarak bulunur.
Bunlardan elde edilen orman emvali, genellikle odun veya kömürlük odun olarak kullanılır.
Ormanlarımızın büyük bölümünü örten bu bitki türleri ağırlıkla Akdeniz, Ege ve özellikle Güney Ege bölgesinde bulunmakta hatta birçok yayında da Akdeniz iklimi orman bitkisi olarak tanımlanmaktadır.
Ne var ki, son zamanlarda iç kesimler ve Karadeniz bölgesinde de ormanların gerek doğal olarak gerekse insan ya da doğa olayı kaynaklı çeşitli nedenlerle azaldığı alanlarda maki özelliği gösteren vejetasyonların gelişim göstermeye başladığı yönünde tespitler içeren bilimsel yayınlar da vardır.
Makiler, tarihsel süreç içinde, önceleri kesin orman sayılan yerlerden iken, 1950 yılından sonra orman rejimi içindeki yeri koşullara bağlanmıştır. Gerek yasal değişiklikler gerek makilik sahaların tespitine ilişkin yönetmelik hükümleri ile toprak muhafaza karakteri ve yapısal özelliklerine göre bir kısmı kesin orman rejimine tabi olurken, bir kısmı da bu rejim dışında tutulmuştur.
1/2- Makilerin Ülkemizde Bulunduğu Alanlar ve Tipleri
Makiler, ağırlıkla Akdeniz ve Ege’de yer almaktadır.
Bunun dışında, Türkiye’nin kuzeyinde tüm Karadeniz kıyı kesimlerinde çoğunlukla yalancı maki olarak bulunur. Kuzeydoğuda Yeşilırmak, Kelkit ve Çoruh vadileri yoluyla iç kesimlere doğru sokulur. Yine Trabzon’da Değirmendere ve Kalenema dereleri, Samsun’da Kızılırmak, Zonguldak’ta Filyos çayı ve Sakarya’da Sakarya nehri ile iç kesimlere doğru uzandığı gözlenir.
Orta Karadeniz bölgesinde Kelkit’te ve Erbaa-Niksar arasında özellikle kızılcam ormanlarının arasında çalı toplulukları bulunmaktadır Bunlar, Karadeniz kıyı şeridindeki yalancı makiden farklı olup, Akdeniz kökenli kalıntı (relikt) maki topluluklarıdır. Erbaa-Toptepe yöresinde 700-1300 arasında Akdeniz kökenli kalıntı sarıçam-karaçam-sedir (Pinus sylvestris-Pinus nigra-Cedrus libani) ormanı bulunmaktadır. Burada 100 yaşının üzerinde 15-20 m. boyunda sedir ağaçları bulunmaktadır. Sedir ağaçlarının tohumundan gelen gençlik otlatma nedeniyle yok olmakta; yerine makilikler gelişmektedir. Yayılışı ise, yüksek kesimlerde karaçam (Pinus nigra) ormanıyla, aşağı kesimlerde kızılcam (Pinus brutia) ormanıyla ilişkili olmaktadır.
Niksar yöresindeki 650-900 metre arasındaki kalıntı sedir ormanları genellikle sapsız meşe (Gjuercus petraea ssp. İberica) karışık ormanlarında ara ve alt katta bulunmaktadır. Kalıntı kızılcam (Pinus brutia) ormanına ve makiye bitişik konumdadır.
Doğu Karadeniz’deki Borçka-Artvin arsındaki Çoruh vadisinde derin boğazlar içinde (100-200 m.) zeytin-nar (Olea europea var. sylvestris-Punica granatum) yalancı makisi, ardıç-menengiç (Juniperus communis-Pistacia terbinthus) çalılığı bulunmaktadır. Bunun yanında fıstık çamı (Pinus pinea) topluluklarına da rastlanmaktadır.
Trabzon Değirmen Dere’de Esiroğlu-Maçka arasında (200-300 m.), koca yemiş (Arbutus unedo), sandal (Arbutus andrachne); Trabzon Düzköy’de ise, fıstık çamı (Pinus pinea) topluluklarına rastlanmaktadır. Sakarya nehrinin iç taraflarına doğru, Alifuatpaşa-Pamukova arasından Orhaneli-Bilecik’e doğru kızılcamın (Pinus brutia) yayılışıyla birlikte Akdeniz kökenli maki toplulukları görülür.
Marmara Bölgesi’nde ise, maki, Marmara Denizi’nin kıyı kesimlerinde, Tekirdağ, Ganos Dağı’nın alçak ve denize dönük yamaçlarında, Armutlu Yarımadası’nda, Gemlik körfezinde, İznik gölü çevresinde yayılışını yapar. Burada makinin yayılışının zeytin (Olea europea var. sylvestris) makisi belirlemektedir.
Ege bölgesinde hem Ege denizine kıyı kesimlerinde bulunmakta hem de, bu bölgede Karadeniz ve Akdeniz bölgesinin aksine dağlar denize paralel değil, dik olduğundan dolayı Gediz, Büyük ve Küçük Menderes nehirleri ile iç kesimlere doğru sokulmaktadır. Örneğin, Kermes meşesi (Quercus coccifera) makisi üst Menderes havzasında bulunan Akdağ (Çivril-Denizli)’ın güneybatı yamaçlarında 830-1000 m. arasında ve Ege’yi İç Anadolu’ya bağlayan Kufi çayı vadisinde yayılışını yaparak (Sandıklı-Afyon) İç Anadolu stepine kadar uzanmaktadır. Ege denizinden bu bölgenin uzaklığı 300 km içeridedir.
Güneyde Akdeniz bölgesinde, Akdeniz’in kıyı kesimlerinde, Göller bölgesinde (Burdur, Isparta), Seyhan ve Ceyhan nehirleri ile iç kesimlere doğru sokularak Kahramanmaraş’ta ve Amanos dağlarında yayılış yapmaktadır.
Bunun yanında İç Anadolu’da üst Sakarya havzasında Sarıyar baraj gölü çevresinde, Aladağ çayı vadisinde Seben (Bolu)-Nallıhan (Ankara)’da kızılcam (Pinus brutia) ile lokal olarak yayılış yapmaktadır.
Maki vejetasyonunun toprak koruma ve erozyonu önleme gibi yararları yanında, deri sanayiinde kullanılan tanen maddeleri, parfümeride kullanılan reçineleri, çeşitli alkolitleri, boya sanayiinde kullanılan birçok glikozitleri, ayrıca yenen tohum ve meyve gibi çok sayıda yan ürün verecek ekonomik yararları bulunmaktadır.
Arbutus unedo (koca yemiş)’in meyveleri yenilir, likör yapımında kullanılır ve odunları yakacak olarak kullanılır. Calluna vulgaris (süpürge çalısı)’in çiçeklerinde nektar maddesi bol olduğundan arıcılıkta kullanılır, sürgünleri boya maddesi içerir ve tanenli maddeler içerdiğinden İkinci Dünya Savaşı’nda şerbetçi otunun yerine biracılıkta kullanılmıştır. Gövdesi süpürge yapımında kullanılmaktadır. Erica arborea (funda)’nın, kök odunundan pipo başları yapılmaktadır. Erica manipliflora (pembe çiçekli funda)’nın sürgün ve dalları daha sık olduğundan süpürge yapımında kullanımı yaygındır. Örneğin, İstanbul’un Asya yakasında bulunan fundalık alanlarında süpürge yapımı için Erica manipliflora’nın kullanımı oldukça yaygındır.
Ortalama iklim şartlarıyla Akdeniz bölgesinin karakteristik bitki örtüsünü, pırnal meşesinin (Quercus ilex) baskın olduğu doğal maki birlikleri oluşturmaktadır.
Pırnal meşesi, yarı Akdeniz iklimi özelliği gösteren nispeten soğuk bölgelere kadar sokulmuş olsa da, böyle alanların kurak kesimlerinde yerini karaçam (Pinus nigra), sedir (Cedrus libani), Juniperus excelsa (boylu ardıç) ve kokulu ardıçtan (Juniperus foetidissima) oluşan ormanlara bırakmaktadır. Nemli ve soğuk bölgelerde pırnal meşesi, Castanea sativa (kestane) ve kayın (Fagus orientalis) gibi türlerin baskın olduğu yaprak döken ormanlarla yer değiştirmektedir.
Akdeniz’in aşırı sıcak ve kurak bölgelerinde ise daha çok kermes meşesinin (Quercus coccifera) yaygın olduğu kurakçıl maki birlikleri uzanmakta; bunun yanında, nemli ve sıcak iklim tipinde pırnal meşesi makisinin yüksek sıcaklığa ihtiyacı olan, aynı zamanda kuraklığa dayanamayan formları bulunmakta ve böyle alanlarda pırnal meşesine yer yer fıstık çamı (Pinus pinea) eşlik etmektedir.
Yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı üzere, iklimsel farklılaşmalara göre pırnal meşesi yerini ormanlara veya makiyi oluşturan başka çalı türlerine bırakabilmektedir.
İklimsel değişimin çok uç düzeyde olmadığı durumlarda, toprak yapısındaki farklılıkların da devreye girmesiyle, değişik maki tiplerinin oluştuğu gözlenmektedir.
Boylu maki: Bu maki, içerisinde boyları 4-5 metreye ulaşabilen çalıların bulunuşu ile tanınır. Boylu maki’de genellikle kocayemiş (Arbutus unedo), sandal (A. Andrachne), Fenike ardıcı (Juniperus phoenica), pırnal meşesi (Quercus ilex), erguvan (Cercis siliquatrum), zeytin (Olea europea), Halep çamı (Pinus halepensis), funda (Erica arbirea), akçakesme (Phillyrea latifolia), katırtırnağı (Sparteum junceum) gibi türler bulunur.
Doğal maki vejetasyonu; insan kaynaklı (antropojen) etki ile doğal yapısı bozulmaz ise; maki vejetasyonunu oluşturan odunsu taksonlar çalıdan (gövde çapı 10 cm’den, boyu 5 m’den küçük), ağaç (gövde çapı 10 cm’den, boyu 5 m’den büyük) formunda yapıları bulunmaktadır. Karabük Yenice’deki Sandal (Arbutus andrachne) makisi, Isparta Eğirdir Kovada’da bulunan Kermes meşesi (Quercus coccifera) makisi buna örnek olarak verilebilir.
Alçak maki; 1.5-2 metre boyunda nispeten kısa çalılardan oluşur. İçinde sakız ağacı (Pistacia lentiscus), biberiye (Rosmarinus officinalis), akçakesme (Phillyrea latifolia), şalba (Phlomis fruticosa), farekulağı (Ruscus aculeatus), karaçalı (Paliurus spina-christii), adaçayı yapraklı laden (Cistus salviifolius), tüylü laden (C. Creticus) ve funda (Erica arborea) gibi türler bulunur. Ege bölgesinde ve Ege adalarında yoğun olarak bulunmaktadır. Garig vejetasyonuna yapı bakımından benzemektedir. İzmir Foça’da, Muğla Ula-Karaböğürtlen’de ve Yunanistan’ın Sakız Adası’nda görülmektedir.
Kermes meşesi (Quercus coccifera) makisi; 300 ile 1200 m. yükseklikler arasında kırmızı renkli Akdeniz topraklarında yayılır ve kermes meşesinin yanı sıra akçakesme (Phillyrea latifolia), tüylü laden (Cistus creticus), dafne (Daphne sericea), menengiç (Pistacia terbinthus), sandal (Arbutus andrachne), teşbih çalısı (Sytrax officinalis) gibi boylu çalılardan oluşur. Genellikle Ege bölgesinde İzmir, Samsun ve Nif Dağında, Manisa Sipil Dağında, Denizli Honaz Dağında, Aydın Dağlarında alçak kermes meşesi makisi yer almaktadır.
Alçak maki olarak bulunmasının nedeni ise aşırı hayvan (keçi) otlatmasından kaynaklanmaktadır. Akdeniz bölgesinde, Antalya-Adana arasında geniş bir yayılışa sahiptir. İç Akdeniz’de Burdur ve Isparta’da özellikle Isparta Eğirdir Kovada Gölü etrafında tahrip edilmemiş alanlarda boylu kermes meşesi makisi bulunmaktadır.
Zeytin (Olea europea) makisi; kırmızı renkli topraklar üstünde 0-700 (1000) m. arasında yayılır. Yabani zeytinin veya delicenin (Olea europea var. Sylvestris) yanında, akçakesme (Phillyrea latifolia), menengiç (Pistacia terbinthus ssp. Palaestina), karaçalı (Palirus spina-christii), keçi boğan (Calycotome villosa) gibi bitki taksonlarını içerir. Yabani zeytinin yayılışı, Akdeniz ikliminin ve vejetasyonunun göstergesi olup ve sınırlarını çizmektedir. Kocaeli’nde Körfez bölgesinin güney yamaçlarında, İznik Gölü çevresinde, Edremit’te Kaz Dağları’nın güneyinde, İzmir Çeşme’de, Feke ve Köprülü Kanyon Milli Parkı’nda boylu ve alçak zeytin makisi bulunmaktadır. Karadeniz’de Düzce Akçakoca’da, Zonguldak, Ereğli, Amasra, Kastamonu İnebolu ve Cide’de, Sinop, Samsun, Tirebolu’da, Trabzon’da kıyıya yakın alanlarda; yalancı maki (pseudomaki) içerisinde boylu ve alçak zeytin makisi varlık göstermektedir.
Keçiboynuzu (Cerotonia silqua)-Defne (Laurus nobilis) makisi, Akdeniz kırmızı toprağı üzerinde 50-850 m. arasında bulunur. Akçakesme (Phillyrea latifolia), kermes meşesi (Cjuercus coccifera), menengiç (Pistacia terbinthus ssp. Palaestina), dafne (Daphne sericea), karaçalı (Palirus spina-christii), katran ardıcı (Juniperus oxycedrus) gibi bitki taksonlarını içermektedir. Aydın Dilek Yarımadası Milli Parkı’nın Ege denizine bakan yamaçlarında, Adana ve Tarsus’ta Torosların güney yamaçlarındaki korunaklı vadilerde keçiboynuzu-defne makisi bulunmaktadır.
Sandal (Arbutus andrachne) makisi; Akdeniz kırmızı toprakları üstünde 300-900 m. arasında yayılış gösterir. Bu tür makide sandal ağacına, kermes meşesi (Cjuercus coccifera), akçakesme (Phillyrea latifolia), teşbih çalısı (Sytrax officinalis), tüylü laden (Cistus creticus), cehri (Rhamnus oleoides), kayacık (Ostrya carpinifolia), mazı meşesi (Cjuercus infectoria ssp. Boissieri) gibi bitki türleri eşlik eder. Türkiye’de tahrip olmamış yapıda sandal makisi; Denizli-Muğla arasındaki Sadras Dağının güney yamaçlarında bulunmaktadır. Bunun yanında Karabük’te Yenice ırmağı vadisinde ve Yenice ormanlarının önemli bir kısmını oluşturan Çit Dere bölgesinin aşağı kısımlarında boylu sandal makisi bulunmaktadır.
Garig; Akdeniz bölgesinde makinin çeşitli faktörler etkisi ile (aşırı otlatma, yangın vb.) bozulması sonucunda ortamı çoğunlukla her dem yeşil ve bodur çalı formunda olan kurakçıl bir bitki örtüsü kaplar. Garig olarak adlandırılan bu bitki örtüsü tipi Akdeniz bölgesinin farklı kısımlarında içerdiği türlere ve fiziksel görünüşüne göre değişik adlar alır. Örneğin, özellikle kekik (Thymus spp.) türlerinin hakim olduğu İspanya gariğine tomillares, Yunanistan ve Türkiye’de yaygın olan ve daha kurakçıl özellikteki yuvarlak ve dikenli türlerden ibaret gariğe “phrygana-firigana” adı verilir. Garig kurakçıl alanlarda bulunduğundan, toprak-su ilişkisini dengede tutabilmek için, bitkilerin kökleri derine inebilen kazık kök şeklinde gelişmiştir. Bitkilerin gövdelerinde dikenler ve yapraklarında ise buharlaşmayı azaltan yüzey küçülmesi, beyaz keçemsi tüyler ve deri gibi sertleşmeler görülür. Bu bitkilerin çoğu, bodur çalı ile çok yıllık, küçük boylu yarı odunsu yapıdadır. Gariği oluşturan türlere abdes bozan (Sarcopoterium spinosumn), beyaz kekik (Coriodotymus capitatum), adaçayı yapraklı laden (Cistus salviifolius), tüylü laden (C. Creticus), küçük yapraklı laden (C. Parviolius), kaya kekiği (Satureja tymbra), boyacı katırtırnağı (Genista acanthoclados), şalba (Phlomis viscosa), keçi boğan (Calicotome villosa), pembe çiçekli funda (Erica manipuliflora), biberiye (Rosmarinus officinalis), lavanta (Lavandula stoechas), adaçayı (Salvia triloba), acı yavşan (Teucrium divaricatum) gibi bitki türleri örnek verilebilir. Küçük kümeler veya yastık formunda diz boyunu geçmeyen bodur çalılar genellikle Ege ve Akdeniz bölgesinde, özellikle Gelibolu Yarımadası’nda, Ayvalık’ta, İzmir, Menemen, Bergama’da, Manisa’da, Antalya, Manavgat, Adana ve Tarsus’ta maki alanları içerisinde bulunmaktadır. Gökçeada ve Bozcaada’da garig vejetasyonu bulunmaktadır.
Yalancı maki; bunların yanında Akdeniz kökenli her dem yeşil bitki türlerin bulunmadığı, hayvan veya insan etkisiyle tahrip olarak çalılığa dönüşmüş bitki topluluklarına Anadolu’da sıklıkla rastlanır. Bu bitki örtüsüne yalancı maki denilir. Yalancı maki kuraktan hoşlanan, Akdeniz dağlık alanlarında ve Akdeniz Bölgesi ardında yaygın bir çalı formasyonudur. Makinin kış soğuklarına dayanıklı olup tüm yıl boyunca gelişme göstermesine karşın, yalancı maki bitkilerinde belirgin kış dinlemesi görülür. Makide yaprağını döken bitkiler azınlıkta olmasına karşın, yalancı makide yaprağını döken çalılar hakimdir. Ova akça ağacı (Acer campestre), sandal (Arbutus andrachne), kocayemiş (Arbutus unedo), şimşir (Buxus sempervirens), süpürge çalısı (Calluna yulgaris), kiraz (Cerasus avium), erguvan (Cercis siliquastrum), alıç (Crataegus monogyna), kızılcık (Cornus mas), fındık (Corylus avellana), tüylü laden (Cistus creticus), dafne (Dafne pontica), funda (Erica arborea), ardıç (Juniperus communis), defne (Laurus nobilis), akçakesme (Phillyrea latifolia), kurtbağrı (Ligustrum vulgare), katırtırnağı (Sparteum junceum), ateş dikeni (Pyracantha coccinea), delice (Olea europea var. Sylvestris), incir (Ficus carica), diken ucu (Similax excelsa) gibi türler bulunmaktadır. İstanbul Boğazı’nın Karadeniz ile buluştuğu yerlerde, Sarıyer sırtlarında, boğaz içlerinde Şile, Ağva, Kefken, Adapazarı Karasu’da, Düzce Akçakoca’da, Zonguldak, Ereğli, Bartın, Amasra, Kastamonu, İnebolu ve Cide’de, Ayancık, Gerze, Sinop, Samsun, Ünye, Tirebolu, Trabzon’da Mersin Köyü’nde, Sürmene-Çamburnu’nda, Çoruh Vadisi ile Artvin bölgesinde yaygın olarak görülmektedir.
1/3- Makilerin Bitki Coğrafyası Yönünden Anlamı ve Ülkemiz Açısından Önemi
Açıklandığı üzere, ülkemizin birçok bölgesinde bazen tekil, bazen ormanları oluşturan ağaçların diplerinde gelişmek üzere bulunan makiler ağırlıkla ve kural olarak, bitki coğrafyası yönünden Akdeniz rejyonunun özel bir vejetasyon tipi olarak kabul edilmekte, bu bitki formasyonunun Türkiye’nin Akdeniz rejyonu içinde kalan Ege bölgesinde, 600-700 metre ve Akdeniz bölgesinde de 900 metre yüksekliklere kadarki sahil yörelerinde mevcut olduğu bilim çevrelerince açıklanmaktadır.
Makinin orijinine ilişkin ise, iki ayrı temel görüş bulunmaktadır.
Birinci görüş; makinin Akdeniz iklim koşullarının dikte ettiği primer (birincil) nitelikte bir klimaks olduğu (primer maki)
İkinci görüş; Akdeniz iklim tipinin hakim olduğu bu yerlerdeki palamut meşesi, kızılcam, fıstık çamı ve servi gibi yayvan ve iğne yapraklı ağaç türlerinin oluşturduğu ormanlardaki aşırı insan müdahaleleri (yangın, açma, otlatma gibi) sonucunda tabii olarak bu orman örtüsü altında bulunan maki elemanlarının sahada yalnız kaldığı ve daha sonradan varlığını artırarak hakim duruma geçtiği (ikincil/sekonder maki)
Şeklindedir.
Bugün ülkemizin Ege ve Akdeniz bölgelerindeki kızılcam, fıstıkçamı ve palamut meşesi ormanları bu yönden incelendiğinde, maki formasyonunu oluşturan türlerden birçoğunun bu ormanlarda mevcut bulunması, Türkiye’de maki alanlarının çoğunlukla sekonder nitelikte olabileceğini gösteren bir olgu olarak görülmektedir.
Primer veya sekonder olsun, floristik kombinasyon bakımından maki; yaz kuraklığının bariz olarak görüldüğü çok sıcak ve kurak yerleşme bölgesi koşullarına intibak eden deri gibi sert yapraklı, çoğunluğu herdem yeşil ve kserofit karakterdeki elemanlardan oluşmakta; su tutma ve doğal dengeyi koruma konusunda önemli etkiye sahip bulunmaktadır.
İklim bakımından geçiş zonlarındaki kışın yaprağını döken yapraklı ağaç ormanlarında açıklanan maki elemanlarının intikal iklimine sahip yörelerde, kışın yaprağını döken yayvan yapraklı ağaç türlerinden oluşan orman kuruluşları hakim duruma geçmekte ve orman örtüsü altında maki elemanları da değişik oranlarda görülmektedir. Bu oluşum çeşitli etkenlerle ormanda yer alan ağaç ve çalıların tahribi, buna karşılık mevcut maki elemanlarının çoğalarak %50 ve daha fazla orana sahip olması şeklinde görüldüğü takdirde, bitki coğrafyacıları tarafından Pseudomaki (yalancı maki) olarak isimlendirilmektedir.
Bu tespite göre, yalancı maki örtüsüne sahip alanların da orijini itibariyle yayvan yapraklı orman olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır.
Görülmektedir ki, iyi bir inceleme ve ayrım yapılmaması halinde, yayvan yapraklı orman niteliğindeki sekonder maki ve yalancı maki alanlarının (orman orijinli yerlerin) primer maki olarak nitelendirilmesi ve yanlış değerlendirme ile gerçekte orman olan sahaların yok edilmesi söz konusu olabilmektedir.
Öyle ise, Orman Kanunu’nun öngördüğü şekilde orman ve toprak koruma karakteri taşımayacak ve ormandan başka kullanmaya tahsis suretiyle değerlendirilmesi mümkün olabilecek funda ve makilik alanlar ile gerçekte orman orijinli olup, doğal yapıları gereği orman ve muhafaza karakteri taşıyan alanların sağlıklı bir biçimde ayrımının yapılması gerekir.
2- İMAR-İHYA KAVRAMLARI VE UNSURLARI
2/1- Günlük Dilde İhya Kavramı
İhya, konuşma dilinde ve sözlükte, genel olarak, “diriltme”, “canlandırma”, “diri kılma”, “yeniden hayat verme”, “toprağı taze can verircesine şenlendirme”, “faydalı, kullanılabilir hale getirme”, “şan ve şeref kazandırma”, “bir kimseye umut, güç ve mutluluk verme” anlamına gelen bir kavramdır (Eren, F., Toprak Hukuku, Ankara-1991, s. 55).
2/2- Teknik Dilde İhya Kavramı
Mecelle’de ihya, imar anlamında kullanılmakta ve bir araziyi tarıma elverişli hale getirme biçiminde tanımlanmaktaydı (Mecelle, mad. 1051). Arazi Kanunu’nda ise ihya, tarıma elverişli olmayan bir yerin kültür arazisi haline getirilmesiyle o arazi üzerinde yararlanma hakkı sağlayan bir fiil olarak kabul edilmiştir (Arazi K. mad. 6, 103; Ozanalp, Nusret; Tapulama Kanunu Şerhi, 2. baskı, Ankara-1976, sh. 542).
766 sayılı Tapulama Kanunu’nun 37. maddesinde, ihya edilecek yerlerin bazı nitelikleri belirtilmiştir. Adı geçen maddede, ihya edilen yerlerin öncesinin, taşlık, delicelik, pırnallık gibi yerlerden olması gerekli idi. Bu gibi yerlerin ihya edilmiş sayılması için, bağ, bahçe, meyvelik, zeytinlik, tarla haline getirilmesi gerekli idi. Böylece kanun koyucu, uygulamada nelerin ihya sayılacağı konusunda belirlemede bazı ilkeler belirlemiş olmaktaydı.
Kadastro Kanunu’nda ihyanın tanımı yapılmadığı gibi, nelerin ihya sağlayacağı da belirtilmiş değildir. Ne var ki; Kanunun ilk tasarısında, ihya edilecek yerlerin “taşlık, çalılık, fundalık gibi” yerler olması gerektiği hükmü yer almaktaydı. Bununla birlikte, tasarının TBMM’de görüşülmesi sırasında verilen bir önerge ile söz konusu kavramlar madde metninden çıkarılmıştır (Düzceer, Ali Rıza; Kazandırıcı Zamanaşımıyla Taşınmaz İktisabı, 2. Baskı, Ankara-1994, sh. 14).
İhya, bugünkü hukukumuzda, genel olarak üzerinde ekim, dikim yapılmayan yerlerin tarım arazisi haline getirilmesi olarak anlaşılmaktadır.
Buradan hareketle, Veysel Başpınar, ihyayı teknik olarak, şu şekilde tanımlamaktadır:
“İhya, işlenmemiş araziye, masraf ve emek sarf ederek tarıma elverişli hale getiren, ekim, bakım yoluyla bitkisel ürünlerin düzenli bir işletmecilik esasına göre yapılmasına imkan veren hukuki bir fiildir… İhya ekonomik olduğu kadar hukuki bir fiildir. Zira ihyada işgal ve ihraz gibi mülkiyetin iktisabına yol açan ve hukukun bu yüzden kendisine önem ve sonuç atfettiği bir fiil söz konusudur” (Başpınar, Veysel; Türk Toprak Hukukunda İhya, Ankara-1999, sh. 13).
2/3- İhyanın Olağanüstü Zamanaşımı Yoluyla İktisaptan Farkı
Taşınmazların olağanüstü zamanaşımı yoluyla iktisabının şartları, 743 s. TMK.nın 639. maddesi ve bu maddeyi değiştiren, 4721 s. TMK.nın 713. maddesi;
“Tapu kütüğüne kayıtlı olmayan bir taşınmazı davasız ve aralıksız olarak yirmi yıl süreyle ve malik sıfatıyla zilyetliğinde bulunduran kişi, o taşınmazın tamamı, bir parçası veya bir payı üzerindeki mülkiyet hakkının tapu kütüğüne tesciline karar verilmesini isteyebilir.
Aynı koşullar altında, maliki tapu kütüğünden anlaşılmayan ve yirmi yıl önce ölmüş ya da hakkında gaiplik kararı verilmiş bir kimse adına kayıtlı bulunan taşınmazın tamamının veya bir parçasının zilyedi de o taşınmazın tamamı, bir parçası veya bir payı üzerindeki mülkiyet hakkının tapu kütüğüne tesciline karar verilmesini isteyebilir.
Tescil davası, Hazine’ye ve ilgili kamu tüzel kişilerine veya varsa tapuda malik gözüken kişinin mirasçılarına karşı açılır.
Davanın konusu, mahkemece gazeteyle bir defa ve ayrıca taşınmazın bulunduğu yerde uygun araç ve aralıklarla en az üç defa ilan olunur.
Son ilandan başlayarak, üç ay içinde yukarıdaki koşulların gerçekleşmediğini ileri sürerek itiraz eden bulunmaz ya da itiraz yerinde görülmez ve davacının iddiası ispatlanmış olursa, hakim tescile karar verir. Mülkiyet birinci fıkrada öngörülen koşulların gerçekleştiği anda kazanılmış olur.
Davalılar ve itiraz edenler, aynı davada kendi adlarına tescile karar verilmesini isteyebilirler.
Kararda, tescili istenilen taşınmazın niteliği, yeri, sınırları ve yüzölçümü belirtilir ve karara, uzmanlarca düzenlenen teknik bilgileri içeren krokisi de eklenir.
Özel kanun hükümleri saklıdır.”
Hükmü ile düzenlenmiş; ayrıca Kadastro Kanunu’nun 14. maddesinde bu hususa yer verilmiştir… Söz konusu hükümlere göre, bir taşınmazın olağanüstü zamanaşımı nedeniyle iktisabı için, tapu kütüğünde kayıtlı olmaması veya tapu kütüğünde kayıtlı olmakla birlikte, malikinin kim olduğunun anlaşılamaması ya da 20 yıl önce ölmüş olması veya gaipliğine karar verilmiş kimselere ait bulunması gerekir.
Buradan anlaşılan, olağanüstü zamanaşımı yoluyla iktisap için, taşınmazın özel mülkiyete elverişli alanlardan olması gerekir (Sungurbey, İ./İsviçre-Türk Hukukuna Göre İktisabı Müruruzaman, İstanbul-1956, sh. 9 vd., Küley, M./Müruruzamanla İktisap, İstanbul-1958, sh. 50 vd.).
İşte, 3402 s. Kadastro Kanunu’nun 17/1. maddesi, söz konusu kurala bir istisna getirmiştir (Düzceer, Ali Rıza; Kadastro Kanunu, Ankara-1996, sh. 134).
Bu hükme göre, kanundaki şartların tamamlanması halinde, özel mülkiyete elverişli olanlar, ihya yoluyla iktisabı imkan dahilinde olan yerler haline getirilmiştir. Bu durum, zamanaşımı yoluyla ihya arasındaki en büyük farktır.
Bununla birlikte, 3402 s. Kadastro Kanunu’nun 17/1. maddesi, ihyanın zilyetliğe ilişkin şartlarını zamanaşımı yoluyla iktisabın şartlarına bağlamıştır.
Bu şartlar, Türk Hukukunda ilk defa görülmektedir. Bu bakımdan Kadastro Kanunu ile kabul edilen ihya kurumu, yeni şartlara bağlanmış ve Tapu Kanunu’ndaki eski haline göre, şartları son derece ağırlaştırılmış bir şekilde ortaya çıkmıştır (Başpınar, Veysel; Türk Toprak Hukukunda İhya, Ankara-1999, sh. 16-17).
3- ORMAN İLE İLGİLİ YASAL DÜZENLEMELER VE MAKİLİK ALANLARIN TARİHSEL GELİŞİM İÇİNDE BU DÜZENLEMELER KARŞISINDAKİ DURUMU
3/1- 1982 ANAYASASI’NA KADAR OLAN DÖNEMDEKİ YASAL DÜZENLEMELER
3/1.1- Cumhuriyet Öncesi
Ülkemizde, orman ile ilgili ilk düzenleme 1856 tarihli Arazi Kanunnamesi’dir. Bu Kanunname’de gerek miri (devlet) ormanlarda, gerekse cibali mübahada kimseye tapu verilemeyeceği hükme bağlanarak, bunların kamu mülkiyetinde olduğu ve özel mülkiyete konu olamayacağı esası getirilmişti. Bu anlayış daha sonraki orman ile ilgili düzenlemelerde de kabul görmüş, zaman içinde değişen şart ve anlayışlar karşısında ise son yıllarda bu temel felsefeden uzaklaşılmıştır.
İkinci düzenleme 1870 tarihli Orman Nizamnamesi’dir. Ormanlarla ilgili ilk toplu mevzuat olan bu düzenleme padişah iradesi ile yürürlüğe girdiği için kanun hükmündedir.
Daha önce cibali mubaha olarak ayrıma tabi tutulan ormanları Devlet ormanları içine almış; ormanları “Devlete ait -Miri- ormanlar”, “Evkafa bağlı ormanlar”, “Kura ve kasabata mahsus ormanlar” ve “Eşhas uhdesinde bulunan ormanlar” şeklinde ayrıma tabi tutmuştur.
- maddesi ile devlet ormanları ile kura ve kasabata mahsus ormanların zamanaşımı yoluyla mülk edinilmesini yasaklamıştır.
1917 tarihli Devlet Ormanlarının Usulü İdare-i Fenniyeleri Hakkında Kanun orman ile ilgili düzenlemelerin üçüncüsüdür.
1920 tarihli Baltalık Kanunu dördüncü düzenleme olup, yürürlük süresi çok kısa olan bu kanun köylülere bazı baltalıkların sınırlı ölçüde olmak üzere verilmesine ilişkin düzenlemeleri içermektedir.
3/1.2- Cumhuriyet Dönemi (1982 yılına kadar olan dönem)
Cumhuriyet dönemi ile yapılan ilk düzenleme 1924 tarihli Türkiye’de Mevcut Bilumum Ormanların Fenni Usulü İdare ve İşletilmeleri Hakkında Kanun’dur. Bu kanunla 1917 tarihli Kanun yürürlükten kaldırılmış ve ormanların idare ve işletilmesine ilişkin hükümler getirilmiştir.
1926 yılında yürürlüğe giren Türk Kanunu Medenisi’nin 675 ve 742. maddelerinde ormanlarla ilgili hükümlere yer verilmiştir.
1934 yılında yürürlüğe giren 2644 sayılı Tapu Kanunu Devlet orman ve açıklıklarının el değiştirme ve özel mülkiyete geçme yollarını kapamış; tapu verilmesini yasaklamıştır.
1937 tarihinde 3116 sayılı Orman Kanunu Cumhuriyet Döneminin ormanlarla ilgili ilk toplu mevzuatı olarak yürürlüğe girmiştir. Cumhuriyet Tarihimizin ilk Orman Kanunu’dur. Ormanın hukuki tanımı ilk defa bu kanunda yapılmış; 1938 yılında 3444 sayılı Kanun’la bazı maddeleri değiştirilmiş; 1945 yılında da 4785 sayılı Kanun’la orman tanımının yer aldığı 1. maddesinde değişiklik yapılarak Devlet Ormanları dışındaki özel ormanların bazı istisnaları hariç olmak üzere devletleştirilmesi esası getirilmiştir.
1950 yılında 5653 sayılı Kanun’la 3116 sayılı Kanun’un başta orman tanımının yer aldığı 1. maddesi olmak üzere büyük bölümü değiştirilmiş, 1. maddede orman sayılmayan yerler de sıralanarak (e) bendi ile “maki cinsinden her türlü ağaççıklarla örtülü yerler orman sayılmaz” hükmü makilik alanların orman sayılamayacağı; bu Kanun’un 43. maddesi gereğince muhafaza ormanı mahiyeti taşıdığı veya devamlı orman hasılatı verdiği Tarım Bakanlığı’nca fennen belirlenecek olan makiliklerle örtülü sahaların (e) fıkrası hükmünün dışında kalacağı hükmü getirilmiştir.
5658 sayılı Kanun’la da bazı maddeler eklenerek 1. maddede de değişiklik yapılmıştır. Devletleştirilen ormanlardan belli şartları taşıyanların iadesi esası getirilmiştir.
1956 tarihinde 6831 sayılı Orman Kanunu yürürlüğe girmiştir.
Bu Kanun 1956 yılından sonra 1959 tarihinde 7095, 1968 tarihinde 1056, 1971 tarihinde 1444, 1973 tarihinde 1744, 1975 tarihinde 1906, 1982 tarihinde 2655 sayılı Kanunlarla değişikliğe uğramıştır. 1982 Anayasası’nın yürürlüğünden sonra ise, başta 1983 tarihli 2896 sayılı Yasa olmak üzere 3302, 3373, 3493, 4079, 4114, 4569, 4570, 4578, 4629, 4915, 4999, 5177, 5192, 5218, 5728 sayılı değişik tarihli çok sayıda yasa ile değişikliğe uğrayarak günümüze gelmiş; son olarak 27.01.2009 tarihli 5831 sayılı Kanun’la 7/1, 9/7, 45/1. maddeler değiştirilerek ek madde 10 ilave edilmiştir.
3/1.3- Makilerle İlgili Yasal Sürecin Değerlendirilmesi
3116 sayılı Orman Kanunu’nun 1. maddesi ormanı “kendi kendine yetişmiş olup da herhangi bir çeşit orman hasılatı veren ağaç ve ağaççıklar yerleri ile birlikte orman sayılırlar” şeklinde tanımlamış; bu tanımla makilik alanlar orman sayılan yerler tanımı içinde kalmış; fundalıklar ise orman sayılmayan yerler arasında belirtilmiştir. Orman tanımında değişikliğin yapıldığı 1950 yılına kadar makiler orman olarak kabul edilmiş ve buna göre uygulama görmüştür.
Orman tanımını yapan maddeye 1950 yılında yürürlüğe giren 5653 sayılı Kanun ile;
“Maki cinsinden her türlü ağaççıklarla örtülü yerler orman sayılmaz. Bu Kanun’un 43. maddesi gereğince muhafaza ormanı karakteri taşıdığı veya devamlı orman hasılatı verdiği Tarım Bakanlığı’nca fennen belirlenecek olan makilerle örtülü sahalar yukarıdaki hükmün dışındadır.”
Hususu eklenmiştir.
Bu hükmün uygulanması ile ilgili 17.08.1950 tarih ve 203 sayılı tamimle yayınlanan;
“Makilik ve Orman Sahalarının Birleştiği Yerlerde Orman Sınırlarının Tespitine Ait Talimat” ile; maki florası ve makilik sahalar “florya, funda nevileri, laden nevileri, akgünlük (teşbih ağacı), defne, sandal, kermes meşesi, pirnal meşesi, mersin, zakkum, ılgın nevileri, yaprağını döken sumak nevileri, çaltı ve karaçalıdan” ibaret olarak sayılmış ve “bu ağaççıklardan müteşekkil formasyonla örtülü sahalar düz ve inbat kabiliyeti fazla olan yerlerde işgal sahası alan itibariyle %10 nisbetine kadar baltalık orman teşkil eden ağaçları ihtiva etse bile maki sahası sayılır” tanımlaması getirilmiştir.
Oysa talimatnamelerin (yönetmeliklerin) Kanuna aykırı hüküm içermemesi gerekir. Bu hükümde yer alan tanımlamanın isabetli olmadığı, maki florası içinde sayılan kermes meşesi ile pirnal meşesi ağaç olup, ağaççık vasfı taşımadıkları, kanun metninde olmayan bir hükümle %10 koru ve %25 baltalık orman teşkil eden ağaç nevilerinin bulunduğu ormanlık sahalarının makilik sahalara katılmasının da orman sahasının daraltılması anlamına geldiği doktrinde belirtilmiştir (Süreyya Toygar, Eski ve Yeni Hükümlere Göre Orman Anlamı ve Ormanların Mülkiyet Yönünden Bütünlüğü, İstanbul 1964, sh. 77-78).
Öte yandan, bilimsel kaynaklara göre, 1950-1956 yılları arasında, orman kadastrosu ve ormanların sınırlandırılması çalışmaları neredeyse tümüyle durdurulmuş; “maki tefrik komisyonlarının” çalışmalarına hız verilerek; bu komisyonlar aracılığıyla bu altı yıl içinde 617 bin hektar “orman sayılmayacak”, buna karşılık yalnızca 95 bin hektar da “orman sayılabilecek” maki sınıflandırması yapılmıştır.
1956 yılında 6831 sayılı Kanun’la birlikte “funda ve makiliklerle örtülü orman ve toprak muhafaza karakteri taşımayan yerler” orman sayılmayan yer olarak tanımlanmış; ölçüt olarak “orman ve toprak muhafaza karakteri taşıyıp taşımama olgusu” getirilmiştir. 24.12.1965 günlü Orman Bakanlığı olurları ile yürürlüğe giren “Funda ve Makilik Sahaların Tespitine Ait Talimatname’sinin 24. maddesinde “17.08.1950 tarih ve 9857-203 sayılı tamimle yayınlanan maki yönetmeliği hükümsüzdür” denilmiş; bu talimatnamenin 2. maddesinde maki “fakir topraklar üzerinde bulunan kserofil bünyeli, her dem yeşil sert yapraklı ve boyları en çok üç metreyi geçmeyen ağaççıkların teşkil ettiği bir bitki formasyonudur” şeklinde tanımlanarak, hangi bitkilerin maki olduğu tek tek sayılmış ve tanım genişletilmiştir.
Talimatnamenin 3. maddesinde orman ve toprak muhafaza karakteri taşıyan funda ve makiliklere ait tanım yapılmış; burada sayılanların orman rejimi dışına çıkarılamayacağı belirtilmiştir. Örneğin, memleketin ve halkın menfaat, sıhhat ve selametine yarayacak yerler, 23. maddesi gereğince arazi kayması veya yağmurlarla yıkanma tehlikesine maruz yerlerdeki maki ve fundalar…
Talimatnamenin 5. maddesinde “üzerinde orman ağacı ve bitişiğindeki ormanların devamı şeklinde bulunan maki ve funda ile örtülü yerler orman muhafaza karakteri taşımaları dolayısıyla orman rejimi dışına çıkarılamaz” denilmiş; 6. maddesinde ise; “funda ve makilerle örtülü bir sahada:
A- Hangi derecede olursa olsun toprak erozyonu varsa (tabaka, oluk, yarıntı) toprağı uzvi kısmı kısmen veya tamamen yıkanmışsa;
B- Toprak aşınması müşahede edilmese dahi erozyon potansiyeli bakımından tehlike ve zarar vukuu melhuz ise;
C- Toprak sığ ve arazide kayma tehlikesi mevcut ise de,
D- Arazi %12’den fazla meyile haizse, bu kabil sahalar toprak muhafaza karakteri taşır ve orman dışına çıkarılamaz” düzenlemesi getirilmiştir.
Talimatnamenin 7. maddesinde “bir sahanın erozyon potansiyeli; funda ve maki formasyonu bozulup tahsis edilmesi halinde o saha dahilinde vukua gelmesi varit görülen toprak aşınması ile aynı akar ve bakar dahilinde bulunan arazinin su taşkınlarından ve teressübattan göreceği zarara göre tetkik ve mütalaa olunur.”
9.maddesinde “Toprakların muhafazası maksadıyla sahanın erozyon potansiyelinin mütalaasında gerekli tetkik yalnız funda ve maki ile örtülü sahaya inhisar ettirilmeyip, suların tanzimi ve sel zararlarının önlenmesi bakımından arazinin jeolojik, klimotolojik, topoğrafik ve edafik faktörleri de gözönünde tutulur.”
“Tespit Komisyonları, Sınırların Tespiti Sınır İşaretleri ve Bakımı” başlıklı 10. maddesinde; “funda ve maki sahalarının tespiti işi umum müdürlükçe başmüdürlük merkezlerinde vazifelendirilen, biri tercihan toprak muhafazasında yetişmiş üç yüksek orman mühendisinden müteşekkil komisyonlar marifetiyle yapılır. Komisyon reisini Orman Umum Müdürlüğü tespit eder. Zaruret halinde bu elamanlardan biri mühendis yardımcısı da olabilir. Mahalli bölge şefi ve bölümün orman muhafaza memuru müşahit sıfatıyla mıntıkada çalışan komisyonlara intibak ederler…” denilmiştir.
Bu Talimatnamenin 11. maddesinde; “Orman sayılmayan funda ve maki sahalarının tespitinde hudutlar:
A- Mümkün olduğu kadar sabit notlara istinat ettirilir.
B- Tahdit görmemiş ise, 1/25.000 mikyaslı haritaları bulunmayan sahalarda da aynı şekilde ölçüye istinat ettirilir.
C- Tahdit görmemiş 1/25.000 mikyaslı haritaları bulunan sahalarda ise arazi üzerinde tespit olunan noktalar harita üzerinde işaretlenmek ve bu noktalar arasını birleştirmek suretiyle tespit olunur.”
12.maddesinde de “Orman rejimine giren funda ve maki sahalarının hudutları, işin sürati bakımından arazi üzerinde tespit olunan noktaların 1/25.000 mikyaslı haritalar ve kati amenajman haritaları ve bu haritalar bulunmadığı takdirde birinci devre amenajman haritaları üzerinde işaretlenmesi ve bu noktalar arasının birleştirilmesi suretiyle tayin olunur” düzenlemesine yer verilmiştir.
Orman niteliğini kaybetme nedeniyle orman dışına çıkarılma kavramı, 1961 Anayasası’nın 131. maddesinde 1970 yılında 1255 sayılı Kanun’la yapılan değişiklik sonucu hukukumuza girmiş; bu değişiklikle birlikte 6831 sayılı Kanun’da da “bilim ve fen bakımından orman niteliğini yitirme” kavramı getirilmiş; bu işlemlerin orman kadastro komisyonlarınca yapılması uygulamasına geçilmiştir.
3/2- 1982 ANAYASASI’NDAN SONRAKİ DÖNEM
3/2.1- Makilerin 1982 Anayasası ve Daha Sonraki Yasal Düzenlemelerdeki Yeri
Devlete ait ormanların hepsinin devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerden olduğu ve özel mülkiyete konu olamayacağı, Türk Medeni Kanunu’nun 641. maddesi ve 1961 Anayasası’nın 130 ve 131. maddeleri ile 1982 Anayasası’nın 169 ve 170. maddelerinde yer alan temel hükümlerde belirtilmiştir.
Bu duruma göre Devlet ormanlarında kamu mülkiyeti söz konusu olup, mülkiyet devlete aittir.
Burada sahiplik kavramı üzerinde durulmalıdır.
1982 Anayasası’nın 169. maddesinde; “Devlet ormanlarının mülkiyeti devrolunamaz. Devlet ormanları kanununa göre Devletçe yönetilir ve işletilir. Bu ormanlar zamanaşımı ile mülk edinilemez ve kamu yararı dışında irtifak hakkına konu olamaz” hükmü yer almakta; maddenin son fıkrasında ise, orman olarak muhafazasında bilim ve fen bakımından hiçbir yarar görülmeyen yerler ayrık tutularak orman sınırlarında daraltma yapılamayacağı belirtilmektedir.
Orman sayılan yerlerde durum açıkken, orman sayılmayan ya da sonradan orman rejimi dışına çıkarılan yerlerde ise sahiplik kavramı çok net ortaya konulamamaktadır.
Orman kadastrosu yapılan yerlerde orman rejimi dışına çıkarılan yerler dayanağını ilgili kanunlarından almakta; usulünce ilan olunup, kesinleşme süreci gerçekleşmektedir.
Oysa, maki tefrik komisyonlarının yaptığı tefrik işlemleri uzun süre tartışma konusu olmuş; bu işlemlerin sonraki orman kadastro çalışmalarında değerlendirilebilecek, değişikliğe uğrayabilecek bir ön çalışma olduğu, hukuken geçerli olmakla birlikte tek başına bağlayıcı olmayıp, orman kadastro çalışmaları ile birlikte değerlendirilmesi gerektiği, yaklaşımı benimsenmiştir. Ancak bu konuda da görüş ayrılıkları ortaya çıkmış; eldeki içtihadı birleştirme talebine konu değişik kararlar verilmiştir.
3116 sayılı Kanun’un yürürlük tarihinden 5653 sayılı Kanun’un yürürlüğe girdiği 1950 yılına kadar makilikler orman sayılmış; 5653 sayılı Kanun ile birlikte bu yerler orman sayılmayan yer olarak tanımlanmış ve orman sınırları içinde kalan makilik alanlar maki tefrik komisyonlarınca ormandan tefrik edilerek, bir kısmı tevzi ve temlik edilerek tapuya bağlanmış; bir kısmı ise tapuya bağlanmamıştır. 1956 tarihinde yürürlüğe giren 6831 sayılı Kanun’un 1. maddesinin (j) bendi ile bir ayrıma gidilerek orman ve toprak muhafaza karakteri taşıyan makiliklerin orman sayılacağı düzenlemesi getirilmiştir. Bugün için bu yasal düzenlemenin esas alınacağı belirgindir.
Tartışma konusu, 03.04.1950 tarihinde yürürlüğe giren 5653 sayılı Kanun ile 08.09.1956 tarihinde yürürlüğe giren 6831 sayılı Kanun arasındaki dönemde, makiliklerin orman sayılmaması nedeniyle yönetmelikle görevlendirilen maki tefrik komisyonlarınca maki tespit işlemine konu olan yerlerin hukuki durumudur.
3116 sayılı ilk Orman Kanunu’ndan başlayarak bu güne kadarki orman mevzuatını düzenleyen bütün kanunlarda orman kadastrosunun orman kadastro komisyonlarınca yapılacağı öngörülmüş; başta Anayasa olmak üzere mevcut tüm mevzuatta kesinleşmiş orman sınırları içinde kalan yerlerin ancak koşulları varsa Orman Kanunu’nun 2. madde işlemi ile orman sınırları dışına çıkarılabileceği öngörülmüş; orman sınırları dışına çıkarılma işlemlerinde yetkili komisyonun orman kadastro komisyonu olduğu kabul edilmiştir.
Oysa, 5653 sayılı Kanun açıkça makilikleri orman sayılmayan yer olarak belirlemiş; ancak orman sınırları içinde kalan makiliklerin ormandan tefrik edileceğine ilişkin bir hükme yer vermemiştir. Bu nedenle, 1950-1956 tarihleri arasında yapılan maki tefrik işlemleri hukuken tartışmalı hale gelmiştir.
5653 sayılı Kanun nedeniyle maki olarak tespit edilen ve 6831 sayılı Kanun gereğince de orman sayılmayan makilik alanlarda tevzi ve temlik işlemlerinin yapılmış olması ve özel yasalarla (2510 sayılı İskan Kanunu, 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu, 3573 sayılı Zeytinciliğin Islahı Kanunu, 5658 sayılı Orman Kanunu’na Ek Kanun gibi) sınırlı hallere ilişkin olmak üzere tapuya bağlanması durumunda bunların orman sınırları dışında olduğu yargısal uygulamada kabul edilmiştir.
Ancak, maki tefrik komisyonlarınca tefrik edilip de henüz tapuya bağlanmamış yerler ortada mülkiyet yönünden kesinlik kazanmış bir hukuki durum bulunmadığından 3116 sayılı Kanun’a göre yapılan ve kesinleşen orman kadastro sınırları kapsamında kalmaktadır. Sahiplenme koşullarının buna göre değerlendirilmesi gerekmektedir.
Hemen belirtmelidir ki, maki tefrik komisyonlarının oluşumu ve verdikleri kararların hukuken geçerli olup olmaması ayrı bir olgu, bu komisyonlarca verilen kararların kesinleşmesi ve tapuya bağlanmasa da doğrudan sahiplenme olanağı getirdiğinin kabul edilip edilmemesi ise ayrı bir olgudur.
6831 sayılı Kanun’da değişiklik yapan 1983 tarihli 2896 sayılı Kanun’la, orman kadastro komisyonlarının, devlet ormanları ile evvelce sınırlaması yapılmış olup da herhangi bir nedenle orman sınırları dışında kalmış olan yerlerin kadastrosunun da orman kadastro komisyonlarınca yapılacağı hükme bağlanmıştır. Böylece esasen orman sayılan yer niteliğinde olup da herhangi bir nedenle orman sınırları dışında kalmış olan yerlerin yeniden orman sınırları içine alınması olanağı getirilmiştir. Burada herhangi bir sebeple ibaresi daha sonra 1987 yılında 3373 sayılı Kanun’la yapılan değişiklikle metinden çıkarılmıştır.
Makilik ve orman sahalarının tespiti usulü ile ilgili yıllar itibariyle birçok yönetmelik çıkarılmıştır.
Son olarak 15.07.2004 tarihli ve 25523 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan, 6831 Sayılı Orman Kanunu’na Göre Orman Kadastrosunun Uygulanması Hakkında Yönetmeliğin 20. maddesinde “Orman kadastro komisyonları, işletme müdürlüklerinden çalışma alanları ile ilgili; (k) bendi, 5653 sayılı Kanun’un 1. maddesinin (e) bendi uygulamalarını gösterir, makilik ve orman sahalarının tespitine ait yönetmelik ile 6831 sayılı Kanun’un 1. maddesinin (j) bendi uygulamasını gösteren funda ve makilik sahaların tespitine ait talimatname gereğince yapılmış tespit ve tefrik ve parselasyon işlerine ait harita ve tutanakları, …yazı ile ister” hükmü yer almış; vasıf tayinine esas olacak tanımlar başlıklı 23/o maddesinde;
“Maki ve funda; kserofil bünyeli, herdem yeşil, sert ve çoğu zaman dikenli yapraklı ağaççıkların teşkil ettiği bitki formasyonudur.
Yurdumuzda makiler; Mersin (Myrtus Communis), Defne (Laurus nobilis), Sandal (Arbutus andrachne), Kocayemiş (Arbutus unedo), Pırnal Meşesi (Quercus ilex), Kermes Meşesi (Quercus coccifera), Katran Ardıcı (Juniperus oxycedrus), Katır Tırnağı (Spartium junceum), Kurtbağı (Ligustrum vulgare), Keçiboğan (Calicotome spinosu), Erguvan (Cercissiliquastrum), Teşbih Çalısı (Styrax officinalis), Karaçalı (Paliurus acueleatus), Herdemtaze (Ruscus acuelatus), Keçiboynuzu (Ceratonia siliqua), Peruka Çalısı (Continus coggygria), Akçakesme (Phillyrea media), Geniş Yapraklı Akçakesme (Phillyrea latifolia), Menengiç (Pistacia terebinthus), Sakız (Pistacia lenttiscus), Boyacı Sumağı (Rhus cotinus), Yabani Zeytin-Delici (Olea evropea var. Oleaster), Kokarçalı (Anagyris foedita), Zakkum (Nerium oleander), Pembe Çiçekli Laden (Cistus creticus), Beyaz Çiçekli Laden (Cistus salvifolius), Tüylü Laden (Cistus villiosus), Badem Yapraklı Ahlat (Pyrus amygdaliformis), Yabani Kuşkonmaz (Asparagus acurtifolius) ve benzeri bitkiler olarak bulunur.
Funda; ağaç fundası (Erica arborea) ve pembe çiçekli funda (Erica verticillata), Erica cinsi bitkilerdir.”
Şeklinde tanımlama getirilmiş;
23/p maddesinde de “Orman ve Toprak Muhafaza Karakteri; üzerindeki bitki formasyonu ile taşkınları, şiddetli yağış sonrası oluşan zararlı akışları, toprak erozyonunu, toprağın strüktür ve tekstürünün bozulmasını önleyici, su verimini artırıcı etkisi bulunan ve eğimi yüzde oniki’den fazla olan yerlerdir” denilmiştir.
“Makilik ve Yabani Zeytinlik Sahalarda Orman Kadastrosu” başlıklı 31. maddede;
“Orman kadastro komisyonlarınca;
a- Evvelce makiye tefrik edilen fakat tevzii yapılmayan sahalarla 6831 sayılı Kanun’un 1. maddesine giren ancak istisna bentlerine girmeyen ormanlık alanlar,
Devlet ormanı olarak sınırlandırılır.
b- Evvelce makiye tefrik edilip, çiftçiyi topraklandırma ve iskan mevzuatına göre tevzii yapılan, temlik kararı verilmiş ve tapuya bağlanmış sahalar içinde kalan ve yüzölçümü bir bütün olarak üç hektardan büyük ormanlık alanlar,
Özel orman olarak sınırlandırılır.
c- 3573 sayılı Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanun ile bu Kanunu değiştiren 6777 sayılı Kanun’a göre Devlet ormanlarından tefrik edilmiş zeytinlik, sakızlık ve harnupluk sahalar için tevzi
işlemleri yapılmamış ise Devlet ormanı olarak, çiftçiyi topraklandırma ve iskan mevzuatına göre tevzi yapılan, temlik kararı verilmiş ve tapuya bağlanmış sahalar içinde kalan ve yüzölçümü bir bütün olarak üç hektardan büyük
olanlar ise özel orman olarak sınırlandırılır.
d- Evvelce makiye tefrik edilip, çiftçiyi topraklandırma ve iskan mevzuatına göre tevzii yapılan, temlik kararı verilmiş ve tapuya bağlanmış sahalar içinde kalan ve yüzölçümü bir bütün olarak üç hektardan küçük ormanlık alanlar ile delicelik sahaların tespiti, tevzii, temlik ve tapuya tescil işlemleri, o günkü mevzuata göre yapılmış ve tahsis amacına uygun olarak kullanıyor ise bu sahalar orman sınırları dışarısında bırakılır.”
Düzenlemesi yapılmıştır.
“Orman Niteliğinin Devamı” başlıklı 34. maddede;
“6831 sayılı Kanun’un 1. maddesine göre, orman sayılan yerlerdeki; yanan orman alanları, muhafaza ormanları, milli park alanları, tabiat parkları, tabiatı koruma alanları ile izin ve irtifak hakkı tesis edilen ormanlık alanlar, orman olarak kamulaştırılan ve 6831 sayılı Kanun’un 3. maddesi ile orman rejimi içine alınan yerler ile,
a -20.06.1973 tarihli ve 1744 sayılı Kanun’la değişik 2. maddesi,
b- 23.09.1983 tarihli ve 2896 sayılı, 05.06.1986 tarihli ve 3302 sayılı Kanunlarla değişik 2. maddesinin birinci fıkrasının (B) bendi,
uygulamaları ile orman sınırları dışına çıkarılan, ancak fiilen orman olduğu Genel Müdürlükçe tespit edilen ve Maliye Bakanlığı’nca Genel Müdürlüğe tahsis edilen yerler, orman sayılan yerlerden olma niteliklerini korurlar” denilmiş;
“Bilim ve Fen Bakımından Orman Niteliğinin Tam Olarak Kaybolması” başlıklı 35. maddede ; “31.12.1981 tarihinden önce üzerinde ağaç ve ağaççık toplulukları bulunmayan, ormancılık faaliyetleri ve ekonomisi yönünden orman kurulmasında yarar olmayan yerler bilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak kaybetmiş sayılır” denilmiştir.
3/2.2- Makilerle İlgili Yasal Düzenlemelerin Değerlendirilmesi ve Yargısal Uygulama
Açıklanan düzenlemeler ortaya koymaktadır ki, makiye ayırma işlemine konu olan yerler, daha sonra orman kadastrosu kapsamında ve açıklanan ölçüler dahilinde yeniden değerlendirmeye tabi tutulmuş ve yukarıda açıklanan koşullarda orman içine alınan ya da orman dışına çıkarılanlar olmuştur.
Öyle ise, 3116 sayılı Orman Kanunu’nun yürürlükte bulunduğu dönemde orman kadastro komisyonlarınca yapılarak kesinleşen ve tapuya tescil edilmeyen orman tahdidi alanlarında, sonradan maki tefrik komisyonlarınca olarak belirlenen yerlerin, daha sonra yapılan orman kadastro çalışmaları ile orman sayılan yer kapsamında kabulü de olanaklıdır. Yani maki tefrik komisyonlarınca yapılmış geçerli bir belirleme işlemi olsa dahi bu işlemler tek başına orman dışına çıkarma anlamına gelmediğinden, hukuksal durumları belirgin değildir.
Nitekim, 22.03.1996 gün ve 1993/5-1996/1 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında da;
“3116 sayılı Orman Kanunu’nun 5653 sayılı Kanun’la değişik 1/e maddesine göre çıkartılan, Makilik ve Orman Sahalarının Birleştiği Yerlerde Orman Sınırlarının Tespitine Ait Yönetmelik ile bu yönetmelik uyarınca kurulan maki tefrik komisyonları yasal olup, yaptıkları işlemler de geçerli olduğu, orman sınırlandırması kapsamında iken söz konusu komisyonlar tarafından makilik alan olarak belirlenen taşınmazlar hakkında, özel kanunlar gereğince oluşturulan tapulara değer verilmesi gerektiği” kabul edilmiştir.
Burada varılan sonuç geniş yoruma tabi tutulamayacak kadar açık olup, sadece makilik alan olarak komisyonca belirlenen yerler hakkında özel kanunlar (2510, 4753, 3573 sayılı Kanunlar vs.) gereğince oluşturulan tapulara değer verilmiş; bu özel kanunlar dışında kalan tapulara ise değer verilmemiştir. Zilyetlikle kazanma ile ilgili olarak ise, herhangi bir değerlendirmeye yer verilmemiştir.
Anayasa Mahkemesi’nin 1987/31-13 sayılı kararının gerekçesinde ise;
“a- Orman sınırı dışına çıkartılan alanlardaki tapulu yerler:
aa- Orman sınırı dışına çıkarılan yerler, o andan başlayarak orman olma niteliğini, orman olma niteliklerini yitirirler. Bu bakımdan eski, geçersiz tapulara değer vermek, (devlet ormanlarının mülkiyetinin devrolunamayacağını öngören) Anayasa’nın 169. maddesinin ikinci fıkrası hükmüne aykırı düşmektedir. Verilen orman değil, orman olmaktan çıkmış, bir kamu mülküdür…
bb- …orman sınırı dışına çıkartılan tapulu yerlerin… geçersiz tapu sahibine verilmesi Anayasa’nın 170. maddesine aykırıdır.
b- Orman sınırı içinde kalan tapulu yerler:
…Devlet ormanını ve toprağıyla birlikte orman sayılan bir yeri, yerleşim, dağıtım yoluyla özel mülkiyete konu yapmak ya da devretmek Anayasa’nın yasakladığı hususlardandır. 6831 sayılı Kanun’un 1. maddesine göre, orman içi bir yere ilişkin olarak sonradan alınan tapu gibi, orman tahdit edildikten sonra, daha önce alınmış olsa da hukuksal değerini yitirip, geçersiz duruma düşen kaydı, denetlenen üçüncü fıkra geçerli kılmakta, kayıtlarda yazılı malikleri hak sahibi saymaktadır. Sözü edilen fıkra, böylece, 6831 sayılı Yasa’nın 2896 ve 3373 sayılı Yasalarla değişik 1. maddesinin (F) ve (G) fıkralarına karşın, hiçbir koşul aramaksızın, tarım arazisi niteliği bulunmayan, tümüyle orman örtüsüyle kaplı ve orman sayılan bir yer için ne suretle alınmış olursa olsun tapuları geçerli sayarak adı yazılı kimse adına tescilini sağlamaktadır.
Anayasa’nın 169. maddesinin son fıkrasının olanaklı kıldığı durumlar dışında orman sınırlarında daraltma yapılamaz. Kime olursa olsun, orman içindeki tapulu yerlerin verilmesi bir tür daraltmadır. Üçüncü fıkranın sınırlama kararı uyarınca incelenen ibaresi, bu nedenle Anayasa’nın 169. maddesine aykırıdır.
Orman sınırı dışına çıkarılsa bile tapu malikine verilemeyecek bir yerin, orman niteliğini taşırken de verilmemesi gerekir. Yasa koyucu, bu yerleri geçersiz tapu sahiplerine mutlaka vermek istiyorsa, Anayasa’nın öngördüğü sınırlara uygun yeni bir orman tanımı yapmak zorundadır.
Açıklanan nedenlerle üçüncü fıkradaki “…tapulu yerlerle…” ibaresi iptal edilmelidir.”
Şeklinde görüşlere yer verilmiştir.
Görüldüğü gibi Anayasa Mahkemesi, kesinleşen orman kadastrosu sınırları içinde kalan yerlerdeki tapu kayıtlarına değer verilemeyeceğini kabul ettiği gibi, orman sınırları dışına çıkartılan yerlere ait tapu kayıtlarına dahi değer verilmesinin Anayasa’ya aykırı olduğunu vurgulayarak iptal kararı vermiştir.
3/3- 27.01.2009 TARİH VE 27123 SAYILI RESMİ GAZETE’DE YAYIMLANARAK YÜRÜRLÜĞE GİREN TAPU KANUNU VE BAZI KANUNLARDA DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR 5831 SAYILI KANUN
5831 sayılı Kanun’un:
- maddesi ile; 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 7. maddesinde değişiklik yapılarak birinci fıkrasının sonuna “Ancak, henüz orman kadastrosuna başlanılmamış yerlerde, 3402 sayılı Kadastro Kanunu hükümlerine göre belirlenen orman sınırı, orman kadastro komisyonunca belirlenen orman sınırı niteliğini kazanır.” cümlesi,
- maddesi ile; 6831 sayılı Kanun’un 9. maddesinin yedinci fıkrasının birinci cümlesinden sonra gelmek üzere; “3402 sayılı Kadastro Kanunu’na göre kadastrosuna başlanan çalışma alanlarında evvelce kesinleşmiş olan orman haritalarının kontrolü sonucunda tespit edilecek hesaplamalardan kaynaklanan yüzölçümü hataları 3402 sayılı Kanun’un 4. maddesine göre oluşan kadastro ekibince düzeltilir. Diğer vasıf ve mülkiyet değişikliği dışında kalan aplikasyon, ölçü ve çizimden kaynaklanan yüzölçümü ve fenni hatalar ise kadastro müdürlüğünce mahalli orman kuruluşuna bildirilir. Bildirim tarihinden itibaren onbeş günlük süre içerisinde orman kadastro komisyonu görevlendirilir.” cümleleri eklenmiş;
- maddesi ile; 6831 sayılı Kanun’un 45. maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesi; “Amme müesseselerine ait ormanların kadastrosu da bu Kanun’un 7. maddesi hükümlerine göre yapılır.” şeklinde değiştirilmiştir.
Yine aynı Kanun’un 5. maddesi ile;
6831 sayılı Kanun’a Ek Madde 10 eklenmiş; bu maddede; “Bu Kanunun; 20.06.1973 tarihli ve 1744 sayılı Kanun’la değişik 2. maddesi ile 23.09.1983 tarihli ve 2896 sayılı Kanun ve 05.06.1986 tarihli ve 3302 sayılı Kanun’la değişik 2. maddesinin birinci fıkrasının (B) bendi uygulamaları ile orman sınırları dışına çıkarılan yerler, çıkarma işleminin kesinleştiği tarihten itibaren kazandırıcı zamanaşımı yolu ile iktisap edilemez.” hükmüne yer verilmiştir.
Yine aynı Kanun’un 8. ve 9. maddesi ile 21.06.1987 tarihli ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu’na konuyla ilgili olarak aşağıdaki maddeler eklenmiştir.
Hazine adına orman sınırları dışına çıkarılan yerlerin kadastrosu ve tescili
Ek Madde 4- 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 20.06.1973 tarihli ve 1744 sayılı Kanun’la değişik 2. maddesi ile 23.09.1983 tarihli ve 2896 sayılı, 05.06.1986 tarihli ve 3302 sayılı Kanunlarla değişik 2. maddesinin (B) bendine göre orman kadastro komisyonlarınca Hazine adına orman sınırları dışına çıkarılan yerler, fiili kullanım durumları dikkate alınmak ve varsa üzerindeki muhdesatın kime veya kimlere ait olduğu ve kim veya kimler tarafından ne zamandan beri kullanıldığı kadastro tutanağının beyanlar hanesinde gösterilmek suretiyle, bu Kanun’un 11. maddesinde belirtilen askı ilanı hariç diğer ilanlar yapılmaksızın öncelikle kadastrosu yapılarak Hazine adına tescil edilir.
Bu maddeye göre yapılacak kadastro çalışmaları ikinci kadastro sayılmaz. Bu maddeye göre yapılacak kadastro sırasında orman ve Hazine adına orman sınırları dışına çıkarılan yerlerin sınır nokta ve hatları; orman kadastro tutanakları esas alınmak suretiyle orman işletme müdürlüğünce görevlendirilecek en az bir orman yüksek mühendisi ya da orman mühendisinin iştirak ettirildiği kadastro ekibince zemine aplike edilir. Bu çalışmalar sırasında kadastro veya orman haritalarında düzeltmeyi gerektiren tutanak, pafta ve zemin uyumsuzluğunun tespiti halinde, yukarıda oluşturulan kadastro ekibince teknik mevzuata uygun hale getirilir. Bu çalışmalara kadastro kontrol mühendisi de iştirak ettirilir. Çalışma sonucunda bir zabıt düzenlenir ve bu zabıt ekip görevlileri ile kontrol mühendisi tarafından birlikte imzalanır. Düzeltme işlemleri, orman mevzuatı ile tapu ve kadastro mevzuatına göre yapılmış ve bu Kanuna göre yapılacak askı ilanı ile de ilan ve tebliğ edilmiş sayılır.
Hazine adına orman sınırları dışına çıkarılan yerler, daha öncesi tescil edilmiş olduğuna bakılmaksızın Maliye Bakanlığı’nın talebi üzerine, Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü’nce fiili kullanım durumları dikkate alınmak suretiyle ifraz ve/veya tevhit de yapılabilir. Bu işlemler sırasında, orman ve kadastro haritalarında tespit edilen fenni hatalar, yukarıdaki üçüncü fıkrada belirtilen usul ve esaslara göre düzeltilir.
Bu madde kapsamındaki kadastro, ifraz ve tescil işlemleri, 3194 sayılı İmar Kanunu ile 03.07.2005 tarihli ve 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu’ndaki kısıtlamalara tabi olmaksızın yapılır.
Kadastro çalışmalarına başlanılmadan önce, Hazine adına orman sınırları dışına çıkarılan yerlerin içerisinde özel kanunlarına göre değerlendirilmesi gereken alanlar bulunup bulunmadığı kadastro müdürlüğünce ilgili kurum ve kuruluşlarına yazı ile sorulur. İlgili idarelerce 15 gün içerisinde kadastro müdürlüğüne bilgi verilir. Bu süre içinde cevap verilmediği takdirde, söz konusu alanların bulunmadığı yönünde cevap verilmiş sayılır. Bu bilgilere veya ilgili idarelerce zeminde gösterilen sınırlara göre bu yerler içindeki bu alanların sınırları ölçülerek krokisinde gösterilir ve beyanlar hanesinde belirtilir.”
3402 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesi aşağıdaki şekilde değiştirilmiş ve Kanun’a aşağıdaki geçici maddeler eklenmiştir.
“Geçici Madde 7- Bu Kanun’a göre yapılacak çalışmalardan önce 6831 sayılı Orman Kanunu’na göre başlanan orman kadastrosu, bu Kanun’un 4. maddesine göre sonuçlandırılır.
Geçici Madde 8- Bu Kanun’un yayımı tarihinden önce yapılan tapulama veya kadastro çalışmalarında tespit dışı bırakılan tapuda kayıtlı taşınmazlar ile kamu kurum ve kuruluşlarına ait yerlerde ve çalışma alanı içinde orman olduğu gerekçesiyle tespit harici bırakılan alanlarda, daha sonra kesinleşen orman kadastrosu sonucunda orman sınırı dışında kalan tapulu ve tapusuz taşınmazların 3402 sayılı Kanun hükümleri gereğince kadastrosu yapılır.”
5831 sayılı Kanun açıkça 5653 sayılı Kanun ile değişik 3116 sayılı Kanun dönemine ilişkin açık bir düzenleme getirmemiş; makiler hakkında bu döneme ait yasal boşluk sürdürülmüşse de, kurulda yapılan görüşmeler sırasında öncelikle 27.01.2009 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak aynı tarihte yürürlüğe giren ve 5831 sayılı Yasa’nın 5. maddesi ile 6831 sayılı Orman Yasası’na eklenen ek 10. madde hükmü değerlendirilmiştir.
III- GEREKÇE
Yukarıda açıklanan tüm olgu, yasal düzenleme, yargısal uygulama ve uluslararası sözleşmeler ile en son yasal düzenlemelerle getirilen hükümler birlikte değerlendirildiğindE:
Anayasamızın 169. maddesindeki koruma hükümlerine rağmen orman ve maki alanlarının korunması mümkün olamamaktadır. Bunların korunmasında en büyük problemlerden birini, yürürlükte olan 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 1. maddesinin İ ve J bentleri ile 2. maddesinin A ve B maddesi oluşturmaktadır.
6831 sayılı Orman Kanunu’nun 1. maddesinde “funda veya makilerle örtülü orman ve toprak muhafaza karakteri taşımayan yerler” orman sayılmamakta; böylece, funda veya makiliklerin orman ve toprak muhafaza karakteri taşıyıp taşımamaları ölçüt alınarak ya orman rejiminin dışında bırakılmakta veya bu rejim içinde kabul edilmektedir. Dolayısıyla, orman ve toprak muhafaza karakteri taşıyıp taşımadığı usulünce tespit edilecek funda ve makilikler, bu karakterleri taşıyorlarsa orman tanımı içinde yer alacak; taşımıyorlarsa orman sayılmayacaklardır.
Aynı Kanun’un 2. maddesinin (A) maddesine göre tarım alanlarına dönüştürülmesinde yarar görülen funda ve makiliklerle örtülü yerler orman sınırları dışına çıkarılacaktır. Orman sınırları dışına çıkarma işlemi ise sadece 31.12.1981 tarihinden önce orman niteliğini kaybetmiş yerlerle sınırlandırılmıştır.
Burada önem taşıyan funda ve makiliklerin orman sayılıp sayılmaması olgusu ise Orman Kanunu’nun 1. maddesine göre tayin edilecektir. 1. maddenin (J) bendine göre orman ve toprak muhafaza karakteri taşıyan funda ve makilik alanlar orman sayılır. Toprak ve orman muhafaza karakteri taşımayan funda ve makiliklerin ise orman sınırı dışına çıkarılması mümkündür. Buna göre; orman ve toprak muhafaza karakteri taşıyan funda ve makilik alanların orman sayılmayan yer olarak nitelendirilmesi, Orman Kanunu’nun 1. maddesine ve Anayasa’nın 169. maddesine göre imkansızdır.
Yasalarda, maki tefrik komisyonları tarafından yapılan işlemlerin hukuki niteliği konusunda içtihatlarla bir yol çizilmeye çalışılmış; bunlar arasında ortaya çıkan görüş ayrılıkları üzerine, ilk önce İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nun 22.03.1996 tarih ve 1993/5 E. 1996/1 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile tapulu taşınmazlar yönünden konu ele alınmış; şimdi eldeki taleple de tapuya bağlanmamış alanlar yönünden ortaya çıkan aykırılıklar büyük kurul önüne gelmiştir.
– Eldeki içtihadı birleştirmenin konusu; Birinci Başkanlık Kurulu’nun görevlendirme yazılarında (3116 sayılı Orman Kanunu’nun yürürlükte bulunduğu dönemde orman kadastro komisyonlarınca yapılarak kesinleşen ve tapuya tescil edilmeyen orman tahdidi alanlarında, maki tefrik komisyonlarınca “orman sayılmayan makilik” olarak belirlenen yerlerin imar-ihya-zamanaşımı yoluyla mülk edinilip edinilemeyeceği) biçiminde belirlenmiştir.
Orman niteliğini taşımayan makilik alanların öncesi tapulu olsun veya olmasın niteliğinin ne olması gerektiği, orman sayılıp sayılmayacakları İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nun 22.03.1996 tarih ve 1993/5 E. 1996/1 K. sayılı kararı ile belirlenmiştir.
Bilindiği gibi kesinleşen orman tahdidi içerisinde kalan yerlerin orman niteliği ile Hazine adına tapuya tescilinin yapılması yasa hükmüdür.
Gerek 3116 sayılı Orman Kanunu’nun 13. maddesine, gerekse 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 11. maddesine göre kadastrosu yapılıp kesinleşen Devlete ait ormanlar, tapu dairelerince hiçbir harç, vergi ve resim alınmaksızın Hazine adına tapuya tescil olunur.
Ancak kesinleşen orman tahdidi içerisinde kalıp da tapuya orman niteliği ile tescili gerekirken her nasılsa tescili yapılmayan taşınmazlar da bulunmaktadır. İşte makiye ayrılan yerlerdeki tapulu-tapusuz ayırımı bundan kaynaklanmaktadır.
Ancak bu ayırım orman niteliği taşımayan makiliklerin hukuki durumlarının belirlenmesinde önem arz etmemektedir.
1996 tarihli İçtihatları Birleştirme Kararı’nda sonuç itibarı ile Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık makiye ayrılmadan önce Hazine adına orman niteliği ile tapuya kayıtlı yerlerle ilgili ise de; ortaya koyduğu belirlemeler, öncesi tapulu olsun veya olmasın tüm orman sayılmayan makiliklerle ilgilidir. Bu durumda, buradaki irdelemelere değinmekte yarar vardır.
Söz konusu İçtihatları Birleştirme Kararında maki komisyonlarınca belirlenen yerlerle ilgili olarak şu irdelemeler yapılmaktadır:
(…İçtihat uyuşmazlığına konu olan olayda; orman niteliğini taşıyan makilik alanlarla, orman sayılmayan makilik alanların fennen belirtilmesi görevi Tarım Bakanlığı’na verilmiştir. İdare, 5653 sayılı Kanun’dan kaynaklanan “Belirleme” görevini yönetmelikle düzenleme yaparak yerine getirmiştir. Bakanlığa verilen görevin yerine getirilmesi yönetmelikle düzenleme yapılmasını zorunlu kılmıştır. Kanunda belirleme görevinin ne şekilde yapılacağına dair hüküm olmadığından bu yön idarenin takdirine bırakılmıştır. Yönetmeliğin dayanağı olmadığına ilişkin görüş, değinilen nedenlerle yasal dayanaktan yoksun bulunmaktadır. …Makilik alanların belirlenmesi görevi Tarım Bakanlığı’na verilmiş olup, Orman Kanunu’nda bu konuda başka hiçbir hüküm bulunmamaktadır. 3116 sayılı Orman Kanunu’nun 5653 sayılı Kanun’la değişik 5. maddesi ise ormanların sınırlandırılması ile ilgili hükümleri içermektedir. Kanun’da “orman sayılmadığı” açıklanan makilik alanların tespiti ayrı bir işlem, “orman niteliği” taşıyan ormanların sınırlandırılması ise başka bir işlemdir. İşlemlerin amaçları, nitelikleri ve işlevleri değişiktir.
İçtihat uyuşmazlığı, orman sınırlandırması yapılan yerlerdeki makilik alanların tespitine ilişkindir. 3116 sayılı Orman Kanunu’nun 13. maddesi gereğince sınırlandırılması kesinleşen ormanlar Hazine adına tapuya tescil olunur. 3116 sayılı Kanun’la makilikler de orman sayıldığı için, bu alanlar da sınırlandırma kapsamına alınmıştır. 5653 sayılı Kanun, istisnalar ayrık olmak üzere makiliklerin orman sayılmayan yer olduğunu kabul etmiş, bu değişikliğe uygun olarak orman sayılmayan makilik alanların tespiti gerekmiştir. Maki komisyonlarının görevi, orman sayılmayan makilik alanları belirlemekten ibarettir. Orman sayılmayan makiliklerin tespiti yeni orman tanımına göre tapu sicilinde düzeltme yapılması niteliğindedir. Bu düzeltme sonucu “orman niteliği ile Hazine adına tescil” edilen taşınmaz, orman sayılmayan makilik alan olarak tespit edilmekle “özel mülk olarak Hazine adına tapuya tescil” edilecek, taşınmazın sadece tapudaki niteliği değişecektir. Böylece tespit işlemi ile Hazine adına tapulu olan taşınmaz tapusuz hale dönüşmeyecektir.
….. …Bilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak kaybetmiş ve tarım arazisi veya yerleşim yeri olarak kullanılmasında yarar olan ormanların, orman dışına çıkarılabileceği hükmü, gerek Anayasada ve gerekse 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 2. maddesinde yer almıştır. Orman dışına çıkarılan yerin öncesi orman olduğundan, orman kavramına “yerleri de” dahildir. Bitki örtüsünün kaldırılmış olması, o yerin orman rejimi dışına kendiliğinden çıkmasını gerektirmez. Anayasa ve Yasada öngörülen şartların oluşması halinde orman tahdit komisyonları tarafından orman dışına çıkarma işlemleri yapılmaktadır.)
Bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi maki tespit komisyonlarının işlemi sonucu orman niteliğini kaybetmiş yerler özel mülkiyete konu olabilecek yer haline gelmektedir.
Bu gibi yerlerden öncesi tapulu olanlarla ilgili uyuşmazlık, yukarıda açıklanan 1996 tarihli İçtihatları Birleştirme Kararı ile çözümlenmiştir.
– Eldeki içtihadı birleştirme talebinin konusu ise; tapuya bağlanmamış yerlerle ilgili olup; öncesi orman niteliği ile Hazine adına tapuya tescil edilmesi gerekirken, bu tescil yapılmamış yerlerin tapusuz sayılıp sayılmayacağı, bunun sonucu olarak da imar-ihya ve zamanaşımı ile kazanılıp kazanılmayacağıdır.
Yukarıda ayrıntısıyla açıklandığı üzere, ormanların bu vasıfla Hazine adına tescil edilmesi yasa gereğidir. Orman olarak tespit ve tescil görmüşken, daha sonra yine yasa gereği Orman Kanunu’nun 2/B maddesi gereğince orman sınırları dışına çıkarılan alanlar, orman rejimi dışına çıkarılmıştır.
Koruma makiliği dışındaki makilerle ilgili hukuksal durum ise bu kadar belirgin değildir.
Bu durumda bu tür taşınmazların tapulu sayılıp sayılmayacağının tartışılması gerekmekte ise de içtihadı birleştirme görüşmelerinde, konunun öncelikle 27.01.2009 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren “5831 sayılı Tapu Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un getirdiği yasal düzenleme doğrultusunda ele alınması ve inceleme yapılması kabul edildiğinden, yukarıda belirtilen hususun incelenmesine şimdilik gerek görülmemiştir.
Konuya ilişkin, 27.01.2009 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak aynı tarihte yürürlüğe giren 5831 sayılı Yasa’nın 5. maddesi ile 6831 sayılı Orman Yasası’na eklenen ek 10. maddesinde; “Bu Kanun’un; 20.06.1973 tarihli ve 1744 sayılı Kanunla değişik 2. maddesi ile 23.09.1983 tarihli ve 2896 sayılı Kanun ve 05.06.1986 tarihli ve 3302 sayılı Kanunla değişik 2. maddesinin birinci fıkrasının (B) bendi uygulamaları ile orman sınırları dışına çıkarılan yerler, çıkarma işleminin kesinleştiği tarihten itibaren kazandırıcı zamanaşımı yolu ile iktisap edilemez.” hükmü getirilmiş; kanun koyucu, orman tahdidi içinde yer alıp da orman tahdit komisyonlarınca sonradan Orman Kanunu’nun 2. maddesinin B bendi kapsamında orman dışına çıkarılan alanların dahi zilyetlikle kazanılmalarına olanak vermemiş; açıkça bu yerlerin zilyetlikle kazanılamayacağını düzenleme altına almıştır.
5831 sayılı Kanun’un 4. ve 5. maddelerinin tasarıda 5. ve 6. madde altında açıklanan gerekçesinde;
“Madde 5- 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 5304 sayılı Kanunla değişik 4. maddesinin üçüncü fıkrası ile, çalışma alanında orman bulunması ve 6831 sayılı Orman Kanunu’na göre orman kadastrosuna başlanılmamış olması halinde, orman kadastrosu ve bu ormanların içinde ve bitişiğinde her çeşit taşınmaz malların ormanlarla müşterek sınırlarının tayini ve tespitinin bu maddede belirtilen kadastro ekibi tarafından yapılacağı hüküm altına alındığından, amme müesseselerine ait ormanların da, Kadastro Kanunu’nda yapılan ‘değişiklik kapsamında kadastrolarının yapılabilmesi için bu değişiklik yapılmaktadır.
Madde 6- 6831 sayılı Kanun’un 2. maddesi uyarınca orman sınırları dışına çıkarılan yerler Hazine adına çıkarılıp Hazine adına tescil edilmektedir.
Anayasa’nın 170. maddesi de orman sınırları dışına çıkarılan yerlerin değerlendirilmesinin kanunla düzenleneceği hükmünü getirerek bu taşınmazların, Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki diğer taşınmazlardan farklı bir statüye tabi olmasını benimsemiştir. Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan taşınmazların 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 713. maddesi uyarınca kazandırıcı zamanaşımı ile mülk edinilmesi mümkün iken, Anayasa’nın 170. maddesi hükmü gereği özel kanunla düzenlenmesi öngörülen 2. madde alanlarının bu niteliği gereği kazandırıcı zamanaşımı ile mülkiyetinin elde edilmesi mümkün olmayacağı halde, Türk Medeni Kanunu’nun ilgili hükümlerine dayanarak tescil talebi ile davaların açıldığı bilinmektedir.
Orman sınırları dışına çıkarılan bu yerlerin Hazine adına tescil edilmesi yasal zorunluluk olmakla beraber, teknik ve mali zorluklar nedeniyle kısmen tescil sağlanmıştır. Ayrıca bu alanlarda orman kadastrosundan önce oluşmuş tapular da bulunduğundan bu tapuların iptali üzerine ancak tescil sağlanabileceğinden tescil işlemleri tamamen ikmal edilememiştir.
Bu nedenle; 1974 yılından beri orman dışına çıkarılan bu alanlarda, çıkarma tarihinden itibaren Türk Medeni Kanunu’ndaki kazandırıcı zamanaşımı süreleri dolan yerler için mahkemelerce zilyedi adına tescile dair kararlar verilmektedir.
Bu alanların Anayasa ve 6831 sayılı Kanun’a uygun değerlendirileni meşini sağlamak, ayrıca ormanların işgalinin özendirilmesini önlemek için bu düzenleme yapılmıştır.” açıklamalarına yer verilmiştir.
Gerek Kanun metni, gerek gerekçesi birlikte ele alındığında bu yasal düzenlemenin amacı “çalışma alanında orman bulunması ve 6831 sayılı Orman Kanunu’na göre orman kadastrosuna başlanılmamış olması halinde, orman kadastrosu ve bu ormanların İçinde ve bitişiğinde her çeşit taşınmaz malların ormanlarla müşterek sınırlarının tayini ve tespitinin bu maddede belirtilen kadastro ekibi tarafından yapılacağı hüküm altına alındığından, amme müesseselerine ait ormanların da, Kadastro Kanunu’nda yapılan değişiklik kapsamında kadastrolarının yapılabilmesi” ve sonuçta “Bu alanların Anayasa ve 6831 sayılı Kanun’a uygun değerlendirilebilmesini sağlamak, ayrıca ormanların işgalinin özendirilmesini” önlemek” şeklinde ortaya konulmuştur.
Anılan kanun hükmü ile varılmak istenen sonucun, Anayasa ve 6831 sayılı Kanun’a uygun değerlendirme ile ormanların işgalinin özendirilmesinin önlenmesi amacıyla, orman sayılmayan yer haline gelen taşınmazların bu niteliklerini kaybettikleri tarihten itibaren imar ihya ve zamanaşımı yolu ile kazanılmasının ortadan kaldırılması olduğu, anlaşılmaktadır. Böylece, öncesi orman iken orman sayılmayan yer haline gelen alanların dahi zilyetlikle kazanılması yolu kapatılmışken, koruma makiliği olmamakla birlikte, maki tefrik komisyonlarınca orman sayılmayan makilik alan olarak tespit edilen yerlerin yasa karşısındaki durumu da bu çerçevede ele alınmalıdır.
Bu nedenledir ki, Kanunun lafzı ve ortaya konulan amacı da gözetilerek, anılan bu hükmün koruma makiliği dışında kalan makilik alanlar yönünden uygulanıp uygulanamayacağı işin esasına girilmeden evvel, ele alınarak değerlendirilmiştir. Bu değerlendirmede; Kanunun bu hükmünün; kamu düzenine ilişkin olması yanında, eldeki uyuşmazlığa konu koruma makiliği dışındaki makilik alanlarla ilgili işlemlerin sadece tespitle sınırlı olmakla beraber 1996 tarihli İçtihadı Birleştirme Kararına göre orman sayılmayan yer niteliğinde olduğundan bu yerlere de uygulanacağı oybirliği ile benimsenmiştir.
Sonuç itibariyle, söz konusu yasal düzenleme yönünden yapılan incelenmede;
5831 sayılı Kanun’un 5. maddesi ile 6831 sayılı Kanun’a eklenen ek 10. maddede (Bu Kanun’un 20.06.1973 tarihli ve 1744 sayılı Kanunla değişik 2. maddesi ile 23.09.1983 tarihli ve 2896 sayılı Kanun ve 05.06.1986 tarihli ve 3302 sayılı Kanun’la değişik 2. maddesinin birinci fıkrasının “B” bendi uygulamaları ile orman sınırları dışına çıkarılan yerler, çıkarma işleminin kesinleştiği tarihten itibaren zamanaşımı yolu ile iktisap edilemez) hükmü getirildiğinden, belirtilen hallerde tapusuz taşınmazların zamanaşımı ile kazanımlarının mümkün olmadığı; Yasada her ne kadar maki tespit komisyonlarının kararı ile orman niteliğini kaybeden ve makiye ayrılan yerler ayrıca belirtilmemiş ise de; Genel Kurul görüşmelerinde Yasanın amacının orman niteliğini kaybeden tüm taşınmazların imar-ihya ve zamanaşımı yoluyla kazanımını önlemek olduğu, bu durumda öncesi tapuya kayıtlı olmayan taşınmazların zamanaşımı ile kazanılamayacağı sonucuna varılmıştır.
Böylelikle, makiye ayrılan yerin öncesi tapulu olduğu takdirde zaten zamanaşımı ile kazanılmayacağından, tapuya tescil edilmeyen yerlerin öncesi tapulu kabul edilsin veya edilmesin 5831 sayılı Kanun hükmü dikkate alındığında bu hususun sonuca etkili olmadığından içtihatların bu değişik gerekçe ile birleştirilmesine ve bu tür yerlerin zamanaşımı ile kazanılamayacağına karar verilmiştir.
Açıklanan durum karşısında; maki tefrik komisyonlarınca maki oldukları tespit edilmekle birlikte, devamında orman tahdit işlemine konu edilmemiş alanların, maki tefrik komisyonlarının tespiti tarihinden itibaren imar-ihya ve zilyetlikle kazanılmasına olanak bulunmamaktadır.
IV- SONUÇ
Yukarıda açıklanan gerekçelerle: 1- 3116 sayılı Yasa hükümlerine göre yapılıp kesinleşen ve tapuya tescil edilen orman kadastro (tahdit) sınırları içinde bulunan ve 1996/1 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile kabul edilen konunun bu içtihadı birleştirmenin kapsamı dışında olduğuna, aynı yasa hükümlerine göre yapılıp kesinleşen, ancak tapuya tescil edilmeyen yerlerde 5653 sayılı Yasa ile değişik 3116 sayılı Yasa hükümlerine göre maki komisyonlarının yaptığı işlemlerin bir tespit niteliği taşıdığına, teknik ve hukuki anlamda orman kadastro (tahdit) sınırı dışına çıkarma işlemi olmadığına,
2- 27.01.2009 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak aynı tarihte yürürlüğe giren 5831 sayılı Yasa’nın 5. maddesi ile 6831 sayılı Orman Yasası’na eklenen ek 10. madde hükmünün maki tespit komisyonlarınca 5653 sayılı Yasa uyarınca maki olarak tespit edilen yerlere de uygulanması gerektiğine ve bunun sonucu olarak bu yerlerin tespit tarihinden itibaren imar, ihya ve zilyetlik yoluyla kazanılmasına olanak bulunmadığına”
30.04.2010 tarihinde yapılan ilk toplantıda oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulu E: 1990/3 K: 1990/5 T:19.10.1990
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu E: 1996/4 K: 1998/3 T: 4.12.1998
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/20-490 K: 2003/510 T: 24.9.2003
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/75 K: 2007/90 T: 28.02.2007
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/681 K: 2001/711 T: 10.10.2001
Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki taşınmaz konumuna gelen koruma makiliği olmayan, tapusuz maki alanlarının imar ihya ve buna bağlı zilyetlik yoluyla özel mülke konu olabileceğinin kabulü gerekir. Koruma makiliği diğer bir anlatımla orman muhafaza karakterini taşıyan makilik niteliğindeki alanlarda kalan taşınmazlar için Medeni Kanunun 639/1. ve 3402 sayılı Kadastro Kanununun 17. maddelerince öngörülen zilyetlikle kazanma koşullarının gerçekleşemeyeceği açıktır ve tartışmasızdır.
Taraflar arasındaki “tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Antalya Asliye 6. Hukuk Mahkemesi´nce davanın kabulüne dair verilen 17.5.2000 gün ve 1999/603 E. 2000/902 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8. Hukuk Dairesi´nin 9.11.2000 gün ve 7577-8444 sayılı ilamiyle; (…Davacı uyuşmazlık konusu parsellerin Hazine üzerindeki kaydının iptali ile adına tapuya tesciline karar verilmesini istemiştir. Hazine davanın reddine karar verilmesini savunmuş, mahkemece davanın kabulüne karar verilmesi üzerine hüküm Hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Uyuşmazlık konusu parsellere ait kadastro tutanağında; dava konusu parsellerin 1945 yılında yapılan orman sınırlama hattının içerisinde kalması ve 1983 yılında yetkili orman kadastro komisyonu tarafından 6831 sayılı Orman Kanununun 1744 sayılı Yasa ile değişik 2/B maddesi hükmü uyarınca nitelik kaybı sebebiyle orman dışına çıkarılan yerlerden olduğu açıklanmak suretiyle hazine adına tesbit edilmiştir.
Davacı, imar ihya ile kazanmayı sağlayan zilyetliğe dayanarak iptal ve tescil isteğinde bulunmuştur. Dosya içerisindeki belgelere ve uzman bilirkişilerin raporlarındaki açıklamalara göre; dava konusu taşınmazların bulunduğu yerde 1946 yılında orman kadastro komisyonunca yapılan sınırlama çalışmaları sırasında bu yerin sınırlama haritası içerisine alındığı ve işlemin kesinleştiği, 1952 yılında maki tefrik komisyonunca yapılan çalışmalar sırasında da taşınmazların makiye tefrik edilmek suretiyle tahdit dışında bırakıldığı ve 1981 yılında da 6831 sayılı Orman Kanununun değişik 2/8 maddesi uyarınca yapılan çalışmalar sırasında nitelik kaybı sebebiyle orman dışına çıkarıldığı açıklanmıştır. Her ne kadar dava konusu taşınmaz kesinleşen sınırlama hattının içerisinde kalan bir yer ise de, 5653 sayılı Kanun hükümleri uyarınca yapılan çalışmalar sırasında dava konusu taşınmaz orman sınırları dışına çıkarılmıştır. Maki Tefrik komisyonunca orman sınırlama hattının dışına çıkarılan bir yer 6831 sayılı Orman Kanununun 1. maddesi hükmü uyarınca orman sayılmaz. Böyle bir yer maki işlemi kesinleştiği tarihten itibaren 3402 sayılı Kadastro Kanununun 17. ve MK.nun 639/1. maddesinde belirtilen koşullar altında kazanılması mümkün olabilir.
Makiye Tefrik edilen bir yerin ormanla bağlantısı kesilmiş olacağından böyie bir yerin nitelik kaybından sözedilemeyeceği gibi 1981 yılında yetkili orman kadastro komisyonlarınca bu sebeple orman dışına çıkarılmış olması hukuken bir değer taşımaz. Mahkemece taşınmazın makiye tefrik edildiği tarihten itibaren 20 yıldan fazla kazanma süresinin geçtiği görüşünden hareketle davanın kabulüne karar verilmiş ise de, yapılan araştırma ve inceleme hüküm vermeye yeterli bulunmamaktadır. 1952 yılında yapılan maki tefrik komisyonu işleminin kesinleşip kesinleşmediğinin, kesinleşme işleminden itibaren kazanma koşullarının oluşup oluşmadığının gözönünde tutulması gerekir.
Makiye tefrik edilen bir yer kural olarak MK.nun 641. maddesi kapsamında sayılır. Böyle bir yerin kazanılabilmesi için 3402 sayılı Kadastro Kanununun 17. maddesinde belirtilen koşullar altında ihya edilmesi ve ihyanın tamamlandığı tarihten itibaren 20 yıldan fazla süre ile tesbit tarihine kadar tasarruf edilmesi gerekir. Yerel bilirkişi ve tanıklar imar ihya olgusu hakkında bir açıklamada bulunmaksızın 30-40 yıllık kazanma süresinden haber vermişlerdir. Uzman ormancı bilirkişi raporunda orman sınırlama, maki tefrik harita ve tutanaklarını araziye tatbik ettiğini bildirmiş ise de, keşif tutanağındaki bilgilere göre bu uygulama yetersizdir. Bu belgelerin yerel ve teknik bilirkişi ve ormancı bilirkişiler aracılığıyla keşif yerinde sağlıklı. olarak yerine uygulanması, bu uygulamanın Yargıtay denetimi sırasında izlenebilmesi bakımından teknik bilirkişi tarafından krokisine işaret edilmesi ve bu beyanlar gözönünde tutularak raporların düzenlenmesi gerekir. Eksik incelemeye dayanılarak hüküm kurulmuş olması doğru değildir….) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulu´nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Yerel Mahkeme ile Yüksek Özel Daire arasındaki uyuşmazlık kazandırıcı zaman aşımı zilyetliğine dayalı olarak açılan davada kazanma (mülk edinme) koşulları yönünden yapılan soruşturmanın hükme yeterli olup olmadığı, kazanma koşullarının davacılar yararına gerçekleşip gerçekleşmediği noktasında toplanmaktadır.
Hukuk Genel Kurulu´ndaki müzakereler sırasında, davaya konu taşınmazın makilik alanda kaldığı ve bu taşınmazın imar ve ihya yoluyla kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanılıp iktisap edilebileceği hususu Özel Dairenin çoğunluk ve azınlığı tarafından benimsendiği anlaşılmaktadır. Daire çoğunluğu, imar ve ihya olgusu konusunda yerel mahkemesince toplanan kanıtların yeterli bulunmadığını benimserken, daire azınlığı davacının taşınmazın ihyasını 40 yıl önce tamamladığını, o tarihten dava tarihine kadar imar ve ihya ile kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği yolu ile iktisap koşullarının yerine getirildiğini başkaca bir tahkikata gerek bulunmadığını ileri sürmüşlerdir.
Hukuk Genel Kurulu´ndaki bir kısım üyeler ise, taşınmazın makilik alanda kaldığı ve makiliklerin kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanılıp iktisap edilemiyeceği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Yapılan müzakereler sonucunda beliren bu ön sorunlar aşılarak, taşınmazın imar ve ihya yoluyla kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanılıp iktisap edilebileceği ve daire çoğunluğu görüşünün doğru olduğuna aşağıdaki gerekçelerle karar verilmiştir.
Bilindiği gibi Ormanlar hakkında Osmanlı döneminde ve Cumhuriyet döneminde birçok yasalar çıkarılmış ve Anayasalarımıza hükümler konulmuştur. Cumhuriyetten önceki dönemde çıkarılan 1856 tarihli Arazi Kanunnamesinde Ormanlar dört gruba ayrılmıştır. 1- Eşhas üzerindeki Ormanlar; 2- Valey Ormanları, 3- Cibali mubaha, 4- Kura ve kasabahata mahsus Ormanlar olarak gruplandırılmıştır. Orman Nizamnamesinin 24. maddesinde sınıflandırılma yapıldıktan sonra Devlet Ormanları ile Kura ve Kasabata mahsus ormanların zamanaşımı ile kazanılamayacağı belirtilmiştir.
Cumhuriyet döneminde Ormanlar hakkında ilk kapsamlı düzenleme getiren yasal düzenleme 1/6/1937 tarihinde yürürlüğe giren 3116 sayılı Orman Kanunu´dur. Bu kanun 1. maddesinde Ormanın tarifi yapılmakla beraber orman sayılmayan yerler teker teker belirtilmediğinden makilikler orman sayılmış, o dönemde yapılan sınırlamalarda da maki alanları orman sınırları içerisine alınmıştır. Bu durum 5653 sayılı kanunun yürürlük tarihine kadar devam etmiştir. 24.3.1950 tarihinde kabul edilerek 3.4.1950 tarihinde yürürlüğe giren 3116 sayılı Orman Kanunun bazı-maddelerinin değiştirilmesine ve bu kanuna bazı maddeler eklenmesine dair söz konusu kanunun birinci maddesinin birinci fıkrasında orman yeniden tanımlanmış, orman sayılmayan yerler ayrı ayrı açıklanmış (e) fıkrasında makiliklerin orman sayılmadığı açıkça belirtilmiş bu fıkranın son bendinde ise 43. maddeye yollamada bulunularak hangi makiliklerin orman olduğu hükme bağlanmıştır.Adı geçen kanun uyarınca “makilik ve orman sahalarının birleştiği yerlerde orman sınırlarının tesbitine ait yönetmelik” çıkarılmış, oluşturulan orman-tahdit komisyonları ve maki komisyonları aracılığı ile ormanlar ile artık orman sayılmayan maki ajanlarının sınırları tesbit edilmiştir. Böylece daha önce orman niteliği ile hazine adına tapuya bağlanan maki alanları yasa gereğince nitelik değiştirerek orman olmaktan çıkmış ve hazinenin özel mülkü haline gelmiş, tapuya bağlanmamış yerler ise Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan taşınmaz durumuna dönüşmüştür. 8.9.1956 tarihinde yürürlüğe giren ve halende yürürlükte bulunan 6831 sayılı Orman Kanunun 1/j. maddesinde belirtilen ayrıcalıklar dışında makiliklerin ve fundalıkların orman sayılmadığı hükmü tekrarlanmıştır. Yukarıda değinilen yönetmelik ve bu yönetmelik uyarınca oluşturulan komisyonların ve yaptıkları işlemlerin yasal dayanaklarının bulunup bulunmadığı, geçerli olup olmadıkları yönünde içtihatlar arasında çıkan uyuşmazlıkta 22.3.1996 tarih 1993/5 esas, 1996/1 sayılı Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kararı ile giderilerek komisyonların ve yaptıkları işlemlerin yasal ve geçerli olduğu hükme bağlanmıştır.
Bu durumda 5653 sayılı kanun ile orman niteliğini kaybeden ve ilgili komisyonlarca sınırları belirtilip haritaya bağlanan 3.4.1950 tarihinden bu yanada adı geçen yasa maddelerinde sayılan ayrıcalıklar dışında hiçbir surette orman sayılmayan böylece Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki taşınmaz konumuna gelen koruma makiliği olmayan, tapusuz maki alanlarının imar ihya ve buna bağlı zilyetlik yoluyla özel mülke konu olabileceğinin kabulü gerekir. Değinilen ilkeler, Hukuk Genel Kurulu´nca benimsenmiş ve kararlılıkla uygulanmıştır. “Yargıtay içtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 22/3/1996 gün E: 1993/5, K: 1996/1, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 26/11/1997 gün E: 1997/1-715, K: 1997/982, 5/5/1999 gün E: 1999/1-262, K: 1999/257, 28/3/2001 gün E: 2001/8-260, K: 2001/315 28/3/2001 gün E: 2001/8-262, K: 2001/317”
Yineleyerek belirtilmelidir ki; “koruma makiliği” diğer bir anlatımla “orman muhafaza karakterini taşıyan makilik” niteliğindeki alanlarda kalan taşınmazlar için Medeni Kanunun 639/1. ve 3402 sayılı Kadastro Kanununun 17. maddelerince öngörülen zilyetlikle kazanma koşullarının gerçekleşemeyeceği açıktır ve tartışmasızdır.
Öte yandan, Medeni Kanunun ve bazı özel kanunların hazine adına tapu kaydı oluşturulmasına (tapu siciline tescile) olanak tanıması, 3116 sayılı kanun uyarınca gerçekleştirilen orman tahdidine tapu kaydı anlamını veremez ve bu işleme tapu kaydının doğurduğu hukuki sonuçları izafe edemez, Nitekim Medeni Kanun, Tapu Kanunu ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu tapu sicilini (tapu kaydını) oluşturmanın esas ve yöntemlerini düzenleyen hükümleri içermektedir.
O halde mahkemece Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken noksan soruşturma ile yetinilip, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırı olduğundan direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davalı Hazine vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda açıklanan ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerle BOZULMASINA, 10.10.2001 gününde ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.
KARSI OY YAZISI Yerel mahkemenin davanın kabulüne dair kararının temyizi üzerine dairece yapılan inceleme sonunda kabul kararının bozulmasına dair çoğunluk kararına karşı azınlık oyları ile onama görüşü ileri sürülmüştür. Çoğunluk ile azınlık arasındaki uyuşmazlık; devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden sayılan ve ancak imar-ihya yoluyla kazanılması mümkün olan dava konusu taşınmazın ihyasının toplanan delillere göre tamamlanıp tamamlanmadığı, iktisap koşullarının davacılar yararına gerçekleşip gerçekleşmediği ihya yönünden yeniden araştırmaya gerek bulunup bulunmadığı, üzerinde toplanmaktadır. Yüksek Genel Kuruldaki tartışmalar sırasında, dava konusu taşınmazın Maki Tefrik Komisyonu işlemi sonucu koruma makiliklerinden sayılmayan makilik alan olarak kabul edildiği, bu tür yerlerin imar-ihya yoluyla kazanılmayacağı görüşünün ortaya konulması üzerine uyuşmazlığa makilik alanların imar-ihya yoluyla kazanılıp kazanılmayacağı hususu da, eklenmiştir. Konunun iyice anlaşılabilmesi için koruma makiliği sayılmayan ve Maki Tefrik Komisyonu işlemi sonucu, makilik alan olarak belirlenen taşınmazın imar-ihya veya kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği yoluyla kazanılmasının mümkün olup olmadığı hususu iie kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği ve imar-ihya yoluyla kazanma koşullarının ve özelliklerinin açıklanmasında zaruret vardır.
Dava konusu taşınmazın, 1957 yılında yapılan Maki Tefrik Komisyonu işlemi sırasında koruma makiliklerinden sayılmayan makilik alan olarak belirlendiği dosya kapsamı ile sabit olup, bu hususta uyuşmazlık bulunmamaktadır. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulunun 22.3.1996 tarih ve 1993/5 esas, 1996/1 sayılı kararında belirtildiği gibi “3116 sayılı Orman Sahalarının Birleştiği Yerde Orman Sınırlarının Tespitine Ait Yönetmelik” ile bu yönetmelik uyarınca kurulan maki komisyonları yasal olup yaptıkları işlemlerde geçerlidir. Orman sınırlandırma kapsamında iken söz konusu komisyonlar tarafından makilik alan olarak belirlenen taşınmazlar hakkında özel kanunlar gereğince oluşturulan tapulara değer verilmek gerekir.
Maki Tefrik Komisyonu işlemi sonucu makilik alan olarak belirlenen dava konusu taşınmazın hukuksal niteliği nedir ve bu yerler ne şekilde kazanılabilir. Bu sorunun cevabını 26.11.1997 tarih, 1997/1-715-982 sayılı HGK kararı, gayet açık ve net bir şekilde vermiş ve “5553 sayılı Kanuna göre orman niteliğini kaybeden ve maki tefrik komisyonlarınca sınırları belirtilip haritaya bağlanan ve 5653 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 3.4.1950 tarihinden buyana adı geçen yasa maddelerinde sayılan ayrıcalıklar dışında hiçbir şekilde orman sayılmayan devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerler durumunda bulunan tapusuz maki alanları İMAR-İHYA YOLUYLA ÖZEL MÜLKİYETE KONU OLABİLİR. ilgili Maki Tefrik komisyonlarınca makilik olarak belirlenen ve orman sayılmayan taşınmazlar için sonraki tarihlerde yapılan orman dışına çıkarma işlemleri geçersiz olup, bunlara değer verilemez ve hiçbir hukuki sonuç bağlanamaz” denilmiştir. HGK.nun 24.3.1999 tarih 1999/1-170-167 ve 5.5.1999 tarih 1999/1-262-257 sayılı kararları da aynı mahiyette olduğu gibi mahkemeden aynı konuda verilen davanın kabulüne dair Antalya 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 30.11.2000 tarih ve 2000/8-255-275 sayılı kararı ile yerel mahkemenin kabul kararı ONANMIŞTIR. Böylece Hukuk Genel Kurulu kararları ile makilik alanların devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olup tapusuz olanların zilyetlikle kazanılabileceği hususu istikrar kazanmıştır. Buna rağmen aksi düşüncelerle varılacak sonuç, hukukta istikran bozacağı gibi Yargıtay ve HGK´a olan güveni de, sarsar. Yüce kurulun istikrar bulan kendi kararlarına sahip çıkması gerekir.
İçtihadı Birleştirme ve HGK kararlarının tarifi ve açıklaması karşısında dava konusu taşınmazın devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olup ancak imar-ihya yoluyla özel mülkiyete konu olabileceği açıktır. Bu durumda taşınmazın kazanılmasının yasal dayanağı olan imar-ihya hakkında konunun özelliğine binaen bilgi sunmakta zaruret görmekteyiz. Zira imar-ihya fiilinin tarif ve unsurları somut olaydaki özelliğe göre açıklanmadığında uyuşmazlığın çözümü zorlaşır.
İmar-ihya bilimsel eserlerde; tarıma elverişli olmayan araziyi masraf ve emek şartıyla tarıma elverişli hali getirme şeklinde tanımlanmıştır. İmar-ihya yoluyla kazanmaya imkan tanıyan Mülga 755 SK´nun 37. maddesinin son fıkrasının 26.7.1972 gün ve 1617 sayılı (TTRÖTK) kanunla kaldırılmasından sonra imar-ihya yoluyla kazanma yolu kapanmıştır. Ancak bu yasak 3402 SK´nun yürürlüğe girdiği 10.10.1987 tarihinde kalkmış ve bu yasanın 17. maddesi ile zilyetlere ihya yoluyla kazanma olanağı yeniden tanınmıştır. Anılan madde de, imar-ihya ile ilgili şartlar, arazi, ihya fiili ve iktisapla ilgili olmak üzere üç bölümde ifade edilmiştir. Arazi ile ilgili şartları, taşınmazın devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olması ve tarıma elverişli bulunması olmak üzere olumlu şartlar; Orman sayılmayan yerlerden olması, kamu hizmetine tahsis edilmemiş il, ilçe ve kasabaların imar planlarının kapsamında bulunmaması gibi olumsuz şartlar olarak açıklayabiliriz. İhya fiili ile ilgili şartları ise emek ve para harcamak, ihya ile oluşturulacak toprağın tarıma elverişli hale gelmesi ve ihya zamanı olarak tespit edebiliriz, iktisapla ilgili şartlar ise maddenin atıf yaptığı 14. maddedeki şartlardır.
Somut olayımızda arazi ile ilgili şartlarda çoğunluk ile azınlık görüşleri arasında bir uyuşmazlık söz konusu değildir. Arazi ile ilgili olarak açıklanan hususlar dosyada araştırılmıştır. Uyuşmazlık ihya fiili ile iktisap şartlarında toplanmaktadır.
Bir taşınmazın imar ve ihya edildiğinden söz edebilmek için kolayca tarım yapılması mümkün olmayan toprakta oldukça zor ve zahmetli ve gider gerektiren bir uğraş verilmiş olmalıdır. Yoksa sadece ham toprağın sürülmesi yada taşları temizlenmiş bir yerde bina ve duvar yapılması yada ağaç dikilmesi bir emek ve masrafı gerektirmesine rağmen, imar-ihya sayılmaz. Yasa taşınmazın tarıma elverişli hale getirilmiş olmasını aramıştır. (Tekinay Eşya Hukuku Sh:311)
Bu hususta HGK´nun 24.2.1999 T. 1999/8-84-118 sayılı kararında, “3402 SK´nun 17. maddesine göre imar-ihya işlemleri tarımsal amaçlı olmalıdır. Ve nitelik itibariyle devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan ve kamu hizmetine tahsis edilmeyen arazi masraf ve emek şartıyla tarıma elverişli hale getirilmelidir. Taşınmaz üzerinde ev, “ahır, samanlık yapmak gibi eylemler taşınmazı tarıma elverişli hale getiren işlemler değildir” denilmiştir.
ihyanın varlığından ve sonuçlandığından söz edebilmek için taşınmaz mal ihya edilmeye başlandığında güdülen amacın gerçekleşmiş olması gerekir. Kazandırıcı zamanaşımı süresi ihyanın tamamlandığı tarihte başlar. Bu nedenle ihyanın tamamlandığı tarihin tespiti davalarda önem kazanır.
İhyanın gerçekleştiği gün, taşınmaz malın tamamen kültür arazisi haline getirildiği, ekonomik yönden yararlanmaya başlanıldığı ve işe yarar hale getirildiği gündür.
İhya sonrası taşınmazın niteliğinin tespiti ve ihya fiilinin ispatı ile ilgili olarak değerli hukukçu Ozanalp, (Tapulama Kanunu Şerhi) adlı eserinde (Sh: 549-550) ihyanın ispatı bakımından takdiri delil ilkesinin uygulanacağını açıkladıktan ve bu iddialarda ilk planda taşınmazın ihyadan önceki durumunun tespit edilmesinin gerekli olduğunu vurguladıktan sonra, o taşınmazın gerçekten gider ve emek harcanması suretiyle tarıma elverişli hale getirilip getirilmediğinin ispatı evresinden söz eder ve geçmişte olup gitmiş maddi olaylar niteliğini taşıyan bu yönlerin tanık sözleri ile ispatının zorunlu olduğunu açıklar. Maddi olaylar hakkında bilirkişi tarım uzmanı da, olsa bu yönde düşünce bildirmeye yetkili olamaz. Bununla beraber bilimsel incelemelerde ihyanın geçmişe ilişkin evrelerinin (safhalarının) saptanması mümkün ise bu yolda incelemeye dayanan uzman bilirkişi düşüncesi delil sayılmalıdır. Aksi halde geçmişteki olaylar yönünden tanık sözlerine başvurmak zorunludur.
İhyanın gerçekleştiği günün, taşınmaz malın tamamen kültür arazisi haline getirildiği ve ekonomik yönden yararlanmaya başlanıldığı ve işe yarar hale getirildiği gün olduğunu kabulle birlikte ihya fiilini ilgilendiren ve maddi olaylardan sayılan bu olguların öncelikle tanık sözleri ile ispatının zorunlu olduğunu kabul etmek gerekir. Bu açıklamanın ışığında somut olayda hukuki niteliği itibariyle ihya fiiline muhtaç olan dava konusu taşınmazın ihyasının tamamlanıp tamamlanmadığı, tamamen kültür arazisi haline getirilip getirilmediği ve ekonomik yönden yararlı hale gelip gelmediği yönünden dinlenen tanıklar ve ziraatçi bilirkişi nasıl açıklamada bulunuyorlar. Tanıkların tamamı ittifakla taşınmazın en az 40 yıldan beri tarım ve kültür arazisi olarak kullanıldığını ifade etmişler, Ziraatçi bilirkişi de; taşınmazın en az 40 yıl öncesinden imar-ihya edilerek tarıma kazandırılmış olup, tarımsal faaliyette bulunulduğunu raporunda açıklamıştır. Dava tarihi itibariyle ifadelerde ve raporda açıklanan 40 yıl öncesi 1960 yıllarına rastlamakta olup, tespit tarihine yani 23.8.1988 tarihine kadar 28 yıldır tarım arazisi olarak kullanıldığı sabittir. Başka bir ifade ile tespit tarihinden 28 yıl önce ihya işleminin tamamlandığı, ekonomik amaca uygun yararlanmaya başlanıldığı ve taşınmazın kültür arazisine dönüştüğü tanık sözleri ve ziraatçi raporu ile sabit iken, şimdi tekrar 40 yıl öncesine dönerek tekrar ihyanın nasıl yapıldığı, ne zaman bittiği, nasıl kullanıldığını araştırmanın hiçbir faydası yoktur. Zira bütün bu araştırmaların amacı ihyanın bittiği tarihi tespittir. Bittiği tarihten amaçta kültür arazisi haline getirildiği tarihtir. Tanıklar ve ziraatçi bilirkişi bu hususu açık ve kesin bir şekilde ifade etmişlerdir.
Tanıkların bilgileri ihyası tamamlanıp tarla ve kültür arazisine dönüşen safnaya aittir. Bilgilerinin başladığı 40 yıl öncesinde taşınmaz üzerinde her hangi bir ihya işleminin devam etmekte olduğu veya ihyasına başlanmamış bir durum söz konusu olsaydı, tanıklar bu durumla ilgili bilgi verirlerdir.
İhyaya dayanılan olaylarda, ihyanın nasıl yapıldığı, nasıl emek harcandığı ve masraf yapıldığı elbette sorulup araştırılacaktır. Ancak bu araştırma ihyanın tamamlandığı açık ve kesin olarak belli olmayan ve araştırılmamış olan veya ihya işleminin başladığı ve bittiği tarihten itibaren uzun süre geçmeyen, 20 yılın dolup dolmadığı şüpheli olup tam kanıtlanamayan davalar içindir. Yoksa olayımızda olduğu gibi 40 yıla varan fiili kullanımı ve kültür arazisi niteliği belli olan ve kanıtlanan davalarda tekrar 40 yıl öncesine dönüp kanıtlanan bir olguyu tekrar araştırmaya kalkmak ve tanıklardan bildikleri fiili durumun dışında ve belki de, bilgileri olmayan hususta yeniden araştırma yapmak, amacı aştığı gibi vatandaşın adalete olan güvenini de sarsar. Mülkiyet hakkını da, tehlikeye sokar. Zira asıl olan ihyanın tamamlanıp tamamlanmadığının tespiti ve kanıtlanmasıdır.
Tüm dosya kapsamı ve açıklamaya gayret ettiğimiz nedenlerle davacının taşınmazın ihyasını 40 yıl önce tamamlandığı ve bu tarihten dava tarihine kadar imar ve ihya ile kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği yolu ile iktisap koşulları yerine getirilmiş olup ve mülkiyet hakkının doğduğu sabit olduğundan davanın kabulüne dair yerel mahkeme kararında usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle yerel mahkeme kararının onanması gerekir. Ancak Genel Kurul tartışmaları sonunda ilk oturumda Dairedeki çoğunluk ve azınlığın onama ve bozma görüşü ile birlikte taşınmazın makilik alanlardan sayılması nedeniyle kazanılmayacağına dair “kesin bozma” görüşü oylanıp yeterli oy Sağlanamayınca ikinci oturumda “onama” görüşünün bozma anlamına geldiği, zira ilk oylamada bozma ve kesin bozmanın çoğunluk kazandığı fakat oy sayısının yeterli olmadığı açıklanarak oylama yapılması nedeniyle ve bozma görüşünün aynı zamanda onama anlamına geldiği düşünce, görüşü ve kararı ile oylama yapıldığı için bozmaya dair oyumuzun (iç oylama yönetmeliğe aykırıda olsa oyumuzu bildirme zorunluğunda olduğumuz için) ONAMA anlamına geldiği düşüncesi ile oy kullanmak mecburiyetinde kaldık.
KARSI OY YAZISI Yüksek Kurulun sayın çoğunluğunun araştırmanın yetersiz olduğu konusundaki bozma kararına katılmakla birlikte mahkeme hükmünün aşağıdaki nedenlerle de bozulması gerektiği düşüncesindeyim.
1- Yüksek Kurulca birlikte incelemesi yapılan 2001/8-681-682-683 esas sayılı dosyaların konusu olan parsel tutanaklarının edinme sütunlarında 1937 tarihli vergi kaydı uygulandığı (Örneğin: 2001/581 sayılı dosyada davaya konu Gaziler Köyü 704 ve 709 numaralı parsellerin tutanağının edinme sütununda 12 adet parselin öncesi bütün iken ifrazen ayrıldığı, kadastro sırasında Ali Atik adına olan vergi kaydının uygulandığı, vergi kaydı kadar yer verildikten sonra çekişmeli parsellerin de içinde olduğu 703 ila 711 numaralı parsellerin vergi kayıt fazlası olarak Hazine adına yazıldığı belirtilmiştir.) ve çekişmeli parsellerin vergi kayıt fazlası olması nedeniyle Hazine adına tespit edildiği yazılı olduğu halde, sözü edilen vergi kayıtları getirtilip uygulanmamış ve vergi malikinin davacılarla ırsi ve akdi ilişkileri saptanmamış, vergi kaydı sınırında yazılı taşınmazların zilyetlikle kazanılabilecek yerlerden olup olmadığı da araştırılmamıştır.
2- Dava konusu parsellerin 1945 yılında kesinleşen orman tahdidi içinde kaldığı anlaşılmaktaysa da 1952 yılında makiye ayrılıp ayrılmadığı kesin olarak belirlenememiştir. Yüksek özel Daire de bozma kararında, bu konudaki uygulamanın yetersiz olduğuna işaret etmektedir. 1945 tahdit haritası, 1952 maki ve 1970-1988 yıllarında yapılan kadastro paftaları ölçekleri, bilgisayar ortamında eşitlenmek suretiyle uygulanıp, çekişmeli parsellerin orman sahasında mı, yoksa maki sahasında mı kaldığı kesinlikle belirledikten sonra bu konuda düzenlenecek rapor ve harita mahkeme ve Yargıtay´ın denetimine uygun olmalıdır. Bilirkişilerin düzenledikleri harita 1/20.000 ölçekli olup, dava konusu parsellerin yeri bu haritada nokta şeklinde işaretlenmiştir. Bu haliyle rapor yetersizdir ve Yargıtay´ın denetimine olanak vermemektedir.
3- Yine yüksek Özel Daire bozma kararında, makiye ayırma işleminin kesinleşip kesinleşmediğinin de belli olmadığını, bu konunun da araştırılmasına işaret edilmiştir. Gerçekten maki belirtme yönetmeliğinin 1. maddesi “DEVAMLI HASILAT VERMEYEN VEYA MUHAFAZA ORMANI MAHİYETİNİ TAŞIMAYAN MAKİLİKLERİN” sınırlarını belirlemeyi öngörmektedir. Maki komisyonu, yönetmelik hükümlerini gözönünde bulundurmadan belirleme yapmışsa, Orman Yönetimi tarafından yapılan işlem onaylanmayacağından, bu halde makiye ayırma işlemi kesinleşmez ve taşınmaz kesinleşmiş orman tahdidi içinde, orman olma özelliğini sürdürür.
4- 03.04.1950 tarihinde yürürlüğe giren 5653 Sayılı Yasanın 1. maddesi ile 17.08.1950 tarihli “Makilik ve Orman Sahalarının Birleştiği Yerlerde Orman Sınırla´rının Tespitine ait Yönetmeliğin” 1. ve 08.09.1956 tarihinde yürürlüğe giren 6831 Sayılı Orman Yasasının 1/J maddesinde “funda ve makilerle örtülü orman, ve toprak muhafaza karakteri taşımayan yerler orman sayılmamışsa da, MUHAFAZA ORMANI NİTELİĞİNİ TAŞIYAN ve DEVAMLI ORMAN HASILATI VEREN MAKİLİKLER orman sayılmıştır. Yine sözü edilen Yönetmeliğin 2j. maddesinde “Ancak toprağın kaymasına ve aşınmasına mani olan ve ziraat arazisini tehlikelerden koruyan meyilli yerlerde ve dağlık arazide muhafaza ormanı karakterini haiz bütün makiliklerle yıllık veya periyodik devamlı orman hasılatı vermesi mümkün meyilli veya düz arazideki makilikler orman sahası içine alınabilir.” hükmü bulunmaktadır. Bilirkişi raporlarında bu konularda bir araştırma yapılmadığı anlaşılmaktadır.
5- Bir an için dava konusu parsellerin MUHAFAZA MAKİLİĞİ olmadığı kabul edildiği takdirde, 22.03.1996 gün, 1993/5-1 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı, sadece makilik alanlarda özel yasalar uyarınca oluşturulan tapulara değer verileceği konusundadır. Aslında sözü edilen İçtihadı Birleştirme Kararının konusu makilik yerlerde zilyetliğe değer verilip verilmeyeceğiyle de ilgili değildir. İçtihadı Birleştirme Kararının gerekçesinde bu konu, bir kelime ya da cümle halinde dahi yer almamıştır. Yorum yoluyla içtihadı birleştirme kararı genişletilemez.
6- Orman tahdidinin yapılıp kesinleştiği 1945 tarihinde yürürlükte bulunan 3116 Sayılı Yasanın 13. maddesi hükmüne göre “tahdidi yapılmış ve kesinleşmiş ormanlar Hazine adına tescil olunur”. Buna paralel olan ve o maddenin yerine 08.09.1956 tarihinde yürürlüğe konulan 6831 Sayılı Orman Yasasının 11. maddesinin 4. fıkrası da “Kadastrosu yapılıp kesinleşen devlete ait ormanlar, tapu dairelerince hiçbir harç, vergi ve resim alınmaksızın Hazine adına tapuya tescil olunur” hükmünü taşımaktadır.
Bu yerde orman tahdidinin 1945 yılında kesinleşmiş olduğu mahkeme, Özel Daire ve Yüksek Kurulun kabulünde olduğuna göre, yasanın emredici hükmü gereğince, Hazine adına tapuya tescil edilmiş olması gerekir. Bu konuda bir araştırma yapılmamıştır. Tapulu devlet ormanının bir bölümünün makiye ayrılması halinde o yer orman değil ve fakat cinsi makilik yer olarak ve yine Hazinenin tapulu taşınmazı olmaya devam eder. Bu konu 22.03.1996 gün ve 1993/5-1 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu Kararı gerekçesinin 19. paragrafında aynen şu cümlelerle ifade edilmektedir. (Maki komisyonlarının görevi orman sayılmayan makilik alanları belirlemekten ibarettir. Orman Sayılmayan makiliklerin tespiti yeni orman tanımına göre tapu sicilinde düzeltme yapılması niteliğindedir. Bu düzeltme sonucu “orman niteliği ile Hazine adına tescil” edilen taşınmaz, orman sayılmayan makilik alan olarak tespit edilmekle, “özel mülk olarak Hazine adına tapuya tescil” edilecek, taşınmazın sadece tapudaki niteliği değişecektir. Böylece tespit işlemi ile Hazine adına tapulu olan TAŞINMAZ TAPUSUZ HALE DÖNÜŞMEYECEKTİR). Görüldüğü gibi, kesinleşen orman kadastrosu sınırlan içindeki makilik alanın ayrılması o yeri tapusuz hale getirmeyip, sadece niteliğini değiştirdiğinden makilik cinsi ile tapulu olma halini sürdürecek ve imar-ihya ve zilyetlik yoluyla kazanılamayacaktır.
7- Kesinleşen orman kadastrosu, yasanın emredici hükmüne rağmen her hangi bir nedenle tapuya tescil edilmemiş olsa bile; orman kadastrosunun kesinleşmesi ile taşınmazın orman niteliğiyle mülkiyet hakkı Hazineye geçer. Kesinleşen orman kadastrosunun sonradan tapuya tescil edilmesi mülkiyet hakkının doğumu için gerekli değildir, tescil işlemi, kurucu değil açıklayıcı nitelikte olduğundan durum yine değişmez. Maki komisyonlarının yaptığı işlem 6831 Sayılı Yasının 2. maddesinin öngördüğü anlamda “orman sınırı dışına çıkarma” işlemi “makilik yer olduğunu belirleme” işlemidir. Çünkü, 5653 Sayılı Yasada tahdit komisyonlarına orman sınırı dışına çıkartma yetkisi verilmemiştir. Bu komisyonların görevi orman sayılmayan maki alanları belirlemekten ibarettir.
8- Bilindiği gibi 3402 Sayılı Kadastro Yasasının 18/2 maddesi hükmüne göre “Yasaları uyarınca devlete kalan taşınmaz mallar tapuda kayıtlı olsun olmasın zilyetlikle kazanılamaz.”
Yasanın bu maddesinde “Yasaları uyarınca devlete kalan taşınmaz malların” hangi malları kapsadığı sayılmamıştır. Kanaatimce;
6831 Sayılı Orman Yasasının 2/8 madde uygulaması sonucu Hazine adına orman rejimi dışına çıkartılan yerler ile geçerli bir işlemle makiye ayrılan yerlerin de 3402 Sayılı Yasanın 18. maddesi anlamında “yasaları uyarınca Devlete kalan taşınmaz mallar” olduğunu kabul etmek gerekir.
5653 Sayılı, kısa ismiyle Makiye Ayırma Yasasının 24.03.1950 tarihinde kabulünden üç gün sonra 27.03.1950 tarihinde 4753 Sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Yasasında değişiklik yapan 5618 Sayılı Yasa kabul edilmiştir. Bilindiği gibi 5653 Sayılı Yasanın asıl amacı, makilik alanları Devlet Ormanlarından ayırarak Devletin elindeki toprak rezervini çoğaltmak ve bu alanları 4753 Sayılı Yasanın 8. maddesine göre topraksız çiftçiye dağıtmak suretiyle hem yurt ekonomisine katkı sağlamak, hem de yurt genelinde sosyal adaleti ve sosyal barışı devamlı kılmaktır. Uygulamalarda görüyoruz ki, makiye ayırma işlemlerinin kesinleşmesinden hemen sonra bu yerler topraksız çiftçilere dağıtılmak üzere Toprak Tevzi Komisyonlarının emrine verilmekte ve bu komisyonlarca gerekli tevzi işlemleri yapılarak kişiler adına özel tapular oluşturulmaktadır. 22.03.1996 tarih ve 1993/5-1 Sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı gerekçesinde açıklandığı gibi, Yüksek Kurulu; “maki komisyonlarının yaptıkları işlemlerin geçerli olduğuna” ve “bu komisyonların makilik saha olarak ayırdıkları taşınmazlar hakkında kişiler adına oluşturulan özel tapulara değer verilmesi gerektiğinin kabulüne” sevk eden ana düşünce 5653 Sayılı Yasanın çıkarılış amacına da uygundur.
Yasa koyucunun, 5653 Sayılı Yasayı, kadastrosu kesinleşmiş devlet ormanları içinde kalan makilikleri deyim yerinde ise, “kapanın elinde kalması” amacı ile yürürlüğe koyduğu düşünülemez.
Bu nedenle, kesinleşmiş orman tahdidi içinde kalan, ancak makiye ayrılan alanların ister tapuya kayıtlı olsun ister olmasın imar-ihya ve zilyetlik yoluyla kazanılmasına 3402 Sayılı Kadastro Yasasının 18/2. maddesinin engel olduğunu kabul etmek gerekir.
9- Yürürlükten kaldırılan 765. Sayılı Tapulama Yasasının 30. maddesi “Tapulama tutanaklarının tapulama müdürü tarafından tasdik tarihinin, tescil tarihi olarak gösterilmek suretiyle tapu kütüklerine geçirileceği”ni, yine aynı yasanın 31/2. maddesi “sicillerde belirtilen haklara, tescilleri tarihinden itibaren on sene geçtikten sonra, tapulamaya takaddüm eden sebeplere dayanılarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz” hükümlerini öngörmektedir. Yargıtay içtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 24.10.1983 gün, 1983/8-3 sayılı kararı ile “766 Sayılı Tapulama Yasasının 31/2. maddesinde yer alan on yıllık hak düşürücü sürenin tapulama tespitinin kesinleştiği tarihte başlayacağı” kabul edilmiştir. 3402 Sayılı Kadastro Yasasının 12/3 maddesinde sözü edilen içtihadı birleştirme kararında benimsenen ilke, yasa maddesi haline getirilmiş ve “…tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz” şeklinde düzenlenmiştir. Yasanın emredici hükmüne rağmen süresinde tapu siciline tescil edilmeyen tutanaklar, kesinleştiği tarihten 8-10 yıl sonra bile tapuya tescil edilse yasanın 12/2. maddesi hükmü gereğince “…tutanakların kesinleşme tarihleri tescil tarihi olarak gösterilmek suretiyle tapu kütüklerine kaydedilir” hükmü karşısında, hak düşürücü sürenin başlangıcı tutanağın kesinleştiği tarih olarak hesaplanacaktır. Bu olgu, kütüğe tescilin daha sonra yapılmasının geçmişe etkili sonuç doğurduğunu göstermektedir. Tespit tutanağının kesinleşmesinden sonra ve fakat tapu siciline tescil edilmesinden önce, o taşınmaza zilyet olan kişinin zilyetliğine değer verilemez. Çünkü, tespit tutanağının kesinleşmesinin tapu kaydı hükmünde olduğu kabul edilmektedir.
3116 Sayılı Yasanın 7. maddesi; orman tahdit komisyonlarının düzenledikleri TAHDİT MAZBATALARININ özetinin Resmi Gazetede yayınlanacağı, ayrıca tahdit haritası ile birlikte bir örneğinin ilgili belde ve köyde ilan edileceği, ilan tarihinden itibaren üç ay içinde itiraz edilmezse komisyon kararının yani ORMAN KADASTROSUNUN KESİNLEŞECEĞİNİ, 13. maddesi de; tahdidi (kadastrosu) yapılmış ve kesinleşmiş olan ormanların hiç bir harç ve resim alınmaksızın Hazine adına tapuya tescil edileceğini öngördüğü gibi, 3116 Sayılı Yasanın yerine 08.09.1956 tarihinde yürürlüğe konulan 6831 Sayılı Yasanın 11. maddesinde kadastro komisyonlarının tahdit tutanak özeti ile tahdit haritasının ilgili belde ve köylerde bir yıl (2836 Sayılı Yasa ile yapılan değişiklikle yine bir yıl 3302 ve 3373 Sayılı Yasalarla yapılan değişikliklerde ise ilan süresi altı aydır) süre ile ilan edileceğini ve bu süre içinde itiraz edilmezse komisyon kararının kesinleşeceğini, kadastro işlemi yapılmış ve sınırlan kesinleşmiş olan ormanların Hazine adına tescil edileceğini, yasada sözü edilen bu süreler geçtikten sonra orman kadastrosuna itiraz edilip dava açılamayacağını öngörmektedir.
Genel kadastro sırasında “tapulama” veya “kadastro” ya da “tespit tutanağı” olarak isimlendirilen tutanakları ve kadastral haritaları kadastro ekipleri düzenleyip 30 gün süre ile ilana çıkartılmakta, orman kadastrosunda ise “orman kadastro tutanağı” ya da “orman tahdit tutanağı” olarak isimlendirilen tutanaklar ile orman kadastro haritasını orman kadastro (tahdit) komisyonları tarafından düzenlenerek altı ay süre ile ilana çıkartılmaktadır. (3402 Sayılı Yasanın 7, 11 ve 6831 Sayılı Yasanın 7, 9 ve 11. maddeleri.)
Arazi ve orman kadastrosu sırasında düzenlenen haritalar, kadastral yöntemle ve ölçekli olarak düzenlenmektedir. Her iki işlem de yasalar karşısında teknik anlamda birer kadastro işlemi olduğu gibi, biri biri karşısında ikinci kadastro olduğu kabul edilemez. Her ikisinde de tapuya tescil tarihinden itibaren değil, tutanakların askı ilan süresi bitiminde başlayan 10 yıllık HAK DÜŞÜRÜCÜ süreler öngörülmüştür. Arazi kadastrosunda tespit öncesi ZİLYETLİĞE ve TAPUYA dayananlar yönünden bir ayırıma gidilmeden tutanağın kesinleştiği tarihten itibaren 10 yıllık hak düşürücü süre içinde dava açılabileceği kabul edildiği halde, orman kadastrosunda daha da ileriye gidilerek, ZİLYETLİĞE dayananların ancak altı aylık askı ilan süresi içinde orman kadastrosuna itiraz davası açılabileceği, bu altı ayın sonunda hak düşürücü süre nedeniyle artık dava açılamayacağı hükmü getirilmiştir. (3402 Sayılı Yasanın 1-12/3 ve 6831 Sayılı Yasanın 3373 Sayılı Yasa ile değişik 11/1. maddeleri.)
Kaldı ki; 3402 Sayılı Kadastro Yasasının 4. maddesi arazi ve orman kadastrosu işlemlerini birleştirmiştir. Sözü edilen bu madde hükmüne göre, Kadastro çalışma alanı sınırında orman bulunduğu takdirde, bildirini üzerine orman sınırlaması 6831 Sayılı Yasa hükümlerine göre orman kadastro komisyonlarınca tespit ve haritasına işaretlenerek tutanakları ile birlikte kadastro ekiplerine teslim edilir. iki ay içinde kadastro komisyonlarınca orman sınırlarının belirlenmemesi halinde, kadastro çalışma alanı sınırları kadastro ekiplerince belirlenir. Bu şekilde tespit ve ilan edilen yerlerde ORMAN KADASTRO İŞLEMLERİ DE İKMAL EDİLMİŞ SAYILIR.
Bu açıklamalardan sonra şu sonuca ulaşılmaktadır. Hangi yolla (ister arazi, isterse orman kadastrosu yoluyla) oluşursa oluşsun, tapu sicil hukuku tüm tapu sicillerini kapsar. Başka bir anlatımla, sicilin meydana geliş biçimi, sicilin hukuksal niteliğine etkili değildir. Aksi hükmen sabit oluncaya kadar tapu sicilleri geçerliliğini sürdürmektedir. Tapu sicilinin geçersizliği, sadece mahkeme hükmü ile mümkündür. Arazi ve orman kadastrosu yasalar karşısında birer kadastro işlemidir. Her ikisinde de tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren tapu siciline tescil öngörüldüğü ve tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren hak düşürücü sürenin başlayacağı kabul edildiğinden, tutanakların kesinleşmesi mülkiyet hakkını doğurması nedeniyle tapu hükmündedir. Orman ya da arazi kadastrosu sonucu düzenlenen ve kesinleşen tutanakların yasanın emredici hükmüne rağmen tapuya zamanında tescil edilmemiş olması sonuca etkili değildir.
Bu olgular karşısında, somut olaya hangi yönden bakılırsa bakılsın, orman kadastrosu kesinleşerek ve orman alanında kalan, ancak daha sonra makilik alan olarak ayrılan yerlerin imar-ihya ve zilyetlikle kazanılma olanağı bulunmadığından tescil davasının REDDİNE KARAR VERİLMEK üzere mahkeme kararının BOZULMASI gerekirdi.
Yüksek Kurulun sayın çoğunluğunun görüşüne açıkladığım nedenlerle katılmıyorum.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/20-490 K: 2003/510 T: 24.9.2003
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/7-174 K: 2004/161 T: 24.3.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/75 K: 2007/90 T: 28.02.2007
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/592 K: 2003/508 T: 24.09.2003
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/122 K: 2003/107 T: 26.02.2003
Davacının satın aldıktan sonra taşınmazı toprak taşımak suretiyle doldurduğu, iş makineleriyle düzelttiği, tarıma elverişli kültür arazisi haline getirdiği bilirkişi ve tanıklarca bildirilmiştir. Halen kuzeyde ve güneyde devam eden aktif dere yatağının çekişmeli yerde genişlemesi ve suyun dağılması nedeniyle toprak taşımak suretiyle doldurulması, düzeltilmesi, aktif dere yatağı olmaktan çıktığını göstermeyeceği için imar, ihya ve zilyetlik nedeniyle edinilmesini mümkün kılamaz.
Taraflar arasındaki “tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Gebze Asliye 1. Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 15.11.2001 gün ve 2000/904 E- 2001/898 K. sayılı kararın incelenmesi davalı Hazine vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin 31.01.2002 gün ve 2002/530-774 sayılı ilamı ile; (…Davacı, dava konusu taşınmazın adına tapuya tesciline karar verilmesini istemiştir.
Davalı Hazine temsilcisi davanın reddine karar verilmesini savunmuştur. Davalı Köy Temsilcisi yargılama oturumlarına katılmamıştır. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmesi üzerine hüküm davalı Hazine vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Davacı, dava konusu taşınmazın sınırında yer alan 193 parseli 1987 yılında tapuda satın aldığını, dava konusu taşınmazı da 1980 yılında satın ve devraldığını, imar ve ihya etmek suretiyle kültür arazisi haline getirdiğini ileri sürerek tescil isteğinde bulunmuştur. Mahkemece kazanma koşullarının oluştuğu gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir. Tapu kaydına görE: 193 parsel 09.04.1987 tarihindeki tapudaki satış ve devirle davacıya geçmiştir. Davacı, dava konusu taşınmazın sınırında yer alan 193 parseli tapuda satın altığına göre, dava konusu yerdeki zilyetliğin bu tarihten itibaren başladığının kabulü gerekir. Ne var ki; davacı, taşınmazın 1980 yılında satın ve devraldığını ileri sürmüş bulunmaktadır. Bu durumda, kazanma koşullarının dilekçede ileri sürülen tarihe göre hesaplanması gerekir.
Yerel bilirkişi ve tanıklar, davacının bu yeri 1979 ve 1980 yıllarında satın aldığını, 6 ay içerisinde imar ve ihya ederek kültür arazisi haline getirdiğini bildirmişlerdir.
Dava konusu taşınmaz, 1956 yılında yapılan kadastro çalışmaları sırasında Kocagöl Deresi yatağı olmak üzere tespit dışı bırakılmıştır.
Yerel bilirkişi ve tanıklar, taşınmazın dere yatağı içerisinde yer alan sazlık, bataklık ve çorak bir yer olduğunu, davacının satın aldıktan sonra toprak taşımak suretiyle doldurulduğunu, iş makineleriyle düzelttiğini ve kültür arazisi haline getirdiğini bildirmişlerdir. Sazlık ve bataklık olan her yerin imar-ihya ve kazandırıcı zamanaşımı yoluyla gerçek kişiler tarafından kazanılması mümkün değildir.
Diğer yönden Yargıtay’ın yerleşmiş uygulamalarına göre, toprak taşımak ve doldurmak ihya işlemi olarak kabul edilmemektedir.
Taşınmaz gerek niteliği ve gerekse yapılan imar çalışmaları bakımından kazanılmaya elverişli bir yer değildir. Bunlardan ayrı, taşınmazın nazım imar planı içerisine alındığı 1995 tarihine kadar 3402 sayılı Kadastro Kanununun 14. ve 17. maddesindeki koşullar gerçekleşmemiştir. Tüm bu yönler gözönünde tutularak davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı gerekçe ile kabulüne karar verilmiş olması doğru görülmemiştir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Davacı, dava dilekçesinde Balçık Köyü, Kocagöl Mevkiinde kain taşınmazın imar ihya ve kazanmayı sağlayan zilyetlik nedeniyle adına tesciline karar verilmesini istemiş, davalı Hazine vekili davanın reddini savunmuş, yerel mahkemece dava kabul edilmiştir.
Kadastro tespiti sırasında davaya konu taşınmazın Kocagöl dere yatağı olarak tespit harici bırakıldığı bilirkişi raporlarından anlaşılmaktadır.
Dere yatakları MK.nun 641. maddesi kapsamına giren Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerdendir.
Dere yatağı olan bu yer derenin aktif yatağı olmaktan çıktığı veya derenin etkisi altında kalmayan bir yer olup, 20 yıldan fazla süre ile tarım arazisi olarak tasarruf edilmiş ise zilyetlik yoluyla edilmesi 3402 sayılı Yasanın 17. maddesi uyarınca mümkündür.
Somut olayda davacı, kazanmayı sağlayan zilyetlik olgusuna dayanmıştır. Yerel bilirkişi, tanık sözleri ve ziraatçı bilirkişi raporundaki açıklamalara göre tespit tarihinde taşınmazın bataklık, sazlık, çorak toprak niteliğinde olduğu anlaşılmaktadır, Kadastro paftasında da kuzeyden güneye devam eden dere yatağının, çekişmeli yerde genişlediği izlenmektedir. Davacının satın aldıktan sonra taşınmazı toprak taşımak suretiyle doldurduğu, iş makineleriyle düzelttiği, tarıma elverişli kültür arazisi haline getirdiği bilirkişi ve tanıklarca bildirilmiştir. Halen kuzeyde ve güneyde devam eden aktif dere yatağının çekişmeli yerde genişlemesi ve suyun dağılması nedeniyle toprak taşımak suretiyle doldurulması, düzeltilmesi, aktif dere yatağı olmaktan çıktığını göstermeyeceği için imar, ihya ve zilyetlik nedeniyle edinilmesini mümkün kılamaz.
Diğer yönden Yargıtay’ın yerleşmiş uygulamalarına göre, toprak taşımak ve doldurmak ihya işlemi olarak kabul edilmemektedir.
Taşınmaz gerek niteliği ve gerekse yapılan imar çalışmaları bakımından kazanılmaya elverişli bir yer değildir. Bunlardan ayrı, taşınmazın nazım imar planı içerisine alındığı 1995 tarihine kadar 3402 sayılı Kadastro Kanununun 14. ve 17. maddesindeki koşullar gerçekleşmemiştir. Tüm bu yönler gözönünde tutularak davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı gerekçe ile kabulüne karar verilmiş olması doğru görülmemiştir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Yukarıda açıklanan gerekçeyle yerel mahkemece, Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken direnme hükmü kurulması usul ve yasaya aykırıdır. Direnme kararı bu nedenle bozulmalıdır.
SONUÇ: Davalı Hazine vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı H.U.M.K.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, 26.02.2003 gününde, oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/8-109 K: 2002/150 T:6.3.2002
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1995/8-933 K: 1995/1150 T: 20.12.1995
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1–170 K: 1999/167 T: 24.3.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/467 K: 2017/510 T: 15.03.2017
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/592 K: 2003/508 T: 24.09.2003
Uzun yıllardan beri bir taşınmaza malik sıfatıyla zilyet olan, gerek Türk Kanunu Medenisinin 639.maddesi gerekse Kadastro Yasasının 14 ve 17. maddelerindeki taşınmaz mal kazanımına ilişkin koşulların lehine gerçekleştiği kişinin cebri icra tehdidi altında Hazine tarafından istenen işgal tazminatını ödemesi aleyhine yorumlanamaz. Burada ihtirazı kayıt ileri sürüp sürmemesinin de bir önemi yoktur.
Taraflar arasındaki “tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İskenderun 2.Asliye Hukuk Mahkemesi’nce davanın kabulüne dair verilen 20.02.2002 gün ve 2000/1002 E-2002/50 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8.Hukuk Dairesi’nin 03.06.2002 gün ve 2002/3800-4529 sayılı ilamiyle; (…Davacı Şaban Çamur, dava dilekçesinde mevkii ve sınırları gösterilen 1 parça taşınmazın adına tapuya tescil edilmesini istemiştir.
Davalılardan Hazine vekili davanın reddine karar verilmesini savunmuş, diğer davalı Üçgüllük Belediye Başkanlığı yargılama oturumuna katılmamıştır.
Mahkemece davanın kabulüne karar verilmesi üzerine; hüküm, davalılardan Hazine vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Davacı, imar-ihya ve zilyetlik hukuki nedenine dayanarak dava konusu taşınmazın adına tapuya tescil edilmesini istemiştir. Davalılardan Hazine vekili davanın zilyetlikle kazanılmayacak yerlerden olduğunu ve yargılama aşamalarında uyuşmazlık konusu taşınmazla ilgili olarak davacı Şaban Çamur’un Hazineye muhtelif tarihlerde ecrimisil ödediğini bildirmiş, buna dair makbuz ve belge örneklerini dosyaya ibraz etmiştir. Davacı Şaban Çamur İskenderun Mal Müdürlüğüne hitaben yazdığı ve örneği dosya arasında bulunan 29.08.1995 günlü dilekçesinde aynen “…Üçgüllük beldesinde Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerden kulanmış olduğum 15140 m2’lik yer için, benden 14.510.000 lira istenilmektedir. Benden istenilen para çok fazladır. Kullandığım yer kıraç ve susuz olduğundan ecrimisilin düşürülmesi için gereğini arz ederim…” ifadesine yer vermiş bulunmaktadır. Görüldüğü gibi, dava açılmadan önce İskenderun Mal Müdürlüğü tarafından uyuşmazlık konusu taşınmazı kullandığından bahisle davacıya ecrimisil tahakkuk ettirilmiş, davacı ecrimisil tahakkukuna karşı koymamış, sadece tahakkuk ettirilen ecrimisil miktarının fazlalığına itiraz etmiştir. Dosya arasında bulunan tahsilat makbuz örneklerine göre davacı Şaban Çamur’un Hazine tarafından tahakkuk ettirilen 14.510.000 lira ecrimisil bedelini herhangi bir itiraz ileri sürmeden ödediği anlaşılmıştır. Uyuşmazlık konusu taşınmaz tapuda kayıtlı bulunmamaktadır. Davacı yukarıda tarihi verilen dilekçesinde taşınmazın Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerden olduğunu başka deyişle taşınmazda Hazinenin üstün hakkı bulunduğunu açıkça kabul etmiştir. Hazinenin üstün hakkı kabul edilen bu yerde davacının daha sonra zilyetlik yada imar ihya olgusuna dayanarak hak iddia etmesi dosya içeriğine uygun düşmektedir. Davacının açık ve tereddütle yer vermeyecek beyanı karşısında davacının daha önceki zilyetliğinden ve edinme koşullarının lehine doğduğundan söz etmek yasanın ruhuna aykırıdır.
Açıklanan nedenle davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde kabule karar verilmiş olması doğru değildir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, imar ihya ve zilyetlik hukuksal nedenine dayalı tescil isteğine ilişkindir. Davacı, para ve emek sarf ederek imar ve ihya ettiği, tarıma elverişli hale getirdiği taşınmazın adına tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Davalı Hazine vekili, dava konusu yerin devletin hüküm ve tasarrufu altındaki dere yatağı olduğunu, zilyetlikle iktisabının mümkün olmadığını, davanın reddini savunmuştur. Yerel mahkemece davanın kabulüne ilişki olarak verilen karar, Özel Dairece yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuştur.
Teknik bilirkişi tarafından kadastro çalışmaları sırasında taşınmazın tespit dışı bırakılan bir yer olduğu belirtilmiştir.
Davaya konu taşınmaz, tespit harici bırakılan, zilyetlik, imar ve ihya koşullarının gerçekleşmesi halinde Türk Kanunu Medenisinin madde 639 ve 3402 sayılı Kanunun 14 ve 17. maddeleri uyarınca kazanılması mümkün bulunan yerlerdendir. Keşifte dinlenilen yerel bilirkişi ve tanıklar 40-45 yılı aşkın zilyetlikten söz etmişlerdir. Jeoloji mühendisi raporuyla taşınmaz üzerinde 35-40 yıldır tarımsal faaliyet yapıldığını bildirmiştir. Ziraat mühendisi ise raporunda taşınmazın 40 yıl öncesinde para ve emek sarf edilerek tarım arazisi haline getirildiğini; üzerinde 40 yaşın üstünde ağaçlar bulunduğunu açıklamıştır.
Toplanan deliller ve tüm dosya içeriğine göre, tespit harici bırakılan taşınmazın davacı tarafından tarım arazisi olarak zilyet ve tasarruf edildiği anlaşılmaktadır. Bu konuda yerel mahkeme ile Özel Daire arasında uyuşmazlık bulunmamaktadır.
Bilindiği üzere 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu 1.1.2002 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Bu kanunun 713. maddesi her ne kadar mülkiyetin kazanım koşullarının gerçekleştiği anda doğacağını amirse de dava tarihinde bu kanun henüz yürürlüğe girmediğinden uygulama yeri bulamaz. Dava tarihinde uygulanması gereken mevzuat Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 4.12.1998 gün ve 1996/4 Esas ve 1998/3 Karar sayılı ilamıdır. Burada ise; Türk Kanunu Medenisinin 639/1. maddesine göre verilen tescil kararının yapıcı kurucu yenilik doğuran bir karar olduğu ve mülkiyet hakkının bu kararın kesinleştiği anda kazanılacağı ilkesi vurgulanmıştır.
Önemle belirtelim ki uzun yıllardan beri bir taşınmaza malik sıfatıyla zilyet olan, gerek Türk Kanunu Medenisinin 639. maddesi gerekse Kadastro Yasasının 14 ve 17. maddelerindeki taşınmaz mal kazanımına ilişkin koşulların lehine gerçekleştiği kişinin cebri icra tehdidi altında Hazine tarafından istenen işgal tazminatını ödemesi aleyhine yorumlanamaz. Burada ihtirazı kayıt ileri sürüp sürmemesinin de bir önemi yoktur. Çünkü bir taşınmazın zilyetlikle kazanım koşulları lehine gerçekleşen kişi bu taşınmazı adına tapuya tescil ettirmediği evrede Hazine tarafından istenen işgal tazminatını ödemediği takdirde hakkında Amme Alacaklarını Tahsili Usuli Hakkındaki Kanun hükümleri uygulanacak ve ödeme yapmadığı ve mal beyanında bulunmadığı durumda Hapsen Tazyik (Hapis ile Zorlama) yaptırımı ile karşı karşıya kalacaktır.
Somut olayda Hazine ilk olarak 7.8.1995 tarihinde 1.10.1992-31.7.1995 tarihleri arasındaki haksız işgal tazminatını hesaplayarak davacıya ecrimisil ihbarnamesi göndermiştir. Davacı da Hazinenin bu zorlaması karşısında, ecrimisil miktarının düşürülmesini içeren 29.8.1995 tarihli dilekçeyi vermiştir. Davacının amacı, taşınmazı elinde tutmak ve sahip olmaktır. Dosyadaki bilgi ve belgelere göre bu tarihten çok önce zilyetlik, imar ve ihya nedenine dayalı olarak taşınmaz edinme koşullarının gerçekleştiği kuşkusuzdur. O halde davacının cebri icra (zorlayıcı yaptırım) altında Hazineye ecrimisil ödemiş bulunması, ecrimisil öderken ihtirazı kayıt ileri sürmemesi Hazinenin üstün mülkiyet hakkını kabul ettiği anlamına gelmez. Üstelik, kazanım koşulları gerçekleşmiş olan mülkiyet hakkından vazgeçtiğini de göstermez. Bu durum bir kimse kendi aleyhinde beyanda bulunamaz ilkesine de aykırıdır.
Tüm bu hukuki ve somut olgular karşısında direnme kararı usul ve yasaya uygundur, onanması gerekir.
SONUÇ: Davalı Hazine vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, Harçlar Kanunun değişik 13. maddesinin “j” bendi gereğince harç alınmamasına, 24.09.2003 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/8-249 K: 2005/276 T: 27.4.2005
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/287 K: 2007/322 T: 30.05.2007
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/220 K: 2007/217 T: 18.04.2007
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/327 K: 2004/348 T: 09.06.2004
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/17 K: 2004/9 T: 21.01.2004
3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 18/2 ve 17. maddeleri uyarınca orman ve orman toprağının zilyetlikle kazanılması ve özel mülkiyete konu olması mümkün değildir. Kaldı ki, dosya kapsamından davacı tarafın kazanma sağlayacak bir zilyetliğinin varlığı da kanıtlanamamıştır.
Taraflar arasındaki “tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ümraniye 1.Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 16.4.2002 gün ve 217-61 sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8.Hukuk Dairesinin 9.12.2002 gün ve 5196-8979 sayılı ilamı ile, (..Davacı vekili, dava konusu parsele ait tapu kaydının kısmen iptali ile vekil edeni adına tapuya tesciline karar verilmesini istemiştir.
Davalı Hazine vekili, davanın reddine karar verilmesini savunmuştur. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmesi üzerinE: hüküm, davalı Hazine vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu taşınmaz bölümünü kapsayan 250 parsel başka parselden ayırma sonucu oluşmuştur. Dosyaya ibraz edilen belgelere ve tapu kayıtlarına göre davalı taşınmaza ilişkin tapu kaydının kronolojik açıdan hukuki oluşumu (geldisi) ve el değiştirmesi aynen şöyledir; 1942 yılında 3116 sayılı Orman Kanununun Hükümleri uyarınca yapılan orman sınırlama çalışmaları sırasında, dava konusu ve çevresindeki tüm alanlar orman olarak sınırlanmış ve buna dayanılarak 07.12.1942 gün, 7, 13, 14. 15 ve 16 sıra numaralarında “Devlet ormanı” niteliği ile Hazine adına tapuya tescil edilmiş, kütüğün Özel sütununda “Ziraat Vekaletine tahsisli” olduğu açıklanmıştır. Taşınmazın bulunduğu çalışma alanında 1972 yılında yapılan genel kadastro çalışmaları esnasında yukarıda tarih ve sayısı yazılı tapu kayıtları 211, 212. 213. 214 ve 215 parsellere revizyon görmüş, “devlet ormanı” niteliği ile Hazine adına kadastro yolu ile tapuya tescil edildikten sonra 14.10.1996 tarihinde yapılan birleştirme sonucu 226 parsel, aynı tarihte yapılan ayırmada da 242 ile 265 parseller oluşmuştur. Son defa yapılan ayırma sonucu oluşan parsellerin “Devlet Ormanı” niteliği değiştirilerek “hali arazi” niteliği ile Hazine adına tespit edilmiş, tapu kaydının özel sütununda “2/B madde dışıdır” denilmiştir.
Davacı vekili kazanmayı sağlayan eklemeli zilyetliğe dayanarak iptal ve tescil isteğinde bulunmuştur. Mahkemece uyuşmazlık konusu taşınmaz bölümünü kapsayan 250 parselin kesinleşmiş orman sınırlama hattının dışında kalan, orman sayılmayan yerlerden olduğu, kazanma koşullarının davacı lehine gerçekleştiği gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
Bir yerin kazandırıcı zamanaşımı ve zilyetlik yolu ile edinilebilmesi için Kanunda yazılı diğer kazanma koşulları yanında taşınmazın niteliği itibariyle kazanılmaya elverişli yerlerden olması gerekir. Ayrıntıları dosya arsında bulunan yetkili Orman Kadastro Komisyonlarınca düzenlenen sınırlama haritası, tutanakları ve eklerine göre dava konusu parsel ve çevresinde bulunan tüm taşınmazlar orman sayılan yerlerden olması nedeniyle “devlet ormanı” olarak sınırlandırılmış ve itiraz olmaksızın kesinleştikten sonra yukarıda tarihi ve sayısı yazılı tapu kayıtları ile Hazine adına tapuya tescil edilmiştir. Sınırlamaya ilişkin harita, tutanaklar ve dayanak tapu kayıtlarının oluşumuna esas olan dayanak tapu kayıtlarına, teknik bilirkişiler tarafından düzenlenen krokilerdeki açıklamalara göre, 250 parsel 07.12.1944 tarih ve 7 numara ile Hazine adına tapuya tescil edilen Soğuksu, Ali Paşa Devlet Ormanı içinde kalan bir yerdir. Dayanak tapu kaydına göre, Soğuksu, Ali Paşa Devlet Ormanı’nın yüzölçümü 3.679.120 m2’dir. Yetkili Orman Kadastro Komisyonlarınca düzenlenen haritaya göre Soğuksu, Ali Paşa Devlet Ormanı, Soğuksu
Vakıf Ormanı, Soğuksu Devlet Ormanı, Reşadiye Devlet Ormanı, Simitçi Yatağı Devlet Ormanı, Simitçi Yatağı Vakıf Ormanı ve Kovanpınarı Devlet Ormanları ile çevrili bulunmaktadır. Alemdağ Orman İşletme Şefliğinin 07.04.1999 gün ve 320 sayılı karşılık yazısına ekli Tapu İdaresinin 24.06.1954 gün ve 2276 yevmiye numaralı tapu kaydına göre, Alemdar-Reşadiye Köyü, Yediveren- Orta, Meşeliburun-Orta, Taşlıburun, Kovanpınarı, Domuzgölleri, Defneli, Simitçiyatağı ve Soğuksu mevkiilerindeki 8 parça taşınmazın “Atik Valide Vakfı” adına kayıtlı iken bu yerlerin birbirine bitişik olması nedeniyle birleştirilerek bir parça halinde 4785 sayılı Kanununun hükümleri uyarınca devletleştirildiği, devletleştirme nedeniyle İstanbul Devlet Ormanı İşletme Müdürlüğünün 16.04.1954 gün 5352/5033 sayılı yazılarına dayanılarak Hazine adına tescil edildiği bildirilmiştir.
Davacı vekili kazanmayı sağlayan eklemeli zilyetliğe dayanarak iptal ve tescil isteğinde bulunmuştur. Mahkemece uyuşmazlık konusu taşınmaz bölümünü kapsayan 250 parselin kesinleşmiş orman sınırlama hattının dışında kalan, orman sayılmayan yerlerden olduğu, kazanma koşullarının davacı lehine gerçekleştiği gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
Gerek orman sınırlamasının yapıldığı tarihte yürürlükte bulunan 3116 sayılı Orman Kanunun ve gerekse 1956 yılında yürürlüğe giren 6831 sayılı Orman Kanunun hükümleri uyarınca orman sayılan bir yerin kazandırıcı zamanaşımı ve zilyetlik yoluyla edinilmesi mümkün olmadığı gibi böyle bir yerin özel mülkiyet şeklinde tapuya tescil edilmesi de mümkün olmaz. Diğer taraftan 3402 sayılı Kadastro Kanununun 17. maddesi hükmüne göre orman sayılan bir yerin imar ve ihya yoluyla da kazanılması mümkün bulunmamaktadır. Orman sınırlamasının yapıldığı ve kesinleştiği tarihte yürürlükte bulunan 3116 sayılı Orman Kanununun 13. maddesi hükmüne göre sınırlanması yapılmış ve kesinleşmiş olan ormanların hiç bir harç ve resim alınmaksızın Hazine adına tescil edileceği açıklanmıştır. Yukarıda da izah edildiği üzere, dava konusu parsel ve çevresindeki tüm taşınmazlar 1942 yılında yapılan orman sınırlamaları sırasında Devlet ormanı olarak sınırlanmış ve bu niteliğiyle Hazine adına tapuya tescil edilmiştir. Her ne kadar 14.10.1996 tarihinde yapılan ayırma sonucu taşınmazın “hali arazi” niteliği ile Hazine adına tescil edilmiş ise de, baştan itibaren “Devlet ormanı” olarak sınırlandırılan ve bu niteliği ile tapuya tescil edilen bu taşınmazların niteliğinin değiştirilme sebebi açıklanmamıştır. “Devlet ormanı” olarak tapuya tescil edilen bir yerin ayırma veya birleştirme işlemleri sırasında eski niteliğinin bırakılarak “hali arazi” niteliği ile tapuya tescil edilmiş olması hukuken bir değer taşımayacağı gibi bu nedenle de taşınmazlar devlet ormanı niteliğini yitirmezler. Böyle bir yer ancak 6831 sayılı Orman Kanunun değişik 2/B maddesi hükmü uyarınca bilim ve fen bakımından orman niteliğini yitirmesi ve bu nedenle orman dışına çıkarılması, çıkarma işleminin kesinleştiği tarihten itibaren 20 yıldan fazla süre ile koşullarına uygun olarak tasarruf edilmiş olması halinde ancak böyle bir yerin kazanılması mümkün olabilir.
Somut olayda taşınmazların bulunduğu yerde nitelik kaybı sebebiyle orman dışına çıkarma işlemleri yapılmamıştır. 14.10.1996 tarihinde yapılan ayırma ve birleştirme sonucu oluşturulan dava konusu 250 parselin “düşünceler ve işlemin şekli” sütununda “2/B madde dışıdır” denilmiş ise de dayanağı olmayan bu açıklama daha sonra Tapu Sicil Müdürlüğünce doğrudan doğruya kütükten silinmiştir. Bu açıklamalar karşısında dava konusu yerin nitelik kaybı sebebiyle orman dışına çıkarılan bir yer olduğunun da kabulü mümkün değildir. Her ne kadar bilirkişi kurulu tarafından düzenlenen 25.11.2001 günlü raporda 250 parselin 1942 ve 1943 yıllarında yapılan orman sınırlandırma hattının dışında kaldığı ve evvelden beri hiç orman olmamış kültür arazisi olduğu, 4785 sayılı Kanuna göre Devletleştirmeye tabi olmadığı, Devletleştirilen Atikvalide Vakfı adına yazılı 29.05.1930 tarih, 26 ve 33 sıra numaralarında kayıtlı tapu kayıtlarının ve haritasının kapsamında kalmadığı belirtilmiş ise de, yukarıda hukuki oluşumu ayrıntılı olarak açıklanan tapu kayıtları ve dayanak belgeler karşısında bu açıklamalar yerinde görülmemiştir. Taşınmazın yetkili Orman Kadastro Komisyonlarınca düzenlenen orman sınırlama harita ve tutanaklarının, buna dayanılarak oluşturulan tapu kayıtlarına göre, Devlet Ormanı olduğu sabit olduğundan davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçelerle davanın kabulüne karar verilmiş olması yerinde görülmemiştir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, 6831 sayılı Orman Kanununun 2/B maddesi uygulaması ile orman sınırı dışında bırakılan taşınmazın hazine adına olan tapusunun iptali ve davacı adına tescili isteminden ibarettir.
Davacı, Ümraniye ilçesi Reşadiye Köyü 250 nolu parselin 1972 yılında yapılan tapulama çalışmaları sırasında sehven tapulama dışı bırakıldığını, bu yerin hiçbir zaman orman olmadığı gibi, orman tahdit sınırları içinde de kalmadığını, buna karşılık 1996 senesinde yapılan kadastro çalışmaları sırasında davaya konu edilen 250 nolu parsel 6831 sayılı Orman Kanunun 2/B maddesinde kalan bir yermiş gibi düşünülerek Hazine adına tapuya tescil edildiğini, daha sonra Ümraniye Kadastro Müdürlüğünün yapılan bu yanlışlığı fark ederek durumu Tapu Sicil Müdürlüğüne bir yazı ile bildirmesine rağmen, Hazine adına yapılan tespit ve tescilin değiştirilmediğini ileri sürerek, kadastroca Hazine adına yapılan tespit ve tescilin iptali ile adına tapuya tescilini istemiştir.
Davalı Hazine, yapılan tespitin doğru olduğunu, dava konusu taşınmazın öncesinin orman olup, özel mülkiyete konu edilemeyeceğini savunarak davanın reddini istemiştir.
Yerel mahkeme ile Özel Daire arasındaki uyuşmazlık, taşınmazın öncesinin orman olup olmadığı, zilyetlikle kazanmaya elverişli bulunup bulunmadığı ve zilyetlikle kazanma şartlarının oluşup oluşmadığı konusundadır.
Dava konusu taşınmazın bulunduğu bölgede 1942 yılında 3116 sayılı Orman Kanunu uyarınca orman tahdidi, 1972 yılında ise arazi kadastrosu yapıldığı tartışmasızdır.
3116 sayılı Kanun ile Devlet ormanlarının tahdidi yapılmış olup, vakıflara, kamu kurum ve kuruluşlarına ve özel kişilere ait ormanların tahdidi ise yapılmamıştır.
13.7.1945 tarihinde yürürlüğe giren 4785 sayılı Kanunda ise, kanunda öngörülen istisnalar dışında tüm ormanlar Devletleştirilmiştir. Tahdit tarihi itibariyle Devlet’e ait olmayan ormanların tahdidinin yapılmaması yasadan kaynaklanmaktadır. Bu itibarla, taşınmazın tahdit dışında kalmış olması o yerin “orman olmadığı” şeklinde kabulünü gerektirmez.
Çekişmeli taşınmazın bulunduğu bölgede 1972 yılında arazi kadastrosu yapıldığı ve taşınmazın tespit dışında bırakıldığı belirlenmiştir. Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü, Ümraniye Kadastro Müdürlüğü’nün 19.3.1988 gün B.021.TKG.4348420/289 sayılı yazıları ile “1972 yılında Reşadiye Köyünde yapılan tapulama çalışmaları sırasında anılan bölge (247-250 nolu parselin bulunduğu kısım) zuhulen orman olduğu zannedilerek sehven tapulama dışı bırakıldığı…” bildirilmiştir. Bölgede tapulama işlemi 766 sayılı Tapulama Kanunu uyarınca yapılmıştır. Her olaya vuku bulduğu tarihteki kanun hükümlerinin uygulanması gerekir. Anılan Tapulama Kanunu’nun 2. maddesinde ormanların tapulama dışı (tespit dışı) bırakılması zorunludur. Tapulama ekibi tarafından taşınmaz, kanunun amir hükmü gereğince “orman olarak tespit dışı” bırakılmıştır. Kadastro Müdürlüğü yazısında belirtildiği gibi tapulama dışı bırakma işleminin yanılgıya dayalı olması mümkün değildir. Üstelik Kadastro Müdürlüğü, yapılan işlemin niteliğini belirtmekle yükümlü olup yorum yapmak durumunda değildir. Kaldı ki, Kadastro Müdürlüğünün yorumu olaya da uygun düşmemektedir. Şöyleki; taşınmazın doğu, kuzey ve güneyi eylemli olarak ormanla çevrilidir. Bu olgu tahdidi yapılan Devlet ormanıyla taşınmazın bir bütün olduğunu kanıtlamaktadır. Öte yandan, 2.12.1999 tarihli ormancı bilirkişi Prof.Dr. Orman Yüksek Mühendisi Turgay Aykut ile fen bilirkişisi Faruk Pala tarafından düzenlenen raporun 4. maddesinde “Büyük bir bölümü otsu bitki örtüsü ile kaplı olan 250 parsel sayılı taşınmazın bazı bölümlerinde yaşlı meşe ağaçlarına da rastlanmıştır.” denilmektedir. Bilirkişiler ormancı Prof.Dr. H.Cahit Şat, ziraatçı bilirkişi Solmaz Acar ve kadastro teknisyeni Faruk Pala tarafından düzenlenen 26.3.1999 tarihli raporda “Arazinin üstü genellikle çayır ve eyrelti otlarıyla kaplı olup, az sayıda emekle yetiştirilmiş 10-15 yaşlarında bazı süs ve meyve ağaçlarına da rastlanmaktadır.” sözlerine yer verilmiştir. Her iki bilirkişi kurulunun gözlemi ve raporu birbirini doğruladığı gibi arazi kadastrosu sırasında taşınmazın orman olması nedeniyle tapulama dışı bırakıldığı olgusunu da doğrulamakta ve güçlendirmektedir.
6831 sayılı Orman Kanunu’nun 1. maddesi gereğince “Tabii olarak yetişen veya emekle yetiştirilen ağaç ve ağaçcık toplulukları yerleriyle birlikte orman sayılır. Orman kavramına yerleri de dahildir. Bu nedenle, orman örtüsünün kaldırılmış olması o yerin öncesinin orman olmadığı anlamına gelmez ve o şekilde yorumlanamaz. Yerel bilirkişiler ve bazı tanıklar taşınmaz üzerinde 50-60 yıllık zilyetlikten söz etmektedirler. Bu beyanlar maddi olgu olan tespit dışı bırakma işlemiyle bağdaşmadığı gibi ormancı bilirkişi raporlarıyla da bağdaşmamaktadır. Zira sözü edilen bilirkişi raporlarında açıkça inşaat yapılmaya ve fidanlar dikilmeye başlandıktan sonra taşınmazın kullanılmaya başlanıldığı bildirilmiştir. Teknik bilirkişilerin bu değerlendirmeleri de dosya içeriğine uygun düşmekte, yerel bilirkişi ve tanık beyanları soyut nitelikte kalmaktadır.
3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 18/2 ve 17. maddeleri uyarınca orman ve orman toprağının zilyetlikle kazanılması ve özel mülkiyete konu olması mümkün değildir. Kaldı ki, dosya kapsamından davacı tarafın kazanma sağlayacak bir zilyetliğinin varlığı da kanıtlanamamıştır.
Açıklanan ve Daire kararında gösterilen diğer gerekçelere göre bozma kararına uyulması gerekirken direnilmesi usul ve yasaya aykırı olduğundan direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davalı Hazine vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının açıklanan nedenlerle HUMK.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, 21.1.2004 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1–170 K: 1999/167 T: 24.3.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/7-174 K: 2004/161 T: 24.3.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/714 K: 2012/78 T: 15.02.2012
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/287 K: 2007/322 T: 30.05.2007
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/15 K: 2004/7 T: 21.01.2004
Devlet ormanı olarak tapuya tescil edilen bir yerin ayırma ve birleştirme işlemleri sırasında eski niteliğinin bırakılarak “hali arazi” niteliği ile tapuya tescil edilmiş olması hukuken bir değer taşımayacağı için taşınmazlar devlet ormanı niteliğini kaybetmezler. Böyle bir yerin mülkiyeti ancak Orman Kanununun değişik 2/B maddesi hükmü uyarınca bilim ve fen bakımından orman niteliğini kaybetmesi ve bu nedenle orman dışına çıkarılması, çıkarma işleminin kesinleştiği tarihten itibaren 20 yıldan fazla süre ile koşullarına uygun olarak tasarruf edilmiş olması halinde kazanılabilir.
Taraflar arasındaki “tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ümraniye 1.Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 16.4.2002 gün ve 218-62 sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8.Hukuk Dairesinin 9.12.2002 gün ve 5194-8980 sayılı ilamı ile, (..Davacı vekili, dava konusu parsele ait tapu kaydının kısmen iptali ile vekil edeni adına tapuya tesciline karar verilmesini istemiştir.
Davalı Hazine vekili, davanın reddine karar verilmesini savunmuştur. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmesi üzerine: hüküm, davalı Hazine vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu taşınmaz bölümünü kapsayan 250 parsel başka parselden ayırma sonucu oluşmuştur. Dosyaya ibraz edilen belgelere ve tapu kayıtlarına göre davalı taşınmaza ilişkin tapu kaydının kronolojik açıdan hukuki oluşumu (geldisi) ve el değiştirmesi aynen şöyledir; 1942 yılında 3116 sayılı Orman Kanununun Hükümleri uyarınca yapılan orman sınırlama çalışmaları sırasında, dava konusu ve çevresindeki tüm alanlar orman olarak sınırlanmış ve buna dayanılarak 07.12.1942 gün, 7, 13, 14. 15 ve 16 sıra numaralarında “Devlet ormanı” niteliği ile Hazine adına tapuya tescil edilmiş, kütüğün Özel sütununda “Ziraat Vekaletine tahsisli” olduğu açıklanmıştır. Taşınmazın bulunduğu çalışma alanında 1972 yılında yapılan genel kadastro çalışmaları esnasında yukarıda tarih ve sayısı yazılı tapu kayıtları 211, 212. 213. 214 ve 215 parsellere revizyon görmüş, “devlet ormanı” niteliği ile Hazine adına kadastro yolu ile tapuya tescil edildikten sonra 14.10.1996 tarihinde yapılan birleştirme sonucu 226 parsel, aynı tarihte yapılan ayırmada da 242 ile 265 parseller oluşmuştur. Son defa yapılan ayırma sonucu oluşan parsellerin “Devlet Ormanı” niteliği değiştirilerek “hali arazi” niteliği ile Hazine adına tespit edilmiş, tapu kaydının özel sütununda “2/B madde dışıdır” denilmiştir.
Davacı vekili kazanmayı sağlayan eklemeli zilyetliğe dayanarak iptal ve tescil isteğinde bulunmuştur. Mahkemece uyuşmazlık konusu taşınmaz bölümünü kapsayan 250 parselin kesinleşmiş orman sınırlama hattının dışında kalan, orman sayılmayan yerlerden olduğu, kazanma koşullarının davacı lehine gerçekleştiği gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
Bir yerin kazandırıcı zamanaşımı ve zilyetlik yolu ile edinilebilmesi için Kanunda yazılı diğer kazanma koşulları yanında taşınmazın niteliği itibariyle kazanılmaya elverişli yerlerden olması gerekir. Ayrıntıları dosya arsında bulunan yetkili Orman Kadastro Komisyonlarınca düzenlenen sınırlama haritası, tutanakları ve eklerine göre dava konusu parsel ve çevresinde bulunan tüm taşınmazlar orman sayılan yerlerden olması nedeniyle “devlet ormanı” olarak sınırlandırılmış ve itiraz olmaksızın kesinleştikten sonra yukarıda tarihi ve sayısı yazılı tapu kayıtları ile Hazine adına tapuya tescil edilmiştir. Sınırlamaya ilişkin harita, tutanaklar ve dayanak tapu kayıtlarının oluşumuna esas olan dayanak tapu kayıtlarına, teknik bilirkişiler tarafından düzenlenen krokilerdeki açıklamalara göre, 250 parsel 07.12.1944 tarih ve 7 numara ile Hazine adına tapuya tescil edilen Soğuksu, Ali Paşa Devlet Ormanı içinde kalan bir yerdir. Dayanak tapu kaydına göre, Soğuksu, Ali Paşa Devlet Ormanı’nın yüzölçümü 3.679.120 m2’dir. Yetkili Orman Kadastro Komisyonlarınca düzenlenen haritaya göre Soğuksu, Ali Paşa Devlet Ormanı, Soğuksu Vakıf Ormanı, Soğuksu Devlet Ormanı, Reşadiye Devlet Ormanı, Simitçi Yatağı Devlet Ormanı, Simitçi Yatağı Vakıf Ormanı ve Kovanpınarı Devlet Ormanları ile çevrili bulunmaktadır. Alemdağ Orman İşletme Şefliğinin 07.04.1999 gün ve 320 sayılı karşılık yazısına ekli Tapu İdaresinin 24.06.1954 gün ve 2276 yevmiye numaralı tapu kaydına göre, Alemdar-Reşadiye Köyü, Yediveren- Orta, Meşeliburun-Orta, Taşlıburun, Kovanpınarı, Domuzgölleri, Defneli, Simitçiyatağı ve Soğuksu mevkiilerindeki 8 parça taşınmazın “Atik Valide Vakfı” adına kayıtlı iken bu yerlerin birbirine bitişik olması nedeniyle birleştirilerek bir parça halinde 4785 sayılı Kanununun hükümleri uyarınca devletleştirildiği, devletleştirme nedeniyle İstanbul Devlet Ormanı İşletme Müdürlüğünün 16.04.1954 gün 5352/5033 sayılı yazılarına dayanılarak Hazine adına tescil edildiği bildirilmiştir.
Gerek orman sınırlamasının yapıldığı tarihte yürürlükte bulunan 3116 sayılı Orman Kanunun ve gerekse 1956 yılında yürürlüğe giren 6831 sayılı Orman Kanunun hükümleri uyarınca orman sayılan bir yerin kazandırıcı zamanaşımı ve zilyetlik yoluyla edinilmesi mümkün olmadığı gibi böyle bir yerin özel mülkiyet şeklinde tapuya tescil edilmesi de mümkün olmaz. Diğer taraftan 3402 sayılı Kadastro Kanununun 17. maddesi hükmüne göre orman sayılan bir yerin imar ve ihya yoluyla da kazanılması mümkün bulunmamaktadır. Orman sınırlamasının yapıldığı ve kesinleştiği tarihte yürürlükte bulunan 3116 sayılı Orman Kanununun 13. maddesi hükmüne göre sınırlanması yapılmış ve kesinleşmiş olan ormanların hiç bir harç ve resim alınmaksızın Hazine adına tescil edileceği açıklanmıştır.
Yukarıda da izah edildiği üzere, dava konusu parsel ve çevresindeki tüm taşınmazlar 1942 yılında yapılan orman sınırlamaları sırasında Devlet ormanı olarak sınırlanmış ve bu niteliğiyle Hazine adına tapuya tescil edilmiştir. Her ne kadar 14.10.1996 tarihinde yapılan ayırma sonucu taşınmazın “hali arazi” niteliği ile Hazine adına tescil edilmiş ise de, baştan itibaren “Devlet ormanı” olarak sınırlandırılan ve bu niteliği ile tapuya tescil edilen bu taşınmazların niteliğinin değiştirilme sebebi açıklanmamıştır. “Devlet ormanı” olarak tapuya tescil edilen bir yerin ayırma veya birleştirme işlemleri sırasında eski niteliğinin bırakılarak “hali arazi” niteliği ile tapuya tescil edilmiş olması hukuken bir değer taşımayacağı gibi bu nedenle de taşınmazlar devlet ormanı niteliğini yitirmezler.
Böyle bir yer ancak 6831 sayılı Orman Kanunun değişik 2/B maddesi hükmü uyarınca bilim ve fen bakımından orman niteliğini yitirmesi ve bu nedenle orman dışına çıkarılması, çıkarma işleminin kesinleştiği tarihten itibaren 20 yıldan fazla süre ile koşullarına uygun olarak tasarruf edilmiş olması halinde ancak böyle bir yerin kazanılması mümkün olabilir. Somut olayda taşınmazların bulunduğu yerde nitelik kaybı sebebiyle orman dışına çıkarma işlemleri yapılmamıştır. 14.10.1996 tarihinde yapılan ayırma ve birleştirme sonucu oluşturulan dava konusu 250 parselin “düşünceler ve işlemin şekli” sütununda “2/B madde dışıdır” denilmiş ise de dayanağı olmayan bu açıklama daha sonra Tapu Sicil Müdürlüğünce doğrudan doğruya kütükten silinmiştir. Bu açıklamalar karşısında dava konusu yerin nitelik kaybı sebebiyle orman dışına çıkarılan bir yer olduğunun da kabulü mümkün değildir.
Her ne kadar bilirkişi kurulu tarafından düzenlenen 25.11.2001 günlü raporda 250 parselin 1942 ve 1943 yıllarında yapılan orman sınırlandırma hattının dışında kaldığı ve evvelden beri hiç orman olmamış kültür arazisi olduğu, 4785 sayılı Kanuna göre Devletleştirmeye tabi olmadığı, Devletleştirilen Atikvalide Vakfı adına yazılı 29.05.1930 tarih, 26 ve 33 sıra numaralarında kayıtlı tapu kayıtlarının ve haritasının kapsamında kalmadığı belirtilmiş ise de, yukarıda hukuki oluşumu ayrıntılı olarak açıklanan tapu kayıtları ve dayanak belgeler karşısında bu açıklamalar yerinde görülmemiştir. Taşınmazın yetkili Orman Kadastro Komisyonlarınca düzenlenen orman sınırlama harita ve tutanaklarının, buna dayanılarak oluşturulan tapu kayıtlarına göre, Devlet Ormanı olduğu sabit olduğundan davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçelerle davanın kabulüne karar verilmiş olması yerinde görülmemiştir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI: Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, 6831 sayılı Orman Kanununun 2/B maddesi uygulaması ile orman sınırı dışında bırakılan taşınmazın hazine adına olan tapusunun iptali ve davacı adına tescili isteminden ibarettir.
Davacı, Ümraniye ilçesi Reşadiye Köyü 250 nolu parselin 1972 yılında yapılan tapulama çalışmaları sırasında sehven tapulama dışı bırakıldığını, bu yerin hiçbir zaman orman olmadığı gibi, orman tahdit sınırları içinde de kalmadığını, buna karşılık 1996 senesinde yapılan kadastro çalışmaları sırasında davaya konu edilen 250 nolu parsel 6831 sayılı Orman Kanunun 2/B maddesinde kalan bir yermiş gibi düşünülerek Hazine adına tapuya tescil edildiğini, daha sonra Ümraniye Kadastro Müdürlüğünün yapılan bu yanlışlığı fark ederek durumu Tapu Sicil Müdürlüğüne bir yazı ile bildirmesine rağmen, Hazine adına yapılan tespit ve tescilin değiştirilmediğini ileri sürerek, kadastroca Hazine adına yapılan tespit ve tescilin iptali ile adına tapuya tescilini istemiştir.
Davalı Hazine, yapılan tespitin doğru olduğunu, dava konusu taşınmazın öncesinin orman olup, özel mülkiyete konu edilemeyeceğini savunarak davanın reddini istemiştir.
Yerel mahkeme ile Özel Daire arasındaki uyuşmazlık, taşınmazın öncesinin orman olup olmadığı, zilyetlikle kazanmaya elverişli bulunup bulunmadığı ve zilyetlikle kazanma şartlarının oluşup oluşmadığı konusundadır.
Dava konusu taşınmazın bulunduğu bölgede 1942 yılında 3116 sayılı Orman Kanunu uyarınca orman tahdidi, 1972 yılında ise arazi kadastrosu yapıldığı tartışmasızdır.
3116 sayılı Kanun ile Devlet ormanlarının tahdidi yapılmış olup, vakıflara, kamu kurum ve kuruluşlarına ve özel kişilere ait ormanların tahdidi ise yapılmamıştır.
13.7.1945 tarihinde yürürlüğe giren 4785 sayılı Kanunda ise, kanunda öngörülen istisnalar dışında tüm ormanlar Devletleştirilmiştir. Tahdit tarihi itibariyle Devlet’e ait olmayan ormanların tahdidinin yapılmaması yasadan kaynaklanmaktadır. Bu itibarla, taşınmazın tahdit dışında kalmış olması o yerin “orman olmadığı” şeklinde kabulünü gerektirmez.
Çekişmeli taşınmazın bulunduğu bölgede 1972 yılında arazi kadastrosu yapıldığı ve taşınmazın tespit dışında bırakıldığı belirlenmiştir. Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü, Ümraniye Kadastro Müdürlüğü’nün 19.3.1988 gün B.021.TKG.4348420/289 sayılı yazıları ile “1972 yılında Reşadiye Köyünde yapılan tapulama çalışmaları sırasında anılan bölge (247-250 nolu parselin bulunduğu kısım) zuhulen orman olduğu zannedilerek sehven tapulama dışı bırakıldığı…” bildirilmiştir. Bölgede tapulama işlemi 766 sayılı Tapulama Kanunu uyarınca yapılmıştır. Her olaya vuku bulduğu tarihteki kanun hükümlerinin uygulanması gerekir. Anılan Tapulama Kanunu’nun 2. maddesinde ormanların tapulama dışı (tespit dışı) bırakılması zorunludur. Tapulama ekibi tarafından taşınmaz, kanunun amir hükmü gereğince “orman olarak tespit dışı” bırakılmıştır. Kadastro Müdürlüğü yazısında belirtildiği gibi tapulama dışı bırakma işleminin yanılgıya dayalı olması mümkün değildir. Üstelik Kadastro Müdürlüğü, yapılan işlemin niteliğini belirtmekle yükümlü olup yorum yapmak durumunda değildir. Kaldı ki, Kadastro Müdürlüğünün yorumu olaya da uygun düşmemektedir. Şöyleki; taşınmazın doğu, kuzey ve güneyi eylemli olarak ormanla çevrilidir. Bu olgu tahdidi yapılan Devlet ormanıyla taşınmazın bir bütün olduğunu kanıtlamaktadır. Öte yandan, 2.12.1999 tarihli ormancı bilirkişi Prof.Dr. Orman Yüksek Mühendisi Turgay Aykut ile fen bilirkişisi Faruk Pala tarafından düzenlenen raporun 4. maddesinde “Büyük bir bölümü otsu bitki örtüsü ile kaplı olan 250 parsel sayılı taşınmazın bazı bölümlerinde yaşlı meşe ağaçlarına da rastlanmıştır.” denilmektedir. Bilirkişiler ormancı Prof.Dr. H.Cahit Şat, ziraatçı bilirkişi Solmaz Acar ve kadastro teknisyeni Faruk Pala tarafından düzenlenen 26.3.1999 tarihli raporda “Arazinin üstü genellikle çayır ve eyrelti otlarıyla kaplı olup, az sayıda emekle yetiştirilmiş 10-15 yaşlarında bazı süs ve meyve ağaçlarına da rastlanmaktadır.” sözlerine yer verilmiştir. Her iki bilirkişi kurulunun gözlemi ve raporu birbirini doğruladığı gibi arazi kadastrosu sırasında taşınmazın orman olması nedeniyle tapulama dışı bırakıldığı olgusunu da doğrulamakta ve güçlendirmektedir.
6831 sayılı Orman Kanunu’nun 1. maddesi gereğince “Tabii olarak yetişen veya emekle yetiştirilen ağaç ve ağaçcık toplulukları yerleriyle birlikte orman sayılır. Orman kavramına yerleri de dahildir. Bu nedenle, orman örtüsünün kaldırılmış olması o yerin öncesinin orman olmadığı anlamına gelmez ve o şekilde yorumlanamaz. Yerel bilirkişiler ve bazı tanıklar taşınmaz üzerinde 50-60 yıllık zilyetlikten söz etmektedirler. Bu beyanlar maddi olgu olan tespit dışı bırakma işlemiyle bağdaşmadığı gibi ormancı bilirkişi raporlarıyla da bağdaşmamaktadır. Zira sözü edilen bilirkişi raporlarında açıkça inşaat yapılmaya ve fidanlar dikilmeye başlandıktan sonra taşınmazın kullanılmaya başlanıldığı bildirilmiştir. Teknik bilirkişilerin bu değerlendirmeleri de dosya içeriğine uygun düşmekte, yerel bilirkişi ve tanık beyanları soyut nitelikte kalmaktadır.
3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 18/2 ve 17. maddeleri uyarınca orman ve orman toprağının zilyetlikle kazanılması ve özel mülkiyete konu olması mümkün değildir. Kaldı ki, dosya kapsamından davacı tarafın kazanma sağlayacak bir zilyetliğinin varlığı da kanıtlanamamıştır.
Açıklanan ve Daire kararında gösterilen diğer gerekçelere göre bozma kararına uyulması gerekirken direnilmesi usul ve yasaya aykırı olduğundan direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davalı Hazine vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının açıklanan nedenlerle H.U.M.K 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, 21.1.2004 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1–170 K: 1999/167 T: 24.3.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/7-174 K: 2004/161 T: 24.3.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/714 K: 2012/78 T: 15.02.2012
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/287 K: 2007/322 T: 30.05.2007
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/327 K: 2004/348 T: 09.06.2004
Uzun yıllardan beri bir taşınmaza malik sıfatıyla zilyet olan, gerek Türk Kanunu Medenisinin 639. maddesi gerekse Kadastro Yasasının 14 ve 17. maddelerindeki taşınmaz mal kazanımına ilişkin koşulların lehine gerçekleştiği kişinin cebri icra tehdidi altında Hazine tarafından istenen işgal tazminatını ödemesi, kira sözleşmesi yapması aleyhine yorumlanamaz.
Taraflar arasındaki “kadastro tespitinin iptali” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Datça Kadastro Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 14.1.2001 gün ve 1995/53-2001/1 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 7.Hukuk Dairesi’nin 15.10.2002 gün ve 3103-4966 sayılı ilamıyla; (…Kadastro sırasında 180 ada 1 parsel sayılı 3026.20 m2 yüzölçümündeki taşınmaz vergi kaydına ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanılarak E. T. adına tespit edilmiştir. Davacı Hazine davalı adına olan ve nizalı taşınmaza uygulanan tapu kaydının iptal edildiğini, davalıdan ecrimisil ve kira bedelleri alındığını ileri sürerek dava açmıştır. Mahkemece davanın kısmen kabulüne, teknik bilirkişinin düzenlediği 21.12.2000 tarihli haritalı raporda (A) harfi ile gösterilen 2493 m2.lik kısmının E. T. mirasçıları adına, aynı krokide (B) harfi ile gösterilen 533.20 m2.lik kesiminin Hazine adına tapuya tesciline karar verilmiş; hüküm davacı Hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Dava ve temyiz konusu taşınmazın bilirkişi haritasında (A) harfi ile gösterilen 2493 m2.lik bölümünün davalı tarafın dayandığı tapu kaydının kapsamında kaldığı bu kaydın iptaline dair mahkeme kararının bulunmadığı ve bu kaydın halen geçerli olduğu gerekçe gösterilerek hüküm kurulmuş ise de varılan sonuç dosya içeriğine uygun değildir. Datça Sulh Hukuk Hakimliğinin 16.3.1954 tarihli tapu sicil memurluğuna hitaben yazdığı yazıda 2493 m2 yüzölçümlü 15.2.1951 gün 12/10 sayılı C. oğlu E. T.’e ait tapu kaydının mahkemenin 15.3.1954 gün 1954/3-10 sayılı ilamı ile iptal edildiği bildirilmiş ve kaydına işaret olunması istenmiştir. Her ne kadar tapu kütüğünde bu hususun işlenip işlenmediği anlaşılamamış ve Sulh Hukuk Mahkemesinin kesinleşen kararı bulunamamış ise de daha sonra uzun yıllar E. T. tarafından hazineye işgal tazminatı ödenmiş 1990 yılında bu taşınmazı hazineden kiralamış daha sonra yine işgal tazminatı ödenmesi için yazı yazılmıştır. Hazineye işgal tazminatı ödenmiş ve özellikle aynı taşınmazla ilgili olarak hazine ile kira sözleşmesi yapılmış olması karşısında davalı tarafın miras bırakanı E. T.’in kendisine ait tapu kaydının iptal edildiğini bildiği anlaşılmaktadır. Bu durumda temyiz konusu taşınmazın 2493 m2.lik bölümünün de hazine adına tesciline karar verilmesi gerekirken delillerin değerlendirilmesinde yanılgıya düşülerek davanın reddine karar verilmesi isabetsizdir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Davacı Hazine vekili, Datça ilçesi, Hızırşah Köyü, 180 ada, 1 parsel sayılı taşınmazın kadastro tespiti sırasında E. T. adına tespit edildiğini, tespitin isabetsiz olduğunu; esasen taşınmazı kapsayan 15.2.1951 tarih, 12/10 numaralı tapu kaydının Hazine tarafından Datça Sulh Hukuk Mahkemesinde açılan iptal davası sonunda 15.3.1954 tarih 1954/3 Esas, 1954/10 numaralı kararla iptal edildiğini, bu hususun Sulh Hukuk Mahkemesince tapu memurluğuna bildirildiğini; kaydın terkininin istendiğini; 1978-1982 yılları arasındaki dönemde taşınmazın davalı tarafından fuzulen işgal edildiğini, 1983 yılında aynı taşınmazın Hazine tarafından E. T.’e 5 yıl süre ile kiralandığını; buna göre dava konusu taşınmaz üzerinde davalı ve mirasçıları yararına zilyetlikle mülk edinme koşullarının oluşmayacağını ileri sürerek 1 parselin E. T. adına yapılan tespitinin iptali ile davacı hazine adına tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı E. T. mirasçıları davaya cevap vermemişler, yerel mahkemece davalıların dayandıkları kaydın iptal edildiğine dair tapuda herhangi bir kayıt bulunmadığı, dayanak kaydın geçerliliğini devam ettirdiği, teknik bilirkişinin 21.12.2000 tarihli raporunda A harfi ile gösterilen bölümünün davalıların murisinin tapu kaydı kapsamında kaldığı, bu kısım bakımından tespitin doğru olduğu, B harfi ile gösterilen kayıt fazlası bölüm üzerinde ise davalıların murislerinin kiracı sıfatı ile zilyetliğinin söz konusu olduğu, malik sıfatıyla zilyet olmadığı, kazandırıcı zaman aşımı koşulları oluşmadığı gerekçesiyle davacının davasının kısmen kabulüne karar verilmiş, hüküm özel dairece yukarıda yazılı gerekçe ile bozulmuştur.
Dava, zilyetlik nedeniyle davalı adına tespit ve tescil edilen tapunun iptali, davacı hazine adına tescili isteminden ibarettir.
Davaya konu taşınmaz, Türk Kanunu Medenisi madde 639/1 ve 3402 sayılı Kanunun 14 ve 17.maddeleri uyarınca davalı adına tespit edilmiştir. Dinlenen yerel bilirkişiler, tespit bilirkişileri, babası C. ve C.’in satış yoluyla temlikinden sonra davalılar murisi E.’in taşınmaza 50-55 yıldır zilyet olduğunu söylemişlerdir. E. T. adına 15.2.1951 tarih, 5 sıra noda kayıtlı tapu kaydı, ilçe idare kurulunun kararına dayanılarak idari yoldan oluşmuştur. Sulh Hukuk Mahkemesince, tapu sicil müdürlüğüne yazılan 16.3.1954 tarih 954/3 sayılı yazıda, tapu kaydının iptaline karar verildiği, İcra İflas Kanunun 28.maddesi gereğince bu durumun kaydına işaret olunması bildirilmiştir. İptalin dayanağı dosya ve karar kartonu, bütün aramalara rağmen mahkemece bulunamamıştır. Bu durumda davalılar murisi adına idari yoldan tesis edilen tapunun hangi nedenle iptal edildiği anlaşılamamıştır.
Milli Emlak Memurluğu görevlilerince taşınmazın E. T. tarafından kullanılması nedeniyle 10.12.1982 tarihinde tespit yapılmış, tutanak tutulmuş, tutanakta adı geçenin 1978-1982 yılları arasında taşınmazı kullandığı belirtilmiştir. E. T. 28.1.1983 tarihinde kendisinden istenen ecrimisili ödemiş, 4.1.1983 tarihinde taşınmazı kiralamak için arazi kira istek beyannamesi vermiş, 2.12.1983 tarihinde hazine ile 5 yıllık kira sözleşmesi imzalamıştır. Davalı E. T. ve mirasçıları dayanak tapunun iptal edildiği 1954 yılından sonra, davanın açıldığı tarihe kadar taşınmaz üzerindeki zilyetliklerini sürdürmüşlerdir.
Bilindiği üzere 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu 1.1.2002 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Bu kanunun 7/3.maddesi her ne kadar mülkiyetin, kazanım koşullarının gerçekleştiği anda doğacağını amirse de dava tarihinde bu kanun henüz yürürlüğe girmediğinden uygulama yeri bulamaz. Dava tarihinde uygulanması gereken, Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 4.12.1998 gün ve 1996/4 Esas ve 1998/3 Karar sayılı ilamıdır.Bu kararda, Türk Kanunu Medenisinin 639/1 maddesine göre verilen tescil kararının yapıcı, kurucu, yenilik doğuran bir karar olduğu ve mülkiyet hakkının bu kararının kesinleştiği anda kazanıldığı ilkesi vurgulanmıştır.
Önemle belirtelim ki uzun yıllardan beri bir taşınmaza malik sıfatıyla zilyet olan, gerek Türk Kanunu Medenisinin 639.maddesi gerekse Kadastro Yasasının 14 ve 17.maddelerindeki taşınmaz mal kazanımına ilişkin koşulların lehine gerçekleştiği kişinin cebri icra tehdidi altında Hazine tarafından istenen işgal tazminatını ödemesi, kira sözleşmesi yapması aleyhine yorumlanamaz. Çünkü kişi, hazine tarafından istenen işgal tazminatını ödemediği ve taşınmazın elinden alınacağı korkusuyla kira sözleşmesi yapmadığı takdirde hakkında Amme Alacaklarının Tahsili Usulü Hakkındaki Kanun hükümleri uygulanacak ve ödeme yapmadığı, mal beyanında bulunmadığı durumda hapsen tazyik (hapis ile zorlama) yaptırımı ile karşı karşıya kalacaktır.
Davalılar murisinin amacı, taşınmazı elinde tutmak ve sahip olmaktır. Dosyadaki bilgi ve belgelere göre davalılar murisi dayanak tapusunun iptal edildiği 1954 yılından sonra devletin hüküm ve tasarrufu altındaki iktisap edilebilir yer haline gelen taşınmazı kullanmaya devam etmiş, dava tarihinde 20 yıllık iktisap süresi fazlasıyla dolmuştur. Bu durumda anılan kişinin ecrimisil ödemesi, kira sözleşmesi yapması hazinenin üstün mülkiyet hakkını kabul ettiği anlamına gelmez. Mülkiyet hakkından vazgeçtiğini de göstermez. Bu durum bir kimse kendi aleyhinde beyanda bulunamaz ilkesine de aykırıdır. Nitekim Hukuk Genel Kurulunun 24.9.2003 gün 2003/8-592 E, 508 K ve 5.5.2004 gün, 2004/8-252 E, 257 K sayılı ilamlarında da aynı ilke vurgulanmıştır.
Ne var ki yerel mahkemece davalı yararına zilyetlikle iktisap koşullarının oluşması yönünde yapılan araştırma yetersizdir.Taraf tanıkları dinlenilmemiş taşınmaz üzerindeki ağaçların nitelikleri belirtilmemiştir. O halde mahallinde yeniden uzman bilirkişi vasıtasıyla keşif yapılmalı, tarafların gösterecekleri tanıklar dinlenilmeli, davalıların zilyetliklerini nasıl ve ne şekilde sürdürdükleri belirlenmeli, uzman bilirkişiden taşınmaz üzerindeki ağaçların yaşları, nitelikleri bakımından rapor alınmalı, davalı yararına zilyetlikle iktisap koşullarının bir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde oluşup oluşmadığı saptanmalı varılacak sonuca göre hüküm kurulmalıdır.
Yukarıda açıklanan nedenlerle direnme kararının bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Davacı Hazine vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı HUMK.nun 429.maddesi uyarınca BOZULMASINA, 9.6.2004 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1–170 K: 1999/167 T: 24.3.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/7-174 K: 2004/161 T: 24.3.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/714 K: 2012/78 T: 15.02.2012
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/73 K: 2006/67 T: 15.03.2006
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/520 K: 2005/536 T: 28.09.2005
Çalılık ve sazlık olarak tespit dışı bırakılıp, orman olmadığı saptanan davaya konu taşınmaz bakımından 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 4. ve 17. maddelerine göre zilyetlikle kazanma koşulları lehine gerçekleşen davacının davasının kabulü gerekir.
Taraflar arasındaki “imar ihyaya dayalı tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Karaisalı Asliye Hukuk Mahkemesi’nce davanın kabulüne dair verilen 31.03.2004 gün ve 2003/201 E,- 2004/145 K. sayılı kararın incelenmesi davalı Orman Yönetimi vekili ve Hazine vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 20.Hukuk Dairesi’nin 07.04.2005 gün ve 2004/14316-2005/4241 sayılı ilamı ile;
(…Davacı vekili, dava dilekçesinde sınırlarını bildirdiği Örcün Köyünde bulunan taşınmazın tapuda kayıtlı olmadığını, kazandırıcı zamanaşımı zilyedliği yoluyla taşınmaz edinme koşullarının müvekkili yararına oluştuğunu iddia ederek Medeni Yasanın 713. maddesi hükmüne göre müvekkili adına tescilini istemiştir. Mahkemece davanın kabulüne, fen elemanı bilirkişi raporunda (A) ile işaretlenen 3300 m2’lik yerin davacı adına tapuya tesciline karar verilmiş, hüküm Hazine ve Orman Yönetimi vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava dilekçesindeki açıklamaya göre dava, Medeni Yasanın 713. maddesi hükmü uyarınca tapusuz olan taşınmazın tesciline ilişkindir.
Çekişmeli taşınmazın bulunduğu yerde tesbit tarihinden önce orman kadastrosu yapılmamıştır. Genel arazi kadastrosu işlemi 1954 yılında yapılmış ve sonuçları 06.07.1954-04.08.1954 tarihleri arasında ilan edilmiş ve kesinleşmiştir. Kesinleşme tarihi ile davanın açıldığı tarih arasında 20 yıllık süre geçmiştir.
Mahkemece verilen karar usul ve yasaya aykırıdır. Çekişmeli taşınmazın bulunduğu yerde genel arazi kadastrosunun 1954 yılında yapıldığı ve 05.08.1954 tarihinde kesinleştiği, taşınmazın çalılık ve sazlık olması nedeniyle tapulama harici bırakıldığı anlaşılmaktadır. 3402 Sayılı Kadastro Yasasının uygulanmaya başladığı tarihe kadar kadastrosu yapılacağı ilan edilen ve önceden sınırları belirlenen çalışma alanları içerisindeki ormanlar tesbit dışı bırakılmışlardır. 3402 Sayılı Kadastro Yasasının yürürlüğünden sonra ise anılan yasanın 4. maddesi gereğince işlem yapılmıştır. Her ne kadar orman ve yerel bilirkişi, çekişmeli yerlerin orman sayılmayan yerlerden olduklarını açıklamışlar ise de, kadastro işlemi olan tesbit dışı bırakma işlemine ve resmi belgelere uygun düşmeyen bilirkişi sözlerine ve raporlarına değer verilemez. Zaman içinde taşınmaz üzerindeki orman bitki örtüsünün kaldırılmış olması, o yerin orman niteliğini kaybettiği anlamına gelmez. Dava konusu taşınmazın tespit tarihinde yürürlükte bulunan yasa hükümlerine göre, sazlık – çalılık yerlerden olması nedeniyle tespit dışı bırakılarak orman olduğu belirlendiğine göre, taşınmazın orman olmadığı hususu, ancak yörede yapılıp kesinleşecek orman kadastrosu sonucu tahdit haritası dışında bırakılması halinde kabul edilebilir. Orman kadastrosunun yapıldığı tarihe kadar taşınmazlar orman sayılır. Taşınmazların zilyetlikle iktisabı bu tarihten sonra mümkün hale gelir. Bu durumda, orman kadastrosunun kesinleşme tarihi zilyetliğin başlangıcına esas teşkil eder. Başka bir anlatımla, yörede yapılacak orman kadastrosunun kesinleşeceği güne kadar, taşınmaz orman sayılan yerlerden olma özelliğini sürdüreceğinden daha önceki tarihlerdeki zilyetliğe değer verilemeyecektir. Yargıtay H.G.K.nun 24.10.2001 gün, 2001/8-464/751 ile 12.05.2004 gün 2004/8-242-292 sayılı kararları da bu yöndedir. Davaya konu taşınmazın bulunduğu yerde, dava tarihinden önce orman kadastrosu yapılmadığı gözetildiğinde, davacı yararına zilyetlikle kazanma koşullarının gerçekleştiğinden söz edilemez. Kaldı ki; çekişmeli yer Seyhan Gölü Barajı koruma sahası içindedir.
O halde; anılan nedenlerle, davanın reddine karar verilmesi gerekirken aksi düşünce ile yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olduğundan davalılar Hazine ve Orman Yönetimi vekilinin temyiz istemlerinin kabulü gerekmiştir….)
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, imar ve ihya nedenine dayalı tescil istemine ilişkindir.
A-DAVACININ İSTEMİNİN ÖZETİ: Davacı Adana ili Karaisalı ilçesi Örcün köyünde bulunan Doğusu; Dere, Batısı;Yol, Kuzeyi; Emsal Bilgetay, Güney; 274 numaralı parsel ile çevrili taşınmazı imar ihya ederek tarla haline getirdiğini, 30 yıldan beridir nizasız ve fasılasız olarak zilyet ettiğini ileri sürerek, bu yerin adına tescilini istemiştir.
B-DAVALININ CEVABININ ÖZETİ: Davalı Orman yönetimi ve Hazine vekilleri; dava konusu taşınmazın ormandan açılma ve orman bütünlüğünü bozan bir yer olduğunu, zilyetlikle kazanılabilecek yerlerden olmadığını, orman sayılan yerlerden olduğunu savunarak, davanın reddine karar verilmesini istemişlerdir.
C-YEREL MAHKEMENİN KARARININ ÖZETİ: Mahkemece; davalı taşınmazın 1954 yılında kesinleşen arazi kadastrosu sırasında saylık ve çalılık niteliği ile tespit dışı bırakıldığı, davacının davaya konu yerin imar ihyasını tamamlamasından itibaren dava tarihine kadar 20 yılı aşkın bir süre nizasız ve fasılasız malik sıfatıyla zilyet olduğu, ziraatçı bilirkişi raporuna göre davalı taşınmaz üzerinde 30 yıldır tarımsal faaliyet yapıldığı, orman bilirkişisi raporuna göre orman sayılmayan yerlerden olduğu ve orman bütünlüğünü bozmadığı, davacı yararına zilyetlikle iktisap koşullarının oluştuğu sonucuna varılarak, davanın kabulüne karar verilmiştir.
D-TEMYİZ EVRESİ, BOZMA VE DİRENME : Davalılar Orman Yönetimi ve Hazinenin temyizi üzerine Özel Dairece yukarıya aynen alınan gerekçelerle karar bozulmuş, yerel mahkeme ise; “saylık ve çalılık olarak tespit dışı bırakılan taşınmazların orman sayılacağına ilişkin bir hüküm bulunmadığını, usul ve yasaya uygun olarak yapılan inceleme sonucunda dava konusu taşınmazın orman olmadığının anlaşıldığını, Kadastro Kanunu’nun 17.maddesine göre bu gibi yerlerin imar ve ihya ile kazanılabileceği hususunun Yargıtay’ın kökleşmiş içtihatlarından olduğunu, davacı lehine zilyetlikle kazanma koşullarının oluştuğunu” açıklayarak davanın kabulüne ilişkin ilk hükümde direnmiştir.
E-UYUŞMAZLIK: Arazi kadastrosu sırasında çalılık ve saylık niteliği ile tespit dışı bırakılan taşınmazın bulunduğu yerde orman kadastrosunun da yapılmamış olmasına göre, imar ihya yoluyla kazanılıp kazanılamayacağı noktasında toplanmaktadır.
F-GEREKÇE: İmar, ihya tarıma elverişli olmayan toprakların yoğun bir şekilde para ve emek harcanmak sureti ile tarıma elverişli hale getirilmesi eylemidir.
3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 17.maddesi imar ve ihya ile tarıma elverişli hale getirilebilmesi mümkün olan taşınmazlar için üç sınırlama getirmiştir. Buna göre, 1) orman sayılmayan, 2) devletin hüküm ve tasarrufu altında olmakla birlikte, kamu hizmetine tahsis edilmemiş olan, 3) il, ilçe ve kasabaların imar planlarının kapsamı dışında kalan arazi parçalarının, 3402 sayılı Kadastro Kanunun 14.maddesindeki koşulların gerçekleşmesi durumunda zamanaşımı ile kazanılması mümkün olabilecektir.
Bunun dışında mevzuatımızda zilyetlikle kazanma davalarında mutlaka o yerde orman kadastrosunun yapılmasının beklenmesi gerektiği yönünde bir sınırlama ve bir zorunluluk bulunmamaktadır.
Kanun koyucunun imar ve ihya sebebiyle bazı arazileri ihya edenlere verilmesini öngörmesindeki amacı, ekonomik bakımdan işe yaramaz halde bulunan arazi parçalarının, memleket ekonomisine yararlı kültür arazisi haline getirilmesini sağlamaktır.
Dava konusu taşınmazın Devletin hüküm ve tasarrufu altında olan yerlerden olduğu, bir kamu hizmetine tahsis edilmediği, imar planı kapsamında bulunmadığı belirgin olup, tespit edilmesi gereken husus, buranın orman sayılan yerlerden olup olmadığı hususudur.
Dava konusu taşınmaz Karaisalı İlçesi Örcün birliği Karaharnıp mevkiinde; doğusunda Kumdere, batısında arazi yolu, kuzeyinde kısmen arazi yolu ve kısmen şahıs zilyetliğindeki taşınmaz ve güneyinde davacının murisi üzerine kayıtlı 274 numaralı parsel ile çevrili olup, taşınmazın yüzölçümü 3.300 m2’dir.
Dava konusu taşınmazın bulunduğu yerde 5602 sayılı Kanununa göre yapılan kadastro tespiti 06.08.1954 tarihinde kesinleşmiş ve çekişmeli arazi “çalılık ve saylık” niteliği ile tespit dışı bırakılmıştır.
Davacının murisi adına kayıtlı olan 274 numaralı parsele uygulanan 1937 tarih ve 136/25 tahrir numaralı vergi kaydı dava konusu taşınmazı, kuzeyde Şevket ve doğuda Kazım olarak şahıs taşınmazı okumaktadır.
Keşifte dinlenen 1938 doğumlu yerel bilirkişi ve yine 1938 doğumlu tanık benzer şekilde dava konusu taşınmazın kadastro tespitinden önce çalılık görünümünde olduğunu, üzerinde azgan, karahan gibi bir takım küçük çalıların bulunduğunu, davacının 1970’li yılların başında arazi üzerindeki çalıları kazma kürekle sökerek kaldırdığını, ağabeysine ait traktörle zemini sürüp ekmeye başladığını, burada bulanan yabani zeytin ağaçlarını para ile başkasına aşılattırdığını ve imar ihyasını bu şekilde tamamladıktan sonra da, 20 yılı geçkin süredir zeytinlerin bakımını yaparak ve pamuk ve buğday ekerek nizasız ve fasılasız malik sıfatıyla kullandığını, taşınmazın ormanla bir ilgisinin olmadığını bildirmişlerdir.
Serbest Orman Mühendisi tarafından düzenlenen 05.02.2004 tarihli rapor ve krokide ise; dava konusu taşınmazın sınırlarında orman bulunmadığı, taşınmaz içinde orman artıkları ya da humus tabakasına rastlanmadığı, toprağın orman toprağı özelliği göstermediği, arazi eğiminin %5-6 düzeyinde olduğu, dolayısı ile toprak muhafaza karakteri taşımadığı, dört tarafının da orman ile çevrili olmaması nedeniyle orman bütünlüğünü bozmadığı, dava konusu yere 1953 tarihli hava fotoğrafı ile bütünlemesi yapılmış 1/25.000 ölçekli KOZAN N34-CI memleket haritası ile 1991 tarihli orman amenajman haritasının aplikesi sonucunda; davaya konu taşınmazın kuzey ve kuzey batısının açıklık alan, güney ve güney doğusunun çalılık alan olduğu, orman amenajman planında ziraat alanı kapsamında kaldığı, 3116 sayılı Kanuna göre orman sayılmayan yerlerden olduğu, 4785 sayılı Kanuna göre devletleştirilmediği ve 5658 sayılı Kanuna göre iadeye tabi olmadığı, dolayısıyla dava konusu taşınmazın orman sayılmayan yerlerden olduğu tespit edilmiştir.
Ziraat mühendisi bilirkişi de 11.02.2004 tarihli raporunda, ormancı bilirkişinin görüşlerini paylaşmış ve dava konusu taşınmazın tarım arazisi olduğunu açıklamıştır.
Mahkeme yaptığı miktar araştırmasında zilyetliğe engel bir durumun olmadığını saptamış, ilanlar yaptırılmıştır.
Taşlık, çalılık, hali arazi ve sazlık gibi Devletin hüküm ve tasarrufu altında olan yerlerin Türk Medeni Kanunu’nun m.713 ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 14 ve 17.maddeleri uyarınca, tespit dışı bırakılma tarihinden itibaren 20 yıldan fazla bir süre Kanunda belirtilen koşullar altında tasarruf edilmesi halinde zilyetlikle kazanılabileceği hususu Yargıtay’ın yerleşik görüşüdür (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 18.05.1984 gün 1982/7-148 E. ve 1984/564 K. sayılı ilamı, 18.02.1998 gün 1998/8-15 E. ve 1998/129 K. sayılı ilamı, 17.03.1999 gün 1999/8-168 E. ve 1999/158 K. sayılı ilamı, 06.12.2000 gün ve 2000/8-1766 E. ve 2000/1755 K. sayılı ilamı).
6831 sayılı Orman Kanunu’nun 1.maddesi orman sayılan yerleri tarif etmiş, ancak sazlıklar, step bitki örtüsü bulunan yerler ve her çeşit dikenlikler gibi yerlerin orman sayılmayacağı açıklanmıştır.
Bir taşınmazın ormandan elde edilip edilmediğinin tespiti için öncelikle,o yerde orman tahdidi yapılıp yapılmadığı hususu orman idaresinden sorulmalı, orman kadastrosu yapılan bölgelerde çekişmeli taşınmazın bulunduğu yere ait kesinleşmiş sınırlandırma haritası, çalışma ve askı tutanakları getirtilmeli, bunlar uzman orman bilirkişileri ve yerel bilirkişiler aracılığı ile yerine usulünce uygulanarak rapor ve krokide denetime elverişli ve ayrıntılı olarak taşınmazın durumu gösterilip açıklanmalıdır.
Taşınmazın bulunduğu yerde orman kadastrosu yapılmamış ise, o yerin öncesinin ne olduğu, orman sayılan yerlerden bulunup bulunmadığının belirlenmesi ve hukuksal durumunun saptanması için; varsa ilgili yerlerden memleket haritası, hava fotoğrafı, amenajman planı getirtilerek, bu belgeler serbest orman yüksek mühendisi yada orman mühendisi bilirkişi aracılığı ile mahalline uygulanmalı ve taşınmazın bu belgelerde ne olarak gösterildiği ve niteliği belirlenmelidir.
Bu uygulamanın sonucu düzenlenecek krokiye işaret ettirilerek denetime elverişli bir biçimde ayrıntılı rapor alınmalı, ayrıca raporda taşınmaz ve çevresinin bitki örtüsü üzerinde durulup, 6831 sayılı Kanunun 1. ve ilgili maddelerdeki ormanla ilgili unsurlar gözönünde tutularak orman sayılan yerlerden olup olmadığı gerekçeli bir şekilde saptanmalı, ayrıca 3116, 4785 ve 5658 sayılı Kanunlar karşısında taşınmazın durumu belirlenmelidir.
Bu ilkelerin ışığında somut olaya bakıldığında; yerel mahkemenin müzekkeresine yanıt olarak gönderilen Orman İşletme Müdürlüğü’nün 16.12.2003 tarih ve 569 sayılı yazılarında Karaisalı İlçesi Örcün Köyü sınırları içerisinde orman kadastrosu çalışması yapılmadığı bildirilmiştir. Dolayısı ile uygulanacak bir orman sınırlandırması bulunmadığına göre, hâkim yukarıda açıklanan ilkelere göre yapacağı araştırma ile bu yerin orman olup olmadığını belirleyecektir.
Yukarıda mahkemece yapılan orman araştırmasında da ayrıntılı olarak değinildiği gibi, yerel mahkemece ilkelere uygun bir biçimde orman araştırması yapılmış ve taşınmazın orman sayılmayan bir yer olduğu saptanmıştır. Gerek Türk Medeni Kanunu’nun 713.maddesi ve gerekse 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 14 ve 17.maddesinde; imar ihya ile ve zilyetliğe dayanarak taşınmaz kazanımı için bir yerde orman kadastrosunun geçmiş olması gerektiği kuralı yer almamaktadır.
Bu durumda çalılık ve sazlık olarak tespit dışı bırakılıp, orman olmadığı saptanan davaya konu taşınmaz bakımından 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 4. ve 17.maddelerine göre zilyetlikle kazanma koşulları lehine gerçekleşen davacının davasının kabulü yönündeki yerel mahkeme kararı doğru olup onanması gerekir.
SONUÇ: Davalı Orman Yönetimi ve Hazine vekillerinin temyiz itirazlarının reddi ile, hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, aşağıda dökümü yazılı (133.70 YTL) harcın Orman İdaresinden alınmasına, 28.09.2005 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY YAZISI
I- Usul Yönünden;
Özel Daire kadastro paftası ve memleket haritasındaki işaretlemeyi gözönünde bulundurarak, dava konusu yerin orman sayılan yer olduğunu kabul ederek, bozma nedenine göre diğer konuları incelemeden mahkeme hükmünü bozmuş, Yüksek Kurulun Sayın Çoğunluğu bu yerin orman sayılmayan yer olduğunu, bu konudaki araştırmanın yeterli olduğunu kabul etmiştir.
1) Dava konusu taşınmaz üzerinde bulunan ve davacı tarafından aşılandığı bildirilen yabani zeytinliklerin aşı yaşı bilirkişilerce belirlenmemiş ve dolayısıyla aşı yaşına göre zilyetlik süresinin 20 yıla ulaşıp ulaşmadığı anlaşılamamıştır. Bu konunun incelenmesi için,
2) Orman İdaresi vekili davaya verdiği cevapta, çekişmeli yerin Orman Bakanlığının 01.02.2002 gün ve 1 sayılı oluru ile “muhafaza oranı sınırları içine alındığını” bildirmiş, mahkemece bu konuda hiçbir araştırma ve inceleme yapılmamıştır. Bu konunun incelenmesi için,
3) Mahkemece, eski tarihli hava fotoğrafları ile memleket haritası dava dosyasına getirtilmemiştir. Yerleşik uygulama ve Yargıtay İçtihatları nazara alınarak orman mühendisi bilirkişi hava fotoğraflarının incelenmesine dayalı olarak rapor vermemiş ve dava konusu arazi üzerindeki bitki örtüsünün ne olduğunu hava fotoğraflarına göre açıklamamıştır. Halbuki hava fotoğrafları orman niteliğinin belirlenmesinde çok önemlidir. Yani kısaca hava fotoğrafları, memleket haritası, amenajman planı usulüne uygun olarak dava konusu yerle birlikte etrafındaki geniş arazi parçasına uygulanmamış ve bu belgelere göre gereği gibi orman araştırması yapılmamıştır. Bu konunun incelenmesi için,
4) 3402 Sayılı Yasanın 14 ve 17. maddelerinde anılan diğer imar-ihya ve zilyetlik koşullarının oluşup oluşmadığının incelenmesi için,
Sayın Çoğunluğun kabul şekline göre, dava dosyasının Özel Daireye gönderilmesine karar verilmesi gerekirdi.
II- Esas Yönünden;
Davacı gerçek kişi, yörede 1954 yılında yapılan arazi kadastrosu sırasında tesbit harici bırakılan yeri imar-ihya edip 20 yıl süre ile çekişmesiz aralıksız malik gibi kullanıldığını, yararına Medeni Yasanın 713., 3402 Sayılı Yasanın 14. ve 17 madde koşullarının oluştuğunu bildirerek adına tescil iddiası ile temyize konu davayı açmıştır.
Davalılardan Hazine taşınmazın Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan zilyetlikle kazanılabilecek yerlerden olmadığını, Orman Yönetimi de, dava konusu yerin öncesinin orman olup, ormandan açıldığını, orman bütünlüğünü bozulduğunu, öncesi orman olan yerin üzerindeki bitki örtüsü kaldırılsa bile salt orman toprağının orman sayılan yerlerden olduğunu, ayrıca Orman Bakanlığının 01.02.2002 gün 1 sayılı olurları ile oluşturulan muhafaza ormanı sınırlarında kaldığını bildirerek davanın reddini istemiştir.
Mahkemece, yapılan araştırma sonucu alınan bilirkişi raporu ile yerel bilirkişi ve tanık beyanlarına göre, dava konusu taşınmazın 1954 yılında yapılan arazi kadastrosunda, çalılık-saylık olarak tesbit harici bırakıldığı, öncesinin çalılık yerlerden iken 1970’li yıllardan itibaren üzerindeki çalılıkların temizlenip yabani zeytin ağaçlarının aşılattırıldığını ve davacının o yıllardan beri sürdürdüğü zilyetliğin kazandırıcı zamanaşımı süresine ulaştığını, taşınmazın orman sayılmayan yer olduğunun belirlendiği
Orman Yönetimi ve Hazinenin temyizi üzerine Dairece diğer konular incelenmeksizin sadece arazi kadastrosu sırasında çalılık-saylık olarak bırakılan arazinin o yerde orman kadastrosu yapılıncaya kadar orman sayılacağı, orman kadastrosunun yapılıp kesinleştiği tarihten sonra kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine konu olabileceği gerekçesiyle mahkeme hükmü bozulmuştur.
Mahkemenin önceki kararında direnmesine ilişkin kararının Yüksek Kurulun sayın çoğunluğunun oylarıyla onanmasına karar verilmiştir.
1) Dosyadaki kadastro pafta örneğinden görüldüğü gibi, dava konusu yerin bitişindeki ve yakınındaki tarım parselleri pafta üzerinde serpili vaziyette ve öbek öbek gösterilmiş ve kadastro paftası üzerine, parseller arasındaki boşluklara çalılık-saylık yazılmıştır. Yüksek Kurulun Sayın çoğunluğu, kadastro paftası üzerine “çalılık-saylık” değil de “Orman” yazılmış olsaydı, bu takdirde H.G.K.’nun 12.05.2004 gün ve 242-292 sayılı kararında benimsenen ilkeye uygun olarak, bu yerde orman kadastrosunun yapılıp kesinleştiği güne kadar dava konusu yerin orman sayılacağı ve o tarihten sonra imar-ihya ve zilyetliğe konu olabileceği, mademki kadastro paftası üzerine çalılık yazılmıştır, öyle ise bu yer orman değildir görüşündedir.
2) Dava konusu arazinin bulunduğu yerde bu güne kadar orman kadastrosu yapılmamıştır. Yerel mahkemenin direnmesine gerekçe yaptığı Dairemize ait kararlara konu Dörtler Köyünde 18.07.1998 tarihinde ilanı yapılarak kesinleşen orman kadastrosu bulunmaktadır. Bu nedenle, o kararlar temyize konu bu davada emsal olamaz.
Yüksek Kurulun ve Dairemizin kararlılık kazanan uygulama ve içtihatlarına göre, orman kadastrosunun yapılmadığı yerlerde bir yerin orman sayılan yerlerden olup olmadığı, en eski tarihli hava fotoğrafı, memleket haritası ve amenajman planının üçünün birlikte dava konusu yer ile beraber çevre araziye de uygulanması sonucu belirlenmesi gerekir. Başka bir anlatımla, küçük yüzölçümlü arazinin tek başına incelenerek o yerin orman niteliği belirlenemez. Etrafındaki geniş arazi kesiminin de bu resmi belgelere göre değerlendirilmesi gerekir.
3) Dava dosyasına memleket haritası ve hava fotoğrafı getirtilmemiştir. Orman bilirkişisinin bilgisayardan tarayarak raporunda gösterdiğine 1953 yılında çekilmiş hava fotoğrafından bütünlemesi yapılarak düzenlenen 1/25.000 ölçekli memleket haritasında, dava konusu yer ve etrafı geniş bir yeşil alan olarak gösterilmiş ve bu yeşil alan iğne yapraklı ağaç sembolüyle işaretlenerek, ağaçların boyunun 0,5-10 m olduğu, yine harita üzerine yazılmıştır.
4) H.G.K.’nun ve Dairemizin bir çok kararlarında kabul edilen ve önceki yıllarda orman kadastrosu ile ilgili davaların temyiz incelemesini yapmakta olan 14. Hukuk Dairesinin 15.02.1991 gün ve 1991/606-1516 sayılı kararındaki ilkeye göre “Bir taşınmazın orman olup olmadığının belirlenmesi için uygulamada en önemli hukuki dayanaklar hava fotoğrafları ve memleket haritalarıdır. Haritaların ve hava fotoğraflarının kişisel düşüncelerle yok sayılması veya bu belgelerdeki bulguların bir tarafa itilmesi asla kabul edilemez. Hava fotoğrafları ve memleket haritaları gerçeğin ifadesidir. Taşınmazların bu günkü fiili durumları önemli olmayıp, orman bitki örtüsünün tahrip edilmiş olması o yeri orman olmaktan çıkarmaz.”
1953 tarihinde Harita Genel komutanlığı ekiplerince çekilen hava fotoğrafı ve bu fotoğraflar esas alınarak düzenlenen memleket haritası varken ve bu haritada dava konusu yer ve etrafı iğne yapraklı orman ağacı olarak işaretlenip ağaçların boyları da 0,5-10 m yazılmışken, bu tarihten sonra düzenlenen kadastro paftası üzerine kadastro teknisyenlerince çalılık-saylık yazılmış olmasının gerçeği yansıtmadığı apaçık ortadadır. Kadastro paftası üzerindeki yazıların doğru olmadığını, bu haritaların düzenlenmesinden bir yıl önce çekilen ve güçlü delil niteliğinde bulunan hava fotoğraflarından yararlanılarak düzenlenen memleket haritası kanıtlamaktadır. Ormancı bilirkişi düzenlediği krokide de dava konusu yerin güneydoğu sınırının eylemli orman alanına dayandığını göstermiştir. Bu durumda, ormancı bilirkişinin raporundaki açıklamalarıyla düzenlediği kroki dahi biribiriyle çelişkilidir. Orman Bilirkişisinin uyguladığı amenajman planı 1991 tarihlidir. Sadece amenajman planı bir yerin orman olup olmadığını göstermeye yeterli değildir. 1953 tarihli hava fotoğrafı esas alınarak düzenlenen memleket haritasında geniş bir orman alanı olarak gösterilen arazide, eğimi düşük fundalık çalılık olan yerler ile ormansız açık alanların ya da bodur çalılıkların bulunması doğaldır. Bu tür yerler orman bütünlüğü içinde ormandan ayrılmayan, ormanın uzantısı olan orman içi açıklığı niteliğindeki yerlerdir. 6831 Sayılı Yasanın 17/2. maddesi orman içindeki bu tür yerlerin kişiler adına tapuya tescil edilmesini yasaklamıştır.
5) Kadastro Yasasının 17/1. maddesi hükmüne göre, orman sayılmayan Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan kamu hizmetine tahsis edilmeyen araziler, imar-ihya ve zilyetlik yoluyla kazanılabilir. Ne var ki; dava konusu taşınmaz 3300 m2’dir. Orman bilirkişisi raporunda hava fotoğrafları incelenmemiş ve hava fotoğrafında taşınmaz üzerindeki ve çevresindeki bitki örtüsünün ne olduğu açıklanmamıştır. Ziraatçi bilirkişi ise aşı yaşlarını açaklamadan 10 adet 25-30 yaşlarında aşılı zeytin ağacı olduğunu bildirmiş, keşif sırasında dinlenen yerel bilirkişi ve davacı tanığı, dava konusu yer üzerindeki yabani zeytin ağaçlarının davacı tarafından başkalarına aşılatıldığını söylemiştir. Yabani zeytin ağacının orman hukukundaki ismi “delice”dir ve deliceler de orman ağacıdır. Bu haliyle dava konusu yerin bir bölümünün orman içi açıklık, bir bölümünün de fiilen ve eylemli orman olduğu anlaşılmaktadır. HGK’nun 1996/599 sayılı kararında açıklandığı gibi orman ağaçlarıyla kısmen kapalı olan taşınmaz, orman sayılan yerlerdendir.
6) 6831 Sayılı Yasanın 1/j maddesi hükmüne göre. “funda veya makiliklerle örtülü orman ve toprak muhafaza karakteri taşımayan yerler” orman sayılmazsa da, bu tür yerlerin orman sayılmaması için, ormanların içinde ve bitişiğinde olmaması, orman bütünlüğünü bozmaması gerekir. Somut olayda, dava konusu yer ormanın devamı olup ormanın içindedir ve ormandan ayrılması mümkün olmayan yerlerdendir. Bu nedenle, orman sayılan yer olması nedeniyle 3402 Sayılı Yasanın 17/1. maddesi gereğince imar-ihya ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği yoluyla kazanılacak yerlerden değildir.
SONUÇ 1) Yüksek Kurulun Sayın Çoğunluğunun görüşünün aksine, Mahkemece hava fotoğrafı getirtilmemiş, bilirkişi de hava fotoğrafını incelediğini raporunda açıklamamış, bu fotoğraflarda dava konusu yer ile çevresindeki bitki örtüsünün niteliği belirlenmemiş, memleket haritası üzerindeki işaret ve yazılarla kadastro paftası üzerindeki yazı arasındaki çelişki giderilmemiştir. Bu nedenle orman araştırmasının bu yönleriyle yetersiz olduğu,
2) Yüksek Kurulun Sayın çoğunluğun orman araştırmasının yeterli olduğu sonucuna varan direnme kararını kabul ettiğine göre, Özel Dairece diğer konuların incelenmesi için dava dosyasının özel daireye gönderilmesine karar verilmemiş olduğu,
3) Kadastro paftasının aksi, daha eski tarihli ve güçlü delil niteliğinde olan memleket haritası ile kanıtlanmıştır. Bu haritaya göre dava konusu yer geniş orman arazisinin bir parçasıdır ve orman bütünlüğü içinde Seyhan Baraj Gölüne çok yakın orman sayılan yerdir. Bu haliyle 3402 Sayılı Yasanın
17/1. maddesi gereğince İmar-ihya ve zilyetlik yoluyla kazanılacak yerlerden değildir. Açıklanan nedenlerle; Mahkeme kararının bozulmasını düşündüğümüzden Yüksek Kurulun Sayın Çoğunluğunun görüşüne katılmıyoruz.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1–170 K: 1999/167 T: 24.3.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/7-174 K: 2004/161 T: 24.3.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/714 K: 2012/78 T: 15.02.2012
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/73 K: 2006/67 T: 15.03.2006
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/73 K: 2006/67 T: 15.03.2006
Zilyetlikle iktisap davalarında taşınmazların tutanak ve dayanağını oluşturan belgeler getirtilip dosya ikmal edildikten sonra mahallinde keşif yapılmalı, yerel bilirkişi ve tanıklardan taşınmazların geçmişte ne halde bulunduğu, kime ilişkin olduğu, kim tarafından ne zamandan beri, ne suretle kullanıldığı, kullanmanın ekonomik amaca uygun bulunup, bulunmadığı, taşınmaz üzerindeki tasarruf kadastro tespitinden önce sona erdirildiğine göre, bunun terk iradesine dayalı olup olmadığı etraflıca sorulup saptanmalı, bilirkişi ve tanık sözlerinin eylemli duruma uygunluğu varsa komşu parsel tutanak ve dayanakları ile denetlenmeli; beraberce götürülecek uzman ziraat mühendisi veya mühendisler kurulundan taşınmazların niteliğini belirtir ayrıntılı ve gerekçeli rapor alınmalı, uzman ziraat bilirkişisince murisi ve davacı tarafından dikildiği iddia edilen bağ ve ağaçların taşınmaz üzerindeki yerlerinin ayrıca, varsa imar-ihya ve zilyetlikle iktisap edilemeyecek kısımların düzenlenecek kroki üzerinde gösterilmesinin sağlanması, mahkemece taşınmazların başında gerekli gözlem yapılıp, bu husus zapta yazılmalı, bundan sonra bütün deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna göre bir karar verilmelidir.
Taraflar arasındaki “tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Çal Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 10/6/2004 gün ve 2004/148-217 sayılı kararın incelenmesi davalı hazine tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin 25/11/2004 gün ve 2004/7406-7991 sayılı ilamı ile; (…Davacı 24.3.2004 havale tarihli dava dilekçesinde özetle; dava konusu taşınmazın kadastro çalışmaları sırasında 246 ada 6 nolu parsel olarak Hazine adına tespit ve tescil edildiğini, bu yerin tespit öncesinden en az yüz yıldan beri gelen zilyetliklerinin bulunduğunu ve tarım arazisi niteliğinde olduğunu açıklayarak iptal ve tescil talep etmiştir
Davalı Hazine, kadastro tespitinin doğru olduğunu ve davanın reddini savunmuştur. Mahkemece, davanın kabulüne, davalı Hazine adına olan kaydın iptali ile davacı adına tapuya kayıt ve tesciline karar verilmiştir. Hüküm, süresi içerisinde Hazine temsilcisi tarafından temyiz edilmiştir.
Toplanan deliller, tüm dosya içeriğinden, dava konusu 246 ada 6 parsel sayılı taşınmazın 37767, 19 m2 olarak ham toprak ve çalılık niteliğiyle senetsizden devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olup ileride ekonomik yarar sağlaması mümkün bulunduğu ve hiç kimsenin hak ve alakasının olmadığı belirlenerek 13.7.1994 tarihinde Hazine adına tespit görmüş, itirazsız olarak 15.12.1994 tarihinde kesinleşmiştir. Mahkemece 28.5.2004 tarihinde yapılan keşiften sonra dosyaya sunulan ziraat mühendisi Abdurrahman Yavuz tarafından düzenlenen 2.6.2004 havale tarihli raporda özetle; dava konusu taşınmaz üzerinde takriben 40-50 yaşlarında çalı formunda eskiden tesis edilmiş bağ omcaları, 1 adet 10-15 yaşlarında dut ağacı, 2 adet 10-12 yaşlarında çam ağacı, yer yer çalı formunda badem, armut, ahlat ağaçları ve doğada yetişen dikenli çalı formunda maki bitkilerinin bulunduğu, taşınmazın doğu-batı istikametinde eğimli olduğu, %20-%60 lık eğilimin mevcut bulunduğunu ve keşif tarihi itibariyle taşınmazın 10-15 yıldan beri işlenmediği açıklandıktan sonra söz konusu taşınmazın yaklaşık 40-50 yıl öncesi zilyetliğinin açık olduğu ve kültür arazisi niteliğinde bulunduğu belirtilmiştir. Dinlenen mahalli bilirkişi ve tanıklar, zilyetlikle ilgili beyanda bulunmuşlardır.
Hal böyle olunca; Kadastro tutanağının düzenlendiği tarihte dava konusu taşınmazın ham toprak ve çalılık niteliğinde bulunduğu, uzman ziraatçı bilirkişinin raporu kapsamıyla bu olgunun doğrulandığı anlaşılmaktadır. Öyle ise davanın reddine karar vermek gerekirken yazılı olduğu üzere hüküm kurulması doğru değildir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, zilyetlik hukuksal nedenine dayalı tescil isteğine ilişkindir. Davacı “Feslitepe” adıyla bilinen tepenin bir kısmını kapsayan, babasından intikal eden bağ niteliğindeki taşınmazın, kadastro sırasında, 6 parsel olarak davalı hazine adına kaydedildiğini; en az yüz yıldır murisleri ve kendisi tarafından büyük bir kısmının bağ; kalanının ise meyve bahçesi olarak; ayrıca, hayvan otlatılarak kullanıldığını; diğer mirasçıların taşınmaz üzerindeki haklarını kendisine devrettiklerini ileri sürerek tapunun iptaliyle adına tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı İbrahim ve davalı Hazine vekili, davanın reddini savunmuşlar; mahkemece, temyize konu taşınmaz üzerinde davacı yararına zilyetlikle mülk edinme koşullarının gerçekleştiğinden söz edilerek, davanın kabulüne karar verilmiş; hükmün Özel Dairece yukarda yazılı gerekçeyle bozulması üzerine direnme hükmü kurulmuştur.
Dosyadaki bilgi ve belgelere göre, mahkemece yapılan araştırma, inceleme ve uygulama sağlıklı bir sonuca varmaya, karar vermeye yeterli bulunmamaktadır. 6 parsel sayılı taşınmaz kadastro tespiti sırasında, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 18. maddesi uyarınca, ham toprak niteliği ile hazine adına tespit edilmiş, tutanak 15/12/1994 tarihinde kesinleşmiştir.
28/5/2004 günü mahallinde yapılan keşifte dinlenen yerel bilirkişi ve tanıklar, taşınmazın tarım arazisi niteliğinde bulunduğunu, devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olmadığını, murisleri ve davacının zilyet ve tasarrufu altında bulunduğunu söylemişlerse de; zirai bilirkişi, 31/5/2004 günlü raporunda, taşınmaz üzerinde yaklaşık 40-50 yaşlarında, çalı formunda, eskiden tesis edilmiş, taşınmazın genelini temsil eden bağ (asma) omcaları ve 1 adet 10-15 yaşlarında dut ağacı, 2 adet 10-12 yaşlarında iğne yapraklı çam ağacı, yer yer çalı formunda armut, ahlat ağaçları ve doğal yetişen dikenli çalı formunda maki bitkileri mevcut olduğunu belirtmiştir. Çalı formunda armut, ahlat ve maki bitkilerinin bulunduğu bölüm üzerinde davacı yararına imar-ihya ve zilyetlik yoluyla mülk edinme koşullarının gerçekleştiğini kabul etmek mümkün değildir.
Hükme esas alınan zirai bilirkişi raporu ile tespit tutanağı, yerel bilirkişi ve tanık beyanları, eylemli durum birbiri ile çelişmektedir. Bu çelişki giderilmeden karar verilmesi isabetli değildir. Doğru sonuca varılabilmesi için; davaya konu parsellere komşu taşınmazların tutanak ve dayanağını oluşturan belgeler getirtilip dosya ikmal edildikten sonra mahallinde yeniden keşif yapılmalı, yerel bilirkişi ve tanıklardan taşınmazların geçmişte ne durumda bulunduğu, kime ait olduğu, kim tarafından ne zamandan beri, ne suretle kullanıldığı, kullanmanın ekonomik amaca uygun bulunup, bulunmadığı, taşınmaz üzerindeki tasarruf kadastro tesbitinden önce sona erdirildiğine göre, bunun terk iradesine dayalı olup olmadığı etraflıca sorulup saptanmalı, bilirkişi ve tanık sözlerinin eylemli duruma uygunluğu varsa komşu parsel tutanak ve dayanakları ile denetlenmeli; beraberce götürülecek uzman ziraat mühendisi veya mühendisler kurulundan taşınmazların niteliğini belirtir ayrıntılı ve gerekçeli rapor alınmalı, bozmadan önceki bilirkişi raporu ile çelişmesi halinde bu çelişkinin giderilmesine çalışılmalı; uzman ziraat bilirkişisince murisi ve davacı tarafından dikildiği iddia edilen bağ ve ağaçların taşınmaz üzerindeki yerlerinin ayrıca, varsa imar-ihya ve zilyetlikle iktisap edilemeyecek kısımların düzenlenecek kroki üzerinde gösterilmesinin sağlanması, mahkemece taşınmazların başında gerekli gözlem yapılıp, bu husus zapta yazılmalı, bundan sonra tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna göre bir karar verilmelidir.
Mahkemece, yukarda değinilen biçimde araştırma ve inceleme yapılmaması isabetsizdir. O halde, yukarda açıklanan gerekçeyle Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davalı Hazinenin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarda açıklanan nedenlerden dolayı HUMK.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, 15/3/2006 gününde oyçokluğuyla karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1–170 K: 1999/167 T: 24.3.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/8-249 K: 2005/276 T: 27.4.2005
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/7-174 K: 2004/161 T: 24.3.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/714 K: 2012/78 T: 15.02.2012
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/92 K: 2007/91 T: 28.02.2007
Somut olayda davacı, imar-ihya işlemlerinin tamamlandığını açıklayarak tescil talep etmiştir. Mahkemece yapılacak iş; mahallinde yapılacak keşifte dinlenecek davacı şahitlerinden; dava konusu 1953 yılında yapılan tapulama çalışmalarında tespit dışı bırakılan taşınmaz üzerinde önceki zilyet Mehmet D’nin imar-ihya çalışmalarına hangi tarihte başladığını, ne şekilde taşınmazı imar-ihya ettiğini ve imar-ihya işlemlerini hangi tarihte tamamlandığını sorup belirlemek, imar-ihya işlemlerinin tamamlandığı tarihten dava tarihine kadar önceki zilyet Mehmet D. ile taşınmazı satın alarak zilyet olan davacının zilyetlik sürelerinin iktisap için yeterli olup olmadığı üzerinde durmak ve 3402 sayılı Kanunun 14 ve 17. maddesi hükümleri birlikte değerlendirilerek sonucuna göre karar vermek olmalıdır.
YARGITAY İLAMI: Taraflar arasındaki “Tescil ve Tapu İptali Tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ula Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 24.10.2005 gün ve 2005/2 E- 194 K.sayılı kararın incelenmesi davalılar vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8.Hukuk Dairesinin 6.3.2006 gün ve 2006/1014-1461 sayılı ilamı ile, (…Davacı vekili, 1953 yılında yapılan tapulama çalışmaları sırasında “bayır” niteliğiyle tapulama harici bırakılan dava konusu taşınmazın 1965 yılında Mehmet Dere tarafından para ve emek harcanarak imar-ihya edildiğini, Mehmet Dere’nin vefatıyla mirasçılarının taşınmazı 1983 yılında müvekkiline sattığını, ve o tarihten itibaren dava konusu taşınmaz üzerinde zilyet bulunduğunu açıklayarak tescil talebinde bulunmuş, dava sırasında dava konusu taşınmazın Hazine adına 09.12.2004 tarihinde ihdasen tapuya tescil edildiği anlaşılınca davacı vekili davasını ıslah ederek dava konusu 2120 parselin tapu kaydının iptaliyle müvekkili adına tapuya tescilini ve 2120 parsel dışında kalan yerin de tescilini istemiştir.
Davalı Hazine vekili, taşınmazın tapuda Hazine adına kayıtlı olduğunu, taşlık ve çalılık niteliğinde bulunduğunu, imar-ihya edilmediğini açıklayarak davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.
Davalı Orman İdaresi vekili, taşınmazın orman tahdit sınırları dışarısında bulunduğunu, ancak fiilen orman niteliğinde olduğunu, davanın reddine karar verilmesi gerektiğini savunmuştur.
Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir. Hüküm, Hazine ve Orman İdaresi vekilleri tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu taşınmazın 20.07.1969 tarihinde kesinleşen orman tahdit sınırları dışarısında bulunduğu, orman mühendisi bilirkişinin denetime açık ve dosyadaki bilgi ve belgelere uygun raporundan anlaşılmıştır. Bu nedenle dayalı Orman idaresi vekilinin temyiz itirazlarının REDDİNE,
Dava konusu taşınmaz 1953 yılında yapılan tapulama çalışmaları sırasında bayır niteliğiyle tapulama harici bırakılmıştır. Dava konusu taşınmazın 5.917,96 m2’lık kısmı 09.12.2004 tarihinde Hazine adına ihdasen tapuya tescil edilmiştir. Davacı, imar-ihya işlemleri tamamlandıktan sonraki zilyetliğe dayanarak taşınmazın adına tapuya tescilini istemektedir.
Davacının, imar-ihya işlemlerinin tamamlandığını açıklayarak tescil talep etmesine, taşınmazın tapulama çalışmaları sırasında “bayır” niteliğiyle tespit dışı bırakılmasına ve etrafının harım tabir edilen çalılıklarla çevrilmiş olmasına rağmen mahkemece taşınmaz üzerinde imar-ihya işlemlerinin ne zaman başladığı, ne şekilde imar-ihya edildiği ve bu işlemlerin hangi tarihte tamamlandığı hususu üzerinde durulmamıştır. Dinlenen davacı şahitleri sadece zilyetlikten söz etmişlerdir.
Mahkemece yapılacak iş; mahallinde yapılacak keşifte dinlenecek davacı şahitlerinden; dava konusu 1953 yılında yapılan tapulama çalışmalarında tespit dışı bırakılan taşınmaz üzerinde önceki zilyet Mehmet Dere’nin imar-ihya çalışmalarına hangi tarihte başladığını, ne şekilde taşınmazı imar-ihya ettiğini ve imar-ihya işlemlerini hangi tarihte tamamlandığını sorup belirlemek, imar-ihya işlemlerinin tamamlandığı tarihten dava tarihine kadar önceki zilyet Mehmet Dere ile taşınmazı satın alarak zilyet olan davacının zilyetlik sürelerinin iktisap için yeterli olup olmadığı üzerinde durmak ve 3402 sayılı Kanunun 14 ve 17. maddesi hükümleri birlikte değerlendirilerek sonucuna göre karar vermek olmalıdır…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
1- Davalı Orman İdaresi yönünden ilk temyiz istemi Özel Dairece reddedilerek aleyhindeki hüküm kesinleştiğinden, direnme kararının temyizinde hukuki yararı bulunmadığından temyiz isteğinin reddi gerekir.
2- Davalı hazine vekilinin temyiz isteğine gelince; Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: 1- Davalı Orman İdaresi vekilinin temyiz itirazları yukarıda açıklanan nedenlerle REDDİNE,
2- Davalılardan hazine vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, 28.02.2007 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/8-109 K: 2002/150 T.6.3.2002
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/8-249 K: 2005/276 T: 27.4.2005
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/849 K: 2007/853 T: 14.11.2007
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/287 K: 2007/322 T: 30.05.2007
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/75 K: 2007/90 T: 28.02.2007
Kültür ve Tabiat Varlıklarının Korunmasına Dair 2863 Sayılı Yasanın 11. maddesi 5226 Sayılı Yasanın 5. maddesi ile yapılan değişiklikle sit alanlarının zilyetlik yoluyla edinilmesi imkanı kapatılmıştır. Ne var ki, anılan değişikliğin yürürlüğe girdiği 14.7.2004 tarihine kadar zilyetlik yoluyla edinilen hakların korunması gerekeceği de muhakkaktır. Çekişmeli taşınmazın 3573 Sayılı Yasa hükümleri gereği davalı adına tapusunun oluştuğu tarih bakımından davalının zilyetlikten kaynaklanan haklarının korunması gerekeceği de tartışmasızdır.
Taraflar arasındaki “tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Milas 1. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 1.12.2004 gün ve 2004/97-74 sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 1.Hukuk Dairesinin 15.9.2005 gün ve 2005/8531-9651 sayılı ilamı ile, (…Dava, tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir.
Dosya içeriğinden, toplanan delillerden; çekişme konusu 366 parsel sayılı taşınmazın 18.11.1974 tarih, 73 nolu tapu kaydı esas alınmak suretiyle davalı adına 16.11.2001 tarihinde tespit gördüğü ve tespitin 16.3.2002’de kesinleştiği görülmektedir. Revizyon kaydı incelendiğinde anılan tapu kaydının 3573 sayılı Zeytinciliğin Islahı Hakkındaki Yasa gereği 1974 yılında oluştuğu anlaşılmaktadır. Yine tapu kaydının söz konusu yasanın 2 ve 3. maddeleri hükümleri gereği tevzii edildiği dosya kapsamıyla sabittir. Bunun yanında çekişme konusu 366 parselin sözü edilen dayanak 18.11.1974 tarih 73 nolu tapu kaydı kapsamı dışında kaldığı da kanıtlanmış değildir. Esasen kadastroca 366 parsel sayılı taşınmaz revizyon kaydı miktarına uygun olarak oluşturulmuştur.
3573 Sayılı Yasa hükmü gereği tevzii edilen sahaların orman mefhumu haricinde kalacağı ve bu taşınmazların ormanla ilgisinin kesileceği sözü edilen yasanın 4. maddesi ile ifade edilmiştir. Her ne kadar, anılan hüküm 4086 sayılı Yasanın 8. maddesi ile 1995 yılında ilga edilmiş ise de, tapunun tesis tarihi itibariyle bu ilganın kazanılmış haklara bir etkisi olmayacağı tartışmasızdır. Öyle ise, taşınmazın öncesinin orman olması iptal hükmüne dayanak yapılamaz.
Öte yandan, çekişmeli parselin bulunduğu yerin 1. ve 3. derece sit alanında kaldığı ancak bu yerde korunması gereken kültür ve tabiat varlığının bulunmadığı arkeolog bilirkişinin 4.10.2004 tarihli rapor kapsamıyla sabittir. Kültür ve Tabiat Varlıklarının Korunmasına Dair 2863 Sayılı Yasanın 11. maddesi 5226 Sayılı Yasanın 5. maddesi ile yapılan değişiklikle sit alanlarının zilyetlik yoluyla edinilmesi imkanı kapatılmıştır. Ne var ki, anılan değişikliğin yürürlüğe girdiği 14.7.2004 tarihine kadar zilyetlik yoluyla edinilen hakların korunması gerekeceği de muhakkaktır. Çekişmeli taşınmazın 3573 Sayılı Yasa hükümleri gereği davalı adına tapusunun oluştuğu tarih bakımından davalının zilyetlikten kaynaklanan haklarının korunması gerekeceği de tartışmasızdır.
Hal böyle olunca, davanın reddine karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ve hatalı gerekçeyle davanın kabul edilmesi doğru değildir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, zeytincilik tapusu miktar fazlasına yönelik tapu iptali ve tescil davasıdır. Davacı Hazine, davalı aleyhine açtığı tapu iptal ve tescil davasında niza konusu 366 parsel nolu taşınmazın kadastro tespitinde davalı adına 3573 sayılı Zeytinciliğin Islahı Hakkındaki Kanuna göre verildiğini, davalının taşınmazı Yasanın aradığı şartlara göre imar ve ihya ettiğini ve kaymakamlık oluru ile davalı adına tapuya tescil edildiğini, ancak bu yerin öncesinin orman olduğunu, ayrıca taşınmazın güney batı sınırının arkeolojik sit alanı içerisinde kaldığını, bu tüt yerlerin zamanaşımı ile kazanılmasının mümkün olmadığını belirterek, taşınmazın 110 nolu zeytincilik parseline isabet eden alanının iptali ile Hazine adına tescilini talep ve dava etmiştir.
Davalı, 40-50 yıldır taşınmaza zilyet olduğunu, ormanla bir ilgisinin olmadığını, sit alanı ilan edilmezden önce zilyetlikle iktisap süresinin çoktan dolduğunu savunarak, davanın reddine karar verilmesini cevaben bildirmiştir.
Mahkemece, taşınmazın çekişme konusu tapu miktar fazlası bölümünün, tarım arazisi niteliğinde bulunduğu, kamu yararına tahsis edilen Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerden olmadığı, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 14. ve 17. maddelerinde yazılı şartlar gerçekleşmiş olmakla beraber, taşınmazın arkeolojik sit alanı içerisinde kalmış olması ve yargılama sırasında değişen ve sit alanlarında kalan taşınmazların zilyetlikle iktisap edilemeyeceğini öngören 5226 sayılı Kanunla değişik 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununun 11. maddesi gereğince iktisabının mümkün bulunmadığı kabul edilmek suretiyle davanın reddine dair hüküm kurulmuştur.
Hal böyle olunca, davanın reddine karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ve hatalı gerekçeyle davanın kabul edilmesi doğru değildir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Özel Dairece, taşınmazın ormanla bir ilgisinin bulunmadığını, taşınmazın tapusunun revizyon kaydına uygun olarak oluşturulduğu, 3573 sayılı Yasaya göre tevzii edilen yerlerin ormanla ilgisinin kalmayacağı, diğer taraftan taşınmazın 1. ve 3. derece sit alanı içerisinde kaldığı, üzerinde korunmaya değer kültür ve tabiat varlığının bulunmadığı, Kültür ve Tabiat Varlıklarının Korunmasına Dair 2863 sayılı Kanunun 11. maddesinin 5226 sayılı Kanunun 5. maddesi ile değiştirilmiş olup, sit alanlarının zamanaşımı ile kazanılması yolunun kapatıldığı ancak, bu değişikliğin yasanın yürürlüğe girdiği 14.7.2004 tarihinden önceki kazanılmış hakları etkilemeyeceği, davalının zilyetliğinin de bu kazanıma yeterli olduğu belirtilerek yerel mahkeme kararı bozulmuş, mahkemece daha önce aynı konuda verilen Hukuk Genel Kurulunun kararları örnek gösterilerek yasa değişikliğinin devam eden davalarda da uygulanması gerektiği bu nedenle sit alanlarının kazanılamayacağı belirtilerek eski kararda direnilmiştir.
Mahkeme ile Özel Daire arasında taşınmazın tarım arazisi niteliğinde bulunduğu, kamu yararına tahsis edilen yerlerle ilgisinin olmadığı, davalı tarafın 20.7.2004 tarihinden geriye doğru aralıksız, çekişmesiz ve malik sıfatı ile zilyetliğinin 20 yılı aşkın süreye ulaştığı taşınmaz üzerinde korunmayı gerektirir kültür ve tabiat varlığının yada bunların korunma alanlarının bulunmadığı hususlarında bir uyuşmazlık bulunmamaktadır.
Bu davanın konusunu teşkil eden uyuşmazlık sit alanlarında yer alan taşınmazlarda 20.7.2004 tarihinde 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununda 5226 sayılı Kanunla yapılan değişikliğe kadar zilyetlikle iktisap koşulları lehine gerçekleşen zilyedin müktesep hakkının korunup korunmayacağı ve değişikliğin kazanılmış hakları etkileyip etkilemeyeceği konusunda toplanmaktadır. Diğer bir anlatımla kamu düzeni, kamu yararı gibi gerekçelerle kanunda yapılan değişikliğin, kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önceki müktesep hakları ortadan kaldırıp kaldıramayacağı, bu kararın ve ihtilafın konusunu oluşturmaktadır.
Konuyu incelerken öncelikle kazanılmış hakkın ne olduğunun belirlenmesi, daha sonra da kazanılmış hakkın mevcut olup olmadığının açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti, Anayasasının 2. maddesine göre sosyal bir hukuk devleti olup, hukuk devletinin vazgeçilmez unsurlarından birisi de kazanılmış, hakların korunmasıdır. Bir çok yargı kararlarında da açık biçimde saptandığı gibi hukuk devleti, kişinin mevcut yasalara göre kazandığı haklarının daha sonra çıkartılacak yasalar ile elinden alınmayacağı yolunda vatandaşına güvence veren devlettir. Bu ilke ile Devletin güvenirliliği sağlanmaktadır. Hukukun temelinde “kanunların geriye yürümemesi” ilkesi bulunmaktadır.
Ancak, yasa koyucunun aksine bir düzenleme yaparak açıkça bir kanunun geriye yürütülmesini öngörebileceği kabul edilmektedir.
Bu husus müstakar yargı kararlarında da aynen benimsenmiştir. (Örnek: YHGK. 9.3.1988 gün 1987/2-860 1988/232 K ve 13.2.1991 gün 1990/2-648 1991/65 K sayılı ilamları).
Kazanılmış hakların korunması o kadar önemlidir ki, sadece yasal değişiklikler nedeni ile değil yürürlükten kaldırılan yasalar ile elde edilen haklar dahi korunmaktadır. Örneğin 1966 tarihinde yürürlüğe giren 775 sayılı Gecekondu Kanununun 3. maddesinin 1. fıkrasında bir kısım Hazine mallarının belediyelerin mülkiyetine geçeceği belirtilmiş ve bu taşınmazlar belediyeler adına tescil edilmiştir. Tescili yapılmayanlarla ilgili olarak açılan davalarda da koşulları oluşmuş ise, bu taşınmazlar mahkeme kararı ile belediyeler adına tescil edilmekte iken, 19.7.2003 tarihinde yürürlüğe giren 4916 sayılı Kanun ile Hazine mallarının belediyeye geçişini sağlayan madde iptal edilmiştir. Bu iptale rağmen, istikrarlı Yargıtay uygulamasında yasanın iptalinden önce kazanma koşulları doğmuş ise, iptalden sonra açılan davalar kazanılmış hak ilkesi göz önüne alınarak kabul edilmektedir.
Yine, 1934 tarihinde yayımlanarak yürürlüğe giren ve halen yürürlükte bulunan 2644 sayılı Tapu Kanununun 8 ve 9. madde hükümleri denizden izinli veya izinsiz doldurulan yerlerin bazı usul ve esaslar dairesinde mülkiyetinin doldurana devredilmesine, sicil kaydı oluşturularak özel mülkiyete konu edilmesine imkan tanımış ve bu uygulama 6785 sayılı İmar Kanununda bazı değişiklikler yapılmasını içeren 1605 sayılı Kanunun yürürlük tarihi olan 20.7.1972 tarihine kadar devam etmiştir. Ne var ki 1605 sayılı Kanunun ek 7. maddesinin son fıkrası ile dolgu ile mülk edinme yolu tümden kapatılmış ve kıyıların özel yasalardan kaynaklanan tasarrufuna dair istisnai hükümler dışında özel mülkiyete konu edilemeyeceği kabul edilmiştir. Ancak kararlılık kazanmış yargısal uygulamalarda, bu gün dahi açılan davalarda, 1972 tarihinden önce 2644 sayılı Kanunun 8 ve 9. maddelerine dayanılarak kazanılmış bir hak varsa, kazanılmış hak ilkesi dikkate alınarak bu yerlerin tesciline karar verilmektedir. Hakkı sağlayan Kanunun ortadan kalkması o hak zamanında kazanılan hakkı ortadan kaldırmamaktadır.
24.12.2004 tarihinde yürürlüğe giren 5272 sayılı Belediye Kanununun geçici 1. maddesi ile Hazineye ait bazı taşınmazların belediyelere devri öngörülmüş, ancak daha sonra, 31.12.2004 tarihinde yürürlüğe giren 5281 sayılı Kanunun 44/7 maddesi ile Hazine mallarının belediyelere devrini öngören geçici madde iptal edilmekle beraber, bu iptale kadar kazanılmış hakları ortadan kaldırmayacağından, aynı yasanın 45/10 maddesi ile, sonradan çıkan yasanın 5272 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 24.12.2004 tarihinden itibaren hüküm ifade edeceği açıklanmıştır. Görüldüğü gibi yasa koyucu yasanın geçmişe etkili olabilmesi için açıkça yasaya hüküm koymuştur. Demek ki yasada hüküm bulunmayan hallerde, sonradan çıkan bir yasanın kazanılmış hakları zedeleyecek biçimde kamu yararının bulunduğu düşüncesi ile geçmişe etkili olarak uygulanması mümkün değildir.
Nitekim 3402 sayılı Yasa’nın 14-17. maddesinin uygulanması sırasında da aynı prensipler kabul edilmiş, imar ihya ile iktisap koşulları zilyet yararına oluştuktan sonra taşınmaz imar planı kapsamı içerisine alınmışsa kesinleşen imar planı ile daha önce doğan mülkiyet hakkının ortadan kaldırılamayacağı, imar planına ilişkin idari kararın zilyedin müktesep hakkını etkilemeyeceği Yargıtay daireleri uygulamasında kararlılıkla benimsenmiştir. Müktesep hakkın varlığının tanınması Hukuk Devletinde yukarda belirtilen ilkeler ve mevzuat karşısında ayrı bir yasal düzenlemeye ihtiyaç göstermez 5226 sayılı Yasa’da kazanılmış hakları bertaraf edecek bir hükme yer verilmediğine göre, mahkemelerce kazanılmış hakların göz ardı edilemeyeceği kuşkusuzdur. Hukuk Genel Kurulu’nun 9.3.1988 tarih 1987/2-860 esas ve 1988/232 sayılı kararında da belirtildiği üzere herhangi bir yasa veya düzenleyici kural yürürlüğe girdiği andan itibaren derhal ve ileriye doğru hukuksal sonuçlarını doğurmaya başlar. Bunun doğal sonucunda yasaların yürürlüğe girmelerinden önceki olayları etkilemeyeceği, başka bir anlatımla geriye yürümeyeceğidir. Başta mahkemeler olmak üzere, yasaları uygulama durumunda bulunanlar, onları geriye yürür sonuçlar doğuracak şekilde yorumlamamakla yükümlüdürler.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 1 nolu protokolünün 1. maddesi mülkiyet hakkını teminat altına almaktadır. Madde şöyledir: “Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve Uluslararası Hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir…” Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi mülkiyet hakkını tanıyan tek uluslararası belge değildir. Örneğin İnsan Hakları Evrensel Bildirisi şöyle demektedir, “1- Herkesin tek başına veya diğerleri ile birlikte mülkiyet sahibi olma hakkı vardır.
2- Kimse keyfi bir biçimde mülkünden mahrum bırakılamaz.” Açıklanan ilkeler Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının muhtelit maddelerinde de yerini bulmuştur. Anayasamızın 35. maddesine göre; “herkes mülkiyet ve miras haklarına sahiptir ve bu haklar ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanabilir.” 63. maddede de, Tarih, Kültür ve Tabiat Varlıklarının Korunması başlığı altında; “Devlet, tarih, kültür ve tabiat varlıklarının korunmasını sağlar. Bu amaçla destekleyici ve teşvik edici tedbirleri alır. Bu varlıklar ve değerlerde özel mülkiyet konusu olanlara getirilecek sınırlamalar ve bu nedenle hak sahiplerine yapılacak yardımlar ve tanınılacak muafiyetler kanunla düzenlenir.” hükmünü getirmiştir. Yine 13. maddede “Temel hak ve hürriyetlerin, özlerine dokunulmaksızın, yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabileceği” hükmünü getirmiştir. Hukukun genel prensipleri de mülkiyet hakkının kutsallığını ve sınırlamaların ancak kanunla yapılabileceğini kamu düzeni ve kamu yararı amacıyla yapılabilecek sınırlamalarında müktesep hakları bertaraf edemeyeceği prensiplerini öngörmektedir.
Bilindiği üzere, bir ülkenin zenginliklerinin, tarihi ve kültürel değerlerinin başında kültür ve tabiat varlıkları gelir. Bunların korunması ve özellikle gelecek nesillere aktarılması için herkese büyük görevler düşmektedir. Bu varlıkların korunması için tüm çağdaş hukuk sistemlerinde olduğu gibi hukukumuzda da bu konu üzerinde hassasiyetle durulmuş muhtelif tarihlerde yasa ve tüzükler çıkarılmıştır. Ancak getirilen düzenlemelerle kişilerin mülkiyet hakları kısıtlanmakta ise, bu hükümlerin iptal edilmediği sürece, ileriye doğru sonuç doğurması gerekir.
Görüşmeler sırasında sit alanlarının zamanaşımı ile kazanılmasının yasa hükmü ile engellenmesinde kamu yararı bulunduğu, bu nedenle geçmişe etkili olarak yasa değişikliğinin uygulanması gerektiği ileri sürülmüştür. Ancak yukarıda da açıklandığı gibi hiçbir neden hukuk devletinde kazanılmış hakların geri alınması sonucunu doğuramaz. Unutulmamalıdır ki, kazanılmış hakkın korunması da kamu yararı ilkesi ile sıkı sıkıya bağlıdır.
Kazanılmış haklar, Hukuk Devleti kavramının temelini oluşturan en önemli unsurlardandır. Kazanılmış hakları ortadan kaldırıcı nitelikte sonuçlara yol açan yorumlar, Anayasa’nın 2. maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti Sosyal bir Hukuk Devletidir” hükmüne aykırı olacağı gibi, toplumsal kararlılığı ve hukuksal güvenceyi ortadan kaldıracağından belirsizlik ortamına neden olur ve kabul edilemez (YHGK.nun 12.4.2006 gün ve 2006/21-104-174 sayılı ilamı, 12.7.2006 gün ve 2006/4-519-527 sayılı ilamı).
Nitekim, yukarıda sözü edilen Kıyı Kanunu, İmar Kanunu gibi kanunlar da kamu düzeni düşüncesi ile çıkarılan kanunlar olmasına rağmen yargısal içtihatlarla, kararlı bir şekilde kazanılmış haklar korunmuştur.
Öte yandan Türk Medeni Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli hakkında Kanunun 1. maddesi Türk Medeni Kanununun yürürlüğe girdiği tarihten önceki olayların hukuki sonuçlarına bu olaylar hangi kanun yürürlükte iken gerçekleşmiş ise kural olarak o kanun hükümlerinin uygulanacağı ilkesini getirerek kazanılmış hakların korunmasını yasal güvenceye almıştır.
Somut olayda, korunması gereken kazanılmış bir hakkın bulunup bulunmadığı meselesine gelince: Taşınmazın, üzerinde korunmaya değer doğal veya kültürel varlık bulunmayan birinci ve üçüncü derecede sit alanı olduğu, bu niteliği ile yasa değişikliğinden önce zamanaşımı ile kazanılacak yerlerden olup, davalının bu taşınmazda 1954 yılında başlayan zilyetliğinin kadastro tespitinin yapıldığı 2002 yılına kadar nizasız (davasız), aralıksız ve malik sıfatı ile devam ettiği ve kadastro tespitinde davalı adına çap oluşturulduğu anlaşılmaktadır. Sonuç olarak, kadastro tespitinden önce zilyetlikle mülk edinme koşulları oluşmuştur. Bu nedenle, zamanaşımı ile kazanımı engelleyen yasa değişikliğinden önce kadastro tespiti yapılmamış veya senetsizden tescil davası açılmamış olsa bile, yasa değişikliğinden sonra, tespitte davalı adına yazılmasına veya açılacak bir tescil davasında zilyet adına tescile karar verilmesinde bir engel bulunmamaktadır. Çünkü zilyetliğin hukuksal sonuçları yasa değişikliğinden önce doğmuştur. Türk Medeni Kanununun 713. maddesinin beşinci fıkrasına göre; zilyetlik ile kazanım koşulları oluştuğunda, iddia ispatlandığı taktirde, mülkiyet, kadastro tespiti veya senetsizden tescil davasının sonucu ile değil, koşulların oluştuğu anda kazanılmaktadır. Bu niteliği ile bu konuda açılan tescil davaları inşai (kurucu) nitelikte olmayıp ihdasi (tespit edici) niteliktedir.
Kaldı ki, dava konusu 366 parsel numaralı taşınmaz 3573 sayılı Zeytinciliğin Islahı Hakkındaki Kanun hükümleri gereğince imar ihya edildiğinden Tarım Bakanlığının 23.11.1973 gün ve 1840-004-1716-88631 sayılı emirleri ve Ziraat Teknisyenliğinin Kaymakamlık onaylı 31.12.1973 tarih ve 18-C-361 sayılı yazıları gereği olarak, davacı adına 18.11.1974 tarih ve 73 numaralı tapu ile tescil edildiği, dolayısıyla tapulu arazi niteliğinde bulunduğu, 16.3.2002 tarihinde kesinleşen kadastro tespiti ile de yine davacı adına tespit gördüğü belirgin olduğundan, dolayısı ile mahkemece dayanılan Hukuk Genel Kurulu kararlarının bu dosyaya emsal teşkil etmeyeceği sonucuna varılmıştır.
Tüm bu açıklamalar göz önüne alındığında; davalının kazanılmış hakkı korunarak davanın reddine karar verilmesi gerekirken, hukuksal ve yasal olmayan gerekçeler ile davanın kısmen kabulüne karar verilmesi yerinde değildir. Davalının bu yöne ilişkin temyiz itirazlarının kabulü ile yerel mahkeme kararının bozulması gerekmektedir.
SONUÇ: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı HUMK.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 28.2.2007 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY: Davacı Hazine vekili, dava konusu 115 ada 366 parselin birinci ve üçüncü derece arkeolojik sit alanları içerisinde kaldığını açıklayarak tapu kaydının iptali ile Hazine adına tesciline karar verilmesini istemiştir.
Dava konusu 115 ada 366 parsel dava dışı başka parsellere uygulanan 18.11.1974 gün ve 73 numaralı tapu kaydının miktar fazlası olması nedeniyle zilyetliğe dayanılarak davalı adına tespit edilmiş ve tespit itirazsız 16.5.2002 tarihinde kesinleşmiştir.
Yapılan uygulama ve dosya içeriğine göre dava konusu taşınmaz bölümünün 3573 sayılı Kanun hükümleri uyarınca imar ve ıslah edilmek üzere davalıya tahsis edilen zeytinlik parsellerinin ve bu kanuna dayanılarak oluşturulan yukarıda tarih ve sayısı yazılı tapu kaydının kapsamı dışında kalan bir yerdir. Kesinleşmiş orman sınırlandırma hattının dışında kalan ve orman sayılmayan kayıt miktar fazlası bir yerin imar-ihya ve olağanüstü zamanaşımı yoluyla kazanılması mümkündür. Bu husus 3402 sayılı Kadastro Kanununun 20. maddesinin son fıkrasında açıkça belirtilmiştir. Ancak bir yerin imar-ihya veya olağanüstü zamanaşımı yoluyla kazanılabilmesi için yasada belirtilen diğer kazanma koşulları yanında taşınmazın niteliği itibariyle de kazanılmaya elverişli yerlerden olması gerekir. Dava konusu parselin İzmir 2 numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulunun 8.6.1996 gün ve 5756 sayılı kararı ile tescil edilen İassos Antik Kentine ilişkin karara ekli 1/2500 ölçekli haritasında kısmen birinci derece, kısmen de üçüncü derece arkeolojik sit alanı içerisinde kaldığı belirlenmiştir. Esasen taşınmazın bu niteliği yönünden herhangi bir uyuşmazlıkta bulunmamaktadır.
2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununun 11 maddesinin 1.fıkrası hükmüne göre korunması gerekli kültür ve tabiat varlıkları ile bunların koruma alanlarının zilyetlik yoluyla kazanılmaları mümkün bulunmakta idi. 27.7.2004 tarihinde yürürlüğe giren 5226 sayılı Kanunla getirilen değişiklik ve ekleme ile 2863 sayılı Kanunun 11. maddesinin 1.fıkrasının son cümlesine “Sit alanlarının” zilyetlik yoluyla iktisap edilemeyeceği hükmü getirilmiştir. Bu tarihten itibaren korunması gereken kültür ve tabiat varlıkları ile bunların korunma alanlarında olduğu sit alanlarının da zilyetlik yoluyla kazanılmaları yasaklanmıştır. Bu konuda herhangi bir uyuşmazlık bulunmamaktadır. Hukuki sorun, 5226 sayılı Kanunla getirilen düzenleme karşısında 27.7.2004 tarihinden önce kazanılmış hakların korunup korunamayacağı noktasında toplanmaktadır.
2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu ile bu kanunun tüm ek ve değişiklikleri kamu düzeni ile ilgili olup bu nedenle görülmekte olan tüm davalara uygulanacak olan hükümlerdir. Bu husus Yüksek Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 30.6.1993 günlü 1993/16-139 Esas, 1993/487 sayılı Kararında açıkça belirtilmiştir. 5226 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra direnme yoluyla Hukuk Genel Kuruluna intikal eden dava nedeniyle 29.11.2006 gün 2006/8-286-775 Esas ve sayılı kararıyla da aynı husus benimsenmiştir. 2863 sayılı Kanun hükümlerinin kamu düzeniyle ilgili bulunması ve henüz kesinleşmemiş ve görülmekte olar davalarda da göz önünde tutulması ilkesi yakın tarihe kadar Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, Yargıtay 7, 8 ve 17.Hukuk Dairelerince de benimsenmiştir.
Konuya ilişkin Hukuk Genel Kurulunun; a- 10.5.2006 gün, 2006/8-246 Esas, 2006/290 sayılı Kararı b- 29.11.2006 gün, 2006/8-286 Esas, 2006/755 sayılı Kararı Yargıtay 7.Hukuk Dairesinin; 28.1.2005 gün, 2005/127 Esas, 2005/97 sayılı Kararı, Yargıtay 8.Hukuk Dairesinin bu konuya ilişkin kararlılık kazanan kararları kökleşmiştir.
Yargıtay 17.Hukuk Dairesinin; 13.10.2005 gün, 2005/9941 Esas, 2005/9749 sayılı Kararı, tarih ve sayıları yukarıya alınan karar örneklerinden de anlaşılacağı üzere Yargıtay Hukuk Genel Kurulu ve Özel Dairelerin uygulamaları ile 2863 sayılı Kanunun Değişik 11. maddesinin görülmekte olan tüm davalara uygulanacağı benimsenmiştir.
Somut olayda dava konusu taşınmaz sit alanında kalmış olmakla birlikte üzerinde korunması gerekli kültür ve tabiat varlıkları bulunan bir yerdir. Bu dava nedeniyle dinlenen uzman bilirkişi tarafından düzenlenen 15.5.2003 günlü raporda aynen:
“ARAZİ ÜZERİNDE YAPMIŞ OLDUĞUM İNCELEMELERDE BAHSE KONU PARSELİN GÜNEY BATI SINIRINI ANTİK SUR DUVARLARI OLUŞTURMAKTADIR. AYRICA PARSELİN YÜZEYİNDE AZ MİKTARDA SERAMİK PARÇALARINA RASTLANILMIŞTIR. ZEYTİNLİK OLARAK KULLANILAN PARSEL EĞİMLİ BİR YAPIYA SAHİPTİR. TOPRAK ALTINDAN KÜLTÜR VARLIĞI ÇIKMASI MUHTEMELDİR.”
Uzman bilirkişinin raporunda geçen “Antik sur duvarları” ve “seramik parçaları” 2863 sayılı Kanunun 6. maddesinde belirtilen kültür varlığı örneklerindendir. Anılan maddede açıkça seramik parçaları ve eski anıt ve duvar kalıntılarının kültür varlığı olduğu açıkça hüküm altına alınmıştır. Yukarıda da açıklandığı üzere korunması gerekli kültür ve tabiat varlıkları ile bunların koruma alanlarının zilyetlik yoluyla kazanılmaları mümkün değildir. Yüce Genel Kurulun çoğunluğunca gerek taşınmazın niteliği ve gerekse üzerinde bulunan korunması gereken kültür ve tabiat varlıkları göz ardı edilerek böyle bir yer üzerinde doğmuş bulunan kazanılmış hakların korunacağının kabul edilmiş olması anılan yasa hükümlerine ve yerleşik uygulamaya aykırı düşmektedir. Bu tür bir yaklaşım kültür ve tabiat varlıklarının ortadan kaldırılması sonucunu doğurur.
Yukarıdan beri açıklanan yasal düzenlemeler ve maddi olgular karşısında usul ve yasaya uygun bulunan yerel mahkeme kararının doğru olduğu düşüncesiyle değerli Hukuk Genel Kurulu çoğunluğunun görüşlerine katılmıyorum.
KARŞI OY YAZISI: Dava konusu 115 ada 366 parsel sayılı 40599.89 m2 yüzölçümündeki taşınmaz zeytinlik niteliği ile kasım 1974 tarih 73 numaralı tapu kaydı revizyon gösterilerek 2457.19 m2’lik bölümün 1. derece, kalan bölümünün de 3. derece arkeolojik sit alanı içinde bulunduğu beyanlar hanesinde gösterilmek suretiyle davalı Hıdır Yiğitkaya adına tesbit ve tapuya tescil edilmiştir.
Davacı Hazine, dava ve Islah dilekçesinde, dava konusu taşınmazın, 52, 56, 59, 113 ve 114 sayılı zeytincilik parsellerinin içinde kaldığı tesbitin dayanağı Kasım 1974 tarih 73 numaralı tapu kaydı kapsamının 112 ve 113 zeytincilik parsel numarası ile davalıya tevzien tahsis edilerek imar ihya edilen zeytincilik parsellerden oluştuğunu, 112 ve 113 numaralı zeytincilik parselleri dışında kalan zeytincilik parsellerinin dağıtılmadığını, dağıtılmayan taşınmazlar üzerindeki yabani zeytin ağaçlarının aşılanmasının imar ihya sayılamayacağını ve taşınmazın arkeolojik sit alanı içerisinde bulunduğunu ileri sürerek, iptal ve tescil isteminde bulunmuştur.
Keşif sırasında dinlenen fen bilirkişi, krokili raporunda dava konusu 115 ada 366 sayılı parselin 52, 56, 59, 113 ve 114 numaralı zeytincilik parsellerinin içinde kaldığını belirtmiştir.
Mahkemece, bilirkişi raporunda (A) ile gösterilen bölümün davalıya tevzien tahsis edilen 113 numaralı zeytincilik parseli içinde, geriye kalan B, C, D, E ile gösterilen bölümlerin ise 114, 59, 52 ve 56 numaralı zeytincilik parseli kapsamında kaldığı, ancak bu bölümler davalıya tevzi ve tahsis edilmediğinden üzerindeki delicelerin aşılanmasının imar ihya sayılamayacağı ve kısmen 1. derece kısmen de 3.derece arkeolojik sit alanı içinde yer aldığı gerekçesiyle B, C, D ve E ile gösterilen bölümlerin tapu kaydının iptali ile Hazine adına tesciline karar verilmiştir.
Davalı vekilinin temyizi üzerine Yüksek 1. Hukuk Dairesince davanın reddine karar verilmesi gereğine değinilerek hüküm bozulmuş, mahkemece de eski kararda direnilmiştir.
Yerel mahkeme ile özel Daire arasındaki çekişme, zeytincilik parseli olarak ayrılan ve aynı zamanda arkeolojik sit alanında kalan ancak, dağıtımı yapılmayan yerlerin imar, ihya ve zilyetlik yoluyla kazanılıp kazanılamayacağı noktasında toplanmaktadır.
Gerek 3573 Sayılı Yasanın 2, 3, 4, 5 gerekse 6831 Sayılı Yasanın 1/ı. maddesi gereğince yabani zeytinlik sahalarının kişiler adına tescil edilebilmesi için tahsis, imar ihya koşullarının gerçekleşmesi ve Bakanlık onayından sonra tahsis edilen kişi adına o yerin mülki amiri tarafından tapuya tescil ettirilmesi gerekir.
Hazine tarafından 3573 Sayılı Zeytincilik Yasasına göre dağıtıma tabi tutulmayan veya dağıtıma (tahsis) tabi tutulduğu halde imar ve ihya edilmeyen taşınmazların salt zeytincilik parselasyon haritası kapsamında bulunması mülkiyet hakkı doğurmayacağından, bu tür taşınmazların daha sonradan imar ihya ile kazanılması olanaklı değildir.
3402 Sayılı yasanın 20/A maddesi gereğince haritaya dayanan kayıt ve belgelerin kapsamı haritasına göre belirlenir. O halde, 52, 56, 59, 114 sayılı zeytincilik parsellerinin kimlere dağıtıldığı, dağıtılan kişiler adına tapu kaydı oluşup oluşmadığı ilgili ziraat müdürlüğü yada ziraat teşkilatından sorularak bununla ilgili belge ve haritalar getirtilmeli, çekişmeli taşınmaza komşu 349, 363, 365, 367, 526, 527 sayılı parsellerin kadastro tutanak suretleri, dayanak kayıtları, tapu kayıtları Tapu Sicil Müdürlüğünden istenmeli, Hazine dava konusu taşınmazın, 113 sayılı zeytincilik parseli dışında kalan bölümlerinin dağıtılmadığını iddia ettiğinden, tapu kaydının dayanağı zeytincilik parselasyon haritası 3402 Sayılı Yasanın 20/A maddesine göre komşu parsellerin dayanağı tapu kayıtlarından da yararlanılarak yerine uygulanıp, dava konusu taşınmaza uyup uymadığı, komşu parsellerin zeytincilik haritasındaki konumları ile 3573 Sayılı Yasaya göre oluşan zeytincilik tapuları bulunup bulunmadığı, sınırların sabit hale gelip gelmediği araştırıldıktan sonra tapu kaydının uyduğu ve 366 sayılı parsel içinde kalan zeytincilik parsellerinin tümünün dağıtıldığı ve sınırların sabit hale geldiğinin anlaşılması halinde, Kültür ve Tabiat Varlıklarının Korunmasına dair 2863 Sayılı Yasanın 11. maddesinin 5226 Sayılı Yasanın 5. maddesinde yapılan değişiklikle sadece sit alanların zilyetlik yolu ile kazanılmayacağının öngörüldüğü, 3573 Sayılı Yasa ile oluşan tapu kaydı kapsamındaki taşınmazın sit alanında kalmasının sözü edilen yasa kapsamında değerlendirilemeyeceği, göz önünde bulundurularak 113 sayılı zeytincilik parseli dışında kalan parsellerin dağıtılmadığı veya dağıtılsa bile, imar ihya koşullarının tamamlanmadığından, 3572 Sayılı Yasaya göre tapu kaydının oluşmadığının anlaşılması halinde bu zeytincilik parsellerinin daha sonraki yıllarda imar ihya edilerek kazanılmasının 3573 Sayılı Yasa karşısında olanaklı olmadığı gözetilerek hüküm kurulması gerekir. Mahkeme kararı açıklanan nedenlerle bozulması gerekirken, Sayın çoğunluğun kesin bozma yönünde oluşan kararına bu nedenle katılmıyoruz.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1–170 K: 1999/167 T: 24.3.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/8-249 K: 2005/276 T: 27.4.2005
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/20-490 K: 2003/510 T: 24.9.2003
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/7-174 K: 2004/161 T: 24.3.2004
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/220 K: 2007/217 T: 18.04.2007
Somut dava, imar, ihya ve zilyetliğe dayalı tescil isteğine ilişkindir. Somut olayda yerel bilirkişiler ve tanık mahkemece taşınmaz mahallinde değil, oturumda dinlenmişler, davacının imar ve ihya eyleminin hangi tarihte, nasıl ve ne şekilde başladığı, sürdürüldüğü kendilerine açık ve net bir şekilde sorulmamış, değerlendirilmemiştir. Bu durumda öncesi itibarıyla tespit dışı bırakılan, fenni bilirkişi krokisinde (B) harfi ile gösterilen taşınmaz parçası, mera komisyonunca mera olarak sınırlandırıldığı tarihe kadar zilyetlikle iktisap edilebileceğinden, yerel bilirkişi ve tanıkların taşınmaz başında dinlenilerek yer ve zaman gösterecek şekilde beyanları alınmalı, değerlendirilmeli, davacı yararına zilyetlikle iktisap koşullarının oluşup oluşmadığı tespit edilmeli, sonucuna göre bir karar verilmelidir.
YARGITAY İLAMI: Taraflar arasındaki “tapu iptali, tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 25.Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 13.10.2005 gün ve 2004/144 E-2005/343 K.sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8.Hukuk Dairesinin 13.04.2006 gün ve 2006/1743-2493 sayılı ilamı ile; (…Davacı vekili, imar-ihya ve kazanmayı sağlayan zilyetlik nedeniyle dava dilekçesinde mevkii ve sınırları yazılı kadastroca tespit dışı bırakılan taşınmazın vekil edeni adına tapuya tesciline karar verilmesini istemiş, yargılama sırasında tescil konusu yerin 1451 parsel sayısı ile idari yoldan mer’a olarak tahsis ve tescil edilmesi üzerine davayı ıslah ederek tapu kaydının iptali ile vekil edeni adına tescilini istemiştir.
Davalı Hazine vekili ile Belediye vekili, davanın reddine karar verilmesini savunmuşlardır. Mahkemece, davanın reddine karar verilmesi üzerine; hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava, TMK.nun 713/1 ve 3402 sayılı Kadastro Kanununun 14. ve 17. maddeleri uyarınca kadastroca tespit dışı bırakılan taşınmazın tescili isteğiyle açılmış, yargılama sırasında dava konusu yerin mer’a olarak tahsis edilmesi üzerine sınırlandırmanın kısmen iptali isteğine dönüşmüştür. Tescil konusu yerin teknik bilirkişi krokisinde A harfi ile gösterilen bölümünün 264 nolu mer’a parseli içinde kaldığı, B harfi ile gösterilen bölümünün ise 03.02.2003 gün ve 601 yevmiye numarası ile sonradan tahsis edilen 1451 nolu mer’a parseli kapsamına alındığının belirlenmesi üzerine mahkemece meraların kazandırıcı zamanaşımı ve zilyetlikle özel mülkiyet olarak tescilinin mümkün bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Öncesi mer’a olan bir yer, süresi neye ulaşırsa ulaşsın zilyetlikle kazanılamayacağından mahkemenin bu açıdan red gerekçesi yerinde ise de; somut olayda olduğu gibi dava konusu yerin bir bölümü, ekilemez arazi niteliğinde kadastroca tespit dışı bırakılan bir yerdir. Öncesi mer’a olmayan böyle bir yerin TMK.nun 713/1 ve 3402 sayılı Kanunun 14 ve 17. maddelerindeki olumlu ve olumsuz koşulların gerçekleşmesiyle kazanılması mümkün olabilir. Dosyadaki 12.04.2002 gün ve 13 sayılı mera komisyonu kararına göre mer’a sınırlandırmasına karşı davacının yapmış olduğu itiraz, söz konusu yerin mera olarak kullanılmasında kamu yararı bulunduğu gerekçesiyle reddedilmiştir. Dava konusu taşınmazını teknik bilirkişi krokisinde B harfi ile gösterilen 6571 m2 yüzölçümündeki bölümü, öncesi itibariyle ekilemez arazi niteliğiyle tespit dışı bırakılan ve mer’a olmayan bir yer olduğu belirlendiğine göre, imar-ihyasının tamamlandığı tarihten mer’a olarak tahsis ve sınırlandırıldığı tarihe kadar koşullarının gerçekleşmesi halinde kazanılması mümkün olabilir. Ancak, bu yer mer’aya tahsis edilmekle kamu emlakine dönüşmüş bulunduğundan özel mülkiyet şeklinde tapuya tescili mümkün olamayacağından mülkiyetin tespitine karar verilmesi gerekir. Mahkemece açıklanan şekilde inceleme ve değerlendirme yapılarak sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile davanın reddine karar verilmiş olması doğru görülmemiştir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve direnme kararının verildiği tarih itibariyle HUMK. 2494 sayılı Yasa ile değişik 438/II.fıkrası hükmü gereğince duruşma isteğinin reddine karar verilip dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, imar, ihya ve zilyetliğe dayalı tescil isteğine ilişkindir. Davacı kadastro tespiti sırasında tescil harici bırakılan taşınmazını 30 yıldan fazla bir süredir, malik sıfatıyla ektiğini, verimliliği artırmak için işçi tutmak suretiyle taşlarını ayıklattırdığını, para ve emek sarf ederek imar, ihya ettiğini ileri sürerek taşınmazın adına tescilini talep ve dava etmiştir.
Davalı Hazine vekili, dava konusu taşınmazın mera olduğunu, kazandırıcı zamanaşımı yoluyla edinilmesinin mümkün olmadığını, davanın reddine karar verilmesini cevaben bildirmiştir.
Davalı köy muhtarlığı davaya cevap vermemiş; yerel mahkemece, davanın reddine ilişkin olarak kurulan hüküm, Özel Dairece yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuştur.
Dosyadaki bilgi ve belgelerden, dava konusu yerin, teknik bilirkişi raporunda (A) harfi ile gösterilen bölümünün 264 numaralı mera parseli içerisinde, (B) harfi ile gösterilen bölümünün ise idari yoldan tahsis ve tescil edilen 1451 numaralı mera parseli içerisinde kaldığı anlaşılmaktadır. Yargılama sırasında davacı vekili 23.3.2005 tarihli dilekçesiyle, 1451 parsel içerisinde kalıp, (B) harfi ile gösterilen kısmın tapusunun iptaliyle, yeni bir parsel numarası altında davacı adına tescili yönünde davasını ıslah ettiğini bildirmiştir.
Hemen belirtilmelidir ki meralar zilyetlikle iktisap edilemez. Dava konusu, krokide (B) harfi ile gösterilen taşınmaz kadastro tespiti sırasında tespit dışı bırakılan, devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerdendir. Mera olarak sınırlandırıldığı tarihe kadar zilyetlikle iktisap edilebilme olanağı bulunmaktadır.
Taşınmaz davalarında kural olarak keşif yapılmadan karar verilmesi mümkün değildir. Bilirkişi ve tanıklar keşif mahallinde dinlenmelidirler.
Somut olayda yerel bilirkişiler ve tanık mahkemece taşınmaz mahallinde değil, 27.1.2005 tarihli oturumda dinlenmişler, davacının imar ve ihya eyleminin hangi tarihte, nasıl ve ne şekilde başladığı, sürdürüldüğü kendilerine açık ve net bir şekilde sorulmamış, değerlendirilmemiştir.
Bu durumda öncesi itibarıyla tespit dışı bırakılan, fenni bilirkişi krokisinde (B) harfi ile gösterilen taşınmaz parçası, mera komisyonunca mera olarak sınırlandırıldığı tarihe kadar zilyetlikle iktisap edilebileceğinden, yerel bilirkişi ve tanıkların taşınmaz başında ve yukarıda değinildiği şekilde dinlenilerek yer ve zaman gösterecek şekilde beyanları alınmalı, değerlendirilmeli, davacı yararına zilyetlikle iktisap koşullarının oluşup oluşmadığı tespit edilmeli, sonucuna göre bir karar verilmelidir.
O halde, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı HUMK.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 18.04.2007 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1–170 K: 1999/167 T: 24.3.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/8-249 K: 2005/276 T: 27.4.2005
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/7-174 K: 2004/161 T: 24.3.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/714 K: 2012/78 T: 15.02.2012
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E:2007/287 K:2007/322 T:30.05.2007
Orman niteliğindeki taşınmazların zilyetlikle kazanılması mümkün değildir.
YARGITAY İLAMI: Taraflar arasındaki “Kadastro Tespitine İtiraz” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Tunceli Kadastro Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 2.6.2006 gün ve 2006/315 E., 2006/411 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 20. Hukuk Dairesinin 13.11.2006 gün ve 2006/11901-15164 sayılı ilamı ile, (…Kadastro sırasında, Uzuntarla Köyü 115 ada 23 parsel sayılı 4.021,34 m2 yüzölçümündeki taşınmaz, senetsiz belgesiz olarak tarla niteliği ile kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği nedeniyle davalı Ahmet Güyildar adına tespit edilmiştir. Davacı Orman Yönetimi, çekişmeli taşınmazın orman sayılan yerlerden olduğu iddiasıyla dava açmıştır. Mahkemece davanın kabulüne, dava konusu taşınmazın kadastro tespitinin iptal edilerek orman niteliği ile Hazine adına tapuya tesciline karar verilmiş, hüküm davalı tarafından temyiz edilmiştir.
Dava, kadastro tespitine itiraz niteliğindedir. Çekişmeli taşınmazın bulunduğu yerde orman kadastrosu yapılmamıştır. Mahkemece yapılan inceleme, araştırma ve uygulama hüküm kurmaya yeterli değildir.
a- Hükme dayanak yapılan orman bilirkişi raporunda; çekişmeli alanın, çok eski tarihlerden beri 30-40 cm pulluk derinliğinde sürülerek ve işlenerek en az 100 yıldır tarım arazisi olarak kullanıldığı, ancak son 10-15 yıldır terk edilerek nadasa bırakıldığı, bakımsızlıktan üzerinin çayır otları ile kaplandığı, yörenin ekolojik koşullarına uygun olarak nadasa bırakıldığı süre içerisinde alana gelen ve alanın kenarlarında serpili halde 10-15 yaşlarında meşe ağaçlarının oluştuğu, davalı parsel üzerinden alınan toprak örneklerinden ve profil içinde yapılan incelemelerden toprak içerisinde orman ağaçlarına ilişkin kök kalıntılarının yer almadığının tespit edildiği,
b- Raporun devamında ise, dava konusu alanın çevresi ile birlikte incelendiğinde ormanlık alanlar ile arasında ayırıcı unsur bulunmadığı, çevresindeki ormanlık alanlar ile tam bir bütünlük arz ettiği genel görünümü itibariyle alanın toprak yapısının orman yetiştirmeye elverişli ve orman toprağı niteliğinde bulunduğu, çekişmeli taşınmazın 1959 basım tarihli memleket haritasında ve tarihi belirtilmeyen hava fotoğraflarında yeşil zemin üzerinde orman ile sembolize edilen orman alanları içinde kaldığı, bu sebeplerle orman sayılan yerlerden olduğunu,
c- Diğer taraftan, aynı keşifte bilgisine başvurulan ziraat bilirkişi tarafından düzenlenen raporda ise; çekişmeli taşınmazın devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olmadığı tarım arazisi niteliğinde bulunduğu açıklanmıştır.
Bu durumda; karara dayanak alınan uzman orman ve ziraat bilirkişi raporları birbiriyle ve kendi içinde çelişkili olup, raporlar çekişmeli yerin öncesinin orman niteliğini belirlemeye yeterli ve kanaat verici olmadığından, bu raporlara dayanılarak hüküm kurulamaz.
O halde; mahkemece, eski tarihli memleket haritası, hava fotoğrafları ve varsa amenajman planı ilgili yerlerden getirtilip, önceki bilirkişiler dışında bu konuda uzman serbest orman mühendisleri arasından seçilecek bir orman yüksek mühendisi, bir ziraat mühendisi ve bir fen elemanı aracılığıyla yeniden yapılacak inceleme ve keşifte, çekişmeli taşınmaz ile birlikte çevre araziye de uygulanmak suretiyle taşınmazın öncesinin bu belgelerde ne şekilde nitelendirildiği belirlenmeli; 3116, 4785 ve 5658 Sayılı Yasalar karşısındaki durumu saptanmalı; tapu ve zilyedlikle ormandan toprak kazanma olanağı sağlayan 3402 Sayılı Yasanın 45. maddesinin ilgili fıkraları, Anayasa Mahkemesinin 01.06.1988 gün ve 31/13 E.K.; 14.03.1989 gün ve 35/13 E.K. ve 13.06.1989 gün ve 7/25 E.K. sayılı kararları ile iptal edilmiş ve kalan fıkraları da 03.03.2005 gününde yürürlüğe giren 5304 Sayılı Yasanın 14. maddesi ile yürürlükten kaldırılmış olduğundan, bu yollarla ormandan yer kazanılamayacağı, öncesi orman olan bir yerin üzerindeki orman bitki örtüsü yok edilmiş olsa dahi, salt orman toprağının orman sayılan yer olduğu düşünülmeli; toprak yapısı, bitki örtüsü ve çevresi incelenmeli; kesinleşmiş orman kadastrosu bulunmadığından, yukarıda değinilen diğer belgeler fen ve uzman orman bilirkişiler eliyle yerine uygulattırılıp; orijinal-renkli (renkli fotokopi) memleket haritasının ölçeği kadastro paftası ölçeğine, yine kadastro paftası ölçeği de memleket haritası ölçeğine çevrildikten sonra, her iki harita komşu ve yakın komşu parselleri de içine alacak şekilde birbiri üzerine ablike edilmek suretiyle, çekişmeli taşınmazın konumunu çevre parsellerle birlikte haritalar üzerinde gösterecekleri yalnız büro incelemesine değil, uygulamaya ve araştırmaya dayalı, bilirkişilerin onayını taşıyan krokili bilimsel verileri bulunan yeterli rapor alınmalı ve oluşacak sonuç çerçevesinde bir karar verilmelidir. Açıklanan hususlar gözetilmeksizin, eksik inceleme ve yetersiz bilirkişi raporuna dayanılarak yazılı biçimde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırıdır…) gerekçesiyle bozularak dosya geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
c- Diğer taraftan, aynı keşifte bilgisine başvurulan ziraat bilirkişi tarafından düzenlenen raporda ise; çekişmeli taşınmazın devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olmadığı tarım arazisi niteliğinde bulunduğu açıklanmıştır.
Bu durumda; karara dayanak alınan uzman orman ve ziraat bilirkişi raporları birbiriyle ve kendi içinde çelişkili olup, raporlar çekişmeli yerin öncesinin orman niteliğini belirlemeye yeterli ve kanaat verici olmadığından, bu raporlara dayanılarak hüküm kurulamaz.
O halde; mahkemece, eski tarihli memleket haritası, hava fotoğrafları ve varsa amenajman planı ilgili yerlerden getirtilip, önceki bilirkişiler dışında bu konuda uzman serbest orman mühendisleri arasından seçilecek bir orman yüksek mühendisi, bir ziraat mühendisi ve bir fen elemanı aracılığıyla yeniden yapılacak inceleme ve keşifte, çekişmeli taşınmaz ile birlikte çevre araziye de uygulanmak suretiyle taşınmazın öncesinin bu belgelerde ne şekilde nitelendirildiği belirlenmeli; 3116, 4785 ve 5658 Sayılı Yasalar karşısındaki durumu saptanmalı; tapu ve zilyedlikle ormandan toprak kazanma olanağı sağlayan 3402 Sayılı Yasanın 45. maddesinin ilgili fıkraları, Anayasa Mahkemesinin 01.06.1988 gün ve 31/13 E.K.; 14.03.1989 gün ve 35/13 E.K. ve 13.06.1989 gün ve 7/25 E.K. sayılı kararları ile iptal edilmiş ve kalan fıkraları da 03.03.2005 gününde yürürlüğe giren 5304 Sayılı Yasanın 14. maddesi ile yürürlükten kaldırılmış olduğundan, bu yollarla ormandan yer kazanılamayacağı, öncesi orman olan bir yerin üzerindeki orman bitki örtüsü yok edilmiş olsa dahi, salt orman toprağının orman sayılan yer olduğu düşünülmeli; toprak yapısı, bitki örtüsü ve çevresi incelenmeli; kesinleşmiş orman kadastrosu bulunmadığından, yukarıda değinilen diğer belgeler fen ve uzman orman bilirkişiler eliyle yerine uygulattırılıp; orijinal-renkli (renkli fotokopi) memleket haritasının ölçeği kadastro paftası ölçeğine, yine kadastro paftası ölçeği de memleket haritası ölçeğine çevrildikten sonra, her iki harita komşu ve yakın komşu parselleri de içine alacak şekilde birbiri üzerine ablike edilmek suretiyle, çekişmeli taşınmazın konumunu çevre parsellerle birlikte haritalar üzerinde gösterecekleri yalnız büro incelemesine değil, uygulamaya ve araştırmaya dayalı, bilirkişilerin onayını taşıyan krokili bilimsel verileri bulunan yeterli rapor alınmalı ve oluşacak sonuç çerçevesinde bir karar verilmelidir. Açıklanan hususlar gözetilmeksizin, eksik inceleme ve yetersiz bilirkişi raporuna dayanılarak yazılı biçimde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırıdır…) gerekçesiyle bozularak dosya geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine 30.05.2007 gününde ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY
Dava; Kadastro tespitine itirazdır. Niza konusu taşınmaz Tunceli İli, Uzuntarla Köyü, 115 ada, 23 parsel olup, 4.021.34 m2.dir. Taşınmazın bulunduğu bölgede daha önce orman kadastrosu yapılmamıştır.
1- Bir taşınmazın bulunduğu yerde orman kadastrosu yapılmış, kesinleşmişse taşınmazın orman olup olmadığı, orman tahdit tutanakları ile haritasına değer verilerek ve serbest orman mühendisi veya mühendisleri tarafından uygulanarak belirlenir.
2- Somut olayda olduğu gibi, eğer taşınmazın bulunduğu yerde orman kadastrosu yapılmamışsa, o taşınmazın orman sayılan yerlerden olup olmadığı yapılacak keşifte dinlenilecek serbest orman mühendisi veya mühendislerinin verecekleri rapor ile belirlenir. Bu rapora esas alınan hususlar memleket haritası, amenajman planları ve en eski tarihli hava fotoğraflarıdır.
23.5.2006 tarihli Orman Yüksek Mühendisi Yrd.Doç.Dr. Arslan Okatan’ın raporunda;
“Sonuç ve Kanaat Bölümünde;
Dava konusu 115 ada, 23 nolu parsel,
3116 sayılı Orman Yasasına göre “Orman Sayılan” yerlerdendir.
4785 sayılı Yasaya göre devletleştirilen orman alanlarındandır.
5658 sayılı Yasaya göre, iadeye tabi alanlardan değildir.
…eğim düşük olduğundan toprak muhafaza karakteri taşımadığı tespit edilmiştir. Ancak çevresi ile birlikte değerlendirildiğinde, bu tür alanların sürekli olarak yoğun bir bitki örtüsü tabakası ile kaplı bulundurulması gerekmektedir. Genel görünümü itibariyle alanın toprak yapısı orman yetiştirmeye elverişli ve orman toprağı niteliğindedir.
Dava konusu alan çevresindeki orman alanlarıyla tam bir bütünlük arz etmektedir.
Amenajman planı meşçere haritasında nizalı olan BBT-OT (Bozuk, Baltalık-Orman Toprağı) niteliğindeki alanlar içerisinde kalmaktadır.
Dava konusu alanın orman yetiştirmeye elverişli olması ve orman toprağı ile kaplı bulunması bu alanın eskiden beri ormanlık bir alan olduğunu ve orman sayılan yerlerden olduğunu göstermektedir.
Dava konusu alan ile çevresindeki orman toprağı ile kaplı olan ormanlık alanlar arasında herhangi bir ayırıcı unsur mevcut değildir.
Dava konusu parselin, 1/25000 ölçeğine dönüştürülen kadastro pafta krokisinin, 1/25000 ölçekli eski tarihli memleket haritası ve 1/25000 ölçekli amenajman planı meşçere haritası üzerine yapılan çakıştırması sonucunda ortaya çıkan yeri ve konumu belirlenerek işaretlenmiştir.
…Bunun için Küresel Konum Belirleme Sistemi alıcısından yararlanılmıştır… parselin harita üzerindeki konumu hatasız olarak tespit edilmiştir. Parselin harita üzerinde yer aldığı konum ve etrafına ilişkin değerlendirme ise, memleket haritasının sağ kenarında yer alan “İŞARETLER” bölümü dikkate alınarak yapılmıştır. Burada yeşil alanlara ilişkin olarak 9 adet sembolizasyon mevcuttur. Buna göre dava konusu alan zeminde yeşil renk ile boyalı olup, yeşil zemin üzerinde ise “Orman” ile sembolize edilen orman alanları içerisinde kaldığı tespit edilmiştir. Yöreye ait hava fotoğraflarının stereoskop ile yapılan üç boyutlu incelemelerinde alanın ormanlık alan niteliğinde olduğu tespit edilmiştir.
Denilmektedir. Bu bilirkişi raporunun daha sonraki bölümlerinde, taşınmazın genel görünümü hakkında açıklamalarda bulunulmuştur.
…
Dava konusu alanın çevresi ile birlikte incelenmesi yapıldığında ormanlık alanlar ile ayırıcı unsur olmadan bütünlük sağladığı ve alanın çok eski tarihlerde ormandan açılarak elde edildiği tespit edilmiştir.
Dava konusu parselin eğim durumu ve fiziki yapısı dikkate alındığında tarım yapmaya elverişli olduğu ancak, konumu dikkate alındığında, orman içi açıklık durumunda olması dava konusu alanın orman sayılan yerlerden olduğunu ortaya koymuştur.
…
Dava konusu nizalı parsel, 6831 sayılı Orman Yasasının 1. maddesine göre yukarıda sayılan nedenlerde dikkate alınarak, gerekli değerlendirmeler yapıldığında “Orman Sayılan” alanlardan olduğu sonuç ve kanaatine varılmıştır.
Denilmektedir.
Orman Yüksek Mühendisinin bu raporu açık ve net olarak nizalı taşınmazın orman olduğunu tespit eden rapordur. Bu raporun kendi içerisinde çelişik olduğunu söylemek mümkün değildir. Zira taşınmazın orman olup olmadığı konusunda rapor verecektir. Gözlemini yazması onun taşınmazı tarım arazisi olduğunu belirlediği anlamına gelmez. Zira Orman Yüksek Mühendisinin öyle bir görevi yoktur. Bu tür beyanlarına da itibar edilemez. Zira aksi halde makine mühendisinin inşaat alanında rapor vermesine benzer. Bu rapora çelişik denilemez. Değer verilmez.
Orman mühendisi de kendi alanında rapor vermiş ve taşınmazın orman olduğunu belirlemiştir.
Ziraat Mühendisi Hüseyin Rahmi Yerlikaya’nın raporunda ise; taşınmazın tarım arazisi vasfında olduğu bildirilmiş ve kazanım şartları dile getirilmiş, gözlemlerine yer verilmiştir. Bu raporda kendi içerisinde doğrudur.
Orman mühendisi raporu ile ziraat mühendisi raporu arasında da çelişki yoktur.
Her iki rapor kendi içerisinde tutarlıdır.
Bir taşınmazın önce orman olup olmadığı saptanacaktır (Ormansa ki, olayımızda taşınmazın orman olduğu belirlenmiştir). O zaman taşınmazın zilyetlikte kazanılması mümkün değildir. Yapılan zilyetlik, imar-ihya geçersizdir.
Eğer orman değilse; o zaman taşınmazın tarım arazisi yönü ve şartları üzerinde durularak ziraat mühendisinin raporu devreye girecektir. Ve bu raporda 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 713/1. maddesindeki ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 14. ve 17. maddelerindeki şartların mevcut olup olmadığı araştırılacaktır.
Somut olayda yukarıda anlatılan nedenlerle Orman Yüksek Mühendisinin raporu kendi içerisinde çelişkili olmadığı gibi, Orman Yüksek Mühendisi ile Ziraat Mühendisi raporları arasında da çelişki yoktur.
Nizalı taşınmazın toprağı ile birlikte çok eski tarihlerden beri orman olduğu belirlenmiştir. Araştırılacak başka bir yön yoktur. Orman sayılan taşınmazın zilyetlikle kazanılması mümkün değildir. Özel Dairenin şimdiye kadarki tüm uygulaması da bu yöndedir. Zaten aynı mahkemenin verdiği birçok kabul kararını da bu sebeple onamıştır. Hatta aynı mahkemenin red ettiği bir kararı da orman diye bozmuştur.
Somut olayın özellikleri itibariyle çoğunluğun araştırmaya yönelik bozma kararına katılmıyorum.
KARŞI OY
23.5.2006 tarihli Yardımcı Doçent Dr. Arslan Okatan’ın (Orman Yüksek Mühendisi) Bilirkişinin raporunda dava konusu yer, genel görünümü itibariyle toprak yapısı orman yetiştirmeye elverişli ve orman toprağı niteliğinde olduğu, çevresindeki orman alanlarıyla bir bütünlük arz ettiği, amenajman planı meşcere haritasında nizalı alanın (Bozuk Baltalık-Orman Toprağı) niteliğindeki ormanlık alanlar içinde kaldığı, çevresindeki orman toprağı ile kaplı ormanlık alanlar arasında herhangi bir ayırıcı unsur mevcut olmadığı belirtilmiştir.
Aynı raporda, dava konusu parselin eski tarihli ve 1/25.000 ölçekli memleket haritası (Erzincan 43-d2) üzerindeki yerinin belirlenmesinde ve haritanın zemine ablikasyonunda (küresel konum belirleme sistemi alıcısından) yararlanılması sonucu, yeşil zemin üzerinde “orman” sembolize edilen orman alanları içerisinde kaldığının tesbit edildiği vurgulanmıştır.
Böylece tüm dosya içeriğinden dava konusu taşınmazın çevresinin orman özelliği gösteren orman toprağı ile çevrili olması nedeniyle orman bütünlüğünü bozmakta ve 6831 sayılı yasanın 17/2 maddesi kapsamında özel mülkiyete konu olmayacak niteliktedir.
3402 sayılı yasanın 45. maddesinin ilgili fıkraları Anayasa Mahkemesinin 1.6.1988 gün ve 31/13 E.K., 14.3.1989 gün ve 35/13 E.K. ve 13.6.1989 gün ve 7/25 E.K. sayılı kararları ile iptal edilmiş olduğundan, bu yollarla ormandan yer kazanılamayacağı, öncesi orman olan bir yerin üzerindeki bitki örtüsü yok edilmiş olsa dahi, salt orman toprağının orman sayılan yer olduğu yönündeki kararları doğrultusunda mahalli mahkemece “dava konusu taşınmazın kadastro tesbitinin iptal edilerek orman niteliği ile Hazine adına tesbit ve tapuya tesciline dair direnme kararı, doğru ve yerinde olduğundan ONANMALI’dır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1–170 K: 1999/167 T: 24.3.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/7-174 K: 2004/161 T: 24.3.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/714 K: 2012/78 T: 15.02.2012
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/15 K: 2004/7 T: 21.01.2004
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E:2007/849 K:2007/853 T:14.11.2007
Kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayalı tescil isteminin aynı zamanda imar-ihya istemini de kapsayacağında kuşku ve duraksamaya yer olmamalıdır.
Taraflar arasındaki “tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Adıyaman Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 27.09.2004 gün ve 2003/391 E.,2004/1158 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8.Hukuk Dairesinin 7.6.2005 gün ve 3709-4304 sayılı ilamı ile; (…Davacı vekili, dava dilekçesinde; mevkii ve sınırlarını açıkladığı taşınmazın vekil edeni adına tapuya tesciline karar verilmesini istemiştir.
Davalı Hazine vekili, uyuşmazlık konusu taşınmazın 1973 yılında tespit dışı bırakılan bir yer olduğunu, daha sonra sürülmek suretiyle kullanıldığını, imar ve ihya edilmediğini belirterek davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.
Davalı köy tüzel kişiliği temsilcisine, yöntemine uygun dava dilekçesi tebliğ edilmesine karşın yargılama oturumlarına katılmamıştır.
Mahkemece, “kadastronun kesinleştiği tarih ile dava tarihi arasında 10 yıllık sürenin geçtiğini, taşınmazın kadimden beri tarım arazisi olduğunu, davacının imar ve ihyaya dayanmadığını” gerekçe göstermek suretiyle davanın reddine karar verilmesi üzerine; hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava, kazanmayı sağlayan zilyetlik, imar ve ihya hukuksal sebeplerine dayalı olarak TMK.nun 713/1, 3402 sayılı Kanunun 14 ve 17. maddeleri gereğince açılan tescil davasıdır.
Mahkemenin gösterdiği red gerekçesine katılmak mümkün değildir. Uyuşmazlık konusu taşınmaz 1974 yılında yapılan kadastro (tapulama) çalışmaları sırasında 766 sayılı Tapulama Kanununun 2. maddesi uyarınca tespit dışı bırakılan bir yerdir. Tespit dışı bırakılan yerlerin sınırlandırılması yapılmadığı gibi, bu gibi yerler hakkında kadastro tutanağı da düzenlenmemekte ve geometrik durumları tespit edilmemektedir. Bu şekilde yapılan işlem bir tespit işlemi değil ise de; kadastro görevlilerince taşınmazın tescile tabi olmadığı saptanarak hukuksal durum belirlenmiş olduğundan, yapılan işlem bir kadastro işlemi niteliğini taşımaktadır. Bu bakımdan bu gibi yerler hakkında 3402 sayılı Kanunun 12/3. fıkrasında belirtilen 10 yıllık hak düşürücü sürenin uygulama olanağı yoktur. Kural olarak kadastro tespitiyle kadastrodan önceki zilyetlik süresi kesintiye uğramakta ve kadastroca tespit dışı bırakıldığı tarihten dava tarihine kadar TMK.nun 713/1. ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 14 ve 17. maddelerinde belirtilen koşullar yanında 20 yıllık kazanma süresi de davacı yararına gerçekleşmiş ise, bu tür taşınmazların kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğiyle edinilmesi mümkün bulunmaktadır. Her ne kadar red gerekçesinde davacı tarafın imar ve ihyaya dayanmadığı bildirilmiş ise de, taşınmaz, 766 sayılı Tapulama Kanununun 2. maddesi uyarınca tespit dışı bırakılan yerlerden olup, imar ve ihyaya muhtaç yerlerden olduğu açıktır.
Mahkemenin bu yöndeki gerekçesi yerinde bulunmamaktadır. Çünkü tescil isteği aynı zamanda imar ve ihyayı da kapsamaktadır. Şu halde mahkemece yapılacak iş; yukarıda belirtilen somut olgular doğrultusunda taraf delillerini toplamak ve sonucuna göre karar vermekten ibarettir. O halde mahkemece hiçbir delil toplanmadan ve keşif de yapılmadan yazılı gerekçeyle davanın reddine karar verilmiş olması usul ve yasaya aykırıdır…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava tescil istemine ilişkindir. Davacı vekili, tapulama sırasında tespit harici bırakılan dava konusu taşınmazın davacı tarafından 30 yıldan beri malik sıfatıyla tarım alanı olarak kullanıldığını ileri sürerek taşınmazın davacı adına tapuya tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı Hazine vekili, dava konusu taşınmazın 1973 yılında tapulama harici bırakılan yerlerden olduğunu, davacının bu yeri son yıllarda sürmek suretiyle kullandığını, herhangi bir imar ihyanın söz konusu olmadığını, davacının böyle bir iddiası bulunmadığını, davacının zilyetlikten dava açması için 10 yıllık hak düşürücü zamanaşımı süresinin geçtiğini ileri sürerek davanın reddini savunmuştur.
Yerel Mahkeme, kadastronun kesinleştiği tarih ile dava tarihi arasında 10 yıldan fazla zaman geçtiği, dava dilekçesinde taşınmazın kadimden beri tarım arazisi olduğunun belirtildiği ve imar ihyaya dayanılmadığı gerekçesi ile davanın reddine karar vermiş, davacı vekilinin temyizi üzerine hüküm Öze Dairece yukarıdaki gerekçe ile bozulmuş, yerel mahkeme imar ve ihya hukuki nedenine dayanılmadığı gerekçesi ile kararında direnmiştir.
Hukuk Genel Kurulunun 12.3.1997 gün 1996/8-813 E.,1997/184 K.; 4.6.1997 gün 1997/8-218 E.,1997/484 K.; 28.10.1998 gün 1998/8-753 E.,1998/747 K.; 26.5.1999 gün 1998/8-318 E.,1999/466 K.; 6.10.1999 gün 1999/8-592 E.,1999/786 K.sayılı kararlarında da açıkça benimsendiği gibi kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayalı tescil isteminin aynı zamanda imar-ihya istemini de kapsayacağında kuşku ve duraksamaya yer olmamalıdır.
O halde Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz ilam harcının iadesine, 14.11.2007 oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/8-249 K: 2005/276 T: 27.4.2005
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/220 K: 2007/217 T: 18.04.2007
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/75 K: 2007/90 T: 28.02.2007
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/15 K: 2004/7 T: 21.01.2004
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/714 K: 2012/78 T: 15.02.2012
Zilyetliğin o malın/taşınmazın maliki olduğunu sahiplenme, kullanma, idare ve işletmesi amacıyla hakimiyetinde bulundurması halinde malik sıfatıyla zilyetlikten söz edilebilir. O mal üzerinde kendi zilyetliğinden başka kişinin üstün ve korunmaya değer zilyetliğini tanımayan kişinin zilyetliği malik sıfatıyla zilyetliktir. Tapusuz taşınmazın tesciline ilişkin davasında, diğer koşullar yanında malik sıfatı ile zilyetliğin Hazine’ye karşı kanıtlanması gerekir.
Taraflar arasındaki “tapu iptali tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Akçaabat 2. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 12.11.2008 gün ve 2008/23 E-2008/156 K. Sayılı kararın incelenmesi davalılar tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 20. Hukuk Dairesinin 26.04.2010 gün ve 2010/2512-5656 sayılı ilamı ile;
(“…Çekişmeli taşınmazların bulunduğu Akpınar Beldesinde 1998 yılında yapılan genel arazi kadastrosu sırasında 105 ada 24 parsel sayılı 875,26 m2, 177 ada 2 parsel sayılı 1080,27 m2 ve 179 ada 28 parsel sayılı 1884,67 m2 yüzölçümündeki taşınmazlar, mera vasfı ile sınırlandırılmıştır. Davacı 20.03.2003 tarihli dava dilekçesi ile 12.07.1984 tarih 7 sırada kayıtlı tapu kaydı ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanarak 105 ada 24, 177 ada 2 ve 179 ada 28 parsel sayılı taşınmazların tapu kayıtlarının iptali ile adına tescili talebi ile dava açmıştır. Mahkemece, davanın kabulü ile 105 ada 24, 177 ada 2 ve 179 ada 28 parsel sayılı taşınmazların tapu kayıtlarının iptali ile davacı adına tapuya tesciline karar verilmiş, hüküm davalı Hazine ve Belediye Başkanlığı tarafından temyiz edilmiştir.
Dava dilekçesindeki açıklamaya göre dava, tapu iptali tescil davasına ilişkindir. Çekişmeli taşınmazın bulunduğu yörede genel arazi kadastrosu 1998 yılında yapılmış ve sonuçları 07.08.1998- 07.09.1998 tarihleri arasında ilan edilerek kesinleşmiştir.
Mahkemece davacı yararına kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği şartlarının gerçekleştiği kabul edilerek davanın kabulüne karar verilmiş ise de yapılan inceleme ve araştırma hüküm kurmaya yeterli değildir. Çekişmeli taşınmazların bulunduğu yörede orman kadastrosu yapılıp yapılmadığı araştırılmadığı gibi taşınmazların orman sayılan yerlerden olup olmadığı da araştırılmamıştır.
Mahkemece önceki bilirkişiler dışında halen Çevre ve Orman Bakanlığı ve bağlı birimlerinde görev yapmayan bu konuda uzman yüksek orman mühendisleri arasından seçilecek bir mühendis ve bir fen elemanı aracılığıyla yeniden yapılacak inceleme ve keşifte, çekişmeli taşınmazlarla ile birlikte çevre araziye de uygulanmak suretiyle taşınmazların öncesinin bu belgelerde ne şekilde nitelendirildiği belirlenmeli; 3116, 4785 ve 5658 Sayılı Yasalar karşısındaki durumu saptanmalı; tapu ve zilyedlikle ormandan toprak kazanma olanağı sağlayan 3402 Sayılı Yasanın 45. maddesinin ilgili fıkraları, Anayasa Mahkemesinin 01.06.1988 gün ve 31/13 E.K.; 14.03.1989 gün ve 35/13 E.K. ve 13.06.1989 gün ve 7/25 E.K. sayılı kararları ile iptal edilmiş ve kalan fıkraları da 03.03.2005 gününde yürürlüğe giren 5304 Sayılı Yasanın 14. maddesi ile yürürlükten kaldırılmış olduğundan, bu yollarla ormandan yer kazanılamayacağı, öncesi orman olan bir yerin üzerindeki orman bitki örtüsü yok edilmiş olsa dahi, salt orman toprağının orman sayılan yer olduğu düşünülmeli; toprak yapısı, bitki örtüsü ve çevresi incelenmeli; Orman sayılan veya orman rejimine girmiş yerler 15.07.2004 günlü Resmi Gazetede yayınlanan Orman Kadastro Yönetmeliğinin 26. maddesine göre özel mülkiyete tabi olmayacağından bu madde hükmü de dikkate alınarak ve kesinleşmiş orman kadastrosu bulunmadığından, yukarıda değinilen diğer belgeler fen ve uzman orman bilirkişiler eliyle yerine uygulattırılıp; orijinal-renkli (renkli fotokopi) memleket haritasının ölçeği kadastro paftası ölçeğine, yine kadastro paftası ölçeği de memleket haritası ölçeğine çevrildikten sonra, her iki harita komşu ve yakın komşu parselleri de içine alacak şekilde birbiri üzerine aplike edilmek suretiyle, çekişmeli taşınmazın konumunu çevre parsellerle birlikte haritalar üzerinde gösterecekleri yalnız büro incelemesine değil, uygulamaya ve araştırmaya dayalı, bilirkişilerin onayını taşıyan krokili bilimsel verileri bulunan yeterli rapor alınmalıdır. Bu şekilde yapılacak inceleme ve araştırma sonucunda taşınmazın orman sayılmayan yerlerden olduğu belirlendiği taktirde;
3402 Sayılı Kadastro Yasasının 17. maddesi gereğince orman sayılmayan, Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan ve kamu hizmetine tahsis edilmeyen ve il, ilçe ve kasabaların imar planları kapsamında kalmayan araziden masraf ve emek sarfı ile imar ve ihya edilip tarıma elverişli hale getirilen (ev ve benzeri tesisler yapmak, dışarıdan toprak getirilerek tarıma elverişli hale getirmek imar ihya olarak kabul edilemez) ve imar ihyanın tamamlandığı tarihten tescil davasının açıldığı güne kadar 20 yıl süreyle zilyet edildiği ileri sürülerek tapuya tescili istenen taşınmazların, Kadastro Yasasının 14. maddesinde yazılı diğer koşulların yanında niteliğinin, imar ihya edildiğinin ve üzerinde sürdürülen zilyetliğin, başlangıç ve süresinin, kullanılıp kullanılmadığının ve tasarruf sınırlarının ne olduğunun takdiri delil olan yerel bilirkişi ve tanık sözleri yanında, gerçeğin bir resmi olan en eski tarihli hava fotoğrafı ile gerçeğin modeli olan memleket haritaları ile dava tarihinden ya da kadastro tespit tarihinden 15-20 yıl önce en az iki zamanda birbirini izleyen bindirmeli olarak çekilen çiftli hava fotoğrafları ve bu fotoğrafların yorumlanması ile üretilen memleket haritaları ve standart tomografik fotoğrametri yöntemi ile düzenlenen kadastro haritalarının, özellikle ön bindirmeli çekilen ve birbirini izleyen stereoskopik çift hava fotoğraflarının stereoskop aletiyle ve üç boyutlu olarak incelenip taşınmazın niteliğinin, konumunun ve kullanım durumunun anlatılan bilimsel yöntemle kesin olarak belirlenmesi gerekir.
Somut olayda mahkemece, anlatılan biçimde bir araştırma ve inceleme yapılmamıştır. O halde; dava konusu taşınmazın orman sayılmayan ve zilyetlikle kazanılabilecek yerlerden olduğunun belirlenmesi halinde, dava konusu taşınmaz ve etrafını gösterir ve ilk defa o yerde grafik ya da fotogrametri yöntemiyle düzenlenen 1/5000 ölçekli arazi kadastro paftasının orijinal fotokopi örneği ile taşınmaza bitişik ya da yakın komşu parsellerin, kadastro tespit tutanak örnekleri ve varsa bu parsellere uygulanan tapu ve vergi kayıtları ilk oluşturulduğu günden itibaren tüm gittileri ile, yine en eski tarihli memleket haritası ve hava fotoğrafları ve 288 sayılı genelgeye göre yapılan orman sınırlandırması yapılıp yapılmadığı sorularak yapılmış ise buna ilişkin harita, tomografik yöntemle yapılmış bir harita mevcut ise buna ilişkin harita getirtilmelidir. M.Y.’nın 713. maddesine dayanılarak açılan davalarda dava tarihinden, 15-20 yıl önce iki ayrı tarihte çekilmiş stereoskopik hava fotoğrafları ve bu fotoğraflara dayanılarak üretilmiş orijinal renkli memleket haritaları bulunduğu yerlerden istenerek, bu belgeler Ziraat Fakültelerinin toprak bölümünden mezun olan bir ziraat mühendisi, bir Harita-Kadastro (Jeodezi ve Fotogrametri) mühendisi ile üç yüksek orman mühendisinden oluşturulacak bilirkişi kurulu aracılığıyla, dava konusu taşınmaz ile çevresine uygulanıp bu belgelerde dava konusu yer belirlendikten sonra, hava fotoğrafları ve dayanağı haritalar stereoskop aletiyle ve üç boyutlu olarak incelettirilip taşınmazın niteliğinin bu belgelerde ne şekilde görüldüğü, imar-ihya ve zilyetliğin hangi tarihte başlanılıp tamamlandığı belirlenmeli, bu belgeler ile kadastro paftası, pafta düzenlenmemişse dava konusu taşınmazın 23/06/2005 gün ve 9070 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla yürürlüğe konulan BÖHHBÜY (Büyük Ölçekli Haritalar ve Harita Bilgileri Üretim Yönetmeliği) hükümlerine göre koordinatlı olarak düzenlenecek haritası hem 1/5000 ve hem de 1/25000 ölçeklerinde eşitlenerek kadastro paftası ile düzenlenen harita, komşu ve yakın komşu taşınmazları da içine alacak şekilde birbiri üzerine aplike edilmek suretiyle çekişmeli taşınmazın konumu, hava fotoğrafları ile orijinal renkli memleket haritaları üzerinde gösterir biçimde bilirkişi kurulundan ayrıntılı ve bilimsel verileri içerir, tomografik ve memleket haritalarından yararlanılarak taşınmazın gerçek eğim durumunu gösterir rapor alınmalı, dava konusu taşınmazın orman sayılmayan yerlerden olması veya kesinleşen orman kadastro sınırları dışında kalması ya da orman ve arazi kadastrosunun yapılıp kesinleştiği tarih ile dava tarihi arasında 20 yıldan fazla süre geçmesi o yerin kişiler adına tescili için yeterli olamayacağından bu şekilde yapılacak inceleme sonucu dava konusu yerin;
1)Orman sayılan veya orman rejimine girmiş (15.07.2004 günlü Resmi Gazetede yayınlanan Orman Kadastro Yönetmeliği madde 26) yerlerden yada 3402 Sayılı Yasanın 16. maddesinde belirtilen özel mülkiyete tabi olmayacak, kamu mallarından olduğunun belirlenmesi (3402 Sayılı Yasanın 16.md. A, B, C, D bentleri kapsamında kalan yerler),
2)Kamu hizmetine tahsis edilmiş olduğunun anlaşılması (3402 Sayılı Yasanın 17/1. maddesi gereğince orman yetiştirilmek üzere Orman Genel Müdürlüğüne tahsis edilen arazi ya da başka bir amaçla kamu hizmetine tahsis edilen arazi, imar-ihya ve zilyetlik yoluyla kazanılamaz. H.G.K. 03.06.1998 gün 1998/8-347-394 ve 12.12.2001 gün 2001/20-118-1156 S.K.),
3)İl, İlçe ve kasabaların nazım veya uygulamalı imar planlarının kapsadığı alanlarda kaldığının saptanması (3402 Sayılı Yasanın 17/2.md. H.G.K. 25.04.2001 gün 2001/20-390-396 S.K.),
4)Tescil davalarında, davanın açıldığı; kadastro tespitine itiraz davalarında ise kadastro tespit tutanağının düzenlendiği tarihten 20 yıl önce çekilmiş hava fotoğrafları ve bu fotoğraflardan üretilmiş memleket haritaları veya fotogometri yöntemiyle düzenlenen kadastro paftalarında zilyet ve tasarruf edilmeyen yerlerden olduğunun anlaşılması,
5)Kadastro tespit ve tescil harici bırakma işleminin kesinleştiği tarihten tescil davasının açıldığı tarihe kadar 20 yıllık zilyetlik süresinin geçmemiş olması (H.G.K.’nun 22/03/1995 gün 1994/8-873-216 ve 19/02/1997 gün 1996/8-768-100 ve 24/09/1997 gün 1997/20-372-718 ve 18/02/1998 gün 1998/8-15-129 sayılı kararları),
6)O yerde orman kadastrosu kesinleşmiş olsun olmasın, taşınmazın 6831 Sayılı Yasanın 17/2. ve Orman Kadastrosunun Uygulaması Hakkındaki Yönetmeliğin 26/a. maddeleri kapsamında orman içi açıklık konumunda bulunması (H.G.K.nun 10.12.1997 gün 1997/20-830-1034 ve 17.12.1997 gün 1997/20-808-1039 ve 22.10.2003 gün 2003/20-665-614 ve 11.10.2004 gün 2004/7-531-582 sayılı kararları ile orman içi açıklıkların zilyetlikle kazanılamayacağı kabul edilmiştir.),
7)Dava konusu taşınmazın veya yakın çevresinin arazi kadastro ekiplerince kadastro paftası üzerinde orman nitelemesi yapılarak tespit ve tescil harici bırakılması (H.G.K.nun 21.01.2004 gün 2004/8-15-7 ve 12.05.2004 gün 2004/8-242-292 ve 12/03/2008 gün ve 2008/20-214-241 sayılı kararları),
8)Kadastro (Tapulama) Komisyonu tarafından orman sayılarak tesbit ve tescil harici bırakılması (H.G.K.nun, 24.10.2001 gün 2001/8-964-751 ve 13.02.2002 gün 2002/8-183-187 sayılı kararları),
9)15.07.2004 günlü Resmi Gazetede yayınlanan Orman Kadastrosunun Uygulanması Hakkındaki Yönetmeliğin 26. maddesinin 2.fırkasında yazılı,
a)4785 Sayılı Yasayla Devletleştirilmiş orman,
b)3116 Sayılı Yasanın Geçici 1. maddesine göre kamulaştırılmış orman,
c)6831 Sayılı Yasanın 3. maddesine göre orman rejimine alınmış yer,
d)Aynı Yasanın 13. maddesinin (B) bendine göre orman olarak ağaçlandırılan veya ağaçlandırılacak yer,
e)Aynı Yasanın 24. maddesine göre kamulaştırılan ya da diğer suretle orman yetiştirmek üzere kamulaştırılan yer,
f)Devlet Ormanı olduğuna dair kesinleşmiş mahkeme kararı bulunan yer,
g)Herhangi bir nedenle orman sınırı dışında kalmış orman,
h)Maliye Bakanlığınca orman olarak tahsis edilmiş yerlerden ağaçlandırılmış ya da ağaçlandırılmak üzere planlanmış saha,
ı)Orman ve toprak muhafaza karakteri taşıyan funda ve makilik alan olduğunun belirlenmesi halinde bu tür yerlerin herhangi bir şekilde komisyonlarca sınırlama dışı bırakılmış veya orman sayılmamış olmasının bu yerlerin orman olma vasfını ortadan kaldırmayacağı düşünülerek başka bir araştırmaya gerek kalmadan Hazine davasının kabulü ile dava konusu taşınmazın orman niteliği ile Hazine adına tesciline karar verilmelidir (H.G.K…’nun 15/03/2006 gün 2006/8-106-68 sayılı kararı).
Yukarıda yazılı koşulların somut olayda bulunmaması halinde, taşınmazın öncesinin ne olduğu, imar-ihya yapılmışsa hangi tarihte başlanılıp bitirildiği, kimden kime kaldığı, zilyetliğin ne zaman başlayıp nasıl sürdürüldüğü ve ekonomik amacına uygun olup olmadığı, maddi olaylara dayalı ve ayrıntılı olarak, taşınmaz başında dinlenecek yerel bilirkişiler ile taraf tanıklarından sorulmalı, yerel bilirkişi ve tanık sözlerinin doğruluğu yukarıda belirtilen ve gerçeğin kendisi olan belgelere dayalı olarak düzenlenecek bilirkişi kurulu raporuyla denetlenmeli,
Somut olayın özelliği göz önünde bulundurularak ayrıca; Çekişmeli taşınmazlara komşu ve yakın komşu olan 105 ada 23 ve 25, 177 ada 3, 179 ada 26, 27, 29 ve 24 parsellere ait kadastro tespit tutanakları ile varsa dayanağı olan tapu ve vergi kayıtları getirtilerek mahallinde uygulanmalı, dava konusu taşınmazların bulunduğu yönü ne şekilde gösterdiği belirlenmeli, 3402 Sayılı Yasanın 14/1. maddesinde yazılı 40 ve 100 dönüm kısıtlama araştırmasının aynı maddenin 03/07/2005 gün ve 5403 Sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanma Yasası ile değiştirilen 2.fıkrası hükümlerine göre yapılacağı düşünülerek, adına tescil kararı verilecek kişi ya da kişiler ile diğer mirasçılar ve onların miras bırakanları yönünden aynı çalışma alanı içerisinde belgesizden zilyetliğe dayalı olarak tespit ve tescil edilen taşınmaz olup olmadığı, varsa cinsi, parsel numaraları ve miktarı, Tapu Sicil ve Kadastro Müdürlüklerinden ve yine, aynı kişiler tarafından açılan tescil davası olup olmadığı Hukuk Mahkemesi Yazı İşleri Müdürlüklerinden ayrı ayrı sorularak gerektiğinde tespit tutanak örnekleri ve tapu kayıtları ya da tescil dava dosyaları getirtilip incelenmeli, dava konusu taşınmazın sulu ya da kuru tarım arazisi olup olmadığı konusunda (5403 Sayılı Yasanın 3/j maddesi ile Taşınmaz Malların Sınırlandırma Tespit ve Kontrol İşleri Hakkındaki Yönetmeliğin değişik 10. maddesinin ikinci fıkrası hükümlerine göre, sulu tarım arazisi: tarım yapılan bitkilerin büyüme devresinde ihtiyaç duyduğu suyun, su kaynağından alınarak yeterli miktarda ve kontrollü bir şekilde karşılandığı araziler olarak açıklandığından) ziraat mühendisinden yasanın amacına uygun rapor alınmalı, bundan sonra toplanan delillerin tümü birlikte değerlendirilerek sonucuna göre bir karar verilmelidir…” )
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Davacı vekili, Akpınar Beldesinde yapılan kadastro çalışmaları neticesinde tapunun 179 ada 28 parsel, 177 ada 2 parsel ve 105 ada 24 parsel numaralı taşınmazların tapuya müvekkili adına tescil edilmesi gerekirken, “mera” olarak tesbit edildiğini, 179 ada 28 parselin kadimden beri tarla olup mera olarak hiç kullanılmadığını, taşınmaz üzerinde bilinmeyen tarihten beri ev bulunduğunu, dava konusu taşınmazın müvekkilinin de hissedar olduğu 932 yevmiye, 397 cilt, 22 sahife, 7 sıra ve 12.07.1984 tarihli tapunun kapsamında olduğunu, tapu hisseli olmasına rağmen, müvekkili ve atalarının malik sıfatıyla yaklaşık 100 yıldır zilyetliğinde olduğunu, müvekkilinin taşınmaz üzerindeki eski evleri yıkıp 4 katlı ev yaptığını, kalan kısmı da tarla olarak kullandığını, 179 ada 24 parsel ile dava konusu 28 parselin, gerçekte bir bütün olup her ikisinin de malik sıfatıyla davacının zilyetliğinde olmasına rağmen, taşınmazın kadastro çalışmalarında ikiye ayrılarak dava konusu taşınmazın davacı adına kayıt edilmediğini; 177 ada 2 parselin kadimden beri tarla olup mera olarak hiç kullanılmadığını, evveliyatında 178 ada 1 parsel ile bir bütün olan parsel içinden 8-10 yıl önce araç yolu geçtiğini ve parselin zeminde ikiye ayrıldığını, bir bütün olan ve tarla olarak müvekkilinin zilyetliğinde bulunan taşınmazın 178 ada 1 parsel numaralı taşınmazın müvekkili adına tespit edilip dava konusu 177 ada 2 parsel numaralı yerin ise “mera” olarak tespit edildiğini, 105 ada 24 parsel ise kadimden beri tarla olup hiç mera olarak kullanılmadığını, davacının bu parseli tarla olarak, 1973 yılında üzerinde yapılmış olan ev ile birlikte satın aldığını, içinde ev olan bu taşınmazın yıllardır tarla olarak kullanıldığını belirterek, 179 ada 28 parsel, 177 ada 2 parsel ve 105 ada 24 parsel numaralı taşınmazların “mera” olarak yapılan sınırlandırmanın iptali ile bu parsellerin davacı adına tapuya tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı Hazine vekili, dava konusu taşınmazların, 3402 sayılı Kanunun 7. maddesine göre sınırlandırılması yapılan, tapu ve vergi kaydı olmayan yerlerden olup, kadimden beri Akpınar Beldesi halkı tarafından mera olarak kullanıldığını, bu gibi yerlerin zilyetlikle iktisabının mümkün olmadığını belirterek davanın reddine karar verilmesini istemiştir. Davalı Akpınar Belediye Başkanlığı ise, davaya cevap vermemiştir.
Mahkemece, dava konusu yerlerin mera olmadığının tespiti ile davacı yararına kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği şartlarının gerçekleştiği kabul edilerek davanın kabulüne karar verilmiştir. Davalılar vekillerinin temyizi üzerine karar; Özel Dairece, yukarıda başlık bölümünde metni aynen yazılı gerekçeler ile bozulmuştur.
Mahkemece, aynı köyde bulunan benzer gayrimenkuller hakkında verilen kararların Yargıtay 8. ve 16. Hukuk Daireleri tarafından onandığı, talebin dava konusu taşınmazların mera olmadığı yönünde olup, orman oldukları yönünde bir iddia ve savunma bulunmadığı, taleple bağlı kalınması gerektiği, bozma ilamına konu yapılan hususların eldeki dava ile ile ilgisi olmayıp araştırılmasında bu dosya açısından hukuksal yarar bulunmadığı gerekçeleri ile direnme kararı verilmiştir.
Direnme kararını davalılar vekilleri temyize getirmiştir. Bozma ve direnme kararının kapsamları itibariyle dava konusu taşınmazların mera vasfı taşımadığı konusunda Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasında uyuşmazlık bulunmamaktadır.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; dava konusu taşınmazlar hakkındaki inceleme ve araştırmanın sadece kadastro tespitinde belirlenen nitelikleri ile sınırlı olarak mı yapılacağı yoksa taşınmazların “Orman sayılan yerlerden” olup olmadığına dair araştırma yapılmasının gerekip gerekmediği; burada varılacak sonuca göre mahkemece yapılan inceleme ve araştırmanın hüküm kurmaya yeterli olup olmadığı noktalarında toplanmaktadır.
Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında, bazı üyeler tarafından Kadastro tespitinde nizalı taşınmazların niteliğinin mera olarak belirlendiği, mahkemece bu yerin mera olmadığının saptandığı, bu hususun dairece de kabul edildiği bunun dışında başka bir araştırmaya gerek olmadığı görüşü ileri sürülmüş ise de, çoğunluk aşağıdaki nedenlerle bu görüşe katılmamıştır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, dava konusu taşınmazların kadimden beri mera olarak kullanılan yerlerden olmadığı ve mera tahsisine de konu edilmediği, dolayısıyla “mera” vasfı taşımadığı Özel Daire ve Yerel Mahkemenin kabulündedir ve bu hususta uyuşmazlık bulunmamaktadır.
Bu belirlemeden sonra, Türk Hukuk sisteminde taşınmazların olağanüstü zamanaşımı yoluyla iktisab kavramı, hukuki fonksiyonları (veya etkileri) ve unsurları hakkında genel bir açıklama yapılmasında ve sonra somut olayın bu açıklamalar ışığında irdelenmesinde fayda bulunmaktadır.
Kural olarak taşınmaz mülkiyeti tescille kazanılır. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (TMK)nun 705/1. maddesinde; “…taşınmaz mülkiyetinin kazanılması tescille olur.” denilmiş, bu maddenin 2.fıkrasında da, belirtilen kuralın istisnaları olan tescilsiz kazanma (tescilden önce) kazanma halleri sayılmıştır. Anılan hükme göre, miras, mahkeme kararı, cebri icra, işgal, kamulaştırma halleri ile kanunda öngörülen diğer hallerde mülkiyet tescilden önce kazanılır. Hiç kuşku yok ki, sayılan bu haller dışında tescilsiz kazanma halleri/yolları da vardır. Öğretide tescilsiz kazanma halleri “kütük dışı kazanma” olarak da nitelendirilmektedir. Tescilsiz kazanma yollarının başında TMK.nun 713. maddesine dayalı olağanüstü zamanaşımı yolu ile mülkiyet hakkının edinilmesi gelmektedir (Tekinay/Akman/Burcuoğlu/Altop, Eşya Hukuku, 5.bası, sf.653.).
Olağanüstü zamanaşımı yoluyla taşınmaz mülkiyetinin kazanılması, TMK.nun 713. maddesinde düzenlenmekle birlikte, 3402 sayılı Kadastro Kanunu(KK)’nun 14. maddesinde tapuda kayıtlı olmayan taşınmaz malların olağanüstü zamanaşımı yoluyla kazanılması ve tespiti hüküm altına alınmıştır. Aynı kanunun 33/3. maddesindeki yollama nedeniyle genel hüküm niteliği kazandırılan 14. madde Kadastro Kanunu’nun uygulandığı yerler dışında bulunan taşınmaz mallar hakkında da uygulanır. Bu hükümle, tapuda kayıtlı olmayan taşınmazların tespit ve tescili yönünden TMK.nun 713. maddesine benzer bir düzenleme getirilmiştir. Tapusuz bir taşınmazın, bölünebilir bir parçasının veya bir payının senetsizden tapu siciline tescili bu hükümler çerçevesinde gerçekleştirilecektir.
Olağanüstü zamanaşımı yoluyla taşınmaz mal mülkiyetini kazanma koşullarına gelince;
Birinci koşul; taşınmazın tapuda kayıtlı olmaması gerekir.
Bir taşınmaz malın, bir payının veya bir parçasının olağanüstü zamanaşımı yoluyla kazanılabilmesi için, tapu sicilinde kayıtlı olmaması gerekir. Taşınmaza ilişkin bu koşul, TMK.nun 713/1. maddesinde, “Tapu kütüğüne kayıtlı olmayan bir taşınmazı…” şeklinde ifade edilmiştir.
Anılan hüküm karşısında, kural olarak tapulu bir taşınmazın tamamı veya bir parçasının yada bir payının olağanüstü zamanaşımı nedeniyle kazanılması mümkün bulunmamaktadır. Tapu siciline kayıtlı bir taşınmazın ikinci defa tapu siciline kaydı mümkün değildir. Aynı taşınmazın ikinci defa tapu siciline tescili çifte tapuya yol açar.
İkinci koşul; taşınmazın kazanılmaya elverişli olması gerekir.
TMK.nun 713/1 ve 3402 sayılı KK.nun 14. maddesi hükümlerine göre, bir taşınmaz malın, olağanüstü zamanaşımı yoluyla kazanılması ve tapu siciline tescili için taşınmazın kazanılmaya elverişli yerlerden olması gerekir. Bu nedenle, öncelikle taşınmazın kazanılacak yerlerden olup olmadığının saptanması gerekir. Taşınmazın niteliğinin elverişli olması kazanma için bir ön koşuldur. Diğer kazanma koşullarının oluşup oluşmadığı, taşınmazın niteliğinin belirlenmesinden sonra aranılacak hususlardır. Eğer taşınmaz hiç kazanılamayacak bir yer ise, diğer kazanma koşullarının araştırılmasına ve incelenmesine gerek kalmayacaktır. TMK.nun 713/1. maddesi kural olarak, özel mülkiyete konu olabilecek taşınmazları kapsayan ve düzenleyen bir hükümdür. (Özmen İhsan-Çorbalı Halim, 3402 sayılı Kadastro Kanunu Şerhi, 1991, sf.372)
Hemen belirtelim ki, tüm taşınmazların, olağanüstü zamanaşımı yoluyla kazanılması mümkün değildir. Kazanılmaya elverişli ve özel mülkiyet şeklinde tapu siciline yazılan taşınmazlar yanında, olağanüstü zamanaşımı yoluyla kazanılması mümkün olmayan yerlerde bulunmaktadır. (Ozanalp Nusret, Tapulama Kanunu Şerhi, 1976, sf.372)
Bu nedenle, öncelikle olağanüstü zamanaşımı yolu ile kazanılacak taşınmazların belirlenmesi gerekmektedir. TMK.nun 713. maddesinde ve KK.nun 14. maddesinde taşınmazların niteliği hakkında bir açıklama yapılmamıştır. Başka bir anlatımla, hangi taşınmazların olağanüstü zamanaşımı yoluyla kazanılacağı hakkında bir açıklamaya yer verilmemiştir. TMK.nun 999. maddesinde, “Özel mülkiyete tabi olmayan ve kamunun yararlanmasına ayrılan taşınmazlar…”ın kütüğe kayıt olunamayacağı vurgulandıktan sonra; ikinci fıkrada da, “Tapuya kayıtlı bir taşınmaz, kayda tabi olmayan bir taşınmaza dönüşünce tapu sicilinden çıkarılır.” denilmiştir.
Hemen belirtmek gerekir ki, 3402 sayılı KK.nun 14. maddesindeki kuru ve sulu nitelik ayrımı da, belgesizden kazanılacak taşınmazların yüzölçümlerine ilişkin bulunmaktadır.
Görüldüğü üzere, kazanılacak yerlerin nitelikleri ve türleri hakkında açık bir hüküm ve düzenleme bulunmamaktadır. Başka bir anlatımla, hangi taşınmazların olağanüstü zamanaşımı ve zilyetlikle kazanılacağı kanunlarda gösterilmemiştir. Buna karşın, olağanüstü zamanaşımı yoluyla kazanılmayacak taşınmazlarla ilgili bir çok kanunda hükümler bulunmaktadır.
Kazanılmaya elverişli bulunmayan taşınmaz mallardan hareketle, tescil edilmeyecek taşınmazları belirlemek, tescil edilecek ve tescil edilemeyecek taşınmazların sınırını çizmek suretiyle bu hususun çözüme kavuşturulması gerekmektedir. Öğreti de olağanüstü zamanaşımı ve zilyetlik yoluyla kazanılacak ve tapu siciline tescil edilecek taşınmazların bu yöntemle belirlenmesine işaret edilmektedir.
Kazanılmaya elverişli olmayan ve bu nedenle TMK.nun 713. ve 3402 sayılı KK.nun 14. maddesinin kapsamına girmeyen taşınmazlar doğal yapıları, nitelikleri, tahsis edildikleri hizmet ve amaçları ile özel yasalardaki kazanmayı önleyen yasaklar ve sınırlamalar nedeniyle kazanılamayan taşınmazlardır. Bu taşınmazların büyük bölümü kamu mallarıdır. Kamu malları, TMK.nun 713/1. maddesinin kapsamı dışında kalırlar. Kamu mallarının en büyük ayırt edici özelliği, olağanüstü zamanaşımı yoluyla kazanılamamalarıdır.
Mera, yaylak ve kışlaklar kamunun yararlanmasına ayrılan, Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki kamu mallarıdır. Gerek kamunun ortak yararlanmasına tahsis edilen yerlerden olmaları ve gerekse doğal yapıları gereği TMK.nun 713/1. maddesi hükmü uyarınca olağanüstü zamanaşımı ve zilyetlik yolu ile kazanılmaları mümkün bulunmamaktadır. Bu tür yerlerde özel hukuk kuralları çerçevesinde zilyetlik kurulamaz. Yasalarda belirtilen yetkili organlarca nitelikleri değiştirilmedikçe özel mülkiyet şeklinde kazanılmaları mümkün olamaz. Mera, yaylak ve kışlakların mülkiyeti hazineye, kullanma hakkı ilgili köy veya köyler ile belediyeye aittir.
4342 sayılı Mera Kanunu(MK)’nun 4. maddesinin 3.fıkrasında açıkça, mera, yaylak ve kışlakların özel mülkiyete geçirilemeyeceği, zamanaşımı uygulanamayacağı ve amacı dışında kullanılamayacağı belirtilmiştir. Mera, yaylak ve kışlaklar üzerinde sürdürülen zilyetliğin süresi ve niteliği ne olursa olsun kazanma sağlamaz.
Hemen belirtmek gerekir ki, bir yerin Toprak Tevzi Komisyonunca mera olarak tahsis edilmiş olması, evveliyatı itibariyle o yerin mutlak suretle mera olarak kabulüne yeterli değildir.
Ne var ki, Toprak Tevzi Komisyonunca bir yerin mera olarak tahsisinin yapılmış olması durumunda gerçek kişinin o yerdeki zilyetliği sona erer. O itibarla, mera olarak tahsis yapıldığı tarih itibariyle kazandırıcı zamanaşımı yoluyla mülk edinme koşullarının gerçekleştiğinin saptanması gerekir. Bunun içinde yalnızca mera tahsis haritasıyla yetinilmeyip, belirtilmeye ilişkin tutanak ile kayıt ve belgelerin celp edilerek taşınmazın evveliyatının ne olduğunun araştırılması icap eder.
Ormanlar ise, başta Anayasa olmak üzere, TMK., 3402 sayılı KK. ve 6831 sayılı Orman Kanunu(OK)’nun da düzenlenmiştir.
Anayasa’nın 169. maddesinin 2.fıkrasında, “Devlet ormanlarının mülkiyeti devrolunamaz. Devlet ormanları kanuna göre Devletçe yönetilir ve işletilir. Bu ormanlar zamanaşımı ile mülk edinilemez ve kamu yararı dışında irtifak hakkına konu olamaz.” denilmiştir.
Sahipsiz yerler ve kamuya ait mallar başlığını taşıyan TMK.nun 715. maddesinde açıkça ormanlardan söz edilmemiş ise de, anılan maddedeki düzenleme karşısında ormanların Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerden olduğu hususunda duraksamamak gerekir.
3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun, 16/D maddesinde ormanların Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunduğu, bu Kanunda hüküm bulunmayan hallerde özel kanun hükümlerine tabi olduğu açıklanmıştır.
Ormanlar, Anayasa ve anılan Kanunların hükümleri karşısında, Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan kamu mallarıdır. Doğal yapıları ve nitelikleri gereği olağanüstü zamanaşımı yolu ile kazanılmaları mümkün değildir. TMK.nun 999. maddesi uyarınca ormanların özel mülkiyet şeklinde tapu siciline tescili de mümkün bulunmamaktadır. TMK.nun 729. maddesinin son fıkrasında ormanların üst hakkına konu olamayacağı açıklanmıştır. Diğer kamu mallarında olduğu gibi, ormanlar da devir ve ferağ olunmaz, kanunların açıkça düzenlediği haller dışında üzerinde ayni haklar kurulamaz; sınırlandırmaya tabi olan kamu mallarıdır ve ormanların sınırlandırması tespit mahiyetinde değildir.
Hemen belirtelim ki, ormanların Hazine adına tescili, TMK.nun 999. maddesindeki anlamda bir tescil değildir. Kesinleşmiş orman sınırlandırmasının tapu siciline aktarılması niteliğinde olan bir işlemdir(Özdemir Şükrü, Deda Necip, Orman Hukuku, 1991, sf.23).
Kamu malı olan ormanın/ toprağının olağanüstü zamanaşımı yoluyla kazanılması ve tapu siciline özel mülkiyet şeklinde tescili mümkün değildir. Böyle bir yerin her nasılsa tapu siciline tescil edilmesi, o taşınmaz malı kamu malı olmaktan çıkarmaz. Taşınmaz niteliği itibariyle kamu malı olmakta devam eder.
Bir yerin, 6831 sayılı Orman Kanunu’nun, 1. maddesi uyarınca orman sayılan yerlerden olup olmadığının belirlenmesi bakımından, öncelikle o yerde yetkili orman kadastro komisyonlarınca yapılıp kesinleşen orman sınırlandırmasının bulunup bulunmadığının araştırılması gerekir. Kesinleşmiş orman sınırlandırması mevcut ise, belirlemenin buna göre yapılması gerekir. Orman kadastrosu yapılan bölgelerde bir yerin orman sayılan yerlerden bulunup bulunmadığı, sınırlandırmaya ait harita ve tutanakların yerel ve orman konusunda uzman bilirkişiler aracılığıyla yerine uygulanması suretiyle belirlenir.
Henüz, orman kadastrosu görmeyen bir taşınmazın dava konusu edilmesi halinde, mahkemece yapılacak inceleme sonunda o yerin orman sayılan yerlerden olup olmadığını belirlemek suretiyle uyuşmazlık çözüme kavuşturulacaktır. Hiç kuşku yok ki, hakim uzman bilirkişiler aracılığıyla taşınmazın niteliğini belirleyecektir.
Ormanla ilgili hususlar kamu düzeniyle ilgili olup mahkemece kendiliğinden araştırılması gerektiği gibi, yargılamanın her aşamasında ve hüküm kesinleşinceye kadar da (orman, mera, yaylak ve kışlak gibi kamunun hizmetine terk ve tahsis edilen yerler ile Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerler bakımından) her zaman ileri sürülebilir.
Zamanaşımı yoluyla kazanılma için üçüncü koşul ise, zilyetliğe ilişkindir. Zilyetlik, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu(TMK)’nun 973 ve 996. maddelerinde düzenlenmiştir.
Taşınır mallar ile tapu sicilinde kayıtlı olmayan taşınmaz mallarda, hak durumu ve açıklık fonksiyonu ve taşınır malların satış ve devri yönünden zilyetlik önem kazanmaktadır. Tapu siciline kayıtlı taşınmazlarda açıklığı, tapu sicilindeki kayıtlar sağladığı halde, taşınır mallarda ve tapu siciline kayıtlı olmayan taşınmazlarda bu işlevi zilyetlik sağlamaktadır.
Zilyetlik, TMK.nun 976. maddesinde tanımlanmıştır. Anılan madde de, “Bir şey üzerinde fiili hakimiyeti bulunan kimse onun zilyedidir.” denilmektedir.
Anılan madde de açıkça yazılı olduğu üzere, zilyetlik bir şey üzerindeki fiili hakimiyettir. Zilyet, hakimiyetinde bulundurduğu o şeyin/malın üzerinde ayni veya şahsi bir hakkın sahibi olabileceği gibi, hiçbir hak olmaksızın da o şey üzerinde zilyetliğini kurmuş olabilir. Zilyetlik haktan bağımsız ayrı olan bir kurumdur. Henüz mülkiyet hakkının edinilmediği, sınırlı ayni bir hak veya şahsi bir hak kurulamadığı hallerde de zilyetlik söz konusu olabilir. Bir şey üzerinde zilyetliğin kurulması için, zilyetliğin temelinde bir hakkın bulunması zorunlu değildir. Bundan ötürü, TMK.nun 982. ve devamı maddelerinde zilyetlik, temelindeki haktan bağımsız olarak koruma altına alınmıştır. (Sapanoğlu Süleyman, Zilyetlikten Kaynaklanan Tescil Davaları, Ankara 2006, sf.625)
Tapu siciline kayıtlı olmayan taşınmazlarda, zilyetlik mülkiyetin karinesidir.
Zilyetliğin konusu taşınır, taşınmaz mallar ve haklardır. TMK’nun 973. maddesinde yazılı “bir şey” sözcüğünden zilyetliğin konusunun taşınır ve taşınmaz mallar olduğu sonucu çıkmaktadır.
TMK’nun 704. maddesinde yazılı taşınmaz mülkiyetinin konusunu oluşturan mallar üzerinde de zilyetlik kurulur. Ancak taşınmaz mal tapulu olabileceği gibi, tapusuz da olabilir. Tapusuz taşınmazlarda zilyetliğin ayrı bir önemi ve işlevi bulunmaktadır.
Tapuda kayıtlı taşınmazlarda tapu sicili mülkiyete karine teşkil ettiği halde tapusuz taşınmazlarda zilyetlik mülkiyetin karinesidir. TMK’nun 992. maddesinde tapuya kayıtlı taşınmazlarda hak karinesinden ve zilyetlikten doğan dava açma hakkından yalnız adına tescil bulunan kimse yararlanır denilmiştir.
Bir mal üzerinde zilyetliğin kurulmasından söz edilebilmesi için, o mal üzerinde iradi olarak hakimiyetin kurulması gerekmektedir.
Zilyetlik özel hukuk hükümlerine tabi mallar üzerinde kurulur. Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan kamu malları üzerinde özel hukuk hükümlerine göre zilyetlik kurulamaz. Öteki deyişle, kamu malları nitelikleri, doğal yapıları ve mahiyetleri gereği olağanüstü zamanaşımı yoluyla kazanılması mümkün olmadığı gibi, kamunun yararlanmasına terk ve tahsis edilmeleri nedeniyle, kişilerin üzerlerinde fiili hakimiyet kurmalarından da söz edilemez.
Ayrıca, TMK’nun 713/1. maddesi hükmü uyarınca, tapusuz bir taşınmaz malın olağanüstü zamanaşımı ve zilyetlik yoluyla kazanılabilmesi için, kanunda yazılı diğer kazanma koşulları yanında zilyetliğin davasız/çekişmesiz geçmesi gerekir. Bu koşul TMK’nun 713/1. maddesinde, “davasız”, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 14. maddesinde de, “çekişmesiz” zilyetlik şeklinde ifade edilmiştir.
Gerek TMK’nun da, gerekse 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nda davasızlık koşulunun tanımı yapılmamıştır. Öğretide oybirliğiyle kabul edildiği üzere, çekişmeden maksat davadır(Düzceer Alirıza, kazandırıcı zamanaşımıyla taşınmaz iktisabı, 2. baskı, sf.216).
TMK’nun 713/1. maddesine dayalı tescil davalarında, diğer koşullarda olduğu gibi davasızlık koşulu yönünden dava tarihine kadar çekişmenin çıkıp çıkmadığının araştırılması gerekir. Kazanma koşullarının oluşması ve mülkiyet hakkının doğmasından sonra ortaya çıkan çekişmeler kazanmayı önlemez.
Bununla birlikte, bir taşınmaz malın olağanüstü zamanaşımı yoluyla kazanılması için 20 yıllık zilyetlik süresinin aralıksız ve sürekli geçmesi gerekir. Yürürlükten kaldırılan 743 sayılı Kanunu Medeni (MK)nin 639/1., 4721 sayılı TMK’nun 713/1. ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 14. maddesinde “aralıksız” sözcüğü ile bu koşula yer verilmiştir. Tüm bu hükümlerden açıkça anlaşıldığı üzere aralıksız zilyetlik kazanma koşuludur.
Kazanmayı sağlayan zilyetliğin yirmi yıl süreyle aralıksız geçmesi gerekir. Kazanmayı sağlayan zilyetlik başlangıcından sonuna kadar sürekli geçmelidir.
Eklemeli zilyetlik halinde zilyetliğin aralıksız sürdürüldüğü kabul edilir. Geçerli bir hukuki ilişkiye dayanarak zilyetliği devir alan zilyet, önceki zilyedin süresinden yararlanır.
Öte yandan, zilyetliğin “malik sıfatı ile” geçmesi gerekir. TMK’nun 713/1. maddesinde “malik sıfatı ile” zilyetlik kazanma bakımından koşul olarak düzenlenmiştir.
Zilyetliğin o malın/taşınmazın maliki olduğunu sahiplenme, kullanma, idare ve işletmesi amacıyla hakimiyetinde bulundurması halinde malik sıfatıyla zilyetlikten söz edilebilir. O mal üzerinde kendi zilyetliğinden başka kişinin üstün ve korunmaya değer zilyetliğini tanımayan kişinin zilyetliği malik sıfatıyla zilyetliktir. Tapusuz taşınmazın tesciline ilişkin davasında, diğer koşullar yanında malik sıfatı ile zilyetliğin Hazine’ye karşı kanıtlanması gerekir.
Kazanmayı sağlayan yirmi yıllık zilyetlik, TMK’nun 973. maddesi uyarınca taşınmaz üzerinde “fiili hakimiyet”in ve malik sıfatıyla zilyetliğin kurulduğu andan itibaren başlar. Tescil konusu taşınmaz üzerinde kanunda yazılı koşullar altında zilyetliğin kurulduğu tarihten itibaren yirmi yıllık kazanma süresi başlar.
Tüm bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde:
Davacı vekili, üç adet taşınmaz hakkında açtığı davada, 177 ada 2 parsel ve 105 ada 24 parsel numaralı taşınmazların kadimden beri tarla olup mera olarak hiç kullanılmadığını, müvekkili ve atalarının bu taşınmazları zilyetliğinde bulundurup eskinden beri tarla olarak kullandıklarını belirterek, olağanüstü kazandırıcı zamanaşımı yoluyla; 179 ada 28 parsel numaralı taşınmazın ise müvekkilinin de hissedar olduğu 932 yevmiye, 397 cilt, 22 sahife, 7 sıra ve 12.07.1984 tarihli tapunun kapsamında olduğunu, tapu hisseli olmasına rağmen, müvekkili ve atalarının malik sıfatıyla yaklaşık 100 yıldır zilyetliğinde olduğunu, müvekkilinin taşınmaz üzerindeki eski evleri yıkıp 4 katlı ev yaptığını, kalan kısmı da tarla olarak kullandığını belirtmiştir.
Böylece, davacı, taşınmazların bir kısmı yönünden tapuya; kalan kısmı için ise malik sıfatıyla zilyet sıfatıyla olağanüstü zamanaşımı yoluyla mülkiyeti iktisap ettiği iddiasına dayanmıştır.
Çekişmeli taşınmazların bulunduğu yörede genel arazi kadastrosu 1998 yılında yapılmış ve sonuçları 07.08.1998- 07.09.1998 tarihleri arasında ilan edilerek kesinleşmiştir.
Kadastroda dava konusu taşınmazlar “mera” vasfıyla sınırlandırılmıştır.
Mahkemece, davacının iddiası doğrultusunda taşınmazlar hakkında sadece eskiden beri mera olup olmadıkları konusunda bir araştırma yapılmış, başkaca da bir araştırma yapılmadan taşınmazların mera olmadıklarının tespiti üzerine davanın kabulüne karar verilmiştir.
Dava konusu taşınmazların mera olmadığı hususu Özel Dairece de benimsenmiş, ancak orman olup olmadığına ve zilyetliğe ilişkin araştırma yetersiz görülerek karar bozulmuştur.
Mahkemenin direnme gerekçesi, taşınmazın mera olarak sınırlandırılmasına karşın yapılan araştırma ile mera vasfı taşımadığının belirlendiği, tespitte orman olduğuna ilişkin bir belirleme ve bu konuda bir itiraz da olmadığına göre orman araştırmasının yapılmasına gerek olmadığı, zilyetlikle kazanma koşulları gerçekleştiği, hususlarına dayanmaktadır.
Davacı mülkiyet hakkını bir kısım taşınmazlarda tapuya, bir kısmında da zilyetliğe dayandırdığına ve taşınmazın sınırlandırılmasına dayanak teşkil eden mera vasfının gerçek olmadığı, taşınmazların mera vasfı taşımadığı anlaşıldığına göre, bu yerlerin gerçek vasfının tespiti, gerçekten olağanüstü zamanaşımına dayanılarak zilyetlikle kazanılabilecek yerlerden olup olmadığının kesin olarak çözüme kavuşturulması gerekir. Zira, burada verilecek karar, ileride aynı yerle ilgili olarak taraflar arasında görülecek bir davada kesin hüküm oluşturacağından; kadastro sırasında yapılan nitelemeye bağlı kalınmaksızın taşınmazın gerçek niteliğinin ve buna göre de kazandırıcı zamanaşımı ile iktisap edilip edilemeyeceğinin belirlenmesi gerekir.
Yargılama aşamasında, mahkemece; 09.09.2005 ve 14.04.2008 tarihlerinde taşınmazların bulunduğu yerde keşif yapılmış, keşif sonucu düzenlenen 12.09.2005 tarihli fen bilirkişisi Lokman Şen’in raporuna göre ise, 177 ada 2 parsel ve 105 ada 24 parsel numaralı taşınmazların “Devlet Ormanı”na sınır oldukları tesbit edilmiş, keşifte dinlenilen mahalli bilirkişi Mehmet Kahraman’da, bu parsellerin güneyinde yeni fidanlık ve fundalıkların bulunduğunu buraların orman için bırakıldığını beyan ettiği halde, bu konu üzerinde durulmamıştır.
Ayrıca mahkemece, davacının 28 parsel için dayandığı tapu kaydı mahalline uygulanmadığı gibi, bu konuda bilirkişilerden raporda alınmamış, ormana sınır olduğu belirtilen taşınmazlar hakkında orman araştırması da yapılmamıştır.
Bununla birlikte dava konusu taşınmazların olağanüstü kazandırıcı zamanaşımı yoluyla mülkiyetinin kazanılıp kazanılmayacağına ilişkin yeterli araştırma yapılmadan, sadece mera olmadığının tesbiti ile yetinilmek suretiyle karar verilmiştir.
Şu hale göre, taşınmazların kadastroda belirlenen niteliği dışında, olağanüstü zamanaşımı ile kazanılacak yerlerden olup olmadığı hususu, kesin olarak çözüme kavuşturulmuş değildir.
Bunun yanında, dava konusu taşınmazlar ile aynı nitelikte olduğu söylenilen başka taşınmazlar olduğu, bunlarla ilgili verilen kararların Yargıtay denetiminden geçerek kesinleştiği, mahkemece direnmeye gerekçe yapılmış ise de, bu dosyalar getirtilerek incelenmemiş ve mahalline uygulanarak eldeki dosya ile bir bütün halinde değerlendirme yapılmamıştır.
Hal böyle olunca, mahkemece, dava konusu taşınmazlar hakkında yukarıda açıklanan zilyetlikle ilgili ilkeler doğrultusunda ve özel daire bozma kararında belirtilen ormanla ilgili araştırma ve incelemelerin yapılması; davacının 28 parsel numaralı taşınmaz hakkında dayandığı tapu kaydının mahalline usulünce uygulanması; emsal nitelikte olduğu ileri sürülen diğer dava dosyalarının celbi ile bir bütün halinde araştırma ve değerlendirme yapılarak, sonucuna göre karar verilmesi gerekirken, eksik araştırma ve soruşturma ile, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
S O N U Ç : Davalı Hazine ve Akpınar Belediye Başkanlığının temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının, Özel Daire bozma kararında gösterilen ve yukarıda açıklanan genişletilmiş nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanunun 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, hazine harçtan muaf olmakla, Akpınar Belediye Başkanlığı tarafından yatırılan peşin harcın talep halinde bu davalıya iadesine, 15.02.2012 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1–170 K: 1999/167 T: 24.3.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/7-174 K: 2004/161 T: 24.3.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1997/20-808 K: 1997/1039 T:10.12.1997
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/8-964 K: 2001/751 T: 24.10.2001
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E:2017/467 K:2017/510 T:15.03.2017
Bilirkişi raporunda taşınmazın yer yer sürülü olduğu, sürülü olmayan kısımların otluk olduğu, içerisinde taş ve kayalar ile meşe palamudu ile badem ağaçlarının bulunduğu belirtildikten sonra raporun son kısmında açık bir şekilde fen bilirkişisi raporunda (A) harfi ile ve sarı renkte gösterilen çekişme konusu bölümün gerekli ekim, dikim ve bakım işleri yapıldığı takdirde bakımlı bir bahçe olabileceği belirtilmiştir. Bu durum, çekişme konusu bölümün imar ve ihyasının tamamlanmamış olduğunu gösterdiği gibi dosya içerisinde yer alan bu bölüme ait fotoğraflar da imar ve ihyanın gerçekleşmediğini ortaya koymaktadır.
Taraflar arasındaki “tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Dargeçit Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 13.05.2014 gün ve 2014/13 E., 2014/200 K. sayılı kararın temyizen incelenmesi davalı Hazine temsilcisi tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 16. Hukuk Dairesinin 05.06.2015 gün ve 2015/113 E., 2015/7343 K. sayılı kararı ile;
“…Kadastro sonucu Çavuşlu Köyü çalışma alanında bulunan 101 ada 20 parsel sayılı 26.327,64 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz, devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerden olması nedeniyle Hazine adına tespit ve tescil edilmiş, bilahare taşınmazın beyanlar hanesinde 2942 sayılı Yasa’nın 7. maddesine göre DSİ lehine şerh verilmiştir. Davacı Ramazan Yalçın, kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanarak tapu iptal ve tescil istemiyle dava açmış, yargılama sırasında DSİ davaya dahil edilmiştir. Mahkemece yapılan yargılama sonunda davanın kabulü ile çekişmeli 101 ada 20 parsel sayılı taşınmazın fen bilirkişisinin raporunda (A) harfi ile gösterdiği 7.222,17 m2 yüzölçümündeki kısmın Hazine adına olan tapu kaydının iptali ile davacı Ramazan Yalçın adına tapuya tesciline karar verilmiş; hüküm, davalı Hazine temsilcisi tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece davacı lehine tescile karar verilen bölümde zilyetlikle mülk edinme koşullarının gerçekleştiği kabul edilmek suretiyle yazılı olduğu şekilde karar verilmiş ise de; varılan sonuç dosya kapsamına uygun düşmemektedir. Ziraat bilirkişi raporu ve fen bilirkişisinin raporuna ekli haritaya göre (A) harfi ile gösterilen temyize konu bölümün imar-ihyası tamamlanmamış, henüz yeni sürülmüş, içinde yer yer kayaların bulunduğu ham toprak niteliğinde olduğu anlaşılmaktadır. Her ne kadar tanık ve yerel bilirkişiler taşınmazın öncesinde tarım arazisi olarak kullanıldığını ve 1993’te köyün boşaltılması nedeniyle zorunlu olarak terk edildiğini belirtmişlerse de taşınmaza yakın ve belgesiz olarak tespit edilen komşu taşınmazların kişiler adına tespit edildiği göz önüne alındığında sözü edilen beyanlara itibar etme olanağı bulunmadığı gibi köyün boşaltıldığına ilişkin resmi kayıtlara dayalı bir bilgiye de dosya arasında rastlanmamıştır. Bu durumda zilyetlikle mülk edinme koşulları kanıtlanamadığından davanın reddine karar verilmesi gerekirken dosyadaki teknik bulgulara da aykırı düşen bilirkişi ve tanık sözlerine itibar edilerek yazılı şekilde kabule karar verilmesi isabetsiz olup, davalı Hazine temsilcisinin temyiz itirazları açıklanan nedenlerle yerinde görüldüğünden…”
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI: Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, kadastro öncesi zilyetlik nedenine dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir. Davacı vekili Mardin İli, Dargeçit İlçesi, Çavuşlu Köyünde kain 101 ada 20 parsel sayılı taşınmazın müvekkilinin zilyetliğinde iken kadastro çalışmaları sırasında sehven davalı Hazine adına tespit gördüğünü, dava konusu taşınmaza müvekkilinin 35 yılı aşkın süredir nizasız ve fasılasız malik sıfatıyla zilyet olduğunu, özel mülkiyete konu yerlerden olan taşınmazın davalı ya da üçüncü kişilerle bir ilgisinin bulunmadığını ileri sürerek tapu iptali ve tescil isteminde bulunmuştur.
Davalı Hazine temsilcisi yapılan tespitin herhangi bir itirazın ileri sürülmeksizin kesinleştiğini, taşınmazın Hazine adına tapuya tescil edildiğini, ayrıca çekişme konusu taşınmazın Orman ve Su İşleri Bakanlığı’na tahsisli olduğunu belirterek, davanın reddine karar verilmesini istemiştir. Dahili davalı DSİ Genel Müdürlüğü vekili davanın reddini talep etmiştir.
Mahkemece dava konusu taşınmazın evveliyatında davacının babasına ait olup, taşınmazı 20 yılı aşkın süre boyunca çeşitli ürünler ekmek suretiyle kullandığı, ölmeden önce mallarını evlatları arasında paylaştırdığı, taşınmazın bitişiğindeki yeri oğlu Huzni’ye, dava konusu yeri ise davacı oğluna bıraktığı, davacının da babası gibi taşınmazı kullanmaya devam ettiği, daha sonra 1993 yılında köyün terör olayları nedeniyle boşaltıldığı, bundan dolayı taşınmazın bu güne kadar ekilip biçilemediği, davacının da babasının da zorunlu olmadıkça taşınmazı boş bırakmadıkları, kadastro çalışmaları sırasında taşınmazın bitişiğindeki yerin davacının kardeşi Hüzni adına tespit edildiği, ancak dava konusu taşınmazın davalı Hazine adına tespit gördüğü, davacının zilyetliğinin eklemeli olarak 20 yıllık gerekli olan süreyi aştığı, 1993 yılında terör olayları nedeniyle köy boşaltılmış ise de davacının bundan 1-2 sene önce köye gelerek taşınmazı tekrar kullanmaya başladığı, bu durumun zilyetlik iradesinin bu süre içerisinde hiç sona erdirmediğini gösterdiği, mahalli bilirkişi ve tanık beyanlarının da bu durumu doğruladığı, ayrıca dava konusu taşınmazın halihazırda yer yer sürülü olduğu, sürülü olmayan kısımların otluk olduğu, içerisinde taş ve kayalar ile meşe palamudu ve badem ağaçlarının olduğu, bunun dışında herhangi bir ekim dikimin olmadığı; gerekli ekim, dikim ve bakım işleri yapıldığı takdirde bakımlı bir bahçe olabileceği, sonuç olarak dava konusu taşınmazın üçüncü sınıf tarım arazisi vasfında olduğu, etrafının özel mülkiyete tabi taşınmazlarla çevrili bulunduğu, olağanüstü zamanaşımı ile kazanma koşullarının oluştuğu gerekçesi ile davanın kabulüne ve krokide (A) harfi ile gösterilen bölümün tapu kaydının iptaliyle davacı adına tesciline karar verilmiştir.
Hükmün davalı Hazine tarafından temyiz edilmesi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde gösterilen gerekçelerle bozulmuştur.
Yerel mahkemece aynen “…Kanaatimizce bozma ilamı hatalıdır. Öncelikle dosyanın incelenmesi sırasında Orman bilirkişi raporunun son sayfasının eksik olduğu dosya içinde bulunmadığı anlaşılmış, bu eksiklik davacı vekilinden bilirkişi raporunun bir örneği istenerek giderilmiştir. Kuvvetle muhtemeldir ki dosya Yargıtay’da da bu haliyle incelenmiştir ve hatta eksiklik fark edilmemiştir. Yargıtay tetkik hakimlerinin iş yoğunluğu sebebiyle dosyalar detaylı incelenememekte tetkik hakimleri dosyayı kolayca elden çıkarmak için dosyaya baktıklarında hemen bir bozma sebebi bulmaya çalışmaktadırlar. Özellikle usulü bozmaların çok olmasının sebebinin bu olduğu kanaatindeyiz. Bir bozma sebebi bulduğunda, heyete şöyle bir bozma sebebi var diyerek dosyayı elden çıkarmakta böylece işten kurtulmuş olmaktadırlar. Esas açısından da bir bozma sebebi bulmak veya bozulmalı demek kolaylarına gelmektedir. Çünkü heyet dosyayı onamak için tetkik hakimine sorular sormakta, o dosyanın gerçekten onanması gerektiği konusunda tatmin olmak istemektedir. Tabi bu durumda tetkik hakiminin dosyayı en iyi şekilde incelemiş olmasını gerektirmektedir ve bu zor olandır. Ayrıca bazen tetkik hakimi dosyayı en iyi şekilde incelemiş olsa bile sorulan sorulara cevap veremeyebilmekte ve konumu gereği heyete karşı zor durumda kalabilmektedir. Dosyanın bozulması gerektiğine ilişkin bir sebep bulmak ve heyete bunu anlatıp heyette uygun görür ise dosyayı bu şekilde elden çıkarmak daha kolay bir yöntem olmaktadır. Mahkememizce iş bu dosyada verilen kararın bozulmasında da bu düşüncenin izleri olduğu kanaatine varılmıştır. Bu hususun gerekçeli kararda belirtilmesinin yanlış olduğunu düşünülebilir ise de kanaatimizce ortada bir yanlışlık yoktur, hatta çok lüzumlu çok gerekli olduğu için belirtilmiştir. Hukuk oyun oynamak, rol yapmak, uygulama böyle herkes böyle yapıyor demek değildir. Hukuk toplumun aynasıdır. Gerçekler bir kenara bırakılarak rol yapılarak hukuka bir şey katılamaz. Hukuk böyle gelişmez. Mahkememizce bu husun belirtilmesinde amaçlanan tetkik hakimini yada tetkik hakimlerini suçlamak değildir. Zaten dosyada tetkik hakiminin ismi geçmemekte, hangi tetkik hakiminin dosyayı incelediği mahkememizce anlaşılamamaktadır. Yargıtay tetkik hakimliğinin Türk adli yargı teşkilatının ve hakimliğin en zor görevlerinden olduğu da bir gerçektir. Kanaatimizce başlı başına tetkik hakimliği uygulamasının yanlışlığı da izahtan vareste bir durumdur.
Dosyada eksik bir evrakın fark edilmemesi de herkesin yapabileceği bir hatadır, zira kimse mükemmel değildir. Mahkememizce anlatılmak istenen yukarıda anlatılan düşüncenin adli yargı sisteminin bir gerçeği olduğu, bozma ilamının bundan izler taşıdığı ve bu düşüncenin kanaatimizce hatalı olduğudur. Kanaatimizce Yargının iş yükünün çok fazla olduğu ülkemizde Yargıtay bozucu değil yapıcı olmalıdır.
Dosyanın esastan incelenmesinde davanın tapu iptal ve tescil davası olduğu görülmektedir. Dava konusu taşınmaz Maliye Hazinesi adına tespit görmüş ve kesinleşmiştir. Öncelikle bölgede kadastro çalışmasının sağlıklı yapılmadığı hiç yapılmasa daha iyiydi denilecek bir kadastro çalışması yapıldığı mahkeme hakimince müşahede edilmiştir. Bölgede terör sıkıntısının olması ve başka sebeplerle kadastro çalışması sağlıklı yapılmamıştır. Bu şekilde kadastro çalışması yapılması vatandaşın mağduriyetine sebebiyet vermiştir. Çoğu vatandaş kadastro tespitinden haberdar olmamıştır. Kadastro tespiti bu şekilde kesinleşmiştir. Kadastro çalışması böyle yapılmasına rağmen geçerlilik taşımakta ve vatandaş hatalı yapılan tespite karşı dava açma külfetiyle karşı karşıya kalmaktadır. Türkiye’de yargılamalar uzun sürmekte ayrıca masraflıda olmaktadır. Vatandaş kendi arazisinin yukarıda anlatılan şekilde yapılmış bir kadastro çalışması sonucu Maliye adına tespit görmesi nedeniyle taşınmazını alabilmek için yıllarca uğraşmak ve masrafa katlanmak zorunda kalmaktadır.
Elbette ki her açılan dava kabul edilecek diye bir durum olamaz. Suiistimale asla müsaade edilmemeli, hakim bunu çok iyi ayıklamalıdır.
İş bu dosyada tanıklar ve mahalli bilirkişiler köyün boşaltıldığını ittifakla beyan etmelerine rağmen bozma ilamında köyün boşaltıldığına dair resmi belge olmadığından bahsedilmektedir. Köyün boşaltılmadığının resmi belge ile ispat edilmesi zorunluluğu bulunmamaktadır. Mahkememizce bozma kararına gerekçe olsun diye bu hususun yazıldığı kanaatine varılmıştır.
Ayrıca taşınmazın içinde kayaların olması taşınmazın kullanılmadığı anlamına gelmez. Bozma ilamında taşınmazın içinde taş bulunması sebebiyle imar ihyasının tamamlanmadığından bahsedilmekte ise de, bu doğru değildir. Tanık ve mahalli bilirkişilerin ittifak halinde dava konusu taşınmazın davacıya ait olduğunu söylemesi, zirai bilirkişi raporu ve orman bilirkişi raporu ve en önemlisi keşfi yapan hakimin taşınmazın davacıya ait olduğuna kanaat getirmiş olması hususları dikkate alındığında mahkememizce Yargıtay bozma ilamının hatalı olduğu kanaatine varılmıştır. Keşfi yapan tanıkları dinleyen, dosyayı tekemmül ettiren hakim, taraflarla yüz yüzedir olayları tarafların ve tanıkların doğru söyleyip söylemediğini daha iyi analiz edebilir, şüphe oluşturan konu varsa bunu sorarak aydınlatır ve bir kanaate varır. Bu aslında yargılamadaki en önemli sonuçtur.
Dosyanın incelenmesinde Yargıtay’ın gerekçe ve değerlendirmelerine göre mahkememiz kararının dosya kapsamına daha uygun düştüğü ve daha isabetli bir karar olduğu…” gerekçesi ile önceki hükümde direnilmiştir.
Direnme kararı davalı Hazine temsilcisi tarafından temyize getirilmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel kurulu önüne gelen uyuşmazlık, davacı tarafça zilyetlikle mülk edinme koşullarının kanıtlanıp kanıtlanamadığı, varılacak sonuca göre dava konusu taşınmazın krokide (A) harfi ile gösterilen bölümünün zilyetlikle edinim koşullarının davacı lehine oluşup oluşmadığı noktasında toplanmaktadır.
Hukuk Genel Kurulunda işin esasının incelenmesine geçilmeden önce, mahkemece direnme hükmüne ilişkin gerekçeli kararda dava konusu ile ilgisi bulunmayan, tamamen Yargıtay ile Yargıtay tetkik hakimlerinin çalışma yöntemlerine ilişkin olarak açıklama ve değerlendirmelere yer verilmiş olmasının usul hükümlerine uygun olup olmadığı, gerekçeli kararda kullanılan üslup ve eleştiriler nedeniyle gereğinin yapılması için Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na bildirimde bulunulmasının gerekip gerekmediği hususu öncelikle görüşülmüştür.
Bilindiği üzere 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK)’nun 297. maddesi bir mahkeme hükmünün kapsamının ne şekilde olması gerektiğini açıklamıştır.
Bu kapsamda, Hukuk Muhakemeleri Kanununun “Hükmün Kapsamı” başlıklı 297. maddesinde:
“(1) Hüküm “Türk Milleti Adına” verilir ve bu ibareden sonra aşağıdaki hususları kapsar:
a)Hükmü veren mahkeme ile hakim veya hakimlerin ve zabıt katibinin ad ve soyadları ile sicil numaraları, mahkeme çeşitli sıfatlarla görev yapıyorsa hükmün hangi sıfatla verildiğini,
b)Tarafların ve davaya katılanların kimlikleri ile Türkiye Cumhuriyeti kimlik numarası, varsa kanuni temsilci ve vekillerinin ad ve soyadları ile adreslerini,
c)Tarafların iddia ve savunmalarının özetini, anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususları, çekişmeli vakıalar hakkında toplanan delilleri, delillerin tartışılması ve değerlendirilmesini, sabit görülen vakıalarla bunlardan çıkarılan sonuç ve hukuki sebepleri,
ç)Hüküm sonucu, yargılama giderleri ile taraflardan alınan avansın harcanmayan kısmının iadesi, varsa kanun yolları ve süresini,
d)Hükmün verildiği tarih ve hakim veya hakimlerin ve zabıt katibinin imzalarını,
e)Gerekçeli kararın yazıldığı tarihi,
(2)Hükmün sonuç kısmında, gerekçeye ait herhangi bir söz tekrar edilmeksizin, taleplerden her biri hakkında verilen hükümle, taraflara yüklenen borç ve tanınan hakların, sıra numarası altında; açık, şüphe ve tereddüt uyandırmayacak şekilde gösterilmesi gereklidir.”
şeklinde düzenleme mevcuttur.
Buna göre bir mahkeme kararında, tarafların iddia ve savunmalarının özetinin, anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususların, çekişmeli vakıalar hakkında toplanan delillerin, delillerin tartışılması ve değerlendirilmesinin, sabit görülen vakıalarla, bunlardan çıkarılan sonuç ve hukuki sebeplerin birer birer, şüphe ve tereddüt uyandırmayacak şekilde hükümde gösterilmesi gereklidir.
Bu kısım, hükmün gerekçe bölümüdür. Gerekçe, hakimin (mahkemenin) tespit etmiş olduğu maddi vakıalar ile hüküm fıkrası arasında bir köprü görevi yapar. Gerekçe bölümünde hükmün dayandığı hukuki esaslar açıklanır. Hakim, tarafların kendisine sundukları maddi vakıaların hukuki niteliğini (hukuk sebepleri) kendiliğinden (re’sen) araştırıp bularak hükmünü dayandırdığı hukuk kurallarını ve bunun nedenlerini gerekçede açıklar.
Hakim, gerekçe sayesinde verdiği hükmün doğru olup olmadığını, yani kendini denetler. Üst mahkeme de bir hükmün hukuka uygun olup olmadığını ancak gerekçe sayesinde denetleyebilir. Taraflar da ancak gerekçe sayesinde haklı olup olmadıklarını daha iyi anlayabilirler. Bir hüküm, ne kadar haklı olursa olsun, gerekçesiz ise tarafları doyurmaz (Kuru B. Arslan R. Yılmaz E.; Medeni Usul Hukuku Ders Kitabı 6100 sayılı HMK’na Göre Yeniden Yazılmış, 22. Baskı, Ankara 2011, s. 472).
Anayasa’nın 141. maddesi gereğince bütün mahkemelerin her türlü kararlarının gerekçeli olması gereklidir. Gerekçenin önemi Anayasal olarak hükme bağlanmakla gösterilmiş olup, gerekçe ve hüküm birbirine sıkı sıkıya bağlıdır.
Yasanın aradığı anlamda oluşturulacak kararların hüküm fıkralarının açık, anlaşılır, çelişkisiz, uygulanabilir olmasının gerekliliği kadar; kararın gerekçesinin de sonucu ile tam bir uyum içinde o davaya konu maddi olguların mahkemece nasıl nitelendirildiğini, kurulan hükmün hangi nedenlere ve hukuksal düzenlemelere dayandırıldığını ortaya koyacak; kısaca maddi olgular ile hüküm arasındaki mantıksal bağlantıyı gösterecek nitelikte olması gerekir.
Zira tarafların o dava yönünden, hukuk düzenince hangi nedenle haklı veya haksız görüldüklerini anlayıp değerlendirebilmeleri ve Yargıtay’ın hukuka uygunluk denetimini yapabilmesi için ortada, usulüne uygun şekilde oluşturulmuş; hükmün hangi nedenle o içerik ve kapsamda verildiğini ayrıntılarıyla gösteren, ifadeleri özenle seçilmiş ve kuşkuya yer vermeyecek açıklıktaki bir gerekçe bölümünün ve buna uyumlu hüküm fıkralarının bulunması zorunludur.
Hukuk Genel Kurulunun 25.09.1991 gün ve 1991/1-355 E., 1991/440 K.; 19.04.2006 gün ve 2006/4-142 E., 2006/229 K.; 05.12.2007 gün ve 2007/3-981 E., 2007/936 K.; 23.01.2008 gün ve 2008/14-29 E.,2008/ 4 K.; 19.03.2008 gün ve 2008/15-278 E., 2008/254 K.; 18.06.2008 gün ve 2008/3-462 E., 2008/432 K.; 21.10.2009 gün ve 2009/9-397 E., 2009/453 K.; 24.02.2010 gün ve 2010/1-86 E., 2010/108 K.; 28.04.2010 gün ve 2010/11-195 E., 2010/238 K.; 22.06.2011 gün ve 2011/11-344 E.,2011/436 K.; 29.02.2012 gün ve 2011/9-754 E., 2012/102 K.; 22.02.2017 gün ve 2015/22-846 E., 2017/297 K. sayılı kararlarında da bu hususlar benimsenmiştir.
Nitekim 07.06.1976 gün ve 1976/3-4 E., 1976/3 K. sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararının gerekçesinde yer alan “Gerekçenin ilgili bilgi ve belgelerin isabetle takdir edildiğini gösterir biçimde geçerli ve yasal olması aranmalıdır. Gerekçenin bu niteliği yasa koyucunun amacına uygun olduğu gibi, kararı aydınlatmak, keyfiliği önlemek ve tarafları tatmin etmek niteliği de tartışma götürmez bir gerçektir” şeklindeki açıklama ile de aynı ilkeye vurgu yapılmıştır.
Bütün mahkemelerin her türlü kararlarının gerekçeli olarak yazılması gerektiğini öngören Anayasa’nın 141/3. maddesi ve ona koşut bir düzenleme içeren HMK’nun 297. maddesi işte bu amacı gerçekleştirmeye yöneliktir.
Bu kapsamda belirtmek gerekir ki, direnme kararları da bir davayı sona erdiren ve temyizi mümkün olan nihai (son) kararlardandır. Bu nedenle, bir davanın taraflarının o dava yönünden, mahkemece hangi nedenle haklı veya haksız bulunduklarını anlayıp değerlendirebilmeleri ve Yargıtay’ın hukuka uygunluk denetimini yapabilmesi için, ortada usulüne uygun şekilde oluşturulmuş direnme kararının bulunması zorunludur. Zira direnme kararlarının hukuksal niteliklerinin doğal sonucu ve gereği olarak, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun yapacağı inceleme ve değerlendirme, bozma üzerine Yerel Mahkemelerce verilmiş direnme kararlarına münhasır olduğundan inceleme sırasında gözeteceği temel unsurlardan birini bozmaya karşı tarafların beyanlarının tespiti ile uyulup uyulmama konusunda verilen ara kararları ile sonuçta hüküm fıkrasını içeren kısa ve gerekçeli kararların birbiriyle tam uyumu ve buna bağlı olarak kararın ortaya konulan sonucuna uygun gerekçesi oluşturmaktadır. Bunlardan birisinde ortaya çıkacak farklılık ya da aksama çelişki doğuracaktır ki, bunun açıkça usul ve yasaya aykırılık teşkil edeceği kuşkusuzdur.
Başka bir ifadeyle, mahkemece düzenlenecek kısa ve gerekçeli kararlara ilişkin hüküm fıkralarında Özel Daire bozma kararına hangi açılardan uyulup hangi açılardan uyulmadığının hüküm fıkrasını oluşturacak kalemler yönünden tek tek ve anlaşılır biçimde kaleme alınması, kararın gerekçe bölümünde bunların nedenlerinin ne olduğu, bozmanın niçin yerinde bulunmadığı ve dolayısıyla mahkemenin bozulan önceki kararının hangi yönleriyle hukuka uygun olduğunun açıklanması kararın yargısal denetimi açısından aranan ön koşuldur.
Anılan husus kamu düzeni ile ilgili olup, gözetilmesi yasa ile hakime yükletilmiş bir ödevdir. Aksine düşünce ve uygulama gerek yargı erki ile hakimin gerek mahkeme kararlarının her türlü düşünceden uzak, saygın ve güvenilir olması ilkesi ile de bağdaşmaz.
Bu genel açıklamalar ışığında belirtmek gerekir ki, yerel mahkemece direnme kararının gerekçe bölümünde Yargıtay ve Yargıtay tetkik hakimlerinin çalışma düzeni hakkında yapılan ve davanın esası ile ilgisi olmayan değerlendirmeler, Anayasa’nın 141. maddesi ile HMK’nın 297. maddesinde amaçlanan gerekçeye uygun olmayıp, hukukilikten uzaktır.
Türk Adli Yargı Sistemi içerisinde adliye mahkemelerince verilen karar ve hükümlerin son inceleme merci ve üst mahkeme olan Yargıtay ile Yargıtay tetkik hakimlerinin çalışma ve dosya inceleme yöntemi hakkında tamamen varsayımlardan hareket edilerek yapılan ağır ve uygunsuz değerlendirmelerin yargısal teamül ve geleneklere uygun olmadığı da her türlü açıklamadan uzaktır. Yargı kararlarının taşıması gereken üslubun dışına çıkılmış, hak ve adalet beklentisi içerisinde olan taraflar ve kamuoyu nezdinde Yargıtay’a ve Türk Yargı Sistemine olan güven ve saygınlığın sarsılmasına yol açabilecek ifadeler kullanılmıştır. Oysa ki, bir yargı kararının, o karara nasıl ulaşıldığını gösteren unsuru olan gerekçe, taşıdığı önem nedeniyle özen ve titizlikle yazılmalıdır.
Hakimlerin görevlerini hangi ilke ve esaslara göre yapmaları gerektiği konusunda mevzuatımızda açık bir düzenleme bulunmamakla birlikte, bu konudaki en önemli uluslararası metin Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nun 23 Nisan 2003 tarihli oturumunda kabul edilmiş olan Bangalor Yargı Etiği İlkeleridir. Nitekim, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun 27.06.2006 gün ve 315 sayılı kararı ile de Bangalor Yargı Etiği İlkelerinin benimsenmesine karar verilmiş ve bu husus Adalet Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğü’nce tüm hakim ve savcılara genelge şeklinde duyurulmuştur. Bu belgede 6 temel değerden bahsedilmiş ve bu değerlere ilişkin ilkeler tanımlanarak, bir hakimin uyması gereken etik değerler özü itibariyle açıklanmıştır. Adı geçen belgede korunan değerler bağımsızlık, tarafsızlık, doğruluk ve tutarlılık, dürüstlük, eşitlik, ehliyet ve liyakat olarak sayılırken, diğer kapsamlı açıklamaların yanında bağımsızlıktan bahsedilirken; “hakim, yargı bağımsızlığını sürdürmede esas olan yargıya yönelik kamusal güveni güçlendirmek amacıyla yargı etiği ile ilgili yüksek standartlar sergilemeli ve bunları ilerletmelidir” denilmiştir.
Şu halde; hakimler Anayasa ve yasalarla kendilerine verilen görev ve yetkileri, yazılı olan veya olmayan ancak evrensel anlamda onları da bağladığında kuşku bulunmayan etik kurallara uygun olarak yerine getirmelidirler.
Eldeki dosyada, yerel mahkemece bir direnme kararının yasal olarak taşıması gereken ve az yukarıda açıklanan hukuksal prosedürün dışına çıkılmış ve dava ile ilgisi bulunmayan eleştirilere yer verilmiştir. Bu durum usul kurallarına uygun olmadığı gibi yapılan eleştiriler ve kullanılan üslup hem davanın tarafları hem de toplum nazarında Yargıtay kararlarına duyulan güven ve saygınlığın sarsılmasına yol açabileceğinden, gereğinin yapılması için Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na bildirimde bulunulmasına karar verilerek, işin esasının incelenmesine geçilmiştir.
Davanın esasının incelenmesinde; kural olarak, Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerin olağanüstü zamanaşımı veya başka bir yoldan kazanılması ve tapu siciline tescil edilmeleri mümkün değildir. Ancak, Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerle ilgili düzenlemeye yer veren Türk Medeni Kanunu (TMK)’nun 715. maddesinin son fıkrasında, sahipsiz yerler ile yararı kamuya ait malların kazanılması, bakımı, korunması, işletilmesi ve kullanılmasının özel kanun hükümlerine tabi olduğu açıklanmıştır.
Nitekim; 10.10.1987 tarihinde yürürlüğe giren 3402 sayılı Kadasro Kanunu (KK)’nun 17. maddesinde imar ve ihya kurumuna yer verilmiş ve bu yoldan taşınmaz kazanılması imkanı getirilmiştir.
3402 sayılı Kadastro Kanununun “ihya edilen taşınmaz mallar” başlıklı 17. maddesi:
“Orman sayılmayan, Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan ve kamu hizmetine tahsis edilmeyen araziden, masraf ve emek sarfı ile imar ve ihya edilerek tarıma elverişli hale getirilen taşınmaz mallar 14 üncü maddedeki şartlar mevcut ise imar ve ihya edenler veya halefleri adına, aksi takdirde hazine adına tespit edilir.
İl, ilçe ve kasabaların imar planının kapsadığı alanlarda kalan taşınmaz mallarda bu hüküm uygulanmaz.”
hükmünü içermektedir.
Anılan madde gereğince, orman sayılmayan ve kamu hizmetine tahsis edilmeyen Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerin, aynı Kanunun 14. maddesinde yazılı koşulların gerçekleşmesi halinde imar ve ihya yoluyla kazanılması mümkün bulunmaktadır.
Hemen belirtmek gerekir ki; Kadastro Kanunun 17. maddesi aynı Kanunun 33/3. maddesi gereğince genel hüküm niteliğinde olup bu Kanunun uygulandığı yerler dışındaki taşınmazlar hakkında da uygulanır.
Bir yerin imar ve ihya ile kazanılabilmesi için öncelikle taşınmazın orman sayılmayan ve kamu hizmetine tahsis edilmeyen Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan arazilerden olması gerekir. Kamu hizmetine tahsis, hukuken olabileceği gibi fiilen de olabilir. Kamu hizmetine tahsis edilmeyen, Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki taşlık, orman sayılmayan çalılık, makilik ve fundalık gibi topraklar imar ve ihyaya müsait olan yerlerdir. Makilik ve fundalık yerler orman toprağı ise imar ve ihya ile kazanılması mümkün değildir. Zira kanun koyucu Anayasa’nın 169 ve 170. maddelerini gözeterek ormanların imar ve ihya ile kazanılmasını yasaklamıştır.
İmar-ihya kavramları kanunda tanımlanmamış olmakla birlikte, sözlük anlamlarına bakıldığında: ihya, büyük ölçüde geliştirme, güç verme, yeniden canlandırma, diriltme; imar ise, bayındır kılma, geliştirme, mamur hale getirme olarak tanımlanmıştır (Meydan Larouse-TDK, Türkçe Sözlüğü).
Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 30.04.2010 gün ve 2004/1 E., 2010/1 K. sayılı kararında “İhya, bugünkü hukukumuzda, genel olarak üzerinde ekim, dikim yapılmayan yerlerin tarım arazisi haline getirilmesi olarak anlaşılmaktadır” denilmiştir.
Bir yerin imar ve ihya ile kazanılması için taşınmazın emek ve para sarfedilerek tarım arazisi haline getirilmesi gerekir. Tarıma müsait olmayan araziden maksat, yararlanılacak bitki ve ürünlerin yetiştirilmediği topraklardır. Ekime, dikime ve ürün yetiştirmeye müsait olmayan yerler ihya edilecek taşınmazlardır. Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki tarıma elverişli olmayan bir taşınmazın tarım arazisi haline getirilmesi halinde imar ve ihyadan söz edilebilir. İhya yolu ile kazanma bakımından taşınmazın tarıma elverişli hale getirilmesi önemli bir olgudur.
Emek ve masraf gerektirmeyen, zilyetliğin sürdürülmesi seviyesindeki, taşınmazın daha verimli hale getirilmesi gibi çalışmalar imar ve ihya sayılmaz. Bu tür yerlerin imar ve ihyaya gerek olmaksızın, TMK’nın 713/1 ve Kadastro Kanununun 14. maddeleri gereğince kazanılmaları mümkündür.
Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki bir yerin emek ve para sarf edilerek tarım toprağı haline getirildikten sonra, güçlendirmek amacıyla yapılan işlemler ihya olgusu içinde kabul edilmelidir.
Maddi olgu olan imar ve ihya, her türlü delil ile kanıtlanabilir. Her somut olayın özelliğine göre yerel bilirkişi, tanık beyanları, teknik bilirkişi raporları gibi deliller imar ve ihyanın kanıtlanmasında kullanılabilir.
Önemle belirtmek gerekir ki, imar ve ihya tek başına taşınmazın mülkiyetinin kazanılması için yeterli bir olgu değildir. 3402 sayılı Kadastro Kanununun 17. maddesindeki yollama gereğince aynı Kanunun 14. maddesinde belirtilen zilyetliğin nizasız fasılasız ve malik sıfatıyla 20 yıldan fazla sürmesi gerekmektedir. 20 yıllık süre imar ve ihyanın tamamlandığı tarihten itibaren hesaplanır.
Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında somut olaya gelince; Çavuşlu Köyü kadastro çalışma alanında bulunan dava konusu 101 ada 20 parsel sayılı 26.327,64 metrekare yüzölçümündeki taşınmazın 10.07.2009 tarihinde yapılan tespit sırasında Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan ve tarım alanına dönüştürülmesi mümkün yerlerden olduğu belirtilerek davalı Hazine adına hali arazi vasfıyla tespit edildiği, kadastro tutanağının 12.09.2009 tarihinde itirazsız olarak kesinleştiği ve taşınmazın tapuda Hazine adına tescil edildiği, bilahare taşınmazın beyanlar hanesine 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 7. maddesine göre DSİ lehine şerh verildiği anlaşılmaktadır.
Dava konusu taşınmazın tespit tutanağında belirlenen niteliğine göre imar ve ihyaya muhtaç yerlerden olduğu, mahkemece yerinde yapılan keşif sonucu ziraat mühendisi bilirkişi tarafından hazırlanan 17.04.2014 tarihli raporda ise taşınmazın yer yer sürülü olduğu, sürülü olmayan kısımların otluk olduğu, içerisinde taş ve kayalar ile meşe palamudu ile badem ağaçlarının bulunduğu belirtildikten sonra raporun son kısmında açık bir şekilde fen bilirkişisi raporunda (A) harfi ile ve sarı renkte gösterilen çekişme konusu bölümün gerekli ekim, dikim ve bakım işleri yapıldığı takdirde bakımlı bir bahçe olabileceği belirtilmiştir. Bu durum, çekişme konusu bölümün imar ve ihyasının tamamlanmamış olduğunu gösterdiği gibi dosya içerisinde yer alan bu bölüme ait fotoğraflar da imar ve ihyanın gerçekleşmediğini ortaya koymaktadır.
O halde, somut olayda TMK’nın 713/1, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 14 ve 17. maddeleri uyarınca zilyetlikle mülk edinme koşullarının kanıtlandığını söyleyebilme olanağı bulunmamaktadır.
Hal böyle olunca, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davalı Hazine temsilcisinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, kararın gerekçe bölümünde Yargıtay ile Yargıtay tetkik hakimleri hakkında yer alan ifadeler nedeniyle gereğinin yapılması için Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu’na bildirimde bulunulmasına, karar düzeltme yolu açık olmak üzere 15.03.2017 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/287 K: 2007/322 T: 30.05.2007
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/220 K: 2007/217 T: 18.04.2007
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/327 K: 2004/348 T: 09.06.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1997/218 K: 1997/484 T: 04.06.1997
Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2003/5515 K: 2003/5630 T: 19.9.2003
Bir gayrimenkulün orman olmayan ve kamu hizmetine tahsis edilmeyen yerlerden olduğu tespit edilmişse de, bu yerin para ve emek harcanarak ihya edilmesi ve ihyanın tamamlanmasından gayrimenkulün tapuya tescil edildiği tarihe kadar yirmi yıldan fazla süre ile şartlara uygun olarak kullanılmış olması lazımdır.
Ö ile Belediye Başkanlığı aralarındaki tapu iptali ve tescil davasının kabulüne dair S. Asliye Hukuk Hakimliği’nden verilen 4.2.2003 gün ve 168/63 sayılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı vekili tarafından süresinde istenilmiş olmakla, dosya incelendi, gereği düşünüldü:
Davacı vekili, 729 parsel kapsamında kalan takriben 5 dönümlük bölümün kazanmayı sağlayan 50 seneyi aşkın zilyetlik nedeniyle iptal edilerek vekil edeni adına tapuya tesciline karar verilmesini istemiştir.
Davalı Belediye vekili, dava konusu taşınmazın kazanılamayacak yerlerden olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.
Mahkemece kazanma koşullarının oluştuğu gerekçesiyle teknik bilirkişi tarafından düzenlenen krokide B harfi ile gösterilen 5257.66 m2 yere ait tapu kaydının iptali ile davacı adına tapuya tesciline karar verilmesi üzerine hüküm davalı Belediye vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu taşınmaz bölümünü kapsayan 729 parsel, 29.9.1986 tarihinde 2981 ve 3290 sayılı Kanun hükümleri uyarınca tesis edilmiştir. Davalı Belediye vekili taşınmazın tapuya kaydedildiği tarihten dava tarihine kadar hak düşürücü sürenin geçtiğini savunarak öncelikle davanın bu sebeple reddine karar verilmesini istemiştir. 729 parsel, İmar Kanunları uyarınca tapuya tescil edilmiş bulunduğuna göre 3402 sayılı Kadastro Kanununun 12/3. maddesinde belirtilen sürenin bu olaya uygulanması mümkün değildir. Bu şekilde tesis edilen kayıtlara karşı süreye bağlı olmaksızın her zaman iptal ve tescil davası açılması mümkündür. Davalı Belediye vekilinin bu yöne ilişen savunması yerinde görülmemiştir. Ne var ki, mahkemece yapılan inceleme ve araştırma hüküm vermeye yeterli bulunmamaktadır.
Kadastro Müdürlüğünün 19.6.2002 günlü karşılık yazısında dava konusu taşınmazın 1963 yılında yapılan kadastro çalışmaları sırasında taşlık ve çalılık olması nedeniyle tespit dışı bırakıldığı bildirilmiştir. Davacı zilyetliğe dayanarak iptal ve tescil isteğinde bulunmuş, yerel bilirkişi ve tanıklar imar ve ihya olgusu hakkında bir açıklamada bulunmaksızın davacı ve miras bırakanının taşınmazın tapuya tescil tarihinden önceki kazanmayı sağlayan zilyetliğinden haber vermişler, ziraatçi uzman bilirkişide imar ve ihyası tamamlanmış kültür arazisi niteliğinde olduğunu açıklamıştır.
Taşlık ve çalılık niteliğiyle tespit dışı bırakılan bir yer kural olarak TMK: nun eski 741, yeni 715. maddeleri kapsamında kalan devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerden sayılır. Böyle bir yerin kazanılması ancak imar ve ihya yolu ile mümkün olabilir. Az öncede açıklandığı üzere yerel bilirkişi ve tanıklar imar ve ihyadan söz etmemişler iseler de, ziraatçı uzman bilirkişi ihyasının yapıldığını bildirmiştir. Bu açıklamalar karşısında imar ve ihya yolu ile kazanma olanağını getiren 3402 sayılı Kadastro Kanununun 17. maddesindeki koşulların araştırılıp belirlenmesi, bu maddedeki tüm olumlu ve olumsuz koşulların yerine getirilip getirilmediğinin araştırılması gerekir.
Taşınmazın orman sayılmayan ve kamu hizmetine tahsis edilmeyen yerlerden olduğu belirlenmiş ise de, böyle bir yerin para ve emek sarf edilmek suretiyle ihya edilmesi ve ihya olgusunun tamamlandığı tarihten taşınmazın tapuya tescil edildiği tarihe kadar 20 yıldan fazla süre ile koşullarına uygun olarak kullanılmış olması gerekir. Taşınmaz 1998 yılında imar planı içerisine alındığı için aynı maddenin son fıkrası diğer koşullar oluşmuş ise kazanmaya engel teşkil etmeyecektir. Ne var ki, yukarıda ayrıntılı olarak belirtildiği üzere ihya olgusunun yapılıp yapılmadığı, yapılmış ise tamamlandığı tarihten tapuya bağlandığı tarihe kadar kazanma süresi ve koşullarının geçip geçmediğinin araştırılması gerekmektedir.
Sonuç: Davalı Belediye vekilinin temyiz itirazları bu bakımlardan yerinde olduğundan kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, 19.9.2003 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1996/9646 K: 1996/4042 T: 18.4.1996
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2004/2664 K: 2004/5368 T: 6.7.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1–170 K: 1999/167 T: 24.3.1999
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2001/6756 K: 2002/1288 T: 12.2.2002
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 1983/6136 K: 1988/7838 T: 29.6.1988
Tepe sınırı; kural olarak, değişebilir ve genişletmeye elverişli sınırlardandır. Ancak, kültür arazisinin bitiminde tepenin aniden yükselmesi ve tarıma olanak vermeyecek diklik göstermesi durumunda sabit sınır sayılabilir.
Taraflar arasındaki davadan dolayı, (Zara Asliye Hukuk Hakimliği)nden verilen 14.7.1987 gün ve 231/244 sayılı hükmün onanmasına ilişkin olan 18.2.1983 gün ve 12913-1713 sayılı kararın düzeltilmesi süresinde davalılardan Cemal vekili tarafından istenilmiş olduğundan; dosya incelendi, gereği düşünüldü:
Davaya konu 4280 ve 12050 m2 yüzölçümündeki taşınmazların davalılar ve birleştirilen karşılık davanın davacıları Cemal ve arkadaşlarının dayandığı Teşrinievvel /336 tarih, 4 numaralı tapu kaydının kapsamında kalmadığı yapılan keşiflerde bilgilerine başvurulan yerel bilirkişilerin ve tanıkların açıklamalarından açıkça anlaşıldığına göre; bu olgunun belirtilerek ve gerekçe gösterilerek karşılık davanın reddedilmesinde bir isabetsizlik yoktur.
Ancak, yerel bilirkişilerin ve tanıkların verdikleri bilgilerden çekişmeli taşınmazların tamamının ilk davanın davacısı Dursun’un dayandığı 24.4.1959 tarih 20 ve 29 numaralı tapu kayıtlarının kapsamında bulunduğu kesin sonucu da çıkarılamamaktadır. Gerçekten, anılan kayıtların diğer sınırları itibariyle bu taşınmazları çevirdikleri saptanmış; oldukları tepenin de batıda boylu boyunca sınır oluşturduğu uzman bilirkişinin düzenlediği krokiye işaretlenmiştir.
Ne var ki “tepe” sınırı niteliğinden ötürü kural olarak değişebilir ve genişletilmeye elverişli sınırlardandır. İstisnai hallerdi sabit sınır sayılabilir. Bunun (İstisnai halin) gerçekleşebilmesi için, ancak kültür arazisinin bitiminde tepenin birden bire yükselmesi ve üzerinde tarıma olanak vermeyecek bir diklik göstermesi gerekir (Bkz. HG K: nun 25.3.1977 tarih, 1976/7+1929 esas, 1977/306 sayılı kararı, Yargıtay Kararları Dergisi, Mayıs/1978).
Esasen, sonradan yürürlüğe giren 3402 sayılı Kadastro Yasasının 20/C maddesi hükmünde değinilen ilke benimsenmiş bulunmaktadır. O halde, yerinde yeniden keşif yapılmalı, taşınmazların ve tepenin fiziki durumları ve konumları belirlenmeli, “tepe” sınırının istisnai bir özellik göstermediğinin saptanması halinde 20 ve 29 numaralı tapu kayıtlarının değişebilir ve genişletilmeye elverişli sınır okudukları kabul edilerek; bu kayıtlara diğer değişmez sınırlarıyla bağlantıları kesilmeden miktarlarına eşit kapsam tayini yoluna gidilmelidir. Ayrıca, olayda, hükümde önce yürürlükte olan 766 sayılı Tapulama Yasasının 32/d ve daha sonra yürürlüğe giren 3402 sayılı Kadastro Yasasının 13/B-C maddelerinde öngörülen koşulların davalılar yararına gerçekleşip, gerçekleşmediği de açıkça ortaya çıkarılmalı ve böylece varılacak sonuca göre bir karar verilmelidir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2004/1272 K: 2004/3339 T: 27.4.2004
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 1996/7048 K: 1996/6932 T: 4.6.1996
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 1994/5081 K: 1994/7552 T: 8.6.1994
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 1985/7234 K: 1985/10247 T: 1.10.1985
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 1985/7234 K: 1985/10247 T: 1.10.1985
Nitelikleri yönünden kamunun yararlandığı ve tescile bağlı olmayan deniz, akarsu, kumluk, kayalık, bataklık gibi yerler üzerinde imar ve ihya yoluyla özel mülkiyet kurulamaz. Bu tür yerlerin yanlışlıkla tapuya tescili kayıt sahiplerine mülkiyet hakkı vermez ve tapu kaydına dayanarak mal edinenler de MK: nun 931. maddesinin koruyuculuğundan yararlanamaz.
Taraflar arasında görülen davada; davacı, 782 parselin 100 m2 lik kısmı ile 799, 800, 801, 802 parsel sayılı taşınmazların tamamının devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olduğundan kayıtların iptalini istemiştir. Davalı, nizalı yerlerin tarım arazisi olduğunu, davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.
782 parselin 100 m2.lik kısmının 799, 800, 801, 802 parsel sayılı taşınmazların da tamamına ait kayıtların iptaline, ilişkin kararın duruşmalı olarak Yargıtay’ca incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmiş olmakla; bilahare dosya incelenerek, gereği görüşülüp düşünüldü:
Davacı Hazine, 782 parsel sayılı taşınmazın 100 m2 lik kısmı ile 799, 800, 801, 802 parsel sayılı taşınmazların tamamının Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olduğunu ileri sürerek iptal isteğinde bulunmuştur. Davalı kooperatif, bayii adına oluşan çapa dayanarak iyi niyetle iktisap ettiğini ve devletin hüküm ve tasarrufunda bulunmayan bu taşınmazlar üzerinde bina inşa ettiğini savunmuştur. Dava konusu parseller 274 parselden ifrazen oluşmuştur. Bu parsele ait tapulama tespitinin dayandığı 1984 tarih 64 nolu tapu kaydı 4753 sayılı Yasanın geçici maddesi uyarınca Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden imar ve ihya edildiğinden bahisle tesis edilmiştir. Anılan Yasa maddesinde öngörülen koşulların oluşması halinde, imar ve ihyada bulunanların, imar ve ihyaya konu olan yerler üzerinde mülkiyet hakkına kazanacakları kuşkusuzdur. Ancak nitelikleri itibariyle MK: nun 641. maddesi gereğince kamunun yararlandığı ve aynı Yasanın 912. maddesi gereğince tescile tabi olmayan deniz, göl, akarsu, kumluk, kayalık, bataklık gibi yerler üzerine imar ve ihya suretiyle özel mülkiyet kurulamaz.
Bu gibi yerlerin yanlışlıkla tapuya tescil edilmiş olması, kayıt maliklerine mülkiyet hakkı bahşedemeyeceği gibi, tapu kaydına dayanarak iktisap edenlerin de MK: nun 931. maddesinin koruyuculuğundan yararlanma olanakları yoktur. Mahkemece bilgisine başvurulan ilk uzman bilirkişi kurulu tarafından verilen 5.12.1980 günlü raporda dava konusu taşınmazların tümünün özel mülkiyete konu olamayacak yerlerden olduğu bildirildiği halde, ikinci keşif sonucunda diğer bir uzman bilirkişi kurulunca düzenlenen 8.10.1984 günlü raporda aynı taşınmazların özel mülkiyete konu olabilecek yerlerden olduğu açıklanmıştır. İki bilirkişi kurulu raporları arasındaki aykırılık giderilememiştir.
Öte yandan dava içeriği itibari ile tapu miktar fazlasının iptali isteğini de kapsamaktadır. Yapılan tapu uygulaması hükme yeterli değildir. Hal böyle olunca, çekişmeli parsellerin özel mülkiyete konu yapılabilecek ve 4753 sayılı yasanın geçici maddesinde öngörülen koşulları taşıyan yerlerden olup olmadığı hakkında üç kişilik uzman bilirkişi kurulu aracılığı ile yeniden inceleme yapılması bilirkişilerden önceki bilirkişi raporları arasındaki aykırılığın tartışılması suretiyle gerekçeli rapor alınması, dava konusu taşınmazların özel mülkiyete konu yapılamayacak ve imar ve ihya yolu ile iktisap edilemeyecek yerlerden olduğunun saptanması halinde, davanın kabul edilmesi, aksi takdirde hükme yeterli biçimde tapu uygulaması yapılarak sınırların değişebilir nitelikte olup olmadığı üzerinde durulması, değişebilir nitelikte ise, tapuya miktarı ile geçerli bir kapsam tayin edilmesi, böylece bulunacak kayıt kapsamı dışında kalan kısımlar hakkında taraf tanıkları dinlenerek davalının bayii yararına kazandırıcı zamanaşımı ile iktisap koşullarının oluşup, oluşmadığının araştırılması ve hasıl olacak sonuç çerçevesinde bir karar verilmesi gerekirken eksik ve yetersiz inceleme ile yazılı olduğu üzere hüküm kurulması isabetsizdir. Davalının temyiz itirazı yerindedir.
Kabulü ile hükmün belirtilen nedenlerden ötürü HUMK: nun 428. maddesi gereğince (BOZULMASINA), peşin harcın iadesine, gelen temyiz eden vekili için 11.000 lira duruşma vekalet ücretinin temyiz edilenden tahsiline, 1.10.1985 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2005/2931 K: 2005/3645 T: 27.3.2005
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2004/7753 K: 2004/8431 T: 08.07.2004
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2006/1771 K: 2006/3757 T.6.4.2006
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2004/7721 K: 2004/8013 T.30.6.2004
Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2004/2664 K: 2004/5368 T: 6.7.2004
Tescil konusu taşınmaz kadastro çalışmaları sırasında taşlık niteliği ile tespit dışı bırakılmıştır; böyle bir yerin 3402 sayılı kadastro kanunu’nun 17. maddesinde yazılı koşullar altında ihya edilmesi ve ihya olgusunun tamamlandığı tarihten itibaren 20 yıldan fazla süreyle tasarruf edilmiş olması kazanmayı sağlar; ancak imar ihyanın kazanmayı sağlaması için taşınmazın kamunun yararlanmasına terk ve tahsis edilen yerlerden de olmaması gerekir; komşu parsellere ait belgelere göre dava konusu taşınmazın mera olduğunu kabul etmek gerekir.
- ve müşterekleri ile Hazine ve F. Köyü Tüzel Kişiliği aralarındaki tescil davasının reddine dair A. 27. Asliye Hukuk Hakimliği’nden verilen 2.12.2003 gün ve 250/1017 sayılı hükmün duruşma yapılması suretiyle Yargıtay’ca incelenmesi davacılar vekili tarafından istenilmiştir. Dosya incelenerek işin duruşmaya tabi olduğu anlaşılmış ve duruşma için 22.6.2004 Salı günü tayin edilerek taraflara çağrı kağıdı gönderilmişti. Duruşma günü temyiz eden davacılardan N. bizzat ve vekili ve karşı taraftan Hazine vekili geldiler.
Başka kimse gelmedi. Duruşmaya başlanarak temyiz isteğinin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan ve hazır bulunanların sözlü açıklaması dinlendikten sonra duruşmaya son verilerek, dosya incelendi, gereği düşünüldü:
Davacılar vekili, imar – ihya ve kazanmayı sağlayan zilyetlik nedeniyle kadastro çalışmaları sırasında tespit dışı bırakılan dava dilekçesinde mevkii ve sınırları yazılı taşınmazın vekil edenleri adına tapuya tesciline karar verilmesini istemiştir.
Davalı Hazine vekili, tescil konusu taşınmazın tarım arazisi niteliğinde bulunmayan bir yer olduğunu, davalı köy temsilcisi de köy orta malı otlakiye olduğunu açıklayarak davanın reddine karar verilmesini savunmuşlardır.
Mahkemece, komşu parsellere ait belgelere göre dava konusu taşınmazın mera olduğu, davacıların ağıl ve benzeri tesisler yapmalarının ihya sayılamayacağı, kazanma koşullarının gerçekleşmediği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmesi üzerine; hüküm, davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Tescil konusu taşınmaz 1953 yılında yapılan kadastro çalışmaları sırasında taşlık niteliği ile tespit dışı bırakılmıştır. Böyle bir yerin 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 17. maddesinde yazılı koşullar altında ihya edilmesi ve ihya olgusunun tamamlandığı tarihten itibaren 20 yıldan fazla süreyle tasarruf edilmiş olması kazanmayı sağlar. Davacılar vekili, vekil edenlerinin dava konusu taşınmazı ihya ederek üzerine ev yaptıklarını ve bahçe olarak kullandıklarını açıklamak suretiyle tescil isteğinde bulunmuş davacılar tanığı Sami dava konusu yerin köy hayvanlarının otlatıldığı bir yer olduğunu açıklamış olmasına karşın, yerel bilirkişi ve diğer davacılar tanıkları dava konusu yerin ihya edilerek kültür arazisi haline getirilen bir yer olduğunu bildirmişler, ziraatçi uzman bilirkişi düzenlediği raporda taşınmaz üzerinde 25 seneyi aşkın bir zamandan beri tarımsal faaliyette bulunulduğunu açıklamış, mahkemece yukarıda belirtilen gerekçeyle davanın reddine karar verilmiştir.
İmar – ihya’nın koşulları 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 17. maddesinde belirtilmiştir. Paftadaki açıklamalara göre ekilemez arazi niteliği ile tespit dışı bırakılan taşlık bir yerin imar – ihya yoluyla kazanılması mümkün olabilir. Ancak imar – ihyanın kazanmayı sağlaması için taşınmazın kamunun yararlanmasına terk ve tahsis edilen yerlerden de olmaması gerekir.
Davacı tanığı Sami bu yerin hayvan otlatılan bir yer olduğunu açıklamış ise de, hayvan otlatmak bir yerin mera olduğunu belirlemek bakımından yeterli değildir. Gerçekten de orta malı meradan söz etmek için o yerin kadimden beri hayvanların otlatılmasına mahsus yerlerden olması veya yetkili makamlarca mera olarak tahsis edilmesi gerekir. Bu nedenle tanığın beyanlarına dayanılarak bu yerin mera olduğu sonucuna ulaşılamaz. Ancak somut olayda, komşu parsellere ait belgelere göre dava konusu taşınmazın mera olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Gerçekten de tescil konusu taşınmazın kuzeyinde yer alan 550 parsele uygulanan 1938 tarih 368 tahrir numaralı vergi kaydı dava konusu taşınmaz yönünü otlak, yine 552 parsele uygulanan 366 tahrir numaralı vergi kaydı bu yönü otlak, aynı yere revizyon gören Teşrinisani 1329 tarih 242 numaralı tapu kaydı da bu tarafı mera göstermektedir.
Belgeler karşısında taşınmazın mera olduğunda duraksamamak gerekir. Mahkemece bu gerekçelerle yazılı şekilde davanın reddine karar verilmesinde herhangi bir isabetsizlik görülmemiştir.
Davacılar vekilinin tüm temyiz itirazlarının reddi ile usul ve kanuna uygun bulunan hükmün ONANMASINA, 6.7.2004 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1996/9646 K: 1996/4042 T: 18.4.1996
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2004/5855 E: 2004/6608 T: 11.10.2004 3402/14
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1993/2530 K: 1994/9444 T: 12.7.1994
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2003/4636 K: 2003/5666 T: 22.9.2003
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/8-109 K: 2002/150 T.6.3.2002
Yerel bilirkişi ve tanık beyanlarından hukuki niteliği itibarıyla ihya fiiline muhtaç olan taşınmazın ihyasının hangi tarihte tamamlandığı, açık ve net bir biçimde anlaşılamamaktadır. Araştırma, soruşturmanın amacı ihyanın bittiği tarihi tespit olup; bittiği tarihten amaç da taşınmazın kültür arazisi haline getirildiği tarihtir.
Taraflar arasındaki “tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; M. Asliye Hukuk Mahkemesi’nce davanın kısmen kabulüne dair verilen 13.11.2000 gün ve 1998/732-2000/790 sayılı kararın incelenmesi davalılar vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8. Hukuk Dairesi’nin 22.3.2001 gün ve 2001/1108-2227 sayılı ilamiyle; … Davacı, dava konusu taşınmaz bölümlerinin adına tapuya tesciline karar verilmesini istemiştir. Hazine vekili davanın reddine karar verilmesini savunmuş, mahkemece davanın kısmen kabulüne, kısmen reddine karar verilmesi üzerine hükmün kabule ilişkin bölümü davalı Hazine ve Belediye vekilleri tarafından ayrı ayrı temyiz edilmiştir.
Davacı, dava konusu taşınmaz bölümlerinin öncesi itibariyle tapusuz olduğunu, para ve masraf sarfı ile imar ve ihya ederek narenciye ve zeytinlik haline getirdiğini ileri sürerek adına tapuya tesciline karar verilmesini istemiştir. Kadastro Müdürlüğünün karşılık yazısında; dava konusu taşınmazın 1955 yıllarında yapılan kadastro çalışması sırasında 592 no’lu orman parseli içerisinde kalması nedeniyle tespit dışı bırakıldığı açıklanmıştır. 20.9.1996 tarihinde yapılan keşifte dinlenen yerel bilirkişi ve tanıklar davacının 1961 yılından bu yana taşınmaza zilyed olduğunu bildirmişler, ormancı bilirkişi taşınmazın 1949 yılında kesinleşen orman sınırlama hattının dışında, ziraatçı uzman bilirkişi taşınmazın imar ve ihya edilerek kültür arazisi haline getirilen yerlerden olduğunu bildirmişlerdir. Dava dosyasının yeni ilçe teşkili nedeniyle Menderes Asliye Hukuk Mahkemesine aktarılması nedeniyle 23.7.1999 tarihinde yapılan keşifte dinlenen yerel bilirkişi F.Ü. davacının 1963-1965 yıllarından itibaren taşınmaza zilyed olduğunu, imar ve ihyasını yaptığını, imar ve ihyanın 1977-1979 yıllarında bittiğini, tanık H.A.Ö. de imar ve ihyanın 1975 yılında tamamlandığını bildirmiştir. Kadastro çalışmaları sırasında tespit dışı bırakılan bir yer kural olarak Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerden sayılır. Böyle bir yer Kadastro Kanununun 17. maddesinde yazılı olduğu şekilde imar ve ihya edildiği takdirde ancak kazanılabilir. Maddeye göre orman sayılmayan Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan ve kamu hizmetine tahsis edilmeyen bir taşınmazın para ve emek sarfetmek suretiyle ihya edilerek kültür arazisi haline getirilmesi ve ihyanın bittiği tarihten itibaren aynı Kanunun 14. maddesindeki koşullar altında tasarruf edilmiş olması halinde kazanılabileceği vurgulandıktan sonra, sonrasında da il, ilçe ve kasaba imar planı dahilinde kalan taşınmazların imar ve ihya yolu ile kazanılamayacağı açıklanmıştır. Taşınmaz … Belediyesinin … mahalle mevkiinde bulunmaktadır.
Belediye Başkanlığının 11.8.1995 günlü karşılık yazısında dava konusu taşınmazın bulunduğu … Mahalleye ait imar planının 28.10.1991 tarihinde onaylanmak suretiyle kesinleştiği ve taşınmazın imar planı kapsamında kalan bir yer olduğu bildirilmiştir. Az önce de açıklandığı üzere imar planı kapsamında bulunan yerlerin imar ve ihya yolu ile kazanılması yasaklanmıştır. İmar ve ihya olgusunun tamamlandığı tarihten taşınmazın imar planı içine alındığı tarihe kadar, Kadastro Kanununun 17 ve 14. maddelerindeki koşullar gerçekleşmemiştir. Anılan Yasa hükümleri gözönünde tutularak davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile kabulüne karar verilmiş olması doğru değildir… gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Temyiz Eden: Davalılar vekilleri
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, imar, ihya ve zilyetliğe dayalı tescil isteğine ilişkindir.
Davacı, dava konusu taşınmazın öncesi itibarıyla tapusuz olduğunu, para ve emek sarfı ile imar ve ihya ederek narenciye ve zeytinlik haline getirdiğini ileri sürerek adına tapuya tesciline karar verilmesini istemiş, yerel mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, Yüksek Özel Dairece, yukarıda açıklanan nedenlerle hüküm bozulmuştur.
Davacının karar düzeltme talebi üzerine Özel Dairesince sair karar düzeltme talebinin reddine, davaya konu taşınmaz bölümlerinin onaylı imar planı kapsamında kalmadığının kabulüne karar verilmiştir.
İmar-ihya bilimsel eserlerde, tarıma elverişli olmayan araziyi masraf ve emek sarfıyla tarıma elverişli hale getirme şeklinde tanımlanmıştır. İmar-ihya yoluyla kazanmaya imkan tanıyan Mülga 766 sayılı Kanunun 37. maddesinin son fıkrasının 26.7.1972 gün ve 1617 sayılı (Toprak Tarım Reformu Ön Tedbirler Kanunu) Kanunla kaldırılmasından sonra imar ihya yoluyla kazanma yolu kapanmıştır. Ancak bu yasak 3402 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 10.10.1987 tarihinde kalkmış ve bu Yasanın 17. maddesi ile zilyetlere imar ihya yoluyla kazanma olanağı yeniden tanınmıştır. Anılan maddede imar-ihya ile ilgili şartları, arazi, ihya fiili ve iktisapla ilgili olmak üzere üç bölümde ifade edilmiştir. Arazi ile ilgili şartları, taşınmazın devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olması ve tarıma elverişli bulunması olmak üzere olumlu şartlar; orman sayılmayan yerlerden olması, kamu hizmetine tahsis edilmemiş il, ilçe ve kasabaların imar planlarının kapsamında bulunmaması gibi olumsuz şartlar olarak açıklanabilir. İhya fiili ile ilgili şartları ise emek ve para harcamak, ihya ile oluşturulacak toprağın tarıma elverişli hale gelmesi ve ihya zamanı olarak tespit edilebilir. İktisapla ilgili şartlar ise maddenin atıf yaptığı 14. maddedeki şartlardır.
Somut olayda, arazi ile ilgili şartlar sabit olup uyuşmazlık, ihya fiili ve iktisap şartlarında toplanmaktadır.
Bir taşınmazın imar ve ihya edildiğinden söz edebilmek için kolayca tarım yapılması mümkün olmayan toprakta oldukça zor ve zahmetli ve gider gerektiren bir uğraş verilmiş olmalıdır. Yoksa sadece ham toprağın sürülmesi ya da taşları temizlenmiş bir yerde bina ve duvar yapılması ya da ağaç dikilmesi bir emek ve masrafı gerektirmesine rağmen, imar-ihya sayılmaz. Yasa taşınmazın tarıma elverişli hale getirilmiş olmasını aramıştır.
Bu hususta Hukuk Genel Kurulu’nun 24.2.1999 tarih, 1999/8-84-118 sayılı kararında “3402 sayılı Kanunun 17. maddesine göre imar-ihya işlemleri tarımsal amaçlı olmalıdır. Nitelik itibarıyla devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan ve kamu hizmetine tahsis edilmeyen arazi masraf ve emek sarfıyla tarıma elverişli hale getirilmelidir. Taşınmaz üzerinde ev, ahır, samanlık yapmak gibi eylemler taşınmazı tarıma elverişli hale getiren işlemler değildir” denilmiştir.
İhyanın varlığından ve sonuçlandığından söz edebilmek için taşınmaz mal ihya edilmeye başladığında güdülen amacın gerçekleşmiş olması gerekir. Kazandırıcı zamanaşımı süresi ihyanın tamamlandığı tarihte başlar. Bu nedenle ihyanın tamamlandığı tarihin tespiti davalarda önem kazanır. İhyanın gerçekleştiği gün, taşınmaz malın tamamen kültür arazisi haline getirildiği, ekonomik yönden yararlanmaya başlanıldığı ve işe yarar hale getirildiği gündür.
İhyanın gerçekleştiği günün, taşınmaz malın tamamen kültür arazisi haline getirildiği ve ekonomik yönden yararlanılmaya başlanıldığı ve işe yarar hale getirildiği gün olduğunu kabulle birlikte ihya fiilini ilgilendiren ve maddi olaylardan sayılan bu olguların öncelikle tanık sözleri ile ispatının zorunlu olduğunu kabul etmek gerekir.
Somut olayda yerel bilirkişi ve tanık beyanlarından hukuki niteliği itibarıyla ihya fiiline muhtaç olan taşınmazın ihyasının hangi tarihte tamamlandığı, açık ve net bir biçimde anlaşılamamaktadır. Araştırma, soruşturmanın amacı ihyanın bittiği tarihi tespittir. Bittiği tarihten amaç da kültür arazisi haline getirildiği tarihtir.
O halde, yukarıda açıklanan ilkeler gözönünde bulundurularak imar ve ihya tamamlandığı tarihin doğru bir şekilde tespiti ve kazandırıcı zamanaşımı sebebiyle iktisap şartlarının oluşup oluşmadığının araştırılması ve hasıl olacak sonuç dairesinde bir karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile yazılı olduğu biçimde karar verilmesi doğru bulunmadığından direnme kararının bozulması gerekmiştir.
Sonuç: Davalılar vekillerinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı HUMK.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, 6.3.2002 gününde, oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/8-109 K: 2002/150 T:6.3.2002
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1995/8-933 K: 1995/1150 T: 20.12.1995
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1–170 K: 1999/167 T: 24.3.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/7-174 K: 2004/161 T: 24.3.2004
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/7-174 K: 2004/161 T: 24.3.2004
Yerel mahkemenin zilyetlik süresinin orman kadastrosunun kesinleşmesi tarihinden itibaren başlaması gerektiği ve 3402 sayılı kadastro yasasının 14 ve 17. maddelerinde öngörülen sürenin dolmadığı yönündeki belirlemesi doğru olmakla birlikte, hazineye ait özel mülk niteliğindeki taşınmaz üzerinde bulunan muhtesatın tapunun beyanlar hanesine şerh edilmesinin gerekip gerekmediği yönünde araştırma yapılmadan karar verilmesi bozmayı gerektirir.
Taraflar arasındaki “kadastro tespitine itiraz” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Mudanya Kadastro Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 14.5.2002 gün ve 2001/23-2002/92 sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 7.Hukuk Dairesinin 25.2.2003 gün ve 4548-462 sayılı ilamı ile; (…Kadastro sırasında 116 ada 129 parsel sayılı 11.700,31 m2 yüzölçümündeki taşınmazın kısmen tapu kaydına ve kısmen de satın almaya, kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanılarak davalı Efrahim A. adına tespit edilmiştir. Davacı hazine tapu kaydı yüzölçümü fazlası için dava açmıştır. Mahkemece davanın kabulüne taşınmazın keşif haritasında (A) harfi ile gösterilen 8.200,31 m2’lik bölümünün davacı hazine, geriye kalan 3.500 m2’lik bölümünün ise tespit gibi tapuya tesciline karar verilmiş; hüküm davalı hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Davalı tarafın temyizi 14.12.2001 tarihli teknik bilirkişi Orhan S. tarafından tanzim edilen krokide (A) harfi ile gösterilen 8.800,31 m2’lik bölüm hakkında oluşturulan hükme yöneliktir. Mahkemece tespite esas olan tapu kaydının iskanen verildiğini, tapu kaydı hudutlarının gayrisabit ve genişletilmeye müsait bulunduğunu ve tapu kaydının yüzölçümüne itibar edilmesi gerekçe gösterilmek suretiyle hüküm kurulmuştur. Ne var ki, dayanılan ve tesbite esas olan 5/10/1956 gün ve 20 numaralı tapu kaydı fundalık sınırları itibariyle değişir nitelikteki kayıtlardan olduğu tartışmasızdır. Batıdaki 166 parsel sayılı taşınmaz orman olup, orman tahdidi yapılıp tespit gününden evvel kesinleşmiştir ve orman tahdidi sırasında dava konusu taşınmaz tarım toprağı olarak gösterilmiştir. Komşu parsellere revizyon gören tapu kayıtları da nizalı taşınmaz yönünü kişi yeri ve çalılık, fundalık olarak göstermektedir. Her ne kadar tapu kaydı değişir nitelikteki sınırlı kayıtlardan ise de çalılık yerin zilyetlikle iktisabının mümkün olduğa yerleşmiş içtihatlardandır. Ziraatçi bilirkişi raporunda krokisinde (A) harfi ile gösterilen bölüm üzerinde muntazam biçimde dağınık durumda 60 yaşlarında zeytin ağaçları bulunduğunu ve bu zeytin ağaçlarının krokisinde tapu kaydı yüzölçümü olarak gösterilen bölümdeki zeytin ağaçları ile aynı yaşta olduğunu haber vermişlerdir. Diğer yönden değişik sınırları içeren iskan kayıtlarında koşullarının var olması halinde sınırda iktisaba elverişli tarım toprağı niteliğindeki taşınmazların bulunması halinde bu yerinde zilyetlikle iktisap edilebileceği açıktır. Mahkemece krokisinde (A) harfi ile gösterilen ve tapu kaydı yüzölçümü fazlası olan bölüm üzerindeki zeytin ağaçlarının da yaşları göz önünde tutularak davacı tarafın bu bölüm üzerinde tespit gününe kadar 20 yılı aşan zilyetliğin varlığının kabulü gerekir. Diğer bir anlatımla tapu kaydı yüzölçümü fazlası üzerinde davalı taraf yararına 3402 Sayılı Kadastro Kanunun 14.maddesi hükmünde öngörülen zilyetlik koşulları gerçekleşmiştir. Ne var ki, davalı taraf yönünden kadastro kanunun 14/son maddesinde öngörülen 40,100 dönüm araştırması yapılmamıştır. Bu nedenle 3402 Sayılı Kadastro Kanununun 14/son maddesinde öngörülen 40, 100 dönüm araştırmasının yapılması ve varılacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken, bu konuda yanılgıya düşülerek yazılı biçimde karar verilmesi isabetsizdir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, kadastro tespitine itiraz niteliğindedir. Davacı Hazine, Mudanya İlçesi, Zeytinbağı Beldesinde yapılan kadastro çalışmaları sonunda 116 Ada, 129 parsel sayılı taşınmazın davalı adına tespit edildiğini, davalının dayandığı tapu kaydının iskanen oluştuğunu, iskan tapusunun sınırında mera ve orman gözüktüğünü, bu tür gayrisabit sınırlar içeren tapu kayıtlarının miktarı itibariyle geçerli olduğunu, kadastro tespitinin yanlış yapıldığını, miktar fazlasının Hazine adına tapuya tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı, dayandığı tapunun miktar fazlası olan yeri zilyet ve tasarruf ettiğini; önceki malikler ve temlik aldıktan sonra kendisinin toplam zilyetlik süresi itibarıyla yararına zilyetlikle iktisap koşullarının oluştuğunu, kadastro tespitinin doğru yapıldığını, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, her ne kadar teknik bilirkişilerce dava konusu taşınmazın orman sayılmayan bir yer olduğu ifade edilmişse de, tespitin dayanağını oluşturan iskan tapusunun sabit sınırlı bulunmadığı, değişmeye ve genişletilmeye elverişli sınırlar içerdiği, bu nedenle miktara itibar edilmesi gerektiği sonucuna varılarak davanın kabulüne, kayıt miktar fazlası kısmın tapusunun iptali ile Hazine adına tesciline karar verilmiş; hüküm özel dairece yukarda yazılı gerekçe ile bozulmuştur.
Yerel mahkeme ile özel daire arasında çıkan uyuşmazlık, tapu miktar fazlası olan kısmın zilyetlik yoluyla davalı tarafından edinilip, edinilemeyeceği noktasında toplanmaktadır.
Dava konusu taşınmazın bulunduğu yörede orman kadastrosunun yapıldığı, 12.2.1991 tarihinde askıya çıkarıldığı ve 13.8.1991 tarihinde kesinleştiği anlaşılmaktadır.
Tespitin dayanağını oluşturan 5.10.1956 tarih, 20 sıra nolu tapu kaydı, 2.9.1946 tarihli iskanen oluşturulan tapu kaydına dayanmaktadır. Bu kaydın sınırlarında fundalık gibi genişletilmeye elverişli sınır bulunmaktadır. Buna rağmen kadastro tespiti sırasında zilyetlikle kazanma koşulları oluştuğu gerekçesiyle miktar fazlası davalı adına tespit edilmiştir. Mahkemece yapılan keşiften sonra düzenlenen Orman Y.Mühendisi ve Ziraat Mühendisi raporlarında dava konusu taşınmazın eğiminin %10 civarında olduğu, 60 yaşlarında bakımlı mahsüldar zeytin ağaçlarının bulunduğu, memleket haritası, hava fotoğrafı ve amenajman planında taşınmazın tarım alanı olarak gözüktüğü, toprağın orman toprağı özelliği göstermediği, orman kadastro sınırı dışında ve bitişiğinde olduğu, taşınmazın evveliyatının kültür arazisi olduğu açıklanmıştır.
Harita mühendisi Orhan S. 14.12.2001 tarihli raporunda 116 ada 129 nolu parselin 11.700,31 m2 miktarında olduğunu tapu kayıt miktarının 3500 m2 olduğu, miktar fazlasının ise 8.200,31 m2 olduğunu belirtmiştir.
Hemen belirtelim ki, taşınmazın bulunduğu yöre de orman kadastrosu yapıldığı, 12.2.1991 tarihinde askıya çıkarıldığı, 13.8.1991 tarihinde kesinleştiği, arazi kadastrosu ise, 2.2.2001 tarihinde askıya çıkarıldığı, dava açıldığından kesinleşmediği anlaşılmaktadır.
Özel Daire bozmasında her ne kadar, tespit tarihine kadar tapu miktar fazlası kısım için kazandırıcı zamanaşımı süresinin dolduğu kabul edilmişse de, davalı tarafın tutunduğu tapu kaydı 5.10.1956 tarihli, iskanen Hazine tarafından dağıtılan tapudan gelmektedir. Tapu kaydının doğusu taşlık ve fundalık, batısı çalılık kuzey ve güney sınırları fundalık olarak gösterilmiştir. Eylemli durumda da taşınmazın kuzey ve kısmen batısında orman bulunmaktadır.
Dayanak tapu kaydı değişmeye, genişletilmeye elverişli sınır ihtiva etmesi nedeniyle 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 20.maddesi hükmü uyarınca kapsamının yüzölçümü ile belirlenmesi zorunlu olup, dava konusu parselin dayanak tapu miktar fazlasının öncesinin orman olduğunun kabulü gerekir.
Gerçekten kayıtta geçen fundalık sınırı ile eylemli durumda bu sınırda var olan orman birbirini doğrulamaktadır. Orman sınırlandırılmasının yapılıp kesinleştiği 13.8.1991 tarihine kadar, dava konusu bölümün orman sayılan yerlerden olduğunun kabul edilmesi gerektiğinden, orman sınırlandırılmasının kesinleştiği güne kadar davaya konu kesimde sürdürülen zilyetliğin bir önemi bulunmamaktadır. Uzman bilirkişilerin raporlarında bu yerin 6831 sayılı Yasanın 1.maddesi uyarınca orman sayılan yerlerden olmadığı yönündeki görüşlerinin de açıklanan belirleme karşısında bir anlamı yoktur.
Bu durumda, her ne kadar davaya konu olan bölümün orman kadastrosu ekiplerince yapılan idari çalışma sonucu orman sınırlandırma tutanağı ve haritalarının dışında bırakıldığı; sınırlandırmanın 13.8.1991 tarihinde kesinleştiği, orman sınırlandırılmasının kesinleştiği bu tarih ile arazi kadastro tespitinin yapıldığı 26.10.1999 tarihleri arasında 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 14.maddesi ile Türk Kanunu Medenisinin 639 (Türk Medeni Kanunun 713) maddesinde öngörülen 20 yıllık kazandırıcı zamanaşımı süresinin dolmadığı anlaşılmakla, Hazinenin kayıt miktar fazlasına yönelik olarak açtığı bu davanın kabulü gerektiği sonucuna varılmıştır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun istikrarlı uygulaması da bu yöndedir. (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 20/5/1992 gün ve 1992/16-203-339 sayılı ilamı; 27/1/1993 gün ve 1992/16-676 E: , 1993/16 K: sayılı ilamı; 1/12/1993 gün ve 1993/17-562 E: , 1993/771 K: sayılı ilamı; 23/6/1993 gün ve 1993/17-169-473 sayılı ilamı; 21/4/1993 gün ve 1993/17-83-177 sayılı ilamı; 5/4/1995 gün ve 1994/16-796 E: , 1995/267 K: sayılı ilamı; 29/3/1995 gün ve 1995/16-116-251 sayılı ilamı; 5/6/1996 gün ve 1996/7-313-458 sayılı ilamı; 2/5/1997 gün ve 1997/7-127-384 sayılı ilamı; 21/5/1997 gün ve 1997/7-128-441 sayılı ilamı;17.12.2003 gün ve 2003/7-750-787 sayılı; 2003/7-752-788; 2003/7-753-789 sayılı ilamı, 10.3.2004 gün ve 2004/7-147 Esas ve Karar sayılı ilamları) Bununla birlikte önemle belirtilmelidir ki, kadastro hakimi doğru sicil oluşturmak zorundadır. 3402 sayılı Kadastro Yasasının 19/2 maddesinde; “taşınmaz üzerinde malikten başka bir kimseyE: … ait muhtesat mevcut ise bunun sahibi, cinsi, ihdas tarihi ve iktisap sebebi belirtilerek tutanağın ve kütüğün beyanlar hanesinde gösterileceği” açıklanmıştır. Yerleşmiş Yargıtay uygulamasına göre çoğun içinde az da bulunur. Kuralı uyarınca davalı mülkiyete dayanmakla, taşınmaz üzerinde bulunan zeytin ağaçlarının mülkiyetinin de kendisine ait olduğunu zımnen ileri sürmüş olduğunun kabulü gerekir.
O halde, kamu malı orman ya da mera olmayıp, tarla olarak özel mülk niteliğinde tapuya kaydedilmesi gereken davaya konu taşınmaz kısmı üzerinde bulunan zeytin ağaçlarının, cinsi, adedi, arz üzerindeki dağılımı saptanıp, 3530 sayılı Zeytinciliğin Islahı Hakkındaki Kanuna göre özel mülkiyete konu olabilecek nitelikte olup olmadığı araştırılıp, sonucuna göre özel mülkiyete konu olabilecek türde bir muhtesat olduğunun anlaşılması halinde tapunun beyanlar hanesinde gösterilmesi gerekir.
Hal böyle olunca, yerel mahkemenin zilyetlik süresinin orman kadastrosunun kesinleşmesi tarihinden itibaren başlaması gerektiği ve 3402 sayılı Kadastro Yasasının 14 ve 17. maddelerinde öngörülen sürenin dolmadığı yönündeki belirlemesi doğru olmakla birlikte, Hazineye ait özel mülk niteliğindeki taşınmaz üzerinde bulunan muhtesatın tapunun beyanlar hanesine şerh edilmesinin gerekip gerekmediği yönünde araştırma yapılmadığından, mahkemenin kararının bu yönden bozulması gerekir.
SONUÇ: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı HUMK: nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, 24.3.2004 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1997/20-808 K: 1997/1039 T:10.12.1997
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/8-242 K: 2004/292 T:12.5.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1–170 K: 1999/167 T: 24.3.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/8-964 K: 2001/751 T: 24.10.2001
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/20-490 K: 2003/510 T: 24.9.2003
Tespit dışı bırakılan bir taşınmaz hakkında itiraz üzerine tutanak düzenlenerek, komisyonca tespit dışı bırakılmasına karar verilmesi veya kadastro mahkemesi kararı ile tespit dışı bırakılması hallerinde, komisyon veya mahkeme kararı ile taşınmazın hukuksal durumu belirlenmiş olduğundan bu kararların kesinleştiği tarihte tespit dışı bırakıma işlemi kesinlik kazanır ve bu tarih mülk edinme zamanının başlangıcında esas alınır.
Taraflar arasındaki “tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; U. Asliye Hukuk Mahkemesi’nce davanın kabulüne dair verilen 24.11.1998 gün ve 1996/156-1998/370 sayılı kararın incelenmesi bir kısım davalılar vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 20. Hukuk Dairesinin 10.2.2000 gün ve 2000/603-1114 sayılı ilamı ile, (…Davacı, Medeni Yasanın 639 maddesine göre kazandırıcı zamanaşımı ve zilyetliğe dayanarak tescil isteminde bulunmuştur. Yerel mahkeme davayı kabul etmiş, hüküm Hazine, Orman Yönetimi ve Karayolları Genel Müdürlüğü tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu taşınmazın bulunduğu yörede 1980 yılında kadastro tespiti yapılmış, 1.7.1980-31.7.1980 tarihleri arasında ilan edilmiş ve 1.8.1980 tarihinde kesinleşmiş olup, bu taşınmaz kültür arazisi vasfında olmadığından tespit dışı bırakılmıştır.
Dava 29.5.1996 tarihinde açılmış, tespit tarihi itibariyle dava tarihine kadar 20 yıl geçmemiştir.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 19.02.1997 T:, 1996/8-768 E: , 1997/100 K ve 18.02.1998 T: 1998/8-15 E: – 129 K: sayılı kararlarına göre kadastro gören yerlerde tespit dışı bırakılan taşınmazlar için tespitin kesinleştiği tarih ile tescil davasının açıldığı tarih arasında 20 yıllık kazandırıcı süre dolmadıkça tescil davası dinlenemez.
Dosyada belirlenmiş tarihlere göre, dinlenme olanağı bulunmayan davanın reddi gerekirken, kabulü yolunda hüküm kurulması usul ve yasaya aykırıdır…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir:
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava hukuksal nitelikçe, kadastro çalışmaları sırasında tespit dışı bırakılan taşınmazın tescili istemine ilişkindir.
Davacı, dava konusu parseli 20 yıldan fazla bir süre nizasız ve fasılasız malik sıfatıyla kullandığını iddia ederek bu yerin adına tescilini istemiştir. Mahkemenin, Türk Kanunu Medenisinin 639 ve 3402 sayılı Yasanın zilyetlikle iktisaba ilişkin hükümlerinin davacı lehine gerçekleştiği sonucuna varılarak davanın kabulüne, dava konusu taşınmazın davacı adına tesciline ilişkin olarak kurduğu hüküm Özel Dairece, taşınmazın tespit dışı bırakılma tarihi zilyetliğin başlangıç tarihi olarak alınması ve tespitin kesinleştiği tarih ile dava tarihi arasında 20 yıllık kazandırıcı süre dolmadığından davanın reddine karar verilmesi gerektiği gerekçesiyle bozulmuştur.
Uyuşmazlık, bu tür davalarda; Medeni Yasa’nın 639/1 ve 3402 sayılı Kadastro Yasası’nın genel hüküm niteliğinde bulunan 14 ve 17. maddelerinde, anlamını bulan mülkiyeti kazanma koşullarının hangi tarih esas alınarak başlatılması gerektiği noktasında toplandığı anlaşılmaktadır.
Öncelikle belirtelim ki, tespit dışı bırakılan taşınmaz mal hakkında zilyetlikle iktisap koşullarının oluşması halinde Medeni Kanun’un genel hükümlerine göre tescilinin istenebileceğinde asla duraksanamaz.
Burada kadastro işleminin niteliğinin ne olduğunun açıklanmasında yarar vardır. Kadastro Tapulama dışı bırakma işlemi, taşınmazın geometrik durumu belirlenmediğinden bir tespit işlemi değilse de görevlilerce bir yerin tescile tabi olmadığının saptanarak hukuksal durumunun belirtilmesi nedeniyle öncelikle bir Kadastro/Tapulama işlemi olduğunda kuşku ve duraksamaya yer olmamalıdır. Tespit dışı bırakılan taşınmazların her ne kadar kadastroca; hukuksal durumu belirlenmekle birlikte, haklarında kadastro tutanağı düzenlenmemekte, sadece paftasında gösterilmekte yetinilmektedir. Bu olgu .3402′ sayılı Kadastro Yasası’nın 7/4 maddesindeki “çalışma alanı sınırı içinde veya bitişiğindeki taşınmaz mallar ile dışında tapulu olarak bulunan taşınmaz, mallardan kadastro tutanağı düzenlenmeyen yerlerin” sözcüğüyle de açıkça doğrulamıştır.
Gerçektende; Kadastro ekibince kadastro yapılarak, ada da taşınmazların hukuksal durumu tespit edildikten sonra, tespit ve sınırlandırılması yapılmayan ve bu nedenle tutanağı düzenlenmeyen taşınmazın, paftasında gösterilmek suretiyle tespit dışı bırakma işlemi hukuken tamamlanmış olur.
Öte yandan, Kadastro Yasası’nın 12/1 maddesi sırf tespit ve sınırlandırması yapılan taşınmazlara ilişkin tutanakların kesinleşmesinin söz konusu olabileceğini öngörmektedir. Hal böyle olunca, tespit dışı bırakılan bir taşınmaz hakkında, kadastro tutanağı düzenlenmediği için anılan 12/1 maddeden yola çıkılarak sonuca kavuşulamayacağında asla duraksanamaz. Bu durum karşısında, tespit dışı bırakılan bir taşınmaz hakkında kadastro tutanağı düzenlenmediğinden paftasının düzenlenmesi ile işlemin tamamlandığının kabulü zorunludur.
Bu bağlamda; şu ayrık durumu gözden kaçırmamakta yarar vardır Tespit dışı bırakılan bir taşınmaz hakkında itiraz üzerine Kadastro Yasası’nın 7/4 maddesine göre tutanak düzenlenerek, komisyonca tespit dışı bırakılmasına karar verilmesi veya Kadastro Mahkemesi kararı ile tespit dışı bırakılması hallerinde, Kadastro komisyonu veya mahkeme kararı ile taşınmazın hukuksal durumu belirlenmiş olduğundan bu kararların kesinleştiği tarihte tespit dışı bırakıma işlemi kesinlik kazanır ve bu tarih mülk edinme zamanının başlangıcında esas alınır. Olayımızda az yukarıda açıklanan ayrık durum söz konusu değildir.
Esasen, tespit dışı bırakılan bir taşınmazın tespit veya sınırlandırılan komşu parsellerin tutanaklarına dayanılarak kesinleştiğine ilişkin kıyas yoluyla yorumunda yasal dayanağı bulunmamaktadır. Yine kadastro yasası hükümlerince, her parsel hakkında ayrı ayrı tutanak düzenlenip ayrı ayrı kesinleştirildiği göz önünde tutulduğunda; komşu parsellerden hareketle tespit dışı bırakılan taşınmazın kadastro işleminin kesinleştiği tarihi belirlemeye çalışmanın olanaksız olduğu gibi anılan yasa hükümlerine de uygun düşmeyeceği sonucuna ulaşılır.
Yukardan beri açıklanan maddi ve hukuki olguların ışığında, bu tür davalarda yapılacak işlem; Kadastro ekibince hukuksal durumu belirlenerek, tespit dışı bırakılan bir taşınmazın, kadastrosunun yapıldığı, diğer bir deyimle; paftasının düzenlendiği tarihin kadastro müdürlüğünden sorularak tespit edilmesi ve bu tarihten başlatılarak kazanma süresinin ve koşullarının hesaplanması ve hasıl olacak uygun sonuç çerçevesinde karar verilmesi gerekir.
Somut olayda; Taşınmazın bulunduğu çalışma alanında 5.6.1979 tarihinde kadastro çalışmalarına başlanıldığı, 1.7.1980 tarihinde son verildiği ve kadastro işlemleri 1.8.1980 tarihinde kesinleştirildiği, Kadastro Müdürlüğünce bildirilmiştir.
Hal böyle olunca paftanın düzenlendiği tarihten davanın açıldığı 28.5.1996 tarihine kadar 20 yıllık kazandırıcı zamanaşımı süresinin dolmadığı belirgindir. Bu durumda Özel Dairenin bozma ilamına uyularak dinlenme olanağı bulunmayan davanın reddine karar verilmesi gerekirken direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 19.2.1997 gün ve 1996/8-768 E ve 1997/100 K: , 18.2.1998 gün ve 1998/8- I5 E: ve 1998/129 K: ve ayrıca 17.3.1999 gün ve 1999/8-168 E: ve 1999/158 K; 11.10.2000 gün ve 2000/81264 E: ve 2000/1250 K: sayılı kararlarında da aynı ilkeler vurgulanmıştır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
Sonuç: Davalılardan Orman, Hazine ve Karayolları vekillerinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda ve Özel Dairenin bozma ilamında gösterilen nedenlerden dolayı H.U.M.K: nun 429. Maddesi gereğince BOZULMASINA, 24.9.2003 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/7-174 K: 2004/161 T: 24.3.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/714 K: 2012/78 T: 15.02.2012
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/73 K: 2006/67 T: 15.03.2006
- Yargıtay Büyük Genel Kurul E: 2004/1 K: 2010/1 T: 30.04.2010
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/8-249 K: 2005/276 T: 27.4.2005
Taşlık kayalık yer olarak tespit dışı bırakılan taşınmazların imar ve ihya edilerek tarım arazisi haline getirildiği, eylemli zilyetliğin sürdürüldüğünü davacı tarafça ileri sürülmüş, ancak bu olgu, gereği gibi araştırılmamıştır; bu nedenle dava konusu taşınmazın başında keşif yapılmalı, yerel bilirkişi ve taraf tanıklarının humk’nın 259. Maddesi hükmü uyarınca yeniden dinlenilmeleri, gereken tüm incelemeler yapılarak taşınmazın niteliğinin belirlenmesi, sonucuna göre hüküm kurulması gerekir.
Davacılar vekili, tapulama tespiti sırasında taşlık kayalık olmaları nedeniyle tespit dışı bırakılan taşınmazların davacılardan Fehmi M. tarafından imar ve ihya edilerek tarım arazisi haline getirildiğini, Fehmi M.’nin 30 yılı aşkın süre kullandığını, yarı payını diğer davacılara sattığını, eylemli zilyetliğin diğer davacılar tarafından sürdürüldüğünü ileri sürmüş, taşınmazların yarı paylarının Fehmi M., yarı paylarının da diğer davacılar adlarına tapuya tescil edilmelerine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Yargılama sırasında, dava edilen taşınmazlar, idari yoldan hazine adına tescil edilmiş, 1570 ve 1617 parsel numaralarını almışlar, davacılar vekili, 1570 parsel ile ilgili davayı müracaata bırakmıştır.
Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerin, özel mülkiyete konu olamayacağını, davanın reddini savunmuştur.
Dava devam ederken dava konusu taşınmazların bulunduğu köyün belediyelik olması nedeniyle Belediye Başkanlığı davaya dahil edilmiş. Belediye Başkanlığı vekili, davanın reddini savunmuştur.
Yerel Mahkemece, dava konusu taşınmazın, 25.2.1997 tarihinde yapılan tespit sonucu ham toprak olarak tescil gördüğü, imar-ihyanın da bu tarihten sonra yapılmış olduğu, taşınmazın devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden sayılacağı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Davacılar vekilinin temyizi üzerine hüküm Özel Daire’ce, yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuş, mahkemece, dinlenen tanık ve bilirkişi raporları dikkate alınarak, davacılar yararına imar-ihya ve zilyetlikle edinme koşullarının oluşmadığı sonucuna varılarak direnme kararı verilmiştir.
GerekçE: Dosyadaki bilgi ve belgelere göre, kadastro sonrasında dava konusu taşınmazın taşlık kayalık olarak tespit harici bırakıldığı anlaşılmaktadır. Taşlık bir yer, kural olarak devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerden sayılır. Bu tür yerlerin doğal yapısı ve nitelikleri itibarıyla ekonomik amacına uygun, tarım arazisi olarak tasarruf edilecek yerlerden bulunmamaları nedeniyle kazandırıcı zamanaşımı ve zilyetlik yoluyla edinilmesi mümkün değildir. Böyle bir yer ancak, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 17. maddesinde belirtilen koşulların mevcudiyeti halinde imar ve ihya yoluyla kazanılabilir.
Dava, hukuki niteliği itibariyle 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 14 ve 17. maddelerine dayalı tescil isteğine ilişkindir, öncelikle anılan hüküm uyarınca imar-ihya olgusunun kanıtlanması, ondan sonra aynı Kanunun 13. maddesinde belirtilen koşullar altında zilyetliğin geçmiş olması gerekir.
Somut olayda davacının dayandığı bu olgu, gereği gibi araştırılmamıştır. Bu nedenle dava konusu taşınmazın başında keşif yapılmalı, yerel bilirkişi ve taraf tanıklarının HUMK’nın 259. maddesi hükmü uyarınca yeniden dinlenilmeleri, bu yerin öncesi itibariyle niteliği, imar ve ihyaya elverişli olup olmadığı, davacılar tarafından imar ve ihya edilip edilmediği, edilmiş ise ihyasının hangi tarihte tamamlandığı, özellikle o tarihten dava tarihine kadar, kanunda belirtilen sürenin geçip geçmediğinin araştırılması; ayrıca varsa yöreye ait memleket haritası, hava fotoğrafları ve amenajman planının getirtilmesi, orman mühendisi veya orman yüksek mühendisi, fen memuru veya harita mühendisi marifetiyle mahalline uygulanması, bilirkişilerden rapor alınmak suretiyle taşınmazın niteliğinin belirlenmesi, sonucuna göre hüküm kurulması gerekir.
Sonuç: Açıklanan nedenlerle, araştırma noksanlığına yönelik Özel Daire bozma kararı yerindedir. Usul ve Yasaya aykırı olan direnme kararı bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1–170 K: 1999/167 T: 24.3.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/8-109 K: 2002/150 T:6.3.2002
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/8-645 K: 2005/690 T: 30.11.2005
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/8-480 K: 2001/519 T:13.6.2001
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1–170 K: 1999/167 T: 24.3.1999
Koruma makiliği dışında kalan makilikler 5653 sayılı kanun hükümleri gereğince orman sayılamazlarsa da nitelikleri itibariyle devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerden olup, ancak imar ihya koşullarının gerçekleşmesi halinde özel mülkiyete konu teşkil edebilir.
Taraflar arasındaki “tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; A. Asliye 4. Hukuk Mahkemesi’nce davanın reddine dair verilen 17.4.1998 gün ve 1997/414 esas, 1998/352 sayılı kararın incelenmesi davacı Hazine vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 25/6/1998 gün ve 1998/7564-8081 sayılı ilamı ile; (…Davacı Hazine, dava konusu G… köyü 223 parsel sayılı taşınmazın 1947 yılında 3116 sayılı Yasa uyarınca yapılan Orman tahdidinde Orman sınırları içersinde kaldığını, 1976 yılında 1744 sayılı Yasaya göre yapılan Orman dışına, çıkarma işleminin İdari Yargı yerince iptal edildiğini; daha sonra, 1988 yılında 6831 sayılı Yasanın 3302 sayılı Yasa ile değişik 2B maddesi gereğince Hazine adına Orman sınırları dışına çıkarıldığını; taşınmazın Orman tahdidi içerisinde iken tapulamaca davalılar adına tespit gördüğünü ileri sürüp iptal ve tescil istemiştir. Mahkemece, davanın kabulüne ilişkin olarak verilen kararın Dairenizce bozulması üzerine bozma sonrası yapılan yargılama sonucunda bu defa on yıllık hakdüşürücü sürenin dolduğu gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.
Hükmüne uyulan bozma ilamında her ne kadar on yıllık hak düşürücü süreden de söz edilmiş ise de davada ileri sürülen iddia maki tefrik komisyonunun yaptığı işlemden önceki taşınmazın niteliğinin Devletin hüküm ve tasarrufundaki yer olduğu iddiasını da içerir, nitekim Dairenin konuya ilişkin emsal kararlarında imar ve ihyadan söz edilerek ve zilyetlikle de bağlantı kurularak kişilere mülk edinme olanağı sağlanmıştır. Diğer bir deyişle Daire kararında “…3402 sayılı Yasanın 12/3. maddesinin öngördüğü 10 yıllık hakdüşürücü sürenin de olayda gerçekleşebileceği kuşkusuzdur…” ilkesine değinilmiş olması; kişi yararına zilyetlikle mülk edinme koşullarının gerçekleşmesi halinde bu ilkenin uygulanabileceği anlamındadır. Esasen, dava şartının (10 yıllık hakdüşürücü sürenin) varlığı amaçlanmış olsa idi; başkaca araştırmaların yapılmasına gerek duyulmaksızın davanın yalnızca bu nedenle (10 yıllık hak düşürücü sürenin geçirilmesi nedeniyle) reddedilmesi gerekir denilmekle yetinilirdi (Bilindiği üzere, dava şartının oluşması durumlarında münhasıran bu yönü ile hüküm kurulur).
Öte yandan, Hazinece açılan ve Devletin hüküm ve tasarrufundaki yerdir iddiasını içeren davalar da 10 yıllık hakdüşürücü sürenin dikkate alınmayacağı kararlık kazanmış yargısal uygulamada benimsenmiştir.
Somut olayda dava konusu taşınmazın 1946 tahdidinde Orman sınırları içerisinde kaldığı 1744 sayılı Yasaya göre 1975 yılında Hazine adına Orman dışına çıkarıldığı, 1952 yılında yapılan maki tefrik işleminde makilik olarak ayrılan alanda kaldığı, tapulamaca da 1963 yılında senetsizden tespit gördüğü anlaşılmaktadır.
Ne var ki taşınmazın makilik olarak tefrik edildiği 1952 yılından itibaren kadastro tespitinin yapıldığı 1963 yılına kadar 20 yıllık zilyetlikle mülk edinme süresinin dolmadığı açıktır. Hal böyle olunca davalılar yararına kazandırıcı zamanaşımı yolu ile mülk edinme koşullarının oluşmadığı gözetilerek davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken, yazılı olduğu üzere hüküm kurulması doğru değildir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Temyiz Eden: Davacı Hazine vekili
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Antalya G… köyünde bulunan 223 parsel sayılı taşınmazın 3116 sayılı Orman Kanunu uyarınca 1946 yılında yapılan Orman sınırlamasında kısmen orman sınırları içerisinde bırakıldığı, 5653 sayılı Kanuna göre 1952 yılında maki alanı olarak tespit edildiği, kadastro çalışmaları sonucu zilyetliğe dayanılarak 25/7/1963 tarihinde davalı adına tespit gördüğü tespitin 17/10/1970 tarihinde kesinleşerek davalı adına çap oluştuğu, 1744 sayılı Kanun gereğince yapılıp 1981 yılında kesinleşen işlemle orman içinde kalan kısmın orman dışına çıkarıldığı, 857 parsel numarası verilerek davalı üzerine yazıldığı getirtilen tapu kaydı tespit tutanağı, maki tespit tutanak ve haritaları, yapılan keşifler sonucu alınan bilirkişi rapor ve krokileri ile sabittir.
Her ne kadar tespit tutanağının kesinleşme tarihi ile dava tarihi arasında önceki 766 sayılı Tapulama Kanununun 31 ve halen yürürlükte bulunan 3402 sayılı Kadastro Kanunun 12. maddelerinde düzenlenen on yıllık hak düşürücü süre geçmiş ise de, Hazinece açılan ve Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerdir iddiasına dayanan davalarda on yıllık hak düşürücü sürenin bir dava koşulu olarak ele alınıp değerlendirilemeyeceği, işin esasına girilip dava konusu taşınmazın gerçek niteliğinin, daha açık bir anlatımla özel mülkiyete konu olup olamayacağının tespit edilmesinden sonra bu yönde bir karar verilmesi gerektiği; Yerleşmiş Yargıtay içtihatlarında ortaklaşa kabul edilen bir kural haline gelmiştir.
Öte yandan, koruma makiliği dışında kalan makiliklerin yukarıda değinilen 5653 sayılı Kanun hükümleri gereğince Orman sayılamazlarsa da nitelikleri itibariyle Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerden olduğu, ancak imar ihya koşullarının gerçekleşmesi halinde özel mülkiyete konu teşkil edebileceği de kuşkusuzdur. Bu itibarıyla imar ihya koşulları gerçekleşmeden Devletin hüküm ve tasarrufundaki yer niteliği devam ederken maki alanının kişiler adına tespit edilmesi halinde hak düşürücü süreden söz etme olanağı yoktur.
Somut olayda, taşınmazın makilik olarak tespit edildiği, 1952 yılından kadastro tespitinin yapıldığı 1963 yılına kadar 20 yıllık süre geçmediği buna bağlı olarak davalı yararına imar ihya ile mülk edinme koşullarının oluşmadığı da açıktır.
Hal böyle olunca, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
Sonuç: Davacı Hazine vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı HUMK: nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, 24.3.1999 gününde, oyçokluğu ile karar verildi.
Karşı Oy Yazısı Kadastro sırasında dava konusu taşınmaz vergi kaydına ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanılarak 1963 yılında davalı taraf adına tespit edilmiş, kadastro tutanaklarına itiraz edilmediği için 1970 yılında kesinleşmiş ve aynı yıl tapuya devredilmek suretiyle tapu sicili oluşmuştur.Hazine tapu sicilinin oluştuğu tarihten 25 yıl sonra yani 1995 yılında nizalı taşınmazın Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olduğunu ileri sürerek dava açmıştır.
Her ne kadar, 8/5/1987 gün ve 1986/3-1987/4 sayılı İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu kararında 766 sayılı Tapulama Kanunu 35. madde uyarınca sınırlandırılan taşınmaz mallar hakkında kişiler tarafından Hazine aleyhine açılacak davalarda 10 yıllık hak düşürücü sürenin uygulanacağı vurgulanmış, bu kararın yorumundan Hazine tarafından bu nitelikteki taşınmazlar hakkında kişiler aleyhine açılan davalarda 10 yıllık sürenin uygulanmayacağı neticesi çıkmakta ve Hukuk Genel Kurul kararlarında bu görüş benimsenmekte ise de; 766 sayılı Yasada olmayan, daha sonra sözü edilen içtihattan sonra yürürlüğe giren 3402 sayılı Yasanın 12/son fıkrası yeni bir hüküm getirmiş ve getirilen bu hükümle akla gelebilen tüm belirsizlikler ve çözümsüzlükler giderilmiştir. Bu madde hükmünden de anlaşılacağı gibi tespit öncesi bir nedene dayanarak tutanaklara geçmiş ve tapuya yansımış (tescil edilmiş) bir hak, başka bir ifadeyle oluşan tapu kaydı, iddia ve taşınmazın niteliğine bakılmaksızın taşınmazı,tescil tarihinden itibaren 20 yıl müddetle malik sıfatıyla zilyedliğinde bulunduranlar. Medeni Kanunun tapuya itimat prensibinden yararlanacağı kabul edilmiştir.Davalı taraf tespitten çok öncesine varan (1993 yılından beri) zilyetliğini dava tarihine kadar arasız ve çekişmesiz sürdürmüştür. Kanunun bu amir hükmüne başka anlam vermek mümkün değildir. Ayrıca, Kanunun kesinleşmemiş tutanaklar için kabul ettiği bu hükmü, kesinleşmiş tutanaklar için özellikle kabul edeceği her türlü izahtan varestedir. Kanunun kabul ettiği bu hükmün bir yerde amacının tapu sicillerini korumak olduğu da kuşkusuzdur. Yasa Hazine lehine bir ayrıcalık tanımamıştır.
Bütün bu nedenlerle çoğunluk görüşüne katılmıyorum.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1997/20-808 K: 1997/1039 T:10.12.1997
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/8-242 K: 2004/292 T:12.5.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/8-512 K: 2005/535 T: 28.9.2005
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/20-558 K: 2002/588 T:3.7.2002
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1995/8-933 K: 1995/1150 T: 20.12.1995
Kadastro Kanunu ile imar – ihya gibi müesseselerde değişiklik yapıldığından, zilyet, kadastro tespitinin kesinleştiği tarihe göre on yıllık süre dolmamışsa bu süre içerisinde, dolmuşsa 3402 s. Kanun’un 46/2. maddesi uyarınca 2 yıllık ek hak düşürücü süre içerisinde yeniden dava açabilir.
Taraflar arasındaki “tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, (Kuşadası Asliye Hukuk Mahkemesi)’nce davanın kabulüne dair verilen 7.6.1991 gün ve 1989/622-1991/274 sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8. Hukuk Dairesi’nin 1.10.1992 gün ve 1992/14928-12919 sayılı ilamıyla; (…Davacılar 390 ada 22 parselden ifraz suretiyle oluşan 390 ada 80 parselin murisleri tarafından imar-ihya edildiğini, bu tarihten tesbit tarihine kadar 20 yıldan fazla süreyle kendileri tarafından tasarruf edildiğini ileri sürerek, Hazine üzerindeki kaydın iptali ile taşınmazın adlarına tesciline karar verilmesini istemişlerdir. Mahkemece, imar-ihya sabit görülerek davanın kabulü yönüne gidilmiştir. 2613 sayılı Kanuna göre, 390 ada 22 ve bundan müfrez 80 parsel hakkında düzenlenen kadastro tutanağı 29.8.1979 tarihinde kesinleşmiştir. Bu dava ise hakimin havalesine göre 13.10.1989’da, harç pullarına ve esas defterine yapılan kayda göre 9.10.1989 tarihinde açılmıştır. 3402 sayılı Kanunun 12/3. maddesine göre, kadastro tutanaklarında belirtilen haklara, sınırlandırma ve tesbitlere ait tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren 10 yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanılarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz. Aynı Kanunun geçici 4. maddesinin 3. fıkrasında da; “2613 sayılı Kadastro ve Tapu Tahriri Kanunu ile diğer kanunlar gereğince özel kadastrosu yapılan ve tutanakları kesinleşmiş bulunan taşınmazlar için 10 yıllık hak düşürücü süre geçmiş ise, bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 1 yıl içinde hak sahipleri dava açabilirler” denilmiştir. Buna göre davacının geçici 4. maddenin 3. fıkrası hükmünden yararlanabilmesi için; 3402 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihe kadar aynı Kanunun 12. maddesinde belirtilen 10 yıllık hak düşürücü sürenin geçmiş olması gerekmektedir. Oysa, olayımızda az önce açıklanan tutanağın kesinleşme tarihi ile Kadastro Kanununun yürürlüğe girdiği 10.10.1987 tarihi arasında 10 yıllık süre geçmemiştir. Kadastro Kanununun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren süre işlemeye başlamış ve 10 yıllık süre ancak 29.8.1979 tarihinde dolmuş olmaktadır. Bu tarihler arasında dava açılmadığına ve Kadastro Kanunundan önce de 10 yıllık hak düşürücü süre geçmemiş bulunduğuna göre, anılan maddenin olaya uygulanması mümkün bulunmamaktadır. İmar-ihya sebebine dayanan aynı Kanunun 46. maddesindeki 2 yıllık ek süreye gelince; imar-ihyaya dayanılması halinde Kadastro Kanununun yürürlüğünden itibaren 2 yıllık süre içerisinde dava açılması mümkündür. Ancak bu maddenin uygulanabilmesi için de, Kadastro Kanununun yürürlüğe girdiği tarihe kadar 10 yıllık hak düşürücü sürenin geçmiş bulunması gerekmektedir. Oysa, Kanunun yürürlüğe girdiği tarihte imar-ihya sebebine dayanılmadan dahi bu davanın açılması mümkündür. Kanunun öngördüğü 2 yıllık süre içerisinde bu davanın açılması şart değildir. Zira, 46. maddenin getirtilmesindeki amaç hak düşürücü süreye maruz kalmış ancak, 3402 sayılı Kanunla getirilen imar-ihya gibi müesseselerde değişiklik yapılmış olduğundan, bu değişikliğe göre belli bir süre içerisinde zilyede yeniden dava açma imkanı sağlamaktır.
Kanunun yürürlüğünden sonra 10 yıllık süre dolmamış olan hallerde bu maddenin uygulanmasına gerek yoktur. Esasen imar-ihya sebebine veya diğer sebeplere dayanılarak davanın açılması mümkündür. O takdirde, az önce açıklanan 12. maddenin uygulanması gerekecektir. 12. maddede belirtilen hak düşürücü süre geçtikten sonra dava açılmış bulunduğuna göre bu davanın dinlenmemesi gerekir. Ayrıca, kabul şekline göre de yapılan inceleme noksandır. Fen memuru tarafından düzenlenen raporda, taşınmazın Kadastro Kanununun yürürlüğe girdiği tarihte imar planı dışında olduğu bildirilmiş, belediyenin yazısında ise imar planı içerisinde tarım alanı olarak gözüktüğü ifade edilmiştir. Bu durumda, Kanunun yürürlüğü sırasında taşınmazın imar planı içinde bulunup bulunmadığının duraksamaya meydan vermeyecek biçimde belirtilmesi gerekir. Ayrıca, imar-ihya yoluyla kazanmanın bu taşınmaz için mümkün olup olmayacağı da araştırılmamıştır. Tanıklar, taşınmazın öncesinin fundalık ve balkanlık olduğunu bildirmişlerdir. Taşınmazın öncesinin orman olup olmadığı araştırılmamıştır. Şayet orman ise, 3402 sayılı Kanunun 17. maddesi hükmüne göre imar-ihya yoluyla kazanma söz konusu olamayacaktır. Bütün bu yönler incelenmeden ve 1. sırada gösterilen sebep nazara alınmadan yazılı şekilde hüküm verilmiş olması isabetsizdir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: Dava, imar-ihya hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir. Dava konusu taşınmaz; 18.5.1979 tarihinde, 2613 sayılı Yasa uyarınca kadastro tesbiti görmüş ve tesbitin kesinleşmesini takiben aynı gün 28.9.1979 tarihinde tapuya tescil edilmiştir. Dava tarihi ise 9.10.1989’dur.
Özel Daire ile yerel mahkeme arasındaki uyaşmazlık, davanın hak düşürücü süre içerisinde açılıp açılmadığı noktasında toplanmaktadır. Öncelikle belirtmek gerekir ki; 2613 sayılı Yasa uyarınca yapılan kadastro tesbitlerine karşı hak arama yönünden zilyetlikle ilgili 22/H maddesi dışında bir süre öngörülmemiş iken, 10.10.1987 tarihinde yürürlüğe giren 3402 sayılı Kadastro Kanununun 12. maddesi ile, kadastro tutanaklarında belirtilen haklara, sınırlandırma ve tesbitlere ait tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren 10 yıl geçtikten sonra kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak itiraz olunamayacağı ve dava açılamayacağı hükme bağlanmıştır. 2613 sayılı Yasa döneminde yapılan tesbitlere karşı hak arama yönünden 3402 sayılı Yasa ile getirilen hak düşürücü süre gözetilerek de Yasanın geçici 4.maddesinin 3. fıkrasında, 10 yıllık hak düşürücü süre geçmiş ise Yasanın yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 1 yıl içinde dava açabilme imkanı tanınmıştır. Ayrıca, 3402 sayılı Yasanın 17. maddesi ile orman sayılmayan, Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan ve kamu hizmetlerine tahsis edilmeyen arazide, masraf ve emek sarfıyla ihya edilerek tarıma elverişli hale getirilen taşınmaz malların, aynı Kanunun 14. maddesindeki zilyetlik şartlarının da mevcut olması halinde, imar ve ihya edenler veya halefleri adına tesbitine imkan sağlayan ve bu Kanunun yürürlükten kaldırdığı 2613 sayılı eski Yasada bulunmayan yeni bir düzenleme getirilmiştir.
Yasanın 46. maddesinde de, Hazine adına kaydedilen taşınmaz mallardan imar ve ihya yolu ile bu Kanun hükümlerine göre doğan edinme koşuluna istinaden daha önceden kadastrosu yapılan yerlerde, Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra ilgilileri için tesbit kesinleşme tarihinden itibaren 10 yıllık sürenin geçmiş olmasına bakılmaksızın 2 yıllık bir dava hakkı süresi öngörülmüştür.
Hak düşürücü sürelerin hak arama yönünden çok sınırlı olarak tamamen amacına yönelik biçimde yorumlanması ve hak arama yolunun mümkün olduğu oranda kapatılmaması temel bir usul ve yorum kuralı olduğu gibi öğretide de baskın görüş halindedir.
Bu itibarla, emsal olaylarda davanın hak düşürücü süre içerisinde açılmış olup olmadığının tesbiti için öncelikle, tesbit tutanağının kesinleştiği tarihten itibaren 10 yıllık hak düşürücü sürenin genel olarak daima gözönünde tutulması ve 3402 sayılı Yasanın yürürlüğe girdiği tarih itibariyle tesbitin kesinleşmesinden itibaren 10 yıllık sürenin dolması için 2 yıl veya daha uzun bir müddet bulunması durumunda yalnızca 10 yıllık sürenin uygulanması ile yetinilmesi icap eder. Aksi halde, diğer bir anlatımla 3402 sayılı Yasanın yürürlük tarihinden itibaren henüz iki yıl dolmadan kadastro tesbitinin kesinleştiği tarihe göre 10 yıllık sürenin dolması halinde 3402 sayılı Yasanın 46/2. maddesindeki 2 yıllık hak düşürücü sürenin tatbiki gerekir.
Somut olayda da, dava konusu taşınmazın kadastro tesbitinin kesinleştiği tarihten itibaren 10 yıllık hak düşürücü sürenin dolacağı tarih ile 3402 sayılı Yasanın yürürlüğe girdiği tarih arasında iki yıldan az bir süre bulunmaktadır. Bu itibarla, 9.10.1989 tarihinde açılan temyize konu davanın süresinde açılmış bulunduğunun kabulü icap eder.
Hal böyle olunca, yerel mahkemenin davanın süresinde açıldığına ilişkin direnmesi yerindedir. Ne var ki, işin esasına yönelik temyiz itirazları Özel Dairesince incelenmemiş durumdadır. O nedenle dosya, işin esasına yönelik temyiz itirazlarının tetkiki için Özel Dairesine gönderilmelidir.
SONUÇ: Yukarda açıklanan sebeplerden dolayı direnme yerinde ise de, temyiz incelemesinin yapılması için dosyanın Yargıtay 8. Hukuk Dairesi’ne gönderilmesine, 20.12.1995 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/8-109 K: 2002/150 T:6.3.2002
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/13-414 K: 2003/410 T.11.6.2003
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/8-1056 K: 1999/1052 T: 22.12.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1981/560 K: 1984/61 T: 3.2.1984
Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulu E: 1990/3 K: 1990/5 T:19.10.1990
3402 s. Kadastro Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden sonra yeni yasal düzenlemeye dayanılarak imar ihya nedeniyle açılan tapu iptal ve tescil davalarında, kanunun yürürlüğe girmesinden önce açılıp da reddedilerek kesinleşmiş bulunan tapu iptal ve tescil davalarına ilişkin kararlar, o kararlarda imar ihya olgusu sabit görülmüş olsun veya olmasın kesin hüküm oluşturur.
7/1/1990 günlü dilekçe ile 21/6/1987 gün ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun yürürlüğünden önce kazandırıcı zamanaşımı veya imar ihya nedeniyle mülk edinme konusunda açılan tapu iptal ve tescil davaları sonunda verilmiş bulunan kararların sözkonusu yasanın yürürlüğe girmesinden sonra açılan davalarda kesin hüküm oluşturup oluşturmayacağı hususunda Birinci ve Sekizinci Hukuk Daireleri kararları arasında aykırılık bulunduğu iddia edilerek içtihadı birleştirme yoluna gidilmesi istenilmiş; Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulu 1/3/1990 gün ve 15 sayılı kararla kararlar arasında aykırılığın mevcut olduğu sonucuna vararak içtihadı birleştirme yolu ile aykırılığın giderilmesi gerektiğine karar vermiştir.
2797 sayılı Yargıtay Kanunu’nun 16/5 ve 45/2 nci maddeleri uyarınca toplanan Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulu’nda raportör üyenin açıklamaları dinlendikten sonra gereği görüşüldü:
Önce kararlar arasında aykırılık bulunup bulunmadığı hususu incelenmiştir:
1) Aralarında aykırılık bulunduğu ileri sürülen kararlardan Yargıtay 1. Hukuk Dairesi’nin 8/2/1989 gün ve 11266/1148 sayılı kararına konu teşkil eden olayda taşınmazın zilyetlik nedeniyle kadastroca davalı adına tesbit ve tescil olunduğu, davacı Hazinenin 1617 sayılı Yasanın, 20 nci maddesi ile değişik 766 sayılı Tapulama Kanunu’nun 33 üncü maddesine göre 20 dönümden fazla olan miktar hakkında iptal ve tescil davası açtığı davalının 1617 sayılı Yasanın getirdiği sınırlamayı gözönünde tutarak 20 dönümden fazla kısım hakkında açılan davayı kabul ettiği, hüküm henüz kesinleşmeden ve temyiz süresi geçmeden 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun yürürlüğe girdiği, davalının Kadastro Kanunu’nun getirdiği yeni haklardan yararlandırılması gerektiğini ileri sürerek temyiz yoluna başvurduğu anlaşılmaktadır.
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi olayda önceden verilmiş ve kesinleşmiş bir hükmün bulunmadığı, davalının kabulünün H.U.M.K: nun öngördüğü anlamda kesin hükmün yasal sonuçlarını doğuracak nitelikte bağlayıcı bir beyan olmadığı gerekçesiyle hükmü davalı yararına bozmuştur.
2) Sekizinci Hukuk Dairesi’nin 2/10/1989 gün ve 5946/8870 sayılı kararıyla, daha önce Kadastro Mahkemesi’nce senetsizden zilyetlik nedeniyle yirmişer dönümlük kısımların kişi adına, miktar fazlalarının son parsel numarası altında Hazine adına yazılmasına karar verilip kesinleştikten sonra 3402 sayılı Yasanın 14 üncü maddesinde zilyetlikle mal edinme sınırının kuru arazide yüz dönüm, sulu arazide 40 dönüme çıkarılmasından yararlanmak isteyen aynı kimse tarafından Hazine aleyhine miktar fazlaları hakkında açılan ve kesin hüküm nedeniyle davanın reddine ilişkin yerel mahkeme kararı onanmıştır. Aynı dava sebebine dayanan diğer olaylarda da Sekizinci Hukuk Dairesinin kesin hükmün varlığını kabul ettiği diğer kararlardan anlaşılmaktadır.
Diğer taraftan Yargıtay 1. Hukuk Dairesi’nin de 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden önce senetsizden zilyetliğe dayalı olarak açılan ve kesin hükme bağlanan taşınmazlar hakkında 3402 sayılı Yasanın 14 üncü maddesine dayanılarak yeniden dava açılması halinde son davanın kesin hükümden dolayı reddi gerektiği hususunda uygulanmasını istikrarlı bir şekilde sürdürdüğü tesbit olunmuştur. (Yargıtay 1. Hukuk Dairesi’nin 25/5/1989 gün, 4697-6583 28/3/1989 gün, 101-3656 sayılı v.d. kararlar)
3) Yargıtay 8. Hukuk Dairesi9/10/1989 gün ve 4758/9283 sayılı kararında önceki dava, imar ihya sabit görülmesine rağmen 766 sayılı Tapulama Kanunu’nun 1617 sayılı Yasa ile değişik 37 nci maddesinin imar ihyaya olanak tanımaması sebebiyle reddedilmiş olması halinde önceki kararın imar ihyanın gerçekleşmesinin sabit görülmesi yönünden kişi yararına verilmiş bir karar olduğu gerekçesiyle aleyhine kesin hüküm oluşturmayacağı sonucuna varmıştır. Aynı daire 1/5/1989 gün ve 5631-4402 sayılı kararında imar ihya nedenine dayanılarak açılan, fakat imar ihya sabit görülmesine rağmen Tapulama Kanunu’ndaki yasak nedeniyle reddedilen tescil davasının 3402 sayılı Yasanın yürürlüğe girmesinden sonra açılan tescil davası için kesin hüküm oluşturacağını benimsemiştir.
Yukarıda özetlenen kararlara görE: 1 sayılı bentte gösterilen Yargıtay 1. Hukuk Dairesi’nin 8/2/1989 günlü kararına esas olan olayda önceki dava sonunda verilen karar henüz kesinleşmeden 3402 sayılı Yasa yürürlüğe girmiş olup sonraki dava da karar kesinleşmeden açılmıştır.
Bu durum karşısında önceki kararın kesin hüküm oluşturup oluşturmayacağının tartışılmasına yer olmadığından kararın açıklanan bu özelliği itibariyle diğer kararlarla çelişik bir durum yaratmadığı sonucuna varılmıştır. Zira sonraki yasa yürürlüğe girdiği tarihte önceki dava henüz kesin bir karara ulaşmadığından kesin hüküm tartışmasına esasen gerek kalmamaktadır. 2 sayılı bentte gösterilen kararlarda ise başka bir anlatımla 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden önce senetsizden zilyetliğe dayalı olarak açılan ve kesin hükme bağlanan taşınmazlar hakkında 3402 sayılı Yasanın 14 üncü maddesine dayanılarak dava açılması halinde önceki kararın kesin hüküm oluşturacağı yolunda Birinci ve Sekizinci Hukuk Dairelerinin kararları arasında herhangi bir aykırılık bulunmadığı anlaşılmıştır. 3 sayılı bentte açıklanan Yargıtay 8. Hukuk Dairesikararlarına gelincE: Karar özetlerinden de anlaşılacağı üzere İmar İhya nedenine dayanılarak açılan tescil davalarında daha önce açılıp karara bağlanarak kesinleşen davada imar ihya olgusu sabit görülmüşse, bu karar 3402 sayılı Yasanın yürürlüğe girmesinden sonra açılacak davada kesin hüküm oluşturmayacak; ancak imar ihya olgusu önceki davada sabit görülmemişse kesin hüküm oluşturacaktır. Görülüyor ki aynı hukuki sebebe dayanılarak açılıp reddedilerek kesinleşen davalara ilişkin kararlardan biri 3402 sayılı Yasanın yürürlüğe girmesinden sonra açılan aynı hukuki sebebe dayanılarak açılan davada kesin hüküm sayılmakta diğeri sayılmamaktadır. Her iki karar arasında bu suretle aykırılık bulunduğu ve bu aykırılığın içtihadı birleştirme yolu ile giderilmesi gerektiğine yapılan oylama sonucunda üçte ikiyi geçen çoğunlukla karar verildikten sonra işin esasının incelenmesine geçilmiştir.
Kararlar arasındaki aykırılık, imar ihya nedenine dayanılarak açılıp reddedilerek kesinleşen tescil davalarına ilişkin kararların, 3402 sayılı Yasanın yürürlüğe girmesinden sonra açılacak tescil davalarında kesin hüküm oluşturup oluşturmadığı noktasına ilişkin bulunmaktadır.
Kesin hükmün amacı uyuşmazlıkları kesin olarak çözümlemektir.
Uyuşmazlıkların kesin olarak çözümlenmesi hem sosyal barışı sağlayacak hem de mahkemelerin sonu gelmez bir biçimde aynı uyuşmazlıkla meşgul edilmesini önlemiş olacaktır. H.U.M.K: nun 237 nci maddesi bu amaçla “Kaziyei muhkeme, ancak mevzuunu teşkil eden husus hakkında muteberdir.
– Kaziyei muhkeme, mevcuttur denilebilmek için iki tarafın ve müddeabihin ve istinat olunan sebebin muttehit olması lâzımdır.” hükmünü getirmiştir. 3402 sayılı Kadastro Kanunu da kesin hüküm dokunulmazlığını koruma amacıyla Geçici 4 üncü maddesi ile özel bir hüküm getirerek şu yolda düzenlemede bulunmuştur: “Tapulama ve kadastro mahkemelerince kanunun yürürlüğe girmesinden önce kesin hükme bağlanmış uyuşmazlıklara bu kanun uygulanmaz.” Görülüyor ki yasa koyucu kesin hüküm dokunulmazlığına ilişkin genel yasal ve hukuki kuralla yetinmemiş ayrıca ve özellikle teyit gereğini duymuştur. Diğer taraftan 3402 sayılı Yasa ile yasa koyucu aleyhine kesin hüküm bulunanlar yararına yeni haklar tanıyan bir düzenleme de getirmemiştir. Başka bir anlatımla 3402 sayılı Yasa, hakkında kesin hüküm bulunan kişilere yeni haklar getirmemiş, konuyu yeniden düzenlemiştir. Bu durum karşısında önceki kararın 3402 sayılı Yasanın yürürlüğe girmesinden sonra açılan davaları-da kesin hüküm oluşturacağı sonucunu benimsemek gerekmektedir. Yasa koyucu kesin hüküm dokunulmazlığını korumuş, yeni haklar tanımamıştır. Bu nedenlerle aynı hukuki nedene dayanılarak açılıp ta reddedilerek kesinleşen kararlar arasında, imar, ihyanın sabit görülüp görülmemesi açısından bir ayırım yapmakta hukuki yarar görülmemiş imar ihyanın sabit görüldüğü davalara ilişkin kararların kesin hüküm oluşturmadığının kabulüne olanak bulunamamıştır. Böyle bir ayırım kesin hüküm kuralları ile bağdaştırılamaz. Şu hususta belirtilmelidir ki imar ihyanın sabit görülmesi halinin doğurabileceği sonuçlar az önce açıklanan hukuki esasları değiştirici nitelikte de görülmemiştir.
Açıklanan durum karşısında sözkonusu önceki davalarda imar ihya sabit görülmüş olsun veya olmasın redde ilişkin kararların 3402 sayılı Yasanın yürürlüğe girmesinden sonra açılan davalar için kesin hüküm oluşturacağı ve içtihatların bu suretle birleştirilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.
Sonuç: 21/6/1987 gün ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden sonra yeni yasal düzenlemeye dayanılarak imar ihya nedeniyle açılan tapu iptal ve tescil davalarında, kanunun yürürlüğe girmesinden önce açılıp ta reddedilerek kesinleşmiş bulunan tapu iptal ve tescil davalarına ilişkin kararların, o kararlarda imar ihya olgusu sabit görülmüş olsun veya olmasın kesin hüküm oluşturacağına 19/10/1990 gününde yapılan ilk toplantıda E: 1990/3, K: 1990/5 sayı ile üçte ikiyi geçen çoğunlukla karar verilmiştir.
Karşı Oy Yazısı Dairemizin 8/10/1989 gün ve 5946-8870 sayılı kararı ile, 20 dönüm fazlası hakkındaki zilyetliğin, kanunda öngörülen belgelerden (vergi kaydı v.b.) biriyle ispat edilememiş olması nedeniyle davanın reddine ilişkin hükmün 3402 sayılı Kadastro Kanununa göre açılan sonraki davada kesin hüküm sayılacağı görüşü benimsenmiş;
9/10/1989 gün ve 4578-9283 sayılı kararı ile de, ihya koşullarının gerçekleşmiş olmasına rağmen, Tapulama Kanununun 37/son maddesinin 1617 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Öntedbirler Kanununun 23 üncü maddesi ile yürürlükten kaldırılmış olması nedeniyle tescil isteğinin reddine, ancak, ihya işleminin sübutu ile ihya edenin zilyetliğinin Hazinece ihlal edilemiyeceğinin tapu kütüğüne şerh verilmesine ilişkin tapulama mahkemesince verilen hükmün, sonradan yürürlüğe giren 3402 sayılı Kanunun 17 nci ve 46 ncı maddeleri hükümlerine dayanılarak ihya eden veya halefi tarafından açılan ikinci davada davacı aleyhine kesin hüküm olmıyacağı görüşü benimsenmiştir.
Yüce Kurulun çoğunluğunca, davacı aleyhine kesin hüküm olarak değerlendirilen bu iki mahkeme hükmü arasında kanımızca konu bakımından hiçbir benzerlik bulunmamaktadır. Dolayısıyla farklı olaylara ilişkin Yargıtay kararları arasında farklılık bulunması doğal olup, bunun bir çelişki şeklinde kabulünde isabet yoktur. Konuları birbirine benzemeyen kararlardaki görüşler yanlış olabilir. Ancak, bunun içtihadı birleştirme yolu ile giderileceğine dair kanunda bir hüküm yoktur. Bu nedenle içtihadı birleştirmeye gerek olduğuna dair çoğunluk görüşüne katılmıyorum.
İşin esasına gelince: Görüşmeler sırasında her iki kararın konu bakımından birbirinden farklı olduğu görülmüş, bunun üzerine ihya ile ilgili ikinci kararda benimsenen görüşün doğru olup olmadığı yönü tartışılmış ve daire görüşünün aksine, ihya olayının tesbitine ilişkin birinci hükmün ikinci davada davacı aleyhine kesin hüküm sayılacağı sonucuna varılmıştır.
Oysa, Yüksek Sekizinci Hukuk Dairesinin ihya ile ilgili 9/10/1989 gün ve 4578-9283 sayılı kararında benimsediği görüş, kanun koyucunun 3402 sayılı Kanunun 17 nci ve 46 ncı maddeleriyle güttüğü amaca tamamen uygundur. Bizi bu sonuca götüren sebepleri açıklamadan önce ihya üzerinde durmak istiyoruz:
MEDENİ KANUNDAN ÖNCE İHYA: Osmanlı İmparatorluğu toprak düzeninde, mevat arazi türü ayrı bir statüye tâbi tutulmuştur. Arazi Kanununun 6 ncı ve Mecelle’nin 1270 inci maddelerine göre, mevat arazi, kimsenin tasarrufu altında bulunmayan ve umumun istifadesine terk ve tahsis edilmemiş boş yerlerdir.
Arazi Kanununun 103 üncü maddesiyle, 6 ncı madde hükmü kısmen tekrar edilerek: “… Bu makule yerlerden, yere zarureti olan kimse rakabesi beytülmala ait olmak üzere meccanen memurunun izniyle müceddeden yer açıp tarla ittihaz edebilir…” denmek suretiyle ihya olayına ve bu suretle ziraate elverişli olmayan, ölü toprakların tarıma elverişli hale getirilmesine cevaz verilmiştir.
Keza Mecelle’nin 1051 inci maddesinde, “İhya, imar demektir ki, araziyi ziraata salih kılmaktır” şeklinde tanımlanmıştır.
Mecelle’nin, “ihya-i mevat hakkındadır” başlığını taşıyan 1272-1276 ncı maddelerinde, tohum ekmenin, nadas eylemenin, sulamanın ve sulamak için hak ve cetvel açmanın ihya sayılacağı hükme bağlanmış ve ihyanın, arazinin yararlanma hakkı ile birlikte arazinin mülkiyetini de kazanmak amacıyla yapılması halinde, 1272/1 inci maddeye göre, ayrıca yetkili memurdan özel izin alınması gerektiği belirtilmiştir. Bu suretle ihya edilmiş arazi “mülk arazi” niteliğini kazanmakta idi.
Bu açıklamalara göre; İhya, eski toprak rejimimizde kurumlaşmış bir edinme yolu sayılmıştır.
MEDENİ KANUNUN YÜRÜRLÜĞÜNDEN İTİBAREN İHYA: Medeni Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra, 641 inci madde ile, Devletin hüküm ve tasarrufu altında sayılan bu yerlerin “… ihraz ve işgali … hakkında ahkâmı mahsusa vazolunur” denmiş ve bu tür yerlerin iktisabı için özel hükümlere ihtiyaç bulunduğu belirtilmiştir. 2644 sayılı Tapu Kanununun 6 ncı maddesi, bu ihtiyaca cevap vermek üzere düzenlenmiş olup, daha sonra 4753 sayılı Kanunun 64 üncü maddesiyle tamamen yürürlükten kaldırılmıştır. Bu maddenin birinci fıkrasında, Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunup, umumun istifadesine ayrılmamış olan sahipsiz ham toprağı açıp, işgal edenlere, hiç toprakları yoksa; bu yerlerin iskân haddine kadar olan miktarının ve toprağı olup da tutarı iskân haddini geçmiyen yerlerin parasız olarak terkolunacağı bildirilmişti.
Ancak, açıp işgal etme olaylarının çok genişlemesi ve özellikle belediye sınırları içindeki kıymetli yerlerin ele geçirilmesi yolunda bir takım girişimlerde bulunulması üzerine, 6 ncı maddenin uygulama alanının sınırlanması gereği duyulmuş ve Türkiye Büyük Millet Meclisinin 8/5/1944 tarih ve 242 sayılı tefsir kararıyla, anılan maddenin, belediye sınırları içindeki gayrimenkullere uygulanmıyacağı sonucuna varılmıştır (Düstur, üçüncü tertip, C: 25, Sh. 375).
Az önce açıklandığı gibi, 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanununun 64 üncü maddesiyle, 2644 sayılı Tapu Kanununun 6 ncı maddesi tamamen yürürlükten kaldırılmış ve bu kanunun geçici maddesiyle dE: “2644 sayılı Tapu Kanununun 6 ncı maddesinin yürürlükte bulunduğu süre içinde Devletin özel mülkiyetinde veya hüküm ve tasarrufu altında bulunan ve belediye sınırları dışında ve kamu hizmetine ayrılmamış olan araziyi kütük ve ağaç dikerek bağ ve bahçe haline getirmiş olanların bu kanunun yürürlüğe girmesi tarihinden başlıyarak altı ay içinde bu yerin en büyük mülkiye üstüne başvurmaları şartı ile, hükmü kaldırılan 6 ncı madde uyarınca ve iskân haddi içinde belli olacak hakları tanınır” hükmü getirilmiş ve emek ve masraf edilerek, oluşturulan imar ve ihya, başlı başına bir iktisap (edinme) sebebi olarak kabul edilmiştir. Bu hükme göre, 4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 15/6/1945 tarihine değin, tamamlanmış imar-ihya, zilyetlik ve diğer koşullar aranmadan edinme hakkı sağlamıştır.
4753 sayılı Kanunun geçici maddesi, 27/3/1950 tarihinde yürürlüğe giren 5618 sayılı Kanunla; “4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce, Devletin hususi mülkiyetinde olmayıp hüküm ve tasarrufu altında bulunan ve âmmenin hizmetine tahsis olunmayan sahipsiz ham toprağı işgal edenlere hiç toprakları yoksa bu yerlerin 5098 sayılı Kanunun 5 inci maddesine göre tâyin olunacak iskân haddi içindeki miktarı, toprağı olup da, iskân haddini geçmezse bu yerlerin iskân haddini dolduracak miktarı parasız terk olunarak adlarına tescil olunur.
Ancak, taşlık, pırnallık ve delicelik olup da bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihe kadar imar için masraf ve emek sarfedilerek, bağ, bahçe, meyvalık ve tarla haline getirilmiş iskân haddi dışında elli dönüme kadar topraklar imar edene parasız terk olunarak adlarına tescil olunur…” şeklinde değiştirilmiştir.
Bu maddenin birinci fıkrasına göre, 4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihe kadar işgal edilen yer iskân haddini aşmıyorsa, işgal olayı mülkiyeti edinme hakkını sağlar.
İkinci fıkraya göre, taşlık, pırnallık ve delicelik olup da emek ve para harcanarak 5618 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 27/3/1950 tarihine kadar ihya edilmiş yerlerin iskân haddi dışında 50 dönüme kadar olan kısmı parasız olarak imar edene terk olunur ve bu yer imar eden adına tescil olunur.
16/3/1950 tarihli 5602 sayılı eski Tapulama Kanununun 52 nci maddesiyle de, “4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihe kadar yapılmış olan ihyalar mezkûr kanunun geçici maddesinde yazılı müracaata bakılmaksızın ihya edenler veya mirasçıları adına tapulanır.
4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten sonra ihya edilmiş veya ihyasına başlanmış olan gayrimenkuller Devlet adına… kaydolunur” hükmü getirilmiş ve 4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihe değin tamamlanmış ihyanın bu işlemi yapan için kazanılmış hak olduğu belirtilmiş ve 5602 sayılı Kanunun uygulandığı yerlerde bu tür taşınmazlar ihya edenler adına tespit ve tescil edilmiştir.
Ancak, 5602 sayılı Kanun, 4/8/1964 tarihinde yürürlüğe giren 509 sayılı Kanunla yürürlükten kaldırılmıştır. 509 sayılı Kanun da, Anayasa Mahkemesince biçim yönünden iptal edilmiş ve bunun yerine 12/5/1966 tarihinde 766 sayılı Tapulama Kanunu yürürlüğe girmiştir.
Çiftçiyi Topraklandırma Kanununun saklı tuttuğu ihya sebebine dayanan kazanılmış haklar 766 sayılı Kanunla değişik şekilde düzenlenmiştir. Anılan Kanunun 37 nci maddesine göre, Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunup kamu hizmetlerine tahsis olunmayan taşlık ve delicelik araziden 27/3/1950 tarihinden önce masraf ve emek sarfı ile bağ, bahçe, meyvalık, zeytinlik veya tarla haline getirilmek suretiyle ihya edilmiş bulunan gayrimenkuller Hazine adına tespit ve tescil edilecek, ihya edenlerle, kanuni veya akdi halefleri tutanakta ve kütüğün beyanlar hanesinde gösterilecek ve Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu o yörede uygulanmaya başlandığında, bunlar hakkında 4753 sayılı Kanunun geçici maddesi uygulanacaktır (Tapulama Kanunu, md. 37/1).
Çiftçiyi Topraklandırma Kanununun o yörede uygulanmasına değin, geçici madde ile sağlanmış olan hakların korunması amacıyla da, Hazinenin bu yerler üzerinde temliki tasarrufta bulunamıyacağı, ihya edenlerle haleflerinin zilyetliklerinin ihlâl edilemiyeceği tapulama tutanağında belirtilecek ve ayrıca kütüğün şerhler hanesine işaret olunacaktır (Tapulama Kanunu, md. 37/2).
Bu hükümlere göre Devlet, 5618 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihe değin emek ve para harcanarak ihya ediliş yerleri, 4753 sayılı Kanunun o yerde uygulanmaya başlandığı sırada ihya edenler adına geçirme borcu altına girmiştir.
37 nci maddenin son fıkrasında da, 33 üncü maddedeki koşulların mevcut olması halinde taşınmazın mülkiyetinin zilyet adına tespit ve tescil edileceği belirtilmiştir. Bu hükme göre, ihyanın tamamlanmasından tapulama tespit tarihine kadar 20 yıl veya daha fazla süre ile taşınmaz 33 üncü maddede belirtilen koşullar altında tasarruf edilmiş ise, zilyet adına tespit ve tescil edilecektir. Bu hükmün uygulanabilmesi için ihyanın tamamlandığı tarih önemli olmayıp bu tarihten itibaren tespit tarihine kadar geçen süre önemlidir.
1617 sayılı Kanunun 20 nci maddesi ile, Tapulama Kanununun 33/son maddesi “Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerler ile, kanunlar uyarınca Devlete kalan gayrimenkuller tapuda kayıtlı olsun veya olmasın, kazandırıcı zamanaşımı yoluyla iktisap edilemez” şeklinde değiştirilmiş ve 23 üncü maddesi ile de, 20 nci madde ile getirilen değişikliğe paralel olarak Devletin hüküm ve tasarrufu altında olup da, ihya edilen ve 33 üncü maddedeki koşullar çerçevesinde kazanılması mümkün olan yerlerle ilgili 37 nci maddenin son fıkrası yürürlükten kaldırılmıştır. 1617 sayılı Kanunun ek maddesi ile getirilen hükme göre, 23 üncü madde ile getirilen değişiklik geçmişe etkili bulunmamaktadır. O itibarla 1617 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Öntedbirler Kanununun yürürlüğe girmesinden önce Tapulama Kanununun 37 nci maddesinin son fıkrası hükmüne göre yapılmış olan tesbitler ve açılmış davalar 1617 sayılı Kanunla değiştirilen hükmün etki alanı dışında kalmıştır.
19/7/1973 tarihinde yürürlüğe giren 1757 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Kanununun 35/a maddesi ile 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ve ekleri yürürlükten kaldırıldı. 4753 sayılı Kanuna göre, Devletin hüküm ve tasarrufu altında olup, emek ve para harcanmak suretiyle ihya edilen arazilerin ihya edenler adına tescili, bu olayların tespit ve iskân haddinin tâyini, Toprak ve İskân İşleri Genel Müdürlüğünün görev ve yetkisinde idi. 1757 sayılı Kanunla 4753 sayılı Kanun yürürlükten kaldırılınca, bu görev ve yetki Toprak ve Tarım Reformu Müsteşarlığına verildi. Böylece 1757 sayılı Kanun her yönden 4753 sayılı Kanunun yerine geçmiş oldu.
1757 sayılı Kanunun 19 uncu maddesinde dağıtım amacıyla Toprak ve Tarım Reformu Müsteşarlığı emrine geçen arazi türleri sayıldı. Maddenin (g) bendinde ihyaya konu olan arazilerin de anılan kuruluş emrine geçeceği açıklanmakla birlikte, maddenin son fıkrasında “kesinleşen orman tahdit harita ve tutanakları dışında bırakılan yabani meyvelik, fundalık, makilik ve benzeri arazi ile özel kanuna göre orman tanımına girmeyen araziden” emek verilerek, masraf edilerek ıslâh ve ihya edilen yerler üzerinde kazanılmış hakların saklı olduğu belirtilmiş ve böylece, gerek 4753 sayılı Kanunun 5618 sayılı Kanunla değişik geçici maddesi, gerekse Tapulama Kanununun 37/son maddesi uyarınca ihya eden adına tescili gereken toprakların ihya edenler veya halefleri adına tesciline imkân verildi.
1757 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Kanunu da sonradan Anayasa Mahkemesinin 19/10/1976 gün ve 42/48 sayılı kararıyla iptal edildi. Bu karar 10/5/1978 tarihinde yürürlüğe girdi.
1757 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Kanununun Anayasa Mahkemesince iptal edilmesinden sonra getirilen 3083 ve 3202 sayılı Kanunlarda, 4753 sayılı Kanuna göre dağıtılan topraklar üzerinde mevcut olan Hazinenin geri alma hakkının düşeceğine dair hükümlere yer verildiği halde, Tapulama Kanununun 37 nci maddesinin 1 inci ve 2 nci fıkralarının ne şekilde uygulanacağına dair herhangi bir açıklama yapılmadı.
10/10/1987 tarihinde yürürlüğe giren 3402 sayılı Kadastro Kanunu ile, 2613 sayılı Kadastro ve Tapu Tahriri Kanunu ve 766 sayılı Tapulama Kanunu yürürlükten kaldırıldı. Bu Kanunun 17 nci maddesi ile ihya yoluyla kazanma müessesesi yeniden getirildi. 46 ncı maddenin 1 inci fıkrası ile de, “kadastrosu yapılacak veya daha önce tapulama veya kadastrosu tamamlanmış bulunan yerlerde, 766 sayılı Kanunun 37 nci maddesi veya 4753 sayılı Kanun ile ek ve tadilleri uyarınca Hazine adına kaydedilen taşınmaz mallar bu kanun hükümlerine göre doğan iktisap şartlarına istinaden zilyetleri adına tesbit ve tescil olunur” hükmü getirilmiş ve son fıkrada da “ilgililerin, daha önce kadastrosu yapılan yerlerde bu maddeye dayanan talep ve dava hakkı, bu kanunun yürürlüğe girmesi tarihinden itibaren iki yıl geçmekle düşer” denilmiştir. Kadastro Kanununun 17 nci maddesi ile, Tapulama Kanununun 37/son maddesinin yürürlükten kaldırılması; 46 nci maddesiyle de 37 nci maddenin 1 inci ve 2 nci fıkralarının bu kanunla yürürlükten kaldırılmasından doğan boşluğun doldurulması istenmiştir.
İHYAYA İLİŞKİN ŞERHİN HUKUKİ NİTELİĞİ: Tapu siciline şerh edilmeleri suretiyle güçlendirilmiş ve böylece üçüncü kişilere karşı ileri sürülebilme olanağı sağlanmış şahsi hakların yanında; başta Medeni Kanun olmak üzere, bazı kanunlarımızda da mâlikin tasarruf hakkını sınırlandıran şerhler yeralmış bulunmaktadır. Bunlar Medeni Kanunda “temlik haklarının tahditleri” olarak nitelendirilmiş ve 920 nci maddede düzenlenmiştir.
Tapulama Kanununun 37 nci maddesinin 1 inci ve 2 nci fıkraları uyarınca tapulama tutanağının beyanlar hanesine ve kütüğün şerhler sütununa geçen hakla, Medeni Kanunun 919, 920 ve 921 inci maddelerine göre Hazinenin ihya edilen taşınmaz üzerindeki hakkını sınırlayan bir haktır. Bu hak 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu o yerde uygulanıncaya değin, Hazinenin ihya edilmiş olan taşınmazı ihya eden dışında bir üçüncü kişiye devir ve temlikine engel olan ve Hazineye sonunda taşınmazı ihya edene devir borcu yükleyen ve devamı süresince de aynî hak niteliğini koruyan bir haktır.
766 sayılı Kanunun 37 nci maddesinin son fıkrası hükmünün 26/7/1972 tarihinde yürürlüğe giren 1617 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Öntedbirler Kanununun 23 üncü maddesiyle yürürlükten kaldırılmasıyla ihya edilen yerin ihya eden adına tescili imkânsız hale gelmiştir. Değişikliğe uğramıyan 37 nci maddenin 1 inci ve 2 nci fıkraları ise, ihya edilen taşınmaz malların Hazine adına tespit ve tescili ile ihya edenlerin ayrıca tutanakta belirtilmesini âmir bulunmakta, belirli normlar dahilinde ihya edene verme işini ise, Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu tatbikatını yapacak olan teşkilâtın faaliyetine bırakmış bulunmaktaydı.
Oysa, 4753 sayılı Kanunun yürürlükten kalkmasıyla, uygulayıcı kuruluşun toprak dağıtımı konusundaki faaliyeti de sona ermişti.
4753 sayılı Kanunun ilgasından sonra 37 nci maddenin birinci fıkrasında açıklanan koşulların zilyet lehine oluşması halinde, ihya edenin hakkının kütüğe geçirilmesine ve bu hakkın sonucunun belirtilmesine gerek olup olmadığı hususunda tereddütler hasıl olmuştu.
Hemen ifade edelim ki, 4753 sayılı Kanunun sonradan yürürlükten kaldırılmış olması, bu Kanunun değişik geçici maddesine göre, ihya yoluyla daha önce oluşan hakkın kullanılmasına ve bunun Tapulama Kanununun 37/1 inci maddesi uyarınca tapulama tutanağının beyanlar hanesinde gösterilmesine ve nihayet tapuya şerh verilmesine engel teşkil etmez.
Nitekim, bu görüş, Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 24/5/1982 gün ve 1982/1-1 sayılı kararında, “… Kanun sonradan yürürlükten kalkmış olsa bile hak ve yetkiler hangi nitelikte ve hangi sınırlar içinde doğmuş ise, kendilerini oluşturan kanun hükmüne bağlı olarak o biçimde varlıklarını korurlar” şeklinde teyid edilmiştir.
İkinci bir tereddüt tapuya verilecek şerhin süresiyle ilgilidir. Gerçekten de, 4753 sayılı Kanun kaldırılmış bulunduğuna göre ihya hakkı tapuya şerh verilirken 4753 sayılı Kanundan söz edilecek miydi?
Yargıtay 7 nci Hukuk Dairesinin 17/2/1976 tarih, 1975/8891 esas, 1976/2202 karar sayılı içtihadında : “Mahkemece 766 sayılı Tapulama Kanununun 37/2 nci maddesi zilyet lehine uygulanmış ve o yerde Çiftçiyi Topraklandırma Kanununun uygulanmasına kadar, zilyet ve haleflerinin tasarrufuna dokunulamıyacağı kaydı konulmuştur. Oysa, 1757 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Kanununun 235 inci maddesi hükmü ile Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu yürürlükten kaldırılmıştır. Böylece Tapulama Kanununun 37 nci maddesinin Hazinenin tasarruf hakkını kısıtlayan hükmünün müntehasını tâyin eden ve ihya eden kişiye mülkiyet hakkı sağlayacak olan hüküm ortadan kalkmıştır. Ancak, kanun koyucu her zaman için bu boşluğu doldurabilir. Yeni bir kanunla müntehayı ve ihyanın geleceğini belli edebilir. O halde, mahkemece, kanun koyucu tarafından yeni bir kanunla Hazinenin mülkiyet hakkının zilyet yararına kısıtlanması ve ihyanın geleceği ve süresi belli edilinceye kadar, ihya eden ve haleflerinin zilyetliklerinin ihlâl olunamıyacağı ve Hazinenin temliki tasarrufta bulunamıyacağı şeklinde karar verilmek gerekirken mahkemece bu yönden zuhul olunması isabetsiz ise de, bu yanlışlığın düzeltilmesi yargılamanın tekrarını gerektirmediğinden hüküm fıkrasının yukarıda belirtilen şekilde düzeltilmesine” denilmiştir (Nusret Ozanalp, Tapulama Kanunu Şerhi, sh. 563).
Nusret Ozanalp ve İsmet Sungurbey kararda belirtilen görüşün gayet doğru olduğunu belirtmişlerdir. Profesör S.S. Tekinay ise, “mahkemeler çıkıp çıkmıyacağı belli olmayan kanunları gözönünde bulundurmak zorunda bırakılamaz” diyerek bu görüşe karşı olduğunu bildirmiştir (İstanbul Üniversitesi, Hukuk Fakültesi Mecmuası, Atatürk’e Armağan, 1981-1982, sh. 472).
Biz de Sayın Sungurbey ile Sayın Ozanalp’in görüşlerine katılıyoruz. Gerçekten de, Yargıtay kararının verildiği tarihlerde 4753 sayılı Kanun yürürlükten kaldırılmış 1757 sayılı Kanun onun yerine geçmişti. Bu durumda Tapulama Kanununun 37/1 inci maddesindeki “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu o yerde tatbik edilinceye kadar” sözlerinin “Toprak ve Tarım Reformu Kanunu o yerde uygulanıncaya kadar” şeklinde anlaşılması gerekir.
1757 sayılı Kanunun Anayasa Mahkemesince iptalinden sonra da, artık tapulama tutanağında ve mahkeme kararında Hazinenin mülkiyet hakkını sınırlayan bu şerhin süresinin belli edilmesi mümkün olmadığından, “kanun koyucu tarafından bu yönden yeni bir düzenlemeye gidilinceye değin Hazinenin mülkiyet hakkının sınırlanmasına ve bu ihya edenin zilyetliğinin ihlâl olunamıyacağının kütüğün şerhler hanesine şerh verilmesine” şeklinde karar verilmelidir.
Kanun koyucu, Tapulama Kanununun 37 nci maddesinin birinci fıkrasında, 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu yürürlüğe girdiği zaman taşınmazın 50 dönümü geçmiyen kısmının mülkiyet hakkının ihya edene verileceğini belirtmek istemiştir. Başka bir söyleyişle, mülkiyet hakkı ihya edene ya da, kanuni veya akdi haleflerine geçinceye değin, ihya edenin taşınmazdan tam olarak istifadesinin sağlanması ve ihya yoluyla oluşan hakların güven altına alınması için bu şerhe gerek görülmüş ve böylece Hazinenin mülkiyet ve tasarruf hakkı tam anlamıyla sınırlanmıştır.
Kesin Hüküm Meselesi: 9/10/1989 gün ve 4578-9283 sayılı Yargıtay Kararının esasını oluşturan olayda, davacı tapulama mahkemesine dava açarak taşınmazı ihya ettiğini ileri sürmüş ve neticede ihya iddiası mahkemece sabit görülerek Tapulama Kanununun 37/1 inci ve 2 nci maddeleri hükümleri uyarınca ihya eden davacının kütüğün şerhler hanesinde gösterilmesine karar verilmiş, davacı 3402 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra bu hükme dayanarak Hazine üzerindeki taşınmazın mülkiyetinin kendisi üzerine geçirilmesini istemiştir. Mahkeme kesin hükümden bahisle davayı reddetmiş ise de, hükmün temyizi üzerine, Daire olayda kesin hüküm bulunmadığını belirtmek suretiyle hükmü bozmuştur.
Çoğunluk, 3402 sayılı Kanunun geçici 4 üncü maddesine göre, tapulama mahkemesince verilen bu hükmü kesin hüküm saymıştır. Her ne kadar 3402 sayılı Kanunun geçici 4 üncü maddesinin 1 inci fıkrasında tapulama ve kadastro mahkemelerince daha önce kesin hükümlere bağlanmış uyuşmazlıklara bu kanun hükmünün uygulanmıyacağı bildirilmiş ise de, olayımızda tapulama mahkemesince davacının ihya iddiasının sübutuna karar verilmiş ve davacı bu tesbite dayanarak Hazine üzerindeki kaydın iptalini istediğine göre, bu hüküm kesin hüküm olmaz. Kesin hükmün şartları HUMK: nun 237 nci maddesinde gösterilmiştir. Bu maddeye göre, kesin hükümden sözedilebilmesi için tarafların, konunun ve hukuki sebebin aynı olması gerekir. Olayımızda davanın konusu ve tarafları aynı ise de, hukuki sebep (dava sebebi) değişiktir.
Davacı ikinci davada 3402 sayılı Kanunun 17 nci maddesi ile getirilen yeni hükme dayanmış ve davasını 46 ncı maddede öngörülen iki yıllık ek süre içinde açmıştır. Davacı ikinci davada az önce açıklandığı gibi tapulama mahkemesinin ihya olayının tesbitine ilişkin hükme dayanmış olmaktadır. 766 sayılı Kanunun 37 nci maddesinin son fıkrasının kaldırılmış olduğu dönemde ihya edenin ihya keyfiyetinin tapuya şerh verilmesinden başka yapılacak bir yön bulunmamakta idi. O arada tescil talebinin reddedilmiş olması ihya olayının tespiti ile doğmuş olan iktisap hakkının 4753 sayılı Kanunun o yerde uygulanması sırasında kullanılması gerektiğini göstermekten başka bir anlam taşımaz. Tescil isteği 4753 sayılı Kanunun o yörede uygulanmasına kadar ertelenmiş sayılır.
Olayımızda önemli olan yön, 3402 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesinden itibaren mahkeme hükmüyle kütüğe şerh edilen ihya hakkına dayanılarak tescil istenip istenmiyeceğidir.
27/3/1950 yılından önce oluşmuş olan ihyanın iktisap hakkı sağladığı hususunda ne doktrinde ne de uygulamada görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Tapulama Kanununun yürürlükten kaldırılan 37 nci maddesinin son fıkrası yerine 3402 sayılı Kanunun 17 nci ve 14 üncü maddeleri, Hazineye ihya edilen taşınmazı devir borcu yükleyen 4753 sayılı Kanun yerine de, aynı kanunun 46 ncı maddesi hükmü getirilmiştir.
Tasarının Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşülmesi sırasında sorumlu bir üye, “Bu 17 nci maddeyle, tarım topraklarının millî ekonomiye kazandırılması ve bazı muhtemel haksız tasarrufların önlenmesi için imar ve ihya yolu ile mülk edinme getirilmektedir. Ancak, imar ve ihya edilen yeri kullananlardan da ayrıca zilyetlik ve iktisap şartları aranmaktadır” şeklinde açıklamalarda bulunmuş ve ihya müessesesinin yeniden getiriliş sebeplerini izah etmiştir.
Gerçekten de, 3402 sayılı Kanunun yürürlüğünden önceki evrede, bir kimse ham toprağı yâni hali bir yeri, yahut ekime elverişli bir çay yatağını, hiç bir emek ve masraf ihtiyar etmeden sürüp tarla haline getirmiş ve Tapulama Kanununun 33 üncü ve Medeni Kanunun 639/1 inci maddesi çerçevesinde tasarruf etmiş ise, bunu iktisap edecektir. Fakat bir başkası, tüm aile fertleriyle birlikte, para ve emek harcayarak, taşlık, çalılık bir yeri temizleyip, alın teri dökerek tarla haline getirmiş, yurt ekonomisine katkıda bulunmuş, hatta bu şekildeki ihya eyleminin varlığını mahkeme hükmü ile tespit ettirmiş olmasına rağmen, Tapulama Kanununun 37 nci maddesinin son fıkrası hükmünün yürürlükten kaldırılmış olması sebebiyle tescil istiyemiyecektir.
İşte, 3402 sayılı Kanunun 17 nci ve 46 ncı maddeleriyle bu tür haksızlıkların giderilmesine çalışılmıştır.
Komisyonun Türkiye Büyük Millet Meclisine sunduğu tasarının 46 ncı maddeye ilişkin genel gerekçesindE: “766 sayılı Tapulama ve 2613 sayılı Kadastro ve Tapu Tahriri Kanunlarında bulunmayan bu madde ile, kadastrosu yapılacak yerlerde, 766 sayılı Kanunun 37 veya 4753 sayılı Kanun uyarınca Hazine adına tescil edilmiş taşınmaz malların, bu Kanunun iktisap şartlarına göre hak sahipleri adına tesciline imkân sağlanmakla, vatandaşlara senelerden beri mâlik sıfatı ile zilyet bulundukları yerlere sahip olma hakkı tanınmıştır” denilmek suretiyle maddenin getiriliş amacı açıkça gösterilmiştir.
Bu açıklamalara göre; kanun koyucunun 3402 sayılı Kanunun 17 nci ve özellikle 46 ncı maddesini göstermekteki amacı, Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerleri emek ve para harcamak suretiyle tarım arazisi haline dönüştüren, yurt ekonomisine bu şekilde katkıda bulunan ve o tarihte yürürlükte bulunan hükümlere göre taşınmazı iktisap eyleyen, ancak Tapulama Kanununun 37 nci maddesinin son fıkrasının yürürlükten kaldırılması nedeniyle mülkiyet hakkı askıya alınan vatandaşa yeniden tescil isteme hakkını tanımaktır.
3402 sayılı Kanunun geçici 4 üncü maddesi hükmünün 17 nci ve 46 ncı maddelerle birlikte bu suretle yorumlanması gerekirken, amaca uygun olan bu yorum tarzı bir tarafa itilip, “lafzi yorum yöntemi” gibi yüz yıldan beri terk ve reddedilmiş çağ dışı yorum yöntemlerine tutunarak ihya olayının tesbitine ilişkin hükmün, ihya eden aleyhine kesin hüküm sayılması geçici 4 üncü maddenin getiriliş amacına aykırı olduğu gibi, kesin hüküm hakkındaki genel ilkeleri düzenleyen HUMK: nun 237 nci maddesine de aykırıdır.
Çoğunluğun görüşünü yansıtan bu İçtihadı Birleştirme Kararına göre, vatandaş emek ve masraf ihtiyar ederek tarım arazisi haline getirdiği ve yıllardan beri mâlik gibi kullanmakta olduğu araziyi aynı şekilde kullanmaya devam edecek, ancak adına tescil ettiremiyecektir.
İçtihadı Birleştirme Kararı Anayasamızın Hukuk Devleti, kamu düzeni, mülkiyet güvencesi, temel hakların özüne dokunulmaması ilkelerine açıkça aykırıdır. Durumun bir kanun hükmüyle düzeltilmesinden başka çare bulunmamaktadır.
Sonuç: Bütün bu açıklamalara göre Tapulama Kanununun 37 nci maddesinin 1 inci ve 2 nci fıkraları uyarınca ihya keyfiyetinin tapuya şerh verilmesine dair tapulama mahkemesince ittihaz olunan birinci hükmün sonradan açılan tapu iptal ve tescil davasında davacı aleyhine değil onun lehine kesin hüküm sayılması gerektiği görüşü ile çoğunluk görüşüne katılmıyorum.
Şükrü ÖZDEMİR 8. Hukuk Dairesi Başkanı Karşı Oy Yazısı İBK ile kazandırıcı zamanaşımı, yada imar ihya nedeniyle mülk edinmeye dayalı olarak açılan tapu iptal ve tescil davaları kesin hükme bağlandıktan sonra, 21/6/1987 gün ve 3402 sayılı Kadastro Yasası ile aynı konuda kişi yararına getirilen olanaklardan (haklardan) yararlanılarak yeniden hak istenemiyeceği, önceki kararın kesin hüküm oluşturup-oluşturmayacağı yönünden 1. Hukuk Dairesi ile 8. Hukuk Dairesi kararları arasındaki içtihat aykırılığının giderilmesi amaçlanmıştır.
İçtihat aykırılığının ortaya çıkmasına örnek gösterilen İ.H.D.nin 8/2/1989 gün ve 1989/11264-1148 sayılı ilamında kesin hüküm oluşmayacağı henüz ortada bir hüküm olmadığı, davacının 1617 sayılı Yasanın tanıdığı 20 dönümlük sınırları esas alarak mahkemede uyuşmazlık konusu yerin 20 dönümden fazla kişi için davadan vazgeçme beyanının, HUMK: nun 95. maddesindeki ifadesini bulan bir kesin hüküm niteliğinde olmadığından, bu hususta içtihat aykırılığı bulunmadığı sonucuna varılmıştır.
Yargıtay 8. HD.nin 20/10/1989 gün ve 1989/5946-8870 sayılı kararı özet olarak; uyuşmazlık konusu taşınmazın 20 dönümden fazlasını Hazine adına tesciline ilişkin hükümden sonra yürürlüğe giren 3402 sayılı Yasanın 14. maddesi ile bu miktarın arttırılmış olması nedeniyle yasanın bu hükmünün önceki kesin hükmü ortadan kaldıramıyacağına böylece kesin hükmün oluştuğuna dairdir.
Aynı Dairenin 9/10/1989 gün ve 1989/4758-9283 sayılı kararında ve buna paralel pek çok kararda, hak sahibinin 27/3/1950 tarihinden önce imar ihya ettiği kanıtlanan ve bu nedenlede mahkemece yapılan yargılama sonucu 766 sayılı Yasanın 37/2 maddesi uyarınca şerh konulan taşınmaz hakkında, 3402 sayılı Yasanın 17, 46 ve geçici 4. maddesine göre önceki hükmün kesin hüküm oluşturup oluşturmayacağı konusu Yargıtay İç. Birleştirme Hukuk Genel Kurulunda tartışılmış olup, bunun kesin hüküm oluşturacağı biçimde sonuca varılmıştır.
Bu duruma göre İç.B.H.G.K: 766 sayılı Tapulama Yasası uyarınca uyuşmazlık konusu olmuş ve mahkemece hükme bağlanıp taşınmaz üzerine aynı Yasanın 37/2. maddesi uyarınca şerh konulan yerin 3402 sayılı Yasanın yürürlüğe girmesi üzerine bir daha dava konusu olamıyacağı sonucuna varmıştır. Yani olayda kesin hüküm oluşacağı biçiminde oy çoğunluğu sağlanmıştır.
Aşağıda belirteceğimiz nedenlerle çoğunluğun düşüncesine katılamıyoruz. Şöyleki
1- Öncelikle bu konuda İBK: na gerek olmadığı kanısındayım. Çünkü ortada birbirine aykırı içtihatlar söz konusu değildir. Yukarıda tarih sayısı belirtilen 1.HD.nin kararı ile 8. HD.nin 20/10/1989 gün ve 1989/5946-8870 sayılı kararları ile yine 8.HD.nin 9/10/1989 gün ve 1989/4758-9283 sayılı kararları arasında zaten bir aykırılık bulunmamaktadır. İlk kararda kesin hüküm oluşmaz denmiştir. Doğrudur.
Çünkü ortada henüz bir hüküm bulunmamaktadır. Olaya konu olan feragat, kesin hüküm sonucunu doğuracak kapsamda değildir. 8. HD.nin ilk kararı ise miktarla ilgili olup kesin hüküm oluşturduğu dairecede kabul edilmiştir. 8. HD.nin son kararı ise miktarla ilgili olmayıp dava edilen yerin niteliği ile ilgili bulunmaktadır. İki karar birbirinden istem-sonuç bakımından kapsamları ayrıdır. Bu bakımdan iki kararın veya kararlar arasında aykırılık bulunduğu kabul edilemez ve İç.B.K: na gerek bulunmamaktadır. Aksi halde sık sık İç.B.K: larına başvurulurki buda hukukda diğer sakıncaları yanında durağanlığı getirir. Yaşayan hukuk ortadan kalkar.
2- Bilindiği üzere İhya, canlandırma diriltme, yaşam verme verimli hale getirme olarak tanımlanmaktadır. Zamana ve ülkelere göre ihya yoluyla taşınmaz kazanılması farklı olmuşsada bu yol kısmen hep açık tutulmuştur.
Roma hukukunda, ihya eden mülkiyet sahibi olamıyorsa da kullanma hakkına sahip oluyordu. İslam hukukunda mevat arazi niteliğindeki yerlerin ihya edilmesine olanak tanınmıştı.
Osmanlı Hukukunda Arazi Kanunu ile islam hukukunda olduğu üzere mevat arazinin ihya edileceği öngörülmüştür.
Medeni Kanunun yürürlüğe girmesi ile 864 sayılı Tatbikat Kanunu uyarınca mecellenin MK ve BK: na aykırı bulunan tüm hükümleri ortadan kaldırılmıştır. Hatta MK: nun yürürlüğünden sonra Arazi Kanununun yürürlükte olup-olmadığı tartışılır hale gelmiştir. Ne varki bu yasanın bazı hükümlerinin yürürlükte bulunduğu yargısal kararlarla kabul edilmiştir.
M.K: da ihya ile ilgili herhangi bir hüküm yer almamış, 641 inci maddesinde tarıma elverişli olmayan yerlerin Devlete ait bulunduğu belirtilmiştir. Böylece, MK: nun yürürlüğe girmesi ile ihya yoluyla taşınmaz kazanılması olanağıda kapanmıştır. Bu durum 1934 yılında kabul edilen 2644 sayılı Tapu Kanununun yürürlük tarihine kadar devam etmiştir. Sözü edilen yasanın 6. maddesi ile bazı koşullarla ihya kabul edilmiş ve böylece ihya ile ilgili Türk Hukukundaki ilk düzenlemede yapılmıştır. Bu hükümle belirtilen koşullar içinde ihya eden adına kullanma süresine bakılmaksızın taşınmazın tescili yoluna gidilmekte idi. Ancak bu hüküm 1945 yılında yürürlüğe giren Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu (ÇTK) ile yürürlükten kaldırılmıştır. Ne varki aynı yasanın geçici maddeleri ile kazanılmış hakların korunması saklı tutulmuştur. Bunun için kazanılmış yerin belediye sınırları dışında olması, iskanen verilecek haddi aşmaması yasada öngörülen süre içinde müracaatı öngörmekte idi. Sonradan ve 1950 yılında 5618 sayılı Yasa ile 4753 sayılı Yasanın bazı hükümleri değiştirilmiş ve ihya edilen yer için tanınan başvuru süresi kaldırılmış geçmişte müracaat etmiyenlerede olanak sağlanmıştır. Süresiz başvuru hakkı tanınmıştır. 5618 sayılı Yasadan önce yürürlüğe giren 5602 sayılı Tapulama Yasasının 52 nci maddesi ile “4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihe kadar yapılmış olan ihyalar mezkur Kanunun geçici maddesinde yazılı müracaata bırakılmaksızın ihya edenler veya mirasçıları adına tapulanır. 4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten sonra ihya edilmiş veya ihyasına başlanmış olan gayri menküller Devlet adına kayıt olunur” hükmü getirilmiştir. Gerek bu hükümle ve gerekse 4753 sayılı Yasayı değiştiren 5618 sayılı Yasa ile getirilen düzenlemeye göre 4753 sayılı Yasanın yürürlüğe girdiği tarihe kadar yapılan ihyalar için ihya eden adına sonraki tarihte yapılan ihya konusu yerler ise Hazine adına tescil edilecektir.
Durum böyle devam etmekte iken 12/7/1966 tarihinde 766 sayılı Tapulama Yasası yürürlüğe girmiş, bu Yasanın 37 nci maddesinde ihya edilen yer için yeni bir hüküm getirilmiştir. Bu hükümle kural olarak ihya kaldırılmıştır. Ancak Yasanın 37 nci maddesi ile 27/3/1950 yılına kadar (ki bu tarih 4753 sayılı Yasada değişiklik yapan 5618 sayılı Yasanın yürürlük tarihidir) ihya edilen yerler hazine adına tescil edilecek, fakat ihya eden lehine tapuya şerh konulacaktır.
Böylece, 766 sayılı Yasada ihyanın kapsamı, niteliği belirtilmemiştir. Bu konudaki bilgi ve koşulları 4753 ve bunu değiştiren 5618 sayılı Yasada yer almıştı. Yine, ihya edilen oranlar hakkında 766 sayılı Yasanın 37/son fıkrasında yer alan bir hükümle aynı Yasanın 33 üncü maddesine yollama yapılmakta idi. Ancak 37/son fıkra 1972 yılında yürürlüğe giren 1617 sayılı Yasa ile değiştirilmiş ve yine 766 sayılı Yasanın 33/son fıkrası eklenerek ihya tamamen kaldırılmıştır. Bu arada 4753 ve 5618 sayılı Yasaların ihyaya ilişkin hükümleri ayakta idi. Bu aşamada ve 19/7/1973 tarihinde 1757 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Yasası yürürlüğe girdi. Bu Yasanın 235 inci maddesi ile 4753 ve bunu değiştiren tüm yasalar yürürlükten kaldırılmıştır. Ne varki bu yasada Anayasa Mahkemesinin 10/5/1977 günlü kararı ile iptal edilmiş ve 10/5/1978 de yürürlükten kaldırılmıştır.
Yapılan bu kronolojik açıklamadan çıkan sonuç Hukukumuzda ihyanın bazan kabul edildiği bazan sınırlama getirildiği ve en son durumu itibariylede ihya eden lehine 766 sayılı Yasanın 37/2, maddesi uyarınca geleceğe yönelik bir hak tanındığını görmekteyiz. Yine görülen odurki, hukuk düzeni tüm düzenlemelerde kazanılan haklara ve verilen emeğe daima bir hukuki sonuç bağlamayı gerekli görmüştür.
3- 3402 sayılı Kadastro Yasası dönemi: Bilindiği üzere ülkede yapılan ve yapılacak tüm kadastro işlemlerine uygulanmak üzere 9 Temmuz 1987 tarihinde 3402 sayılı Yasa yürürlüğe konmuştur. Bu Yasanın 17. maddesi, “ihya edilen taşınmaz mallar” başlığını taşımakta ve Orman sayılmayan özel mülk konusu olmayıp Devletin hüküm ve tasarrufu altında olup kamu hizmetine özgülenmemiş yerlerin emek ve para harcanarak kültür arazisine dönüştürülen yerlerin hak sahipleri adına tesbit ve tescil edileceği öngörülmüştür. Ancak aynı maddede aynı Yasanın 14. maddesine yollama yapılmakla imar ihyadan itibaren 20 yıl kullanılması gerektiği ve suluda 40, susuzda 100 dönümü aşmayacağıda böylece hükme bağlanmıştır. Yasanın 17. maddesinde yer alan diğer bir kural da ihyanın ancak Belediye imar planı sınırları dışında kalan yerler hakkında uygulanacağıdır.
Bu madde daha önce kadastrosu yapılmamış imar ve ihya edilen veya edilecek yerler hakkında uygulanacağına dair bir duraksama yoktur.
Ancak geçmişte kadastrosu yapılıpda 766 sayılı Yasanın 37/2. maddesi uyarınca tapu kaydı üzerine gerek tesbit sırasında veya dava konusu olupta mahkemece bu şekilde şerh konulan yerler hakkında nasıl bir uygulama yapılacağı noktasında 3402 sayılı Yasanında getirdiği düzenleme ile sorunlar doğmuştur.
Sorun 3402 sayılı Yasanın 46 ve geçici 4. maddesi karşısında daha önce yargılaması yapılıpda 766 sayılı Yasanın 37/2. maddesi uyarınca lehine şerh konulan hak sahiplerinin yeni bir dava hakları bulunup bulunmadığı noktasında toplanmaktadır. Sözü edilen Yasanın 46. maddesi özel bir düzenleme getirmiştir. Aslında maddenin kapsamı ve düzenlendiği yer verilen madde numarası itibariyle Yasanın dördüncü bölümünde ve mülkiyet hakkının tesbitine ilişkin esaslar başlığı altındaki bölümde yer alması gerekirdi. Halbuki madde intikal ve son hükümler başlığını taşıyan Dokuzuncu bölümde yer almıştır. Maddede şu esaslar yer almıştır; 766 sayılı Yasanın 37. maddesine veya 4753 sayılı Kanun uyarınca hazine adına kaydedilen taşınmaz malların zilyetleri adına tesbit ve tescil edileceği öngörülmüştür. Sözü edilen 766 sayılı Yasanın 37. maddesi ihya ile ilgili olup bu koşulu yerine getirenler adına taşınmazın tesbit ve tescil edilmeyeceği ancak ilerde toprak dağıtımı yapıldığı sırada gözönünde tutulmak üzere lehlerine tapuya şerh konulacağı öngörülmüş bulunmakta idi. 3402 sayılı Yasanın 46. maddesinin son fıkrasında ise (artık şerh koyma mevcut olmadığından yani 766 sayılı Yasanın 37. maddesi yürürlükten kalkıp ihya edilen adına doğrudan doğruya tescil yapıldığından) daha önce 37/2.ye göre şerh konulanların bu haklarını adlarına tescil yaptırmaları için iki yıl içinde talep ve dava açma hakkı öngörülmüştür. Diğer bir anlatımla bir kimse adına 766 sayılı Yasanın 37/2. maddesi uyarınca şerh konulmuşsa bu kimse 3402 sayılı Yasanın yürürlüğünden itibaren iki yıl içinde yerin kendi adına tesbitini talep ve dava edebilecektir. İç. Bir. K: nın görüşülmesi sırasında bazı üyeler, talep ve dava konusu olacak yerin sadece tapulama ekibince veya komisyonca üzerine şerh konulan yer olabileceği, daha önce dava konusu olan yer hakkında artık dava açılamıyacağı, 3402 sayılı Yasanın geçici 4. maddesinin buna engel olduğu düşüncesini belirtmişlerdir. Ne var ki 3402 sayılı Yasanın 46. maddesi böyle bir ayrımı düzenlememektedir. Bunun yanında aynı Yasanın geçici 4. maddesinde “Tapulama ve Kadastro mahkemelerinde bu Kanunun yürürlüğe girmesinden önce kesin hükme bağlanmış uyuşmazlıklara bu Kanun uygulanmaz” kuralı yer almıştır. Bize göre madde genel bir ilkeyi yinelemiştir. Bilinen bir hususu tekrar etmiştir. Çünkü zaten daha önce dava konusu olup hükme bağlanan bir konuda yeniden yargılama yapılmaması usul hükümlerinin genel kuralıdır ve H.U.M.K: nun 237. maddesinin de bir gereğidir. Bunu tekrar etmenin bir anlamı ve bağlayıcılığı da olamaz. Hiç bir Yasada yer alamayan böyle bir hükmün burada düzenlenmiş olması Yasa ve hukuk tekniğine de uygun düşmemektedir.
Sağlıklı bir sonuca varılabilmesi için 3402 sayılı Yasanın 46. ve geçici 4. maddesinin birlikte gözönünde tutulması gerektiği kanısında olduğumu belirtmek isterim. Ancak bundan öncede 766 sayılı Yasanın 37/2. maddesi uyarınca konulan şerhin hukuki niteliği etkinliği ve sonucunun değerlendirilmesinde yarar vardır.
Mülger Tapulama Yasasının 37/2. maddesinin kapsamı MK: 919, 920 ve 921. maddelerinde öngörülen şerhlerden farklıdır. Çünkü şerh konulmakla kural olarak lehine şerh konulan kimsenin şerhle doğan şahsi hakkı ayni hak gücünü kazanmayıp, şahsi hakkı güçlenmekte ve üçüncü kişilere karşıda ileri sürülebilmektedir. Bu husus MK: 919 ve 920. maddelerinde açıkca düzenlenmiştir. 766 sayılı Yasanın 37/2. deki şerh ise, üçüncü kişilere karşı bir etki meydana getirmekten öte, doğrudan doğruya taşınmazın malikine karşı yani hazineye karşı yöneltilmiş bir nitelik taşımaktadır. Şerhle hazinenin mülkiyetinin kapsamı, gücü değiştirilmektedir. Çünkü bu şerhle Hazine adına tescil edilmiş bulunan mülkiyet hakkı MK: daki mülkiyet hakkından farklı bir nitelik taşımaktadır. Örneğin bu hak başkalarına devredilememektedir. Lehine şerh konulanın veya haleflerinin zilyetlikleride önlenememektedir. Burada mülkiyet hakkı, kuru bir mülkiyet olmaktan öte, malikine gerek bugün gerekse gelecek yönünden hiç bir yarar sağlamayan, ileride yapılacak dağıtım ve düzenlemeyi bekliyen kendine özgü bir mülkiyet hakkıdır. Çünkü diğer türdeki kuru mülkiyetlerin devri mümkündür.
Örneğin intifa hakkının sona ermesi ile kuru mülkiyet tam mülkiyete dönüşebilmektedir. 37/2. maddeye konu olan taşınmazlar üzerindeki hazinenin mülkiyet hakkı ileride belli bir ölçünün üstüne çıkmıyan belli miktarı aşmıyan taşınmazlar için hazinenin kuru mülkiyetinin tam mülkiyete dönüşmesi olanağıda bulunmamaktadır. Hemen söyleyelimki, bu tür yerler hazinenin gözden çıkardığı, sadece dağıtımda üzerinde düzenleme yetkisi bulunan yerler olarak kabul etmek gerekecektir. Hal böyle olunca ihya edenin bu tür yerler üzerinde vazgeçilmez bir hakkı olduğu kabul edilmek gerekir. Bundan dolayıdırki, gerek Osmanlı hukukunda ve mecellede ihyaya daima bir hukuki sonuç bağlanmış, ihya eden lehine bir hak tanınmıştır. 2644 sayılı Yasa ile açık biçimde tanınan ihya, 4753 sayılı Yasa ile kaldırılmak istenmişsede, bundanda vazgeçilmiştir.
Durum böyle iken, 3402 sayılı Yasa yürürlüğe girmiştir. Bu Yasanın geçici 4. maddesi ile daha önce yargılaması yapılan ve 766 sayılı Yasanın 37/2. maddesine göre mahkeme hükmü ile şerh konulan yerlerin lehine şerh konulan adına tescil edilip-edilmiyeceğinde uyuşmazlık çıkmaktadır.
3402 sayılı Yasanın 46. maddesinin son fıkrasında bu tür yerler hakkında Yasanın yürürlüğünden itibaren iki yıl içinde “talep ve dava” hakkından söz etmektedir. Bize göre bu “talep ve dava” hakkının anlamı şudur; 766 sayılı Yasanın 37/2. maddesine göre lehine şerh konulan kişi, 3402 sayılı Yasanın 46/son fıkrasına göre, Hazineye başvurup yerin doğrudan doğruya kendi adına tescilini isteyebilecektir. Bunun için şerhin gerek tesbit komisyonunca veya gerek mahkemece konulmuş olmasının önemi yoktur. Ancak haksahibinin talebi üzerine tam mülkiyet talep sahibi adına tescil edilmediği takdirde, mahkemede dava yoluna başvuracaktır. İşte bu aşamada daha önce mahkemece 37/2’ye göre şerh konulan yerler hakkında kesin hüküm oluşacağı İç. B.K: ile kabul edilmiştir. Biz aynı düşüncede değiliz. Çünkü yasa koyucu 3402 sayılı Yasanın 46/son maddesi ile böyle bir ayrım yoluna gitmemiştir. Ayrıca 37/2’ye göre lehine şerh konulan kişinin bu hakkının ortadan kaldırıldığı düşünülemez. Çünkü daha önce bu hakkın sonunda 4753 sayılı Yasaya göre yapılacak dağıtımda bu şerh sahibine o yerin mülkiyetine kavuşma olanağını sağlıyordu. Halen 4753 sayılı Yasa yürürlükten kalktığına, artık bir dağıtım da yapılamıyacağına göre, şerhle sağlanan hak, hiç bir neden olmadan kaldırılmış bulunmaktadır. Bu husus kazanılmış hakların şu veya bu nedenle ortadan kaldırılamıyacağı ilkesi ile bağdaşmaz. Bunun içindir ki 3402 sayılı Yasanın geçici 4. maddesini yorumlarken tüm bu hususları, ihyanın yasal olarak geçmişte geçirdiği Yasal düzenlemeleride göz önünde tutmak gerekecektir. Geçici 4. madde böyle yorumlandığı takdirde 46. maddenin konuluşunun amacını saptamak zorlaşacaktır. Nedenide anlaşılamayacaktır. Yine, 3402 sayılı Yasanın 17. maddesi ile ihya ve ihyaya hak tanıyıp eskiden imar ve ihya ettiği hükmen saptanan kimseye hak tanımamak eşitlik ilkesi ile de bağdaşmaz.
Hatta imar ve ihya ettiği hükmen sabit olupda, 37/2. maddeye göre tapu kaydı üzerine şerh konulan taşınmazlar için kesin hüküm hazine lehine olmayıp hak sahibi lehine olduğunu kabul etmek gerekir. Böyle bir hükümle, şerh sahibinin hakkı, hazinenin şeklen adına tescil edilen mülkiyet hakkından daha güçlüdür. Çünkü bu kişi öyle bir hakka sahip olmaktadır ki bugünkü hakkına, mülkiyet hakkı sahibi Hazine hem müdahale edememekte, hem de ileride yapılacak dağıtımda bu yerin tam mülkiyet hakkına takdire yer bırakılmayacak biçimde sahip olmaktadır. Bu ölçüde ve güçte mahkemece güvence altına alınmış bulunan bir hakkın hak sahibi aleyhine kesin hüküm oluşturduğunu kabul etmek bu hakkı hiçe saymak olurki bu tür bir uygulamaya hukuk ceza vermez.
Ayrıca, bu konudaki kesin hüküm sorununu şekli anlamda değil, açıkladığımız nedenlerden dolayı maddi anlamda almak gerekecektir. Aksi halde yanlış sonuçlara varmak olasılığı ortaya çıkarki bu da haksızlıkların doğmasına neden olur.
Yukardan beri açıkladığımız nedenlerden dolayı, mahkeme kararı ile 766 sayılı Yasanın 37/2. maddesi uyarınca üzerine şerh konulan taşınmaz hakkında hak sahibinin 3402 sayılı Yasanın 46. maddesi uyarınca talep ve dava hakkının var olduğunun kabulünün gerektiği, daha önce verilen kararın aynı Yasanın geçici 4. maddesi uyarınca adına şerh konulan kişi aleyhine kesin hüküm oluşturmayacağı düşüncesi ile çoğunluğun görüşüne katılamıyorum.
Bilal Kartal 4.HD Üyesi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu E: 1993/5, K: 1996/1 T: 22.3.1996
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu E: 1992/2 K: 1994/5 T: 23.12.1994
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulu E: 1966/10 K: 1966/12 T: 26.12.1966
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1996/9646 K: 1996/4042 T: 18.4.1996
Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1996/9646 K: 1996/4042 T: 18.4.1996
Taşlık ve çalılık olarak kadastro tespit harici bırakılan taşınmaz, Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden sayıldığından, bu alanda bulunan taşınmaz, imar-ihya edilmedikçe, kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği ile kazanılamaz.
M… ile Hazine ve K: .. Belediye Başkanlığı aralarındaki tescil davasının kabulüne dair, (Alanya Birinci Asliye Hukuk Hakimliği)’nden verilen 10.3.1995 gün ve 569/104 sayılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi Hazine vekili tarafından süresinde istenilmiş olmakla; dosya incelendi, gereği düşünüldü:
KARAR: Davacı, dava dilekçesinde; mevki ve sınırları yazılı taşınmazın, HUMK: nun 639/l. maddesi hükmü uyarınca adına tesciline karar verilmesini istemiştir. Hazine, davanın reddine karar verilmesini savunmuş, mahkemece davanın kabulüne karar verilmesi üzerine hüküm Hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Davacı, dilekçesinde; dava tarihinden önceki kazanmayı sağlayan kadim zilyetliğe dayanarak tescil isteğinde bulunmuştur. Bir yerin bu yoldan kazanılabilmesi için, yasada belirtilen kazanma koşulları yanında, taşınmazın zilyetlikle kazanılacak özel mülkiyet konusu yerlerden olması gerekmektedir. Ancak bu takdirde zilyetlik yolu ile taşınmazın tescili yoluna gidilebilir. Fen elemanı Ö… tarafından düzenlenen 28.6.1994 günlü raporda, tescil konusu taşınmazın kadastro haritasında taşlık ve çalılık olarak gösterildiği, ziraatçı bilirkişi H… tarafından düzenlenen 4.7.1994 günlü raporda da taşınmazın imar ve ihya edilen bir yer olduğu açıklanmıştır.
Paftaya göre taşınmazın 4 tarafı taşlık ve çalılık alanlarla çevrilidir. Uzman bilirkişilerin raporlarında belirlenen bilgi ve paftadaki açıklamalar karşısında bu yerin zilyetlik yolu ile kazanılıp kazanılmayacağının gözönünde tutulması gerekir. Taşlık ve çalılık olarak kadastro tesbit harici bırakılan bir yer, kural olarak MK: nun 641. maddesinin kapsamına giren Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerden sayılır. Böyle bir yer 3402 sayılı Kadastro Kanununun 17. maddesi uyarınca imar ve ihya edilmedikçe zilyetliğe dayanılarak kazanılması mümkün olmaz.
Yerel bilirkişi ve tanıklar, imar ve ihya olgusundan söz etmeksizin davacı tarafından tasarruf edildiğini bildirmişlerdir. Mahkemece, taşınmazın paftadaki niteliği gözönünde tutulmaksızın yerel bilirkişi ve tanık sözlerine dayanarak davanın kabulü yönüne gidilmiştir. Dava dilekçesinde, davacı ihya olgusuna dayanmadığına ve yargılama aşamalarında da bu olguyu ileri sürmediğine göre, zilyetliğe dayanılarak bu yerin davacı adına tapuya tesciline karar verilmiş olması yasaya uygun düşmez.
Zira, HUMK: nun 75. maddesi hükmüne göre, Kanunun belirlediği ayrık haller dışında hakim, iki taraftan birinin söylemediği şeyi veya iddia sebeplerini re’sen nazarı dikkate alamaz. Kanunumuzun bu hükmüne göre, hakimin hükmüne temel yapacağı maddi vakıaların taraflarca getirilmesi gerekmektedir. Kanun, “taraflarca getirilme prensibini” kabul ettiğine göre, ancak taraflarca ileri sürülen vakıalar dikkate alınabilir. Somut olayda, dava konusu taşınmaz, ancak imar ve ihya yolu ile kazanılabilecek bir yerdir.
Davada ihya olgusu ileri sürülmediğine ve niteliği itibariyle maddi ve vakıa niteliğinde olan bu yön yerel bilirkişi ve tanıklar tarafından ifade edilmediğine göre zilyetliğe dayanılarak davanın kabulüne karar verilmiş olması yasaya aykırıdır.
SONUÇ: Hazinenin temyiz itirazları bu bakımdan yerinde olduğundan kabulü ile hükmün açıklanan nedenle (BOZULMASINA), 18.4.1996 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1992/985 K: 1992/4488 T: 2.3.1992
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2004/5855 E: 2004/6608 T: 11.10.2004 3402/14
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1993/8937 K: 1994/12406 T: 3.11.1994
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulu E: 1966/10 K: 1966/12 T: 26.12.1966
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/8-109 K: 2002/150 T:6.3.2002
İhyanın bittiği tarihten amaç da taşınmazın kültür arazisi haline getirildiği tarihtir; “3402 sayılı Kanunun 17. maddesi hükmü gereği olarak imar ve ihyanın tamamlandığı tarihin doğru bir şekilde tespiti ve kazandırıcı zamanaşımı sebebiyle iktisap şartlarının oluşup oluşmadığı araştırılmalı ve hasıl olacak sonuç dairesinde bir karar verilmelidir.
Taraflar arasındaki “tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; M. Asliye Hukuk Mahkemesi’nce davanın kısmen kabulüne dair verilen 13.11.2000 gün ve 1998/732-2000/790 sayılı kararın incelenmesi davalılar vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8. Hukuk Dairesi’nin 22.3.2001 gün ve 2001/1108-2227 sayılı ilamiyle; … Davacı, dava konusu taşınmaz bölümlerinin adına tapuya tesciline karar verilmesini istemiştir. Hazine vekili davanın reddine karar verilmesini savunmuş, mahkemece davanın kısmen kabulüne, kısmen reddine karar verilmesi üzerine hükmün kabule ilişkin bölümü davalı Hazine ve Belediye vekilleri tarafından ayrı ayrı temyiz edilmiştir.
Davacı, dava konusu taşınmaz bölümlerinin öncesi itibariyle tapusuz olduğunu, para ve masraf sarfı ile imar ve ihya ederek narenciye ve zeytinlik haline getirdiğini ileri sürerek adına tapuya tesciline karar verilmesini istemiştir. Kadastro Müdürlüğünün karşılık yazısında; dava konusu taşınmazın 1955 yıllarında yapılan kadastro çalışması sırasında 592 no’lu orman parseli içerisinde kalması nedeniyle tespit dışı bırakıldığı açıklanmıştır. 20.9.1996 tarihinde yapılan keşifte dinlenen yerel bilirkişi ve tanıklar davacının 1961 yılından bu yana taşınmaza zilyed olduğunu bildirmişler, ormancı bilirkişi taşınmazın 1949 yılında kesinleşen orman sınırlama hattının dışında, ziraatçı uzman bilirkişi taşınmazın imar ve ihya edilerek kültür arazisi haline getirilen yerlerden olduğunu bildirmişlerdir. Dava dosyasının yeni ilçe teşkili nedeniyle Menderes Asliye Hukuk Mahkemesine aktarılması nedeniyle 23.7.1999 tarihinde yapılan keşifte dinlenen yerel bilirkişi F.Ü. davacının 1963-1965 yıllarından itibaren taşınmaza zilyed olduğunu, imar ve ihyasını yaptığını, imar ve ihyanın 1977-1979 yıllarında bittiğini, tanık H.A.Ö. de imar ve ihyanın 1975 yılında tamamlandığını bildirmiştir. Kadastro çalışmaları sırasında tespit dışı bırakılan bir yer kural olarak Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerden sayılır. Böyle bir yer Kadastro Kanununun 17. maddesinde yazılı olduğu şekilde imar ve ihya edildiği takdirde ancak kazanılabilir. Maddeye göre orman sayılmayan Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan ve kamu hizmetine tahsis edilmeyen bir taşınmazın para ve emek sarfetmek suretiyle ihya edilerek kültür arazisi haline getirilmesi ve ihyanın bittiği tarihten itibaren aynı Kanunun 14. maddesindeki koşullar altında tasarruf edilmiş olması halinde kazanılabileceği vurgulandıktan sonra, sonrasında da il, ilçe ve kasaba imar planı dahilinde kalan taşınmazların imar ve ihya yolu ile kazanılamayacağı açıklanmıştır. Taşınmaz … Belediyesinin … mahalle mevkiinde bulunmaktadır.
Belediye Başkanlığının 11.8.1995 günlü karşılık yazısında dava konusu taşınmazın bulunduğu … Mahalleye ait imar planının 28.10.1991 tarihinde onaylanmak suretiyle kesinleştiği ve taşınmazın imar planı kapsamında kalan bir yer olduğu bildirilmiştir. Az önce de açıklandığı üzere imar planı kapsamında bulunan yerlerin imar ve ihya yolu ile kazanılması yasaklanmıştır. İmar ve ihya olgusunun tamamlandığı tarihten taşınmazın imar planı içine alındığı tarihe kadar, Kadastro Kanununun 17 ve 14. maddelerindeki koşullar gerçekleşmemiştir. Anılan Yasa hükümleri gözönünde tutularak davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile kabulüne karar verilmiş olması doğru değildir… gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, imar, ihya ve zilyetliğe dayalı tescil isteğine ilişkindir. Davacı, dava konusu taşınmazın öncesi itibarıyla tapusuz olduğunu, para ve emek sarfı ile imar ve ihya ederek narenciye ve zeytinlik haline getirdiğini ileri sürerek adına tapuya tesciline karar verilmesini istemiş, yerel mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, Yüksek Özel Dairece, yukarıda açıklanan nedenlerle hüküm bozulmuştur.
Davacının karar düzeltme talebi üzerine Özel Dairesince sair karar düzeltme talebinin reddine, davaya konu taşınmaz bölümlerinin onaylı imar planı kapsamında kalmadığının kabulüne karar verilmiştir.
İmar-ihya bilimsel eserlerde, tarıma elverişli olmayan araziyi masraf ve emek sarfıyla tarıma elverişli hale getirme şeklinde tanımlanmıştır. İmar-ihya yoluyla kazanmaya imkan tanıyan Mülga 766 sayılı Kanunun 37. maddesinin son fıkrasının 26.7.1972 gün ve 1617 sayılı (Toprak Tarım Reformu Ön Tedbirler Kanunu) Kanunla kaldırılmasından sonra imar ihya yoluyla kazanma yolu kapanmıştır. Ancak bu yasak 3402 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 10.10.1987 tarihinde kalkmış ve bu Yasanın 17. maddesi ile zilyetlere imar ihya yoluyla kazanma olanağı yeniden tanınmıştır. Anılan maddede imar-ihya ile ilgili şartları, arazi, ihya fiili ve iktisapla ilgili olmak üzere üç bölümde ifade edilmiştir. Arazi ile ilgili şartları, taşınmazın devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olması ve tarıma elverişli bulunması olmak üzere olumlu şartlar; orman sayılmayan yerlerden olması, kamu hizmetine tahsis edilmemiş il, ilçe ve kasabaların imar planlarının kapsamında bulunmaması gibi olumsuz şartlar olarak açıklanabilir. İhya fiili ile ilgili şartları ise emek ve para harcamak, ihya ile oluşturulacak toprağın tarıma elverişli hale gelmesi ve ihya zamanı olarak tespit edilebilir. İktisapla ilgili şartlar ise maddenin atıf yaptığı 14. maddedeki şartlardır.
Somut olayda, arazi ile ilgili şartlar sabit olup uyuşmazlık, ihya fiili ve iktisap şartlarında toplanmaktadır.
Bir taşınmazın imar ve ihya edildiğinden söz edebilmek için kolayca tarım yapılması mümkün olmayan toprakta oldukça zor ve zahmetli ve gider gerektiren bir uğraş verilmiş olmalıdır. Yoksa sadece ham toprağın sürülmesi ya da taşları temizlenmiş bir yerde bina ve duvar yapılması ya da ağaç dikilmesi bir emek ve masrafı gerektirmesine rağmen, imar-ihya sayılmaz. Yasa taşınmazın tarıma elverişli hale getirilmiş olmasını aramıştır.
Bu hususta Hukuk Genel Kurulu’nun 24.2.1999 tarih, 1999/8-84-118 sayılı kararında “3402 sayılı Kanunun 17. maddesine göre imar-ihya işlemleri tarımsal amaçlı olmalıdır. Nitelik itibarıyla devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan ve kamu hizmetine tahsis edilmeyen arazi masraf ve emek sarfıyla tarıma elverişli hale getirilmelidir. Taşınmaz üzerinde ev, ahır, samanlık yapmak gibi eylemler taşınmazı tarıma elverişli hale getiren işlemler değildir” denilmiştir.
İhyanın varlığından ve sonuçlandığından söz edebilmek için taşınmaz mal ihya edilmeye başladığında güdülen amacın gerçekleşmiş olması gerekir. Kazandırıcı zamanaşımı süresi ihyanın tamamlandığı tarihte başlar. Bu nedenle ihyanın tamamlandığı tarihin tespiti davalarda önem kazanır. İhyanın gerçekleştiği gün, taşınmaz malın tamamen kültür arazisi haline getirildiği, ekonomik yönden yararlanmaya başlanıldığı ve işe yarar hale getirildiği gündür.
İhyanın gerçekleştiği günün, taşınmaz malın tamamen kültür arazisi haline getirildiği ve ekonomik yönden yararlanılmaya başlanıldığı ve işe yarar hale getirildiği gün olduğunu kabulle birlikte ihya fiilini ilgilendiren ve maddi olaylardan sayılan bu olguların öncelikle tanık sözleri ile ispatının zorunlu olduğunu kabul etmek gerekir.
Somut olayda yerel bilirkişi ve tanık beyanlarından hukuki niteliği itibarıyla ihya fiiline muhtaç olan taşınmazın ihyasının hangi tarihte tamamlandığı, açık ve net bir biçimde anlaşılamamaktadır. Araştırma, soruşturmanın amacı ihyanın bittiği tarihi tespittir. Bittiği tarihten amaç da kültür arazisi haline getirildiği tarihtir.
O halde, yukarıda açıklanan ilkeler gözönünde bulundurularak imar ve ihya tamamlandığı tarihin doğru bir şekilde tespiti ve kazandırıcı zamanaşımı sebebiyle iktisap şartlarının oluşup oluşmadığının araştırılması ve hasıl olacak sonuç dairesinde bir karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile yazılı olduğu biçimde karar verilmesi doğru bulunmadığından direnme kararının bozulması gerekmiştir.
Sonuç: Davalılar vekillerinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı HUMK:nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, 6.3.2002 gününde, oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2004/1272 K: 2004/3339 T: 27.4.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/1-1067 K: 2002/20 T: 23.1.2002
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1996/7-518 K: 1996/675 T.9.10.1996
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/20-665 K: 2003/614 T: 22.10.2003
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2004/1272 K: 2004/3339 T: 27.4.2004
Kural olarak her olay meydana geldiği tarihte yürürlükte bulunan yasa hükümlerine göre çözümlenmesi gerekir. İhya olgusunun 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanununun yürürlüğe girdiği tarihten sonraki döneme rastlaması halinde 5602 sayılı Tapulama Kanununun 52. maddesi hükmü karşısında bu tür taşınmazlar Hazine adına tespit ve tescil edilmeleri gerekir.
Muhittin ve müşterekleri ile Hazine aralarındaki tapu iptali ve tescil davasının reddine dair (Manavgat 1. Asliye Hukuk Hâkimliğinden verilen 25.9.2003 gün 448/521 sayılı hükmün duruşma yapılması suretiyle Yar-gıtayca incelenmesi davacılar vekili tarafından istenilmiştir. Dosya incelenerek temyiz isteğinin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan ve hazır bulunanların sözlü açıklaması dinlendikten sonra duruşmaya son verilerek, dosya incelendi, gereği düşünüldü:
Davacılar vekili, dava konusu parselin Hazine üzerindeki tapu kaydının iptali ile vekil edenleri adına tapuya tesciline karar verilmesini istemiştir. Davalı Hazine vekili, davanın reddine karar verilmesini savunmuştur. Mahkemece, davanın reddine karar verilmesi üzerine; hüküm, davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu 103 parsele ait kadastro tutanağında, Devletin özel mülkiyetindeki kumluk ve ormanlık yerlerden iken 1948 yılında Mehmet oğlu Osman Ali’nin para ve emek sarfı ile ihya ettiği, ancak zilyetliğinin şagil sıfatı ile geçtiği açıklanarak 4.10.1963 yılında tarla niteliği ile Hazine adına tespit edilmiştir.
Davacılar vekili, 10.10.1987 tarihinde yürürlüğe giren 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 46.maddesinin son fıkrası ile getirilen iki yıllık süre içinde 11.3.1988 tarihinde açtığı görülmekte olan dava ile, dava konusu yerin vekil edenlerinin miras bırakanı tarafından 1950 yılından önce ihya edilerek kültür arazisi haline getirildiğini, mülkiyet hakkının doğduğunu açıklayarak iptal ve tescil isteğinde bulunmuştur. Yerel bilirkişi, öncesi itibariyle çalılık ve fundalık olan dava konusu yerin 1946 yılında davacıların miras bırakanının Tugay oğullarından satın ve devraldığını, para ve emek sarf etmek suretiyle ihya ettiğini ve bu olgunun 1948 yılında tamamlandığını, tanık Hüseyin ihya hakkında bir açıklamada bulunmaksızın davacıların 1951 yılından sonraki zilyetliğini, diğer tanık Mustafa’da davacıların miras bırakanının 1947 yılından sonra satın ve devraldıktan sonra 3-5 yıl içinde imar-ihya ederek kültür arazisi haline getirdiğini ve tespit tarihine kadar zilyet olduğunu, ziraatçi uzman bilirkişide imar-ihyası tamamlanmış kültür arazisi olduğunu açıklamıştır. Davanın kabulüne ilişkin ilk hüküm davalı Hazine vekilinin temyizi üzerine Dairece ihya olgusunun tamamlandığı tarihten tespit tarihine kadar kazanmayı sağlayan sürenin geçmediği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmesi gereğine işaret edilmiş, karar düzeltme isteği reddedilmek suretiyle uyulan bozma ilamı uyarınca son kez davanın reddine karar verilmiştir.
Davacılar vekili, 1950 yılından önceki ihya olgusuna dayanarak iptal ve tescil isteğinde bulunmuştur. Az öncede açıklandığı üzere yerel bilirkişi ihyanın 1950 yılından önce, tanık Mustafa’da bu olgunun 1950 yılından sonraki bir dönemde tamamlandığını bildirmiştir. Somut olayda, ihya olgusunun 1950 yılından önce tamamlandığı kesin olarak kanıtlanmamıştır. Kural olarak her olay meydana geldiği tarihte yürürlükte bulunan yasa hükümlerine göre çözüme kavuşturulması gerekir. İmar ve ihyaya imkan tanıyan 2644 sayılı Tapu Kanununun 6. maddesi 11.6.1945 tarihinde yürürlüğe giren 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun 64. maddesi ile yürürlükten kaldırılmış, 16.3.1950 tarihinde yürürlüğe giren 5602 sayılı Tapulama Kanunu’nun 52. maddesi ile aynen “4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihe kadar yapılmış olan ihyalar mezkûr kanunun geçici maddesinde yazılı müracaata bakılmaksızın ihya edenler veya mirasçıları adlarına tapulanır. 4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten sonra ihya edilmiş veya ihyasına başlanmış olan gayrimenkuller Devlet adına kaydolunur” denilmiştir. Somut olayda; davacıların 1950 yılından önceki ihya olgusunun bu madde çerçevesinde çözüme kavuşturulması gerekir. İddia, yerel bilirkişi ve tanık sözlerine göre ihya olgusu 4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten sonraki döneme rastlamaktadır. Bu durumda metni aynen yukarıya alınan 5602 sayılı Tapulama Kanununun 52. maddesinin ikinci cümlesinde yazılı olduğu üzere 4753 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten sonra ihyası yapılmış veya ihyasına başlanmış bulunan yerlerin hazine adına tespit ve tescili hükme bağlanmıştır. Açıklanan bu hüküm karşısında davacıların 1945 yılından sonraki ihyaya dayanarak süre koşulu aranmaksızın iptal ve tescil isteğinde bulunmaları mümkün olmaz. Bunlardan ayrı, 10.10.1987 tarihinde yürürlüğe giren 3402 sayılı Kadastro Kanununun 17. maddesi ile ihya yoluyla taşınmaz edinme imkanı yeniden getirilmiş ise de, bu hükme göre diğer koşullar yanında ihyanın tamamlandığı tarihten tespit veya dava tarihine kadar aynı Kanunun 14. maddesindeki koşullar altında tasarruf edilmiş olması gerekir.
Somut olayda; davacıların ihya olgusunun tamamlandığı tarihten kadastro tespitinin yapıldığı 4.10.1963 tarihine kadar kanunda belirtilen kazanmayı sağlayan süre ve zilyetlikleri geçmemiştir. Her ne kadar önceki bozma kararında ihyanın yapıldığı 1948 tarihinden itibaren kazanmayı sağlayan sürenin geçmediği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmesi gereğine işaret edilmiş ise de, yukarıda yapılan açıklamalar karşısında bozmada işaret edilen davanın reddi sonucu doğru olmaktadır. Görülmekte olan davada taşınmazın 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 1. maddesi hükmü uyarınca orman sayılan ve 3621 sayılı Kıyı Kanunu, konuya ilişkin 28.11.1997 gün ve 5/3 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararına göre kıyı kenar çizgisi içinde kalan Devletin hüküm ve tasarrufu altında kalan yerlerden olduğu belirlenmemiş ise de, yukarıda ayrıntılı olarak temas edilen kanun hükümleri karşısında bu incelemenin yapılmamış olması sonuca etkili görülmemiş, davanın reddine ilişkin hüküm doğru bulunmuştur.
Davacılar vekilinin tüm temyiz itirazlarının reddi ile usul ve kanuna uygun bulunan hükmün (ONANMASINA), Yargıtay duruşmasının yapıldığı tarihte yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi hükümleri uyarınca 375.000.000.-TL. avukatlık ücretinin davacılardan alınarak Yargıtay duruşmasında Avukat marifetiyle temsil olunan davalı Hazineye verilmesine, 7.900.000.-lira peşin harcın onama harcına mahsubu ile kalan 2.200.000.-Iİ-ranın temyiz edenden alınmasına, 27.4.2004 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/8-109 K: 2002/150 T:6.3.2002
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1996/9646 K: 1996/4042 T: 18.4.1996
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 1996/3309 K: 1996/4038 T: 4.4.1996
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 1994/15258 K: 1994/926 T: 31.1.1994