Kamulaştırma İle İlgili Danıştay Kararları
Her ne kadar belediye hizmet alanı olarak kamulaştırma yapılmışsa da kamulaştırma işlemi tamamlanmadan taşınmazın LPG istasyonu yapılması için ihaleye çıkarılması karşısında kamulaştırma işleminde hukuka uyarlık bulunmadığı
İstemin Özeti : Kayseri İdare Mahkemesinin 2.5.2001 günlü, E:2001/80, K:2D01/490 sayılı kararının usul ve yasaya aykırı olduğu ileri sürülerek bozulması istenilmektedir
Danıştay Savcısı Düşüncesi : Dava, davacının hissedarı olduğu … İli, … ilçesi, … pafta, … ada … parsel sayılı taşınmazın kamulaştırılmasına ilişkin 10.8.1999 gün ve 99/763 sayılı … Belediyesi Encümen kararının iptali istemiyle açılmasına karşın, Mahkeme kararında parsel sayısı 21 olarak yazılmış ise de, bu yanlışlık kararın bozulmasını gerektirir nitelikte görülmediğinden işin esası incelendi.
Temyiz dilekçesinde öne sürülen hususlar, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 49. maddesinin 1. fıkrasında belirtilen nedenlerden hiçbirisine uymayıp İdare Mahkemesince verilen kararın dayandığı hukuki ve yasal nedenler karşısında anılan kararın bozulmasını gerektirir nitelikte görülmemektedir. Açıklanan nedenlerle temyiz isteminin reddiyle İdare Mahkemesi kararının onanmasının uygun olacağı düşünülmektedir.
TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince Tetkik Hakiminin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü:
Dava, davacının hissedarı olduğu,… İli,… ilçesi, … pafta, … ada, … sayılı parselin kamulaştırılmasına ilişkin 10.8.1999 günlü, 763 sayılı belediye encümeni kararının iptali İstemiyle açılmış, İdare Mahkemesince; dosyanın İncelenmesinden her ne kadar belediye hizmet alanı olarak kamulaştırma yapılmışsa da kamulaştırma işleminin tebligatı yapılıp tamamlanmadan 7.9.1999 gününde yap-işi et-devret modeli ile LPG istasyonu yapılması için ihale yapılması karşısında kamulaştırmanın amacın LPG istasyonu yapılması olduğunun anlaşıldığı, bu durumda imar planında anılan yerin belediye hizmet alanı olarak belirlenmesi ve belediyelerin LPG istasyonu açıp işletmek gibi kanunla verilmiş bir görevinin bulunmaması nedeniyle dava konusu işlemin hukuka aykırı olarak tesis edildiği gerekçesiyle iptaline karar verilmiş, bu karar davalı idare vekilince temyiz edilmiştir.
Dava konusu İşlemin yukarıda Özetlenen gerekçeyle iptali yolundaki temyize konu Kayseri İdare Mahkemesinin 2.5.2001 günlü, E:2001/80, K:2001/490 sayılı kararında, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 49. maddesinin i. fıkrasında sayılan bozma nedenlerinden hiçbirisi bulunmadığından, bozma istemi yerinde görülmeyerek anılan mahkeme kararının ONANMASINA, …, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 12.11.2002 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Davacı, taşınmazının imar planında yol olarak görünmesi nedeniyle yapılan kamulaştırma işleminin, imar planının taşınmaza ilişkin kısmının iptal edildiği gerekçesiyle iptalini istemektedir. Bakılmakta olan davaya konu taşınmazın da bulunduğu imar planının başka bir taşınmazla ilgili kısmının iptali yolundaki idare mahkemesinin kararından davacının kamulaştırılan taşınmazını da kapsayan kısmının etkilenip etkilenmediği hususunun araştırılması gerekir.
İstemin Özeti: Danıştay Altıncı Dairesince verilen 20.4.1998 günlü, K:1998/2129 sayılı kararın: 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun değişik 54.maddesi uyarınca düzeltilmesi istemidir.
Tetkik Hakimi Düşüncesi: Bakılmakta olan davaya konu taşınmazın imar planının başka bir davacıyla ilgili kısmının iptali yolundaki Konya İdare Mahkemesinin 31.10.1996 günlü, E:1995/1479, K:1996/1046 sayılı karardan etkilenip etkilenmediği hususunun araştırılarak karar verilmesi gerektiğinden karar düzeltme isteminin kabul edilerek idare mahkemesi kararının düzeltilmesi gerektiği düşünülmektedir.
TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince Tetkik Hakiminin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü:
2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 3622 sayılı yasayla değişik 54. maddesinin 1. fıkrasının (c) bendine göre kararın düzeltilmesi istemi yerinde görüldüğünden dairemizin 20.4.1998 günlü, K:1998/2129 sayılı kararı kaldırılarak işin esası incelendi.
Dava, … Mahallesi, … pafta, … ada, … parsel sayılı taşınmazın kamulaştırılmasına ilişkin 31.5.1995 günlü, 151 sayılı işlemin iptali istemiyle açılmış; idare mahkemesince, taşınmazın onaylı imar planında yola isabet ettiği, anılan imar planının iptali istemiyle açılan davada Konya İdare Mahkemesinin 31.10.1996 günlü, E:1995/1479, K:1996/1046 sayılı kararıyla imar planının davacıyla ilgili kısmının iptaline karar verildiği, bu iptal kararı doğrultusunda imar planının yeniden yapılması gerektiğinden taşınmazın planda yola isabet ettiği gerekçesiyle kamulaştırılmasına ilişkin işlemde hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle iptaline karar verilmiş; bu karar davalı idare tarafından temyiz edilmiştir.
Dosyanın incelenmesinden davacıya ait 302 m2’lik taşınmazın imar planında kısmen yolda kalması nedeniyle 84.87 m2’lik kısmının kamulaştırılmasına karar verildiği, başka bir şahıs tarafından bakılmakta olan davanın konusunu oluşturan kamulaştırma işleminin dayanağı imar planı ile … İlçesi, … pafta, … ada, … parsel sayılı taşınmazın anılan imar planında yolda kalması nedeniyle kamulaştırılmasına ilişkin 31.5.1995 günlü, 1995/151 sayılı belediye encümeni kararının ve dayanağı imar planının iptali istemiyle açılan ve Konya İdare Mahkemesinin E:1995/1479 esasına kayıtlı dava nedeni ile mahallinde yaptırılan keşif ve bilirkişi incelemesi sonucu düzenlenen raporla dosyada yer alan bilgi ve belgelerin birlikte değerlendirilmesinden, 14.50 m genişlikteki yol üzerinde mevcut PTT binası ile … Camiinin Koruma Kurulunca 1. derece anıt eser olarak tescil edildiği ve koruma altına alındığı, yolun buradan geçirilmesinin mümkün olmadığı anlaşıldığı, dava konusu imar planında şehircilik ilkelerine, planlama esaslarına ve kamu yararına uyarlık bulunmadığı, bu planlama uyarınca yapılan kamulaştırma işleminde de hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle dava konusu işlemlerin davacıyı ilgilendiren kısımlarının iptaline karar verildiği, bu kararın Danıştay Altıncı Dairesinin 15.9.1997 günlü, E:1996/6324, K:1997/3556 sayılı kararıyla onandığı anlaşılmaktadır.
Davalı idarece karar düzeltme dilekçesinde, Konya idare Mahkemesinin 31.10.1996 günlü, E:1995/1479, K:1996/1046 sayılı kararıyla imar planının davacıyı ilgilendiren kısmının iptaline karar verildiği, her iki davadaki davacıların farklı şahıslar olduğu, E:1995/1479 esasında kayıtlı davaya konu taşınmaz ile bakılmakta olan davaya konu taşınmazın arasında 1. km mesafe bulunduğu taşınmazların konumlarının farklı olduğu, uyuşmazlık konusu taşınmazın yakınında ve çevresinde korunması gerekli kültür ve tabiat varlıkları bulunmadığı, taşınmazdan yol geçirilmesine engel bir durum bulunmadığı, imar planının mahkeme kararı sonucu kısmen iptaline karar verilmesi nedeniyle bu karar doğrultusunda imar planının yeniden yapılmasının söz konusu olmadığı, sadece imar planının iptal edilen kısmında imar planı değişikliği yapılmak suretiyle mahkeme kararının uygulanacağı ileri sürülmektedir.
Bu durunda bakılmakta olan davaya konu taşınmazın da bulunduğu imar planının başka bir taşınmazla ilgili kısmının iptali yolundaki Konya idare Mahkemesinin 31.10.1996 günlü, E:1996/1479, K:1996/1046 sayılı kararından davacının kamulaştırılan taşınmazını da kapsayan kısmının etkilenip etkilenmediği hususunun araştırılarak karar verilmesi gerektiğinden, idare mahkemesi kararında isabet görülmemiştir.
Açıklanan nedenlerle, Konya idare Mahkemesinin 11.12.1996 günlü, E:1995/1406, K:1996/1236 sayılı kararının bozulmasına, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 23.11.1999 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Uyuşmazlık konusu taşınmazın trafo yeri olarak kamulaştırılmasına ilişkin işlemlere başlanması ve tapu kayıtlarında bu yönde şerh bulunması karşısında, kamulaştırılan yerin tapuda davacı idare adına kayıtlı bulunmadığı gerekçesiyle kamulaştırma işleminin varlığı gözetilmeksizin sadece tapuda malik görünen kişilerin dikkate alınması suretiyle parselasyon yapılmasında mevzuata uyarlık yoktur.
İstemin Özeti: İzmir 3. İdare Mahkemesinin 22.10.1997 günlü, E:1995/1044, K:1997/1008 sayılı kararının usul ve yasaya aykırı olduğu öne sürülerek bozulması istenilmektedir.
TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince Tetkik Hakiminin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü:
Dava, … Mahallesi, … ada, … sayılı parsele ilişkin imar planı değişikliği ile bu plana dayalı olarak yapılan parselasyon işleminin iptali istemiyle açılmış, idare mahkemesince: davanın imar planının iptali istemine yönelik bölümünün 1985/onanlı imar planında park alanında kalan dava konusu taşınmaza ilişkin herhangi bir imar planı değişikliği yapılmadığından ortada kesin ve yürütülmesi zorunlu bir işlem bulunmadığı gerekçesiyle reddine, davanın parselasyon işlemine yönelik bölümünün ise taşınmazın trafo yeri olarak kamulaştırılmasına ilişkin işlemlere başlanılmasına karşın parselasyona esas alınan tapu kayıtlarında mülkiyet durumunun değişmemiş olması nedeniyle işlemin tapudaki malikler adına yürütüldüğü, davacı tarafından parselasyon işleminin mevzuata aykırı olduğu yolunda bir iddia ileri sürülmediği gibi yapılan yargısal denetimde de işlemde yasaya aykırılık bulunmadığı, kamulaştırma bedeli ödenen taşınmazda yapılan parselasyon nedeniyle uğranılan zararın tam yargı davası ile tazmininin mümkün olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, bu karar davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dosyanın incelenmesinden: imar planında park alanında kalan uyuşmazlık konusu taşınmaz üzerinde trafo binasının isabet ettiği yerin davacı kurum adına 24.10.1989/günlü, 2017 sayılı belediye encümeni kararıyla tahsisinden sonra 2.2.1990 günlü, 7-82 sayılı kamulaştırma kararına istinaden kamulaştırma bedelinin hak sahibine ödendiği, 31.7.1992 gününde anılan taşınmaza kamulaştırma şerhinin işlendiği, kamulaştırılan kısmın tapuya tescili için gerekli çalışmalar sürerken 31.5.1994 günlü, 974 sayılı dava konusu belediye encümeni kararıyla 3194 sayılı Yasanın 18. maddesi uyarınca parselasyon yapılarak mülkiyet durumunun değişmemiş olması nedeniyle tapu kaydındaki maliklerin dikkate alındığı, 30 m2’lik kısmı davacı kurum tarafından kamulaştırılan 32429 ada 16 parsel sayılı taşınmazın park alanında kalması nedeniyle yerinde korunamadığından bahisle düzenleme ortaklık payı alındıktan sonra 25467 ada 1 sayılı parsel ile hisselendirildiği, dağıtım cetvelleri bulunmamakla birlikte davalı idare savunmasından hisselendirmenin kamulaştırılmasına karar verilen kısmın dikkate alınmaksızın yapıldığı anlaşılmaktadır.
2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 25. maddesinde, hakların kullanılması ve borçların yerine getirilmesi bakımından kamulaştırma işleminin mal sahibi için 13. madde uyarınca yapılan tebligatla, idare için tebligat çıkarmakla başlayacağı, mülkiyetin idareye geçmesinin bu kanundaki özel hükümler dışında kamulaştırma işleminin idari yargı yönünden kesinleşmesi ile olacağı, yine aynı Kanunun 17. maddesinde, tebliğ edilen kamulaştırma işlemine karşı idari ve adli yargıya başvurulmadığı veya bu konuda açılan davaların kesin olarak sonuçlandığı ancak taşınmaz mal sahibinin ferağ vermediği hallerde, takdir edilen ve artırılan bedelin tamamının milli bankalardan birine yatırılarak makbuzunun ilgili belge örnekleriyle birlikte mahkemeye verileceği, mahkemenin iki tarafı derhal davet ederek, gelmemeleri halinde gıyaplarında, belgeleri inceleyerek, kamulaştırma usulüne uygun şekilde tamamlanmışsa taşınmaz malın kamulaştırma yapan idare adına tesciline karar vereceği ve tapu dairesine bildirileceği hükme bağlanmıştır.
Yukarıdaki kanun maddelerinin birlikte yorumlanmasından, idari yargıda açılan davanın kesinleşmesinden sonra mülkiyetin idareye geçeceği, kamulaştırma işlemine karşı idari ve adli yargıda dava açılmış ise bu davalar kesin olarak sonuçlandıktan sonra mal sahibinin ferağ vermediği durumlarda idarenin başvurusu üzerine mahkeme kararıyla taşınmazın idare adına tesciline karar verilebileceği sonucuna ulaşılmaktadır.
Olayda ise, kamulaştırma işlemine karşı idari yargı ya da adli yargı yerlerinde dava açılıp açılmadığı anlaşılmamaktadır.
Dava konusu işlemde, söz konusu taşınmazın imar planında park alanı olarak ayrılması ve trafo yeri olarak tahsis edilmesi, ayrıca tapuda kamulaştırma ile ilgili şerh bulunması nedenleriyle davalı belediye başkanlığının plan uygulaması olarak kamulaştırma işleminden haberdar olduğunun kabulü gerekmektedir.
Öte yandan, parselasyona ilişkin özet cetvellerinin dosyada bulunmaması nedeniyle düzenlemeye giren kadastro parselleri ve bu parsellere karşılık verilen hisseler tespit edilemediğinden bu hususların araştırılması gerekmektedir.
Sonuç itibariyle, kamulaştırılan yerlerin tapuda davacı idare adına kayıtlı olmamasının bu şekilde parselasyon yapılmasına gerekçe oluşturmayacağı açıktır.
Açıklanan nedenlerle temyize konu İzmir 3. İdare Mahkemesinin 22.10.1997 günlü, E:1995/1044, K:1997/1008 sayılı kararının bozulmasına, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 13.10.1999 gününde oybirliğiyle karar verildi.
2942 sayılı Yasa’nın 21. maddesi uyarınca davalı idarece kamulaştırma işleminden tek taraflı olarak vazgeçilmesi karşısında aynı Yasa’nın 24. maddesi gereğince uyuşmazlığın görüm ve çözümünün adli yargı yerine ait olduğu gözetilmeksizin işin esası hakkında karar verilmesinde isabet bulunmadığı
İstemin Özeti: İstanbul 6.İdare Mahkemesinin 23.3.1998 günlü. E:1997/517. K-.1998/246 sayılı kararının usul ve yasaya aykırı olduğu öne sürülerek bozulması istenilmektedir.
Tetkik Hakini Düşüncesi: Dosyanın incelenmesinden davacılara ait taşınmazın dava konusu işlen ile 2942 sayılı Yasa’nın 21. Haddesi uyarınca kamulaştırılmasından tek taraflı olarak vazgeçildiğinin ve kamulaştırmaya ilişkin işlemin iptal edildiğinin anlaşılması karşısında, aynı Yasanın 24. maddesi uyarınca davanın görüm ve çözümü adli yargıya ait olduğundan bu husus göz önünde bulundurulmaksızın verilen idare mahkemesi kararının bozulmasının uygun olacağı düşünülmektedir.
TÜRK MÎLLETİ ADINA Dava. 2981 sayılı Yasanın 9-C maddesi gereğince kamulaştırılan pafta. 2470 parsel sayılı taşınmazın kamulaştırılmasından vazgeçilmesine ilişkin 16.1.1997 günlü. 72-72 sayılı belediye encümeni kararının iptali istemiyle açılmış, idare mahkemesince, davacıların paydaşı olduğu .. m2 yüzölçümlü taşınmazın, gecekonduların işgali altında bulunduğu, davalı idarece gecekondu sahipleri ile tapu malikleri arasındaki sorunu çözmek amacıyla 2981 sayılı Yasa’nın 9/C maddesinden hareketle taşınmazın kamulaştırılmasına karar verildiği ancak davacıların açtıkları tezyidi bedel davalarıyla kamulaştırma bedellerinin artırılması üzerine idarece dava konusu işlem ile 2942 sayılı Yasanın 21. maddesi uyarınca tek taraflı olarak kamulaştırma kararından vazgeçilerek iptal edildiği anlaşıldığından, dava konusu işlemde mevzuata aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, bu karar davacılar tarafından temyiz edilmiştir.
2942 sayılı Yasanın 21.maddesinde, “idare kamulaştırmanın her safhasında kamulaştırma karan veren ve onaylayan merciin kararı i7e kamulaştırmadan tek taraflı olarak kısmen veya tamamen vazgeçebilir”, aynı yasanın 24.maddesinin son fıkrasında ise:… Bu madde ile 21..22..23. maddeler uygulamasından doğacak anlaşmazlıklar adli yargıda çözümlenir.” hükmü yer almış bulunmaktadır.
Olayda ise: dava konusu belediye encümen kararıyla 2942 sayılı Yasanın 21.madde hükmüne göre davalı idarece kamulaştırma işleminden tek taraflı olarak vazgeçildiği anlaşıldığından, bu uyuşmazlığın görüm ve çözümünün adli yargı yerine ait olduğu gözetilmeksizin mahkemece işin esasının incelenmesi suretiyle karar verilmesinde isabet görülmemiştir.
Açıklanan nedenle, İstanbul 6.İdare Mahkemesinin 23.3.1998 günlü. E-.1997/517. K:1998/246 sayılı kararının bozulmasına, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 6.10.1999 gününde oybirliğiyle karar verildi.
2942 sayılı Yasanın 13. maddesi hükmü uyarınca kamulaştırma işlemlerinin iptali istemiyle açılacak davalarda, öğrenme tarihinin dava açma süresinin başlangıcına esas alınamayacağı, kamulaştırma işleminin 2942 sayılı Yasada hüküm altına alınan Özel usulüne göre tebligata çıkarılarak, tebliğ tarihini izleyen dava açma süresinin başlangıcına esas alınacağı
İstemin Özeti.: Trabzon İdare Mahkemesinin 20-10.1997. günlü. E:1997/668. K:1997/946 sayılı kararının usul ve yasaya aykırı olduğu Öne sürülerek bozulması istenilmektedir.
TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince tetkik hakiminin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra ışın gereği görüşüldü:
Dava… Köyü. … Kaplıcaları … Mevkii. … ada. … parsel sayılı taşınmazın … Yayla turizm evleri, yayla evlen ve günübirlik tesislerin yapılması amacıyla kamulaştırılmasına ilişkin 16.2.1994 günlü 49 sayılı il daimi encümeni kararının iptali istemiyle açılmış, idare mahkemesince: E:1996/9 esas sayılı acele el koyma ve tescil davasının görülmekte olduğu … Asliye Hukuk Mahkemesine davacılar tarafından verilen 16.5.1997 günlü dilekçede, cenaze nedeniyle kamulaştırma işleminin iptali istemiyle idare mahkemesine dava açamadıklarını belirttiklerinden dava konusu kamulaştırma işleminin 16.5.1997 gününde davacıların ıttılaına girdiğinin kabulü ile bu tarihi izleyen günden itibaren 2942 sayılı Yasada öngörülen 30 günlük süre içerisinde dava açılması gerekirken bu süre geçirilerek 20.6.”1997 tarihinde açılan davada süre aşımı bulunduğu gerekçesiyle davanın 2577 sayılı Yasanın 15/1-b maddesi uyarınca reddine karar verilmiş, karar davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.
2942- sayılı Yasanın 13. maddesinde, kamulaştırılması kararlaştırılan taşınmaz malın 7. maddedeki usule göre tespit edilen sahibi, zilyet ve diğer ilgililerden adresi tespit olunanlara tebliğ edilmek üzere; kamu I aştırılacak malın kamulaştırılmasına uygun ölçekli bir plan veya ölçekli krokisi, kamulaştırma kararı, takdir olunan kıymeti, kamulaştırma karşılığının veya ilk taksitinin milli bankalardan birine hak sahibi adına yatırıldığına dair belge, kamulaştırmanın hangi idare yararına yapıldığı ve açılacak davalarda husumetin kime yöneltileceği, bedelin bankaya yatırıldığı tarihten başlayarak 30 nün içinde notere verileceği, noterin 15 gün içerisinde belgeleri tebliğe çıkaracağı, doğrudan tebligat ile beraber yukarıda yazılı kararların ayrıca ilan olunacağı, ilanın kamulaştırılması kararlaştırılan taşınmaz malın bulunduğu yerin, herkese açık yerlerinden birine ve belediye dairesine veya köy odasına on beş gün süreyle asılarak, kamulaştırılacak taşınmaz malın bulunduğu yerde gazete çıkıyor ise gazetelerden birisinde belgelerin özeti en az bir defa yayınlanarak yapılacağı, yapılan araştırmalar sonucunda adresleri bulunamayan veya adreslerinde noter aracılığı ile tebligat yapılamayanlara, 7201 sayılı Tebligat Yasasının 28. maddesi gereğince ilan yoluyla tebligat yapılacağı hüküm altına alınmıştır,
Dosyanın incelenmesinden. … İlçesi Tapu Sicil Müdürlüğünün asliye hukuk mahkemesine hitaben yazdığı 13.5.1997 günlü yazı ekinde bulunan tapu kayıtlarında kamulaştırmaya konu taşınmazın 6/12 hissesinin … 1/12’şer hissesinin de davacılara ait olduğu. ../in öldüğünün belirtildiği anlaşılmaktadır.
2942 sayılı Yasanın yukarıda anılan maddesi hükmü uyarınca kamulaştırma işlemlerinin iptali istemiyle açılacak davalarda, öğrenme tarihinin dava açma süresinin başlangıcına esas alınamayacağı, kamulaştırma işleminin 2942 sayılı Yasada hüküm altına alınan özel usulüne göre tebligata çıkarılarak, tebliğ tarihini izleyen günün dava açma süresinin başlangıcına esas alınacağı açıktır.
Bu durumda davacıların ve ..-.’in başka bir şahsın mirasçıları olup olmadığının, mirasçı değil de hissedar ise yukarıda anılan hüküm uyarınca her hissedara noter aracılığıyla tebligat yapılıp yapılmadığının araştırılması gerektiğinden, eksik inceleme sonucu verilen davanın süreden reddi yolundaki idare mahkemesi kararında isabet görülmemiştir.
Açıklanan nedenlerle, Trabzon İdare Mahkemesinin 20.10.1997 günlü. E:1997/668. K:1997/946 sayılı kararının bozulmasına, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 15.2.1999 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Uyuşmazlık konusu yapının korunması gerekli kültür varlığı olarak tesciline ilişkin karar kamu yararı kararı niteliğinde olduğundan ayrıca il idare kurulundan kamu yararı kararı alınmaksızın bakanlıkça kamulaştırma işlemlerine başlanılmasının yeterli olduğu.
İstemin Özeti : İzmir 3. İdare Mahkemesinin 9.2.1994 günlü, E: 1993/153 K: 1994/142 sayılı kararının usul ve yasaya aykırı olduğu öne sürülerek bozulması istenilmektedir.
TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince tetkik hakiminin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü:
Dava. …5 pafta, 25 ada, 3 ve 4 parsel sayılı taşınmaz üzerindeki yapının restore edilerek kültür hizmetlerinde kullanılmak üzere kamulaştırılmasına ilişkin 3.10.1991 günlü, 266 sayılı İl İdare Kurulu Kararının iptali istemiyle açılmış, idare mahkemesince: II. grup tescilli eski eser olan uyuşmazlık konusu taşınmazın imar planında “Ticari ve Turistik Amaçlı Alan” da kalması nedeniyle kamulaştırmanın imar planı amaçlarına aykırı olduğu gibi davalı idarece söz konusu taşınmazın sivil mimarlık örneklerinden birini teşkil ettiğinden mahallin etnoğrafik eserlerinin teşhir edildiği müze olarak hizmet verdirilebileceği veya, anıt müze olarak da düzenlenebileceğinin belirtildiği oysa bu amaçla ancak 2863 sayılı Yasanın 15. maddesinde belirtilen hükümler uyarınca kamulaştırma yapılabileceği gerekçesiyle dava konusu işlemin iptaline karar verilmiş, bu karar davalı idarelerden Kültür Bakanlığı tarafından temyiz edilmiştir.
2942 sayılı Kamulaştırma Yasasının 3. maddesinde idarelerin kanunlarla yapmak yükümlülüğünde bulundukları kamu hizmetlerinin veya teşebbüslerinin yürütülmesi için gerekli olan taşınmaz malları kaynakları ve irtifak haklarını kamulaştırabilecekleri hükmüne yer verilmiştir.
2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununun taşınmaz kültür varlıkları ve bunların koruma alanlarının kamulaştırılma esaslarına ilişkin 15. maddesinin (a) fıkrasında; kısmen veya tamamen gerçek veya tüzel kişilerin mülkiyetine geçmiş olan korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıkları koruma alanlarının Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca hazırlanacak programlara uygun olarak kamulaştırılacağı, koruma amaçlı imar planında kültürel amaçlara ayrılan tescilli yapıların bu amaçla onarılıp değerlendirilmesi kaydıyla koruma kurullarının kararı ve bakanlığın tasdiki ile belediyelerce kamulaştırılabileceği, amacına uygun kamulaştırma yapılmadığının tespit edildiği takdirde yetkinin geri alınacağı, hükmü yer almıştır.
2863 sayılı Yasanın anılan hükmü, korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıkları ile koruma alanlarının kamulaştırılmasına ilişkin genel yetkiyi bakanlığa vermiş, belediyelere ise koruma kurulu ve Bakanlığın izni ve denetimi altında koruma amaçlı imar planında kültürel amaçlara ayrılan tescilli yapıların bu amaçla onarılıp değerlendirilmesi kaydıyla kamulaştırma yetkisi tanımıştır.
Dosyanın incelemesinden, uyuşmazlık konusu taşınmazın 26.4.1984/günlü, 242 sayılı 6.8.1992 günlü 3895 sayılı koruma kurulu kararlarıyla korunması gerekli kültür varlığı olarak tescil edildiği, koruma derecesinin II. grup olarak belirlendiği, İzmir İl Kültür Müdürlüğü’nün, eski eser tescilli binanın restore edilerek kültürel hizmetlerde kullanılacağı, bu nedenle 2942 sayılı Yasa gereği kamu yararı kararı alınması istemiyle valiliğe yaptığı başvuru üzerine dava konusu işlemin tesis edildiği anlaşılmaktadır.
Eski eser niteliğindeki yapıların tespit ve tescil edilmesindeki temel amacı bu yapıların korunması olduğuna ve bu amacın gerçekleştirilmesi doğrultusunda korunmasının yanında bu varlıkların değerlendirilmesi için uzmanlık dalları geliştirilip kriterler saptanarak yasal düzenleme ve kurumsal örgütlenmelere gidildiğine göre yapının korunarak gelecek nesillere aktarılması ile kültürel hizmetlere kanalize edilmesi amacıyla tescil kararı ile yetinilmeyerek, bizzat tescil kararını veren makam tarafından kullanılmak üzere kamulaştırılabileceği açıktır. Bu itibarla, koruma kurulunun uyuşmazlık konusu yapını eski eser olarak tesciline ilişkin kararı kamu yararı kararı niteliğinde ve bu yararın varlığını belirten bir karar olduğundan, il idare kurulundan tekrar kamu yararı kararı alınmaksızın bakanlıkça kamulaştırma işlemlerine başlanılması yeterlidir.
Diğer taraftan, Etnografya Müzesi ya da anıt müze olarak kullanılmak amacıyla kamulaştırılan uyuşmazlık konusu yapının bulunduğu parselin imar planında “Ticari ve Turistik Amaçlı Alan’da kalmasının kamulaştırma amacına aykırılık taşımadığı açıktır.
Bu durumda, dava konusu işlemde mevzuata aykırılık bulunmadığı sonucuna varıldığından idare mahkemesince iptaline karar verilmesinde isabet görülmemiştir.
Açıklanan nedenlerle İzmir 3. İdare Mahkemesinin 9.2.1994 günlü, E: 1993/153, K: 1994/142 sayılı Kararının bozulmasına, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 23.1.1995 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Kamulaştırma bedelinin tespiti ve bedele ilişkin uyuşmazlıkların adli yargıda çözümlenmesi gerekmekte ise de kıymet takdir komisyonunun oluşumuna ilişkin uyuşmazlıkların idari yargının görevine girdiği.
İstemin Özeti : Gaziantep İdare Mahkemesinin 17.1.1993 günlü, E: 1993/322 K: 1994/1003 sayılı kararının usul ve yasaya aykırı olduğu öne sürülerek bozulması istenilmektedir.
Tetkik Hakimi Gül Filiz Ercan’ın Düşüncesi: Dosyanın incelenmesinden, dava konusu belediye encümeni kararında, kıymet takdir komisyonunca belirlenen değerden (m2 si 800.000 lira) farklı bir değerle (m2’si 825.000 lira) belediye hissesinin satışa sunulduğu, öte yandan takdir kıymet komisyonunca düzenlenen raporun tarihsiz olduğu ve komisyonun kimlerden oluşturulduğunun anlaşılamadığı görüldüğünden bu hususlar araştırılmadan verilen mahkeme kararında isabet görülmemiştir. Açıklanan nedenlerle İdare Mahkemesi kararının bozulmasının uygun olacağı düşünülmektedir.
TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince tetkik hakiminin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü:
Dava. …Mahallesi, 134 pafta, 2548 ada, 453 parsel sayılı 1259 m2 alanlı taşınmazın belediyeye ait olan 551/1259 m2 hissesinin diğer hissedarlara satışına ilişkin 26.7.1991 günlü, 708 sayılı belediye encümeni kararını içeren 6.8.1992 günlü, 675/1991-19623 sayılı tebligat işleminin iptali istemiyle açılmış. İdare Mahkemesince; dosyanın incelenmesinden, davalı belediyenin hissedar olduğu taşınmazda, belediyenin hissesinin hissedarlardan biri almaktan kaçındığında, diğer hissedarlara hissenin tamamının satılacağına ilişkin encümen kararının davacıya noter kanalıyla tebliğ edildiği tebligat belgesinde encümen kararının tarih, sayısı ve kararın örneğinin açıkça belirtildiği, 3194 sayılı imar Kanununun 17. maddesi uyarınca bedel takdiri ve bedele itirazda 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun ilgili hükümlerinin uygulanması gerekeceğinin tartışmasız olduğu ancak, davacı tarafından bedelin takdir edildiği günün bildirilmemesi nedeniyle zarara uğranıldığı yolunda herhangi bir iddia ileri sürülmemiş olması karşısında yalnızca bu eksikliğin işlemi sakatlamayacağı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, karar davacı tarafından temyiz edilmiştir.
3194 sayılı İmar Kanunu’nun 17. maddesinde “… belediye… ile şuyulu olan müstakil inşaat yapmaya elverişli bulunan imar parsellerinde belediyenin hissesini parselin diğer hissedarlarına bedel takdiri suretiyle satmaya, ilgililer satın almaktan imtina ederse şuyu’un izalesi suretiyle sattırmaya yetkili” olduğu ve bu maddeye göre bedel takdirleri ve bu bedele itiraz şekillerin 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu hükümlerine göre yapılacağı kurala bağlanmıştır.
Bedelin tespiti ve bu bedele itirazların adli yargıda çözümlenmesi gerekmekte ise de takdir komisyonunun oluşumuna ilişkin uyuşmazlıkların çözümü idari yargının görevine girmektedir.
Öte yandan 2942 sayılı Yasanın 10. maddesinde de, ilçe takdir komisyonunun ilçe idare kurulunca, mal müdürlüğü memurlarından, resmi kuruluşların ziraat mühendislerinden, yoksa ziraat teknisyenlerinden ilçedeki fen adamları, temin edilememesi halinde o ilçenin bağlı bulunduğu ildeki fen adamları arasından birer asıl ve birer yedek olmak üzere üç asıl ve üç yedek üye ile ilçe belediye encümenince taşınmaz mal sahipleri arasından iki asıl, iki yedek üye olmak üzere seçileceği kuralı yer almaktadır.
Dosyadaki bilgi ve belgeler yukarıda anılan yasa maddeler ile birlikte değerlendirildiğinde, dosyada mevcut tarihsiz kıymet takdiri raporunda, kıymet takdir komisyonunun kimlerden oluştuğu belli olmadığı gibi, söz konusu raporda taşınmazın m2’sinin 800.000 lira olarak tespit edilmiş olmasına rağmen dava konusu belediye encümeni kararı ile belediyeye ait hissenin m2’si 825.000 liradan satışına karar verildiği anlaşıldığından bu hususlar araştırılmaksızın davanın reddi yolunda verilen mahkeme kararında isabet görülmemiştir.
Bu durumda mahkemece belirtilen hususlar araştırılmak suretiyle oluşacak sonuca göre yeniden bir karar verilmesi gerekmektedir.
Açıklanan nedenlerle Gaziantep İdare Mahkemesinin 17.12.1993 günlü, E: 1993/322, K: 1993/1003 sayılı Kararının BOZULMASINA, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 19.12.1994 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Genel düzenleyici nitelikte olan ve kamulaştırma işleminin dayanağını oluşturan imar planına karşı uygulama işlemi olan kamulaştırma işleminden idarece vazgeçilmesi durumunda, imar planının iptaline ilişkin istem incelenemez.
İstemin Özeti: Danıştay Altıncı Dairesince verilen 11.10.1993 günlü, K:1993/4018 sayılı kararın; 2577 sayılı Yasanın 54. maddesi uyarınca düzeltilmesi istemidir.
Tetkik Hakimi Düşüncesi: Davacılar tarafından kamulaştırma işleminin ve dayanağı olan imar planının iptali istemiyle açılan bu davada davalı idare tarafından kamulaştırmadan vazgeçildiği bildirildiğinden, kamulaştırma işleminin dayanağı olan genel düzenleyici nitelikte bir işlem olan imar planına karşı da uygulama işlemi olan kamulaştırma sonucunda dava açıldığından vazgeçme sebebiyle imar planı da incelenemeyeceğinden bu hususların göz önünde tutularak karar verilmek üzere karar düzeltme isteminin kabul edilerek mahkeme kararının bozulması gerektiği düşünülmektedir.
Türk Milleti Adına Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü: 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 54. maddesinin 1. fıkrasının C bendine göre karar düzeltme istemi yerinde görüldüğünden Dairemizin 11.10.1993 günlü, 4018 sayılı kararı kaldırılarak işin esası incelendi.
Dava, davacıların 48000/51200 hissesine maliki oldukları ve ayrıca davacılardan … 375/512 hissesinin intifa hakkına sahip olduğu … mevkiinde bulunan 90 pafta, 768 ada, 5 parsel sayılı 15338 mı alanlı taşınmazın kamulaştırılmasına ilişkin … Büyükşehir Belediye Encümeninin 18.6.1991 günlü, 14-8 sayılı kararının ve bunun dayanağı olan 1/5000 ölçekli 28.11.1988 tarihinde onaylanan nazım imar planının iptali istemiyle açılmış, İdare Mahkemesince, mahallinde yaptırılan keşif ve bilirkişi incelemesi sonucunda düzenlenen raporla dosyadaki bilgi ve belgelerin birlikte değerlendirilmesinden taşınmazın 1/5000 ölçekli nazım imar planında şehir parkı olarak ayrılmasında şehircilik ilkelerine, planlama esaslarına ve kamu yararına uyarlık bulunmadığının anlaşıldığı, buna dayalı olarak yapılan kamulaştırma işleminde de hukuka uyarlılıktan söz edilemeyeceği gerekçesiyle dava konusu işlemlerin iptaline karar verilmiş, bu karar davalı idare tarafından temyiz edilmiştir.
Dosyanın incelenmesinden, davanın … mevkiinde bulunan 90 pafta, 768 ada, 5 parsel sayılı taşınmazın kamulaştırılmasına ilişkin … Büyükşehir Belediye Encümeninin 18.6.1991 günlü, 14-8 sayılı kararının ve bunun dayanağı olan 1/5000 ölçekli 28.11.1988/tarihinde onaylanan nazım imar planının iptali istemiyle açıldığı anlaşılmaktadır.
Davacılar vekili tarafından … Büyükşehir Belediyesince kamulaştırmadan vazgeçildiğinin iddia edilmesi üzerine Dairemizin 13.4.1994 günlü ara kararı ile davalı idareden kamulaştırmadan vazgeçilip vazgeçilmediği sorulmuş, ara kararımıza verilen cevapta 6.7.1993 günlü, 17 sayılı encümen kararı ile kamulaştırmadan vazgeçildiği bildirilmiş bulunmaktadır.
2577 sayılı İdare Yargılama Usulü Kanununun 7. maddesinin 1. fıkrasında; “Dava açma süresi, özel kanunlarında ayrı süre gösterilmeyen hallerde Danıştay`da ve İdare Mahkemelerinde altmış ve vergi mahkemelerinde otuz gün” olduğu, 4. fıkrasında da “ilanı gereken düzenleyici işlemlerde dava süresi, ilan tarihini izleyen günden itibaren başlar. Ancak bu işlemlerin uygulaması üzerine ilgililer, düzenleyici işlem veya uygulanan işlem yahut her ikisi aleyhine birden dava açabilirler. Düzenleyici işlemin iptal edilmemiş olması bu düzenlemeye dayalı işlemin iptaline engel olmaz” hükümleri yer almaktadır.
Davacılar tarafından kamulaştırma işlemi ile bunun dayanağı olan 1/5000 ölçekli nazım imar planının iptali istenmiş ise de; genel düzenleyici nitelikte olan ve kamulaştırma işleminin dayanağını oluşturan imar planına karşı uygulama işlemi olan kamulaştırma işlemi nedeniyle uyuşmazlık yaratıldığı ancak davalı idare tarafından kamulaştırma işleminden vazgeçildiği bildirildiğinden imar planının iptaline ilişkin istemin bu aşamada incelenemiyeceği açıktır.
Yukarıda açıklandığı üzere davalı idare tarafından 6.7.1993 günlü, 17 sayılı encümen kararıyla kamulaştırmadan vazgeçildiği anlaşıldığından kamulaştırmaya yönelik olarak açılan davada bu husus göz önünde bulundurularak bir karar verileceği tabiidir.
Açıklanan nedenlerle İstanbul 2. İdare Mahkemesinin 5.5.1993 günlü, E:1992/281, K:1993/527 sayılı kararının yukarıda belirtilen hususlarda göz önünde tutularak yeniden bir karar verilmek üzere BOZULMASINA, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 14.9.1994 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Kısmen yola isabet eden taşınmazın bu bölümü dışında kalan kısmının imar planı uyarınca kamulaştırılmasının mümkün olmadığı, ancak 2942/12. maddeye göre arta kalan kısmın kullanılmaya elverişli olmaması halinde ve malik tarafından kamulaştırılması için yazılı işlemde bulunulması halinde kamulaştırılabileceği.
İstemin özeti: Sivas İdare Mahkemesinin 17.5.1993 günlü, E: 1991/647 K: 1992/1348 sayılı kararının usul ve yasaya aykırı olduğu öne sürülerek bozulması istenilmektedir.
TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü:
Dava. …ili, … ilçesi, 271 ada, 33 parsel sayılı taşınmazın 4 m2 lik kısım ile üzerindeki yapının tamamının kamulaştırılmasına ilişkin 10.7.1992 günlü, 984 sayılı belediye encümeni kararının iptali istemiyle açılmış. İdare Mahkemesince; taşınmazın imar planında yola isabet eden 4 m24lik kısmının kamulaştırılmasında mevzuata aykırılık bulunmadığı, ancak yoldan arta kalan kısım üzerinde bulunan yapı yönünden ise, 2942 sayılı Yasanın 12. maddesinde binaların da kısmen kamulaştırılabilmesine ilişkin hükümlere yer verildiği, bu nedenle, binanın tamamının kullanılmaya elverişli olmaması ve yıkılabileceği sebepleri ile kamulaştırılmasında hukuki isabet bulunmadığı gerekçeleriyle davacı parselinin yola isabet eden 4 m2 lik kısmı yönünden davanın reddine, davacı binasının yol dışında kalan kısmının kamulaştırılmasına ilişkin bölümü yönünden ise işlemin iptaline karar verilmiş, bu kararın iptale ilişkin bölümü davalı idare vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu işlemin iptali istemiyle açılan davanın yukarıda özetlenen gerekçeyle kısmen reddi kısmen de işlemin iptali yolandaki temyize konu Sivas İdare Mahkemesinin 17.5.1993 günlü, E: 1992/647, K: 1993/348 sayılı Kararının iptale ilişkin kısmında, 2577 sayılı İdari yargılama Usulü kanununun 49. maddesinin 1. fıkrasında sayılan bozma nedenlerinden hiçbirisi bulunmamaktadır.
2942 sayılı Yasanın 12. maddesinin 5. fıkrasında “Bir kısmı kamulaştırılan taşınmaz maldan artan kısmı yararlanmaya elverişli bir durumda değilse, kamulaştırma işlemine karşı idari yargıda dava açılmayan hallerde mal sahibinin en geç kamulaştırma kararının tebliğinden itibaren otuz gün içinde yazılı başvurusu üzerine, bu kısmın da kamulaştırılması zorunludur.” hükmüne yer verilmiştir.
Uyuşmazlık konusu olayda, davacı taşınmazının yola isabet eden 4 m2’lik kısmı dışında kalan bölümünün imar planına dayanılarak kamulaştırılmasının olanaksız olduğu, ancak yukarıda anılan Yasa maddesi uyarınca artan kısmın kullanmaya elverişli olmaması halinde ve taşınmaz maliki tarafından kamulaştırılması istemiyle yazılı başvuruda bulunulması durumunda kamulaştırılabilme olanağı bulunmaktadır.
Açıklanan nedenlerle yukarıda belirtilen gerekçenin ilavesi suretiyle anılan mahkeme kararının BOZULMASINA, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 12.4.1994 gününde oybirliğiyle karar verildi.
2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 7. maddesine göre tapuya konulacak şerhin kamu yararı kararı üzerine değil kamulaştırma kararı alındıktan sonra konulması gerekeceği.
İstemin Özeti: Ankara 5. İdare Mahkemesinin 25.11.1992 günlü, E: 1988/87 K: 1992/2061 sayılı kararının; usul ve yasaya aykırı olduğu öne sürülerek bozulması istenilmektedir.
TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü:
Dava. …davacı kooperatife ait Çankaya, Lodumlu, 5457 sayılı taşınmazın tapu siciline toplu konut sahası olarak kamulaştırılmak üzere alınan kamu yararı kararı uyarınca kamulaştırma şerhi konulmasına ilişkin davalı idare işleminin iptali istemiyle açılmış. İdare Mahkemesince, 26.1.1988/tarihli yazı ile tapu kütüğüne idari şerh konulduğunun davacı kooperatife bildirilmesi karşısında 2942 sayılı Yasanın 7. maddesinde belirlenen 2 yıllık süre içerisinde 13. maddeye göre tebligata başlanıldığından şerhin sicilinden silineceğinin tabii olduğu, diğer taraftan, davalı idarenin belediye ve mücavir alan sınırları içerisinde bulunmayan taşınmazı kamulaştırmak üzere kamu yararı kararı almasının da yasal düzenlemeye uygun olmadığı gerekçesiyle dava konusu işlemin iptaline karar verilmiş ve bu karar davacı tarafından temyiz edilmiştir.
2942 sayılı Kamulaştırma Yasasının 7. maddesinin son fıkrasında, idarenin kamulaştırma kararı verdikten sonra kamulaştırmanın tapu siciline şerh verilmesini kamulaştırmaya konu taşınmaz malın kayıtlı bulunduğu tapu idaresine bildireceği, bildirim tarihinden itibaren malik değiştiği takdirde, mülkiyete veya mülkiyetten gayri ayni haklarda meydana gelecek değişikliklerin tapu idaresinin kamulaştırmayı yapan idareye bildirmek zorunda olduğu, şerh tarihinden itibaren iki yıl içerisinde 13. maddeye göre tebligata başlanılmamış ise bu şerhin sicilden silineceği hükmü getirilmiştir.
Uyuşmazlık konusu olayda, davacı kooperatife ait taşınmazın kamulaştırılmasına karar verilerek kamu yararı kararı alındığı ve tapu siciline 16.1.1987/tarihinde kamulaştırma şerhi konulduğu davacı kooperatife tebliğ edilen 26.1.1988/günlü, 22İ06/116 sayılı yazıdan anlaşılmış olup, 2942 sayılı Yasanın 7. maddesinde tapu siciline şerh verilmesi için öngörülen kamulaştırma kararı alınmış olduğundan, tesis edilen işlemde yukarıda belirtilen yasa hükmüne aykırılık bulunmamaktadır.
Diğer taraftan, her ne kadar İdare Mahkemesince, belediye ve mücavir alan sınırları dışında kalan taşınmazın davalı idarece kamulaştırılmak üzere kamu yararı kararı alınmasının yasal düzenlemeye uygun olmadığı belirtilmişse de, davacı sadece tapu siciline konulan kamulaştırma şerhinin iptalini istediğinden mahkemece bu hususun incelenmesinde isabet görülmemiştir.
Açıklanan nedenlerle temyize konu Ankara 5. İdare Mahkemesinin 25.11.1992 günlü, E: 1988/187, K: 1992/2061 sayılı Kararının BOZULMASINA, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 11.4.1994 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Koruma Kurulunun, uyuşmazlık konusu yapının eski eser ve korunması gerekli kültür varlığı olarak tesciline ilişkin kararı, kamu yararı kararı niteliğinde ve bu yararın varlığını belirten bir karar olduğundan, İl İdare Kurulundan tekrar kamu yararı kararı alınmaksızın, Bakanlıkça kamulaştırma işlemine başlanılması yeterlidir.
İstemin Özeti: İzmir 3. İdare Mahkemesinin 9.2.1994 günlü, E: 1993/153 K: 1994/142 sayılı kararının usul ve yasaya aykırı olduğu öne sürülerek bozulması istenilmektedir.
TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince tetkik hakiminin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü:
Dava, … 5 pafta, 25 ada, 3 ve 4 parsel sayılı taşınmaz üzerindeki yapının restore edilerek kültür hizmetlerinde kullanılmak üzere kamulaştırılmasına ilişkin 3.10.1991 günlü, 266 sayılı İl İdare Kurulu Kararının iptali istemiyle açılmış, idare mahkemesince; II. grup tescilli eski eser olan uyuşmazlık konusu taşınmazın imar planında “Ticari ve Turistik Amaçlı Alan”da kalması nedeniyle kamulaştırmanın imar planı amaçlarına aykırı olduğu gibi davalı idarece söz konusu taşınmazın sivil mimarlık örneklerinden birini teşkil ettiğinden mahallin etnoğrafik eserlerinin teşhir edildiği müze olarak hizmet verdirilebileceği veya, anıt müze olarak da düzenlenebileceğinin belirtildiği oysa bu amaçla ancak 2863 sayılı Yasa’nın 15. maddesinde belirtilen hükümler uyarınca kamulaştırma yapılabileceği gerekçesiyle dava konusu işlemin iptaline karar verilmiş, bu karar davalı idarelerden Kültür Bakanlığı tarafından temyiz edilmiştir.
2942 sayılı Kamulaştırma Yasası’nın 3. maddesinde idarelerin kanunlarla yapmak yükümlülüğünde bulundukları kamu hizmetlerinin veya teşebbüslerinin yürütülmesi için gerekli olan taşınmaz malları kaynakları ve irtifak haklarını kamulaştırabilecekleri hükmüne yer verilmiştir.
2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nun taşınmaz kültür varlıkları ve bunların koruma alanlarının kamulaştırılma esaslarına ilişkin 15. maddesinin (a) fıkrasında; kısmen veya tamamen gerçek veya tüzel kişilerin mülkiyetine geçmiş olan korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıkları koruma alanlarının Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca hazırlanacak programlara uygun olarak kamulaştırılacağı, koruma amaçlı imar planında kültürel amaçlara ayrılan tescilli yapıların bu amaçla onarılıp değerlendirilmesi kaydıyla koruma kurullarının kararı ve Bakanlığın tasdiki ile belediyelerce kamulaştırılabileceği, amacına uygun kamulaştırma yapılmadığının tespit edildiği takdirde yetkinin geri alınacağı, hükmü yer almıştır.
2863 sayılı Yasa’nın anılan hükmü; korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıkları ile koruma alanlarının kamulaştırılmasına ilişkin genel yetkiyi Bakanlığa vermiş, belediyelere ise koruma kurulu ve Bakanlığın izni ve denetimi altında koruma amaçlı imar planında kültürel amaçlara ayrılan tescilli yapıların bu amaçla onarılıp değerlendirilmesi kaydıyla kamulaştırma yetkisi tanımıştır.
Dosyanın incelenmesinden, uyuşmazlık konusu taşınmazın 26.4.1984/günlü, 242 sayılı, 6.8.1992 günlü 3895 sayılı koruma kurulu kararlarıyla korunması gerekli kültür varlığı olarak tescil edildiği, koruma derecesinin II. grup olarak belirlendiği, İzmir İl Kültür Müdürlüğü’nün, eski eser tescilli binanın restore edilerek kültürel hizmetlerde kullanılacağı, bu nedenle 2942 sayılı Yasa gereği kamu yararı kararı alınması istemiyle valiliğe yaptığı başvuru üzerine dava konusu işlemin tesis edildiği anlaşılmaktadır.
Eski eser niteliğindeki yapıların tespit ve tescil edilmesindeki temel amaç bu yapıların korunması olduğuna ve bu amacın gerçekleştirilmesi doğrultusunda korunmasının yanında bu varlıkların değerlendirilmesi için uzmanlık dalları geliştirilip kriterler saptanarak yasal düzenleme ve kurumsal örgütlenmelere gidildiğine göre yapının korunarak gelecek nesillere aktarılması ile kültürel hizmetlere kanalize edilmesi amacıyla tescil kararı ile yetinilmeyerek, bizzat tescil kararını veren makam tarafından kullanılmak üzere kamulaştırılabileceği açıktır. Bu itibarla, koruma kurulunun uyuşmazlık konusu yapının eski eser olarak tesciline ilişkin kararı kamu yararı kararı niteliğinde ve bu yararın varlığını belirten bir karar olduğundan, il idare kurulundan tekrar kamu yararı kararı alınmaksızın Bakanlıkça kamulaştırma işlemlerine başlanılması yeterlidir.
Diğer taraftan, Etnografya Müzesi ya da anıt müze olarak kullanılmak amacıyla kamulaştırılan uyuşmazlık konusu yapının bulunduğu parselin imar planında “Ticari ve Turistik Amaçlı Alan”da kalmasının kamulaştırma amacına aykırılık taşımadığı açıktır.
Bu durumda, dava konusu işlemde mevzuata aykırılık bulunmadığı sonucuna varıldığından idare mahkemesince iptaline karar verilmesinde isabet görülmemiştir.
Açıklanan nedenlerle İzmir 3. İdare Mahkemesinin 9.2.1994 günlü, E: 1993/153, K: 1994/142 sayılı kararının (BOZULMASINA), dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 23.1.1995 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Belediye Meclisi üyesi olan kişinin, aynı zamanda dava konusu taşınmazın kamulaştırılmasına karar veren belediye encümeni ve kıymet takdir komisyonlarında üye olarak yer alması sebebiyle, usulüne uygun olarak oluşturulmamış komisyonca hesaplanan kıymete göre yapılan kamulaştırma işleminin iptali gerekir.
İstemin Özeti: Sakarya İdare Mahkemesinin 25.4.1995 günlü, E: 1992/289 K: 1995/481 sayılı kararının usul ve yasaya aykırı olduğu öne sürülerek bozulması istenilmektedir.
TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince tetkik hakiminin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü:
Dava, … mevkii, 30L-Ic.Id.pafta, 1253 ada, 11 sayılı parsel ile 11 ve 12 sayılı parseller arasındaki imar yolu üzerinde bulunan bekçi kulübesi ve diğer müştemilatların kamulaştırılmasına ilişkin 11.2.1992 günlü, 238 sayılı belediye encümeni kararının iptali istemiyle açılmış; İdare mahkemesince, belediye meclisi üyesi olan kişinin, dava konusu taşınmazın kamulaştırılmasına karar veren belediye encümeninde ve aynı zamanda kıymet takdir komisyonunda üye olarak yer almasının 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 10. maddesine aykırı olduğu, bu nedenle usulüne uygun olarak oluşturulmamış komisyonca hesaplanan kıymete göre kamulaştırma yapılmasında usul ve yasaya uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle dava konusu işlemin iptaline karar verilmiş, karar davalı idare tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu işlemin yukarıda özetlenen gerekçeyle iptali yolundaki temyize konu Sakarya İdare Mahkemesinin 25.4.1995 günlü, E: 1992/289, K: 1995/481 sayılı kararında, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 49. maddesinin 1. fıkrasında sayılan bozma nedenlerinden hiçbirisi bulunmadığından bozma istemi yerinde görülmeyerek anılan mahkeme kararının (ONANMASINA), dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 4.3.1996 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Mazbut vakıf taşınmazlarının mülkiyeti Vakıflar Genel Müdürlüğüne aittir. Kamulaştırmaya konu taşınmazın mazbut vakfa ait olması halinde; kamu kuruluşları arasında taşınmaz mal için kamulaştırma yapılamayacağından, dava konusu işlemin yok hükmünde olduğuna karar verilmesi gerekirken, mahkemece mazbut ve mülhak vakıf ayrımı yapılmadan 2942 s. Yasa’nın genel hükümleri uyarınca kamulaştırma yapılmasının uygun olduğundan bahisle uyuşmazlık hakkında karar verilmesi isabetsizdir.
İstemin Özeti: Aydın İdare Mahkemesinin 6.6.1995 günlü, E: 1993/783 K: 1995/982 sayılı kararının usul ve yasaya aykırı olduğu öne sürülerek bozulması istenilmektedir.
TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince tetkik hakiminin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü:
Dava, … İli, … İlçesi, … mevkii, M-2a12d pafta, 189 parsel sayılı … Cami Vakfı adına kayıtlı taşınmazın 1959 m2.lik kısmının kaymakam evi ve özel idare hizmet binası yapılması amacıyla 2942 sayılı Yasa’nın 5 ve 6. maddeleri uyarınca kamulaştırılmasına ilişkin 26.5.1993 günlü, 457 sayılı il daimi encümeni kararının iptali istemiyle açılmış, idare mahkemesince; uyuşmazlığa konu kamulaştırma işleminin dayanağını oluşturan 1/1000 ölçekli uygulama imar planının iptali istemiyle açılan davada, mahkemenin 12.4.1995 günlü, E: 1993/561, K: 1995/647 sayılı kararıyla söz konusu parsel yönünden imar planının iptaline karar verildiğinin anlaşılması karşısında, dayanağı ortadan kalkan dava konusu kamulaştırma işleminde mevzuata uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle iptaline karar verilmiş, bu karar davalı idare vekilince temyiz edilmiştir.
Dava dosyasının incelenmesinden, … Vakıflar Bölge Müdürlüğü tarafından kamulaştırılan taşınmazın mazbut … Camii Vakfına ait olması nedeniyle ancak 2942 sayılı Yasanın 30. maddesine göre devrinin istenebileceği ileri sürülmesine rağmen, mahkemece taşınmazın mülhak vakıf ya da mazbut vakıf olup olmadığı araştırılmaksızın anılan vakıf taşınmazın 30. maddeye göre değil genel hükümlere göre kamulaştırılmasının yerinde olduğu sonucuna varılarak uyuşmazlık hakkında karar verildiği anlaşılmıştır.
Anayasanın 46. maddesinin 1. fıkrası ve 2942 sayılı Yasa’nın 1. maddesinde ancak özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların kamulaştırılabileceği, aynı Yasa’nın 30. maddesinde de, kamu tüzel kişilerinin ve kurumlarının sahip oldukları taşınmaz mal, kaynak ve irtifak haklarının diğer bir kamu tüzel kişisi veya kurumu tarafından kamulaştırılamayacağı; taşınmaz mala, kaynak ve irtifak hakkına ihtiyacı olan idarenin ödeyeceği bedeli de belirterek mal sahibi idareye yazılı olarak başvuracağı, mal sahibi idare devire muvafakat etmez veya altmış gün içinde cevap vermezse anlaşmazlığın, isteyen idarenin başvurusu üzerine Danıştay’ın ilgili idari dairesince incelenerek iki ay içinde kesin karara bağlanacağı kurala bağlanmıştır.
Öte yandan, Danıştay Genel Kurulunun 12.5.1977 günlü, E: 1977/20, K: 1977/30 sayılı, 15.2.1979/günlü, E: 1978/78, K: 1979/21 sayılı kararları ile Danıştay İdari İşler Kurulunun 17.11.1988/günlü, E: 1988/105, K: 1988/121 sayılı kararı ve Danıştay Altıncı Dairesinin yerleşik kararlarında vurgulandığı üzere mazbut vakıfların özel bütçesinin olmadığı, bunların gelir ve giderlerinin Vakıflar Genel Müdürlüğü bütçesinde yer aldığı, mazbut vakıf tüzel kişiliğini Vakıflar Genel Müdürlüğü tüzel kişiliğinden ayrı düşünmeye olanak bulunmadığı, bütçesi, organları, statüsü olmayan bir varlığa hukuk süjesi olarak bakılamayacağı, mazbut vakfın ancak … Genel Müdürlüğünün tüzel kişiliğiyle somutlaştığı, mazbut vakfa ait taşınmazların Kamulaştırma Kanunu’nun 30. maddesi kapsamına giren, tüzel kişiliği haiz, katma bütçe ile idare olunan Vakıflar Genel Müdürlüğüne ait olduğu sonucuna ulaşılmaktadır.
Bu durumda, kamulaştırmaya konu taşınmazın mazbut vakıf olması halinde dava konusu işlemin yok hükmünde olduğuna karar verilmesi gerekeceğinden mahkemece mazbut veya mülhak vakıf ayrımı yapılmaksızın 2942 sayılı Yasanın genel hükümlerine göre kamulaştırma yapılmasının uygun olduğundan bahisle uyuşmazlık hakkında karar verilmesinde hukuki isabet görülmemiştir.
Açıklanan nedenlerle Aydın İdare Mahkemesinin 6.6.1995 günlü, E: 1993/783, K: 1995/982 sayılı kararının (BOZULMASINA), dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 10.12.1996 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Milli eğitim müdürlüğü yazısında, imar planında ilkokul alanı olarak ayrılan yere ihtiyaç bulunduğu, 1993 yılı imar programı çalışmalarında değerlendirmeye alınacağı belirtildiğinden, kamulaştırma şerhinin kaldırılması istemiyle yapılan başvurunun reddinde isabetsizlik görülmediği
Dava, imar planında ilkokul yeri olarak ayrılan taşınmaza ilkokul olarak ihtiyaç bulunmadığı ve okul yapılmayacağının bildirilerek kamulaştırma şerhinin kaldırılması istemiyle yapılan başvurunun reddine ilişkin Milli Eğitim Müdürlüğü işleminin iptali istemiyle açılmış; İdare Mahkemesince, 3194 sayılı Yasanın 13.maddesi açıklandıktan sonra, belediye yazısı ile, dava konusu taşınmazın bulunduğu alan çevresinde kişi başına düşen eğitim alanının planlanan nüfusa göre olması gereken eğitim alanına kıyasla oldukça yetersiz olduğunun belirtildiği, Milli Eğitim Müdürlüğünün ara kararı cevabı yazısında, davacılara ait taşınmazın çevresinin ilerideki yoğun yapılaşma ve nüfus artışı dikkate alınarak imar planında ilkokul yeri olarak ayrıldığı, 1993/yılı kamulaştırma programı çalışmalarında değerlendirmeye alınacağı ve ödeneği temin edildiğinde kamulaştırılacağının belirtilmesi karşısında dava konusu işlemde hukuka aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, karar davacılar tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu işlemin iptali istemi ile açılan davanın yukarıda özetlenen gerekçeyle reddi yolundaki temyize konu İstanbul 5.İdare Mahkemesinin 29.9.1992 günlü, 1992/952 sayılı kararında 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 49.maddesinin 1.fıkrasında sayılan bozma nedenlerinden hiçbirisi bulunmadığından bozma istemi yerinde görülmeyerek anılan mahkeme kararının onanmasına karar verildi.
Zindanhan (istanbul-eminönü) ve çevresinin özel proje alanı olarak belirlenmesi nedeniyle belediyece kamulaştırılan taşınmaz daha sonra yürürlüğe giren 2.11.1990 onay tarihli 1/5000 ölçekli eminönü-fatih koruma nazım imar planında da yeşil alanda kaldığından işlemde isabetsizlik bulunmadığı, mahkemece yörenin korunması gerekli alan olması nedeniyle bu konuda kamulaştırmaya kültür bakanlığının yetkili olduğu yolunda karar verilmesinde isabet görülmediği
Dava, taşınmazın Haliç Düzenleme alanında kalması nedeniyle ve bu amaca yönelik olarak kamulaştırılmasına ilişkin İstanbul 15.Noterliğinin 17.4.1987/günlü, 014570 yevmiye numarasıyla tebliğ edilen işlemin iptali istemiyle açılmış, İdare Mahkemesince, Danıştay Altıncı Dairesinin 27.4.1992 günlü, 1992/1902 sayılı kararına uyularak, İstanbul 1 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulunun 7.9.1989/günlü, 1281 sayılı kararının incelenmesinden, Yemişkapanı, Kapalıçarşısının yerinde ve eldeki belgelere göre çevresindeki diğer yapılarla birlikte ihya edilmesinin daha doğru ve uygun olduğuna karar verildiği, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığınca kurul onayına sunulan 1/5000 ölçekli Tarihi Yarımada Koruma İmar Planı ve Nazım Plan raporunda da özel proje alanı olarak ayrıldığı gözlenen bu bölgenin korunması gerekli Kültürel, sosyal, ekonomik niteliklerini yaşatmaya ve gelecek kuşaklara aktarmaya yönelik planın bir an önce hazırlanmasına karar verildiği, bu durum karşısında uyuşmazlık konusu taşınmazı kamulaştırma yetkisinin 2863 sayılı Yasanın 15.maddesinin (a) bendine göre Kültür Bakanlığı’na ait olduğu, aynı fıkraya 3386 sayılı Yasanın 5. maddesiyle eklenen fıkranın olayda uygulanamayacağı gerekçesiyle dava konusu işlemin iptaline karar verilmiş, bu karar davalı idare tarafından temyiz edilmiştir.
2863 sayılı Yasanın 15.maddesinin (c) fıkrasında; “korunması gerekli taşınmaz Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma alanları, imar planında yola, otoparka, yeşil sahaya rastlıyorsa bunların belediyelerce, sair kamu kurum ve kuruluşlarının bakım ve onarım ile görevli oldukları veya kullandıkları bu gibi kültür varlıklarının korunma alanlarının ise, bu kurum ve kuruluşlarca kamulaştırılması esastır.” hükmü yer almaktadır.
Dosyanın ve temyiz dilekçesinin birlikte incelenmesinden, Zindanhan ve çevresinin özel proje alanı olarak ayrılmış bulunduğu, bu projede dava konusu taşınmazın korunarak turizm amacıyla düzenlenecek saha içinde kaldığı, 2.11.1990 onay tarihli 1/5000 ölçekli Eminönü-Fatih Koruma Nazım İmar Planında yeşil alanda bulunduğu ve 2863 sayılı Yasa kapsamında korunması gerekli Kültür Varlığı niteliğinde de olmadığının anlaşılmış olması nedeniyle, 2863 sayılı Yasanın 15.maddesinin (C) fıkrası uyarınca yeşil alanda kalan bu taşınmazı kamulaştırmaya belediyenin yetkisinin bulunduğu açık olup, aksi yönde verilen İdare Mahkemesi kararında isabet görülmemiştir.
Açıklanan nedenlerle İstanbul 1.İdare Mahkemesinin 29.4.1993 günlü, 1993/687 sayılı kararının bozulmasına karar verildi.
AZLIK OYU: Dosyanın incelenmesinden dava konusu taşınmazın davalı belediyece 13.12.1984/onay tarihli 1/1000 ölçekli Haliç Düzenleme Alanı Uygulama İmar Planı uyarınca Haliç Düzenleme alanında kaldığından bahisle kamulaştırıldığı, ancak plan notları incelendiğinde, taşınmazın 1/1000 ölçekli Haliç Düzenleme Alanı Uygulama İmar Planında korunarak turizm amacıyla düzenlenecek saha içinde kaldığı bu durumda belediyenin bu amaçla kamulaştırma yapamayacağı daha sonra 1/5000 ölçekli 2.10.1990 onay tarihli Koruma Amaçlı İmar Planında taşınmazın yeşil alana ayrılması ile sonuçta kamulaştırma işlemine işlerlik kazandırıldığı anlaşılmaktadır.
Anayasal güvence altındaki mülkiyet hakkı elinden alınan kişilerin bu durumunun hangi hukuki nedene dayandığını, sağlıklı bir biçimde bilmeleri hukuk devleti anlayışının gereği olmalıdır. Bu nedenle idare, 1984/yılında yapılan bir plana dayalı olarak yaptığı kamulaştırma işlemi için bu plan yeni bir planla yürürlükten kalktıktan yıllar sonra yeni planda da taşınmazın kamulaştırılacak alan da kaldığını ileri sürerek kamulaştırma işlemine hayatiyet veremez.
Bu düşüncenin kabulü halinde taşınmazı kamulaştırılan kişi, sonraki planı kamulaştırma davasının reddine ilişkin kararla öğrenecek, ancak, aynı kararla taşınmazla ilgisi kesilmiş olacağından plana karşı dava açma hakkını kullanamamış olacaktır.
Ayrıca uyuşmazlık konusu taşınmazın bedel takdirinin 1986/yılı itibariyle yapılmış olması nedeniyle kamulaştırma bedeli yönünden de davacı aleyhine bir durum yaratılmış olacaktır ki bunu kabule de olanak bulunmamaktadır. Bütün bu nedenlerle temyize konu İdare Mahkemesi kararının sonucu itibariyle onanması gerekeceği görüşüyle karara katılmıyorum.
Danıştay 6. Dairesi E: 1993/272 K: 1993/5860 T: 27/12/1993
Mülkiyeti belediyeye ait taşınmaz üzerine ruhsatsız olarak yapılan yapıların ıslah imar planına göre korunmasının mümkün olmadığı anlaşıldığından, enkazın belediyece kamulaştırılmasında isabetsizlik görülmediği, mahkemece işlemin kamulaştırma amacının belirtilmediği gerekçesiyle iptaline karar verilmesinin yerinde olmadığı
Dava, mülkiyeti davalı belediyeye ait taşınmaz üzerinde bulunan davacılar tarafından yaptırılan iki mağazanın kamulaştırılmasına ilişkin davalı idare işleminin iptali istemiyle açılmış, İdare Mahkemesince; 2942 sayılı Kamulaştırma Yasasının kamulaştırma şartları başlıklı 3. maddesinde; idareler, kanunlarla yapmak yükümlülüğünde bulundukları kamu hizmetlerinin veya teşebbüslerinin yürütülmesi için gerekli olan taşınmaz malları, kaynakları ve irtifak haklarını; bedellerini nakden ve peşin olarak ödemek suretiyle kamulaştırma yapabileceğinin hükme bağlandığı, kamulaştırmanın ne amaçla yapıldığı, bu amacın belediyenin yasal görevleri arasında bulunup bulunmadığının ve kamulaştırma işleminin kapsamının bilinmesinin gerektiği, olayda ise davacıya ait iki mağazanın kamulaştırılma işleminin hangi amaçla ve hangi kamu hizmetinin yerine getirilmesi için yapıldığının belirtilmediği gerekçesiyle dava konusu kamulaştırma işleminin iptaline karar verilmiş, bu karar davalı idare vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dosyanın incelenmesinden; mülkiyeti belediyeye ait olan taşınmaz üzerine davacılar tarafından ruhsatsız olarak yapılan mağazaların, ıslah imar planına göre korunmadığı, bu nedenle kamulaştırma işlemi ile yapıların enkaz bedellerinin tespiti yoluna gidildiği anlaşıldığından İdare Mahkemesince 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 3.maddesindeki koşulların gerçekleşmediği gerekçesiyle verilen iptal kararında isabet görülmemiştir.
Açıklanan nedenlerle temyize konu Manisa İdare Mahkemesinin 16.10.1992 günlü, 1992/664 sayılı kararının bozulmasına karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 1989/1530 K: 1990/2674 T: 17/12/1990
Danıştay 6. Dairesi E: 1987/1238 K: 1988/1232 T: 08/11/1988
Danıştay 6. Dairesi E: 1993/272 K: 1993/5860 T: 27/12/1993
Danıştay 6. Dairesi E: 1992/683 K: 1992/4238
Danıştay 6. Dairesi E: 1992/2096 K: 1993/5188 T: 08/12/1993
Toplu konut alanı ilan edilen yerlerde ucuz konut temin etmek maksadıyla arsa ofisine başvurulması ve bu yöndeki istemin arsa ofisince reddedilmesi ve 1580 sayılı yasa uyarınca ucuz konut temin etmek görevinin zorunlu görevler arasına belediye meclisi kararı ile alınması koşuluyla belediyelerin kamulaştırma yapabileceği
Dava, Güney Kent Toplu Konut sahasında kalan taşınmazın ucuz konut temin etmek amacıyla kamulaştırılmasına ilişkin belediye encümeni kararının iptali istemiyle açılmış, İdare mahkemesince; davacının taşınmazının nazım imar planında toplu konut sahasında kaldığı, taşınmazın bulunduğu bölgenin valilik onayıyla toplu konut sahası olarak ilan edildiği, toplu Konut sahası olarak ilan edilen bölgede 2985 sayılı Arsa Ofisi Kanunu uyarınca kamulaştırma yetkisinin Arsa Ofisi Genel Müdürlüğü’ne ait olduğu, bu nedenle davalı idarenin kamulaştırma yetkisinin bulunmadığı, gerekçesiyle dava konusu işlem iptal edilmiş, karar davalı idare tarafından temyiz edilmiştir.
1580 Sayılı Belediye Kanununun 15.maddesinin 68 fıkrası uyarınca belediyeler ucuz belediye meskenleri yapmak hususunda ihtiyari görevli sayılmış, aynı Yasaya 5656 sayılı yasayla eklene ek 1.fıkra uyarınca belediyelerin ihtiyari görevlerinin belediye meclisi kararıyla zorunlu görevler arasına alınabileceği kurala bağlanmış, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununda da devlet ve diğer kamu tüzel kişilerinin yapmakla görevli oldukları hizmetlerin yerine getirilebilmek amacıyla kamulaştırma yapabilecekleri hüküm altına alınmıştır.
Arsa Ofisi Kanunun 12.maddesinde de kamu tüzel kişileri olan kuruluşlarla kamu kurumlarının arsa ihtiyaçlarını Arsa Ofisi Genel Müdürlüğü’ne bildirerek ofis eliyle karşılamak zorunda oldukları, ancak vaki talep arsa ofisince 4 ay içinde cevaplandırılmaz veya bu müddet içinde arsa ihtiyacının karşılamayacağı daha önce yazı ile bildirdiği takdirde talep olunan arsalar için zorunluluğun ortadan kalkacağı hükme bağlamış bulunmaktadır.
Dosyanın incelenmesinden, dava konusu taşınmazın 23.10.1984/günlü valilik onayı ile toplu konut sahası ilan edildiği nazım imar planında taşınmazın toplu konut sahası olarak ayrıldığı, davalı belediyece taşınmazın ucuz konut temini amacıyla bu husustaki ihtiyari görevini belediye meclisi kararıyla zorunlu görevleri arasına aldığı ancak arsa ofisine başvurarak arsa ihtiyacını bu yolla gidermek zorunluluğuna uymadan yaptığı anlaşılmaktadır.
Anılan yasal düzenlemeler ışığında belediyelerin toplu konut sahası olarak ilan edilen ve planda bu amaçla ayrılan alanlarda ucuz konut temininin belediye mevzuatında belediyenin görevleri arasında sayılması sebebiyle kamulaştırma yapabilecekleri ancak yasal usule uyularak önceden ihtiyari görevler arasında sayılan ucuz konut temini görevinin zorunlu görevler arasına belediye meclisi kararıyla alınması ve arsa ofisine başvurulması ve bu başvuru süresince dört ay içinde ihtiyacın karşılanamayacağının arsa ofisince bildirilmesi veya ofis cevap verilmemesi üzerine gerçekleştirileceği açıktır.
Bu durumda arsa ofisine başvurulmaksızın alınan kamulaştırma kararında mevzuata uyarlık bulunmadığından mahkemece dava konusu işlemin iptali yönünden verilen kararda sonucu itibariyle isabetsizlik görülmemiştir.
Açıklanan nedenlerle temyize konu Adana 1.İdare Mahkemesinin 27.12.1991 günlü, 1991/1444 sayılı kararının yukarıda belirtilen gerekçeyle onanmasına karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 1997/2335 K: 1998/2171 22/04/1998
Danıştay 6. Dairesi E: 2012/3492 K: 2013/5107
Danıştay 6. Dairesi E: 1983/998 K: 1984/3084 T: 21/11/1984/
Danıştay 6. Dairesi E: 1984/880 K: 1985/278 T: 18/02/1985/
Danıştay 6. Dairesi E: 1993/1874 K: 1993/5037
İdare, kamulaştırma bedelini peşin olarak bankaya yatırmak suretiyle yasal yükümlülüğünü yerine getirdiğinden, mahkemece, bedelin bankaya yatırılması aşamasında hangi hisseye ne kadar ödeme yapılacağının belirlenerek idarenin onayına bağlı kalmaksızın bu bedelin ödenmesi gerekeceği nedeniyle kamulaştırma işleminin iptaline karar verilmesinde isabet görülmediği.
İstemin özeti: Sivas İdare Mahkemesinin 16.2.1993 günlü, E: 1992/267, K: 1993/35 sayılı kararının usul ve yasaya aykırı olduğu Üne sürülerek bozulması istenilmektedir.
Savcı Düşüncesi: Uyuşmazlık, davacıya ait taşınmazın kamulaştırılmasına ilişkin işlemin iptali istemiyle açılan davada, davacının da hissedarı olduğu taşınmazın kamulaştırıldığı ve hissedarlar adına yatırılan kamulaştırma bedeline ekli listede hissedarların isimleri karşısında hisse oranlarının yazılı olduğu, mahkemece ara kararına verilen cevapta, bankaya il milli eğitim müdürlüğünce belge hazırladıktan sonra ödeme yapılması için yazı yazıldığı, T.C. Anayasasının 46. maddesinin 1 ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 3. maddesinin 1. fıkrası hükümleri uyarınca kamulaştırma bedelinin peşin ve nakden ödenmesi gerektiği, bu nedenle kamulaştırma bedelinin bankaya yatırılması aşamasında hangi hisseye ne kadar ödeme yapılacağının belirlenmesi ve ödeme aşamasında olayda olduğu gibi idarenin bir onayına başlı olmaması gerektiği görüşü ile, kamulaştırma işlemini iptal eden idare mahkemesi kararının bozulması isteminden oluşmaktadır.
Davalı idare temyiz dilekçesinde, kamulaştırma bedelinin bankaya bloke edildiği hissedarların hisselerinin belirlenmiş olduğu, ödemede herhangi bir yanlışlığa meydan vermemek için hazırlanacak evrak sonrası ödeme yapılması için bankaya yazı yazıldığı bu durumda kamulaştırma bedelinin davacı adına bankaya bloke edilmesi ile Anayasanın ve Kamulaştırma Kanununun aradığı nakden ve peşin ödeme koşulunun yerine getirildiğini iddia etmektedir.
T.C. Anayasanın 46. maddesinin 3. bendinde kamulaştırma bedelinin nakden ve peşin olarak ödeneceğini belirtmiş, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 3. maddesinin 1. fıkrasında da idarelerin bedellerini nakden ve peşin olarak ödemek suretiyle kamulaştırma yapabileceklerini hükme başlamış bulunmaktadır.
Olayımızda, davacının da hissedar olduğu taşınmazın kamulaştırılması nedeniyle kamulaştırma bedelinin tümünün bankaya bloke edildiği ancak hissedarların sadece hisse oranlarının bankaya bildirildiği ve ayrıca gönderilecek belge sonrası ödeme yapılması için bankaya yazı yazıldığı anlaşılmaktadır.
Anayasanın ve Kamulaştırma Kanununun sözü edilen maddelerinde belirtilen peşin ve nakden ödeme koşulu kamulaştırma işlemini oluşturan önemli bir şekil unsurudur. Bu durumda, taşınmazı kamulaştırılanlar adına bankaya kamulaştırma bedelinin yatırılması anılan düzenlemenin doğal bir sonucudur. Ancak söz konusu bedelin hissedarlarca kendilerine kamulaştırma tebligatı yapıldıktan sonra ödenebilecek durumda olması gerekmekte olup, aksine bu ödemenin ikinci bir yazıya kadar durdurulması peşin ve nakden ödeme koşulunun yerine getirilmediğini göstermektedir. Bu nedenle kamulaştırma işleminde peşin ve nakden ödeme koşulunun bedelin sadece bankaya yatırılması ile gerçekleştiğini kabul etmeye hukuken olanak bulunmaktadır.
Açıklanan nedenlerle temyiz isteminin reddiyle idare mahkemesi kararının onanmasının uyun olacağı düşünülmektedir.
TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü:
Dava, … parseldeki taşınmazın 1510 m2’lik kısmının okul yapımı amacıyla kamulaştırılmasına ilişkin Sivas Valiliğini 19.2.1992 günlü, 108 sayılı işleminin iptali istemiyle açılmış, idare mahkemesince, kamulaştırılan 83, 84, 85 pafta, 861 ada ve 1-36İ37 numaralı parsellerdeki 3398 m2 için kamulaştırma bedeli olarak saptanan 80, 468.100 liranın malikler adına T.C. Ziraat Bankasında bir hesap açılarak bloke edilmesi ve ilgililerce ödeme işleminin idare tarafından evrak hazırlanmasından sonra yapılması yolundaki Sivas İl Milli Eğitim Müdürlüğünün 5.3.1992 günlü 9064 sayılı yazıları üzerine ilgili bankaya bloke edildiği, davalı idarece ödemelerde karşılık olmaması için banka tarafından yapılacak ödemenin idareden getirtilecek yazıya başlandığının belirtildiği, T.C. Anayasasının 46. maddesinin 1. fıkrası ile 2942 sayılı Kamulaştırma Yasasının 3. maddesinin 1. fıkrasının kamulaştırma bedellerinin hiçbir şarta başlı olmaksızın peşin olarak ve nakden ödeneceğini hükme başladığı, söz konusu bedellerin bankaya yatırılması esasında hangi hisseye ne kadar ödeme yapılacağının önceden belirlenmesi ve bu bedellerin talebi durumunda da idarenin onayına başlı kalınmaksızın ödeme yapılması gerektiği, dava konusu işlemde bu yönüyle hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle iptaline karar verilmiş, bu karar davalı idare vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dosyanın incelenmesinden, davalı idarece 83İ84İ85 pafta, 861 ada, 1-36İ37 numaralı parsellerde kamulaştırılan 3398 m2’lik alan için kıymet takdir komisyonunca saptanan … liranın tek bir makbuzla T.C. Ziraat Bankasına bloke edilerek tek tek parsel numaralı, tapu kayıtları ile tüm maliklerin isimleri ve hisse oranlarının bildirildiği, söz konusu parsellerin hissedar sayısının fazla olması sebebiyle ödemede yanlışlık yapılmaması amacıyla ilgililere ödeme işleminin idare tarafından evrak hazırlanmasından sonra yapılması konusunda bankaya talimat verildiği, bloke bedeli üzerine herhangi bir kısıtlama konulmadığı anlaşılmaktadır.
Bu durumda davalı idare kamulaştırma bedelini peşin olarak bankaya yatırmak suretiyle yasal yükümlülüğünü yerine getirdiğinden, mahkemece bedelin bankaya yatırılması aşamasında hangi hisseye ne kadar ödeme yapılacağının belirlenerek idarenin onayına başlı kalınmaksızın ödenmesi gerekeceği nedeniyle işlemin iptal edilmesinde isabet bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle Sivas İdare Mahkemesinin 16.2.1993 günlü E: 1992/267, K: 1993/35 sayılı kararının bozulmasına, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 24.11.1993 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2016/4014 K: 2017/1509 T: 8.3.2017
Danıştay 6. Dairesi E: 2016/4968 K: 2017/5622 T: 11.7.2017
Danıştay 6. Dairesi E: 1982/3178 K: 1983/913 T: 02/03/1983
Danıştay 6. Dairesi E: 1992/1802 K: 1993/41 T: 18/01/1993
Danıştay 6. Dairesi E: 1993/1819 K: 1993/4059 T: 11/10/1993
1/5000 ölçekli koruma nazım imar planında ve 1/500 ölçekli imar planında yeşil alana isabet eden yerin belediyece kamulaştırılmasında isabetsizlik görülmediğinden, mahkemece bu yerin kültür bakanlığınca kamulaştırılabileceği gerekçesiyle işlemin iptaline karar verilmesinde isabet görülmediği
Dava, sayılı taşınmazın Haliç Düzenleme İmar Planında günübirlik gezi alanı, yeşil alan ve benzeri kamu hizmet alanı kullanımına ayrılan yerde kalması sebebiyle kamulaştırılmasına ilişkin işlemin iptali istemiyle açılmış, İdare Mahkemesince; 2863 sayılı Yasanın 15. maddesinin (a) bendinde kısmen veya tamamen gerçek ve tüzel kişilerin mülkiyetine geçmiş olan korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıkları ile korunma alanlarının Kültür Bakanlığına hazırlanacak programlara uygun olarak kamulaştırılacağı; aynı fıkraya 3386 sayılı Yasanın 5.maddesiyle eklenen fıkrada ise, koruma amaçlı imar planında kültürel amaçlara ayrılan tescilli yapıların bu amaçla onarılıp değerlendirilmesi kaydıyla koruma kurullarının kararı ve Bakanlığın tasdiki ile belediyelerce kamulaştırılabileceği, amacına uygun kamulaştırma yapılmadığı takdirde geri alınacağı kuralına yer verildiği, davacı taşınmazının 1984 yılı onanlı 1/5000 ölçekli nazım plan ile aynı yıl onanlı 1/1000 ölçekli uygulama imar planında günübirlik alan ve yeşil saha olarak ayrılan bölgede kaldığı, kamulaştırma işleminin bu planlara dayanılarak tesis edildiği, 21.11.1990 onay tarihli 1/50000 ölçekli Koruma Nazım İmar Planını ve raporunda da özel proje alanı olarak belirlendiği ve bu bölgenin korunması gerekli kültürel, sosyal, ekonomik niteliklerini yaşatmaya ve gelecek kuşaklara aktarmaya yönelik planın bir an önce hazırlanmasına karar verildiği, bu durumda, uyuşmazlığa konu taşınmazın kamulaştırma yetkisinin 2863 sayılı Yasanın 15-(a) maddesi uyarınca Kültür Bakanlığına ait olduğu gerekçesiyle işlemin yetki yönünden iptaline karar verilmiş, bu karar davalı idare vekili tarafından temyiz edilmiştir.
2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nun 15.maddesinin (c) bendinde, “Korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının korunma alanları, imar planında yola, otoparka, yeşil sahaya rastlıyorsa bunların belediyelerce, sair kamu kurum ve kuruluşlarının bakım ve onarım ile görevli oldukları veya kullandıkları bu gibi kültür varlıklarının korunma alanlarının ise, bu kurum ve kuruluşlarca, kamulaştırılması esastır.” kuralına yer verilmiştir.
Dosyanın incelenmesinden, davacı parseline yönelik Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulunca alınmış özel bir tescil kararının bulunmadığı, 1/5000 ölçekli Koruma Nazım İmar Planında yeşil alanda kaldığı, 1/500 ölçekli vaziyet planında ise, Zindanhan’ın özel proje alanında korunacak yapı olarak belirlendiği ve davacı parselinin Zindanhan’ın koruma alanında yeşil alan fonksiyonu verilen sahada kaldığı anlaşılmaktadır.
Bu durumda, davacı taşınmazın 1/5000 ölçekli koruma nazım imar planında ve 1/500 ölçekli uygulama imar planında yeşil alana isabet ettiğinden, 2863 sayılı Yasanın 15.maddesinin (c) bendi uyarınca yeşil alanda kalan bu taşınmazı kamulaştırmaya belediyenin yetkili olduğu açık olup, İdare Mahkemesince davanın reddine karar verilmesi gerekirken aksi yönde verilmiş olan işlemin iptali yolundaki kararında isabet görülmemiştir.
Açıklanan nedenlerle, temyize konu İstanbul 1.İdare Mahkemesi’nin 28.12.1992 günlü, 1992/1673 sayılı kararının bozulmasına karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2015/9809 K: 2016/1943 T: 20.4.2016
Danıştay 6. Dairesi E: 2016/5893 K: 2017/5046 T: 20.6.2017
Danıştay 6. Dairesi E: 2016/8942 K: 2017/2166 T: 30.3.2017
Danıştay 6. Dairesi E: 1992/1802 K: 1993/41 T: 18/01/1993
Danıştay 6. Dairesi E: 1993/1350 K: 1993/2800 T: 01/07/1993
Bilirkişi incelemesi sonucu düzenlenen raporda 1/5000 ölçekli imar planının spor sahasına ilişkin değişikliğinin planlama esaslarına ve şehircilik ilkelerine uygun bulunduğu belirtildiğinden mahkemenin davanın buna yönelik kısmında isabetsizlik görülmediği; gecekondu önleme bölgesinde yer alan taşınmazda içeren 1/1000 ölçekli imar planı yapma yetkisinin ilçe belediyelerine ait olduğu, öte yandan belediyelerin ancak o taşınmazın bulunduğu yöre halkına hitap edebilecek nitelikte spor tesisleri yapımı amacıyla kamulaştırma yapabileceği, kamulaştırmaya konu taşınmazın sınırlarının 1/5000 ölçekli planda belirlenmesinin mümkün olması halinde, kamulaştırmanın 1/5000 ölçekli plana göre yapılabileceği ayrıca 1/1000 ölçekli planın gerekmediği
Dava, davacı kooperatife ait taşınmazın spor alanı yapılması amacıyla kamulaştırılmasına ilişkin belediye encümeni kararı ile bunun dayanağı olan 1/1000 ölçekli Gecekondu Öleme Bölgesi uygulama imar planı tadilatı ve 1/5000 ölçekli Revizyon Nazım İmar Planı tadilatının iptali istemiyle açılmış, İdare Mahkemesince, 3030 sayılı Yasanın 6.maddesi (A)/b bendi ile anılan kanunun uygulanması ile ilgili yönetmeliğin 8.maddesinin (c) fıkrasının birlikte değerlendirilmesinden, nazım plana uygun uygulama imar planlarının hazırlanmasının ilçe belediyelerinin yetkisinde olduğu, büyükşehir belediyelerinin yetkisinin bulunmadığı sonucuna ulaşıldığı, ara kararına davalı idarece gönderilen cevabi yazı ile eki belgelerde dava konusu 1/1000 ölçekli gecekondu önleme bölgesi planının 3030 sayılı Yasaya göre değil, 775 sayılı Gecekondu Kanununun Bazı hükümlerinin Değiştirilmesi Hakkındaki Kanun Hükmünde Kararnamenin 1.maddesi uyarınca Büyükşehir Belediyesi tarafından hazırlanarak onaylandığı belirtilmekte ve (dava konusu 1/1000 ölçekli planının onaylandığı tarihte yürürlükte bulunan şekli ile) 11.6.1985/günlü, 18781 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan 775 sayılı Gecekondu Kanununun Bazı Hükümlerinin Değiştirilmesi Hakkındaki Kanun Hükmünde Kararnamenin 1. maddesinde; 775 sayılı Gecekondu Kanununun belediye sınırları ile mücavir alanlardaki tatbikatı için Bayındırlık ve İskan Bakanlığı’na verilen hak, yetki ve görevlerin ilgili belediyelere devredildiği, belediyelerin bu hak, yetki ve görevleri yetkili organları eliyle kullanacakları, Büyükşehirlerde bu kanun tatbikatının Büyükşehir Belediyelerince yapılacağı hükmü yer almakta ise de; söz konusu yasada 1/1000 ölçekli uygulama imar planlarının yapımı konusunda Bakanlığa verilmiş bir yetkinin olmaması ve ayrıca 3030 sayılı Yasanın uygulama yönetmeliğinin 8/E maddesi hükmü ile de getirilen yetkinin yasadan öngörülmeyen bir yetki olması nedeniyle bunun, yönetmeliklerin yasalara aykırı kurallar getiremeyeceği ilkesine aykırı olduğu, nitekim, daha sonra 775 sayılı Yasaya 3414 sayılı Yasanın 1.maddesiyle getirilen Ek 2. maddesi 2.fıkrasında, büyükşehirlerde bu yasanın uygulanmasının büyükşehir belediyelerinin koordinatörlüğünde ilçe belediyelerince yapılacağının öngörüldüğü, anılan yasa kuralı ile de, artık ilçe belediyelerinin yetkili bulunduğu, büyükşehir belediyelerinin görevinin ise koordinatörlük olduğunun açıkca belirlendiği, buna göre dava konusu 1/1000 ölçekli uygulama imar planı tadilatının büyükşehir belediye başkanlığı tarafından hazırlandığı, davalı idarece öne sürüldüğü gibi yasada Bayındırlık ve İskan Bakanlığı’na uygulanan imar planı yapma konusunda herhangi bir yetkinin verilmemiş olması nedeniyle böyle bir yetkinin Büyükşehir Belediyesine tanınmasında ve devredilmesi de mümkün olamayacağından, 3030 sayılı Yasanın yukarıda yazılı hükümleri uyarınca 1/1000 ölçekli planda tadilat yapma yetkisinin ilçe belediyesine ait olması nedeniyle Büyükşehir Belediyesince yapılan dava konusu taşınmazla ilgili 1/1000 ölçekli uygulama imar planı tadilatı işleminde yasaya uyarlık görülmediği gerekçesiyle iptaline karar verilmiş; davanın dava konusu taşınmazın spor alanı yapımı amacıyla kamulaştırılmasına ilişkin bölümüne gelince, söz konusu kamulaştırma işleminin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığınca hazırlanan ve onanan 1/1000 ölçekli önleme bölgesi uygulama imar planı tadilatına dayanılarak yapılmış olması karşısında, yetkisiz makam tarafından yapılan bu plan tadilatına dayanılmak suretiyle kamulaştırılmasında hukuka uyarlık bulunmadığı gibi, 3289 sayılı Beden Terbiyesi ve Spor Genel Müdürlüğünün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunun 2.maddesi (f) fıkrası, 40.maddesi, 26.maddesi ile 14. maddesinin birlikte değerlendirilmesinden, belediyenin spor alanı yapımı amacıyla kamulaştırma yetkisinin de bulunmadığı nedeniyle söz konusu kamulaştırma kararının bu açıdan da hukuka aykırı bulunduğu gerekçesiyle iptaline karar verilmiş; davanın 1/5000 ölçekli Revizyon Nazım İmar Planı tadilatının dava konusu taşınmazla ilgili kısmına yönelik mahallinde yaptırılan keşif ve bilirkişi incelemesi sonucu düzenlenen raporda özetle, dava konusu taşınmazın spor alanı olarak ayrılmasının şehircilik ilkeleri, planlama esasları ve imar mevzuatına uygun olduğunun belirtildiği gerekçesiyle davanın bu kısmının reddine karar verilmiş, bu kararın iptale ilişkin bölümü davalı idarece redde ilişkin bölümü ise davacı tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu 1/1000 ölçekli gecekondu önleme bölgesi uygulama imar planı tadilatının iptali ile 1/5000 ölçekli Revizyon Nazım İmar Planı tadilatına karşı açılan kısmının reddi yolundaki İdare Mahkemesi kararın da 2577 sayılı Yasanın 49.maddesinin 1.fıkrasında sayılan bozma nedenlerinden hiçbirisi bulunmamaktadır.
Temyize konu İdare Mahkemesi kararının kamulaştırma işlemine ilişkin kısmına gelince;
1580 sayılı Belediye Kanununun 15.maddesinin 33.fıkrasında spor yerleri yapmak; 54.fıkrasında da mahallin ihtiyacıyla mütenasip stadyumlar tesis etmek ve işletmek belediyenin zorunlu görevleri arasında sayılmıştır.
Dosyanın incelenmesinden, dava konusu edilen ve yargılama sonucunda 1/1000 ölçekli uygulama imar planı tadilatının yetki yönünden iptaline karar verilmesine karşın, mahallinde yaptırılan keşif ve bilirkişi incelemesi sonucu şehircilik ilkeleri, planlama esasları ve imar mevzuatına uygun olduğu anlaşılan 1/5000 ölçekli revizyon nazım imar planı tadilatına karşı açılan davanın reddine ilişkin mahkeme kararının dairemizce onandığı göz önüne alındığında bu planın halen yürürlükte bulunduğu ve planda spor alanı olarak ayrılan taşınmazın sınırlarının ayrıntılı bir biçimde belirlenmiş olması ve spor tesislerinin de semtin ihtiyaçlarını karşılayacak nitelikte olması halinde belediyelerin yukarıdaki fıkra hükümlerine dayanılarak kamulaştırma yapabilecekleri dairemizin süregelen içtihatları gereğidir.
Bu itibarla, 1/5000 ölçekli revizyon nazım imar planı tadilatında kamulaştırmaya konu taşınmazın sınırlarının ayrıntılı bir biçimde belirlenip belirlenmediği ve yapılması düşünülen spor alanının semt sakinlerine hizmet vermek amacıyla planlanmış bir spor alanı olup olmadığı hususları araştırılarak yeniden bir karar verilmesi gerekmektedir.
Açıklanan nedenlerle temyize konu İstanbul 6.İdare Mahkemesinin 27.10.1992 günlü, 1992/1293 sayılı kararının 1/1000 ölçekli uygulama imar planı tadilatının iptaline ilişkin kısmı ile 1/5000 ölçekli revizyon nazım imar planı tadilatının reddine ilişkin kısmının Onanmasına, kamulaştırma işleminin iptaline ilişkin kısmının bozulmasına karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 1984/892 K: 1985/153 T: 29/01/1985
Danıştay 6. Dairesi E: 1979/4605 K: 1982/4104 T: 07/12/1982
Danıştay 6. Dairesi E: 1984/880 K: 1985/278 T: 18/02/1985/
Danıştay 6. Dairesi E: 1991/2529 K: 1993/111 T: 21/01/1993
Danıştay 6. Dairesi E: 1991/3179 K: 1993/1830 T: 12/03/1993
Belediyelerin spor alanı için kamulaştırma yapmaya yetkili oldukları, kamulaştırma karşılığının ödenmesinin tapuda ferağ verilmesi koşuluna bağlanmasının yasaya aykırı bulunmadığı
Dava, davacıya ait Gazipaşa Pazarcı Mahallesi 16 ada, 15 sayılı parselin pazarcı mahallesine yönelik olarak imar planı uyarınca spor alanı yapımı amacıyla kamulaştırılmasına ilişkin belediye encümeni kararının iptali istemi ile açılmış, İdare Mahkemesince; 1580 sayılı Belediye
Kanununun 15.maddesinin 33.fıkrasında “Spor tesisleri yapmanın” belediyelerin görevleri arasında sayıldığı, 3194 sayılı İmar Kanununun 10. maddesine göre de imar planlarının tatbikini belediyelere ait olduğunun belirtildiği, belediyenin yapmakla yükümlü olduğu kamu hizmetlerinin yürütülmesi için gerekli olan spor alanları için imar planına dayalı olarak yapmış olduğu kamulaştırma işleminde mevzuata aykırılık görülmediği, diğer taraftan, bir taşınmazın mülkiyetinin karşılıklı anlaşma yoluyla el değiştirmesinde malikin taşınmazın karşılığını almasıyla mülkiyetin devri işlemlerinin aynı zamanda gerçekleştiği göz önüne alındığında, kamulaştırmanın zor alım yoluyla olsa bile sonuç olarak mülkiyetin el değiştirmesi olduğuna göre kamulaştırma karşılığının ödenmesinin tapuda ferağ verilmesi koşuluna bağlanmasında yasaya aykırılık görülmediği ve davacının bu konuya yönelik savının işlemin iptalini gerektirecek nitelikte bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, bu karar davacı tarafından temyiz yedilmiştir.
Dava konusu işlemin iptali istemi ile açılan davanın yukarıda özetlenen gerekçeyle reddi yolundaki temyize konu Antalya İdare Mahkemesinin 12.3.1991 günlü, 1991/285 sayılı kararında, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 49.maddesinin 1.fıkrasında sayılan bozma nedenlerinden hiçbirisi bulunmadığından bozma istemi yerinde görülmeyerek anılan mahkeme kararının onanmasına karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2016/4014 K: 2017/1509 T: 8.3.2017
Danıştay 6. Dairesi E: 2016/4968 K: 2017/5622 T: 11.7.2017
Danıştay 6. Dairesi E: 1982/3178 K: 1983/913 T: 02/03/1983
Danıştay 6. Dairesi E: 2020/4519 K: 2021/10334 T: 29.9.2021
Danıştay 6. Dairesi E: 1993/506 K: 1993/1792 T: 05/05/1993
Davacıya ait taşınmazın 775 sayılı yasanın 25. maddesinde öngörülen amaç dışında bir kooperatif lehine kamulaştırılmasının mevzuata aykırı olduğu, taşınmazın esasen bir başka belediye mücavir alanına alındığı ve kamulaştırma işlemine dayanak olan imar planının iptal edildiği nedeniyle işlemin dayanaksız kaldığı
Dava, davacı şirkete ait taşınmazın gecekonduların ıslah, tasfiyesi ve yeniden gecekondulaşmayı önlemek amacıyla kamulaştırılmasına ilişkin kararın iptali istemiyle açılmış, İdare Mahkemesince; 775 sayılı Yasanın 5 ve 11.maddeleri açıklandıktan sonra, 775 sayılı Yasanın 25.madde sinde sayılan ve 7.maddesi gereğince tespit olunan gecekondu önleme bölgelerindeki arsaların öncelikle gecekonduların ıslahı ve tasfiyesi sebepleriyle açıkta kalacaklara ve diğer konutsuz vatandaşlara, ıslah ve tasfiye bölgelerinde bulunan diğer yapı sahiplerinden yapısının tasfiyesini isteyenlere, yoksul ve dar gelirlilere, kendinin veya eşinin veya ergin olmayan çocuğunun herhangi bir belediye sınırı içinde ev yapmaya müsait arsa veya herhangi bir yerde evi olmayanlara tahsis edilmesi gerektiği yolundaki kural uyarınca işlem tesis edilmesi gerekirken ve dava konusu kamulaştırmanın amacının bu yönde olmadığı kamulaştırılan taşınmazın yapı kooperatiflerine tahsis edildiği, dosyada mevcut, davacı şirket vekilinin idareye yapmış olduğu başvurusuna verilen cevaptan anlaşıldığı, bu nedenle kamulaştırmada 775 sayılı Yasanın amacına aykırılık bulunduğu, davacı şirket tarafından, kamulaştırılmasına karar verilen dava konusu taşınmazın bulunduğu Kapadık Çiftliği’nin … m2 boyutundaki bölümünün Esenyurt Belediyesi sınırları içerisine alınmasına ilişkin İl İdare Kurulu Kararının aynı Mahkemenin 1992/1032 sayılı kararı ile iptal edildiği, dava konusu parselinde yer aldığı Kapadık Çiftliği’nin Büyükçekmece Belediyesi mücavir alanında kaldığı sonucuna varıldığı, yine dava konusu kamulaştırma işleminin dayanağı olan Esenyurt Nazım İmar Planının iptali istemiyle açılan davada da mahkemenin 1992/1436 sayılı kararı ile planın iptal edildiği, bu durum da herhangi bir sahanın plan esaslarına aykırı amaçlar için kullanımı mümkün olmadığı ve uygulanabilirlik olanağı kalmayan imar planına dayalı kamulaştırma işleminin bu yönüyle de hukuka uygun olmadığı ve yasal mesnedinin bulunmadığı gerekçesiyle dava konusu işlemin iptaline karar verilmiş, bu karar davalı idare tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu işlemin yukarıda özetlenen gerekçeyle iptali yolundaki temyize konu İstanbul 3.idare Mahkemesinin 1992/1415 sayılı kararında, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 49.maddesinin sayılan bozma nedenlerinden hiçbirisi bulunmadığından bozma istemi yerinde görülmeyerek anılan mahkeme kararının onanmasına karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 1998/872 K: 1999/934 T: 15/02/1999
Danıştay 6. Dairesi E: 1993/3283 K: 1994/1221 T: 11/04/1994
Danıştay 6. Dairesi E: 1987/33 K: 1987/942 T: 20/10/1987
Danıştay 6. Dairesi E: 1992/1707 K: 1993/407 T: 11/02/1993
Danıştay 6. Dairesi E: 1992/2258 K: 1993/1098 T: 16/03/1993
Bilirkişi incelemesi sonucu düzenlenen rapor ile dosyadaki belgelerden davacıya ait olan ve belediye sınırları içerisinde imar planı bulunmayan yerdeki taşınmazının jandarma karakolu binası yapılmak amacıyla kamulaştırılmasında isabetsizlik görülmediği
Dava, taşınmazın kamulaştırılmasına ilişkin İl İdare Kurulu kararının iptali istemiyle açılmış, İdare Mahkemesince; Danıştay Altıncı Dairesinin 3.6.1991 günlü, 1991/1344 sayılı bozma kararına uyularak, kamulaştırma işleminin kamu yararına uygun olup olmadığının denetlenmesi bakımından mahallinde yapıldığı keşif ve bilirkişi incelemesi sonucu düzenlenen raporda özetle; Jandarma Karakolu hizmet binası yapılması amacıyla dava konusu işlemin tesis edildiği, imar planı bulunmayan yerleşim karayoluyla ikiye ayrıldığı, yolun kuzey kısmının yerleşim, sanayi ve kamu kurumlarının hizmet binalarının bulunduğu, karayolunun güney deniz tarafında ise turistik tesislerin bulunduğu, eski jandarma hizmet binasının deniz tarafında kaldığı, kamulaştırılan taşınmazın bitişiğindeki orman arazisinin de aynı amaca tahsisi yapıldığından yer seçiminin ve kamulaştırma işleminin mevcut yerleşime ve kamu yararına uygun olduğu yolunda görüş bildirildiği, mahkemelerince de bilirkişi raporu benimsenerek tesis edilen kamulaştırma işleminin kamu yararına uygun olduğu ve usulüne uygun yapıldığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, bu karar davacı vekilince temyiz edilmiştir.
Dava konusu işlemin iptali istemi ile açılan davanın yukarıda özetlenen gerekçeyle reddi yolundaki temyize konu Adana 1.İdare Mahkemesinin 23.1.1992 günlü, 1992/31 sayılı kararında, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 49.maddesinin 1.fıkrasında sayılan bozma nedenlerinden hiçbirisi bulunmadığından bozma istemi yerinde görülmeyerek anılan mahkeme kararının onanmasına karar verildi.
KARŞI OY: Dava konusu taşınmazın içinde bulunduğu bölgenin henüz imar planının yapılmadığı, belediye hudutları içinde bulunan ve imar planı yapıldığı zaman hangi amaca ayrılacağı belli olmayan davacı taşınmazının plan yapılmadan jandarma karakolu hizmet binası yapılacağından bahisle kamu yararı kararı ile kamulaştırılması yerinde değildir. Bu nedenle mahkeme kararının bozulması gerektiği oyuyla Dairemizce verilen onama kararına katılmıyorum.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 1984/1074 K: 1985/256 T: 12/02/1985
Danıştay 6. Dairesi E: 1984/1146 K: 1985/466 T: 12.3.1985
Danıştay 6. Dairesi E: 1985/853 K: 1985/1492 T: 19.12.1985
Danıştay 6. Dairesi E: 1986/298 K: 1986/504 T: 14/05/1986
Danıştay 6. Dairesi E: 1992/1707 K: 1993/407 T: 11/02/1993
Bilirkişi incelemesi sonucu düzenlenen raporda; yol istikamet planının 3194 sayılı yasada yer almadığı, kaldı ki yol istikamet planının 6785 sayılı yasadaki usule de uygun şekilde yapılmadığı, aynı yörede imar planı çalışması yapılması konusunda iller bankasına yetki verildiğinden, bu aşamada yol istikamet planına göre yapılan kamulaştırmada mevzuata uyarlık bulunmadığı belirtildiğinden mahkemece kamulaştırma işleminin iptaline karar verilmesinde isabetsizlik görülmediği, öte yandan; belediyenin yol yapma görevi bulunduğu, kamu yararı kararı ile kamulaştırma yapabileceği, ancak mevcut yolların şu an yeterli olduğu anlaşıldığından, bu gerekçenin de ilavesi gerektiği
Dava, Ulucak Kasabasında bulunan kayıtlı taşınmazın kamulaştırılmasına ilişkin davalı idare işleminin iptali istemiyle açılmış, İdare Mahkeme since; davaya konu kamulaştırma işleminin kasaba merkezinde bulunan Hanönü Meydanından belediye hizmet binasına uzanan yolun açılması amacıyla tesis edildiği, onaylı yol istikamet planına dayandığı belirtilmekle birlikte kamu yararı kararının da alındığı, belediye encümenince alınan kamu yararı kararının 2942 sayılı Yasanın 6.maddesi uyarınca Kaymakamlıkça onaylandığı, tesis edilen işlem ile dayanağı yol istikamet planının şehircilik ilkeleri, planlama esasları ve kamu yararına uygun olup olmadığının anlaşılması için Bilirkişi incelemesi sonucu düzenlenen raporda özetle; nüfusu 10.000’nin altında olan beldelerde imar planı yaptırma zorunluluğunun bulunmadığı, ancak belediye meclisi kararıyla imar planı yaptırılmasına karar verildiği, kamulaştırma işleminin dayanağı olan yol istikamet planlarının 3194 sayılı yasada yer almadığı, 6785 sayılı eski imar kanununda bu tür planlara yer verildiği, yol istikamet planları yerleşimin bütünlüğünü değerlendirme yerine belli bir yol güzergahını oluşturmaya yönelik olduğu, önemli bir ulaşım aksı üzerinde bulunan ve güneyinde organize sanayii alanı bulunan bu beldenin İzmir’e yakınlığı da göz önüne alınarak ulaşım dokusunun geniş değerlendirme ve planlama ile düzenlenmesi gerektiği, daha kamulaştırma kararından önce 26.10.1989 da alınan kararla halihazır harita yapımı için İller Bankasına yetki verildiği, kamulaştırma kararından kısa bir süre sonra 19.10.1990 da imar planı çalışmalarının İller Bankası eliyle başlatılmasına karar verildiği, bu planlama çalışmaları sonucunun beklenilmesinin uygun olacağı, mevcut yol güzergahının yerleşmeye şu an için yeterli hizmeti verdiği, planlama çalışmasının sonucu alınmadan kamulaştırma yapılmasını gerektirecek acil bir ulaşım sorununun bulunmadığı, kaldı ki imar planı yapıldıktan sonra, 18.madde uygulaması ve bedelsiz terkler yoluyla kamulaştırma yapılmaksızın yolun açılabileceği; Vatandaşlar, imar planı nedeniyle elde edecekleri kazançların farkında olacaklarından, yolların açılması konusunda halk desteğinin de sağlanabileceği yolunda görüş bildirildiği, mahkemelerince bu bilirkişi raporunun uygun görüldüğü, bu durumda, İzmir-Ankara karayoluna yakın bir mesafede yer alan, güneyinde organize sanayi bölgesini barındıran, bu nitelikleri itibariyle hızlı bir gelişme potansiyeli içinde bulunan Ulucak Kasabası yol güzergahının anılan imar planı çalışması bitmeden belirlenmesinde ve yolun açılması amacıyla kamulaştırma yapılmasında hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle dava konusu işlemin iptaline karar verilmiş, bu karar davalı idare vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu işlemin yukarıda özetlenen gerekçeyle iptali yolundaki temyize konu İzmir 3.İdare Mahkemesinin 15.1.1992 günlü, 1992/48 sayılı kararında, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 49.maddesinin 1.fıkrasında sayılan bozma nedenlerinden hiçbirisi bulunmadığından bozma istemi yerinde görülmeyerek anılan mahkeme kararının onanmasına karar verildi.
KARŞI OY: Dosyanın incelenmesinden, köy yerleşme alanına sadık kalınarak hazırlanan yol istikamet planlarının 26.10.1989/gününde belediye meclisince onaylandığı ve yolların isabet ettiği taşınmazların kamulaştırılması amacıyla da 22.5.1990 günlü, 190 sayılı belediye encümeni kararıyla kamu yararı kararı alındığı anlaşılmaktadır. Öte yandan, Ulucak Köyünün İzmir-Ankara Karayoluna yakın bir mesafede bulunması ve güneyinde organize sanayi bölgesinin bulunduğu, önemli ulaşım aksı üzerinde bulunan ve çok hızlı gelişme potansiyeline sahip olan bu beldenin mevcut yollarının dar ve dolambaçlı olması sebebiyle yetersiz olduğu, İller Bankasına imar planı yapma yetkisi verilmiş ise de, bu planların hazırlamasının zaman gerektirdiğinden beldenin acil yol ihtiyacını sağlamak amacıyla usulüne uygun olarak tesis edilen dava konusu kamulaştırma işleminde mevzuata aykırılık bulunmamaktadır. Bu nedenle İdare Mahkemesi kararının bozulması gerektiği oyuyla çoğunluk kararına katılmıyorum.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2004/3697 K: 2006/4213
Danıştay 6. Dairesi E: 2003/8064 K: 2005/5111 T: 25/10/2005
Danıştay 6. Dairesi E: 1984/880 K: 1985/278 T: 18/02/1985/
Danıştay 6. Dairesi E: 1991/2529 K: 1993/111 T: 21/01/1993
Danıştay 6. Dairesi E: 1991/2529 K: 1993/111 T: 21/01/1993
Mia alanı koruma kurulu kararı ile sit alanı ilan edildiğinden mahkemece imar planlarının esasının incelenmesinde isabet görülmediği keza kamulaştırma işlemleri koruma imar planına göre yapılması gerektiğinden kamulaştırma işleminin mahkemece iptalinde sonucu itibariyle isabetsizlik bulunmadığı
Dava, 1/25000, 1/5000 ve 1/1000 ölçekli planların davacıya ait taşınmaza ilişkin bölümünün iptali ile bu planlara dayalı olarak yapılan kamulaştırmaya ilişkin Büyükşehir Belediye Encümeni işleminin iptali istemiyle açılmış, İdare Mahkemesince, mahallinde yaptırılan keşif ve bilirkişi incelemesi sonucu düzenlenen raporda, Karaköy Perşembe Pazarı Merkezi İş Alanı için hazırlanan 1/25000, 1/5000, 1/1000 ölçekli dava konusu planların 1/50000 ölçekli İstanbul Metropoliten Nazım İmar Planı İlkeleri Doğrultusunda hazırlanmadığı, 1/1000 ölçekli uygulama imar planının teknik ve çizim olarak ölçeğinin gerektirdiği nitelikte olmadığı; ek raporda ise, İstanbul Büyükşehir Belediyesinin yapmış olduğu 1/25000 ve 1/5000 ve 1/1000 ölçekli planlamalar için şehircilik ve planlama ilkelerine ve planlamada ölçek hiyerarşisine ters düştüğü, 1/50000 ölçekli Metropoliten Planın bozulmaksızın Perşembe Pazarı kesiminin bütünü MİA niteliğinde bırakılarak burada, meydan, meydancık, ağaç grupları ile bir miktar açık alan gereksinmesinin karşılanması gerektiği, davalı idarenin mevcut 1/50000 ölçekli metropoliten planın yeterli olmadığı, yeşil alan gereksinmesinin yetersizliği görüşünün öncelikle 1/50000 ölçekli Metropoliten Planın yeniden yeni koşullar içinde irdelenerek, gerektiğinde revize edilerek düzenlenmesi gerektiği, dolayısıyla 1/25000, 1/5000 ve 1/1000 ölçekli imar planlarının 1/50000 ölçekli planla uyum sağlamadığı, dava konusu yerin yeşil alan haline getirilmesinin planlama ve şehircilik ilkelerine uygun bulunmadığının belirtildiği, 3194 sayılı Yasanın 3.maddesinde yer alan herhangi bir sahanın her ölçekteki plan esaslarına bulunduğu bölgenin şartlarına ve yönetmelik hükümlerine aykırı maksatlar için kullanılamayacağı, planlama ilkelerine aykırı 1/1000 ölçekli plana dayalı kamulaştırma işleminin yasal mesnedi kalmadığı gerekçesiyle dava konusu 1/25000, 1/5000 ve 1/1000 ölçekli planların ve kamulaştırma işleminin davacının taşınmazı ile ilgili bölümünün iptaline karar verilmiş, bu karar davalı idarelerce temyiz edilmiştir.
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulunun 5.2.1992 günlü, kararı ile, Beyoğlu, Galata Tersanesi Caddesi güneyindeki Karaköy Unkapanı köprüsü arasındaki sınırlar içerisinde, dava konusu taşınmazı da kapsayan alan Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununun 17.maddesi gereğince sit alanı olarak ilan edilmiştir.
2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununun 17.maddesinde, “bir alanın Koruma Kurulunca sit alanı olarak ilanı, bu alandaki imar planı uygulamasını durdurur. Koruma amaçlı imar planı yapılıncaya kadar, koruma kurulu tarafından bir ay içinde geçiş dönemi yapı şartları belirlenir…” hükmü yer almaktadır.
Dava konusu planların ilgili bulunduğu alanın sit alanı olarak ilan edilmesiyle bu tarihten itibaren söz konusu planların uygulanmasının duracağı ve koruma amaçlı imar planının hazırlanıp uygulamaya konulacağı açık bulunduğundan, 5.2.1992 tarihinden itibaren uygulama olanağı kalmayan imar planları için konunun esasına girilmeden karar verilmesine yer olmadığı yolunda bir karar verilmesi gerektiğinden mahkemece dava konusu imar planlarının iptaline karar verilmesinde isabet görülmemiştir.
Öte yandan, dava konusu taşınmazın bulunduğu alanın sözü edilen koruma kurulu kararıyla “Sit” olarak ilan edilmesiyle birlikte, bu alandaki imar planı uygulamasının duracağı açık bulunduğundan, 5.2.1992 tarihinden itibaren uygulama olanağı kalmayan 1/1000 ölçekli imar planına dayalı olarak tesis edilen kamulaştırma işleminin de anılan tarih itibariyle uygulanması mümkün görülmemektedir.
Bu durumda, dava konusu imar planlarına dayalı olarak tesis edilen kamulaştırma işleminin hazırlanıp uygulamaya konulacak koruma amaçlı imar planının içeriğine göre değerlendirilip yeniden bir karar verilmesi gerekli bulunduğundan, söz konusu kamulaştırma işleminin iptali yolundaki idare mahkemesi kararında sonucu itibariyle isabetsizlik bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle temyize konu İstanbul 3.İdare Mahkemesinin, 29.1.1991 günlü, 1991/1196 sayılı kararının imar planlarının iptaline ilişkin bölümünün bozulmasına, kamulaştırma işleminin iptaline ilişkin bölümünün sonucu itibariyle onanmasına karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2016/9529 K: 2017/2954 T: 26.4.2017
Danıştay 6. Dairesi E: 1980/1974 K: 1984/600 T: 14/02/1984
Danıştay 6. Dairesi E: 1982/2798 K: 1985/141 T: 29/01/1985
Danıştay 6. Dairesi E: 1984/880 K: 1985/278 T: 18/02/1985/
Danıştay 6. Dairesi E: 1992/1802 K: 1993/41 T: 18/01/1993
Kamulaştırma işlemine karşı dava açıldıktan sonra taşınmazın bir başka şahsa ait olduğu belirlendiğinden, eski malik adına tesis edilen işlemin mahkemece iptaline karar verilmesinde sonucu itibariyle isabetsizlik görülmediği
Dava, taşınmazın kamulaştırılmasına ilişkin işlemin iptali istemiyle açılmış, İdare Mahkemesince; kamulaştırmanın dayanağı olan imar planı değişikliği işleminin 30.10.1991 günlü 1991/493 sayılı karar ile iptal edildiği, bu durumda imar mevzuatına aykırı imar planı değişikliği doğrultusunda tesis edilen kamulaştırma işleminde de yasaya uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle dava konusu işlem iptal edilmiş, karar davalı belediye başkanlığınca temyiz edilmiştir.
Olayda, dava konusu taşınmazın mülkiyetinin kamulaştırma tarihinde davacı ile Hamiyet Çorakçı isimli üçüncü kişi arasında ihtilaflı olduğu, bu uyuşmazlığa ilişkin davanın Asliye Hukuk Mahkemesinde devam ettiği sırada tapu kaydının davacı üzerinde bulunması nedeniyle kamulaştırma işleminin davacı adına tesis edildiği, davacının kamulaştırma işlemine karşı bu davayı açtığı, bundan önce de kamulaştırmanın dayanağı olan imar planı değişikliğine karşı Sivas İdare Mahkemesinin 1990/281 esas sayısında kayıtlı davayı açtığı, her iki davanın da devam ettiği sırada Asliye Hukuk Mahkemesinin 12.3.1991 gününde kesinleşen kararı uyarınca davacı adına mevcut tapunun iptal edilerek taşınmazın Hamiyet Çorakçı adına 20.3.1991 gününde tescil edildiği, ancak İdare Mahkemesince bu husus bilindiği halde plan değişikliği işlemine ilişkin davanın davacı adına sonuçlandırılarak 30.10.1991 günlü, 1991/493 sayılı iptal kararı verildiği, anılan iptal kararına dayanılarak kamulaştırma işleminin de bu dosyadaki kararla iptal edildiği, Sivas Belediyesinin temyizi üzerine de Dairemizce verilen 18.1.1993 günlü, 1993/39 sayılı kararla plan iptaline ilişkin mahkeme kararının davacının taşınmazla mülkiyet bağının kalmadığı gerekçesine dayanılarak bozulduğu, bu davaya ait temyiz dosyası ile Dairemizin 1992/1801 esas sayısında kayıtlı temyiz dosyalarının birlikte incelenmesinden anlaşılmaktadır.
Bu durumda, uyuşmazlık konusu taşınmazın malikinin halen Hamiyet Çorakçı olması karşısında idarece gerek plan değişikliği gerekse de kamulaştırma işleminin gerçek malik adına yeniden tesis edileceği göz önüne alındığında, malik niteliğinde bulunmayan davacı adına tesis edilen kamulaştırma işleminin iptalinde sonucu itibariyle usul ve yasaya aykırılık bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle, temyize konu Sivas İdare Mahkemesinin 30.10.1991 günlü, 1991/494 sayılı kararının yukarıda yer alan gerekçeyle sonuç olarak onanmasına karar verildi.
KARŞI OY: İdari işlemler hakkında yetki, şekil, sebep konu ve maksat yönleriyle hukuka aykırı olduklarından bahisle açılacak iptal davalarında ilgililer ile idari işlemler arasındaki menfaat ilişkisinin sadece davanın açıldığı tarihte değil, davanın sonuna kadar devam etmesi gerektiği idari hukukunun temel ilkelerindendir.
Olayda ise, kamulaştırma işleminin tapuda malik olarak görülen davacı adına tesis edildiği, anılan işleme yönelik bu davanın açıldığı tarihte de yine davacının malik olduğu, ancak davanın devamı sırasında kamulaştırılan taşınmazın mülkiyetinin yargı kararı ile davacının elinden çıkıp üçüncü kişiye intibak ettiği ve mahkemece de bu hususun bilindiği tartışmasızdır.
Bu durum karşısında, uyuşmazlık konusu taşınmazla davacının mülkiyet bağı kalmadığından davanın ehliyet yönünden reddi gerekirken işlemin iptaline ilişkin mahkeme kararında usul ve yasaya uyarlık bulunmaması nedeniyle anılan kararın onanması yolundaki çoğunluk kararına karşıyız.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2008/353 K: 2008/2371
Danıştay 6. Dairesi E: 1992/283 K: 1992/3269 T: 23.9.1992
Danıştay 6. Dairesi E: 1996/345 K: 1996/5553 T: 10.12.1996
Danıştay 6. Dairesi E: 1998/6784 K: 1999/5983 T: 23.11.1999
Danıştay 6. Dairesi E: 1992/683 K: 1992/4238
Tapuda malik hanesi boş bulunan taşınmaz üzerinde mülkiyet savıyla açılan davada maliye hazinesinin taraf olması durumunda bu taşınmazın kamulaştırılması işlemine tabi tutulamayacağı.
İstemin özeti: Antalya İdare Mahkemesinin 26.11.1991 günlü, E: 1989/966 K: 1991/1170 sayılı kararının usul ve yasaya aykırı olduğu öne sürülerek bozulması istenilmektedir.
Savcı Düşüncesi: Kamulaştırmayla ilgili uyuşmazlık hakkında İdare Mahkemesi kararının, hatalı bulunduğu yolundaki iddialarla temyizen bozulması istenilmiş ise de; 2577 sayılı Yasanın 46. maddesi uyarınca İdare Mahkemelerinin nihai kararlarına karşı yapılan temyiz isteminde; öne sürülen hususlar, anılan yasanın 49. maddesinin 1. fıkrasında belirtilen nedenlerden hiçbirisine uymadığından, İdare Mahkemesince verilen kararın dayandığı hukuki ve yasal nedenler karşısında, anılan kararın bozulmasına gerektirir nitelikte görülmemektedir.
Açıklanan nedenlerle temyiz isteminin reddiyle idare mahkemesi kararının onanmasının uyun olacağı düşünülmektedir.
TÜRK MİLLETİADINA Karar veren Danıştay Altınca Dairesince dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü:
Dava Antalya Merkez Güzeloba Köyü Lara mevkii 1078 parsel sayılı taşınmazın 1378 m2’lik kısmının TRT Branşman Enerji Nakil Hattı inşası amacıyla Kepez Elektrik TAŞ lehine kamulaştırılması suretiyle idari irtifak tesisine dair 31.8.1989/günlü enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı işleminin iptali istemiyle açılmış; İdare mahkemesince; 2709 sayılı Anayasasının 46. maddesinde; Devlet ve Kamu tüzel kişilerinin kamu yararının gerektirdiği hallerde, karşılıklarını peşin Ödemek şartıyla özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların tamamını veya bir kısmını, kanunla gösterilen esas ve usullere göre kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde idari irtifaklar kurmaya yetkili olduklarının hükme bağlandığı, dava konusu taşınmazın tapuda kayıtlı ancak malik hanesi boş ve mülkiyetinin ihtilaflı olduğu, ihtilafın çözümlenmesi için açılan davada hazinenin taraf bulunduğu, taşınmazın tapu kayıtlarında malik hanesi boş olduğuna göre taşınmazın özel mülkiyette olup olmadığı hususunun belli olmadığı, her ne kadar 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 18. maddesinde mülkiyeti çekişmeli bulunan taşınmazların kamulaştırılabilineceği öngörülmüş ise de, bu maddenin uygulama alanının Anayasanın 46. maddesi uyarınca mülkiyeti özel kişiler arasında ihtilaflı bulunan taşınmazlarla sınırlı olduğunun kabulünün zorunlu olduğu, bu durumda tapuda malik hanesi boş bulunan taşınmaz üzerinde mülkiyet savıyla açılan davada kamu tüzel kişisi olan Maliye Hazinesinin taraf olması durumunda Anayasanın 46. maddesi uyarınca söz konusu yerin kamulaştırılamayacağının açık olması karşısında dava konusu işlemde mevzuata uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle dava konusu işlemin yok hükmünde sayılmasına karar verilmiş, bu karar davalı idare tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu işlemin yukarıda Özetlenen gerekçeyle iptali yolundaki temyize konu Antalya İdare Mahkemesinin 26.11.1991 günlü, E: 1989/966, K: 1991/1170 sayılı Kararının iptale ilişkin kısmında, 2577 sayılı İdari yargılama Usulü kanununun 49. maddesinin 1. fıkrasında sayılan bozma nedenlerinden hiçbirisi bulunmamaktadır.
Uyuşmazlık konusu taşınmazın malikinin belirlenmesi halinde malikin özel kişi veya kamu tüzel kişi olmasına göre 2942 sayılı Kanunun öngördüğü kamulaştırma ya da tahsis işlemlerinin yeniden yapılabileceği tabidir.
Açıklanan nedenlerle yukarıda belirtilen gerekçenin ilavesi suretiyle anılan mahkeme kararının BOZULMASINA, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 12.1.1992 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2016/4014 K: 2017/1509 T: 8.3.2017
Danıştay 6. Dairesi E: 2016/4968 K: 2017/5622 T: 11.7.2017
Danıştay 6. Dairesi E: 1982/3178 K: 1983/913 T: 02/03/1983
Danıştay 6. Dairesi E: 2020/4519 K: 2021/10334 T: 29.9.2021
Danıştay 6. Dairesi E: 1991/4311 K: 1992/3615 T: 15/10/1992
Kamulaştırma işleminin iptali istemiyle açılan davanın görülmesi sırasında imar planında değişiklik yapıldığı anlaşıldığından, mahkemece bu plan göz önünde bulundurularak karar verilmesi gerekirken, kamulaştırma işleminin gerçekleştirildiği tarihte yürürlükte olan imar planına göre karar verilmesinde isabet görülmediği
Dava, taşınmazın Porsuk Islahı İnşaatı nedeniyle Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığınca onaylı proje uyarınca kısmen kamulaştırılmasına ilişkin işlemin iptali istemiyle açılmış, İdare Mahkemesi kararıyla kamulaştırma işleminde yasal düzenlemeye aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, bu karar davacıların temyizi üzerine Danıştay Altıncı Dairesinin 1989/2141 sayılı kararıyla taşınmazın proje kapsamında kalmadığı yolundaki iddianın bilirkişi incelemesi yaptırılarak açıklığa kavuşturulması gerektiği gerekçesiyle bozulmuş, mahkemece bozma kararına uyularak mahallinde keşif ve bilirkişi incelemesi yaptırılarak düzenlenen rapor ve dosyadaki bilgi ve belgelerin birlikte değerlendirilmesi sonucunda, taşınmazın Porsuk Çayının ıslahı için hazırlanıp Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nca onaylı proje kapsamında kalması nedeniyle bu amacın gerçekleştirilmesini sağlamak amacıyla usulüne uygun olarak kamulaştırıldığı, her ne kadar aynı bilirkişi raporunda imar planında yapılan değişiklik neticesinde taşınmazın kullanım şekli değiştiği belirtilmiş ise de, davanın açıldığı tarih itibariyle olayın incelenip karara bağlanması gerektiğinden bu değişikliğe itibar edilmediği belirtilerek davanın reddine karar verilmiş ve bu karar davacılar tarafından temyiz edilmiştir.
Dava dosyasında bulunan bilirkişi raporunun incelenmesinden, son imar planına göre davacıların hissedarı olduğu parselde Devlet Su İşleri tarafından kamulaştırılması gereken bir alan bulunmadığı, bu son plan değişikliği ile taşınmazın bir kısmının yolda kaldığı anlaşılmıştır.
İmar Kanununun 3.maddesinde de, herhangi bir sahanın her ölçekteki plan esaslarına, bulunduğu bölgenin şartlarına ve yönetmelik hükümlerine aykırı maksatlar için kullanılamayacağı kurala bağlanmıştır.
Bu durumda, davacıların hissedarı olduğu taşınmazın imar planında artık Devlet Su İşleri tarafından kullanılabilecek herhangi bir amaca tahsisli olmaması nedeniyle imar planına aykırı bir kamulaştırma söz konusu olup, konunun bu yönüyle incelenerek karar verilmesi gerekirken, davanın reddedilmesinde isabet görülmemiştir.
Açıklanan nedenle, temyize konu Eskişehir İdare Mahkemesinin 24.4.1991 günlü 1991/359 sayılı kararının bozulmasına karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2004/3697 K: 2006/4213
Danıştay 6. Dairesi E: 2016/5896 K: 2017/5047 T: 20.6.2017
Danıştay 6. Dairesi E: 2016/8945 K: 2017/1511 T: 8.3.2017
Danıştay 6. Dairesi E: 1979/4605 K: 1982/4104 T: 07/12/1982
Danıştay 6. Dairesi E: 1991/1732 K: 1992/3609 T: 14/10/1992
Mevzii imar planında yol olarak gözüken yerlerin sitenin oluşması sırasında kamuya bedelsiz terk edileceği nedeniyle bu yerlerin kamulaştırma kanunu uyarınca kamulaştırılması mümkün olduğu gerekçesiyle belediye encümeni kararıyla yolların açılması şeklinde tesis edilen işlemin mahkemece iptaline karar verilmesinde isabet görülmediği
Dava, davacıların taşınmazlarında bulunan dört adet yolun imar planında fiili imar yolu olarak ayrıldığı gerekçesiyle bu yolların açılmasına ilişkin Belediye Encümeni işleminin iptali istemiyle açılmış, İdare Mahkemesince, davacıların mülkiyetinde bulunan uyuşmazlık konusu yolların kamu tarafından fiilen yol olarak kullanılmadığından be yerlerin 3194 sayılı yasanın geçici 4.maddesi kapsamında değerlendirilemeyeceği, davalı idarece imar planında imar yolu olarak ayrıldığı belirtilen yolların 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu hükümleri uyarınca kamulaştırılması mümkün iken aksi yolda tesis alınan dava konusu işlemin iptaline karar verilmiş, bu karar davalı idare tarafından temyiz edilmiştir.
Dosyanın incelenmesinden, mevzi imar planında imar yolu olarak gözüken bölümlerin söz konusu site tarafından yol olarak inşa edilmesi buraları kamuya terk edilmiş alan niteliğine kavuşturacağı, davalı Belediyenin fiilen açık olan ve imar planı paftasına göre 7 m’lik 4 adet yol olarak tahsis edilen yolların tapu sicil hanelerine işlenerek tapu kayıtlarından düşürülmesinin istenmesi karşısında Tapu Sicil Müdürlüğünün 18.9.1989/günlü yazısında 3038 m2 için yola gidecek şerhi düşüldüğü anlaşılmakta olup, artık söz konusu alanlarda sitenin mülkiyet hakkından söz edilemez.
Öte yandan Anayasanın 43.maddesinde de düzenlendiği gibi kıyılardan yararlanmada öncelikle kamu yararının gözetileceği, deniz kıyısındaki sitede imar yolunun çevre halkının kıyıda rahat ve serbest bir biçimde yararlanması amacıyla oluşturulduğu ve hiçbir şekilde kapatılamayacağı açık olup aksi yönde verilen idare mahkemesi kararında isabet görülmemiştir.
Açıklanan nedenlerle, Edirne İdare Mahkemesinin 20.12.1990 günlü 1990/734 sayılı kararının bozulmasına karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2016/4456 K: 2017/8359 T: 26.10.2017
Danıştay 6. Dairesi E: 2016/5939 K: 2017/5049 T: 20.6.2017
Danıştay 6. Dairesi E: 2016/8946 K: 2017/2953 T: 26.4.2017
Danıştay 6. Dairesi E: 1981/1198 K: 1983/3008 T: 04/10/1983
Danıştay 6. Dairesi E: 1992/283 K: 1992/3269 T: 23.9.1992
Fiili bölünme nedeniyle taşınmazın kamulaştırma sınırı dışında kaldığı ileri sürüldüğü anlaşılmakta ise de arsa sahiplerinin kendi aralarında yaptıkları ve hiçbir resmi niteliği bulunmayan özel parselasyon kamulaştırmada nazara alınamayacağından, bu nedenle kamulaştırılan alanda yalnızca hisse sahibi durumunda bulunan davacıya tebligat yapılması yerindedir.
İstemin Özeti: İstanbul 5. İdare Mahkemesinin 27.9.1991 günlü, E: 1990/796, K: 1991/1526 sayılı kararının usul ve kanuna aykırı olduğu öne sürülerek bozulması istenilmektedir.
TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü:
Dava, Kartal Şeyhli Mantarlık Mevkiinde, 1 pafta, 376 parsel sayılı yerde bulunan taşınmazın Teknoloji Endüstri Parkı Tesisi ve Havaalanı amacıyla kamulaştırılmasına ilişkin davalı idare işleminin iptali istemiyle açılmış, İdare Mahkemesince; yaptırılan keşif ve bilirkişi incelemesi sonucu düzenlenen bilirkişi raporunda, kısmen kamulaştırılan taşınmazın özel parselasyona tabi tutulduğunun ve zeminde bu plana göre fiilen bölünme gerçekleştiğinin paydaşlara bu bölümden oluşan özel parsellerin tasarruf ve yararlanmasına bırakıldığının, binaların yapıldığının, davacının yararlanmasına bırakılan 4 no`lu özel parselin boş arsa olduğunun ve kamulaştırılan kısmın dışında kaldığının belirtildiği, bu nedenle davacının özel parselinin kamulaştırma alanı dışında kalması nedeniyle adına kamulaştırma tebligatı çıkarılmaması gerekirken hissesinin kısmen kamulaştırılmasında hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle dava konusu işlemin iptaline karar verilmiş, bu karar davalı idare tarafından temyiz edilmiştir.
Dosyanın incelenmesinden, dava konusu taşınmazın özel parselasyona tabi tutularak oluşturulan yeni 4 no`lu parselin davacının özel kullanımına bırakıldığı, fiili bölünme nedeniyle taşınmazın kamulaştırma sınırı dışında kaldığı ileri sürüldüğü anlaşılmakta ise de arsa sahiplerinin kendi aralarında yaptıkları ve hiçbir resmi niteliği bulunmayan özel parselasyon kamulaştırmada nazara alınamayacağından, bu nedenle kamulaştırılan alanda yalnızca hisse sahibi durumunda bulunan davacıya tebligat yapılması yerinde olup, mahkemece verilen iptal kararında hukuki isabet görülmemiştir.
Açıklanan nedenlerle temyize konu İstanbul 5. İdare Mahkemesinin 27.9.1991 günlü, E: 1990/796, K: 1991/1526 sayılı kararının BOZULMASlNA, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 23.9.1992 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2015/9809 K: 2016/1943 T: 20.4.2016
Danıştay 6. Dairesi E: 2016/5893 K: 2017/5046 T: 20.6.2017
Danıştay 6. Dairesi E: 2016/8942 K: 2017/2166 T: 30.3.2017
Danıştay 6. Dairesi E: 2016/10676 K: 2017/2951 T: 26.4.2017
Danıştay 6. Dairesi E: 1990/2099 K: 1991/1884
Köy yerleşim alanı için Tarım ve Köy İşleri Bakanlığınca kamulaştırma yapılabileceğinden köy idaresi tarafından bu amaçla yapılan kamulaştırma işleminin mahkemece yetki yönünden iptalinde isabetsizlik görülmediği.
İstemin özeti: Sivas İdare Mahkemesinin 8.6.1990 günlü, E: 1989/669 K: 1990/361 sayılı kararının usul ve yasaya aykırı olduğu öne sürülerek bozulması istenilmektedir.
TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü:
Dava, … mevkiinde bulunan 1 ve 2 parsel sayılı taşınmazların köy yerleşim alanı olarak kamulaştırılmasına ilişkin işlemin iptali istemiyle açılmış. İdare Mahkemesince dava dosyasının incelenmesinden kamulaştırma işleminin köy ihtiyar kurulu tarafından alınan 10.8.1989/günlü, 1 sayılı kamu yararı kararına dayandığının anlaşıldığı, Devlet ve kamu tüzel kişilerinin yapmakla yükümlü bulundukları hizmetlerle ilgili olarak kamulaştırma işlemi tesis edebilecekleri, oysa davalı idarenin köy yerleşim alanı sağlama görevinin bulunmadığı, Köy Yerleşme Alanı Uygulama yönetmeliğinin 6. maddesinin son fıkrasında köy tüzel kişiliği tarafından köy yerleşim alanı için kamulaştırma yapılabileceğinin belirtildiği, ancak 422 sayılı Yasa ile 2942 sayılı Yasanın 3. maddesinin 1. fıkrası ve 442 sayılı Köy Kanununa 7 Ek Madde Eklenmesi Hakkında 3367 sayılı Kanunda bu konuda köy tüzel kişiliğine verilmiş herhangi bir görev bulunmadığı, bu durum karşısında yönetmelik kuralına dayanılarak kamulaştırma yetkisinin kullanılamayacağı gerekçesiyle dava konusu işleminin iptaline karar verilmiş, davalı vekili tarafından karar temyiz edilmiştir.
442 sayılı Yasaya 3367 sayılı Yasayla eklenen Ek Madde 13’de ve 2510 sayılı Yasaya 1306 sayılı Yasanın 1. maddesiyle eklenen Ek 2, Ek 8 ve Ek 9. maddede yer alan kurallar karşısında köy yerleşim alanı için kamulaştırma yapma yetkisinin Tarım ve Köyişleri Bakanlığına ait olduğu açık bulunduğundan dava konusu işlemin yukarıda özetlenen gerekçeyle yetki yönünden iptali yolundaki temyize konu Sivas İdare Mahkemesinin 8.6.1990 günlü, E: 1989/669, K: 1990/361 sayılı kararında, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 49. maddesinin 1. fıkrasında sayılan bozma nedenlerinden hiçbirisi bulunmadığından, bozma istemi yerinde görülmeyerek anılan mahkeme kararının ONANMASINA, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 7.10.1991 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2016/3700 K: 2016/3572 T: 2.6.2016
Danıştay 6. Dairesi E: 2004/3697 K: 2006/4213
Danıştay 6. Dairesi E: 2016/5896 K: 2017/5047 T: 20.6.2017
Danıştay 6. Dairesi E: 2016/8945 K: 2017/1511 T: 8.3.2017
Danıştay 6. Dairesi E: 1990/857 K: 1990/3028 T: 27.12.1990
Köy yerleşim planı uyarınca köy tüzel kişiliğinin plan içinde yola isabet eden yerleri kamulaştırmaya yetkisi vardır.
İstemin Özeti: Sivrihisar ilçesi, … Köyü sınırları içinde 2954 sayılı parselde kayıtlı bulunan taşınmazın köy yerleşim planı uyarınca yol ve mesken sahası olarak kamulaştırılmasına ilişkin 3.8.1989/günlü, 11 sayılı köy ihtiyar heyeti kararına karşı açılan davanın kısmen iptali, kısmen de reddi yolundaki Eskişehir İdare Mahkemesinin 17.1.1990 günlü, E:1989/514, K:1990/21 sayılı kararının davanın reddine ilişkin kısmının usul ve yasaya aykırı olduğu, dava konusu taşınmazın tamamının kamulaştırıldığı, taşınmazın bir kısmının köy yerleşme planı dışında kaldığı, davalı idarenin bu kısım için kamulaştırma yapamayacağı öne sürülerek bozulması istenilmektedir.
Türk Milleti Adına karar veren Danıştay Altıncı Dairesince dosyadaki belgeler incelendikten sonra temyiz isteminin süresinde olduğu görülerek işin gereği düşünüldü: Dava, Sivrihisar İlçesi, … Köyü sınırları içinde yer alan davacıya ait taşınmazın köy yerleşim planı uyarınca kamulaştırılmasına ilişkin işlemin iptali dileğiyle açılmış, İdare Mahkemesince köy tüzel kişiliğinin köy yerleşim planı uyarınca plan içinde kalan özel mülkiyete konu taşınmazları kamulaştırmaya yetkili olduğu, davacıya ait taşınmazın; yol ve mesken sahası olarak kullanım amacıyla ve plan uyarınca kamulaştırıldığı, mesken sahasına yönelik olan kamulaştırma kararını kusurlu kılacak herhangi bir hususun bulunmadığı, yol için yapılan kamulaştırmada ise köy tüzel kişiliğinin yol için kamulaştırma yapma yetkisinin 3202 sayılı Yasanın 2/a maddesi uyarınca ortadan kalktığı, köy tüzel kişiliğinin yetki aşımı ile işlem tesis ettiği gerekçesiyle dava konusu kamulaştırma işleminin yola ilişkin olan kısmının iptaline, aynı kararın mesken sahasına isabet eden kısmında usul ve yasaya aykırılık bulunmadığından buna yönelik davacı isteminin reddine karar verilmiş, bu kararın reddine ilişkin kısmı davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dosyanın incelenmesinden, idare mahkemesinin kamulaştırma işlemini iki kısma ayırdığı, davalı idarenin köy yerleşim planında yola isabet eden yerler için kamulaştırma yapmaya yetkisinin olmadığı sonucuna vardığı anlaşılmıştır. Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğünün görevlerini belirleyen 3202 sayılı Yasanın 2. maddesinin (a) bendinde devlet ve il yolları ağı dışında kalan köyler ve bunlara bağlı yerleşim birimlerinin, orman yollarının ve orman içi yolların yol ağını tespit etmek, bu yolları, köprüleri, sanat yapılarını, köy içi yollarını yapmak, mevcutlarını geliştirmek Genel Müdürlüğün görevleri arasında sayılmış, anılan maddenin (t) bendinde, kuruluş ve görevleri ile ilgili konularda kamulaştırma yapmaya yetkili kılınmış ve aynı Yasanın 46. maddesinde ise diğer kanunların bu kanuna aykırı olan hükümlerinin yürürlükten kalktığı belirtilmiştir. Böylece 442 sayılı Köy Kanununda köy tüzel kişiliğinin görevleri arasında yer alan köy yollarının yapımı ve bu görevin yerine getirilmesi için varolan kamulaştırma yapma yetkisinin yukarıda anılan madde hükmüyle ortadan kalktığı bilinen bir husustur. Ancak 3202 sayılı Yasanın yürürlüğe girmesinden sonra 442 sayılı Köy Kanununda 3367 sayılı Kanunla eklenen Ek 12. madde ile köy yerleşme planında konut alanına ve köy genel ihtiyaçlarına ayrılan yerler, Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan mera, yaylak, seyran gâh, yol, harman ve panayır yerler gibi alanlar ve hazinenin mülkiyetinde olup kamu hizmetine tahsis edilmemiş taşınmaz mallar köy yerleşme planının onayı ile bu özelliklerini kendiliklerinden kaybederler ve valiliğin talebi üzerine köy tüzel kişiliği adına re`sen tapuya tescil edilir hükmüne yer verilmiştir. Bu maddeye göre mülkiyeti Devlete ait olan taşınmazlar hiçbir işlem yapılmaksızın köy tüzel kişiliğinin mülkiyetine geçmekte, köy yerleşim planı içerisinde kalıp özel mülkiyete konu taşınmazlar ise köy tüzel kişiliğince kamulaştırma yolu ile köy tüzel kişiliğinin mülkiyetine geçecektir. Köy yerleşim planlarının uygulanmasında bütünlüğün sağlanması bu planların doğrultusunda gerçekleştirilen uygulamaların köy tüzel kişiliği tarafından yapılması ile sağlanabilecektir.
Dolayısıyla köy yerleşim planı uyarınca köy tüzel kişiliğinin plan içinde yola isabet eden yerleri kamulaştırmaya yukarıda adı geçen madde ışığında yetkili olduğu açıktır. Bu durumda İdare Mahkemesinin köy tüzel kişiliğinin köy yerleşim planı içinde yer alan köy yolu için kamulaştırma yapamayacağı gerekçesiyle iptal kararı vermesinde isabet görülmemiştir.
Öte yandan; dosyada mevcut köy yerleşim planının incelenmesinden davacıya ait taşınmazın bir bölümünün köy yerleşim planı dışında kalmasına karşın anılan taşınmazın tümünün (800 mı) kamulaştırıldığı anlaşıldığından, mahkemece bu durumun da göz önünde bulundurulmadığı anlaşılmaktadır.
Açıklanan nedenlerle dava konusu kamulaştırma işleminin kısmen iptal kısmen de davanın reddi yolundaki Eskişehir İdare Mahkemesinin 17.1.1990 günlü, E:1989/514, K:1990/21 sayılı kararının davanın reddine ilişkin kısmının BOZULMASINA, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 27.12.1990 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2001/4741 K: 2002/5010 12/11/2002
Danıştay 6. Dairesi E: 1982/4049 K: 1984/31 T: 17/01/1984
Danıştay 6. Dairesi E: 1983/1428 K: 1984/1248 T: 05/03/1984
Danıştay 6. Dairesi E: 1984/75 K: 1984/1594 T: 28/03/1984
Danıştay 6. Dairesi E: 1989/3197 K: 1990/2938 T: 26/12/1990
Belediyenin tevhit amacıyla inşaata elverişli olmayan bir yeri kamulaştıramayacağı
Dava, davacının taşınmazın bağımsız yapıya elverişli olmayan 49.0 m2 lik kısmının komşu 2656 sayılı parsel ile tevhidi amacıyla kamulaştırılmasına ilişkin işlemin iptali istemiyle açılmış, İdare Mahkemesince; dava dosyasının incelenmesinden, 3194 sayılı İmar Kanununun 17. maddesinde, bağımsız inşaata elverişli olmayan taşınmazların komşu taşınmaz sahibine bedel takdiri suretiyle satılacağını, komşu taşınmaz sahibi satın almaktan imtina ettiği takdirde şuyulandırılıp satmak suretiyle imar planına uygunluğunun sağlanacağını ve bu şekilde yapılan satış işleminde bedel takdirinin 2942 sayılı yasa hükümlerine göre yapılacağını öngördüğü halde, tevhid işleminin kamulaştırma yapmak suretiyle gerçekleştirileceğine dair bir hüküm öngörülmediğinden, dava konusu kamulaştırma işleminde hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle dava konusu işlem iptal edilmiş, bu karar davalı idare tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu işlemin yukarıda özetlenen gerekçeyle iptali yolundaki temyize konu İdare Mahkemesi kararında, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 49.maddesinin 1.fıkrasında sayılan bozma nedenlerinden hiçbirisi bulunmadığından, bozma istemi yerinde görülmeyerek anılan mahkeme kararının onanmasına karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 1991/2356 K: 1992/2783 T: 09/06/1992
Danıştay 6. Dairesi E: 1992/570 K: 1992/3966 T: 03/11/1992
Danıştay 6. Dairesi E: 1992/1802 K: 1993/41 T: 18/01/1993
Danıştay 6. Dairesi E: 1992/2096 K: 1993/5188 T: 08/12/1993
Danıştay 6. Dairesi E: 1990/2619 K: 1990/2543 T: 11/12/1990
Davacıya ait taşınmaz gençlik ve spor genel müdürlüğünce spor tesisleri için kamulaştırılmış ve mahkemece taşınmazın bir kısmının yola isabet ettiğinin anlaşıldığı gerekçesiyle işlem kısmen iptal edilmişse de taşınmaza isabet eden yolun genel bir yol mu yoksa spor tesisleri kompleksine dahil bir yol mu olduğunun araştırılması, yol spor tesisleri kompleksine dahil ise bu konuda davalı idarenin kamulaştırma yapma yetkisinin bulunduğu nedeniyle eksik incelemeye dayalı mahkeme kararında isabet görülmediği
Dava, taşınmazın imar planında spor tesislerine tahsisli olması nedeniyle kamulaştırılmasına ilişkin işlemin iptali isteğiyle açılmış, İdare Mahkemesince, Kadıköy Belediye Başkanlığının dosyada mevcut Beden Terbiyesi Genel Müdürlüğüne hitaben yazdığı yazıda, kamulaştırma işlemine konu olan taşınmazın 17.8.1968 onay günlü, 1/1000 ölçekli imar planı ile 12.5.1988/onay günlü, 1/5000 ölçekli Bölgeleme plan notunda kısmen stadyum sahasında; kısmen de yolda kaldığı belirtildiğinden, taşınmazın ne kadar kısmının yolda ne kadarının spor tesisleri sahasında kaldığının belirlenmek amacıyla yaptırılan keşif ve bilirkişi incelemesi sonucu düzenlenen raporda, imar planı ile kadastral pafta çakıştırıldığında, söz konusu parselin 50 m2 lik kısmının stadyum sahasında 147 m2 lik kısmının ise yolda kaldığının anlaşıldığı belirtildiğinden, anılan rapora dayanılarak stadyum sahasında kalan 50 m2 lik kısmın kamulaştırılmasına yönelik davanın reddine, yolda kalan 147 m2 lik kısmının ise spor tesisleri için kamulaştırılması mümkün bulunmadığından bu kısma ilişkin kamulaştırma işleminin iptaline karar verilmiş, bu karar davcı ve davalı tarafından temyiz edilmiştir.
İdare Mahkemesince, imar planıyla öngörülen ve davacının taşınmazına isabet eden yolun genel bir yol mu, yoksa spor tesisleri kompleksine dahil bir yol mu olduğu, stadyum işlevini yerine getirebilmesi için önem taşıyıp taşımadığı araştırılarak bu yol spor tesisleri kompleksine dahilse bu konuda Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğünün kamulaştırma yetkisine sahip olduğu göz önünde bulundurularak bir karar verilmesi gerekmektedir.
Açıklanan nedenle eksik incelemeye dayalı temyize konu İdare Mahkemesi kararının bozulmasına karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2001/4741 K: 2002/5010 12/11/2002
Danıştay 6. Dairesi E: 1981/1198 K: 1983/3008 T: 04/10/1983
Danıştay 6. Dairesi E: 2020/4091 K: 2021/8062 T: 10.6.2021
Danıştay 6. Dairesi E: 1982/4014 K: 1984/2760 T: 03/10/1984
Danıştay 6. Dairesi E: 1989/3136 K: 1990/2008
Takdir edilen bedelin tamamının bankaya yatırılmamasının ve bankaya “İkinci bir işarımıza kadar bedelin tediye edilmesi” yolunda talimat verilmesinin mevzuata aykırı olduğu.
İstemin özeti: Davacılara ait, İzmir Merkez Mersinli Tapusunda 8623 ada, 360 pafta, 1 parsel numarasında kayıtlı olan taşınmazın köprülü kavşak yapımı amacıyla kamulaştırılmasına ilişkin Karayolları Genel Müdürlüğünün 13.9.1985/günlü, 59 sayılı Kararının iptali yolundaki İzmir 2. İdare Mahkemesinin 15.2.1989/günlü, E: 1987/648, K: 1989/160 sayılı kararının, kamulaştırma bedelinin bankaya şartlı olarak yatırılmasının iptal sebebi olmadığı, paranın şartlı yatırılması uygulamada kamulaştırılan taşınmazın işlemlerinin başladığı tarihte başkasına devredilmesinin üzerine ipotek ve haciz v.s. takyitlerin konmasının doğuracağı hukuki sorunları önlemek için olduğu ayrıca kamulaştırma bedelinin tapuda tescil işlemi yapılmadan ödenmesi adli yargıda alacak davasının konusunu oluşturup, iptal davasına konu olamayacağı Öne sürülerek bozulması istenilmektedir.
TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince dosyadaki belgeler incelendikten sonra temyiz isteminin süresinde olduğu görülerek işin gereği düşünüldü:
Dava, davacıların İzmir Merkez Mersinli tapusunda 8623 ada, 360 pafta, 1 parsel sayılı taşınmazlarının köprülü kavşak yapımı amacıyla, kamulaştırılmasına ilişkin Karayolları Genel Müdürlüğünün 13.9.1985/günlü, 59 sayılı kararının iptali istemi ile açılmış, İdare Mahkemesince; davaya ait işlem dosyasının incelenmesinden 5539 sayılı Karayolları Genel Müdürlüğü Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunun 3. maddesine göre bu kanunda yazılı işleri genel müdürün, genel yardımcısına yaptıralibileceğinden, genel müdür yardımcısının kamulaştırma kararı alabileceği, Anayasasının 46. maddesinin 1. fıkrasına göre Devlet ve kamu tüzel kişilerinin kamu yararının gerektirdiği hallerde, karşılıklarını peşin ödemek şartıyla, özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların tamamını veya bir kısmını kanunla gösterilen esas ve usullerine göre kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde idari irtifaklar kurmaya yetkili oldukları, öte yandan; 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 29. maddesinde tapu harçları ve bunun gerektirdiği diğer giderlerin idarece ödeneceğinin kurala bağlandığı, bu hükümlere göre kamulaştırma yapılabilmesi için kamulaştırma karşılığı paranın mal sahibi adına peşin, kesintisiz ve sınırlamasız olarak bankaya yatırılmasının zorunlu olduğu, bu davada davacıların taşınmazının … köprülü kavşağı sınırları içinde kaldığı için Karayolları Genel Müdürlüğü’nce kamulaştırıldığı, taşınmaza Kıymet Takdir Komisyonunca 43.078.000.- lira kıymet takdir edildiği, davacılar adına ise 42.862.610 liranın T.C. Ziraat Bankası Bornova Şubesine yatırıldığı, idarece bankaya “ikinci bir işarımız olmadan tediye edilmemesi” yolunda talimat verildiği, bu durumda, davacıların kamulaştırılan taşınmazın bedelinin kesintisiz ve sınırlamasız olarak bankaya yatırılmadığı anlaşıldığından, kamulaştırma işleminde yukarıda belirtilen Anayasa ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun Hükümlerine uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle iptaline karar verilmiş, karar davalı idare tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu işlemin yukarıda özetlenen gerekçeyle iptali yolundaki temyize konu İzmir 2. İdare Mahkemesinin 15.2.1989/günlü, E: 1987/648, K: 1989/160 sayılı kararında, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 49. maddesinin 1. fıkrasında sayılan bozma nedenlerinden hiçbirisi bulunmadığından bozma istemi yerinde görülmeyerek anılan mahkeme kararının ONANMASINA, dosyanın adı geçen mahkemeyle gönderilmesine 5.11.1990 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2008/353 K: 2008/2371
Danıştay 6. Dairesi E: 1987/1238 K: 1988/1232 T: 08/11/1988
Danıştay 6. Dairesi E: 1984/892 K: 1985/153 T: 29/01/1985
Danıştay 6. Dairesi E: 1991/2022 K: 1991/1793 T: 18/09/1991
Danıştay 6. Dairesi E: 1989/1124 K: 1990/1911 T: 24.10.1990
Kamulaştırmada idarelerin yasayla kendilerine verilmiş görevleri yerine getirmesi bakımından yapılacak hizmetin niteliği esas alınır. Belediyenin kamulaştırma işlemi ile gerçekleştirilmesi istenen hizmetin çok büyük boyutlu olmaması, belediyeye verilen görevlerle uyum sağlaması gerekir.
İstemin Özeti: … köyü sınırları içindeki taşınmazın yağmur sularını tahliye kanalı güzergahında kalması nedeniyle kamulaştırılmasına ilişkin … Belediye Encümeninin 7.3.1985/günlü, 32 sayılı kararı ile bu kararı onayan ilçe idare kurulu kararının iptali yolunda verilen Samsun İdare Mahkemesinin 22.11.1988/günlü, E:1985/448, K:1988/867 sayılı kararının davacının; taşınmazın sadece zilyedi olduğu, taşınmazın bulunduğu köyün artık belediye sınırları içine dahil edildiği, kamulaştırma amacının belediyenin görevleri içinde yer aldığı, DSİ`nin bu alanı içine alan projesinin çok geniş kapsamlı olduğu ve uygulanmasının uzun bir süre alacağı öne sürülerek bozulması istenilmektedir.
Davacı Düşüncesi: … Köyünde, mülkiyeti davacıya ait parsellerin, … kasabasındaki yağmur sularını tahliye için kanal yapılması amacıyla istimlakiyle ilgili uyuşmazlıkta, idare mahkemesi bu amaçla yapılacak tesis için, kasaba sınırları dışındaki kısmı için, başka bir köy hudutları içindeki parsellerin istimlakine, belediyenin değil, DSİ Genel Müdürlüğünün yetkili bulunduğu gerekçesiyle, dava konusu tasarrufun iptali yolunda karar vermiştir.
Davalı belediye, temyiz dilekçesinde, DSİ tarafından yapılacak projenin büyük ve geniş kapsamlı bulunduğu yolundaki iddialarla temyizen bozulmasını istemiş ise de; 2577 sayılı Yasanın 46. maddesi uyarınca İdare Mahkemelerinin nihai kararlarına karşı yapılan temyiz isteminde öne sürülen hususlar, anılan Yasanın 49. maddesinin 1. fıkrasında belirtilen nedenlerden hiçbirisine uymadığından, İdare Mahkemesince verilen kararın dayandığı hukuki ve yasal nedenler karşısında, anılan kararın bozulmasını gerektirir nitelikte görülmemektedir.
Açıklanan nedenlerle temyiz isteminin reddiyle idare mahkemesi kararının onanmasının uygun olacağı düşünülmektedir.
Türk Milleti Adına karar veren Danıştay Altıncı Dairesince dosyadaki belgeler incelendikten sonra temyiz isteminin süresinde olduğu görülerek işin gereği düşünüldü: Dava, … Köyü sınırları içindeki taşınmazın yağmur sularını tahliye kanalı güzergahında kalması nedeniyle kamulaştırılmasına ilişkin … Belediye Encümeninin 7.3.1985/günlü, 32 sayılı kararı ile bu kararı onayan ilçe idare kurulu kararının iptali istemiyle açılmış, idare mahkemesince, DSİ Genel Müdürlüğünün Teşkilat ve Vazifeleri Hakkında Kanunun 2. maddesinin (a) bendinde, taşkın sular ve sellere karşı koruyucu tedbirler almak görevinin DSİ Genel Müdürlüğüne verildiği, bu konuda Belediyenin yetkili olmadığı, 1580 sayılı Yasanın 15. maddesinin 23 ve 26. fıkralarında sayılan görevlerin belediye sınırları içinde ve belde ihtiyaçları ve belde hizmetlerinin sürekliliği yönünden gereklilik arzeden işler olduğu, olayda belde ihtiyaçları ve teknik imkanları aşan, teknik araç ve gereçleri gerektiren büyük çaplı bir projenin uygulanmasının belediyeye verilen görevlerle uygunluk sağlamadığı, bu görevin yasa hükmüne göre DSİ Genel Müdürlüğüne ait olduğu sonucuna varılarak işlemin iptaline karar verilmiş ve bu karar davalı idare tarafından temyiz edilmiştir.
2942 sayılı Kamulaştırma Kanununda idarelerin kanunlarla yapmak yükümlülüğünde bulundukları kamu hizmetlerinin veya teşebbüslerinin yürütülmesi için gerekli olan taşınmaz malları kamulaştırabilecekleri kurala bağlanmış, 1580 sayılı Yasada da belediyenin belde sakinlerinin mahalli mahiyette müşterek ve medeni ihtiyaçlarını tanzim ve tasviye ile mükellef bir hükmi şahsiyet olduğu belirlendikten sonra 15. maddesinin 23. bendinde, sokak, meydan, iskele, köprü, pazar, panayır yerleri gibi umumi mahalleri daima temiz tutmat, yıkamak, temiz sularla sulatmak, kışın çamur ve karları ve buzları kaldırmak belediyelere görev olarak verilmiş olup, 2942 sayılı Yasanın 5. maddesinin ifade şeklinde de, idaralerin yasayla kendilerine verilmiş görevleri yerine getirmesi bakımından yapılacak hizmetin niteliğinin esas alındığı anlaşılmaktadır.
Uyuşmazlık konusu olayda da, kamulaştırma işlemi kasaba sınırları içerisinde tamamlanan, yağmur sularının … Gölüne tahliyesini amaçlayan tahliye kanali güzergahının olay tarihinde belde sınırları dışında temyiz aşamasında belde sınırları içerisinde kalan … Köyünden geçen kısmının da tamamlanması amacıyla yapılmış olup kamulaştırma işlemi ile gerçekleştirilerek istenen hizmetin çok büyük boyutlu olmadığı, DSİ Genel Müdürlüğünün görevlerine giren çapta büyük bir projenin gerçekleştirilmesinin amaçlandığı, yapılan işin belediyeye verilen görevlerle uyum sağladığı sonucuna varılmıştır.
Bu durum karşısında, İdare mahkemesince işlemin yetki yönünden iptal edilmesinde isabet bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle Samsun İdare Mahkemesinin 22.11.1988/günlü, E:1985/448, K:1988/867 sayılı kararının BOZULMASINA, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 24.10.1990 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 1986/306 K: 1986/532 T: 21/05/1986
Danıştay 6. Dairesi E: 1986/586 K: 1986/811 T: 9.10.1986
Danıştay 6. Dairesi E: 1986/664 K: 1986/967 T: 18.11.1986
Danıştay 6. Dairesi E: 1986/1047 K: 1986/1132 T: 16.12.1986
Danıştay 6. Dairesi E: 1989/1282 K: 1990/1654 T: 10.10.1990
Mahkemece bölgede keşif ve bilirkişi incelenmesi yapılarak buradaki yapıların çoğunluğunun işyeri veya konut olarak kullanılıp kullanılmadığının tespiti üzerine bir karar verilmesi gerektiğinden, bu inceleme yapılmaksızın kamulaştırma işleminin iptali istemiyle açılan davanın reddinde isabet yoktur.
İstemin Özeti: … , … mevkiinde, davacıya ait 1868 ada, 1 parsel ve 1823 ada. 17 parsel sayılı taşınmazların kamulaştırılmasına dair 18.7.1986/günlü, 57.1/429 sayılı belediye encümeni kararının iptali dileğiyle açılan davanın reddine ilişkin … 3. İdare Mahkemesinin 18.10.1988/günlü, E: 1986/1193, K: 1988/923 sayılı kararının; 2981 sayılı Yasa ile başkalarının arazisi üzerinde yapılan konutların yasallaştırıldığı, bu arsalar üzerine işyeri yapan kişilerin zenginleşmesinin amaçlanmadığı, yapılanma sırasında belediye tarafından arazi üzerinde hem konut hem de işyeri olduğu belirtildiğinden, mahkemece keşif yapılarak gerçek durumun ortaya çıkarılması gerektiği, belediyenin işyeri bulunan yerleri kamulaştırıp gerçek konut alanlarını kamulaştırma dışında bıraktığı, bütün işlemlerin siyasal etkilerle ve çıkar karşılığı yapıldığı, daha önce kesinleşen mahkeme kararlarının infazı ile işyerlerinin yıktırıldığı bu yerlerin hükümle ifraz edilip çaplarının fiilen oluştuğu öne sürülerek bozulması istenilmektedir.
TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince dosyadaki belgeler incelendikten sonra temyiz isteminin süresinde olduğu görülerek işin gereği düşünüldü:
Dava, … , … mevkiinde 1868 ada, 1 parsel ve 1823 ada, 7 parsel sayılı taşınmazların üzerinde bulunan yapı sahiplerine tahsis edilmek üzere 2981/3290 sayılı Yasa uyarınca kamulaştırılmasına ilişkin 18.7.1986/günlü, 57.1/429 sayılı belediye encümeni kararının iptali istemiyle açılmış, İdare Mahkemesince davalı belediye tarafından gönderilen ara kararı cevabından uyuşmazlık konusu taşınmazların hisseli olduğu, üzerinde çok sayıda gecekondu bulunduğu ve bu parsellerin ıslah imar planlarında konut alanı olarak gösterildiğinin anlaşıldığı, bu durumda taşınmazların 2981/3290 sayılı Yasanın 9. maddesi uyarınca kamulaştırılmasında yasanın amacına ve mevzuata aykırılık bulunmadığı belirtilerek davanın reddine karar verilmiş, karar davacı tarafından temyiz edilmiştir.
2981 sayılı İmar Affı Yasasının 9. maddesinin (c) fıkrasında, başkasının arsa veya arazisi üzerine yapılan gecekonduların durumu düzenlenmiş olup, arsa veya arazı sahibi ile gecekondusu bulunan kişinin anlaşmaları halinde ıslah imar planına veya yapının konumuna göre ifraz edilerek arsanın gecekondu sahibi adına tescil edileceği, gerekli görülen durumlarda ise, bu anlaşma beklenilmeksizin üzerinde bir yerleşme alanı ya da yapı topluluğu niteliğinde gecekondular bulunan arsa ve arazilerin kamulaştırılarak bedelinin gecekondu sahiplerinden tahsil edileceği belirtilmiş bulunmaktadır.
Yasa hükmü ile üzerinde bir yerleşme alanı ya da yapı topluluğu niteliğinde gecekondular bulunan arazilerin kamulaştırılması öngörüldüğüne göre, başkasının arazi veya arsası üzerindeki işyerleri için bu madde hükmünün uygulanamayacağı açıktır. Davacı tarafından kamulaştırılan yerlerin işyeri olarak kullanılıp hatta kiraya verildiği, kamulaştırmanın bu kişilere işyeri sağlamak amacıyla yapıldığı ileri sürüldüğüne göre, İdare Mahkemesince taşınmazların bulunduğu yerde keşif ve inceleme yapılıp, kamulaştırılan parsellerdeki yapıların çoğunluğunun işyeri veya konut olarak kullanılıp kullanılmadığının tespit edilmesi, taşınmazdaki yapıların ana niteliğine göre Yasa kapsamına girip girmediğinin belirlenmesinden sonra karar verilmesi gerekirken, davalı idarenin beyanına göre karar verilmesinde isabet görülmemiştir.
Açıklanan nedenlerle eksik incelemeye dayalı temyize konu … 3. İdare Mahkemesinin 18.10.1988/günlü, E:1986/1193. K.1988/923 sayılı kararının bozulmasına, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 10.10.1990 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 1986/1384 K: 1987/404 T: 20/04/1987
Danıştay 6. Dairesi E: 1991/2253 K: 1992/1400 T: 09/04/1990
Danıştay 6. Dairesi E: 2009/6118 K: 2011/310
Danıştay 6. Dairesi E: 1989/3136 K: 1990/2008 T: 05/11/1990
Danıştay 6. Dairesi E: 1989/378 K: 1990/1553
Kamulaştırma bedelinin taşınmazın tapuda ve diğer dairelerden hiçbir borcu olmadığının kesinleşmesinden sonra ödenmesi yolundaki işlemin mevzuata açıkça aykırı olduğu
İstemin özeti: Davacılara ait Fatih, Kasap İlyas Mah. 285 pafta, 1147 ada, 12 parsel sayılı taşınmazın bankaya bloke edilen kamulaştırma bedelinin Emlak ve İstimlak Müdürlüğünce taşınmazın tapudan ve diğer dairelerden hiçbir borcu olmadığının kesinleşmesinden sonra ilgili müdürlüğün yazısı üzerine ödeneceği yolundaki Fatih Belediyesi Hesap İşleri Müdürlüğünün 5.5.1987/günlü, 5İ8118 sayılı işleminin iptali hakkındaki İstanbul 1. İdare Mahkemesinin 29.9.1988/günlü, E: 1987İ385, K: 1988İ805 sayılı kararının; Hesap İşleri Müdürlüğü yazısının kesin nitelikte bir idari işlem olarak benimsenip iptal davasına konu edilmesinin mümkün olmadığı, kamulaştırma bedelinin kayıtsız, şartsız yatırıldığı öne sürülerek bozulması istenilmektedir.
TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince dosyadaki belgeler incelendikten sonra temyiz isteminin süresinde olduğu görülerek işin gereği görüşüldü:
Davacılara ait Fatih, Kasap İlyas Mahallesi 285 pafta, 1147 ada, 12 parsel sayılı taşınmazın bankaya bloke edilen kamulaştırma bedelinin Emlak ve İstimlak Müdürlüğünce taşınmazın tapudan ve diğer dairelerden hiçbir borcu olmadığının kesinleşmesinden sonra ilgili müdürlüğünün yazısı üzerine ödeneceği yolundaki Fatih Belediyesi Hesap İşleri Müdürlüğünün 5.5.1987/günlü, 5İ8118 sayılı İşleminin iptali isteğiyle açılmış, İdare Mahkemesince, Anayasa’nın 46. maddesinin 3. fıkrasında “Kamulaştırma bedeli nakden ve peşin olarak ödenir.” hükmüne paralel olarak 2942 sayılı Yasanın 3. maddesinin 1. fıkrası ile de idarelerin kanunlarla yapmak yükümlülüğünde bulundukları kamu hizmetlerinin ve teşebbüslerinin yürütülmesi için gerekli olan malları, kaynakları ve irtifak haklarını, bedellerini nakden ve peşin olarak ödemek suretiyle kamulaştırma yapabilecekleri aynı Yasanın 29. maddesinde ise tapu harçları ve bu Yasanın gerektirdiği giderlerin idarece ödeneceği hükümlerinin yer aldığı, işlem dosyasının incelenmesinden, idarenin değinilen Yasa hükümlerine uygun hareket etmediği ve yine 2942 sayılı Yasanın 29. maddesi ile yükümlü olduğu kamulaştırmaya ilişkin giderleri ödemediği anlaşıldığından, veraset vergi borcu da olmayan davacıya kamulaştırma bedelinin taşınmazın tapudan ve diğer dairelerden hiçbir borcu olmadığının kesinleşmesinden sonra ödeneceğine ilişkin sınırlamayı içeren dava konusu işlemin yasa hükümlerine açıkça aykırı olduğu gerekçesiyle iptaline karar verilmiş, bu karar davalı tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu işlemin yukarıda özetlenen gerekçeyle iptali yolundaki temyize konu İstanbul 1. idare Mahkemesinin 29.9.1988/günlü, E: 1987/385, K: 1988/805 sayılı kararında, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 49. maddesinin 1. fıkrasında sayılan bozma nedenlerinden hiçbirisi bulunmadığından, bozma istemi yerinde görülmeyerek anılan mahkeme kararının ONANMASINA, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 26.9.1990 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2004/718 K: 2007/454
Danıştay 6. Dairesi E: 1991/1732 K: 1992/3609 T: 14/10/1992
Danıştay 6. Dairesi E: 1996/345 K: 1996/5553 T: 10.12.1996
Danıştay 6. Dairesi E: 1998/6784 K: 1999/5983 T: 23.11.1999
Danıştay 6. Dairesi E: 1989/765 K: 1990/1545 T: 26/09/1990
Uyuşmazlık sadece imar planına dayalı kamulaştırma işleminin iptaline yönelik bulunmasına karşın, mahkemece imar planının incelenmesi suretiyle işlemin iptaline karar verilmesinde isabet görülmediği
Dava, davacılara ait taşınmazın yol açılması amacıyla kısmen kamulaştırılmasına ilişkin belediye encümeni kararının iptali istemiyle açılmış, İdare Mahkemesince, uyuşmazlık konusu taşınmazın bulunduğu yerde yapılan keşif ve bilirkişi incelemesi sonucu düzenlenen raporda, taşınmazın daha önceki imar planında konut alnında kaldığı halde imar planında değişiklik yapılarak yol alanına ayrıldığı, bu değişiklikle şehircilik ilkeleri ve kamu yararından çok, belli bir parsel sahibinin yola çıkışını sağlamanın amaçlandığı, planda öngörülen yolun, adayı mümkün olduğu kadar iki eşit parçaya bölmesi gerektiği, işlemde kamu yararı açısından zorunluluk bulunmadığı yolunda görüş belirtildiği, bu rapora taraflarda itirazda bulunmadığı, bilirkişi raporu ve dosyadaki belgelerin incelenmesinden taşınmazın plan değiştirilerek yola tahsis edilmesi ve kamulaştırılmasında şehircilik ilkeleri, planlama esasları ve kamu yararına uyarlık bulunmadığı belirtilerek encümen kararı iptal edilmiş, karar davalı belediye tarafından temyiz edilmiştir.
Dosyanın incelenmesinden, davacıların zilyetliğindeki taşınmazın imar planında konut alanında kalmakta iken 18.3.1986/onay tarihli plan değişikliği kısmen yola ayrıldığı ve bu planın uygulanması sonucu yolun açılması amacıyla dava konusu encümen kararı ile kısmen kamulaştırıldığı anlaşılmaktadır.
Davacıların kamulaştırma kararına dayanak oluşturan imar planı değişikliğinin iptaline yönelik herhangi bir istekleri bulunmamaktadır. Taşınmazın yola ayrılması konusunda kamu yararının mevcut olduğu daha önce gerçekleştirilmiş bulunan plan değişikliği ile kesinlik kazandığından, yalnızca kamulaştırma işleminin iptali istemiyle açılan bu davada, kamulaştırmanın şehircilik esasları, planlama ilkeleri ve kamu yararına uygun olup olmadığının araştırılmasına olanak bulunmamaktadır.
Bu durumda dava konusu encümen kararının kamulaştırma yasası yönünden incelenmesi gerekirken, daha önce kesinleşmiş bulunan ve dava konusu edilmeyen imar planının yeniden değerlendirilmesi suretiyle işlemin iptal edilmesinde isabet bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle temyize konu İdare Mahkemesi kararının bozulmasına karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 1993/272 K: 1993/5860 T: 27/12/1993
Danıştay 6. Dairesi E: 1991/2779 K: 1992/3539 T: 12/10/1992
Danıştay 6. Dairesi E: 1990/1989 K: 1991/383 T: 07/03/1991
Danıştay 6. Dairesi E: 2015/9809 K: 2016/1943 T: 20.4.2016
Danıştay 6. Dairesi E: 1990/149 K: 1990/1203 T: 06/06/1990
Dava devam etmekte iken imar planında değişiklik yapılarak kamulaştırmanın amacına uygun hale geldiği anlaşıldığından mahkemece kamulaştırma işleminin amacın imar planına aykırı olduğu gerekçesiyle iptaline karar verilmesinde isabet görülmediği
Dava, taşınmazın Sapanca servis alanı, Geçitler ve Toplanma Yolları kamulaştırma sahasına isabet etmesi nedeniyle kamulaştırılmasına ilişkin davalı idare işleminin iptali isteğiyle açılmış İdare Mahkemesince, yürürlükteki imar planında Sapanca Gölü mutlak koruma alanı içinde tarım ve günü birlik tesis alanında kalan taşınmazın imar planında öngörülen amacı dışında kamulaştırılmasında mevzuata uyarlık görülmediği gerekçesiyle iptaline karar verilmiş, bu karar davalı tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz dilekçesi ve ekindeki belgelerin incelenmesinden, davanın devamı sırasında Bayındırlık ve İskan Bakanlığınca 3194 sayılı Yasanın 9. maddesine göre 6.10.1989/günün resen onanan imar planı değişikliğiyle davacıya ait taşınmazın kamulaştırma amacına ayrıldığı, böylece kamulaştırmanın imar planına uygun hale geldiği anlaşıldığından, kamulaştırma işleminin imar planına aykırı olduğu gerekçesiyle iptali yolundaki idare mahkemesi kararında isabet bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenle temyize konu İdare Mahkemesi kararının bozulmasına karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2009/13615 K: 2011/3170 T: 14.9.2011
Danıştay 6. Dairesi E: 1987/405 K: 1988/52 T: 19.1.1988
Danıştay 6. Dairesi E: 1992/683 K: 1992/4238
Danıştay 6. Dairesi E: 1993/1350 K: 1993/2800 T: 01/07/1993
Danıştay 6. Dairesi E: 1988/2854 K: 1990/567 T: 9.4.1990
İmar planında yolda kalan bölümün kamulaştırılmasından artan ve planda milli eğitim sahasında kalan yerin kamulaştırılması mümkün değildir.
İstemin Özeti: … Mahallesinde bulunan 63 pafta, 333 ada, 243 parsel sayılı taşınmazın 89.50 mı sinin kamulaştırılması isteminin reddine ilişkin 6.08.1986/günlü, 1354 sayılı işlemin iptali istemiyle açılan davanın reddi yolunda verilen İzmir 2.nci İdare Mahkemesinin 24.3.1988/günlü, E:1986/479, K:1988/312 sayılı kararının 21.5.1986/günlü, 1784 sayılı belediye encümeni kararı ile imar planında okul alanı olarak ayrılan yerde kalan yapıların kamulaştırıldığı ancak 89.50 mı zeminin kamulaştırılmadığı, bunun nedeninin kısmi kamulaştırma yapılması olmadığı 89.50 mı nin planda okul alanında kaldığı için kamulaştırma dışı bırakıldığı öne sürülerek bozulması istenilmektedir.
Türk Milleti Adına karar veren Danıştay Altıncı Dairesince dosyadaki belgeler incelendikten sonra temyiz isteminin süresinde olduğu görülerek işin gereği düşünüldü: Dava, davacının paydaş olduğu … Mahallesi 63 pafta, 333 ada, 243 sayılı parselin 89.50 mı sinin daha önce kamulaştırılan zemin üstü binaların mütemmim cüzü niteliğinde olduğu ve yararlanmaya elverişli durumda bulunmadığı belirtilerek 2942 sayılı Yasanın 12. maddesi uyarınca kamulaştırılmasına ilişkin istemin reddi yolunda tesis edilen işlemin iptali istemiyle açılmış, idare mahkemesince; 2942 sayılı Yasanın 12. maddesinin son fıkrasında anılan maddenin uygulanmasından doğacak anlaşmazlıkların adli yargıda çözümleneceğinin kurula bağlandığı, olayda davacının aynı Yasa kuralına dayanan kamulaştırma isteminin reddedilmesinden doğan uyuşmazlığın görüm ve çözümünün adli Yargının görev alanına girdiği gerekçesiyle dava 2577 sayılı Yasanın 15.maddesinin 1. fıkrasının (a) bendi uyarınca görev yönünden reddedilmiş, karar davacı tarafından temyiz edilmiştir.
2942 sayılı Yasanın 12. maddesinde: “Bir kısmı kamulaştırılan taşınmaz maldan artan kısmı yararlanmaya elverişli bir durumda değil ise, kamulaştırma işlemine karşı idari Yargıda dava açılmayan hallerde mal sahibinin en geç kamulaştırma kararının tebliğinden itibaren otuz gün içinde yazılı başvurusu üzerine, bu kısmında kamulaştırılması zorunludur.” kuralı yer almaktadır.
Yukarıda sözü edilen Yasa kuralı uyarınca herhangi bir taşınmaz malikinin kamulaştırmadan artan ve yararlanmaya elverişli durumda bulunmayan taşınmaz bölümünün kamulaştırılmasını kamulaştırmayı yapan idareden isteyebilmesi için, bir başka idarece anılan taşınmaz bölümüne ihtiyaç duyulmaması gerekmektedir. Aksi halde 2942 sayılı Yasanın 12. maddesine dayanılarak talepte bulunulması mümkün değildir.
Dava dosyasının incelenmesinden; davacının paydaş olduğu ve imar planında kısmen yol, kısmen Milli Eğitim sahasında kalan 63 pafta, 333 ada, 243 sayılı (153 mı) parselin yolda kalan 63.50 mısinin ve üstünde bulunan yapıların 18.12.1985/günlü, 2183 sayılı belediye encümeni kararı ile kamulaştırıldığı, parsel maliklerinin 12.5.1986/günlü dilekçeyle idareye başvurup kamulaştırma krokisinde (A), (B), (D) olarak gösterilen yerlerin birbirinden ayrı üniteler olmadığı, üçünün kapı No: 128 olan bir konutu oluşturduğu hususlarını açıklayarak kamulaştırmadan artan ve yararlanılamayan bölümünde kamulaştırılmasını istedikleri, bu başvuru üzerine belediye encümeninin 21.5.1986/günlü, 1784 sayılı kararı ile 128 no`lu zemin üstü tesislerin tümünün kamulaştırılmasına karar verildiği, davacıların bu kez 4.8.1986/günlü dilekçeyle idareye başvurarak ikinci kamulaştırmaya konu olan yapı bölümlerinin 89.50 mı olan zeminin 2942 sayılı Yasanın 12. maddesi uyarınca kamulaştırılmasını istedikleri, bu isteğin reddi üzerine dava açıldığı anlaşılmaktadır.
Belirtilen durum karşısında, 243 sayılı parselin imar planında Milli Eğitim sahasında kalan bölümünün 2942 sayılı Yasanın 12. maddesine dayanılarak kamulaştırılmasının davalı İdareden istenilemeyeceği, dolayısıyla uyuşmazlığın anılan yasa kuralının uygulanmasından doğmadığı ve aynı yasa kuralının son fıkrası uyarınca görüm ve çözümün adli yargının görev alanına girmediği sonucuna varıldığından İdare Mahkemesince yukarıda belirtilen gerekçeyle davanın görev yönünden reddi yolunda verilen kararda isabet görülmemiştir.
2942 sayılı Yasanın 3. maddesinde idarelerin kanunlarla yapmak yükümlülüğünde bulundukları kamu hizmetlerinin veya teşebbüslerinin yürütülmesi için gerekli olan taşınmaz malları, kaynakları ve irtifak haklarını kamulaştırabilecekleri kurala bağlanmıştır.
Olayda davacının paydaş olduğu 243 sayılı parselin imar planında yolda kalan bölümünün davalı idarece kamulaştırılmasından artan ve planda Milli Eğitim sahasında kalan 89.50 mı`lik bölümünün yine davalı idarece kamulaştırılmasına ilişkin istem üzerine anılan taşınmaz bölümünün planda Milli Eğitim sahasında kalması nedeniyle kamulaştırılmasının mümkün olmadığı yolunda tesis edilen dava konusu işlemde mevzuata aykırılık bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenle, İzmir 2.nci İdare Mahkemesinin 24.3.1988/günlü, E: 1986/479, K: 1988/312 sayılı kararının bozulmasına, uyuşmazlığın niteliği ve dava dosyasında yer alan bilgi ve belgeler dava hakkında karar vermeye yeterli görüldüğünden, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu`nun 49. maddesinin 2. bendi uyarınca işin esasının incelenmesine geçilerek yukarıda belirtilen nedenlerle davanın reddine, 9.4.1990 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 1984/1074 K: 1985/256 T: 12/02/1985
Danıştay 6. Dairesi E: 2003/3698 K: 2005/54 T: 13/01/2005
Danıştay 6. Dairesi E: 1988/2854 K: 1990/567 T: 09/04/1990
Danıştay 6. Dairesi E: 1986/961 K: 1986/1141 T: 17.12.1986
Danıştay 6. Dairesi E: 1990/55 K: 1990/169 T: 26.2.1990
Belediyenin mülkiyetindeki taşınmazı üçüncü kişiye kamulaştırma karşılığı olarak vermesine ilişkin işleme karşı taşınmazda kiracı olan kişinin idari dava açma ehliyeti yoktur.
İstemin Özeti: Davacının kiracısı bulunduğu mülkiyeti belediyeye ait dükkanın kamulaştırma karşılığı olarak bir başka kişiye verilmesine ilişkin işlemin iptali dileğiyle açılan davanın ehliyet yönünden reddi yolundaki Samsun İdare Mahkemesinin 12.9.1989/günlü E:89/481, K:89/803 sayılı kararının; hukuken sakat olan takas kararı sonucu dükkanın mülkiyetinde söz sahibi olan kişinin adli yargı yerinde tahliye davası açtığı, dolayısıyla dava açıldığı tarihte mevcut olan menfaat ilişkisinin halen de devam ettiği öne sürülerek bozulması istenilmektedir.
Türk Milleti Adına karar veren Danıştay Altıncı Dairesince dosyadaki belgeler incelendikten sonra temyiz isteminin süresinde olduğu görülerek işin gereği düşünüldü: Dava, davacının kiracı bulunduğu mülkiyeti belediyeye ait dükkanın kamulaştırma karşılığı olarak bir başka kişiye verilmesine ilişkin işlemin iptali isteğiyle açılmış, idare mahkemesince 2577 sayılı Yasanın 2. maddesinde iptal davalarının idari işlemler hakkında yetki, şekil, sebep, konu ve maksat yönlerinden biri ile hukuka aykırı olduklarından dolayı menfaati ihlal edilenler tarafından açılabileceğinin kurala bağlandığı, belediyenin kendi mülkiyetinde bulunan bir taşınmazı üçüncü kişiye kamulaştırma karşılığı olarak vermesine ilişkin işleme karşı, taşınmazda ayni hak sahibi olmayan, kiracı sıfatını taşıyan davacının idari yargı yerinde dava açma olanağı sağlayan herhangi bir bağı, haklı ve geçerli bir nedeni olmadığı gerekçesiyle davanın ehliyet yönünden reddine karar verilmiş, bu karar davacı tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu işlemin iptali istemi ile açılan davanın yukarıda özetlenen gerekçeyle ehliyet yönünden reddi yolundaki temyize konu Samsun İdare Mahkemesinin 12.9.1989/günlü, E:1989/481, K:1989/803 sayılı kararında, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 49. maddesinin 1. fıkrasında sayılan bozma nedenlerinden hiçbirisi bulunmadığından bozma istemi yerinde görülmeyerek anılan mahkeme kararının ONANMASINA, dosyanın adıgeçen mahkemeye gönderilmesine 26.2.1990 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 1998/872 K: 1999/934 T: 15/02/1999
Danıştay 6. Dairesi E: 1993/3283 K: 1994/1221 T: 11/04/1994
Danıştay 6. Dairesi E: 1987/33 K: 1987/942 T: 20/10/1987
Danıştay 6. Dairesi E: 1984/1300 K: 1985/745 T: 24/04/1985
Danıştay 6. Dairesi E: 1988/46 K: 1988/656 T: 9.5.1988
Kamulaştırılmış bulunan uyuşmazlık konusu taşınmazın mülkiyetinin geri verilmemesinden doğan uyuşmazlığın çözümü görevi adli yargıya aittir.
İstemin Özeti: İstanbul, …`da bulunan ve tapunun 13 pafta, 4372 parsel sayısına kayıtlı olup, gecekondu ıslah bölgesinde kalması nedeniyle kamulaştırılan taşınmazın gecekondu ıslah bölgesi kapsamından çıkarıldığı öne sürülerek geri verilmesi yolundaki başvurunun reddine ilişkin işlem ile kamulaştırma işleminin iptali dileğiyle açılan davanın görev yönünden reddine dair İstanbul 4 üncü İdare Mahkemesinin 6.5.1987/günlü, E: 1985/482; K: 1987/227 sayılı kararının, davanın geri alma istemi olmayıp kamulaştırma işleminin iptali davası olduğu, hukuki nedenini de taşınmazın kamulaştırma amacına tahsis edilmemesi değil kamulaştırmanın yasal gerekçesinin sonradan ortadan kalkmasının oluşturduğu öne sürülerek bozulması istenilmektedir.
Türk Milleti Adına Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince dosyadaki belgeler incelendikten sonra temyiz isteminin süresinde olduğu görülerek işin gereği düşünüldü:
Dava İstanbul, …`da bulunan ve tapunun 13 pafta, 4372 parsel sayısına kayıtlı olup gecekondu ıslah bölgesinde kalması nedeniyle kamulaştırılan taşınmazın gecekondu ıslah bölgesi kapsamından çıkarıldığı öne sürülerek geri verilmesi yolundaki başvurunun reddine ilişkin işlem ile kamulaştırma işleminin iptali dileğiyle açılmış, İdare Mahkemesince; davacılar tarafından uyuşmazlık konusu taşınmazın kamulaştırma gayesine tahsis etme imkanı ortadan kalktığından bahisle 2942 sayılı Yasanın 23. maddesi uyarınca taşınmaz malını geri almak için yapalan müracaatının reddedilmesi yolundaki işlemin dava konusu yapıldığı, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu`nun 23. maddesinin uygulanmasından doğan uyuşmazlıkların çözümü görevinin 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu`nun 24. maddesi gereği adli yargıya ait olduğu gerekçesiyle görev yönünden reddedilmiş, karar davacı tarafından temyiz edilmiştir.
Dosyanın incelenmesinden, dava dilekçesinde uyuşmazlık konusu taşınmazın geri verilmemesine ilişkin işlem ile birlikte kamulaştırma işleminin de iptalinin istendiği açıkça belirtilmiş bulunması karşısında, davanın bu kısmı hakkında karar verilmemesinde usul ve yasaya aykırılık açıktır.
Belirtilen nedenle, İstanbul 4. İdare Mahkemesince verilen 6.5.1987/günlü, E: 1985/482; K: 1987/227 sayılı kararın BOZULMASINA; uyuşmazlığın hukuki niteliği ve dava dosyasında yer alan bilgi ve belgeler dava hakkında karar vermeye yeterli görüldüğünden, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu`nun 49. maddesinin 2. bendi uyarınca işin esasının incelenmesine geçildiğinde;
Dava, İstanbul …`da bulunan ve tapunun 13 pafta, 4372 parsel sayısına kayıtlı olup, gecekondu ıslah bölgesinde kalması nedeniyle kamulaştırılan taşınmazın gecekondu ıslah bölgesi kapsamından çıkarıldığı öne sürülerek geri verilmesi yolundaki başvurunun reddine ilişkin işlem ile kamulaştırma işleminin iptali dileğiyle açılmıştır.
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu`nun 23. maddesinde kamulaştırma bedelinin kesinleşmesi tarihinden itibaren beş yıl içinde kamulaştırmayı yapan idarece kamulaştırma ve devir amacına uygun hiçbir işlem veya tesisat yapılmaz veya kamu yararına yönelik bir ihtiyaca tahsis edilmeyerek taşınmaz mal olduğu gibi bırakılırsa mal sahibi veya mirasçıların kamulaştırma bedelini aldıkları günden itibaren işleyecek kanuni faiziyle birlikte ödeyerek taşınmaz malını geri alabileceği belirtilmiş, aynı Kanunun 24. maddesinin 2. fıkrasında ise “Bu madde ile 21, 22 ve 23. maddelerin uygulanmasından doğacak anlaşmazlıklar adli yargıda çözümlenir.” kuralı yer almıştır.
Yukarıda yer alan yasa kuralları karşısında, kamulaştırılmış bulunan uyuşmazlık konusu taşınmazın mülkiyetinin geri verilmemesinden doğan uyuşmazlığın çözümü görevinin adli yargıya ait bulunduğu cihetle bu davada incelenmesine yasal olanak bulunmamaktadır.
Diğer taraftan, davanın kamulaştırma işleminin iptaline yönelik kısmına gelince;
Temyiz dosyası içindeki belgelerden, … 13 pafta, 4372 parsel sayılı taşınmazın 1 ve 2 nolu gecekondu önleme bölgesi olarak Avcılar Belediye Encümeninin 19.8.1979/günlü, 531 sayılı karanı ile kamulaştırıldığı, belediyece açılan dava sonucunda Bakırköy Asliye Hukuk Mahkemesince verilen 26.12.1984/günlü, 597 sayılı kararla uyuşmazlık konusu taşınmazın belediye adına tesciline karar verildiği, anılan kararın Yargıtay`ca da 30.4.1985/günlü ilamla onanarak kesinleştiği anlaşılmaktadır.
Bu durumda, kesinleşen yargı kararı ile taşınmazın mülkiyetinin idareye geçmiş bulunması nedeniyle taşınmazla mülkiyet bağı kalmayan davacının kamulaştırma işlemine karşı dava açmasında menfaatının ihlalinin söz konusu olmayacağı açıktır.
Açıklanan nedenlerle, davanın taşınmazın geri verilmemesi yolundaki işlemin iptali isteğiyle açılan kısmının 2577 sayılı Yasanın 15. maddesinin 1/a bendi uyarınca görev yönünden REDDİNE, davanın kamulaştırma işlemine yönelik kısmının ise aynı kanunun 15. maddesinin 1/b bendi uyarınca ehliyet yönünden REDDİNE, 9.5.1988/gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2008/353 K: 2008/2371
Danıştay 6. Dairesi E: 1987/1238 K: 1988/1232 T: 08/11/1988
Danıştay 6. Dairesi E: 1984/892 K: 1985/153 T: 29/01/1985
Danıştay 6. Dairesi E: 1991/2022 K: 1991/1793 T: 18/09/1991
Danıştay 6. Dairesi E: 1987/405 K: 1988/52 T: 19.1.1988
Taşınmaz maliklerinin yabancı uyruklu olması durumunda kamulaştırma işlemlerinde farklı bir yolun izleneceğine ilişkin bir yasal düzenleme yoktur.
İstemin Özeti: …`da bulunan 311 parsel sayılı taşınmazın imar planı uyarınca otopark için kamulaştırılmasına ilişkin 14.4.1983/günlü, 1796 sayılı belediye encümeni kararının iptali dileğiyle açılan davanın reddi yolundaki Adana İdare Mahkemesinin 9.12.1986/günlü, E: 1984/216, K: 1986/1079 sayılı kararının; 2942 sayılı Yasanın yürürlüğe girmesinden sonraki işlemlerin bu Yasa hükümlerine göre yapılması gerekirken idarece buna uyulmadığı, kıymet takdir komisyonunun yasaya uygun oluşturulmadığı, davacılar yabancı uyruklu olduğundan 3083 sayılı Yasanın 5 ve 18. maddelerine göre kamulaştırma kararının Bakanlar Kurulunca alınması gerektiği öne sürülerek bozulması istenilmektedir.
Danıştay Savcısı Düşüncesi: Eski kanunun zamanında tekemmül ettirilen istimlak tasarrufuyla ilgili uyuşmazlık hakkında Adana İdare Mahkemesi kararının, kıymet takdirinin 2942 sayılı Yasaya göre yapılması gerektiği yolundaki iddialarla temyizen bozulması istenilmiş ise de; 2577 sayılı Yasanın 46. maddesi uyarınca İdare Mahkemelerinin nihai kararlarına karşı yapılan temyiz isteminde; öne sürülen hususlar anılan yasanın 49. maddesinin 1. fıkrasında belirtilen nedenlerden hiçbirisine uymadığından, İdare Mahkemesince verilen kararın dayandığı hukuki ve yasal nedenler karşısında, anılan kararın bozulmasını gerektirir nitelikte görülmemektedir.
Açıklanan nedenlerle temyiz isteminin reddiyle İdare Mahkemesi kararının onanmasının uygun olacağı düşünülmektedir.
Türk Milleti Adına Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince dosyadaki belgeler incelendikten sonra temyiz isteminin süresinde olduğu görülerek işin gereği düşünüldü: Dava, …`da bulunan 311 parsel sayılı 17 m.lik taşınmazın imar planı uyarınca otopark için kamulaştırılmasına ilişkin 14.4.1983/günlü, 1796 sayılı belediye encümeni kararının iptali isteğiyle açılmış, İdare Mahkemesince onaylı imar planı ve imar programı uyarınca yapılan kamulaştırmada mevzuata aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş ve bu karar davacılar tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu işlemin iptali istemi ile açılan davanın yukarıda özetlenen gerekçeyle reddi yolundaki temyize konu Adana İdare Mahkemesinin 9.12.1986/günlü, E: 1984/216; K: 1986/1079 sayılı kararında, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu`nun 49. maddesinin 1. fıkrasında sayılan bozma nedenlerinden hiçbirisi bulunmamaktadır.
Öte yandan, temyiz dilekçesine ek olarak verilen dilekçede, davacıların yabancı uyruklu olmaları nedeniyle 3083 sayılı Sulama Alanlarında Arazi Düzenlenmesine Dair Tarım Reformu Kanunu`nun 5 ve 18. maddelerine göre kamulaştırma kararının Bakanlar Kurulunca alınması gerektiği öne sürülmüşse de; 2942 sayılı Yasada, taşınmaz maliklerinin yabancı uyruklu olması halinde kamulaştırma işlemlerinde farklı bir yolun izleneceğine dair herhangi bir kural bulunmadığı gibi, 3083 sayılı Yasanın 1. maddesinde belirtilen amacın ve bu Yasanın uygulama alanını belirleyen 3. maddesindeki “Bakanlığın teklifi ve Bakanlar Kurulunun kararı ile belirtilen alanlardır” hükmünün ve genel olarak bu Yasada yer alan diğer kuralların değerlendirilmesinden anılan Yasanın 18. maddesinin sadece bu Yasada öngörülen konulara ilişkin kamulaştırmalar için söz konusu olduğu sonucuna varıldığından bu konuya yönelik sava da isabet görülmemiştir.
Açıklanan nedenlerle bozma istemi yerinde görülmeyerek anılan mahkeme kararının ONANMASINA, 19.1.1988/gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2015/9809 K: 2016/1943 T: 20.4.2016
Danıştay 6. Dairesi E: 2016/5893 K: 2017/5046 T: 20.6.2017
Danıştay 6. Dairesi E: 2016/8942 K: 2017/2166 T: 30.3.2017
Danıştay 6. Dairesi E: 2016/10676 K: 2017/2951 T: 26.4.2017
Danıştay 6. Dairesi E: 1987/698 K: 1987/671 T: 02/07/1987
Uygulama planında “turistik gezi ve dinlenme alanı, günü birlik kullanım alanı” olarak ayrılan ve bu amaçla belediyece kamulaştırılan taşınmaz kamulaştırma tebligatından önce plan değiştirilerek “haliç düzenleme alanı, yeşil alan, oyun alanı, kamuya açık alan” olarak belirlenmişse de iki planda da taşınmaz kamunun yararlanması yönünden ve fonksiyonu açısından genelde aynı amaca yönelik olduğundan ve her iki tahsis amacının gerçekleştirilmesinin belediyenin yetki ve görev alanı içinde bulunduğundan kamulaştırmada isabetsizlik bulunmadığı gerekçesiyle işlemin mahkemece sonradan yürürlüğe giren planının önceki planı ortadan kaldırdığı gerekçesiyle iptalinin yerinde olmadığı
Dava taşınmaz üzerindeki dükkanın onaylı imar planı uyarınca kamulaştırılmasına ilişkin davalı idare işleminin iptali dileğiyle açılmış, İdare Mahkemesince; kamulaştırma kararının dayanağı olan 13.12.1984/onay tarihli uygulama imar planının kamulaştırma kararının tebliğinden önce 2.4.1986/onay tarihli uygulama imar planı ile ortadan kaldırılmış olduğu ve yeni imar planına uygun olarak kamulaştırma işlemi yapılması gerektiği nedeniyle dava konusu işlem iptal edilmiş, bu karar davalı idare tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz dosyasının incelenmesinden, davacıya ait taşınmazın 13.12.1984/ onay tarihli 1/1000 ölçekli uygulama imar planında “turistik gezi ve dinlenme alanı” olarak belirlendiği, taşınmazın imar planında belirlenen bu amaçla kamulaştırıldığı, ancak kamulaştırma tebligatı yapılmadan önce kamulaştırmaya esas alınan uygulama imar planının dayanağını teşkil eden 1/25.000 ölçekli Haliç Düzenleme Alanı Çevre Düzeni Nazım Planının Büyükşehir Belediye Meclisince değiştirilerek 13.12.1985/tarihinde, 1/5000 ölçekli Haliç Düzenleme Nazım İmar Planının ise 17.12.1985/tarihinde değiştirilerek onandığı, bu yeni nazım planlara göre 1/1000 ölçekli yeni uygulama imar planının da 2.4.1986/gününde onaylanarak yürürlüğe girdiği ve yeni planda dava konusu yerin “Haliç Düzenleme Alanı, Yeşil Alan, Kamuya Açık Alan, Oyun Alanı, Kamuya Açık Alan içerisinde yer aldığı, gerek kamulaştırmaya dayanak alınan ve gerekse sonradan yürürlüğe giren 1/1000 ölçekli uygulama imar planlarında taşınmazın kamunun yararlanması yönünden ve fonksiyonu açısından genelde aynı amaca yönelik olduğu, her iki tahsis amacının gerçekleştirilmesinin belediyenin yetki ve görev alanı içerisinde bulunduğu anlaşılmaktadır.
Yukarıda değinilen hususlar gözetilmeksizin sonradan yürürlüğe giren imar planı ile işlemin dayanağını oluşturan imar planının ortadan kaldırıldığından bahisle kamulaştırma işleminin mahkemece iptalinde usul ve yasaya uyarlık görülmemiştir.
Diğer taraftan, dosyadaki belgelerden davacının yeni yürürlüğe giren 1/25.000 ve 1/5.000 ölçekli Nazım İmar Planlarının iptali istemiyle aynı mahkemede dava açtığı anlaşıldığından anılan davanın henüz karara bağlanmadan kamulaştırma işleminin iptali dileğiyle açılan bu davanın karara bağlanmasında isabet bulunmamaktadır. Zira uygulama imar planlarının nazım imar planları esaslarına aykırı olamayacağı ilkesi gereği, değinilen nazım planların iptali isteğine ilişkin davaların sonucunun kamulaştırmaya dayanak olan uygulama imar planlarını etkileyeceği açıktır. Açıklanan nedenlerle, İdare Mahkemesi kararının bozulmasına karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 1993/272 K: 1993/5860 T: 27/12/1993
Danıştay 6. Dairesi E: 1991/2779 K: 1992/3539 T: 12/10/1992
Danıştay 6. Dairesi E: 1990/1989 K: 1991/383 T: 07/03/1991
Danıştay 6. Dairesi E: 2015/9809 K: 2016/1943 T: 20.4.2016
Danıştay 6. Dairesi E: 1986/1326 K: 1987/534 T: 12.5.1987
Köyün görevleri arasında dinlenme parkı yapımı bulunmamakla birlikte değişen ve gelişen koşullar karşısında köyün sosyal durumuna ve gereksinimine göre dinlenme parkı için kamulaştırma yapabilir. Ancak davacıya ait taşınmazın köy merkezine uzak olduğu ve köy merkezinde yeterince arsa bulunduğu anlaşıldığından kamulaştırma işleminin Mahkemece iptalinde sonucu itibariyle isabetsizlik yoktur.
İstemin Özeti: … Köyü, … mevkii, 9 pafta, 305 parsel sayılı taşınmazın köy konağı, Atatürk büstü ve dinlenme parkı yapımı amacıyla kamulaştırılmasına ilişkin 27.11.1984/günlü, 21 sayılı Köy İhtiyar Kurulu kararanın iptali yolundaki … İdare Mahkemesinin 28.5.1986/günlü, E: 1985/588; K: 1986/481 sayılı kararının, taşınmazın bulunduğu yerin köyün bir mahallesi olduğu, yerleşim merkezinin bu mahalleye kaydığı, eski merkezin ana yola uzak olduğu ve köy nüfusunun çoğunluğunun burada oturduğu öne sürülerek bozulması istenilmektedir.
Savunmanın Özeti: Temyiz edilen kararda bozma nedenlerinden hiçbiri bulunmadığından, usul ve Kanuna uygun olan kararın onanması gerektiği savunulmaktadır.
TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince Tetkik Hakimi E.L.’nun açıklamaları dinledikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra temyiz isteminin süresinde olduğu görülerek işin gereği düşünüldü:
K: Dava, … Köyü, … mevkii, 9 pafta, 305 parsel sayılı taşınmazın köy konağı, Atatürk Büstü ve dinlenme parkı yapımı amacıyla kamulaştırılmasına ilişkin 27.11.1984/günlü, 21 sayılı Köy İhtiyar Kurulu kararının iptali istemiyle açılmış, İdare Mahkemesince dinlenme parkı yapımının köyün görevleri arasında olmaması nedeniyle bu bölüme yönelik davanın bu nedenle iptaline, Köy Konağı ve Atatürk büstü yapımında köyün mecburi işleri arasında sayılmamasına karşın, köyde meydan yapılması ve kenarında köy odası yapılması köyün görevlerinden olduğundan bu amaçla kamulaştırma yapılabileceği ancak kamulaştırılan taşınmazın köy merkezinden uzak olması, köyde muhtarlık yeri ve köy odası olması, köyün merkezinde yeterli boş arsanın bulunduğunun anlaşılması nedeniyle kamulaştırma kararında hukuka uyarlık görülmeyerek iptal edilmiş bu karar davalı idare tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu işlemin dinlenme parkına ilişkin bölümü İdare Mahkemesince bu işin köyün görevleri arasında olmaması nedeniyle iptal edilmiş ise de değişen ve gelişen koşullar karşısında köyün sosyal durumuna ve gereksinime göre dinlenme parkı yapabileceğinin kabulü zorunludur. Ancak olayda kamulaştırılan taşınmazın köy merkezine uzaklığı ve köy merkezinde yeterince arsa bulunduğundan dinlenme parkına yönelik davanın da bu gerekçeyle iptali gerekmektedir.
Açıklanan nedenlerle dava konusu işlemin iptali yolundaki temyize konu İdare Mahkemesinin 28.5.1986/günlü, E: 1985/588; K: 1986/481 sayılı kararında, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 49. maddesinin 1. fıkrasında sayılan bozma nedenlerinden hiçbirisi bulunmadığından, bozma istemi yerinde görülmeyerek anılan mahkeme kararının onanmasına, fazla yatırılan 1800.; lira harcın temyiz isteminde bulunana iadesine, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 12.5.1987/gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2004/718 K: 2007/454
Danıştay 6. Dairesi E: 2003/8064 K: 2005/5111 T: 25/10/2005
Danıştay 6. Dairesi E: 2016/4253 K: 2017/4971 T: 20.6.2017
Danıştay 6. Dairesi E: 2016/5839 K: 2017/5591 T: 11.7.2017
Danıştay 6. Dairesi E: 1986/961 K: 1986/1141 T: 17.12.1986
Mahallinde yapılan keşif ve bilirkişi incelemesi sonucu irtifak hakkına konu olan yol kullanılıp terkedildikten sonra taşınmazın eski haline getirilmesi mümkün olmadığı, yol nedeniyle ikiye bölünen taşınmazın artan kısmının işe yaramayacağı anlaşıldığından irtifak hakkı kurulması işleminin iptali gerekir.
İstemin Özeti: Davacının paydaşı olduğu ……… Merkez Mahallesi ……….. mevkiinde 29 ada, 112 parsel sayılı taşınmazın 860 m²’ lik kısmında yol ve enerji nakil hattı geçirilmek amacıyla kamulaştırma yoluyla irtifak hakkı tesisine ilişkin işlemin iptaline dair Zonguldak idare Mahkemesinin 15.5.1986/günlü, E: 1985/179; K: 1986/189 sayılı kararının, müessesenin kuruluşunu düzenleyen 233 sayılı Kanun Hükmünde Kararname uyarınca kurumun basiretli bir tüccar gibi kârlılık ve verimlilik ilkelerine riayet etmek zorunda olduğu, Bu bakımdan irtifak hakkı tesisi suretiyle amaca ulaşmak mümkün iken daha çok kamulaştırma bedeli ödenip taşınmazın mülkiyetinin kamulaştırılmasından kaçınıldığı, taşınmazın büyük bölümünün malikin yararlanmasına bırakıldığı, yol geçirildiğinde taşınmazın değerinin artacağı öne sürülerek bozulması istenilmektedir.
TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince dosyadaki belgeler incelendikten sonra temyiz isteminin süresinde olduğu görülerek işin gereği düşünüldü: Dava, davacının paydaş olduğu Kozlu Merkez Mahallesi, Öküşne mevkiinde 29 ada, 112 parsel sayılı taşınmazın 860 m² lik kısmında yol ve enerji nakil hattı geçirilmek amacıyla kamulaştırma yoluyla irtifak hakkı tesisine ilişkin işlemin iptali dileğiyle açılmış, İdare Mahkemesince yaptırılan bilirkişi incelemesi sonucu düzenlenen bilirkişi raporuna dayanılarak irtifak hakkına konu olan yol kullanılıp terkedildikten sonra taşınmazın eski haline getirilmesinin mümkün olmayacağı, yol yapımı nedeniyle taşınmazın ikiye bölünmesi yüzünden artan kısımlarından yararlanılamayacağı gerekçeleriyle dava konusu işlem iptal edilmiş, karar davalı idare tarafından temyiz edilmiştir.
Dosyanın incelenmesinden davacının taşınmazından yol geçirilmesinden sonra kalan kısmın yararlanmaya elverişli olmadığı anlaşıldığından ve davacının da dava dilekçesinde taşınmazın tamamının mülkiyetini kamulaştırılması gerektiğini öne sürmesi karşısında taşınmazın kamulaştırılması gerekirken yol ve enerji nakil hattı için irtifak hakkı tesisi yoluna gidilmesinde isabet bulunmadığı açıktır.
Dava konusu işlemin yukarıda özetlenen gerekçeyle iptali yolundaki temyize konu Zonguldak İdare Mahkemesinin 15.5.1986/günlü, E: 1985/189 sayılı kararında, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 49. maddesinin 1. fıkrasında sayılan bozma nedenlerinden hiçbirisi bulunmadığından, bozma istemi yerinde görülmeyerek anılan mahkeme kararının yukarıdaki gerekçede eklenerek ONANMASINA, fazla yatırılan 1800.- lira harcın temyiz isteminde bulunana iadesine, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 17.12.1986/gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 1987/56 K: 1987/1156 T: 25/11/1987
Danıştay 6. Dairesi E: 1989/1152 K: 1990/1918 T: 25/10/1990
Danıştay 6. Dairesi E: 1994/3231 K: 1994/3359 T: 06/10/1994
Danıştay 6. Dairesi E: 1986/298 K: 1986/504 T: 14/05/1986
Danıştay 6. Dairesi E: 1986/1047 K: 1986/1132 T: 16.12.1986
442 sayılı Köy Kanununda köy konağının ve Atatürk heykelinin çevresinde görünüşü engelleyen yapıların kaldırılacağı yolunda bir görev yer almadığı gibi, bu hususun köylünün ihtiyari işlerinden de sayılmadığı, ilçe dahilinde yapılacak kamulaştırmalarda kamulaştırma bedelinin takdiri görevi oluşum şekli 2942 sayılı yasada gösterilen kıymet takdir komisyonlarına ait bulunduğundan, köy ihtiyar kurulunun kamulaştırma kararı ile taşınmaza değer takdirine ilişkin kararlarının iptalinde mevzuata aykırılık yoktur.
İstemin Özeti:……. ilçesi .:…..’deki tapunun 19 pafta 1993/parselde sayısında kayıtlı taşınmazın köy konağının ve Atatürk heykelinin görüşünü engellediği nedeniyle kamulaştırılmasına ilişkin 31.8.1985/günlü, 5 sayılı ve anılan taşınmaza değer takdirine dair 16.9.1985/günlü, 13 sayılı köy ihtiyar kurulu kararlarının iptali yolundaki … İdare Mahkemesinin 2.7.1996 günlü, E: 1985/293, K: 1986/257 sayılı kararının, idari işlemin yetkili mercilerin onayanından geçerek tekemmül ettiği, dava dilekçesinde ileri sürülmeyen hususların iptal nedeni olarak ele alınmayacağı öne sürülerek bozulması istenilmektedir.
Danıştay Savcısı O.D.’nin Düşüncesi: Kamulaştırmayla ilgili uyuşmazlık hakkında … İdare Mahkemesi Kararının, kıymet takdirine yasaya göre itiraz edebileceği yolundaki iddialarla temyizen bozulması istenilmiş ise de; 2577 sayılı yasanın 46. maddesi uyarınca idare mahkemelerinin nihai kararlarına karşı yapılan temyiz isteminde; öne sürülen hususlar anılan yasanın 49. maddesinin 1. fıkrasında belirtilen nedenlerden hiçbirisine uymadığından, idare mahkemesince verilen kararın dayandığı hukuki ve yasal nedenler karşısında, anılan kararın bozulmasını gerektirir nitelikte görülmemektedir.
Açıklanan nedenlerle temyiz isteminin reddiyle idare mahkemesi kararının onanmasının uygun olacağı düşünülmektedir.
TÜRK MÎLLETÎ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince dosyadaki belgeler incelendikten sonra temyiz isteminin süresinde olduğu görülerek işin gereği düşünüldü:
Dava, … ilçesi …….’deki tapunun 19 pafta, 1993/parsel sayısında kayıtlı taşınmazın köy konağının ve Atatürk heykelinin görünüşünü engellediği nedeniyle kamulaştırılmasına ilişkin 31.8.1985/günlü, 5 sayılı ve anılan taşınmazın kamulaştırma bedelinin takdirine dair 16.9.1985/günlü, 13 sayılı ihtiyar kurulu kararının iptali dileğiyle açılmış, idare mahkemesince 442 sayılı köy kanununda köy konağının ve Atatürk heykelinin çevresinde görünüşü engelleyen yapıların kaldırılacağı yolunda köylüye bir görev verilmediği gibi bu hususun köylünün ihtiyari işlerinden de sayılmadığı, diğer taraftan 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesi uyarınca ilçe dahilinde yapılacak kamulaştırmalarda kamulaştırma bedelinin takdiri görevinin oluşum şekli yasada gösterilen kıymet takdir komisyonlarına ait olduğu gerekçeleriyle dava konusu işlemler iptal edilmiş, karar davalı köy muhtarlığı tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu işlemin yukarıda özetlenen gerekçeyle iptali yolundaki temyize konu … İdare Mahkemesinin 2.7.1986/günlü, E:1985/293, K: 1986/257 sayılı kararında, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 49. maddesinin 1. fıkrasında sayılan bozma nedenlerinden hiçbirisi bulunmadığından, bozma işlemi yerinde görülmeyerek anılan mahkeme kararının onanmasına, fazla yatırılan 1800.-lira harcın temyiz isteminde bulunana iadesine, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 16.12.1986/gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2001/4741 K: 2002/5010 12/11/2002
Danıştay 6. Dairesi E: 2004/653 K: 2006/788 T: 28/02/2006
Danıştay 6. Dairesi E: 2016/5056 K: 2018/4000 T: 2.5.2018
Danıştay 6. Dairesi E: 2016/10157 K: 2017/6704 T: 26.9.2017
Danıştay 6. Dairesi E: 1980/1366 K: 1986/1062 T: 9.12.1986
Dava konusu taşınmazın park alanına alınması yolundaki imar planı değişikliği işleminde şehircilik ilkelerine ve kamu yararına aykırılık yoktur. Ancak kamulaştırma bedeli takdir edilmediği gibi, kıymet takdiri gününün davacıya tebliğ yahut ilanen tebliğ edildiğinin de idarece açıklanmamış bulunması karşısında kamulaştırma işleminin temel öğelerinden birini oluşturan kıymet takdirindeki bu noksanlık kamulaştırma işlemini şekil yönünden sakatladığından anılan taşınmazın park alanı için kamulaştırılmasında mevzuata uyarlık yoktur.
İstemin Özeti: … ……. mahallesi, 403 ada, 1 parsel sayılı taşınmazın park alanına alınmasına ilişkin 11.5.1977 onay tarihli imar planı değişikliği işlemi ile anılan imar planına dayanılarak taşınmazın park için kamulaştırılmasına dair 22.6.1979/günlü, 1257 sayılı belediye encümeni kararının; … ‘daki açık adresi belediyede bulunduğu ve noter tebligatı … ‘ya yapıldığı halde kıymet takdiri yapılacağı günün tarafına bildirilmediği, kıymet takdir komisyonunun yasada öngörülen şekilde oluşturulmadığı gibi kıymet takdir kararının gerekli yasal koşullan içermediği, büyük masraflarla inşa edilen yapının tasarrufuna dahi başlanmadan plan değişikliği yapılmasında kamu yararına ve şehircilik esaslarına uyarlık bulunmadığı öne sürülerek iptali isteğinden ibarettir.
Danıştay Savcısı Düşüncesi: Davacıya ait taşınmazın … şehrinin artan nüfusu karşısında yeşil sahaya olan ihtiyacı göz önünde tutularak imar planında yeşil sahaya ayrılmasında şehircilik prensipleri, planlama esasları kamu yararı açısından bir kanunsuzluk bulanmadığı gibi bu amaca tahsis olunmak üzere kamulaştırılmasında da bir kanunsuzluk olmadığından davanın reddi gerektiği düşünülmüştür.
TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği düşünüldü:
K: Dava davacının maliki olduğu … ……. mahallesi, 403 ada 1 parsel sayılı taşınmazın park alanına alınmasına ilişkin 11.5.1977 onay tarihli imar planı değişikliği işlemi ile anılan imar planına dayanılarak taşınmazın park için kamulaştırılmasına dair 22.6.1979/günlü, 1257 sayılı belediye encümeni kararının davanın özeti bölümünde belirtilen nedenlerle iptali isteğiyle açılmıştır.
İmar planları ülke, bölge ve kent verilerine, konut, çalışma ve ulaşım gibi kentsel işlevler ile sosyal ve kültürel gereksinimleri var olan ya da sağlanabilecek olanaklar ölçüsünde en iyi biçimde yerine getirmek ve belde halkına iyi yaşama düzeni ve koşulları sağlamak amacıyla kadarstral harita ve kentin gelişimi de göz önünde tutularak hazırlanır ve koşulların zorunlu kıldığı biçimde ve zamanda yasalarda öngörülen yöntemlere uygun olarak değiştirilebilir.
Dairemizin 25.5.1983/günlü ara kararı gereğince Naip Üye Y.S.A. tarafından re’sen seçilen bilirkişiler Doç. Dr. A.T., Öğ. Gör. Ö.A. ve Öğ. Gör. M.G.’ten oluşan bilirkişi kurulunca yerinde yapılan keşif ve bilirkişi incelemesi sonucu müştereken düzenlenen raporda özetle;
“Dava konusu 403 ada 1 sayılı parsel üzerinde 1967 yılında alınan ruhsata göre 4 katlı bir bina inşa edilmiştir. Daha sonra, 1968 yılında yürürlüğe giren imar planına göre, taşınmazın bulunduğu yer ve çevresi hükümet meydanı, park ve otopark olarak düzenlenmiş, 1 sayılı parselin bulunduğu yer yeşil olan olarak gösterilmiştir. Ancak bu plana göre, etrafı Hükümet konağı cami, banka ve bazı resmi binalarla çevrilmiş olan meydanın ortasında orduevi binası kalmıştır. 11.5.1967 tarihinde yürürlüğe giren imar planında orduevi ve otopark kaldırılmış ve tören alanı dışındaki tüm alan park olarak düzenlenmiştir. Orduevinin kaldırılması ile önceki plandaki parçalı niteliği değiştirilmiş ve bütünlüğü olan bir kurumsal açık alan yaratılmış olmaktadır.
Dava konusu taşınmazın maliki tarafından 1968 yılında kabul edilen plana itiraz edilmediği anlaşılmaktadır. 1977 planı taşınmazla ilgili yeni bir karar getirmemiş, ancak planı uygulamak amacıyla kamulaştırma işlemlerine 1979/yılında başlanmıştır.
Dava konusu taşınmazın maliki tarafından bulunduğu yerde yaratılan yeşil alanı sadece bir park olarak değerlendirmemek gerekir. Burası hükümet konağı ve mimari özelliği olan Ulu Cami ile aralarında tarihi eser olarak tescil edilmiş yapıların bulunduğu kamu kuruluşlarına ait binalarla çevrilmiş bir kent meydanı niteliğindedir. Bu niteliği ile meydanın işlevsel olduğu kadar, kentin yönetim merkezini vurgulayan simgesel bir özelliği de vardır.
Bu özellikleri ile yaratılan açık alan kentin yönetim merkezi bütünlüğü içinde, onun bir parçası olan bir kamu alanı olarak tanımlanmalıdır.
Böyle geniş bir alanın tümü ile bir tören meydanı olarak düzenlenmesinin işlevsel bir yararı olduğu savunulamaz. İş yerlerinin yanında aynı zamanda konut alanlarına da yakın olan bu park, hem işyerlerinde çalışanlar ve iş takibi için gelenler, hem de çevredeki konut bölgelerinde oturanlar tarafından kullanılacaktır. Parkın bir bölümünün çay bahçesi küçük bir bölümünün ise çocuk bahçesi olarak düzenlenmesi ( imar planında bu kullanışlar belirtilmemiştir ) park kullanışının değiştirildiği şeklinde değerlendirilemez. Parklar, halkın rekreasyon gereksinmesini karşılamak amacıyla düzenlenen içinde çeşitli faaliyetler için yerler ayrılmış alanlar olarak tanımlanır. Çay bahçesi, çocuk oyun bahçeleri parklarda yer alan kullanışlardır. Ancak parkın ön ucunda inşa edilen gazino, tek katlı bir yapı olmasına rağmen parkın ( ve meydanın ) bütünlüğünü bozan nitelikte görülmüştür.
Dava Konusu 1 sayılı parsel üzerindeki 4 katlı bina, teşekkül etmiş olan parkın içinde kalan özel mülkiyetteki tek yapıdır. Binaya güney cephesinden bitişik olan iki yapının önceki tarihlerde yıkılmış olduğu keşif sırasında tespit edilmiştir. Bina tüm parsel alanını kaplayacak şekilde inşa edilmiştir. Bina özel mülkiyet ve kullanışta kaldığı takdirde, bir kamu açık alanı olan park bu binanın bahçesi olarak işlev görecektir. Binanın önünde özel yol kalmadığı için binaya parktan geçerek girmek mümkün olabilecektir.
1968 ve 1977 planları ile gösterilen imar nizamı ile kentin ulaşım sistemi ile bağlanan yolları esas alan ve meydanı üç taraftan çevreleyen bir cephe hattı oluşturulmuştur. Ayrıca bina, konumu, yüksekliği, mimar ve işlevsel sağlayacak nitelikte değildir. İmar planında park alanına ayrılmasını şehircilik ilkeleri, planlama esasları ve kamu yararına uygun bulunmuş; kamulaştırma işleminin imar planını gerçekleştirmeye yönelik olduğu kanısına varmıştır.”
denilmekte olup sonuç olarak uyuşmazlık konusu taşınmazın park alanına ayrılması yolundaki imar planı değişikliği işleminde şehircilik ilkeleri, planlama esasları ve kamu yararına aykırılık bulunmadığı belirtilmektedir.
Yukarıda özetlenen bilirkişi raporu taraflara tebliğ edilmiş, davacı tarafından çevredeki yapıların tümünün özel mülkiyette kısmen kamu kısmen de ticari kullanımda bulunduğu, taşınmazla 3 m’lik yola ayrılan hamamın da özel mülkiyette bir yapı olduğu gibi söz konusu hamamın giriş kapısının parkın içinde kaldığı, 170 m2 lik alanın 15.000 m2lik park alanına dahil edilebilmesi için yapılacak masrafla, kente birçok park yapılabileceği, işlemde kamu yararı bulunmadığı öne sürülerek itiraz edilmişse de, davacının bu savı derinliğine yapılan bir incelemenin ürünü olup, ayrıntılı ve yeterli verilere dayalı bilirkişi raporu ile ulaşılan kesin sonucu etkileyecek nitelikte görülmemiştir.
Bilirkişi raporu ile dava dosyasındaki belgelerin birlikte incelenmesinden davacıya ait … ……. mahallesi, 403 ada, 1 parsel sayılı taşınmazın park alanına ayrılması yolundaki dava konusu imar planı değişikliği işleminde şehircilik ilkelerine, planlama esaslarına ve kamu yararına aykırılık bulunmadığı anlaşılmaktadır.
Davanın, anılan taşınmazın kamulaştırılmasına ilişkin işleme yönelik bölümüne gelince:
Olay tarihinde yürürlükte bulunan 6830 sayılı İstimlak Kanununun 7. maddesinde kamulaştırma yapacak idarenin kamulaştırılacak taşınmazların sınır, yüzölçümü ve cinsini gösterir ebatlı plan veya krokisini yaptırarak tapu ve vergi kayıtları üzerinden veya haricen yaptıracağı araştırma ile mal sahiplerinin adreslerini tespit ettirileceği, aynı yasanın 11. maddesinde de kamulaştırmayı yapacak idarenin değer pahanın tespit edileceği günü tayin ve ilgilileri şahsen veya ilanen tebliğden hangisinin kolaylık ve sürati temin edeceğini takdir ederek ilan yolunu tercih ettiği takdirde mahallinde çıkan bir gazetede beş gün ara ile iki defa, gazete çıkmayan yerlerde mutat vasıtalarla on gün müddetle ilan edeceği ve takdiri kıymet komisyonunun tayin edilen günde mahalline giderek hazır bulunan ilgilileri de dinlendikten sonra taşınmazın,
Cinsi ve nev’ini,
Yüzölçümünü,
Kıymetine tesir edebilecek bütün vasıf ve unsurlarını ve her unsurun ayrı ayrı değerini,
Taşınmazın halihazır durumuna, mevki ve şartlarına göre ve olduğu gibi kullanılması halinde getireceği gelirini,
Yapılarda kamulaştırmanın yapıldığı yıl içindeki inşaat fiyatlarına göre maliyetini ve bu maliyetten düşülecek yıpranma payım, 6. Taşınmazın emsalinin kamulaştırmaya takaddüm eden tarihteki alım satım rayicini,
esas tutarak tanzim edeceği raporda bu altı hususun ayrı ayrı cevaplarını kaydetmek suretiyle kamulaştırma bedelini takdir edeceği kuralları yer almıştır.
Dava dosyasının incelenmesinden, kamulaştırma işlerine ait belgeler davacının … ‘daki adresine noter kanalıyla tebliğ edildiği halde kıymet takdirinin yapılacağı günün kendisine bildirilmediği yolunda dava dilekçesinde yer alan iddiayı karşılamak amacıyla davalı idarenin savunma vererek bu hususu yerine getirildiğini belirtmediği gibi kıymet takdiri gününün ilanen de tebliğ edildiğini açıklamadığı anlaşılmaktadır.
Öte yandan, dosyada bulunan kıymet takdir komisyonu raporunda yasanın yukarıda değinilen hükmünde öngörülen, taşınmaza ilişkin unsurların ayrı ayrı cevapları belirlenmeksizin uyuşmazlığa konu taşınmazın sadece cinsi ve yüzölçümünün yazılmasıyla yetinilerek değerinin saptandığı anlaşılmakta olup, kamulaştırma işleminin tekemmül edebilmesi için temel öğelerden birini oluşturan kıymet takdirindeki bu noksanlıktan ötürü tesis edilen kamulaştırma işleminde mevzuata aykırılık açıktır.
Açıklanan nedenlerle anlaşmazlık konusu … ……. mahallesi, 403 ada, 1 parsel sayılı taşınmazın park alanına tahsisine ilişkin imar planı değişikliği işleminde şehircilik ilkelerine ve kamu yararına aykırılık bulunmadığından davanın bu kısmının reddine , anılan taşınmazın kamulaştırılması işleminde mevzuata uyarlık bulunmadığından dava konusu kamulaştırma işleminin şekil yönünden iptaline keşif ve bilirkişi incelemesi, davanın imar planına yönelik kısmına ilişkin olarak yapıldığından ( Naip üye gideri 10.000.- lira Tetkik Hakimi gideri: 6.871 -lira, her bilirkişiye verilen bilirkişi ücreti 19.376.- ura davacı üzerinde bırakılmasına, dava kısmen iptal, kısmen redle sonuçlandığından aşağıda dökümü yazılı 4690.- lira yargılama giderinin yarısı olan 2345.- liranın davalı idareden alınarak davacıya verilmesine 9.12.1986/gününde oyçokluğuyla karar verildi.
KARŞI OY Olay tarihinde yürürlükte bulunan 6830 sayılı Kamulaştırma Kanununun 11. maddesinde, takdiri kıymet komisyonunun belirlenen günde mahalline giderek hazır bulunan ilgilileri de dinlendikten sonra taşınmazın maddede sayılan unsurları göz önünde bulundurarak kamulaştırma bedelini takdir edeceği belirtilmiş, aynı Kanunun 14. maddesinde de kamulaştırılacak taşınmazın sahibi, zilyet ve diğer ilgililerin veya kamulaştırmayı yapan idare tarafından 13. madde gereğince ikametgahında tebligat yapılmış olanların tebliğ tarihinden on beş gün, bunlar haricindekilerin son ilan tarihinden itibaren otuz gün içinde kamulaştırma işlemine karşı Danıştay’da ve takdir edilen bedel ile maddi hatalara karşı da taşınmazın bulunduğu mahal Asliye Hukuk Mahkemesinde dava açabilecekleri belirtilmiş bulunmaktadır.
Dava dosyasında mevcut 10.12.1979/günlü takdiri kıymet komisyonu raporunun incelenmesinden; taşınmazın yerinin, cins ve nev’inin, alanın, m2 fiyatının, üzerindeki bina değerinin açıklandığı ve bu haliyle raporun usule uygun biçimde düzenlendiği, öte yandan kıymet takdirinin yapılacağı günün davacıya bildirilmemesi, taşınmaz için takdir edilen bedelle ilgili olduğundan, buna ilişkin itirazın yukarıda belirtilen Yasa kuralı gereği adliye mahkemesinde açılacak bedel artırımı davasında incelenebileceği, bu hususun kamulaştırma işlemim idare hukuku açısından sakatlamayacağı nedeniyle kamulaştırma işlemine yönelik davanın reddi gerektiği oyu ile karara karşıyım.
KARŞI OY Dava konusu imar planı değişikliğine yönelik davanın reddine dayanak alınan bilirkişi raporunda, park alanı içerisinde özel mülkiyetteki tek yapının davacıya ait bina olduğu belirtilmekteyse de, davacının maliki olduğu taşınmazla 3 m’lik yolla ayrılan eski eser niteliğindeki hamamın ve anılan hamamın sonradan ilave edilen giriş bölümünün de park alanı içinde kaldığı ve hamamla birlikte uyuşmazlık konusu yapının bir yapı topluluğu oluşturduğu gibi, her iki yapının parkın tören alanı kesimini engellemeyip parkın kenarında yer aldığı, keza bilirkişi raporunda bizzat belediyece inşa ettirildiği dosyanın incelenmesinden anlaşılmaktadır.
Bu durumda, davacıya ait yapının yıktırılması halinde bile özel mülkiyette bulunan iki binanın park alanında kalacağı göz önüne alındığında 170 m2’lik parselin park alanına katılması yolunda imar planı değişikliği işleminde hakkaniyet ve nesafet kurallarına uyarlık bulunmadığı açıktır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu imar planı değişikliği işleminin iptali gerektiği oyu ile çoğunluk kararının imar planına yönelik davanın reddine dair kısmına karşıyım.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2003/8064 K: 2005/5111 T: 25/10/2005
Danıştay 6. Dairesi E: 1979/4605 K: 1982/4104 T: 07/12/1982
Danıştay 6. Dairesi E: 1984/880 K: 1985/278 T: 18/02/1985/
Danıştay 6. Dairesi E: 1985/854 K: 1986/50 T: 16/01/1986
Danıştay 6. Dairesi E: 1986/901 K: 1986/1032 T: 26.11.1986
Belediyeler, imar planı dışında belediye sınırları içerisinde kalan yerde yol yapımı amacıyla kamulaştırma yapabilirler.
İstemin Özeti: Davacıya ait taşınmazın yol yapımı amacıyla kamulaştırılmasına ilişkin 11.4.1985/günlü, 182 sayılı Belediye Encümeni kararının iptali yolundaki Antalya İdare Mahkemesinin 20.2.1986/günlü, E: 1985/605, K: 1986/143 sayılı kararının, kamulaştırılan taşınmazların çevresindeki yerleşim birimlerinin ana yola bağlantılarının sağlanabilmesi amacıyla kamulaştırma yapıldığı öne sürülerek bozulması istenilmektedir.
Savunmanın Özeti: Savunma verilmemiştir.
Danıştay Savcısı Orhan Dikbaş’ın Düşüncesi: Kamulaştırmayla ilgili uyuşmazlık hakkında Antalya İdare Mahkemesi kararının, imar planı dışındaki taşınmazların istimlakının yasaya uygun olarak yapıldığı yolundaki iddialarla temyizen bozulması istenilmiş ise de; 2577 sayılı Yasanın 46. maddesi uyarınca İdare Mahkemelerinin nihai kararlarına karşı yapılan temyiz isteminde; öne sürülen hususlar, anılan yasanın 49. maddesinin 1. fıkrasında belirtilen nedenlerden hiçbirisine uymadığından, İdare Mahkemesince verilen kararın dayandığı hukuki ve yasal nedenler karşısında, anılan kararın bozulmasını gerektirir nitelikte görülmemektedir.
Açıklanan nedenlerle temyiz isteminin reddiyle İdare Mahkemesi kararının onanmasının uygun olacağı düşünülmektedir.
TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince dosyadaki belgeler incelendikten sonra temyiz isteminin süresinde olduğu görülerek işin gereği düşünüldü:
Dava, davacıya ait taşınmazın yol yapımı amacıyla kamulaştırılmasına ilişkin 11.4.1985/günlü, 182 sayılı Belediye Encümeni kararının iptali istemiyle açılmış, Antalya İdare Mahkemesince, beldenin sokak ve meydanlarını plan ve programa göre düzenlemek görevinin 1580 sayılı yasanın 15. maddesinin 31. fıkrası hükmü ile Belediyelere verildiği, yol yapımı için kamulaştırma yapabilmesinin taşınmazın onanlı imar planında bu amaca ayrılmış olması koşuluna bağlı olduğu, taşınmazın ise Belediye sınırları içinde imar planı dışında bulunduğu ve anılan yerin yol istikamet planlarının da henüz yapılmadığından, kamu yararı kararı alınarak kamulaştırma yapılmasında mevzuata uyarlık görülmediği gerekçesiyle işlem iptal edilmiş, bu karar davalı İdare tarafından temyiz edilmiştir. Anayasanın 46. maddesinde ve 2942 sayılı kamulaştırma Yasasının 1. maddesinde «… kamu yararının gerektirdiği hallerde …» özel mülkiyette bulunan taşınmazların kamulaştırılacağı kuralının yer almış olması, kamulaştırma işlemlerinde esas ilkenin ve önemli olan yönün kamu yararı olduğunu açıkca ortaya koymaktadır. Söz konusu yasada kamulaştırma işlemlerinde genel olarak kamu yararı kararına dayanılması öngörülmüş, ancak 6. maddenin son fıkrasıyla, onanlı özel plan projesine göre yapılacak inşaat ve tesisler için ayrıca kamu yararı kararı alınması ve bunun onaylanması gerekli görülmeyerek kamulaştırma yapacak idare, söz konusu durumların varlığı halinde kamu yararı kararı alma zorunluluğundan bağışık tutulmak suretiyle ilkenin istisnası getirilmiştir.
İstisnanın gerekçesi ile Bayındırlık ve İskan Bakanlığının veya ilgili Bakanlıkların onayından geçilerek teknik mükemmeliyet arzeden şehir imar planları ile diğer plan ve projelerin onaylama zorunluluğuna tabi kılınmasının gereksiz ve yararsız olacağı ve kamulaştırma işleminin tekemmülünü uzatacağıdır. İdareye kamulaştırmada kolaylık sağlayan bu istisnai durumun var olmaması halinde ise olağan yasal yolun başka bir deyişle kamu yararı kararı alınma yolunun izlenmesi doğal ve gereklidir. vÖte yandan 1580 sayılı Belediye Kanununun 15. maddesinin 31. bendindeki plan ve programlara uygun olarak belde yollarının yapılmasıyla Belediyelerin görevli kılınması halinin ise imar planında ve programında yer alan yolların yapımının, inşaasının Belediyelere bir zorunluluk olarak getirildiği şeklinde değerlendirmek gerekir. Bu yasa kuralından imar planıyla düzenlenmemiş bir yerede yol yapmak için kamulaştırma yoluna gidilemeyeceği anlamı çıkarmak kamu hizmetlerinin gereklerine ters düşeceğinden doğru olmaz. Bu durumda Belediyelerin yol yapımı amacıyla kamulaştırma yapabilmelerinin taşınmazın onanlı imar planında yola ayrılmış olması yada yol istikamet planı bulunması koşuluna bağlı olduğu yolundaki İdare Mahkemesi kararında isabet görülmemiştir.
Açıklanan nedenlerle temyize konu Antalya İdare Mahkemesinin 20.2.1986/günlü, E: 1985/605, K: 1986/143 sayılı kararının BOZULMASINA, 3000.- lira temyiz harcının istemde bulunana iadesine, dosyanın adı geçen Mahkemeye gönderilmesine 26.11.1986/gününde oyçokluğuyla karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2000/2889 K: 2001/4166 T:25/09/2001
Danıştay 6. Dairesi E: 2016/10456 K: 2017/6506 T: 22.9.2017
Danıştay 6. Dairesi E: 1982/3178 K: 1983/913 T: 02/03/1983
Danıştay 6. Dairesi E: 2020/4519 K: 2021/10334 T: 29.9.2021
Danıştay 6. Dairesi E: 1986/968 K: 1986/1031 T: 26/11/1986
Kamulaştırma tarihinden ve dava açılmasından sonra planda değişiklik yapılarak taşınmaz mezarlık yerine ayrıldığı anlaşıldığından, bu amaçla yapılan kamulaştırma işleminde mevzuata aykırılık görülmediği
Dava, taşınmazın mezarlık yeri olarak kamulaştırılmasına ilişkin Belediye Encümeni kararının iptali istemiyle açılmış İdare Mahkemesince, mevcut mezarlığın ihtiyacı karşılayamaması nedeniyle 1580 sayılı yasanın 15.maddesinin 5.bendiyle Belediyelere verilen görevin yerine getirilmesi amacıyla kamulaştırma yapıldığı, kamulaştırma tarihinde imar planında fidanlık yeri olan bu taşınmazın 9.1.1986/günlü, 149 sayılı Belediye Meclisi kararıyla imar planında değişiklik yapılarak mezarlık yeri olarak belirlendiği ve yasa aykırılığının giderildiği, sonuç itibarıyla kamulaştırma işleminde mevzuata aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle reddedilmiş, bu karar davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu işlemin iptali istemi ile açılan davanın yukarıda özetlenen gerekçeyle reddi yolundaki temyize konu İdare Mahkemesi kararında 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 49.maddesinin 1.fıkrasında sayılan bozma nedenlerinden hiçbirisi bulunmadığından, bozma istemi yerinde görülmeyerek anılan mahkeme kararının onanmasına karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 1986/59 K: 1986/978 T: 18/11/1986
Danıştay 6. Dairesi E: 2004/7161 K: 2005/4737 T: 14/10/2005
Danıştay 6. Dairesi E: 1998/872 K: 1999/934 T: 15/02/1999
Danıştay 6. Dairesi E: 1993/3283 K: 1994/1221 T: 11/04/1994
Danıştay 6. Dairesi E: 1986/659 K: 1986/978 T: 18.11.1986
Sulama arkı yapımı köylünün isteğine bağlı işler arasında sayılmış ise de, sulama işi köyün ve köylünün ortak ve genel yararına olduğundan, bu amaçla yapılan kamulaştırmada kamu yararının varlığı açık olup, yetki yönünden de mevzuata aykırılık yoktur.
İstemin Özeti: … mevkiinde bulunan 820 parsel sayılı taşınmazın 160 m2 lik bölümünün sulama arkı yapımı amacıyla kamulaştırılmasına ilişkin 28.5.1984/günlü, 10 sayılı köy ihtiyar kurulu kararının iptali yolundaki … İdare Mahkemesinin 14.11.1985/günlü, E: 1984/337, K:1985/360 sayılı kararının, sulama arkı yapımının köyün görevleri arasında olduğu ve bu amaçla kamulaştırma yapılabileceği öne sürülerek bozulması istenilmektedir.
Danıştay Savcısı A.Ş.’nin Düşüncesi: Davacıya ait taşınmazın 160 m2 lik kısmının köyün sulama ihtiyacı için kamulaştırılmasına ilişkin Köy İhtiyar Kurulu kararının iptali isteğiyle açılan davada işlemi iptal eden … İdare Mahkemesinin 14.11.1985/günlü E:84/337, K:85/360 sayılı kararı davalı idare tarafından temyize dilmiştir.
7457 sayılı yasa ile zirai sulama suyu temin ve tedariki amacına yönelik arazi sulama kanalı için kamulaştırma yapmak yetkisi Toprak-Su’ya ait iken 18.06.1984/gününde yürürlüğe giren 235 sayılı KHK’nin 2 ve 12. maddelerinde de anılan görevlerin Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğünce yürütüleceği ve bu hizmetler için gereken gayri menkulleri kamulaştırmak yetkisinin bulunduğu kurala bağlanmıştır.
Diğere taraftan 442 sayılı yasanın 14. maddesinin 11. fıkrası uyarınca da köy tarla ve bahçelerini sulamak, ortaklaşa ark yapmak köy tüzel kişiliğine de görev olarak verildiğinden, köy ihtiyar kurulunun da anılan amaç için kamulaştırma yetkisi vardır.
Açıklanan nedenlerle davalı idarenin temyiz isteminin kabulü ile … İdare Mahkemesi kararının bozulmasının uygun olacağı düşünülmektedir.
TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince dosyadaki belgeler incelendikten sonra temyiz isteminin süresinde olduğu görülerek işin gereği düşünüldü:
Dava, … mevkiinde bulunan 820 parsel sayılı taşınmazın 160 m2’lik bölümünün sulama arkı yapımı amacıyla kamulaştırılmasına ilişkin 28.5.1984/günlü, 10 sayılı Köy ihtiyar Kurulu kararının iptali istemiyle açılmış, … İdare Mahkemesince, sulama arkı yapımının köyün mecburi işleri arasında olmayıp köylünün isteğine bağlı işlerden olduğu, bu durumda kamulaştırmanın 2942 sayılı yasanın 3. maddesindeki idarelerin kanunla yapmak yükümlülüğünde bulundukları kamu hizmetleri için kamulaştırma yapabilecekleri ilkesine uymadığı gerekçesiyle işlem iptal edilmiş bu karar davalı idare tarafından temyiz edilmiştir.
Anayasanın 46. maddesinde ve 2942 sayılı kamulaştırma yasasının 1. maddesinde “……. kamu yararının gerektirdiği hallerde ……….” özel mülkiyette bulunan taşınmazların kamulaştırılacağı kuralının yer alması, kamulaştırma işlemlerinde esas ilkenin ve önemli olan yönün kamu yararı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Öte yandan Köy Kanununun 13 ve 14. maddelerinde köyün yapacağı işler belirtilmiş, her iki yasa maddesinde tarla, bağ ve bahçe işleri köyün asıl uğraşları olarak düzenlenmiş, anılan 14. maddenin 11. bendinde de köy tarla ve bahçelerini sulamak için ortaklama ark yapmak köylünü işleri arasında sayılmıştır.
Her ne kadar sulama arkı yapımı köylünün isteğine bağlı işler arasında gösterilmişse de, köylünün asıl uğraşlarından olan bağ ve bahçe işlerinin yürütülmesi için sulama yapılması hem zorunlu hem de köyün ve köy halkının ortak ve genel yararına olduğundan bu hizmetin yürütülmesi amacına yönelik kamulaştırmada kamu yararının varlığı açık olup, yetki yönünden de yasa kurallarına her hangi bir aykırılık bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle kamulaştırma işleminin iptaline ilişkin … İdare Mahkemesinin 14.11.1985/günlü, E: 1984/337, K: 1985/360 sayılı kararında usul ve yasaya uyarlık bulunmadığından anılan kararın bozulmasına, uyuşmazlığın hukuki niteliği ve dava dosyasında yer alan bilgi ve belgeler dava hakkında karar vermeye yeterli görüldüğünden, 2577 sayılı 49. maddesinin 2. bendi uyarınca işin esasının incelenmesi sonucu aynı gerekçelerle davanın reddine, peşin alınan yargılama giderlerinin davacı üzerinde bırakılmasına, 3000.- lira temyiz harcı ile 2400.- lira temyiz posta pulu giderinin davacıdan alınarak davacı idareye verilmesine, fazla yatırılan 1800.- lira harcın temyiz isteminde bulunana iadesine, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 18.11.1986/gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2020/11364 K: 2021/10343 T: 29.9.2021
Danıştay 6. Dairesi E: 1984/822 K: 1985/354 T: 21/02/1985
Danıştay 6. Dairesi E: 2021/2387 K: 2022/4087 T: 31.3.2022
Danıştay 6. Dairesi E: 1986/781 K: 1986/813 T: 9.10.1986
Danıştay 6. Dairesi E: 1986/664 K: 1986/967 T: 18.11.1986
Kamulaştırılan taşınmaza karşılık köy orta malı olan bir yerin kamulaştırılan taşınmaz sahibine verilmesi konusunda tesis edilen işlemin, köy sakini olan davacıların menfaatini ihlal edeceğinden mahkemece davanın ehliyet yönünden reddinde isabet yoktur.
İstemin Özeti: … Köyü ihtiyar meclisinin 12:5.1984/günlü, 7 sayılı kararıyla 2942 sayılı Yasanın 26.maddesi uyarınca yapılan ve …….. Valiliğinin 14.5.1984/günlü onayıyla yürütülen trampa yoluyla kamulaştırma işleminin iptali istemiyle köy sakinleri tarafından açılan davanın ehliyet yönünden reddi yolundaki … İdare Mahkemesinin 9.1.1986/günlü, E:1985/556; K:1986/2 sayılı kararının söz konusu taşınmazın köyün orta malı olduğu, bu nedenle de dava açmakta menfaatleri bulunduğu öne sürülerek bozulması istenilmektedir.
Danıştay Savcısı O.D.’ın Düşüncesi: İstimlakle ilgili uyuşmazlık hakkında … İdare Mahkemesi kararının, söz konusu taşınmaz malın, köyün ortak malı olduğu, yolundaki iddialarla temyizen bozulması istenilmiş ise de; 2577 sayılı Yasanın 46 ncı maddesi uyarınca İdare Mahkemelerinin nihai kararlarına karşı yapılan temyiz isteminde; öne sürülen; hususlar, anılan Yasanın 49 ncı maddesinin 1. fıkrasında belirtilen nedenlerden hiçbirisine uymadığından, İdare Mahkemesince verilen kararın dayandığı hukuki ve yasal nedenler karşısında, anılan kararın bozulmasını gerektirir nitelikte görülmemektedir.
Açıklanan nedenle temyiz isteminin reddiyle İdare Mahkemesi kararının onanmasının uygun olacağı düşünülmektedir.
TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince dosyadaki belgeler incelendikten sonra temyiz isteminin süresinde olduğu görülerek işin gereği düşünüldü:
K: Dava, … Köyü İhtiyar Meclisinin 12.5.1984/günlü, 7 sayılı kararıyla 2942 sayılı Yasanın 26. maddesi uyarınca yapılan ve …….. Valiliği’nin 14.5.1984/günlü onayıyla yürütülen trampa yoluyla kamulaştırma işlemin iptali istemiyle açılmış, … İdare Mahkemesince, iptal davalarının, idari işlemlerden dolayı menfaatleri ihlal edilenler tarafından açılabileceği, dava konusu kararda sözü edilen taşınmazla davacıların mülkiyet ya da zilyetlik açısından bir ilgileri bulunmadığı, bu durumda da dava konusu idari işlemle davacılar arasında bir menfaat bağı olmadığı gerekçesiyle dava ehliyet yönünden reddedilmiş, bu karar davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.
2577 sayılı Yasanın 2. maddesinin 1. fıkrasının ( a ) bendinde; iptal davaları idari işlemler hakkında yetki, şekil, sebep, konu ve maksat yönlerinden biri ile hukuka aykırı olduklarından dolayı menfaatleri ihlal edilenler tarafından açılan davalar olarak tanımlanmıştır.
Olayda, köy halkından bir kişiye ait tapulu taşınmazın köy camiinin avlusuna katılmak amacıyla kamulaştırılması üzerine anılan taşınmazın kamulaştırma bedeli karşılığında köy orta malı olan bir taşınmazın 2942 sayılı Yasanın 26. maddesi uyarınca bu kişiye verildiği, köy sakinlerinden olan davacıların da söz konusu işlemin iptali dileğiyle.bu davayı açtığı dosyanın incelenmesinden anlaşılmaktadır.
Bu durumda, tüm köyün ve köylünün yaşama düzeni, yerleşimi ve gelişimini yakından ilgilendiren köy orta malının sadece bir kişinin kullanımına verilmesi işleminin köy sakini davacıların menfaatlerini ihlal ettiği gözetilmeksizin zilyetlik ya da mülkiyet ilişkisinden söz edilerek davanın ehliyet yönünden reddine usul ve yasaya uyarlık görülmemiştir.
Açıklanan nedenlerle davanın ehliyet yönünden reddi yolundaki temyize konu … İdare Mahkemesinin 9.1.1986/günlü, E:1985/556, K:1986/2 sayılı kararının bozulmasına, 3000.- lira temyiz harcı ile fazla yatırılan 1800.- lira harcın temyiz isteminde bulunana iadesine, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 18.11.1986/gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 1992/1707 K: 1993/407 T: 11/02/1993
Danıştay 6. Dairesi E: 1993/506 K: 1993/1792 T: 05/05/1993
Danıştay 6. Dairesi E: 1993/272 K: 1993/5860 T: 27/12/1993
Danıştay 6. Dairesi E: 1994/3698 K: 1995/367 T: 23.1.1995
Danıştay 6. Dairesi E: 1986/781 K: 1986/813 T: 9.10.1986
Köye içme suyu temin etmek amacıyla kaynak kamulaştırmasına, Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü yetkili bulunduğundan, bu husustaki İl İdare Kurulu kararının mahkemece yetki yönünden iptalinde isabetsizlik yoktur.
İstemin Özeti: … İlçesine bağlı … köyün içme suyu ihtiyacını karşılayacak su kaynağının bulunduğu… mevkiinde bulunan taşınmazın 1000 m2 lik bölümünün kamulaştırılmasına ilişkin 15.9.1986/günlü, 964 sayılı İl İdare Kurulu kararının iptali yolundaki … İdare Mahkemesinin 9.4.1986/günlü. E: 1985/753, K: 1986/211 sayılı kararının, 2942 sayılı Yasa uyarınca kamulaştırma yapıldığı öne sürülerek bozulması istenilmektedir.
Savunmanın Özeti: Temyiz edilen kararda bozma nedenlerinden hiçbiri bulunmadığından, usul ve kanuna uygun olan kararı onanması gerektiği savunulmaktadır.
TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince dosyadaki belgeler incelendikten sonra temyiz isteminin süresinde olduğu görülerek işin gereği düşünüldü:
K: Dava, … İlçesine bağlı …….’ün içme suyu ihtiyacını karşılayacak su kaynağının bulunduğu …….. … mevkiinde bulunan taşınmazın 1000 m2 lik bölümünün kamulaştırılmasına ilişkin 25.9.1983/günlü, 964 sayılı İl İdare Kurulu kararının iptali istemiyle açılmış. … İdare Mahkemesinin 9.4.1986/günlü E: 1986/753, K: 1986/211 sayılı kararıyla Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulüne Dair 3202 sayılı Kanunun 2/e maddesi ile köyün içme suyu ihtiyacı için kamulaştırma yetkisinin Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü’ne verildiği, bu nedenle kamulaştırma kararının da bu Genel Müdürlükçe verilmesi gerekirken İl İdare Kurulunca verilmesinde isabet görülmeyerek işlem iptal edilmiş, bu karar davalı idare tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu işlemin yukarıda özetlenen gerekçeyle iptali yolundaki temyize konu … İdare Mahkemesinin 9.4.1986/günlü, E: 1985/753, K: 1986/211 sayılı kararında, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 49. maddesinin 1. fıkrasında sayılan bozma nedenlerinden hiçbirisi bulunmadığından, bozma istemi yerinde görülmeyerek anılan mahkeme kararının onanmasına, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 9.10.1986/gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 1998/6784 K: 1999/5983 T: 23.11.1999
Danıştay 6. Dairesi E: 1995/7192 K: 1996/945 T: 04/03/1996
Danıştay 6. Dairesi E: 1992/4551 K: 1993/1610 T: 19/04/1993
Danıştay 6. Dairesi E: 1997/33 K: 1997/5408 T: 27/11/1997
Danıştay 6. Dairesi E: 1986/586 K: 1986/811 T: 9.10.1986
Köydeki boş alanlar göz önünde bulundurularak tesislerin bir adada toplanması hizmet gereklerine uygun düştüğünden, davacıya ait taşınmazın köy konağı, çamaşırhane, tuvalet ve pazar yeri yapımı amacıyla kamulaştırılmasında mevzuata aykırılık yoktur.
İstemin Özeti: … Köyü, köy içi mevkiinde bulunan davacıya ait taşınmazın köy konağı, çamaşırhane, umumi tuvalet ve pazar yeri yapımı amacıyla kamulaştırılmasına ilişkin 13.5.1985/günlü, 109 sayılı köy ihtiyar kurulu kararının iptali yolunda … İdare Mahkemesinin 2.4.1986/günlü, E:1985/260;
K: 1986/238 sayılı kararının, bilirkişi raporunda sözü edilen arsaların boş olmadığı, kaldı ki bu boş olduğu söylenen arsaların okul ve Kur’an kursu binasının yanında olup iki eğitim kurumunun bitişiğinde sözü edilen tesislerin yapılmasının sakınca yaratacağı öne sürülerek bozulması istenilmektedir.
Savunmanın Özeti: Çamaşırhane, pazaryeri ve umumi tuvaletin aynı yerde bulunmasına köyün örf ve adetlerine ters düştüğü öne sürülerek temyiz isteminin reddi istenilmektedir.
TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince dosyadaki belgeler incelendikten sonra temyiz isteminin süresinde olduğu görülerek işin gereği düşünüldü:
K: Dava, … Köyü, köy içi mevkiinde bulunan davacıya ait taşınmazın Köy Konağı, çamaşırhane, umumi tuvalet ve pazar yeri yapımı amacıyla kamulaştırılmasına ilişkin köy ihtiyar kurulunun 13.5.1985/günlü, 109 sayılı kararının iptali istemiyle açılmış, … İdare Mahkemesinin 2.4.1986/günlü; E: 1985/260; K: 1986/23 8 sayılı kararıyla gerçekleştirilmek istenilen hizmetlerle ilgili yapıların tümünün bir arada yapılmasının zorunlu olmadığı, bunların ayrı ayrı yerlerde yapılmasına imkan veren çeşitli arazilerin bulunmasına karşın tümünün bir yerde toplanmasını temin amacıyla köy bütçesinden para sarfı suretiyle kamulaştırma yoluna gidilmesinin de köyün yararına bir davranış biçimi olmadığı gerekçesiyle dava konusu işlem iptal edilmiş, bu karar davalı idare tarafından temyiz edilmiştir.
Devlet ve Kamu Tüzel Kişileri, kamu yararının gerektirdiği hallerde özel mülkiyette bulunan taşınmazların tamamını veya bir bölümünü kanunla gösterilen esas ve usullere göre kamulaştırmaya yetkilidirler.
Öte yandan 442 sayılı Köy Kanununun 13. maddesinin 12. bendiyle köy konağı, 5. bendiyle umumi tuvalet yapımı, aynı kanunun 14. maddesinin 5. bendiyle çamaşırlık, 7. bendiyle de pazar ve çarşı yerleri yapımı görevleri köye verildiğine göre, bu amaçların gerçekleştirilmesi için köy İhtiyar kurulunca kamulaştırma yapılabileceği açıktır.
İdare Mahkemesince yapılan keşif ve bilirkişi incelemesi sonucu düzenlenen raporda köy konağının 143.30 m2, çamaşırhanenin 59.86 m2, umumi tuvaletin 40 m2, açık pazar yerinin ise 930.1200 m2 arasında bir alanı kapsayacağı, bu tesislerin köye ait boş arsalara sığmayacağı belirtilmektedir.
Köy Muhtarlığının yer seçimi için ilçeye başvurusu üzerine kurulan komisyon tarafından yerinde yapılan incelemeden sonra verilen raporda da anılan tesislerin yapılabilmesi için köye ait yeterli boş alan olmadığından söz edilmektedir.
Her iki raporda da köye ait ve boş olduğundan söz edilen taşınmazların yaklaşık 500-600 m2 olduğu görülmektedir. Tek başına 900-1200 m2 alanda yer alması düşünülen açık pazar yeri için bile bu taşınmazların yeterli olmadığı ortadadır.
Bu durumda köye ait taşınmazın yanında bulunan 750 m2 alanlı davacının taşınmazının kamulaştırılmasından sonra elde edilen 1500 m2 lik alanda bu tesislerin yapılmasında kamu yararına aykırılık görülmemiştir.
Kaldı ki sözü edilen tesislerin bir arada toplanması hizmet gereklerine uygun düşmektedir.
Açıklanan nedenlerle temyiz edilen … İdare Mahkemesinin 2.4.1986/günlü, E: 1985/260; K: 1986/238 sayılı kararın bozulmasına, uyuşmazlığın hukuki niteliği ve dava dosyasında yer alan bilgi ve belgeler karar vermeye yeterli görüldüğünden 2577 sayılı yasanın 49. maddesinin 2. fıkrası uyarınca işin esasının incelenmesine geçilerek yukarıda belirtilen nedenlerle davanın reddine, peşin alınan yargılama giderlerinin davacı üzerinde bırakılmasına, 3000 lira temyiz harcı 5500 lira posta pulu gideri ile 11.000 lira avukatlık ücretinin davacıdan alınarak davalı idareye verilmesine, fazla yatırılan 1800 lira harem temyiz isteminde bulunana, keşif ve bilirkişi incelemesi giderlerine karşılık peşin yatırılan avanstan artan, 23.000 liranın da davacıya iadesine, dosyanın adı geçen Mahkemeye gönderilmesine 9.10.1986/gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2016/4456 K: 2017/8359 T: 26.10.2017
Danıştay 6. Dairesi E: 2016/5939 K: 2017/5049 T: 20.6.2017
Danıştay 6. Dairesi E: 2016/8946 K: 2017/2953 T: 26.4.2017
Danıştay 6. Dairesi E: 1980/2492 K: 1982/3444 T: 03/11/1982
Danıştay 6. Dairesi E: 1986/310 K: 1986/559 T: 28.5.1986
442 sayılı Köy Kanununda fırın yapımı köyün zorunlu ve isteğe bağlı işleri arasında sayılmamış ise de; insanların temel gıdasını teşkil eden ekmeğin düzenli ve sağlıklı bir biçimde üretilerek köylüye iletilmesinde kamu yararı bulunduğundan, fırın yapmak amacıyla köy ihtiyar kurulu kamulaştırma yapabilir.
İstemin Özeti: … köyü köy içi mevkiindeki taşınmazın 225 m2 lik kısmının ekmek fırını yapılması amacıyla kamulaştırılmasına ilişkin 24.4.1985/günlü, 21 sayılı köy ihtiyar kurulu kararının iptaline dair … İdare Mahkemesinin 28.11.1985/günlü, E: 1985/565; K: 1985/593 sayılı kararının, köyün ekmek fırınına büyük ihtiyaç duyduğu, işlemde kamu yararı bulunduğu öne sürülerek bozulması istenilmektedir.
TÜRK MÎLLETÎ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince dosyadaki belgeler incelendikten sonra temyiz isteminin süresinde olduğu görülerek işin gereği düşünüldü:
K: Dava, … Köyü köy içi mevkiinde taşınmazın 225 m2 lik kısmının ekmek fırını yapılması amacıyla kamulaştırılmasına ilişkin 24.4.1985/günlü, 21 sayılı köy ihtiyar kurulu kararının iptali dileğiyle açılmış, İdare Mahkemesince köyde ekmek fırını yapımının 442 sayılı Köy Kanununun 13. ve 14. maddelerinde yer alan ve köyün yapmakla zorunlu olduğu veya isteğe bağlı görevleri arasında yer almadığı gerekçesiyle dava konusu işlem iptal edilmiş, karar davalı köy muhtarlığı tarafından temyiz edilmiştir.
Gerek anayasanın 46 ncı maddesinde, gerekse 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 1 nci maddesinde “……….. kamu yararının gerektirdiği hallerde ……….” özel mülkiyette bulunan taşınmazların kamulaştırılabileceği öngörülmüştür. Bu kurallara göre, kamulaştırmada ilk koşul kamu yararının varlığı olarak ortaya çıkmakta, kamu yararı kararı kamulaştırma işleminin özünü ve temelin; oluşturmaktadır.
Diğer taraftan, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu, köy lehine yapılacak kamulaştırmalarda kamu yararı kararı verecek mercii köy ihtiyar kurulu olarak belirtmekte, 442 sayılı Köy Kanunu da köye ait işleri görmekle aynı mercii görevli ve yetkili kılmaktadır.
Yukarıda anılan 442 sayılı Yasada köye ait işler yapılması zorunlu ve isteğe bağlı işler olarak ikiye ayrılmış, her gruptaki işler ayrı ayrı sayılmıştır. Ancak bu işler arasında ekmek fırını yapımı bulunmamaktadır.
Yasada ekmek fırını yapımının sayılmamış olması bu için yapılmayacağı anlamını taşımaz. Çünkü, yapılması zorunlu ve isteğe bağlı olarak belirlenen görevler
sınırlandırıcı nitelikte değil, köylüye ve köy idarelerine yol gösterici birer örnek teşkil etmek üzere yasada yer almıştır.
Olayda ise, nüfusu 2000 in üzerinde bulunan … Köyünde şahıs tarafından işletilen bir ekmek fırınının kışın kapatıldığı, kötü hava koşullan yüzünden ulaşımın aksadığı aylarda köyde ekmek sıkıntısının baş gösterdiği, bu sorunun giderilmesi için köyde mevcut ilkokul, ortaokul öğretmenleri ile orman bölge şefliği personelinin ve köy halkından birçok kişinin muhtarlığa başvuruda bulundukları, ekmek fırını yapımı için en uygun yer olarak davacılara ait taşınmazın belirlendiği. 5000 m2 yüzölçümlü taşınmazın 225 m2 sinin bu amaçla kamulaştırılmasına karar verildiği temyiz dosyası içerisinde yer alan belgelerin incelenmesinden anlaşılmıştır.
Bu durumda, insanların temel gıdasını teşkil eden ekmeğin düzenli ve sağlıklı bir biçimde üretilerek köylüye iletilmesi amacıyla ekmek fırını y6rinin sağlanarak hizmetin yürütülmesi köyün ve köylünün müşterek yararına olacağı, başka bir deyişle bu işin gerçekleştirilmesinde kamu yararı bulunduğu açıkça ortadadır.
Kaldı ki söz konusu hizmetin sadece Köy Kanununda sayılmamış olması nedeniyle işlemin iptali yolundaki gerekçeyi 442 sayılı yasanın yürürlüğe girdiği 1924 yılından bu yana geçen sürede köylerde meydana gelen ekonomik ve sosyal gelişmelere koşut olarak çoğalan, yeni ortaya çıkan ve gelişen ihtiyaçların varlığı gerçeği ile de bağdaştırmak olanağı bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle … İdare Mahkemesinin temyize konu 28.11.1985/günlü, E: 1985/565; K: 1985/593 sayılı kararının bozulmasına; uyuşmazlığın hukuki niteliği ve dava dosyasında yer alan bilgi ve belgeler dava hakkında karar vermeye yeterli görüldüğünden. 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 49. maddesinin 2. bendi uyarınca işin esasının incelenmesine geçilerek yukarıda belirtilen gerekçelerle davanın reddine, peşin alman yargılama giderinin davacılar üzerinde bırakılmasına, 5500 lira avukatlık ücretinin davacılardan alınarak davalı idareye verilmesine, 3000 lira temyiz harcı ile 1000 lira temyiz posta giderinin karşı taraftan alınarak temyiz isteminde bulunana verilmesine 28.5.1986/gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 1984/1074 K: 1985/256 T: 12/02/1985
Danıştay 6. Dairesi E: 2003/3698 K: 2005/54 T: 13/01/2005
Danıştay 6. Dairesi E: 1988/2854 K: 1990/567 T: 09/04/1990
Danıştay 6. Dairesi E: 2008/353 K: 2008/2371
Danıştay 6. Dairesi E: 1986/306 K: 1986/532 T: 21/05/1986
İdare mahkemesince, imar planında davacılara ait taşınmazın yol olarak belirlendiğinden bahisle davanın reddine karar verilmişse de dosyada mevcut imar planı krokisinde sadece virajlı mevcut yolun belirtildiği, kamulaştırılan kesimin imar planında yer almadığının açıkça anlaşılması karşısında imar planına dayalı kamulaştırmadan söz edilemeyeceği
Dava; … parsel sayılı taşınmazın … m2 lik kısmının yol için kamulaştırılmasına ilişkin belediye encümeni kararının iptali dileğiyle açılmış, İdare Mahkemesince onaylı imar planında yol olarak belirlendiği gerekçesiyle reddedilmiş, karar davacı tarafından temyiz edilmiştir.
Olay tarihinde yürürlükte olan 6785 sayılı Yasanın 32.maddesinin son fıkrasında, herhangi bir sahanın, imar ve yol istikamet planı esaslarına, bulunduğu bölgenin şartlarına ve talimatname hükümlerine aykırı maksatlar için kullanılmayacağı ve üzerine bu maksatlara aykırı yapı yapılamayacağı kurala bağlanmış, Danıştay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 29.1.1976 günlü, E:1974-2, K:1976-2 sayılı kararıyla da bu durum doğrulanmış ve Kamulaştırma Kanununa dayanılarak yapılan kamulaştırmalarda, kamulaştırma konusu taşınmazların yürürlükteki imar planlarında belirlenen amaç dışında kamulaştırılmalarının ancak imar planlarında bu yolda yapılacak değişiklikle mümkün olabileceği belirtilmiştir.
Temyiz dosyası içerisinde yer alan belgelerin incelenmesinden, uyuşmazlık konusu taşınmaz üzerinde bulunan mevcut yolun virajının giderilmesi ve genişletilmesi amacıyla … m2 lik kısmın yol için kamulaştırıldığı anlaşılmaktadır.
Her ne kadar İdare Mahkemesince … onay günlü imar planında davacılara ait taşınmazın yol olarak belirlendiğinden bahisle davanın reddine karar verilmişse de, dosyada bulunan imar planı krokisinde sadece virajlı mevcut yolun belirtildiği, kamulaştırılan kesimin imar planında yer almadığının açıkça anlaşılması karşısında imar planına dayalı kamulaştırma işleminden söz etme olanağı bulunmamaktadır.
Bu itibarla, işlemin iptaline karar verilmesi gerekirken davanın reddi yolunda verilen İdare Mahkemesi kararında usul ve yasaya uyarlık görülmemiştir. Açıklanan nedenlerle İdare Mahkemesi kararının bozulmasına, uyuşmazlığın hukuki niteliği ve dava dosyasında yer alan bilgi ve belgeler dava hakkında karar vermeye yeterli görüldüğünden, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 49.maddesinin 2.bendi uyarınca işin esasının incelenmesine geçilerek yukarıda belirtilen gerekçelerle belediye encümeni kararının iptaline karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 1998/3692 K: 1999/4794 T: 13.10.1999
Danıştay 6. Dairesi E: 1981/636 K: 1982/3458 T: 04/11/1982
Danıştay 6. Dairesi E: 1985/469 K: 1985/1084 T: 17/09/1985
Danıştay 6. Dairesi E: 1985/856 K: 1985/1454 T: 12/12/1985
Danıştay 6. Dairesi E: 1986/298 K: 1986/504 T: 14/05/1986
Lojman sağlamak amacıyla üzerinde yapı bulunan taşınmazların kamulaştırılması mümkün olmadığı gibi, imar planında konut sahasında kalan taşınmazın hizmet binası için kullanılmak üzere kamulaştırılamayacağı
Dava, üzerinde 4 katlı bina bulunan 4 parsel sayılı taşınmaz malın ilçe emniyet amirliği hizmet binası ve lojman olarak kullanılmak üzere kamulaştırılmasına ilişkin il idare kurulunun kararının iptali isteğiyle açılmış, İdare Mahkemesince idarelerin Yasalarla yapmak yükümlülüğünde bulundukları kamu hizmetlerinin veya teşebbüslerinin yürütülmesi için gerekli olan taşınmaz malları kamulaştırmaya yetkili oldukları olayda da imar planında konut alanı olarak gösterilen yerdeki binanın değişen nüfus ve şehirsel gelişme karşısında özellik arzeden emniyet hizmetinin karşılanması amacı ile kamulaştırılmasına yasaya aykırılık bulunmadığı gibi imar planında konut yeri olarak gösterilen yerin lojman ihtiyacının karşılanması için kamulaştırılmasında bir isabetsizlik bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş ve bu karar davacı tarafından temyiz edilmiştir.
4626 sayılı Memur Meskenleri İnşaası Hakkındaki Kanun, gerek başlığı, gerekse içerdiği maddelerde açıklandığı üzere idareye memur meskenleri yaptırma görevini vermektedir. Ancak inşa ettirilecek meskenler için lüzumlu görülecek taşınmazların kamulaştırılması mümkündür. Bunların ise arsa veya arazi olabileceği kuşkusuzdur. Dolayısıyla üzerinde yapı bulunan bir taşınmazın doğrudan doğruya mesken olarak yasada yıkılarak yeniden yapı yapılmak amacıyla kamulaştırılması yoluna gidilmesi yukarıda anılan Kanun hükümleriyle bağdaşamaz. Bu nedenle, Emniyet Personeline lojman sağlamak amacıyla üzerinde yapı bulunan taşınmazın kamulaştırılmasında mevzuata uyarlık bulunmamaktadır.
Öte yandan olay tarihinde yürürlükte bulunan 6785 sayılı Yasanın 32. maddesinin son fıkrasında, herhangi bir sahanın, imar ve yol istikamet planı esaslarına, bulunduğu bölgenin şartlarına ve talimatname hükümlerine aykırı maksatlar için kullanılmayacağı ve üzerine bu maksatlara aykırı yapı yapılamayacağı kurala bağlanmış, Danıştay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 29.1.1976 günlü, E:1974/2, K:1976/2 sayılı kararıyla da bu durum doğrulanmış ve Kamulaştırma Kanununa dayanılarak yapılan kamulaştırmalarda, kamulaştırma konusu taşınmazların yürürlükteki imar planlarında belirlenen amaç dışında kamulaştırılmalarının ancak imar planlarında bu yolda yapılacak değişiklikle mümkün olabileceği belirtilmiş bulunduğundan, imar planında konut sahasında kaldığı anlaşılan dava konusu yerin imar planındaki tahsis amacı değiştirilmeksizin davalı idarece emniyet amirliği hizmet binası için kullanılmak üzere kamulaştırılmasında da anılan yasa kuralına uyarlık görülmemiştir.
Açıklanan nedenlerle temyize konu İdare Mahkemesi kararının bozulmasına, uyuşmazlığın niteliği ve dava dosyasında yer alan bilgi ve belgeler dava hakkında karar vermeye yeterli görüldüğünden, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 49.maddesinin 2.bendi uyarınca işin esasının incelenmesine geçilerek yukarıda belirtilen nedenlerle dava konusu işlemin iptaline karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 1984/1074 K: 1985/256 T: 12/02/1985
Danıştay 6. Dairesi E: 2003/3698 K: 2005/54 T: 13/01/2005
Danıştay 6. Dairesi E: 1988/2854 K: 1990/567 T: 09/04/1990
Danıştay 6. Dairesi E: 2008/353 K: 2008/2371
Danıştay İDDK E: 2021/3627 K: 2022/385 T: 9.2.2022
Kentsel dönüşüm işlemleri kapsamında yapılacak uygulamalarda hangi gerekçelerle acele kamulaştırma usulünün uygulanmasının istenildiği konusunda yeterince açıklamaya yer verilmesi gerektiği, belediye başkanlığınca da, listede yer alan taşınmazların tamamının kamulaştırılmasının belediye bütçesi açısından mümkün olmadığı belirtildiği, her iki husus birlikte değerlendirildiğinde, söz konusu taşınmazların kamulaştırılması bakımından acelelik hali bulunmadığından, acele kamulaştırmaya yönelik dava konusu Bakanlar Kurulu Kararında hukuka uyarlık görülmediği.
İSTEMİN KONUSU: Danıştay Altıncı Dairesinin 29/09/2021 tarih ve E: 2020/9871, K: 2021/10346 sayılı kararının temyizen incelenerek bozulması istenilmektedir.
YARGILAMA SÜRECİ:
Dava konusu istem: İstanbul ili, Gaziosmanpaşa ilçesinde ilan edilen riskli alan sınırları içerisindeki taşınmazların acele kamulaştırılmasına ilişkin 14/03/2016 tarih ve 2016/8598 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı’nın, davacılara ait Gaziosmanpaşa ilçesi, …Mahallesi, …ada, …parsel sayılı taşınmaz yönünden iptali istenilmiştir.
Daire kararının özeti: Danıştay Altıncı Dairesinin 29/09/2021 tarih ve E: 2020/9871, K: 2021/10346 sayılı kararıyla; Dairelerinin, davanın ehliyet yönünden reddine ilişkin 16/05/2017 tarih ve E: 2016/5309, K: 2017/3300 sayılı kararının, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun 22/02/2018 tarih ve E: 2017/1898, K: 2018/592 sayılı kararıyla bozulması üzerine, bozma kararına uyularak, işin esası incelenmiş;
6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun hükümleri uyarınca, riskli yapıların yıktırılmasında ve bunların bulunduğu alanlar ile riskli alanlar ve rezerv yapı alanlarındaki uygulamalarda, öncelikli olarak malikler ile anlaşma yoluna gidilmesinin esas olduğu, uygulama alanındaki yıkım işlemlerine başlamadan önce yapılması gereken işlemlerin Kanun’da tahdidi olarak sayıldığı, tahliye ve yıkım işlemleri gerçekleştikten sonra da arsanın malikleri tarafından değerlendirilmesinin esas olduğu, taşınmaz üzerindeki bina yıktırılmadan önce yapılması gereken uygulamalarda paydaşların en az üçte iki çoğunluğu ile karar verileceği, bu karara katılmayanların paylarının diğer paydaşlara açık arttırma usulü ile satılacağı, paydaşlara satış gerçekleştirilemediği takdirde, taşınmazın rayiç bedeli ile Hazine adına tescil edilebileceği; ancak, arsanın maliklerine yapılan tebligatı takip eden otuz gün içinde en az üçte iki çoğunlukla anlaşma sağlanmaması halinde gerçek kişilerin veya özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetindeki taşınmazlar için Bakanlık, TOKİ veya idare tarafından acele kamulaştırma yoluna gidilebileceğinin düzenlendiği,
Bu tespitlerden hareketle, 6306 sayılı Kanun’da belirtildiği üzere öncelikli olarak malikler ile anlaşma yoluna gidilmesi, taşınmazların malikleri tarafından değerlendirilmesinin esas alınması, Kanun’da belirtilen uygulamaların Bakanlıkça yerine getirilmesi; ancak, üzerindeki bina yıkılmış olan arsanın malikleri üçte iki çoğunluğu sağlayamazsa acele kamulaştırma yoluna gidilmesi gerekirken, anılan hususlar gözetilmeksizin dava konusu taşınmazın acele kamulaştırılması yolunda tesis edilen Bakanlar Kurulu Kararı’nda hukuka uyarlık bulunmadığı sonucuna varılmış ve işlemin iptaline karar verilmiştir.
TEMYİZ EDENLERİN İDDİALARI: Davalı idare ve davalı idare yanında müdahil tarafından, dava konusu alan sınırları içerisindeki mevcut konutların fiziki ve ekonomik ömürlerini tamamlamış olduğu, bina yoğunluğunun fazla olduğu, çarpık yapılaşma sonucunda dar ve çıkmaz sokakların bir hayli fazla olması sebebiyle alt ve üstyapı hizmetlerinin artık bu alanlara götürülmesinin imkansız hale geldiği, ilçedeki riskli alan ilan edilen alanlardaki fiziki ve ekonomik ömrünü tamamlamış bu eski yapıların yaşanabilecek depremde veya doğal olayda her an yıkılma tehlikesinin bulunduğu, olası bir depremde can kayıplarının yaşanabileceği, bu nedenle de kentsel dönüşüm projelerinin bir an önce uygulamaya geçmesi gerektiği, bu sebeple söz konusu taşınmazların acele kamulaştırılmasına ilişkin dava konusu Bakanlar Kurulu Kararı’nın alındığı, ayrıca kamulaştırmanın acelelik arzedip arzetmediğini takdir etmenin 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu uyarınca Bakanlar Kurulunun yetkisinde olduğu, kaldı ki alanın riskli alan olarak ilan edilmesine ilişkin Bakanlar Kurulu Kararlarının iptali yolunda Danıştay Ondördüncü Dairesince verilen kararların Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun kararları ile “iptal kararlarının yalnızca davacılara ait parseller bakımından hüküm ifade edeceği” açıklaması ile onandığı dikkate alındığında; dava konusu acele kamulaştırma kararının dayanağının ortadan kalktığının söylenemeyeceği, dava konusu işlemde usul ve hukuka aykırılık bulunmadığı belirtilerek dava konusu işlemin iptali yolundaki Daire kararının bozulması ve davanın reddine karar verilmesi gerektiği ileri sürülmektedir.
KARŞI TARAFIN SAVUNMASI: Davacılar tarafından, savunma verilmemiştir.
DANIŞTAY TETKİK HÂKİMİ …’İN DÜŞÜNCESİ: Temyiz isteminin reddi ile Daire kararının onanması gerektiği düşünülmektedir.
TÜRK MİLLETİ ADINA
Karar veren Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunca, Tetkik Hâkiminin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra, dosya tekemmül ettiğinden davalı idarelerden Çevre ve Şehircilik Bakanlığının yürütmenin durdurulması istemi hakkında ayrıca bir karar verilmeksizin gereği görüşüldü:
İNCELEME VE GEREKÇE:
MADDİ OLAY:
Dava konusu taşınmazın içinde bulunduğu alanın riskli alan ilan edildiği, Gaziosmanpaşa Belediye Başkanlığı tarafından İçişleri Bakanlığı Mahalli İdareler Genel Müdürlüğünden; Gaziosmapaşa ilçesi sınırları içerisinde riskli alan ilan edilen yazı eki listedeki ada parsel bilgisi belirtilen taşınmazların; 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 27. maddesi uyarınca acele kamulaştırma işlemlerine başlanılması için Bakanlar Kurulu kararı alınmasının talep edildiği, İçişleri Bakanlığının talebi üzerine dava konusu 14/03/2016 tarih ve 2016/8598 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı’nın alındığı anlaşılmaktadır.
Bunun üzerine temyizen incelenen dava açılmıştır.
İLGİLİ MEVZUAT:
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun “Acele kamulaştırma” başlıklı 27. maddesinin dava konusu işlemin tesis edildiği tarihte yürürlükte bulunan halinde; “3634 sayılı Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanununun uygulanmasında yurt savunması ihtiyacına veya aceleliğine Bakanlar Kurulunca karar alınacak hallerde veya özel kanunlarla öngörülen olağanüstü durumlarda gerekli olan taşınmaz malların kamulaştırılmasında kıymet takdiri dışındaki işlemler sonradan tamamlanmak üzere ilgili idarenin istemi ile mahkemece yedi gün içinde o taşınmaz malın 10. madde esasları dairesinde ve 15. madde uyarınca seçilecek bilirkişilerce tespit edilecek değeri, idare tarafından mal sahibi adına 10. maddeye göre yapılacak davetiye ve ilanda belirtilen bankaya yatırılarak o taşınmaz mala el konulabilir.” kuralına yer verilmiştir.
Ayrıca, 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’un 6. maddesinin 2. fıkrasında; “Üzerindeki bina yıkılmış olan arsanın maliklerine yapılan tebligatı takip eden otuz gün içinde en az üçte iki çoğunluk ile anlaşma sağlanamaması hâlinde, gerçek kişilerin veya özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetindeki taşınmazlar için Bakanlık, TOKİ veya İdare tarafından acele kamulaştırma yoluna da gidilebilir.” hükmü yer almaktadır.
HUKUKİ DEĞERLENDİRME:
Danıştay Altıncı Dairesince, 6306 sayılı Kanun’un 6. maddesi uyarınca acele kamulaştırma yapılabilmesi için aranan “en az üçte iki çoğunluk ile anlaşma sağlanamaması” şartının yerine getirilmediği gerekçesiyle dava konusu Bakanlar Kurulu Kararı’nın hukuka aykırı olduğuna hükmedilmiş ise de; 6306 sayılı Kanun’un 6. maddesinde yer alan “acele kamulaştırma” haline ilişkin şartların uyuşmazlık konusu olayda uygulanabilir olup olmadığının öncelikle irdelenmesi gerekmektedir.
Yukarıda metnine yer verilen 6306 sayılı Kanun’un 6. maddesi hükmü ile; riskli alan ilan edilen alanlarda yapılacak dönüşüm uygulamalarında; kural olarak üzerindeki binaların yıkıldığı arsalar bakımından maliklerin anlaşması usulü benimsenmiş, üçte iki çoğunlukla anlaşma sağlanamaması halinde, uygulamayı yapan Bakanlık, idare ya da TOKİ’ye acele kamulaştırma yapabilmesi bakımından yetki tanınmış olup, bu yetkinin, 2942 sayılı Kanun’un 27. maddesiyle Bakanlar Kuruluna tanınan acele kamulaştırma yetkisiyle ilgisi bulunmamaktadır.
Nitekim, dava konusu işlemin dayanağı olarak 6306 sayılı Kanun’un 6. maddesi değil, 2942 sayılı Kanun’un 27. maddesi gösterilmiş olup, Dairece, uyuşmazlığın 6306 sayılı Kanun hükmü kapsamında çözümlenmesinde hukuki isabet bulunmamaktadır.
Ancak, uyuşmazlığın, ivedi yargılama kapsamında yer alması nedeniyle, dava konusu işlemin hukuka uygunluk denetiminin Kurulumuzca yapılması gerekmektedir.
Anayasa’nın 13. ve 35. madde hükümleri uyarınca mülkiyet hakkının kamu yararı amacıyla Anayasa’ya uygun olarak kanunla sınırlandırılması mümkündür. Bu hükümlerden hareketle bir taşınmaz üzerindeki mülkiyet hakkının kamulaştırma yolu ile kaldırılması (mülkiyetin el değiştirmesi); ancak, kamu yararının karşılanması zorunluluğunun özel mülkiyet hakkının korunmasından üstün tutulması şartına bağlıdır.
Bu çerçevede, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun “Acele kamulaştırma” başlıklı 27. maddesi incelendiğinde; “3634 sayılı Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanununun uygulanmasında yurt savunması ihtiyacına” veya “aceleliğine Bakanlar Kurulunca karar alınacak hallerde” veya “özel kanunlarla öngörülen olağanüstü durumlarda” gerekli olan taşınmaz malların acele kamulaştırma işlemine konu edilebileceğinin belirtildiği görülmektedir.
Nitekim anılan maddenin gerekçesinde de, acele hallerde, Kanun’un önceki hükümlerine uyulmasının çeşitli sakıncalar yaratabileceği gibi, kamunun büyük zararlara uğramasının da muhtemel olabileceği belirtilerek maddede belirtilen şartların varlığına bağlı olarak kıymet takdiri dışındaki bazı kanuni işlemlerin sonraya bırakılarak, maddede öngörülen süre ve şekilde taşınmaza el konulması düzenlenmiştir.
Ancak, anılan madde de belirtilen koşullardan olan; aceleliğine Bakanlar Kurulunca karar verilebilmesi hali için de; her idari işlem için geçerli olan kamu yararına ilişkin olma halinin ortaya konulması ve bu bağlamda işlemin sebep unsuru yönünden hukuka uygun bulunması gerektiği açıktır.
Bu bağlamda davalı idareler tarafından, kentsel dönüşüm işlemleri kapsamında yapılacak uygulamalarda 2942 sayılı Kanun’un 27. maddesi uyarınca acele kamulaştırma usulünün uygulanmasına ihtiyaç duyulduğu belirtilmekte ise de; hangi gerekçelerle acele kamulaştırma usulünün uygulanmasının istenildiği konusunda yeterince açıklamaya yer verilmediği görülmektedir. Öte yandan, Gaziosmanpaşa Belediye Başkanlığınca da, listede yer alan taşınmazların tamamının kamulaştırılmasının Belediye bütçesi açısından mümkün olmadığı belirtilmektedir. Her iki husus birlikte değerlendirildiğinde, söz konusu taşınmazların kamulaştırılması bakımından acelelik hali bulunmadığından, acele kamulaştırmaya yönelik dava konusu Bakanlar Kurulu Kararında hukuka uyarlık görülmemiştir.
Bu durumda, dava konusu işlemin iptali yönündeki Daire kararında sonucu itibarıyla hukuka aykırılık bulunmamaktadır.
KARAR SONUCU: Açıklanan nedenlerle;
Davalı idare ve müdahilin temyiz isteminin reddine,
Dava konusu işlemin iptaline ilişkin Danıştay Altıncı Dairesinin 29/09/2021 tarih ve E: 2020/9871, K: 2021/10346 sayılı kararının, yukarıda belirtilen gerekçeyle ONANMASINA,
Kesin olarak, 09/02/2022 tarihinde oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY
X- 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun “Acele kamulaştırma” başlıklı 27. maddesinin, dava konusu işlemin tesis edildiği tarihte yürürlükte bulunan halinde “3634 sayılı Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanununun uygulanmasında yurt savunması ihtiyacına” veya “aceleliğine Bakanlar Kurulunca karar alınacak hallerde” veya “özel kanunlarla öngörülen olağanüstü durumlarda” gerekli olan taşınmaz malların acele kamulaştırma işlemine konu edilebileceği belirtilmiştir.
Anılan maddede, acele kamulaştırma işleminin dayandırılacağı üç sebep unsurundan, “aceleliğine Bakanlar Kurulunca karar verilen haller” bakımından Kanun’da açık bir düzenleme bulunmadığından, sebep unsuru bakımından idareye takdir yetkisi tanındığı açıktır.
İdarenin takdir hakkının kullanıldığı işlemlerin hukuka uygunluk denetimlerinde, idarenin takdir hakkını ortadan kaldıracak şekilde yargı kararı verilmesinden kaçınılması hukuk devleti ilkesinin bir gereği olduğu gibi, aynı zamanda Anayasanın 125. maddesinin dördüncü fıkrasında öngörülen; yargı yetkisinin, idarî eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlı olup, hiçbir surette yerindelik denetimi şeklinde kullanılamayacağı; yürütme görevinin kanunlarda gösterilen şekil ve esaslara uygun olarak yerine getirilmesini kısıtlayacak, idarî eylem ve işlem niteliğinde veya takdir yetkisini kaldıracak biçimde yargı kararı verilemeyeceği yolundaki hükmün de zorunlu bir sonucudur.
Bu bakımdan “açık takdir hatası” ve/veya “ölçülülük ilkesine aykırılık” halleri hariç, idareye tanınan takdir yetkisi üzerinde yargısal tasarrufta bulunulmamalıdır.
İdareye tanınan takdir hakkının, kişilerin mülkiyet hakkı üzerinde etki doğurduğu tartışmasızdır. Mülkiyet hakkı gerek Anayasa’nın 35. maddesinde, gerekse taraf olduğumuz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde güvence altına alınmıştır.
Anayasa’nın bahse konu 35. maddesinde, mülkiyet (ve miras) hakkının, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabileceği, ifade edilmiştir. Bu durumda, acele kamulaştırma işleminin Bakanlar Kurulu Kararına dayandığı hallerde, Bakanlar Kurulunca kullanılan takdir hakkı (yasal dayanağı bulunduğundan), kamu yararı amacına ve hukuka uygun olup olmadığı noktasında denetime tabi tutulmalıdır.
Sonuç olarak, 2942 sayılı Kanun’un 27. maddesinde Bakanlar Kuruluna tanınan takdir yetkisinin hukuka uygunluk denetiminin; acele kamulaştırma işleminin kamu yararı amacına hizmet edip etmediği ve kamu yararı ile davacıların kişisel çıkarları arasında adil bir dengenin bulunup bulunmadığı hususlarıyla sınırlı olarak yapılması gerekmektedir.
Başka bir deyişle, bu hususlar açısından açık takdir hatası bulunup bulunmadığı ve/veya ölçülülük ilkesine aykırı hareket edilip edilmediği noktasında yargısal denetim yapılmalıdır.
Kanunun açık lafzında yer almayan “özel ve istisnai koşulların” gerçekleşip gerçekleşmediğinin aranılması, sosyal ve ekonomik politikalar üzerinde yargısal denetim yapma anlamı taşıyacağından, kabulü olanaklı değildir.
Buna göre, hangi kamu hizmetleri için acele kamulaştırma yönteminin kullanılacağı hususu, hizmetin niteliği, özelliği, mahalli ihtiyacın ivedilikle karşılanması gerektiği hususlarının hizmeti yürüten idarece belirlenip takdir edileceği gerçeği karşısında, belirtilen hususların somut bir şekilde hukuken geçerli bilgi ve belgeler ile ortaya konulması halinde Kanun’da öngörülen acele kamulaştırma koşullarının gerçekleşmiş olduğunun kabulü gereklidir.
Dolayısıyla, aceleliğine Bakanlar Kurulunca karar verilen işlerde, “kamu yararı” ölçütü ve kamu yararının ve acelelik halinin belirlenmesi hususunda Bakanlar Kuruluna tanınan “takdir yetkisi” çerçevesinde yargılamanın yapılması gerekmektedir.
Çünkü, Bakanlar Kurulunca alınan acele kamulaştırma kararlarının asıl sebebini, karara konu taşınmazların bulunduğu alanın, “Yenileme Alanı”, “Riskli Alan”, “Rezerv Yapı Alanı”, “Kentsel Dönüşüm ve Gelişim Proje Alanı” olması gibi özel durumlar değil, bu alanlarda gerçekleştirilmesi planlanan projelerin biran evvel hayata geçirilmesi gerekliliğinin bizzat Bakanlar Kurulunca takdir edilmesi oluşturmaktadır.
Uyuşmazlığın yukarıda belirtilen açıklamalar çerçevesinde incelenmesinden;
Dava konusu işlemin dayanağı olan davaya konu alanın riskli alan olarak ilan edilmesine ilişkin 24/12/2012 tarih ve 2012/4099 sayılı Bakanlar Kurulu Kararının iptali istemiyle açılan davalarda Danıştay Ondördüncü Dairesinin 17/02/2016 tarih ve E: 2015/5053, K: 2016/974; E: 2015/5079, K: 2016/976; E: 2015/5082, K: 2016/977; E: 2015/5170, K: 2016/975 sayılı kararlarıyla dava konusu işlemin iptaline karar verildiği, anılan kararların tümünün Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun kararlarıyla, “sadece davacılara ait taşınmazlar yönünden hüküm ifade edeceği tabiidir” açıklamasıyla onandığı ve 24/12/2012 tarih ve 2012/4099 sayılı Bakanlar Kurulu Kararının …ada, …parsel sayılı taşınmaza ilişkin kısmına yönelik iptal kararının bulunmadığı anlaşılmakla dava konusu işlemin dayanağı olan riskli alan kararının yürürlükte olduğu sonucuna varılmaktadır.
Bu durumda; 24/12/2012 tarih ve 2012/4099 sayılı Bakanlar Kurulu Kararının …ada, …parsel sayılı taşınmaza ilişkin kısmının yürürlükte olması ve dava konusu acele kamulaştırma kararının riskli alan kararına dayanılarak tesis edilmiş olması karşısında, riskli alan olarak ilan edilen bölgede gerçekleştirilecek projede; idarenin, acelelik hali bulunduğu yönündeki takdirinde açık takdir hatası ve/veya ölçülülük ilkesine aykırılık yaratacak bir durumun varlığından söz edilemeyeceğinden dava konusu işlemde hukuka aykırılık bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle davanın reddine karar verilmesi gerektiği düşüncesiyle, aksi yöndeki çoğunluk kararına katılmıyoruz.
KARŞI OY
XX- Dava dosyasının incelenmesinden; davacıların İstanbul ili, Gaziosmanpaşa ilçesinde ilan edilen riskli alan sınırları içerisindeki taşınmazların acele kamulaştırılmasına ilişkin 14/03/2016 tarih ve 2016/8598 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı’nın, davacıya ait Gaziosmanpaşa ilçesi, Silahtarağa Mahallesi, …ada, …parsel sayılı taşınmaz yönünden iptali istemiyle bakılmakta olan davayı açtıkları anlaşılmaktadır.
Öte yandan, Danıştay Ondördüncü Dairesinin muhtelif kararları ile dava konusu işlemin dayanağı olan belirtilen alana dair riskli alan kararlarının iptaline karar verildiği ve bu kararların Kurulumuzca “sadece davacılara ait taşınmazlar yönünden hüküm ifade edeceği tabiidir” açıklamasıyla onandığı anlaşılmaktadır.
Bununla birlikte, bakılmakta olan davanın davacılarının da davacı olduğu Kurulumuzun E: 2018/2037 sayılı dosyası ile yine aynı ilçede riskli alan kararları kapsamında acele kamulaştırma yapılmasına ilişkin Kurulumuzun E: 2021/1886 sayılı dosyasının, huzurdaki dava dosyası birlikte incelenmesinden; dava konusu işlemin tesis edilmesinden sonra, İstanbul ili, Gaziosmanpaşa ilçesinde bulunan alanların 03/10/2016 tarih ve 29846 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Bakanlar Kurulu Kararları ile 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanunun 2. ve ek 1. maddelerine göre riskli alan ilan edilmesine ilişkin işlemlerin tesis edildiği ve bu riskli alan kararlarına karşı açılan davalarda Danıştay Ondördüncü Dairesince verilen ret kararlarının Kurulumuzca onandığı, alanda bu kararlar doğrultusunda uygulama yapıldığı, özel mülkiyet sahipleri ile anlaşmalar sağlandığı, tapu devirlerinin gerçekleştirildiği, inşaat çalışmalarına başlanıldığı anlaşılmaktadır.
Bu durumda, bakılmakta olan davaya konu taşınmazın halihazırda riskli alan kapsamında kalıp kalmadığı, anılan taşınmaz bakımından ilgili idare ile anlaşma yoluna gidilip gidilmediği, taşınmazda 6306 sayılı Kanun kapsamında uygulama yapılıp yapılmadığı, taşınmazın mülkiyet durumunda bir değişiklik olup olmadığı hususlarında, taşınmazın son durumunun netleştirilmesi maksadı ile ara karar yapılması ve ara kararına verilecek cevaba göre bir kararı verilmesi gerektiği oyuyla dava konusu işlemin iptali yolundaki karara katılmıyorum.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay İDDK E: 2014/5546 K: 2016/3060 T: 22.11.2016
Danıştay İDDK E: 2017/2328 K: 2017/3559 T: 9.11.2017
Danıştay İDDK E: 2021/3930 K: 2022/122 T: 24.1.2022
Danıştay İDDK E: 2021/3795 K: 2022/636 T: 24.2.2022
Danıştay İDDK E: 2021/3795 K: 2022/636 T: 24.2.2022
Davalı idareler tarafından, riskli alan ilanı kapsamında yapılacak uygulamalarda 2942 sayılı Kanun’un 27. maddesi uyarınca acele kamulaştırma usulünün uygulanmasına ihtiyaç duyulduğu belirtilmekte ise de; hangi gerekçelerle acele kamulaştırma usulünün uygulanmasının istenildiği konusunda yeterince açıklamaya yer verilmediği, alanın riskli alan ilan edilmesinin tek başına acele kamulaştırma yapılması için yeterli olmadığı; dava konusu alanla ilgili tespit ve değerlendirme çalışmalarının tamamlandığı ancak uygulama projelerinin henüz onaylanmadığı, projelerin onaylanmasından sonra öncelikle hak sahipleri ile uzlaşma görüşmelerinin yapılacağı, acele kamulaştırmanın ise uzlaşılamayan hak sahiplerinin taşınmazlarının ediniminde uygulanacağı, günümüz itibarıyla henüz acele kamulaştırmaya yönelik bir iş ve işlemin yapılmadığı ifade edildiğinden, ilan edilen riskli alan sınırları içerisindeki taşınmazların kamulaştırılması açısından “acelelik hali” şartının gerçekleşmediği sonucuna varılmıştır.
İSTEMİN KONUSU: Danıştay Altıncı Dairesinin 29/09/2021 tarih ve E: 2020/5652, K: 2021/10335 sayılı kararının, taraflarca temyizen incelenerek bozulması istenilmektedir.
YARGILAMA SÜRECİ:
Dava konusu istem: 6306 sayılı Kanun uyarınca 23/10/2019 tarih ve 1694 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile ilan edilen riskli alan kararı kapsamında kalan taşınmazların, bölgedeki sağlıksız yapılaşmanın çözümüne yönelik projenin ivedilikle hayata geçirilmesi amacıyla Toplu Konut İdaresi Başkanlığı tarafından 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 27. maddesi uyarınca acele kamulaştırılmasına ilişkin 21/04/2020 tarih ve 31106 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 20/04/2020 tarih ve 2449 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı’nın … Mahallesi … ada … parsel ile … Mahallesi … ada … parsel yönünden iptali istenilmiştir.
Daire kararının özeti: Danıştay Altıncı Dairesinin 29/09/2021 tarih ve E: 2020/5652, K: 2021/10335 sayılı kararıyla;
Dava konusu işlemin, … Mahallesi … ada, … sayılı parsele ilişkin kısmının incelenmesinden;
Uyuşmazlıkta; 23/10/2019 tarih ve 1694 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile 6306 sayılı Kanun kapsamında ilan edilen riskli alan kararına dayanılarak dava konusu acele kamulaştırma kararı alındığı, dava konusu taşınmazın da bulunduğu alanın 6306 sayılı Kanun kapsamında riskli alan olarak ilanına ilişkin 23/10/2019 tarih ve 1694 sayılı Cumhurbaşkanı kararının iptali istemiyle davacı tarafından açılan davada; Dairelerinin 17/03/2021 tarih ve E: 2019/21141, K: 2021/3994 sayılı kararıyla, başka davacılar tarafından açılan davalarda; Dairelerinin 17/03/2021 tarih ve E: 2019/21120, K: 2021/3992, E: 2019/21053, K: 2021/3997 ve E: 2019/21100, K: 2021/4011 sayılı kararlarıyla dava konusu işlemin iptaline karar verildiği ve anılan kararların temyiz edilmesi üzerine, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun 22/09/2021 tarih ve E: 2021/1903, K: 2021/1521, E: 2021/1919, K: 2021/1542, E: 2021/1887, K: 2021/1519 ve E: 2021/1917, K: 2021/1520 sayılı kararlarıyla, dava konusu işlemin imar mevzuatına uygun yapılar bulunduğu anlaşılan taşınmazlara ilişkin kısmının onanmasına, dava konusu işlemin imar mevzuatına aykırı yapılar bulunduğu anlaşılan taşınmazlara ilişkin kısmının ise bozulması suretiyle anılan kısım yönünden davanın reddine, kesin olarak karar verildiği,
Bu durumda; davaya konu acele kamulaştırma işleminin dayanağı olan dava konusu taşınmazın da bulunduğu alanın riskli alan olarak ilanına yönelik 23/10/2019 tarih ve 1694 sayılı Cumhurbaşkanı kararının, imar mevzuatına uygun yapılar bulunduğu anlaşılan taşınmazlara ilişkin kısmının iptaline karar verildiği dikkate alındığında, Dairelerinin E: 2019/21053 sayılı dosyasında bulunan Toplu Konut İdaresi Başkanlığı’nın 01/06/2021 tarihli temyiz başvuru dilekçesi ekinde yer alan imar mevzuatına uygun yapılar listesinde, davaya konu taşınmazın bulunduğu görüldüğünden, taşınmazda bulunan yapının imar mevzuatına uygun yapı olması sebebiyle, davaya konu … ada, … parsel sayılı taşınmazın acele kamulaştırılmasına dair işlemin dayanağının kalmadığı,
Dava konusu işlemin, … (…) Mahallesi, … ada, … sayılı parsele ilişkin kısmına gelince;
Uyuşmazlıkta; davaya konu taşınmazın acele kamulaştırılmasına yönelik şartların oluşup oluşmadığı, yani acelelik durumunun bulunup bulunmadığı yönünden bir değerlendirme yapılması gerektiği,
2942 sayılı Kanunun 3. maddesinin ikinci fıkrası ile, Cumhurbaşkanınca kabul olunan, büyük enerji ve sulama projeleri ile iskan projelerinin gerçekleştirilmesi, yeni ormanların yetiştirilmesi, kıyıların korunması ve turizm amacıyla yapılacak kamulaştırmalarda, kamulaştırma yöntemi konusunda özel bir düzenleme getirildiği,
Buna göre, Cumhurbaşkanınca kabul olunan bu tür projelerin gerçekleştirilmesinin, acelelik kapsamında görüldüğü,
6306 sayılı Kanun ile çarpık kentleşmenin düzeltilmesi, riskli yapıların deprem ve diğer doğal afetlere karşı dayanıklı hale getirilmesi suretiyle yaşanabilecek can ve mal kayıplarının azaltılmasının hedeflendiği, afet riski altındaki alanlar ile bu alanlar dışındaki riskli yapıların bulunduğu arsa ve arazilerde, fen ve sanat norm ve standartlarına uygun, sağlıklı ve güvenli yaşama çevrelerini teşkil etmek üzere iyileştirme, tasfiye ve yenilemelere dair usul ve esasları belirlemek olarak belirtilen genel amacıyla birlikte değerlendirildiğinde, “Riskli Alan” ilanının, iskan projesi niteliği taşıdığı,
Buna göre, “Riskli Alan” olarak ilan edilen bölgede gerçekleştirilecek projelerde, acelelik halinin bulunduğunun tartışmasız olduğu,
Bu durumda; davaya konu alanın riskli alan olarak ilan edilmesine dayanak alınan teknik rapor ile gerekçe raporunda, alanın, kentsel sit alanı olarak tescil edilen ve 22/06/2015 tarih ve 2015/7872 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla ilan edilen yenileme alanı sınırları içinde kaldığının, Türkiye Deprem Bölgesi Haritasında 4. derece deprem bölgesinde yer aldığının, alanda 223 adet yapı, 458 adet bağımsız bölüm bulunduğunun, yapıların 15’inin ruhsatının olduğunun, taşınmaz kültür varlığı olarak tescil edilen 12 adet yapının da ruhsatlı kabul edildiğinin, dolayısıyla alanda 27 adet ruhsatlı, 196 adet ruhsatsız yapı bulunduğunun, mevzuata aykırı yapıların oranının %87,9 olarak belirlendiğinin, bu alandaki 27 adet yapının betonarme, 46 adet yapının yığma, 41 adet yapının ahşap, 100 adet yapının derme çatma sistemle inşa edildiğinin, 9 adetinin yapım tekniğinin ise okunamadığının, yapıların nitelik açısından gözlemlere dayalı kalitesinin %88,8 oranında kötü olduğunun, yapıların inşa tarihlerinin 1900-2003 tarihleri ve ruhsat tarihlerinin 1952-1997 tarihleri arasında değiştiğinin, alandaki en yeni ruhsatlı binanın bile 2006 yılında yürürlüğe giren Deprem Yönetmeliğinden önce yapıldığının ve binaların ekonomik ömürlerini tamamladığının, riskli yapı stoğunun ve sağlıksız, çarpık yapılaşmanın bulunduğu, alt ve üst yapı ile sosyal donatı alanlarının yetersiz olduğu alanın, deprem ve sel gibi olası bir afet nedeniyle risk oluşturduğunun ve bir bütün olarak afet risklerinden uzak sağlıklı ve güvenli bir kullanım ve yerleşim alanına dönüştürülmesi, fiziki, yapısal ve sosyal koşullar açısından yenileme uygulamalarının gerçekleştirilerek, kent bütünü içinde etkin konuma getirilmesi gerektiğinin belirtildiği,
6306 sayılı Kanun ile afetler sebebiyle meydana gelmesi kuvvetle muhtemel can ve mal kayıplarının önlenmesi, afet riski bulunan yapıların sağlıklı ve güvenli yaşama çevrelerini teşkil etmek üzere dönüştürülmesi suretiyle iskanın yeniden düzenlenmesinin amaçlandığı hususları birlikte değerlendirildiğinde, riskli yapıların deprem ve diğer doğal afetlere karşı dayanıklı hale getirilmesi suretiyle yaşanabilecek can ve mal kayıplarının azaltılması amacıyla riskli olduğu tespit edilen yapıların yerine bir an evvel yenisinin yapılarak yenilenmesinde acelelik halinin bulunduğu sonucuna varıldığından, Riskli Alan” olarak ilan edilen bölgede kalan davaya konu taşınmazın acele kamulaştırılması yolundaki dava konusu Cumhurbaşkanı kararında hukuka aykırılık görülmediği,
Öte yandan; 23/10/2019 tarih ve 1694 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile 6306 sayılı Kanun kapsamında ilan edilen riskli alan kararına dayanılarak dava konusu acele kamulaştırma kararı alınmış olup, dava konusu taşınmazın da bulunduğu alanın 6306 sayılı Kanun kapsamında riskli alan olarak ilanına ilişkin 23/10/2019 tarih ve 1694 sayılı Cumhurbaşkanı kararının iptali istemiyle davacı tarafından açılan davada; Dairelerinin 17/03/2021 tarih ve E: 2019/21141, K: 2021/3994 sayılı kararıyla, başka davacılar tarafından açılan davalarda; Dairelerinin 17/03/2021 tarih ve E: 2019/21120, K: 2021/3992, E: 2019/21053, K: 2021/3997 ve E: 2019/21100, K: 2021/4011 sayılı kararlarıyla dava konusu işlemin iptaline karar verildiği ve anılan kararların temyiz edilmesi üzerine, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun 22/09/2021 tarih ve E: 2021/1903, K: 2021/1521, E: 2021/1919, K: 2021/1542, E: 2021/1887, K: 2021/1519 ve E: 2021/1917, K: 2021/1520 sayılı kararlarıyla, dava konusu işlemin imar mevzuatına uygun yapılar bulunduğu anlaşılan taşınmazlara ilişkin kısmının onanmasına, dava konusu işlemin imar mevzuatına aykırı yapılar bulunduğu anlaşılan taşınmazlara ilişkin kısmının ise bozulması suretiyle anılan kısım yönünden davanın reddine, kesin olarak karar verildiği,
Nitekim, Dairelerinin E: 2019/21053 sayılı dosyasında bulunan Toplu Konut İdaresi Başkanlığı’nın 01/06/2021 tarihli temyiz başvuru dilekçesi ekinde yer alan imar mevzuatına uygun yapılar listesinde davaya konu 888 ada, 11 parsel sayılı taşınmazın yer almadığı görüldüğünden, imar mevzuatına aykırı yapı niteliği taşıdığı gerekçesiyle,
Dava konusu işlemin … ada, … sayılı parsel yönünden iptaline, diğer dava konusu edilen … ada, … parsel sayılı taşınmaz açısından ise davanın reddine karar verilmiştir.
TEMYİZ EDENLERİN İDDİALARI:
Davacı tarafından, temyize konu kararın, davanın reddine dair kısmın bozulması gerektiği, ileri sürülmektedir.
Davalı idareler tarafından, temyize konu kararın, dava konusu işlemin iptaline ilişkin kısmının bozulması gerektiği ileri sürülmektedir.
KARŞI TARAFIN SAVUNMALARI:
Davacı tarafından, karşı tarafın temyiz istemlerinin reddi gerektiği savunulmaktadır.
Davalı Cumhurbaşkanlığınca, davacının temyiz isteminin reddi gerektiği savunulmuş olup, diğer davalı olan Toplu Konut İdaresi Başkanlığı tarafından savunma verilmemiştir.
DANIŞTAY TETKİK HÂKİMİ …’IN DÜŞÜNCESİ: 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’un 6. maddesinin ikinci fıkrasında; bu Kanun’a göre gerçekleştirilen uygulamalar kapsamında, idareye verilen özel acele kamulaştırma yetkisinin, idarenin, şartlarının oluşması halinde, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 27. maddesi çerçevesinde acele kamulaştırma kararı almasına engel bir düzenleme olarak görülemeyeceği açıktır.
2942 sayılı Kanun’da öngörülen şartların gerçekleşmesi halinde acele kamulaştırma kararı alınması mümkündür. Başka bir deyişle, acelelik hali ve kamu yararı şartlarının varlığı durumunda, Cumhurbaşkanı Kararıyla 2942 sayılı Kanun’un 27. maddesi hükmüne dayanılarak acele kamulaştırma yapılabilir. Bu tür durumlarda, özel kanunlardaki düzenlemelerde yer alan şartların gerçekleşmiş olması da gerekmez.
Nitekim, uyuşmazlıkta da, dava konusu acele kamulaştırma kararının, “Riskli Alan” olarak ilan edilen alanda kalan taşınmazlar hakkında, 2942 sayılı Kanun’un 27. maddesine dayanılarak Cumhurbaşkanı Kararıyla alındığı anlaşılmaktadır.
Bu nedenle, davacının temyiz dilekçesinde yer alan, acele kamulaştırma yoluna gidilebilmesi için 6306 sayılı Kanun’da düzenlenen özel prosedürün işletilmediği iddiası yerinde görülmemiştir.
2942 sayılı Kanun’un 27. maddesinde acele kamulaştırma kararı alınabilmesi için gerekli koşulların oluşup oluşmadığının incelenmesine gelince;
Anayasa’nın 35. maddesinde; “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.” hükmü yer almaktadır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin Ek 1 Nolu Protokolü’nün “Mülkiyetin korunması” başlıklı 1. maddesinde; “Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Herhangi bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir. Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez.” hükmüne yer verilmiştir.
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 27. maddesinde, 3634 sayılı Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanunu’nun uygulanmasında yurt savunması ihtiyacına veya aceleliğine Cumhurbaşkanınca karar alınacak hallerde veya özel kanunlarla öngörülen olağanüstü durumlarda gerekli olan taşınmaz malların kamulaştırılmasında kıymet takdiri dışındaki işlemler sonradan tamamlanmak üzere ilgili idarenin istemi ile mahkemece yedi gün içinde o taşınmaz malın 10. madde esasları dairesinde ve 15. madde uyarınca seçilecek bilirkişilerce tespit edilecek değeri, idare tarafından mal sahibi adına 10. maddeye göre yapılacak davetiye ve ilanda belirtilen bankaya yatırılarak o taşınmaz mala el konulabileceği, bu Kanun’un 3. maddesinin 2. fıkrasında belirtilen hallerde yapılacak kamulaştırmalarda yatırılacak miktarın, ödenecek ilk taksit bedeli olduğu hükmü kurala bağlanmıştır.
Yukarıda yer verilen mevzuat düzenlemelerine göre, özel mülkiyet hakkının, korunması gereken temel insan hakları arasında yer aldığı, Anayasa ve uluslararası sözleşmelerde mülkiyet hakkını korumaya yönelik düzenlemelere yer verildiği, bu düzenlemelerde mülkiyet hakkına müdahalelerin olabileceğinin öngörüldüğü, ancak bu müdahalelerde kamu yararı gerekçesi, kanuni düzenleme gereği ve ölçülülük ya da orantılılık gibi uluslararası hukukun genel ilkelerinin varlığının dikkate alınması gerektiği, aksi durumda müdahalenin mülkiyet hakkı ihlaline neden olacağı kabul edilmiştir.
Bu açıdan, kamu gücü kullanılarak özel mülkiyetteki taşınmazların kamu eline geçirilmesini ifade etmesi anlamında kamulaştırmanın yargısal incelemesinde, mülkiyet hakkına söz konusu müdahalede anılan hükümler çerçevesinde kamu yararının varlığının, kanuni düzenleme gereğinin ve orantılılık noktasında adil dengenin sağlanıp sağlanmadığının değerlendirilmesi gerekmektedir.
Anayasa’da herkesin, mülkiyet hakkına sahip olduğu ancak bu hakkın kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabileceği ifade edilmiştir. Yine ülkemizin taraf olduğu İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin Ek 1 Nolu Protokolü’yle, mülkiyet hakkı bir insan hakkı olarak kabul edilmiş ve bu hakkın orantılılık ilkesi çerçevesinde kamu yararı gözetilerek sınırlandırılabileceği ifade edilmiştir. Bu hükümlerden hareketle, bir taşınmaz üzerindeki mülkiyet hakkının kamulaştırma yoluyla kaldırılmasının ancak kamu yararının karşılanması zorunluluğunun özel mülkiyet hakkının korunmasından üstün tutulması şartına bağlı olduğu anlaşılmaktadır.
Ayrıca, acele kamulaştırma, olağanüstü bir kamulaştırma usulü olup istisnai durumlarda uygulanacak bir yöntemdir. Bu nedenle, acelelik halinin bulunduğunun saptanması halinde acele kamulaştırılması zorunlu bulunan taşınmazlara yönelik gerekli tespitler yapılıp sebeplerin de somut olarak belirtilmesi suretiyle uygulanmalıdır. Olağan kamulaştırma gerekçeleri dışında bu yöntemin uygulanması halinde uygulanma gerekçesinin, olağanüstü durumların, bu yönteme başvurulması ile amaçlanan kamu yararının, kamu düzeninin korunmasını gerektiren hallerin somut olarak ortaya konulması suretiyle acele kamulaştırma işlemlerinin yürütülmesi gerekmektedir.
Bu kapsamda uyuşmazlıkta; davalı idareler tarafından, riskli alan ilanı kapsamında yapılacak uygulamalarda 2942 sayılı Kanun’un 27. maddesi uyarınca acele kamulaştırma usulünün uygulanmasına ihtiyaç duyulduğu belirtilmekte ise de; hangi gerekçelerle acele kamulaştırma usulünün uygulanmasının istenildiği konusunda yeterince açıklamaya yer verilmediği, alanın riskli alan ilan edilmesinin tek başına acele kamulaştırma yapılması için yeterli olmadığı; dava konusu Cumhurbaşkanı Kararında 2942 sayılı Kanun’un 27. maddesinde öngörülen acele kamulaştırma prosedürünün uygulanması için gerekli olan olağanüstü durumların ve bu yönteme başvurulması ile amaçlanan kamu yararının somut olarak ortaya konulamadığı görülmektedir.
Öte yandan, davalı idarelerden TOKİ Başkanlığı tarafından dava dosyasına sunulan dilekçelerde, dava konusu alanla ilgili tespit ve değerlendirme çalışmalarının tamamlandığı ancak uygulama projelerinin henüz onaylanmadığı, projelerin onaylanmasından sonra öncelikle hak sahipleri ile uzlaşma görüşmelerinin yapılacağı, acele kamulaştırmanın ise uzlaşılamayan hak sahiplerinin taşınmazlarının ediniminde uygulanacağı, günümüz itibarıyla henüz acele kamulaştırmaya yönelik bir iş ve işlemin yapılmadığı ifade edildiğinden, ilan edilen riskli alan sınırları içerisindeki taşınmazların kamulaştırılması açısından “acelelik hali” şartının gerçekleşmediği sonucuna varılmıştır.
Bu durumda, 2942 sayılı Kanun’un 27. maddesinde öngörülen şartların gerçekleşmediği anlaşıldığından dava konusu Cumhurbaşkanı Kararında hukuka uyarlık bulunmadığı sonucuna varılmıştır.
Açıklanan nedenlerle, davalıların temyiz istemlerinin reddi ile dava konusu işlemin … ada, … parsel sayılı taşınmaz yönünden iptaline ilişkin kısmının belirtilen gerekçe ile onanmasının; davacının temyiz isteminin kabulü ile temyize konu Daire kararının davanın reddine ilişkin kısmının bozularak, acele kamulaştırmaya ilişkin dava konusu Cumhurbaşkanı Kararı’nın, … ada, … parsel sayılı taşınmaz yönünden de iptaline karar verilmesinin uygun olacağı düşünülmektedir.
TÜRK MİLLETİ ADINA
Karar veren Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunca, Tetkik Hâkiminin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra, dosya tekemmül ettiğinden davacının yürütmenin durdurulması istemi hakkında ayrıca bir karar verilmeksizin, 2577 sayılı Kanun’un 20/A maddesi uyarınca gereği görüşüldü:
HUKUKİ DEĞERLENDİRME:
Danıştay dava dairelerinin nihai kararlarının temyizen incelenerek bozulması, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 49. maddesinde yer alan;
“a) Görev ve yetki dışında bir işe bakılmış olması,
b) Hukuka aykırı karar verilmesi,
c)Usul hükümlerinin uygulanmasında kararı etkileyebilecek nitelikte hata veya eksikliklerin bulunması” sebeplerinden birinin varlığı hâlinde mümkündür.
Temyizen incelenen karar usul ve hukuka uygun olup, temyiz dilekçelerinde ileri sürülen iddialar kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte görülmemiştir.
KARAR SONUCU:
Açıklanan nedenlerle;
1.Tarafların temyiz istemlerinin reddine,
2.Dava konusu işlemin yukarıda özetlenen gerekçeyle, … Mahallesi … ada, … parsel sayılı taşınmaz yönünden iptali, … Mahallesi … ada, … parsel sayılı taşınmaz açısından ise davanın reddi yolundaki Danıştay Altıncı Dairesinin temyize konu 29/09/2021 tarih ve E: 2020/5652, K: 2021/10335 sayılı kararının ONANMASINA,
Kullanılmayan …-TL yürütmeyi durdurma harcının istemi hâlinde davacıya iadesine,
Kesin olarak, 24/02/2022 tarihinde, esasta ve gerekçede oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY
X- 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’un 6. maddesinin ikinci fıkrasında; bu Kanun’a göre gerçekleştirilen uygulamalar kapsamında, idareye verilen özel acele kamulaştırma yetkisinin, idarenin, şartlarının oluşması halinde, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 27. maddesi çerçevesinde acele kamulaştırma kararı almasına engel bir düzenleme olarak görülemeyeceği açıktır.
2942 sayılı Kanun’da öngörülen şartların gerçekleşmesi halinde acele kamulaştırma kararı alınması mümkündür. Başka bir deyişle, acelelik hali ve kamu yararı şartlarının varlığı durumunda, Cumhurbaşkanı Kararıyla 2942 sayılı Kanun’un 27. maddesi hükmüne dayanılarak acele kamulaştırma yapılabilir. Bu tür durumlarda, özel kanunlardaki düzenlemelerde yer alan şartların gerçekleşmiş olması da gerekmez.
Nitekim, uyuşmazlıkta da, dava konusu acele kamulaştırma kararının, “Riskli Alan” olarak ilan edilen alanda kalan taşınmazlar hakkında, 2942 sayılı Kanun’un 27. maddesine dayanılarak Cumhurbaşkanı Kararıyla alındığı anlaşılmaktadır.
Bu nedenle, davacının temyiz dilekçesinde yer alan, acele kamulaştırma yoluna gidilebilmesi için 6306 sayılı Kanun’da düzenlenen özel prosedürün işletilmediği iddiası yerinde görülmemiştir.
2942 sayılı Kanun’un 27. maddesinde acele kamulaştırma kararı alınabilmesi için gerekli koşulların oluşup oluşmadığının incelenmesine gelince;
Anayasa’nın 35. maddesinde; “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.” hükmü yer almaktadır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin Ek 1 Nolu Protokolü’nün “Mülkiyetin korunması” başlıklı 1. maddesinde; “Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Herhangi bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir. Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez.” hükmüne yer verilmiştir.
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 27. maddesinde, 3634 sayılı Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanunu’nun uygulanmasında yurt savunması ihtiyacına veya aceleliğine Cumhurbaşkanınca karar alınacak hallerde veya özel kanunlarla öngörülen olağanüstü durumlarda gerekli olan taşınmaz malların kamulaştırılmasında kıymet takdiri dışındaki işlemler sonradan tamamlanmak üzere ilgili idarenin istemi ile mahkemece yedi gün içinde o taşınmaz malın 10. madde esasları dairesinde ve 15. madde uyarınca seçilecek bilirkişilerce tespit edilecek değeri, idare tarafından mal sahibi adına 10. maddeye göre yapılacak davetiye ve ilanda belirtilen bankaya yatırılarak o taşınmaz mala el konulabileceği, bu Kanun’un 3. maddesinin 2. fıkrasında belirtilen hallerde yapılacak kamulaştırmalarda yatırılacak miktarın, ödenecek ilk taksit bedeli olduğu hükmü kurala bağlanmıştır.
Yukarıda yer verilen mevzuat düzenlemelerine göre, özel mülkiyet hakkının, korunması gereken temel insan hakları arasında yer aldığı, Anayasa ve uluslararası sözleşmelerde mülkiyet hakkını korumaya yönelik düzenlemelere yer verildiği, bu düzenlemelerde mülkiyet hakkına müdahalelerin olabileceğinin öngörüldüğü, ancak bu müdahalelerde kamu yararı gerekçesi, kanuni düzenleme gereği ve ölçülülük ya da orantılılık gibi uluslararası hukukun genel ilkelerinin varlığının dikkate alınması gerektiği, aksi durumda müdahalenin mülkiyet hakkı ihlaline neden olacağı kabul edilmiştir.
Bu açıdan, kamu gücü kullanılarak özel mülkiyetteki taşınmazların kamu eline geçirilmesini ifade etmesi anlamında kamulaştırmanın yargısal incelemesinde, mülkiyet hakkına söz konusu müdahalede anılan hükümler çerçevesinde kamu yararının varlığının, kanuni düzenleme gereğinin ve orantılılık noktasında adil dengenin sağlanıp sağlanmadığının değerlendirilmesi gerekmektedir.
Anayasa’da herkesin, mülkiyet hakkına sahip olduğu ancak bu hakkın kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabileceği ifade edilmiştir. Yine ülkemizin taraf olduğu İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin Ek 1 Nolu Protokolü’yle, mülkiyet hakkı bir insan hakkı olarak kabul edilmiş ve bu hakkın orantılılık ilkesi çerçevesinde kamu yararı gözetilerek sınırlandırılabileceği ifade edilmiştir. Bu hükümlerden hareketle, bir taşınmaz üzerindeki mülkiyet hakkının kamulaştırma yoluyla kaldırılmasının ancak kamu yararının karşılanması zorunluluğunun özel mülkiyet hakkının korunmasından üstün tutulması şartına bağlı olduğu anlaşılmaktadır.
Ayrıca, acele kamulaştırma, olağanüstü bir kamulaştırma usulü olup istisnai durumlarda uygulanacak bir yöntemdir. Bu nedenle, acelelik halinin bulunduğunun saptanması halinde acele kamulaştırılması zorunlu bulunan taşınmazlara yönelik gerekli tespitler yapılıp sebeplerin de somut olarak belirtilmesi suretiyle uygulanmalıdır. Olağan kamulaştırma gerekçeleri dışında bu yöntemin uygulanması halinde uygulanma gerekçesinin, olağanüstü durumların, bu yönteme başvurulması ile amaçlanan kamu yararının, kamu düzeninin korunmasını gerektiren hallerin somut olarak ortaya konulması suretiyle acele kamulaştırma işlemlerinin yürütülmesi gerekmektedir.
Bu kapsamda uyuşmazlıkta; davalı idareler tarafından, riskli alan ilanı kapsamında yapılacak uygulamalarda 2942 sayılı Kanun’un 27. maddesi uyarınca acele kamulaştırma usulünün uygulanmasına ihtiyaç duyulduğu belirtilmekte ise de; hangi gerekçelerle acele kamulaştırma usulünün uygulanmasının istenildiği konusunda yeterince açıklamaya yer verilmediği, alanın riskli alan ilan edilmesinin tek başına acele kamulaştırma yapılması için yeterli olmadığı; dava konusu Cumhurbaşkanı Kararında 2942 sayılı Kanun’un 27. maddesinde öngörülen acele kamulaştırma prosedürünün uygulanması için gerekli olan olağanüstü durumların ve bu yönteme başvurulması ile amaçlanan kamu yararının somut olarak ortaya konulamadığı görülmektedir.
Öte yandan, davalı idarelerden TOKİ Başkanlığı tarafından dava dosyasına sunulan dilekçelerde, dava konusu alanla ilgili tespit ve değerlendirme çalışmalarının tamamlandığı ancak uygulama projelerinin henüz onaylanmadığı, projelerin onaylanmasından sonra öncelikle hak sahipleri ile uzlaşma görüşmelerinin yapılacağı, acele kamulaştırmanın ise uzlaşılamayan hak sahiplerinin taşınmazlarının ediniminde uygulanacağı, günümüz itibarıyla henüz acele kamulaştırmaya yönelik bir iş ve işlemin yapılmadığı ifade edildiğinden, ilan edilen riskli alan sınırları içerisindeki taşınmazların kamulaştırılması açısından “acelelik hali” şartının gerçekleşmediği sonucuna varılmıştır.
Bu durumda, 2942 sayılı Kanun’un 27. maddesinde öngörülen şartların gerçekleşmediği anlaşıldığından dava konusu Cumhurbaşkanı Kararında hukuka uyarlık bulunmadığı sonucuna varılmıştır.
Açıklanan nedenlerle, davalıların temyiz istemlerinin reddi ile dava konusu işlemin … ada, … parsel sayılı taşınmaz yönünden iptaline ilişkin kısmının belirtilen gerekçe ile onanması; davacının temyiz isteminin kabulü ile temyize konu Daire kararının davanın reddine ilişkin kısmının bozularak, acele kamulaştırmaya ilişkin dava konusu Cumhurbaşkanı Kararı’nın, … ada, … parsel sayılı taşınmaz yönünden de iptaline karar verilmesi gerektiği oyuyla, karara katılmıyoruz.
KARŞI OY
XX- 22/06/2015 tarih ve 2015/7872 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla ilan edilen “Yenileme Alanı” sınırları içinde kaldığı anlaşılan dava konusu taşınmazların bulunduğu alanın, 23/10/2019 tarih ve 1694 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile, 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’un 2 ve ek-1. maddeleri uyarınca “Riskli Alan” olarak ilan edildiği, sonrasında ise dava konusu acele kamulaştırma kararının alındığı anlaşılmaktadır.
5366 sayılı Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanun kapsamında “Yenileme Alanı” olarak ilan edilen alanlarda, yenileme avan ve uygulama projelerine göre uygulama yapılabilmesi mümkün olmakla beraber, 6306 sayılı Kanun’da, bu Kanun’a binaen ilan edilecek “Riskli Alan”larda imar planı olmaksızın uygulama yapılabilmesine müsaade eden bir düzenleme bulunmamaktadır.
Bu kapsamda, sonraki tarihli bir işlemle “Riskli Alan” olarak ilan edilen, dava konusu taşınmazların bulunduğu alanda, imar planları onaylanmadan uygulama yapılamayacağı açıktır.
Dosyanın incelenmesinden; acele kamulaştırmaya konu alanda Ankara Büyükşehir Belediye Meclisinin … tarih ve … sayılı kararı ile kesinleşen 1/5000 ölçekli Ulus Tarihi Kent Merkezi Kentsel Sit Alanı Koruma Amaçlı Nazım İmar Planının … İdare Mahkemesinin … tarih ve E: …, K: … sayılı kararıyla iptaline karar verildiği, anılan karara karşı yapılan istinaf başvurusunun … Bölge İdare Mahkemesi … İdari Dava Dairesinin … tarih ve E: …, K: … sayılı kararı ile reddedildiği, bu kararın ise Danıştay Altıncı Dairesinin 10/09/2018 tarih ve E: 2017/5333, K: 2018/6590 sayılı kararı ile onanmak suretiyle kesinleştiği, 1/1000 ölçekli uygulama imar planının ise henüz yapılmamış olduğu, Ankara 2 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulunun … tarih ve … sayılı kararı ile, Hergelen Meydanı Kentsel Yenileme Avan Projesinin uygun bulunduğu görülmektedir.
Uyuşmazlıkta, davaya konu alana ilişkin yoğunluk, kullanım ve yapılaşmaya yönelik temel kararların imar planının olmaması nedeniyle belirlenmediği ve sadece avan projeye göre belirlenen arazi kullanım kararı ve kat yüksekliği esas alınarak uygulama yapılacağı anlaşılmakta olup; bu denli esnek ve avan projeye dayalı karar verme süreci işletilmesinin, kentsel sit alanı niteliğindeki bölgenin tarihi dokusunu zedeleyebileceği de göz önünde bulundurulduğunda, plan bütünlüğüne, koruma ilkelerine ve imar mevzuatına aykırı olacağı değerlendirilmiştir.
Öte yandan, davalı idarelerden TOKİ Başkanlığı tarafından dava dosyasına sunulan dilekçelerde, dava konusu alanla ilgili tespit ve değerlendirme çalışmalarının tamamlandığı ancak uygulama projelerinin henüz onaylanmadığı, projelerin onaylanmasından sonra öncelikle hak sahipleri ile uzlaşma görüşmelerinin yapılacağı, acele kamulaştırmanın ise uzlaşılamayan hak sahiplerinin taşınmazlarının ediniminde uygulanacağı, günümüz itibarıyla henüz acele kamulaştırmaya yönelik bir iş ve işlemin yapılmadığı ifade edildiğinden, ilan edilen riskli alan sınırları içerisindeki taşınmazların kamulaştırılması açısından “acelelik hali” şartının da gerçekleşmediği sonucuna varılmıştır.
Bu durumda, ilan edilen “Riskli Alan” sınırları içerisinde bulunan taşınmazların, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 27. maddesi uyarınca acele kamulaştırılmasına ilişkin Cumhurbaşkanı Kararında hukuka uyarlık bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, davalıların temyiz istemlerinin reddi ile dava konusu işlemin … ada, … parsel sayılı taşınmaz yönünden iptaline ilişkin kısmının belirtilen gerekçe ile onanması; davacının temyiz isteminin kabulü ile temyize konu Daire kararının davanın reddine ilişkin kısmının bozularak, acele kamulaştırmaya ilişkin dava konusu Cumhurbaşkanı Kararı’nın, … ada, … parsel sayılı taşınmaz yönünden de iptaline karar verilmesi gerektiği oyuyla, karara katılmıyorum.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay İDDK E: 2014/5546 K: 2016/3060 T: 22.11.2016
Danıştay İDDK E: 2017/2328 K: 2017/3559 T: 9.11.2017
Danıştay İDDK E: 2021/3930 K: 2022/122 T: 24.1.2022
Danıştay İDDK E: 2015/433 K: 2015/638 T: 4.3.2015
Danıştay İDDK E: 2021/3930 K: 2022/122 T: 24.1.2022
Davalı idareler tarafından, riskli alan ilanı kapsamında yapılacak uygulamalarda 2942 sayılı Kanun’un 27. maddesi uyarınca acele kamulaştırma usulünün uygulanmasına ihtiyaç duyulduğu belirtilmekte ise de; hangi gerekçelerle acele kamulaştırma usulünün uygulanmasının istenildiği konusunda yeterince açıklamaya yer verilmediği, alanın riskli alan ilan edilmesinin tek başına acele kamulaştırma yapılması için yeterli olmadığı; dava konusu alanla ilgili tespit ve değerlendirme çalışmalarının tamamlandığı ancak uygulama projelerinin henüz onaylanmadığı, projelerin onaylanmasından sonra öncelikle hak sahipleri ile uzlaşma görüşmelerinin yapılacağı, acele kamulaştırmanın ise uzlaşılamayan hak sahiplerinin taşınmazlarının ediniminde uygulanacağı, günümüz itibarıyla henüz acele kamulaştırmaya yönelik bir iş ve işlemin yapılmadığı ifade edildiğinden, ilan edilen riskli alan sınırları içerisindeki taşınmazların kamulaştırılması açısından “acelelik hali” şartının gerçekleşmediği sonucuna varılmıştır.
İSTEMİN KONUSU: Danıştay Altıncı Dairesinin 29/09/2021 tarih ve E: 2020/11364, K: 2021/10343 sayılı kararının temyizen incelenerek bozulması istenilmektedir.
YARGILAMA SÜRECİ:
Dava konusu istem: Ankara İli, Altındağ İlçesi, (…) Mahallesinde, 6306 sayılı Kanun uyarınca 23/10/2019 tarih ve 1694 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile ilan edilen riskli alan sınırları içerisinde bulunan taşınmazların, bölgedeki sağlıksız yapılaşmanın çözümüne yönelik projenin ivedilikle hayata geçirilmesi amacıyla Toplu Konut İdaresi Başkanlığı tarafından 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 27. maddesi uyarınca acele kamulaştırılmasına ilişkin 21/04/2020 tarih ve 31106 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan, 20/04/2020 tarih ve 2449 sayılı Cumhurbaşkanı Kararının, 217 ada, 3 parsel sayılı taşınmaz yönünden iptali istenilmiştir.
Daire kararının özeti: Danıştay Altıncı Dairesinin 29/09/2021 tarih ve E: 2020/11364, K: 2021/10343 sayılı kararıyla;
Uyuşmazlıkta; davaya konu taşınmazınacele kamulaştırılmasına yönelik şartların oluşup oluşmadığı, yani acelelik durumunun bulunup bulunmadığı yönünden bir değerlendirme yapılması gerektiği,
2942 sayılı Kanun’un 3. maddesinin ikinci fıkrası ile, Cumhurbaşkanınca kabul olunan, büyük enerji ve sulama projeleri ile iskan projelerinin gerçekleştirilmesi,yeni ormanların yetiştirilmesi, kıyıların korunması ve turizm amacıyla yapılacak kamulaştırmalarda, kamulaştırma yöntemi konusunda özel bir düzenleme getirildiği,
Buna göre, Cumhurbaşkanınca kabul olunan bu tür projelerin gerçekleştirilmesinin, acelelik kapsamında görülmesi gerektiği,
6306 sayılı Kanun ile çarpık kentleşmenin düzeltilmesi, riskli yapıların deprem ve diğer doğal afetlere karşı dayanıklı hale getirilmesi suretiyle yaşanabilecek can ve mal kayıplarının azaltılmasının hedeflendiği, anılan Kanun’un, afet riski altındaki alanlar ile bu alanlar dışındaki riskli yapıların bulunduğu arsa ve arazilerde, fen ve sanat norm ve standartlarına uygun, sağlıklı ve güvenli yaşama çevrelerini teşkil etmek üzere iyileştirme, tasfiye ve yenilemelere dair usul ve esasları belirlemek olarak belirtilen genel amacıyla birlikte değerlendirildiğinde, “Riskli Alan” ilanının, iskan projesi niteliği taşıdığının açık olduğu,
Buna göre, “Riskli Alan” olarak ilan edilen bölgede gerçekleştirilecek projelerde,acelelik halinin bulunduğunun kabulü gerektiği,
Davaya konu alanın riskli alan olarak ilan edilmesine dayanak alınan teknik rapor ile gerekçe raporunda; alanın, kentsel sit alanı olarak tescil edilen ve 22/06/2015 tarih ve 2015/7872 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla ilan edilen yenileme alanı sınırları içinde kaldığı, Türkiye Deprem Bölgesi Haritasında 4. derece deprem bölgesinde yer aldığı, alanda 223 adet yapı, 458 adet bağımsız bölüm bulunduğu, yapıların 15’inin ruhsatının olduğu, taşınmaz kültür varlığı olarak tescil edilen 12 adet yapının da ruhsatlı kabul edildiği, dolayısıyla alanda 27 adet ruhsatlı, 196 adet ruhsatsız yapı bulunduğu,mevzuata aykırı yapıların oranının %87,9 olarak belirlendiği, bu alandaki 27 adet yapının betonarme, 46 adet yapının yığma, 41 adet yapının ahşap, 100 adet yapının derme çatma sistemle inşa edildiği, 9 adetinin yapım tekniğinin ise okunamadığı, yapıların nitelik açısından gözlemlere dayalı kalitesinin %88,8 oranında kötü olduğu, yapıların inşa tarihlerinin 1900-2003 tarihleri ve ruhsat tarihlerinin 1952-1997 tarihleri arasında değiştiği, alandaki en yeni ruhsatlı binanın bile 2006 yılında yürürlüğe giren Deprem Yönetmeliğinden önce yapıldığı ve binaların ekonomik ömürlerini tamamladığı, riskli yapı stoğunun ve sağlıksız, çarpık yapılaşmanın bulunduğu, alt ve üst yapı ile sosyal donatı alanlarının yetersiz olduğu alanın, deprem ve sel gibi olası bir afet nedeniyle risk oluşturduğu ve bir bütün olarak afet risklerinden uzak sağlıklı ve güvenli bir kullanım ve yerleşim alanına dönüştürülmesi, fiziki, yapısal ve sosyal koşullar açısından yenileme uygulamalarının gerçekleştirilerek, kent bütünü içinde etkin konuma getirilmesi gerektiğinin belirtildiği ve 6306 sayılı Kanun ile afetler sebebiyle meydana gelmesi kuvvetle muhtemel can ve mal kayıplarının önlenmesi, afet riski bulunan yapıların sağlıklı ve güvenli yaşama çevrelerini teşkil etmek üzere dönüştürülmesi suretiyle iskanın yeniden düzenlenmesinin amaçlandığı hususları birlikte değerlendirildiğinde, riskli yapıların deprem ve diğer doğal afetlere karşı dayanıklı hale getirilmesi suretiyle, yaşanabilecek can ve mal kayıplarının azaltılması amacıyla riskli olduğu tespit edilen yapıların yerine bir an evvel yenisinin yapılarak yenilenmesinde acelelik halinin bulunduğu sonucuna varıldığından, “Riskli Alan” olarak ilan edilen bölgede kalan davaya konu taşınmazın acele kamulaştırılması yolundaki dava konusu Cumhurbaşkanı Kararında hukuka aykırılık görülmediği,
Öte yandan, dava konusu taşınmazın da içinde bulunduğu alanın 6306 sayılı Kanun kapsamında riskli alan olarak ilanına ilişkin 23/10/2019 tarih ve 1694 sayılı Cumhurbaşkanı Kararının iptali istemiyle açılan davalarda; Dairelerinin 17/03/2021 tarih ve E: 2019/21120, K: 2021/3992; E: 2019/21053, K: 2021/3997 ve E: 2019/21100, K: 2021/4011 sayılı kararlarıyla dava konusu işlemin iptaline karar verildiği, anılan kararların temyiz edilmesi üzerine, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun 22/09/2021 tarih ve E: 2021/1919, K: 2021/1542; E: 2021/1887, K: 2021/1519 ve E: 2021/1917, K: 2021/1520 sayılı kararlarıyla, anılan iptal kararlarının, üzerinde imar mevzuatına uygun yapılar bulunduğu anlaşılan taşınmazlara ilişkin kısımlarının onandığı, üzerinde imar mevzuatına aykırı yapılar bulunduğu anlaşılan taşınmazlara ilişkin kısımlarının ise bozularak, bu kısımlar yönünden davanın reddine, kesin olarak karar verildiği, Dairelerinin E: 2019/21053 sayılı dosyasında bulunan Toplu Konut İdaresi Başkanlığının 01/06/2021 tarihli temyiz başvuru dilekçesi ekinde yer alan imar mevzuatına uygun yapılar listesinde, dava konusu taşınmaz üzerinde bulunan yapının yer almadığı görüldüğünden, bu yapının imar mevzuatına aykırı yapı niteliği taşıdığının açık olduğu,
gerekçeleriyle, davanın reddine karar verilmiştir.
TEMYİZ EDENİN İDDİALARI: Davacı tarafından, dava konusu taşınmaz üzerinde bulunan yapının imar mevzuatına aykırı olmadığı, 6306 sayılı Kanun ve alt düzenlemeleri uyarınca öncelikle taşınmaz sahiplerince uygulama yapılmasının gerektiği, acele kamulaştırma yapılabilmesi için 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nda öngörülen şartlar gerçekleşmediğinden, Daire kararının bozulması gerektiği ileri sürülmektedir.
KARŞI TARAFIN SAVUNMALARI: Davalı idareler tarafından, Danıştay Altıncı Dairesince verilen kararın usul ve hukuka uygun bulunduğu ve temyiz dilekçesinde öne sürülen nedenlerin, kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte olmadığı belirtilerek temyiz isteminin reddi gerektiği savunulmaktadır.
DANIŞTAY TETKİK HÂKİMİ ‘IN DÜŞÜNCESİ: Acele kamulaştırma, olağanüstü bir kamulaştırma usulü olup istisnai durumlarda uygulanacak bir yöntemdir. Bu nedenle, acelelik halinin bulunduğunun saptanması halinde acele kamulaştırılması zorunlu bulunan taşınmazlara yönelik gerekli tespitler yapılıp sebeplerin de somut olarak belirtilmesi suretiyle uygulanmalıdır. Olağan kamulaştırma gerekçeleri dışında bu yöntemin uygulanması halinde uygulanma gerekçesinin, olağanüstü durumların, bu yönteme başvurulması ile amaçlanan kamu yararının, kamu düzeninin korunmasını gerektiren hallerin somut olarak ortaya konulması suretiyle acele kamulaştırma işlemlerinin yürütülmesi gerekmektedir.
Ayrıca, acele kamulaştırmanın özel ve istisnai koşullarının gerçekleşmiş olduğunun tespit edilebilmesi, acele kamulaştırmaya dayanak idari işlemlerin denetimini de gerekli kılar.
Bu çerçevede, uyuşmazlıkta da, acele kamulaştırma şartlarının oluşup oluşmadığının, öncelikle, dayanak işlem olan riskli alan ilanı çerçevesinde değerlendirilmesi gerekmektedir.
Davalı idarelerce üzerinde imar mevzuatına aykırı yapı bulunduğu tespit edilen dava konusu taşınmazın da içinde bulunduğu alanın, riskli alan olarak ilan edilmesine ilişkin 23/10/2019 tarih ve 1694 sayılı Cumhurbaşkanı Kararının iptali istemiyle açılan davada, anılan işlemin iptali yolunda verilen Danıştay Altıncı Dairesinin 17/03/2021 tarih ve E: 2019/21053, K: 2021/3997 sayılı kararı, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun 22/09/2021 tarih ve E: 2021/1887, K: 2021/1519 sayılı kararıyla, üzerinde imar mevzuatına aykırı yapıların bulunduğu anlaşılan taşınmazlar yönünden, 6306 sayılı Kanun’un ek-1. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinde riskli alan ilanı için aranan şartların gerçekleştiği gerekçesiyle bozularak, söz konusu taşınmazlar yönünden kesin olarak davanın reddine karar verilmiştir.
Kurulumuzun yukarıda değinilen kararında da belirtildiği üzere, riskli alan ilanı, 6306 sayılı Kanun’un 2. maddesine ya da ek-1. maddesine dayalı olarak Cumhurbaşkanı Kararı ile yapılabilmektedir. Anılan Kanun’da, 2. maddeye dayanılarak yapılacak riskli alan ilanı ile ek-1. maddeye dayanılarak yapılacak riskli alan ilanı farklı hükümlere tabi kılınmıştır.
Buna göre; 6306 sayılı Kanun’un 2. maddesine göre yapılacak riskli alan ilanında, 6306 sayılı Kanunun Uygulama Yönetmeliği’nin “Riskli alanın tespiti” başlıklı 5. maddesinin birinci fıkrasında belirtilen saha araştırmalarına dayanan detaylı çalışmalar ile genel yapı stoğu riskinin belirlenmesi gerekirken, Kanun’un ek-1. maddesine göre yapılacak riskli alan ilanında, teklif riskli alan üzerindeki toplam yapı sayısının en az %65’inin, imar mevzuatına aykırı veya yapı ruhsatı alınmaksızın inşa edilmiş olmakla birlikte sonradan yapı ve iskân ruhsatı alan yapılardan oluşup oluşmadığının, ilgili idarelerde mevcut bilgi ve belgeler üzerinden tespiti gerekmektedir.
Dava konusu alanda, üzerinde imar mevzuatına aykırı yapılar bulunan taşınmazlarla ilgili riskli alan ilanınındayanağının, 6306 sayılı Kanun’un ek-1. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendi olduğu, riskli alan ilanının hazırlık işlemlerinden olan teknik araştırma ve gerekçe raporlarından, bu taşınmazların detaylı ve teknik bir şekilde yerinde incelenmediği, alanda bulunan yapıların, ilgili idarelerde mevcut bilgi ve belgeler üzerinden, yapı ruhsatı alınarak inşa edilenler ve yapı ruhsatı bulunmayanlar olarak bir ayrıma tabi tutulduğu, belirlenen alanın en az %65’inin imar mevzuatına aykırı yapılardan oluşma şartının, uyuşmazlık konusu teklif riskli alan açısından %87,9 oranıyla gerçekleştiği tespit edilerek riskli alan ilanına karar verildiği anlaşılmaktadır.
Riskli alan ilanından önce yapılan bu çalışmalar, 6306 sayılı Kanun’un ek-1. maddesindeki düzenlemeler çerçevesinde, riskli alan ilanı için yeterli olmakla beraber, olağan kamulaştırmadan vazgeçilerek, istisnai bir yöntem olan acele kamulaştırma yoluna başvurulması için gerekli olağanüstü durumların gerçekleştiğinin kabulü için yeterli bulunmamaktadır.
Şöyle ki, yukarıda da belirtildiği üzere, acele kamulaştırma yoluna başvurulurken, bu yönteme başvurulması ile amaçlanan kamu yararının, kamu düzeninin korunmasını gerektiren hallerin somut olarak ortaya konulması gerekmektedir.
Dolayısıyla, uyuşmazlık konusu alandaki afet riski somutlaştırılmadığı yani saha araştırmalarına dayanan detaylı bilimsel çalışmalarla ortaya konulmadığı sürece, istisnai bir yöntem olan acele kamulaştırma yoluna başvurulamayacağı; ayrıca davalı idarelerce ileri sürülen, alandaki mülkiyet durumunun karmaşıklığı ve tapudaki işlemlerin uzun sürmesinin olağan kamulaştırma halinde gecikmeye sebebiyet verebilecek olması hususlarının acele kamulaştırmaya gerekçe teşkil etmeyeceği açıktır.
Öte yandan, davalı idarelerden TOKİ Başkanlığı tarafından dava dosyasına sunulan dilekçelerde, dava konusu alanla ilgili tespit ve değerlendirme çalışmalarının tamamlandığı ancak uygulama projelerinin henüz onaylanmadığı, projelerin onaylanmasından sonra öncelikle hak sahipleri ile uzlaşma görüşmelerinin yapılacağı, acele kamulaştırmanın ise uzlaşılamayan hak sahiplerinin taşınmazlarının ediniminde uygulanacağı, günümüz itibarıyla henüz acele kamulaştırmaya yönelik bir iş ve işlemin yapılmadığı ifade edildiğinden, ilan edilen riskli alan sınırları içerisindeki taşınmazların kamulaştırılması açısından “acelelik hali” şartının gerçekleşmediği sonucuna varılmıştır.
Bu nedenle, davacının temyiz isteminin kabulü ile davanın reddi yolunda verilen temyize konu Daire kararının bozularak, acele kamulaştırmaya ilişkin dava konusu Cumhurbaşkanı Kararının, 217 ada, 3 parsel sayılı taşınmaz yönünden iptaline karar verilmesi gerektiği düşünülmektedir.
TÜRK MİLLETİ ADINA
Karar veren Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunca, Tetkik Hâkiminin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra, 2577 sayılı Kanun’un 20/A maddesi uyarınca gereği görüşüldü:
HUKUKİ DEĞERLENDİRME:
Danıştay dava dairelerinin nihai kararlarının temyizen incelenerek bozulması, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 49. maddesinde yer alan;
“a) Görev ve yetki dışında bir işe bakılmış olması,
b) Hukuka aykırı karar verilmesi,
c) Usul hükümlerinin uygulanmasında kararı etkileyebilecek nitelikte hata veya eksikliklerin bulunması”,
sebeplerinden birinin varlığı hâlinde mümkündür.
Temyizen incelenen karar usul ve hukuka uygun olup, temyiz dilekçesinde ileri sürülen iddialar kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte görülmemiştir.
KARAR SONUCU:
Açıklanan nedenlerle;
Davacının temyiz isteminin REDDİNE;
Davanın yukarıda özetlenen gerekçeyle reddine ilişkin Danıştay Altıncı Dairesinin temyize konu 29/09/2021 tarih ve E: 2020/11364, K: 2021/10343 sayılı kararının ONANMASINA,
Kesin olarak, 24/01/2022 tarihinde oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞIOY
X- Anayasa’nın 35. maddesinde; “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.” hükmü yer almaktadır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin Ek 1 Nolu Protokolü’nün “Mülkiyetin korunması” başlıklı 1. maddesinde; “Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Herhangi bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir. Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez.” hükmüne yer verilmiştir.
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 27. maddesinde, 3634 sayılı Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanunu’nun uygulanmasında yurt savunması ihtiyacına veya aceleliğine Cumhurbaşkanınca karar alınacak hallerde veya özel kanunlarla öngörülen olağanüstü durumlarda gerekli olan taşınmaz malların kamulaştırılmasında kıymet takdiri dışındaki işlemler sonradan tamamlanmak üzere ilgili idarenin istemi ile mahkemece yedi gün içinde o taşınmaz malın 10. madde esasları dairesinde ve 15. madde uyarınca seçilecek bilirkişilerce tespit edilecek değeri, idare tarafından mal sahibi adına 10. maddeye göre yapılacak davetiye ve ilanda belirtilen bankaya yatırılarak o taşınmaz mala el konulabileceği, bu Kanun’un 3. maddesinin 2. fıkrasında belirtilen hallerde yapılacak kamulaştırmalarda yatırılacak miktarın, ödenecek ilk taksit bedeli olduğu hükmü kurala bağlanmıştır.
Yukarıda yer verilen mevzuat düzenlemelerine göre, özel mülkiyet hakkının, korunması gereken temel insan hakları arasında yer aldığı, Anayasa ve uluslararası sözleşmelerde mülkiyet hakkını korumaya yönelik düzenlemelere yer verildiği, bu düzenlemelerde mülkiyet hakkına müdahalelerin olabileceğinin öngörüldüğü, ancak bu müdahalelerde kamu yararı gerekçesi, kanuni düzenleme gereği ve ölçülülük ya da orantılılık gibi uluslararası hukukun genel ilkelerinin varlığının dikkate alınması gerektiği, aksi durumda müdahalenin mülkiyet hakkı ihlaline neden olacağı kabul edilmiştir.
Bu açıdan, kamu gücü kullanılarak özel mülkiyetteki taşınmazların kamu eline geçirilmesini ifade etmesi anlamında kamulaştırmanın yargısal incelemesinde, mülkiyet hakkına söz konusu müdahalede anılan hükümler çerçevesinde kamu yararının varlığının, kanuni düzenleme gereğinin ve orantılılık noktasında adil dengenin sağlanıp sağlanmadığının değerlendirilmesi gerekmektedir.
Anayasa’da herkesin, mülkiyet hakkına sahip olduğu ancak bu hakkın kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabileceği ifade edilmiştir. Yine ülkemizin taraf olduğu İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin Ek 1 Nolu Protokolü’yle, mülkiyet hakkı bir insan hakkı olarak kabul edilmiş ve bu hakkın orantılılık ilkesi çerçevesinde kamu yararı gözetilerek sınırlandırılabileceği ifade edilmiştir. Bu hükümlerden hareketle, bir taşınmaz üzerindeki mülkiyet hakkının kamulaştırma yoluyla kaldırılmasının ancak kamu yararının karşılanması zorunluluğunun özel mülkiyet hakkının korunmasından üstün tutulması şartına bağlı olduğu anlaşılmaktadır.
Ayrıca, acele kamulaştırma, olağanüstü bir kamulaştırma usulü olup istisnai durumlarda uygulanacak bir yöntemdir. Bu nedenle, acelelik halinin bulunduğunun saptanması halinde acele kamulaştırılması zorunlu bulunan taşınmazlara yönelik gerekli tespitler yapılıp sebeplerin de somut olarak belirtilmesi suretiyle uygulanmalıdır. Olağan kamulaştırma gerekçeleri dışında bu yöntemin uygulanması halinde uygulanma gerekçesinin, olağanüstü durumların, bu yönteme başvurulması ile amaçlanan kamu yararının, kamu düzeninin korunmasını gerektiren hallerin somut olarak ortaya konulması suretiyle acele kamulaştırma işlemlerinin yürütülmesi gerekmektedir.
Bu kapsamda uyuşmazlıkta; davalı idareler tarafından, riskli alan ilanı kapsamında yapılacak uygulamalarda 2942 sayılı Kanun’un 27. maddesi uyarınca acele kamulaştırma usulünün uygulanmasına ihtiyaç duyulduğu belirtilmekte ise de; hangi gerekçelerle acele kamulaştırma usulünün uygulanmasının istenildiği konusunda yeterince açıklamaya yer verilmediği, alanın riskli alan ilan edilmesinin tek başına acele kamulaştırma yapılması için yeterli olmadığı; dava konusu Cumhurbaşkanı Kararında 2942 sayılı Kanun’un 27. maddesinde öngörülen acele kamulaştırma prosedürünün uygulanması için gerekli olan olağanüstü durumların ve bu yönteme başvurulması ile amaçlanan kamu yararının somut olarak ortaya konulamadığı görülmektedir.
Öte yandan, davalı idarelerden TOKİ Başkanlığı tarafından dava dosyasına sunulan dilekçelerde, dava konusu alanla ilgili tespit ve değerlendirme çalışmalarının tamamlandığı ancak uygulama projelerinin henüz onaylanmadığı, projelerin onaylanmasından sonra öncelikle hak sahipleri ile uzlaşma görüşmelerinin yapılacağı, acele kamulaştırmanın ise uzlaşılamayan hak sahiplerinin taşınmazlarının ediniminde uygulanacağı, günümüz itibarıyla henüz acele kamulaştırmaya yönelik bir iş ve işlemin yapılmadığı ifade edildiğinden, ilan edilen riskli alan sınırları içerisindeki taşınmazların kamulaştırılması açısından “acelelik hali” şartının gerçekleşmediği sonucuna varılmıştır.
Bu durumda, 2942 sayılı Kanun’un 27. maddesinde öngörülen şartların gerçekleşmediği anlaşıldığından dava konusu Cumhurbaşkanı Kararında hukuka uyarlık bulunmadığı sonucuna varılmıştır.
Açıklanan nedenlerle, davacının temyiz isteminin kabulü ile davanın reddi yolunda verilen temyize konu Daire kararının bozularak, acele kamulaştırmaya ilişkin dava konusu Cumhurbaşkanı Kararının, 217 ada, 3 parsel sayılı taşınmaz yönünden iptaline karar verilmesi gerektiği oyuyla, karara katılmıyoruz.
KARŞIOY– 22/06/2015 tarih ve 2015/7872 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla ilan edilen “Yenileme Alanı” sınırları içinde kaldığı anlaşılan dava konusu taşınmazın bulunduğu alanın, 23/10/2019 tarih ve 1694 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile,6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’un 2 ve ek-1. maddeleri uyarınca “Riskli Alan” olarak ilan edildiği, sonrasında ise dava konusu acele kamulaştırma kararının alındığı anlaşılmaktadır.
5366 sayılı Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanun kapsamında “Yenileme Alanı” olarak ilan edilen alanlarda, yenileme avan ve uygulama projelerine göre uygulama yapılabilmesi mümkün olmakla beraber, 6306 sayılı Kanun’da, bu Kanun’a binaen ilan edilecek “Riskli Alan”larda imar planı olmaksızın uygulama yapılabilmesine müsaade eden bir düzenleme bulunmamaktadır.
Bu kapsamda, sonraki tarihli bir işlemle “Riskli Alan” olarak ilan edilen, dava konusu taşınmazın bulunduğu alanda, imar planları onaylanmadan uygulama yapılamayacağı açıktır.
Dosyanın incelenmesinden; acele kamulaştırmaya konu alanda Ankara Büyükşehir Belediye Meclisinin 12/12/2014 tarih ve 2312 sayılı kararı ile kesinleşen 1/5000 ölçekli Ulus Tarihi Kent Merkezi Kentsel Sit Alanı Koruma Amaçlı Nazım İmar Planının Ankara 7. İdare Mahkemesinin 29/11/2016 tarih ve E: 2015/677, K: 2016/4787 sayılı kararıyla iptaline karar verildiği, anılan karara karşı yapılan istinaf başvurusunun Ankara Bölge İdare Mahkemesi 5. İdari Dava Dairesinin 22/06/2017 tarih ve E: 2017/2290, K: 2017/1530 sayılı kararı ile reddedildiği, bu kararın ise Danıştay Altıncı Dairesinin 10/09/2018 tarih ve E: 2017/5333, K: 2018/6590 sayılı kararı ile onanmak suretiyle kesinleştiği, 1/1000 ölçekli uygulama imar planının ise henüz yapılmamış olduğu, Ankara 2 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulunun 06/02/2018 tarih ve 3036 sayılı kararı ile, Hergelen Meydanı Kentsel Yenileme Avan Projesinin uygun bulunduğugörülmektedir.
Uyuşmazlıkta, davaya konu alana ilişkin yoğunluk, kullanım ve yapılaşmaya yönelik temel kararların imar planının olmaması nedeniyle belirlenmediği ve sadece avan projeye göre belirlenen arazi kullanım kararı ve kat yüksekliği esas alınarak uygulama yapılacağı anlaşılmakta olup; bu denli esnek ve avan projeye dayalı karar verme süreci işletilmesinin, kentsel sit alanı niteliğindeki bölgenin tarihi dokusunu zedeleyebileceği de göz önünde bulundurulduğunda, plan bütünlüğüne, koruma ilkelerine ve imar mevzuatına aykırı olacağı değerlendirilmiştir.
Öte yandan, davalı idarelerden TOKİ Başkanlığı tarafından dava dosyasına sunulan dilekçelerde, dava konusu alanla ilgili tespit ve değerlendirme çalışmalarının tamamlandığı ancak uygulama projelerinin henüz onaylanmadığı, projelerin onaylanmasından sonra öncelikle hak sahipleri ile uzlaşma görüşmelerinin yapılacağı, acele kamulaştırmanın ise uzlaşılamayan hak sahiplerinin taşınmazlarının ediniminde uygulanacağı, günümüz itibarıyla henüz acele kamulaştırmaya yönelik bir iş ve işlemin yapılmadığı ifade edildiğinden, ilan edilen riskli alan sınırları içerisindeki taşınmazların kamulaştırılması açısından “acelelik hali” şartının da gerçekleşmediği sonucuna varılmıştır.
Bu durumda, ilan edilen “Riskli Alan” sınırları içerisinde bulunan taşınmazların, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 27. maddesi uyarınca acele kamulaştırılmasına ilişkin Cumhurbaşkanı Kararında hukuka uyarlık bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, davacının temyiz isteminin kabulü ile davanın reddi yolunda verilen temyize konu Daire kararının bozularak, acele kamulaştırmaya ilişkin dava konusu Cumhurbaşkanı Kararının, 217 ada, 3 parsel sayılı taşınmaz yönünden iptaline karar verilmesi gerektiği oyuyla, karara katılmıyorum.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay İDDK E: 2014/5546 K: 2016/3060 T: 22.11.2016
Danıştay İDDK E: 2017/2328 K: 2017/3559 T: 9.11.2017
Danıştay İDDK E: 2015/433 K: 2015/638 T: 4.3.2015
Danıştay İDDK E: 2016/3463 K: 2016/3039 T: 22.11.2016
Danıştay İDDK E: 2017/2328 K: 2017/3559 T: 9.11.2017
Riskli alanda bulunan taşınmaz malikleri ile ön görüşmelerin yapıldığı, hak sahipleri ile ilgili düzenlenen herhangi başkaca bir sözleşme ve tutanak bulunmadığı, kentsel tasarım projesi kapsamında hazırlanan imar planlarının onaylanmadığı, riskli alana yönelik henüz onaylanmış proje ve imar planlarının dahi bulunmadığı, bu nedenle hak sahipleri ile ön görüşme yapılmasından öte ilgili idarelerce yürütülmesi gereken hiç bir işlemin tamamlanmadığının anlaşıldığı, bu durumda dava konusu taşınmazın acele kamulaştırılmasına ilişkin Bakanlar Kurulu Kararında hukuka uyarlık bulunmadığı
İstemin Özeti: Danıştay Altıncı Dairesi’nin 11/04/2017 günlü, E: 2015/11549, K: 2017/2462 sayılı kararının temyizen incelenerek bozulması, davalı idareler tarafından istenilmektedir.
TÜRK MİLLETİ ADINA Hüküm veren Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunca dosya incelendi, gereği görüşüldü:
Dava; Adana İli, Ceyhan İlçesi, (…) Mahallesi, 503 ada, 22 parsel sayılı davacı şirkete ait taşınmazın, kentsel dönüşüm ve gelişim çalışmaları kapsamında Ceyhan Belediyesi tarafından 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 27. maddesine göre acele kamulaştırılmasına ilişkin 19/11/2015 günlü, 29537 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan 19/10/2015 günlü, 8223 sayılı Bakanlar Kurulu kararının iptali istemiyle açılmıştır.
Danıştay Altıncı Dairesi’nin 11/04/2017 günlü, E: 2015/11549, K: 2017/2462 sayılı kararıyla; Dairelerinin 22/03/2016 ve 12/01/2017 günlü, sayılı ara kararlarına cevaben davalı idarelerden Ceyhan Belediye Başkanlığı tarafından gönderilen 15/04/2016 ve 20/03/2017 günlü yazılarda özetle; riskli alanda bulunan taşınmaz malikleri ile ön görüşmelerin yapıldığı, hak sahipleri ile ilgili düzenlenen herhangi başkaca bir sözleşme ve tutanak bulunmadığı, kentsel tasarım projesi kapsamında hazırlanan imar planlarının onaylanmadığı, halen öneri aşamasında bulunduğu, ancak 6306 sayılı Kanun kapsamında yürütülen uygulamaların aciliyeti sebebiyle acele kamulaştırma kararı alındığının belirtildiği, cevaplardan da anlaşılacağı üzere, riskli alana yönelik henüz onaylanmış proje ve imar planlarının dahi bulunmadığı, bu nedenle hak sahipleri ile öngörüşme yapılmasından öte ilgili idarelerce yürütülmesi gereken hiç bir işlemin tamamlanmadığının anlaşıldığı, bu durumda dava konusu taşınmazın acele kamulaştırılmasına ilişkin Bakanlar Kurulu Kararında hukuka uyarlık bulunmadığı sonucuna ulaşıldığı gerekçesiyle, dava konusu işlemin iptaline karar verilmiştir.
Davalı idareler, anılan kararı temyiz etmekte ve bozulmasını istemektedir.
Temyiz edilen kararla ilgili dosyanın incelenmesinden; Danıştay Altıncı Dairesince verilen kararın usul ve hukuka uygun bulunduğu, dilekçede ileri sürülen temyiz nedenlerinin kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte olmadığı anlaşıldığından, davalı idarelerin temyiz istemlerinin reddine, Danıştay Altıncı Dairesi’nin 11/04/2017 günlü, E: 2015/11549, K: 2017/2462 sayılı kararının ONANMASINA, kesin olarak, 09/11/2017gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay İDDK E: 2014/5546 K: 2016/3060 T: 22.11.2016
Danıştay 6. Dairesi E: 2016/4016 K: 2017/8357 T: 26.10.2017
Danıştay 6. Dairesi E: 2016/5030 K: 2017/1275 T: 27.2.2017
Danıştay 6. Dairesi E: 2016/9529 K: 2017/2954 T: 26.4.2017
Kamulaştırma Bedelinin Tespiti Hakkında Yargıtay Kararları
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/10957 K: 2005/371 T: 27.01.2005
Bilirkişi kurulu başka emsaller almaksızın dava konusu taşınmazın diger hissedarların açmış oldukları davalarda mahkeme kararı ile kesinleşen bedellerini dava tarihine endekslemek suretiyle taşınmaz bedelini bulmuştur. Kamulaştırma veya kamulastırmasız el atma sonucu mahkeme kararı ile belirlenen bedeller emsal olarak alınamaz.
Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; davanın kısmen kabulüne dair verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla, dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın kısmen kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı idare vekilince temyiz edilmiştir.
Kamulaştırmasız el atma davalarında, taşınmazın el atma tarihindeki niteliklerine göre dava tarihindeki değeri 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 11/1-g maddesi gereğince, dava gününden önceki özel amacı olmayan satışlar emsal alınarak, üstun ve eksik yönleri de tartışılarak taşınmazın bedeli belirlenir. Bilirkişi kurulunca ılk raporda emsal alınan taşınmazın özel amaclı satıs olduğu mahkemece göz onunde tutularak emsal olamayacağından bahisle başka emsallere gore değer biçilmesi için resen ek rapor istenmiştir. Bilirkişi kurulu başka emsaller almaksızın dava konusu taşınmazın diger hissedarların açmış oldukları davalarda mahkeme kararı ile kesinleşen bedellerini dava tarihine endekslemek suretiyle taşınmaz bedelini bulmuştur. Kamulaştırma veya kamulastırmasız el atma sonucu mahkeme kararı ile belirlenen bedeller emsal olarak alınamaz.
Bu durumda, taraflara yeniden emsal bildirmeleri ıcin imkan tanınıp, gerektiğinde resen emsal de celp edilerek oluşturulacak bilirkişi kurulu eşliğinde keşif yapılıp hüküm kurulması gerektiği düşünülmeden eksik inceleme ile hüküm kurulması,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Davalı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle HUMK’nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine, 27.01.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1996/5103 K: 1996/5830 T: 15.4.1996
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1997/9045 K: 1997/10620- T: 26.6.1997
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2008/7870 K: 2008/10063 T: 17.7.2008
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/13547 K: 2006/1560 T: 216.02.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/13091 K: 2005/370 T: 27.01.2005
Bilirkişi kurulu başka emsaller almaksızın mücavir taşınmazların mahkeme kararı ile kesinleşen bedellerini dava tarihine endekslemek suretiyle taşınmaz bedelini bulmuştur. Kamulaştırma veya kamulaştırmasız el atma sonucu mahkeme kararı ile belirlenen bedeller emsal olarak alınamaz.
Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalılar vekilleri yönünden verilen dilekçelerle istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir.
Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı idareler vekillerince temyiz edilmiştir. Mahkemece bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Alınan rapor hüküm kurmaya yeterli değildir. Şöyle ki;
1- Kamulaştırmasız el atma davalarında, taşınmazın el atma tarihindeki niteliklerine göre dava tarihindeki değeri 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun değer biçmeye ilişkin hükümleri kıyasen uygulanmak suretiyle belirlenir.
Dava konusu taşınmaz arsa niteliğindedir. Kamulaştırma Kanununun 11/1-g maddesi gereğince dava gününden önceki özel amaçlı olmayan satışlar emsal alınarak üstün ve eksik yönleri de tartışılarak taşınmaz bedeli belirlenir. Bilirkişi kurulunca ilk raporda emsal alınan taşınmazın satışı ozel amaclı satış olup, emsal alınamayacagından mahkemece aynı kuruldan ek rapor alınmıştır. Bilirkişi kurulu başka emsaller almaksızın mucavir taşınmazların mahkeme kararı ile kesinleşen bedellerini dava tarihine endekslemek suretiyle taşınmaz bedelinı bulmuştur. Kamulaştırma veya kamulastırmasız el atma sonucu mahkeme kararı ile belirlenen bedeller emsal olarak alınamaz. Kaldı ki; bilirkişilerin endeksledikleri kesinleşen mahkeme kararındaki esas bilirkişi raporunda da yine özel hastaneye yapılan satış emsal alınmış ve ilk dava tarihine göre taşınmazın değerinin tespit edilmesi gerekirken ek dava tarihi esas alınarak değer tespit edilmiştir.
Bu durumda taraflara yeniden emsal bildirmeleri icin imkan tanınıp gerektiğinde resen emsal de celp edilerek oluşturulacak bilirkişi kurulu eşliğinde keşif yapılıp hüküm kurulması gerektigi düşünülmeden eksik inceleme ile hükum kurulması,
2- Kabule göre de; kamulaştırmasız el atılan ve bedelinin davalı idarelerden tahsiline karar verilen kısımlardan fen bilirkisisi raporunda (a) harfi ile gosterılen 16.16 m2’lik Karakol binası yerinin davacı hissesi oranında tapu kaydının iptali ile Hazine adına tesciline ve (b) harfi ile gösterilen 231.34 m2’lik park içerisinde kalan bölümünün de davacı hissesi oranında tapu kaydının iptali ile davalı Belediye adına tapuya tesciline karar verilmesi gerekirken davalı İç İşleri Bakanlığı adına tapuda terkinine (tesciline) ve davalı Kayseri Büyükşehir Belediyesi adına tapuya terkinine (tesciline) karar verilmesi,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Davalı idareler vekillerinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine 27.01.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1994/18989 K: 1994/21981 T: 17.11.1994
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1996/7741 K: 1996/8892 T: 3.6.1996
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1997/8723 K: 1997/12282 T: 15.9.1997
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/13187 K: 2005/436 T: 27.1.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/10463 K: 2005/498 T: 31.01.2005
Dava konusu taşınmaza ait yakın tarihteki satış en iyi emsal ise de, bu durum diğer emsalleri değerlendirmede nazara alınmayacağı anlamını taşımaz. Bu nedenle taşınmazın kendisine ait satışın emsal alınması yanında diğer emsallerin de değerlendirilerek sonucuna göre bedel takdir edilmesi gerekirken sadece taşınmazın kendi satışı emsal alınmak suretiyle değer biçilmesi doğru değildir.
Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atmaya dayanan bedel istemi davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davalı Pendik Belediye Başkanlığı yönünden husumetten reddine, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı yönünden kısmen kabulüne dair yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacılar vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldu: K: Dava, kamulaştırmasız el atmaya dayanan bedel istemine ilişkindir.
Mahkemece bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Arsa niteliğindeki taşınmaza emsal karşılaştırması yapılarak değer bicilmesinde yöntem itibariyle bir isabetsizlik gorulmemiştir. Ancak;
1- Dava konusu taşınmaza ait yakın tarihteki satış en iyi emsal ise de, bu durum diğer emsalleri değerlendırmede nazara alınmayacagı anlamını tasımaz. Bu nedenle taşınmazın kendisine ait satışın emsal alınması yanında diğer emsallerin de değerlendirilerek sonucuna gore bedel takdir edilmesi gerekirken sadece taşınmazın kendi satışı emsal alınmak suretiyle değer bicilmesi,
2-Dava konusu taşınmaz ilk bilirkişi raporunda emsal olarak degerlendirilen tasınmazların Belediye Emlak Vergisi Dairesi Kıymet Takdir Komisyonu tarafından resen takdir edilen 2003 tarihindeki birim metrekare fiyatları getırtilip bilirkişi raporunun taşınmaz ve emsallerin birbirlerine karşı üstün ve eksik yönleri bakımından değerlendirilmeden eksik inceleme ile hüküm kurulması,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Davacılar vekilinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle H.U.M.K: nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine 31.01.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1994/10381 K: 1994/12506 T: 14.6.1994
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/9110 K: 2004/10086 T: 18.10.2004
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2007/10973 K: 2007/13778 T: 26.11.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/11313 K: 2006/301 T: 26.1.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/11046 K: 2005/673 T: 03.02.2005
Taşınmazın bilirkişi kurulu raporunda belirtilen özelliklerine göre, objektif değer artırıcı unsur oranının %40dan fazla olamayacağı gözetilmeden, daha yüksek oranda objektif değer artışı alınmak suretiyle fazla artırmaya karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Taraflar arasındaki kamulaştırma bedelinin artırılması davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kısmen kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı idare vekili yönünden verilen dilekce ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, kamulaştırma bedelinin artırılması istemine ilişkindir.
Mahkemece, davanın kısmen kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı idare vekilince temyiz edilmiştir.
Bilirkişi incelemeleri yaptırılmıştır. Tasınmazın arazi vasfında kabulü ile ürün gelirine göre değer bicilmesi yontem itibariyle dogrudur. Ancak;
1-Hukme esas alınan bılirkişi kurulu raporunda; münavebe ürünü olarak alınan mercimeğin dekar başına verim miktarının resmi verilerin üzerinde alınması suretiyle fazla bedele hükmedilmesi,
2-Taşınmazın bilirkisi kurulu raporunda belirtilen özelliklerine göre, objektif değer artırıcı unsur oranının %40dan fazla olamayacagı gozetilmeden, daha yuksek oranda objektıf değer artışı alınmak suretiyle fazla artırmaya karar verilmesi,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Davalı idare vekilinin temyiz itirazı yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle H.U.M.K: nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine, 03.02.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1997/15331 K: 1997/17967 T: 6.11.1997
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1994/10381 K: 1994/12506 T: 14.6.1994
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2002/2387 K: 2002/5690 T: 12.3.2002
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/9276 K: 2006/12640 T: 21.11.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/12813 K: 2005/675 T: 03.02.2005
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu uyarınca 2 yıllık ve 5 yıllık geçici irtifak hakları karşılıkları, irtifak hakkının geçirildiği bölümde meydana gelecek kira kaybıdır.
Taraflar arasındaki kamulaştırma bedelinin artırılması davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kısmen kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra geregi görüşülüp düşünüldü: K: Dava, kamulaştırma bedelinin artırılması istemine ilişkindir.
Mahkemece, davanın kısmen kabulüne karar verilmiş, hükum davalı idare vekilince temyiz edilmiştir. Mahkemece bilirkişi incelemeleri yaptırılmıştır. Alınan bilirkişi raporları geçersizdir. Şoyle ki;
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu uyarınca 2 yıllık ve 5 yıllık gecici irtifak hakları karsılıkları, irtıfak hakkının geçirildiği bölümde meydana gelecek kira kaybıdır. Bu itibarla irtifak haklarının geçirildiği bölümlerin, 11.11.2002 tarihli bilirkişi raporunda taşınmazın belirtilen özellikleri de gözönünde bulundurularak taşınmazın civarındaki taşınmazlara göre kiralama gelirinin hesap edilmesi ve sonucuna gore kira gelir kaybı üzerinden gecici irtıfak hakkı karsılıgına hukmedilmesi gerekirken, geçerli olmayan bilirkişi raporu doğrultusunda hüküm kurulması,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Davalı idare vekilinin temyiz itirazı yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine, 03.02.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1994/18989 K: 1994/21981 T: 17.11.1994
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1996/7741 K: 1996/8892 T: 3.6.1996
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1997/8723 K: 1997/12282 T: 15.9.1997
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/13187 K: 2005/436 T: 27.1.2005
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2004/10321 K: 2005/440 T: 07.02.2005
Taşınmaz belediye nazım imar planı içinde ise, Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 17.4.1998 gün ve 1996/3-1998/1 Sayılı Kararı uyarınca, bu plan kapsamına alındığı tarih ve plandaki konumu, altyapı hizmetlerinden yararlanma ve ulaşım olanakları, belediye merkezine uzaklığı, kullanım biçimi itibariyle iskan amacına yönelik yapılaşma olasılıkları da değerlendirilmek üzere araştırılmalıdır.
Dava dilekçesinde, Kamulaştırma Yasasının 4650 Sayılı Yasayla değişik hükümleri uyarınca, kamulaştırma bedelinin tespiti ve taşınmaz malın idare adına tescili istenilmiştir. Mahkemece davanın kabulü cihetine gidilmiş, hüküm taraf vekillerince temyiz edilmiştir.
Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü: K: Mahkemece yaptırılan bilirkişi incelemesi sonucu alınan rapor hükme yeterli değildir. Şöyle ki;
1- Kamulaştırılan taşınmazın arsa niteliğinde olduğu kabul edilerek değerlendirme yapılan rapora göre karar verilmiş ise de bu hususta herhangi bir araştırma yapılmamıştır.
Bakanlar Kurulunun Yargıtay’ca kısmen benimsenen 28.2.1983 gün ve 1983/6122 sayılı kararı uyarınca, imar planında yer almayan bir taşınmazın, arsa sayılabilmesi için belediye veya mücavir alan sınırları içinde olmakla beraber, belediye hizmetlerinden (belediyece meskun olduğu için veya meskun hale getirileceği için sunulan yol, su, elektrik, ulaşım, çöp toplama, kanalizasyon, aydınlatma vs.) yararlanan ve meskun yerler arasında yer alması gerekir.
Taşınmaz belediye nazım imar planı içinde ise, Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 17.4.1998 gün ve 1996/3-1998/1 Sayılı Kararı uyarınca, bu plan kapsamına alındığı tarih ve plandaki konumu, altyapı hizmetlerinden yararlanma ve ulaşım olanakları, belediye merkezine uzaklığı, kullanım biçimi itibariyle iskan amacına yönelik yapılaşma olasılıkları da değerlendirilmek üzere araştırılmalıdır.
2- Taşınmazın arsa niteliğinde olduğu kabul edilse dahi; a)Bilirkişi raporunda emsal incelemesi ve dava konusu taşınmazla karşılaştırma yapılmaksızın genel nitelikteki değerlendirmelerle yetinilmiş olmakla bu rapora itibar edilemez.
Kamulaştırma Yasasının kıymet takdiri esaslarını gösteren 11. maddesinin birinci fıkrasının özellikle arsalara ilişkin (g) bendi uyarınca kamulaştırma gününden önce özel amacı olmayan emsal satışlara göre satış değerinin tesbiti ve bedelin tesbitinde etkisi olan diğer unsurlarda dikkate alınarak her unsurun gerekçeleri ve değere katkı oranları ayrı ayrı belirlenip dayanakları gösterilmek suretiyle değerlendirilerek kamulaştırma bedelinin saptanması gerekmektedir.
Emsalin kamulaştırılan taşınmazla aynı konumda olması, taşınmaza yakın mesafede bulunması, aynı nitelik ve özellikleri taşıması, benzer yüzölcümünde olması veya kamulaştırmaya yakın günlerde satılmış olması zorunlu degildir. Aynı özellik ve nitelikleri taşıyan başka yerlerde bulunan ve kamulaştırma günunden once satılmış olan taşınmazlar da emsal alınabilir. Bu emsalin satıs fıyatına Devlet İstatistik Enstitüsü toptan eşya fiatları endeksi uygulanmak suretiyle değerlendirme tarihinde oluşan fiatları bulunduktan sonra dava konusu taşınmazla karşılaştırılıp incelenerek aradaki farklılıklar belirtilip üstün ve eksik yönleri açıklanmalı, bu nitelik ve farklılıkların taşınmazın değerine olan etkilerinin ne olduğu belirtilmeli ve bu suretle yapılacak karşılaştırma ile dava konusu taşınmazın değeri belirlenmelidir.
Mahkemece tarafların vereceği yada resen belirlenecek emsal kayıtlar Tapu Sicil Müdürlüğünden getirtildikten ve bunun imar parseli olup olmadığı da sorulup saptandıktan sonra yukarıda açıklanan esaslara uygun incelemeyi ve sonucunu içeren ek bilirkişi raporları alınıp hasıl olacak sonuca göre karar verilmelidir.
İncelenen emsal imar parseli olup da dava konusu taşınmazın bu nitelikte olmaması halinde, dava konusu taşınmazın yapılacak karşılaştırmadan sonra bulunacak değerinden, İmar Kanununun 18. maddesinin 2.fıkrası gozetilerek, düzenleme ortaklık payına tekabül edecek oranda indirim yapılması gerektiği de dikkate alınmalıdır.
Yukarıda açıklanan hususlarda bilirkişi kurulundan ek rapor alınmamış olması,
b- Üzerinde irtifak hakkı kurulması nedeniyle taşınmazda oluşacak değer düşüklügu oranının saptanmasında tasınmaz malın cinsi, kullanım bicimi ıle irtifak hakkının niteliği (boru hattı, enerji nakil hattı vs.) kapladığı alan, yeri ve yönü gözönünde bulundurulmalıdır. Yargıtay uygulamalarında üzerinde irtifak hakkı kurulmuş olan taşınmazda bu irtifak nedeniyle oluşacak değer düşüklüğünün (taşınmazın cins ve niteliğine uygun kullanımı önemli ölçüde etkileyen özel bir durum yoksa) irtifaktan etkilenen alanın mülkiyet değerinin arazide en fazla %35’ini, arsada ise en fazla %50’sini geçmeyeceği kabul edilmektedir.
Buna göre arsa olarak kabul edilen dava konusu taşınmazda irtifak nedeniyle oluşacak değer düşüklüğünün binde 16 oranında olması gerektiğinin dikkate alınmaması,
3- Kamulaştırma planına bağlı olarak taşınmazdaki yeri ve kapladığı alanın belirlenmesi suretiyle irtifak hakkının tapuya tesciline karar verilmesi ile yetinilmesi gerekirken, infazda tereddüt uyandıracak biçimde ve gerekmediği halde taşınmazın tapu kaydının da iptaline karar verilmiş olması,
Doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edenlerden davalı tarafa iadesine, 07.02.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1995/6133 K: 1995/7135 T: 15.6.1995
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1994/15418 K: 1995/63 T: 16.1.1995
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1996/8768 K: 1996/10277 T: 21.11.1996
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2006/1753 K: 2006/4456 T: 29.05.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/10989 K: 2005/764 T: 07.02.2005
Dava konusu taşınmaz ile emsal taşınmazların emlak vergisine esas olan m2 değerlerinin karşılaştırılmasında; dava konusu taşınmazın emsal taşınmazlardan daha değersiz olduğu anlaşılmasına rağmen, bilirkişi kurulunca dava konusu taşınmazın emsal taşınmazlardan daha değerli olduğu kabul edilerek fazla bedele hükmedilmesi doğru değildir.
Dava konusu taşınmazın, emsal taşınmazlardan daha değersiz olduğu anlaşılmasına rağmen, bilirkişi kurulunca dava konusu taşınmazın emsal taşınmazlardan daha değerli olduğu kabul edilerek fazla bedele hükmedilmesi doğru değildir.
Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kısmen kabulüne dair verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü:
Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir. Mahkemece davanın kısmen kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı idare vekilince temyiz edilmiştir.
Mahkemece bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Alınan raporlar hüküm kurmaya yeterli değildir. Şöyle ki; dava konusu taşınmaz ile emsal taşınmazların Arsa Metrekre Rayiç Bedeli Takdir Komisyonu tarafından belirlenen emlak vergisine esas olan m2 değerlerinin karşılaştırılmasında; dava konusu taşınmazın emsal taşınmazlardan daha değersiz olduğu anlaşılmasına rağmen, bilirkişi kurulunca dava konusu taşınmazın emsal taşınmazlardan daha değerli olduğu kabul edilerek fazla bedele hükmedilmesi,
Doğru görülmemiştir. Davacı vekilinin temyiz itirazı yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle HUMK: nun 428. maddesi gereğince (BOZULMASINA), peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine, 7.2.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2008/7870 K: 2008/10063 T: 17.7.2008
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/13547 K: 2006/1560 T: 216.02.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/14477 K: 2006/444 T: 226.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/14998 K: 2006/173 T: 23.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/10374 K: 2005/857 T: 08.02.2005
Münavebeye esas alınan ürünlerin resmi birim fiyatlarının İlce Tarım Müdürlüğünden sorulmak suretiyle m2 birim fiyatlarının tespit edilmesi gerekirken Hal Müdürlüğünden alınan resim birim fiyatlarına göre m2 değerinin tespiti doğru değildir.
Taraflar arasındaki 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunun 10. maddesine dayanan kamulaştırma konusu irtifak hakkı bedelinin tespiti ve bu hakkın davacı idare adına tescili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesine dayanan kamulaştırma konusu irtifak hakkı bedelinin tespiti ve bu hakkın davacı idare adına tescili istemine ilişkindir.
Arazi niteliğindeki taşınmazlara net gelirleri esas alınarak değer biçilmesi yöntem itibariyle doğrudur. Ancak;
1- Münavebeye esas alınan ürünlerin resmi birim fiyatlarının İlce Tarım Müdürlüğünden sorulmak suretiyle m2 birim fiyatlarının tespit edilmesi gerekirken Hal Müdürlüğünden alınan resim birim fiyatlarına göre m2 değerinin tespiti,
2- Dava konusu taşınmazların geometrik durumları, yüzölçümleri ve enerji nakil hattının güzergahı dikkate alınarak irtifak hakkı nedeniyle değer düşüklüğü oranlarının taşınmazların tüm değerinin 318 numaralı parselde yüzde on beşi, 319 numaralı parselde ise yüzde iki buçuğu geçemeyeceği gözetilmeden daha yüksek oranda değer düşüklüğünün tespit edilmesi,
3- 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanununun 15/c maddesi uyarınca Hazine adına irtifak hakkının tesciline karar verilmesi gerektiğinin düşünülmemesi,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Davacı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine 08.02.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/12124 K:2007/165 T:23.01.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/13828 K:2006/1425 T:14.02.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/4868 K:2006/7597 T:20.06.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1997/9927 K: 1997/15372 T: 16.10.1997
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2004/10359 K: 2005/654 T: 10.02.2005
Portakal bahçesi olarak değerlendirilen taşınmazda bulunan başka unsurların gelirinin taşınmazın zemin değerine bir katkısı söz konusu olamayacağından portakal dışındaki ağaçların zemin değerinin saptanmasında dikkate alınmaması gerekir.
Dava dilekçesinde kamulaştırma bedelinin arttırılması ile faiz ve masrafların davalı taraftan tahsili istenilmiştir. Mahkemece davanın kısmen kabulü cihetine gidilmiş, hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü: K: Mahkemece bozmaya uyulmuş ise de gereği tam olarak yerine getirilmemiştir. Şöyle ki;
Portakal bahçesi olarak değerlendirilen taşınmazda bulunan başka unsurların gelirinin taşınmazın zemin değerine bir katkısı sozkonusu olamayacağından portakal dışındaki ağaçların zemin değerinin saptanmasında dikkate alınmaması gerektiği bozma ilamında açıklandığı halde ek raporda 120 adet muhtelif meyve ağacının ve 4 adet zeytin fidanının değerlendirmeye esas alınması suretiyle fazlaya hükmedilmesi doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar göz önünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 10.2.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1995/7310 K: 1995/8188 T: 11.7.1995
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1996/10128 K: 1996/10452 T: 25.11.1996
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1995/1652 K: 1995/2435 T: 24.2.1995
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1992/701 K: 1992/1370 T: 12.3.1992
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/12274 K: 2005/988 T: 10.02.2005
Kamulaştırmasız el atılan taşınmazın bedelinin tespiti davasında; taraflara dava konusu taşınmaza yakın bölgelerden ve yakın zaman içinde satışı yapılan benzer yüzölçümlü satışları bildirmeleri için imkan tanınarak, lüzumu halinde resen emsal celbi yoluna gidilmesi ve bu emsallere göre değer biçilmesi için bilirkişi kurulu eşliğinde keşif yapılarak sonucuna göre hüküm kurulmalıdır.
Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kısmen kabulüne dair verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi taraf vekilleri yönünden verilen dilekçelerle istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü:
Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir. Mahkemece davanın kısmen kabulüne, kısmen reddine karar verilmiş, hüküm taraf vekillerince temyiz edilmiştir.
Bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Alınan rapr değer biçme yontemi bakımından yasa hükumlerine uygundur. Arsa niteliğindeki taşınmaza emsal karşılaştırması yapılarak değer biçilmesi doğrudur. Ancak;
Bilirkişi raporunda emsal olarak alınan taşınmazların satışları tapuda yapılan satış karşılığı bedeller degildir. Emsal alınan 6013 Ada 1 parselin bedeli kamulaştırma sonrası acılan kamulastırma bedelinın artırılması davası sonucunda belirlenen bedeldir. Diğer emsalin bedeli ise açılan tapu iptali ve tescil davası sırasında belirlenen bedeldir.
Bu nedenle bilirkişi kurulunca emsal alınan taşınmazların yukarıda açıklanan şekilde belirlenen bedellerin emsal alınamayacagı gözetilerek taraflara dava konusu taşınmaza yakın bölgelerden ve yakın zaman içinde satışı yapılan benzer yüzölçümlü satısları bildirmeleri icin imkan tanınarak luzumu halinde resen emsal celbi yoluna gidilmesı ve bu emsallere gore değer biçil-mesi için bilirkişi kurulu eşliğinde keşif yapılarak sonucuna göre hüküm kurulması gerektiği düşünülmeden eksik inceleme ile emsal olamayacak taşınmaz bedellerine göre değer biçilmesi,
Doğru görülmemiştir. Taraf vekillerinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle HUMK: nun 428. maddesi gereğince (BOZULMASINA), peşin alınan temyiz harçlarının istenildiğinde ödeyenlere geri verilmesine, 10.2.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/9847 K: 2005/12050 T: 14.11.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/11313 K: 2006/301 T: 26.1.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/9276 K: 2006/12640 T: 21.11.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/11313 K: 2006/301 T: 226.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/11153 K: 2005/1031 T: 10.02.2005
6326 sayılı Petrol Kanununun 87/2-B maddesi gereğince kullanım hakkının davacı idareye ait olduğu belirtilerek mülkiyet kamulaştırılması yapılan bolümün Hazine adına tescil edilmesi gerektiği gözetilmeden davacı idare adına tesciline karar verilmesi gerekir
Taraflar arasındaki 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 19. maddesi uyarınca kamulaştırma konusu mülkiyet hakkı ve geçici irtifak hakkı bedelinin tesbiti ve bu hakkın davacı idare adına tescili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği gorüşülüp düşünüldü:
K: Dava, 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 19. maddesi uyarınca kamulaştırma konusu mülkiyet hakkı ve geçici irtifak hakkı bedelinin tesbiti ve bu hakkın davacı idare adına tescili istemine ilişkindir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı vekilince temyiz edilmiştir.
Davacı idare, tapuda kayıtlı olmayan dava konusu taşınmazın 3402 sayılı Kadastro Kanununun 16. maddesinde sayılan kamu mallarından olmadığını tesbit etmiş, taşınmazı zilyetlikle iktisap iddiasında bulunan davalının zilyetliğine gazete ile yapılan ilan tarihinden itibaren 30 gun icinde Hazine ya da 3. kişiler tarafından itiraz edilmemiştir.
Arazi niteligindeki tasınmaza net geliri esas alınarak bilımsel yolla değer biçilmesi ve taşınmazın niteliği, tamamının yüzölçümü, geometrik durumu ve boru hattı güzergahı dikkate alınarak değer düşüklüğü oranı belirtilmek suretiyle mülkiyet kamulaştırılmasına konu olan bölüm bedeli ile 3 yıllık gecici irtifak hakkı karşılığının tespit edilmesi doğru olduğu gibi, tesbit edilen bedelin bloke ettirilerek hükmün kesinleşmesi beklenmeden davalı tarafa ödenmesine karar verilmesi de doğrudur. Ancak;
6326 sayılı Petrol Kanununun 87/2-B maddesi gereğince kullanım hakkının davacı idareye ait olduğu belirtilerek mülkiyet kamulastırılması yapılan bolümun Hazine adına tescil edilmesı gerektiği gözetilmeden davacı idare adına tesciline karar verilmesi doğru değilse de; bu yanılgının giderilmesi yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden,
SONUÇ: Gerekçeli kararın hüküm fıkrasının tescile ilişkin bölümündeki (m2 davacı BOTAŞ lehine tapuya tesciline) kelimelerinin çıkartılmasına, yerine (m2lik bölümün Hazine adına tesciline, kullanma hakkının davacı idareye ait olduğunun beyanlar hanesine şerh edilmesine) cümlesinin yazılmasına ve hükmün böylece DÜZELTİLEREK ONANMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine 10.02.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1994/10381 K: 1994/12506 T: 14.6.1994
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/9110 K: 2004/10086 T: 18.10.2004
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2007/10973 K: 2007/13778 T: 26.11.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/11313 K: 2006/301 T: 26.1.2006
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/783 K: 2005/682 T: 14.02.2005
Vergi beyanları ve resmi makamlarca yapılan kıymet takdirleri, genellikle taşınmazın gerçek değerini tam olarak yansıtmamakta, gerçek değerinden daha düşük değerler belirlenmektedir. Ancak bu husus, dava konusu taşınmaz için olduğu kadar emsal için de geçerlidir ve emsal karşılaştırması yapılırken dikkate alınması yasa gereğidir.
Dava dilekçesinde kamulaştırma bedelinin arttırılması ile faiz ve masrafların davalı taraftan tahsili istenilmiştir. Mahkemece davanın kısmen kabulü cihetine gidilmiş, hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü: K: Mahkemece bozma ilamına uyulmuş ise de, gereği tam olarak yerine getirilmemiştir. Şöyle ki;
1- 2942 Sayılı Yasanın 11. maddesinin (d) bendinde vergi beyanı, kıymet takdirinde gözönünde tutulması gereken esaslar arasında sayılmıştır. Bu tür nesnel öğeler sayesinde bilirkişilerin öznel değerlendirmelerini denetleme olanağı elde edilmiş olur. Vergi beyanları ve resmi makamlarca yapılan kıymet takdirleri, genellikle taşınmazın gerçek değerini tam olarak yansıtmamakta, gerçek değerinden daha düşük değerler belirlenmektedir. Ancak bu husus, dava konusu taşınmaz için olduğu kadar emsal için de geçerlidir ve emsal karşılaştırması yapılırken dikkate alınması yasa gereğidir. Bu nedenle dava konusu taşınmazın ve emsal alınan taşınmazın değerlendirme tarihindeki beyan edilen vergi beyanları ile bu taşınmazların bağlı bulundukları cadde veya sokak için belediyelerce emlak vergisine esas olmak üzere belirlenen m2 fiatları ilgili belediyeden getirtilerek bu değerlere göre verilen m2 fiyatının mukayese edilmesi gerekir.
Emsalin ve dava konusu taşınmazın emlak vergisine esas değerlerinin birbirine oranı ile bilirkişi raporlarında emsal karşılaştırması sonucu değerlendirmeye esas alınan oran birbirinden fahiş olçüde farklı ise, mahkemece bu farklılık ve çelişki bilirkisi kurulundan rapor alınarak mutlaka giderilmelidır.
Acıklanan bu yasal durum dogrultusunda ve bozma kararı uzerine dosyaya getirtilen bilgilerden, davaya konu taşınmazın emlak vergisine esas arsa m2 değerinin 2003 yılı itibarıyla 10.360.000 TL/m2, emsal taşınmaz için ise bu değerin 253.820.000 TL/m2 olduğu anlaşılmıştır.
Her ne kadar bu karşılaştırmanın, değerlendirme tarihi olan 2001 yılına ait vergi değerleriyle yapılması gerekir ise de, dosyaya getirtilmiş olan 2003 yılına ait vergi değerlerinin dahi birbirine oranının 10.000.000/253.000.000 (sadeleştirmeyle 10/253) olduğu emsal karşılaştırması suretiyle yapılan değerlendirmede bu orandan fahiş ölçüde uzaklaşıldığı görülmuş olup mahkemece oncelikle 2001 yılına ait vergi değerlerinin getirtilmesi ve aralarındaki orana nazaran raporlardaki oranın denetlenmesi, bu denetim sonucunda yukarıda açıklandığı gibi oranların arasında fahiş bir farklılık olduğu belirlendiginde bunun giderilmesi icin bilirkisı kurullarından ek raporlar alınması gerektiğinin düşünülmemiş olması,
2- Bozma öncesi düzenlenen ve hükme esas alınan bilirkişi kurulu raporlarında kamulaştırılan taşınmazın değerine imar zayiatı nedeniyle %25 ekleme yapılmış olup bu oranın davacı taraf kararı temyiz etmediğinden davalı yararına usulen kazanılmış hak oluşturduğu düşünülmeden bilirkişi kurullarının ek raporlarında bozma üzerine yapılan araştırma sonucu belirlenen %34, 66 oranında imar zayiatı nedeniyle ekleme yapılarak fazlaya hükmedilmesi,
Doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 14.02.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1996/6433 K: 1996/7386 T: 17.9.1996
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2006/7342 K: 2006/6748 T: 25.9.2006
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2006/7052 K: 2006/7298 T: 3.10.2006
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/3448 K: 2005/5588 T: 30.05.2005
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/287 K: 2005/750 T: 14.02.2005
Yargıtay’da yerleşmiş uygulama; tarım arazilerindeki değerlendirmenin, taşınmazın yer aldığı ilçe dahilinde ekilmesi mutad olan ve münavebeye alınan ürünlerin dekar başına ortalama verimi ve üretim giderleri ile kg. başına ortalama satış fiyatlarının ilce tarım müdürlüğünden getirtilmesini ve raporların buna göre düzenlenmesini ongormektedir.
Dava dilekçesinde, Kamulaştırma Yasasının 4650 Sayılı Yasayla değişik hükümleri uyarınca, kamulaştırma bedelinin tespiti ve taşınmaz malın idare adına tescili istenilmiştir. Mahkemece davanın kabulü cihetine gidilmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü: K: Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuni gerektirici sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik görülmemesine göre sair temyiz itirazları yerinde değildir. Ancak;
1- Mahkemece, değerlendirmeye ve hükme esas alınan ikinci bilirkişi kurulu raporunda, taşınmazın kamulaştırma bedelinin saptamasında Elbistan İlçe Tarım Müdürlüğü verilerinin esas alındığı belirtilmiş ise de adı geçen müdürlükten getirtilip dosyaya konulmuş bulunan 16.5.2002 gün 584 sayılı cetvelde yazılı verilerin ilçe bazında olmayıp dava konusu taşınmazın bulunduğu köye özgü olduğu anlaşılmaktadır. Yargıtay’da yerleşmiş uygulama; tarım arazilerindeki değerlendirmenin, taşınmazın yer aldığı ilçe dahilinde ekilmesi mutad olan ve münavebeye alınan ürünlerin dekar başına ortalama verimi ve üretim giderleri ile kg. başına ortalama satış fiyatlarının -doğru istatistiki bilgilere dayandığı bilinen- ilce tarım müdürlüğünden getirtilmesini ve raporların buna göre düzenlenmesini ongormektedir.
Mahkemece bu ilke dogrultusunda münavebe ürünlerine iliskin dosyada mevcut 8.3.2002 gun 174 sayılı cetvelde bildirılen verileri esas alan birinci bilirkişi kurulu raporu doğrultusunda ikinci bilirkişi kurulundan bu raporda belirtilen ilçe verilerine uygun ek raporlar alınması gerektiği düşünülmeden, denetime elverişli olmayan lokal verileri esas alan rapora dayanılarak hüküm kurulması,
Keza münavebeye alınan ürünlerin işlenmeden tarlada elde edildiği haliyle satışından sağlanacak gelir esas alınarak değerlendirilmesi gerekirken ikinci bilirkişi kurulu raporunda münavebeye alınan şekerpancarının İlçe Tarım Müdürlüğünden bildirilen toptan satış fiyatı uygulandıgı halde fabrikada işlenmesinden sonra elde edilecek küspesinin de gelir kapsamına alınarak yuksek gelir belirlenmesi ve dolayısıyla taşınmaza fazla bedel bicilmış olması,
2- Mahkemece Kamulastırma Yasasının 27. maddesine göre tespit edilip idarece davalı adına bankaya yatırılan bedel ile tespit ve tescil davası sonunda saptanıp hüküm altına alınan bedel arasındaki farkın davalı tarafça bankadan çekilmesine kadar işlemiş olan mevduat faizi ile birlikte davacı idareye geri ödenmesine karar verilmesi gerekirken, mahkemece arta kalan kısım için davacının dava açmakta muhtariyetine şeklinde hüküm kurulması, doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 14.2.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1995/7310 K: 1995/8188 T: 11.7.1995
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1996/10128 K: 1996/10452 T: 25.11.1996
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1995/1652 K: 1995/2435 T: 24.2.1995
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1992/701 K: 1992/1370 T: 12.3.1992
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/11821 K: 2005/1157 T: 14.02.2005
Yapılan baraj nedeniyle taşınmazdan yararlanma olanağı tümüyle ortadan kalkmamış olup, sadece taşınmaza ulaşım güçleştiğinden taşınmazın değerinde en fazla % 50 oranında değer düşüklüğü olacağı kabul edilmelidir.
Taraflar arasındaki 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 12. maddesine dayanan baraj inşaatı için yapılan kamulaştırma sonucu, çevrenin sosyal, ekonomik ve yerleşme düzeninin bozulması nedeniyle taşınmazdan yararlanma olanağı kalmadığı iddiasına dayanan taşınmaz bedelinin tahsili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kabulüne dair verilen hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği gorüşülüp düşünüldü:
Dava, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 12. maddesine dayanan baraj inşaatı için yapılan kamulaştırma sonucu, cevrenin sosyal, ekonomik ve yerleşme düzeninin bozulması nedeniyle taşınmazdan yararlanma olanağı kalmadıgı iddiasına dayanan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir.
Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hükum davalı idare vekilince temyiz edilmiştir.
Tasınmazın kısmen sulu tarım arazisı, kısmen de kapama karışık meyve bahçesi olarak kabulü ile net gelirlerine göre değer biçilmesi yöntem itibariyle doğrudur. Ancak;
1- Taşınmaz üzerinde bulunan meyve ağaçlarının kapsadığı 400 m2’lik bölüme kapama karışık meyve gelirine gore değer biçildiğinden, biçilen bu değerin taşınmaz üzerinde bulunan ağaçların bedelini de kapsadığı düşünülmeden, ağaçlara ayrıca maktuen değer bicilerek fazlaya hükmedilmesi,
2- Yapılan baraj nedenıyle tasınmazdan yararlanma olanagı tümuyle ortadan kalkmamış, sadece taşınmaza ulaşım güçleşmiştir. Bu nedenle taşınmazın değerinde en fazla % 50 oranında değer düşüklüğü olacağı kabul edilerek, bu miktara hükmedilmesi gerekirken, tümünün bedeline hükmedilmesi,
Doğru görülmemiştir.
Davalı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenle HUMK: nun 428. maddesi gereğince (BOZULMASINA), peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine 14.2.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/12852 K:2007/1147 T:06.02.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2002/7319 K: 2002/11577 T: 20.5.2002
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1998/1864 K: 1998/2476 T: 12.3.1998
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/2197 K: 2004/3533 T: 23.3.2004
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/11482 K: 2005/1128 T: 14.02.2005
Dava, kamulaştırma bedelinin tespiti ve taşınmazın davacı idare adına tescili talebine ilişkindir. Tarım arazisi niteliğindeki taşınmaza ekilebilir ürün geliri üzerinden değer biçilmesi doğrudur. Ancak taşınmaza ekilebilir ürün geliri üzerinden değer biçilirken bilirkişi kurulunca münavebe ürünlerin hasat zamanındaki kilogram satış fiyatları dikkate alınmalıdır.
Taraflar arasındaki 4650 Sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 10. maddesine dayanan kamulaştırma bedelinin tespiti ve taşınmazın davacı idare adına tescili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; davanın kabulüne dair verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla, dosyataki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra, gereği görüşülüp düşünüldü:
Dava, 4650 Sayılı Kanunla değişik Kamulaştırma Kanunu’nun 10. maddesine dayanan kamulaştırma bedelinin tespiti ve taşınmazın davacı idare adına tescili istemine ilişkindir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hükum davacı idare vekilince temyiz edilmiştir.
Mahkemece bilirkişi incelemesi yaptırılmıstır. Alınan rapor deger bicme yontemı bakımından yasa hükümlerine uygundur. Tanm arazisi niteliğindeki taşınmaza ekilebilir ürün geliri üzerinden, değer biçilmesinde bir isabetsizlik görülmemiştir. Ancak;
Taşınmaza ekilebilecek ürün geliri üzerinden değer biçilirken, bilirkişi kurulunca münavebe ürünlerinin hasat zamanındaki kilogram satış fıyatlan üzerinden değer bicilmesi gerekir.Bu nedenle 2003 yılı degerlendirme tarihine gore bilirkişi kurulunca münavebe bitkisi olarak kabul edilen ürunlerin satıs fıyatları olarak; fasulyenin 400.000.-TL, salatalığın 350.000.-TL, domatesin 500.000.-TL olduğu kabul edilmek suretiyle bilirkişi kurulundan ek rapor alınıp sonucuna göre karar verilmesi gerektiğinin düşünülmemesi doğru görülmemiştir.
Davacı idare vekilinin temyiz itirazı yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle H.U.M.K: ‘nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan emyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine 14.02.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1994/18989 K: 1994/21981 T: 17.11.1994
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1996/7741 K: 1996/8892 T: 3.6.1996
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1997/8723 K: 1997/12282 T: 15.9.1997
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/13187 K: 2005/436 T: 27.1.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/11673 K: 2005/1198 T: 15.02.2005
Dava konusu taşınmazın, belediye sınırları icinde kalmakla beraber belediye hizmetlerinden yararlanmadığı etrafının da meskun olmadığı Belediye Başkanlığınca bildirilmiştir. Taşınmaz bu niteliklerine göre arazi vasfındadır.
Taraflar arasındaki 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesine dayanan kamulaştırma bedelinin tespiti ve kamulaştırılan taşınmazın davacı idare adına tescili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı idare vekili yönünden verilen dilekcelerle istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldu: K: Dava, 4650 sayılı Kanunla degişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesine dayanan kamulaştırma bedelinin tespiti ve kamulaştırılan taşınmazın davacı idare adına tescili istemine ilişkindir.
Mahkemece bilirkişi incelemesi yaptırılmıstır. Alınan rapor ve yapılan inceleme yetersizdir. Şoylekı;
Dava konusu taşınmazın, belediye sınırları icinde kalmakla beraber belediye hizmetlerinden yararlanmadığı etrafının da meskun olmadığı Belediye Başkanlığınca bildirilmiştir. Taşınmaz bu niteliklerine göre arazi vasfındadır. Bilirkişi kurulunca arsa niteliğinde kabul edilerek değeri tespit edildiğinden, bilirkişi kurulundan arazi niteligine göre ek rapor alınması, bilirkişı kurulunun gorüsunde ısrar etmesi halinde, yeniden keşif yapılarak sonucuna göre karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile hüküm kurulması,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Davalı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine 15.02.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1994/18989 K: 1994/21981 T: 17.11.1994
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1996/7741 K: 1996/8892 T: 3.6.1996
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1997/8723 K: 1997/12282 T: 15.9.1997
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/13187 K: 2005/436 T: 27.1.2005
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2004/8972 K: 2005/927 T: 17.02.2005
Kamulaştırma Yasasının 15. maddesinin 11. fıkrası hükmüne göre kıymet takdir komisyonunun biçtiği değer ile bilirkişi kurulunun belirlediği bedel arasında önemli bir oransızlık (Yargıtay uygulamalarına göre bir mislini aşan farklılık) görüldüğü takdirde aynı yöntemlerle yeniden bilirkişi kurulu oluşturularak değer takdiri yaptırılması gerekir.
Dava dilekçesinde kamulaştırma bedelinin arttırılması ile faiz ve masrafların davalı taraftan tahsili istenilmiştir. Mahkemece davanın kısmen kabulü cihetine gidilmiş, hüküm taraf vekillerince temyiz edilmiştir.
Temyiz isteminin süresi icinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü: K: Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuni gerektirici sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik görülmemesine göre sair temyiz itirazları yerinde değildir. Ancak;
1- 2942 Sayılı Kamulaştırma Yasasının 15. maddesinin onbirinci fıkrası hükmüne göre kıymet takdir komisyonunun bictiği değer ile bilirkişi kurulunun belirlediği bedel arasında önemli bir oransızlık (Yargıtay uygulamalarına göre bir mislini aşan farklılık) görüldüğu takdirde aynı yontemlerle yeniden bilirkişi kurulu oluşturularak deger takdiri yaptırılması gerekir. Mahkemece tasınmazın yerinde yaptırılan ınceleme sonucu düzenlenen bilirkişi kurulunun saptadığı değer ile kıymet takdir komisyonu raporunda belirlenen değer arasında, bir mislini aşan oransızlık bulunduğundan yukarıda sözü edilen yasa hükmü gereğince yeniden bilirkişi kurulu oluşturularak alınacak rapor dogrultusunda hasıl olacak sonuca göre karar verilmesi gerekirken tek rapor ile yetinilerek hüküm kurulmuş olması,
2- Bilirkişi kurulunca münavebeye alınan ürünlerin 2003 yılına ilişkin dekar basına uretim giderlerinı gosterir Tarım İl Müdürlüğü verileri getirtilerek raporun bu verilere uygunluğunun denetlenmesi gerektiğinin düşünülmemesi,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, temyiz peşin harçlarının istek halinde temyiz edenlere iadesine, 17.2.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1994/10750 K: 1994/10134 T: 9.9.1994
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1996/9173 K: 1996/10501 T: 26.11.1996
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1994/9834 K: 1994/11728 T: 6.10.1994
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1996/8169 K: 1996/9169 T: 22.10.1996
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/1190 K: 2005/1404 T: 218.02.2005
Dairemize intikal eden dava dosyalarındaki bilirkisi raporlarında da sulu arazılere buğday, kuru fasulye, bostan (karpuz) ürünü münavebesi esas alınarak değer biçilmiştir. Belirtilen ürün dışında dava konusu taşınmaza değer biçilebilmesi için davalının dava konusu taşınmazda başka ürünü ekip hasat ettiğini, toptancı halinde yapılması gereken satış belgeleri ile ispat etmesi gerekir.
Taraflar arasındaki 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesine dayanan kamulaştırma konusu irtifak hakkı karşılığının tespiti ve bu hakkın davacı idare adına tescili istemi davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesine dayanan kamulaştırma konusu irtifak hakkı karşılığının tespiti ve bu hakkın davacı idare adına tescili istemine ilişkindir.
Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davacı idare vekilince temyiz edilmiştir.
Bilirkişi incelemeleri yaptırılmıştır. Alınan raporlar ve yapılan inceleme hüküm kurmaya yeterli değildir. Şöyle ki;
1- Dava konusu taşınmaz sulanan arazi niteliğindedir. Bölge itibariyle büyük yüzolcümlü sulanan arazilerde uygulanan münavebe bugday, kuru fasulye ve bostan (karpuz) ürünüdür. Bu gune kadar Dairemize intikal eden dava dosyalarındaki bilirkisi raporlarında da sulu arazılere buğday, kuru fasulye, bostan (karpuz) ürünü münavebesi esas alınarak değer biçilmiştir. Belirtilen ürün dışında dava konusu taşınmaza değer biçilebilmesi için davalının dava konusu taşınmazda başka ürünü ekip hasat ettiğini, toptancı halinde yapılması gereken satış belgeleri ile ispat etmesi gerekir. Davalı dava konusu taşınmazda domates ekimi yapıp bunu sattığını ispat etmemiştir. Bu durum karşısında dava konusu taşınmazda buğday, kuru fasulye ve bostan (karpuz) munavebesi uygulanmak suretiyle deger biçilmesi icin bilirkisi kurullarından ek rapor alınması ve sonucuna gore karar verılmesi gerektiği düşünülmeden, yeterli olmayan bilirkişi raporlarına göre kamulaştırma bedelinin tespit edilmesi,
2- 4646 sayılı Doğalgaz Piyasası Kanununun 12/A maddesi gereğince kullanma hakkının davacı idareye ait olduğu belirtilerek irtifak hakkının Hazine adına tescil edilmesi gerektiği gözetilmeden sadece davacı idare adına tesisine karar verilmesi,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Davacı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenle BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene iadesine 18.02.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1994/18989 K: 1994/21981 T: 17.11.1994
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1996/7741 K: 1996/8892 T: 3.6.1996
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1997/8723 K: 1997/12282 T: 15.9.1997
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/13187 K: 2005/436 T: 27.1.2005
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/1161 K: 2005/1076 T: 21.02.2005
Yargıtay uygulamalarında özel ve dikkate alınması gereken haklı bir neden bulunmadıkça, tarım arazilerinin olduğu gibi kullanılması halinde sağlayacağı net gelir üzerinden bilimsel yontemle yapılacak değerlendirilmesinde münavebeye alınacak ürünler icin dekar başına elde edilecek ortalama verim, uretim gideri ve toptan satış fiyatına iliskin olarak ciddi istatistiki bilgilere dayalı olduğu bılinen o yerdeki Tarım Müdürlüğü verilerinin esas alınması gerekir.
Dava dilekçesinde, Kamulaştırma Yasasının 4650 Sayılı Yasayla değişik hükümleri uyarınca, kamulaştırma bedelinin tespiti ve taşınmaz malın idare adına tescili istenilmiştir. Mahkemece davanın kabulü cihetine gidilmiş, hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü: K: Mahkemece yapılan araştırma ve inceleme ile alınan bilirkişi raporları hüküm kurmaya yeterli değildir.
Şöyle ki; Yargıtay uygulamalarında özel ve dikkate alınması gereken haklı bir neden bulunmadıkça, tarım arazilerinin olduğu gibi kullanılması halinde sağlayacağı net gelir üzerinden bilimsel yontemle yapılacak değerlendirilmesinde münavebeye alınacak ürünler icin dekar başına elde edilecek ortalama verim, uretim gideri ve toptan satış fiyatına iliskin olarak ciddi istatistiki bilgilere dayalı olduğu bılinen o yerdeki Tarım Müdürlüğü verilerinin esas alınması gerekir.
Dosyaya getirtilen İlçe Tarım Müdürlüğü cetvelinde kiraz ürünü icin satış fiyatının 1.300.000 TL/kg, dekar başına üretim giderinin ise 320.000.000 TL olduğu belirtildiği halde raporlarda daha düşük satış fiyatı ve daha yüksek üretim gideri üzerinden değerlendirme yapılmış olması dogru görulmemiştir.
Buna gore yeniden bilirkisı kurullarından ek raporlar alınarak raporların bu verilere uygunluğu denetlenmeli ve kazanılmış haklar da gözetilerek oluşacak sonuç doğrultusunda bir karar verilmelidir.
SONUÇ: Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 21.2.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1993/7597 K: 1993/10663 T: 11.10.1993
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1996/1851 K: 1996/3667 T: 9.4.1996
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1994/156 K: 1994/2590 T: 1.3.1994
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1995/1278 K: 1995/2869 T: 7.3.1995
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/1210 K: 2005/1082 T: 21.02.2005
Yargıtay uygulamalarında üzerinde irtifak hakkı kurulmuş olan taşınmazda bu irtifak nedeniyle oluşacak değer düşüklüğünün (taşınmazın cins ve niteliğine uygun kullanımı önemli ölçüde etkileyen özel bir durum yoksa) irtifaktan etkilenen alanın mülkiyet değerinin arazide %35’ini, arsada ise %50’sini geçmeyeceği kabul edilmektedir.
Dava dilekçesinde, Kamulaştırma Yasasının 4650 Sayılı Yasayla değişik hükümleri uyarınca, kamulaştırma bedelinin tespiti ve taşınmaz malın idare adına tescili istenilmiştir. Mahkemece davanın kabulü cihetine gidilmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü: K: Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuni gerektirici sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik görülmemesine göre sair temyiz itirazları yerinde değildir.
Ancak; Üzerinde irtifak hakkı kurulması nedeniyle taşınmazda oluşacak değer düşüklüğü oranının saptanmasında taşınmaz malın cinsi, yüzölçümü, kullanım bicimi ile irtifak hakkının niteliği (akaryakıt boru hattı, elektrik enerji nakil hattı vb), bunun taşınmazda kapladıgı alan, yeri ve yönü gözonünde bulundurulmalıdır. Yargıtay uygulamalarında uzerinde irtifak hakkı kurulmuş olan taşınmazda bu irtifak nedenıyle olusacak değer düşüklüğünün (taşınmazın cins ve niteliğine uygun kullanımı önemli ölçüde etkileyen özel bir durum yoksa) irtifaktan etkilenen alanın mülkiyet değerinin arazide %35’ini, arsada ise %50’sini geçmeyeceği kabul edilmektedir.
Buna göre, arsa niteliğinde olan dava konusu taşınmazda irtifak nedeniyle oluşacak değer düşüklüğünün en fazla %3’ü gecemeyeceği düşünülmeden, %6 oranında deger kaybı uzerinden hesaplama yapıp buna gore kamulaştırma bedelini tespit eden bilirkisı kurulu raporlarına itibarla hüküm kurulması,
Doğru görülmemiştir. Mahkemece bilirkişi kurullarından bu hususta ek raporlar alınarak oluşacak sonuç doğrultusunda bir karar verilmelidir.
SONUÇ: Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 21.02.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/7450 K: 2005/8099 T: 20.09.2005
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/3931 K: 2005/5915 T: 06.06.2005
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/2197 K: 2005/2600 T: 22.03.2005
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2004/9751 K: 2005/1330 T: 24.02.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/13032 K: 2005/1622 T: 22.02.2005
Dava konusu taşınmaz ile emsal taşınmazın dava tarihi itibariyle fiili imar uygulaması sonucu oluşan imar parselleri mi yoksa imar planına dahil olmakla birlikte olduğu gibi bırakılan kadastro parselleri mi olduklarının belediye imar müdürlüğünden sorularak, sonucuna göre düzenleme ortaklık payı düşülmesi gerekip gerekmediğinin değerlendirilmesi gerekir.
Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili davasının kabulüne dair verilen yukarıda tarih ve numaraları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi taraf vekillerince verilen dilekçelerle istenilmiş, davalı idare vekilince de duruşma isteminde bulunulmuş olmakla duruşma için belirlenen 22.02.2005 günü temyiz eden davacı vekili Av.Hacı İbiş ile temyiz eden davalı vekilinin yüzlerine karşı duruşmaya başlanarak temyiz isteminin süresinde olduğu görülüp, taraf vekillerinin sözlü açıklamaları dinlendikten sonra, dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü:
K: Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm taraf vekillerince temyiz edilmiştir. Mahkemece bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Alınan rapor geçersizdir. Şöyle ki;
1- Dava konusu taşınmazın 1/1000 ölçekli imar planına dahil olup olmadığı, değilse belediye sınırları veya mücavir alan içinde bulunup bulunmadığı, belediye hizmetlerinden yararlanıp yararlanmadığı, etrafının meskun olup olmadığı Belediye İmar Müdürlüğü’nden sorulmadan eksik inceleme ile taşınmazın arsa niteliğinde kabulü,
2- Kabule göre de; a) Kamulaştırmasız el atmaya dayalı tazminat davalarında Kamulaştırma Kanununun deger bicmeye iliskin hükumleri kıyasen uygulanır. Buna gore arsa nıteliğindeki taşınmaza Kamulaştırma Kanununun 11. maddesi uyarınca dava tarihinden önceki özel amacı olmayan satışlar emsal alınıp, dava konusu taşınmaz ile emsalin üstün ve eksik yönleri de tek tek açıklattırılmak suretiyle değer biçilmesi gerekir. Bilirkişi kurulunca kamulaştırılan başka bir taşınmazın bedelinin tesbiti ve tescil davasında verilen kararda belirlenen taşınmazın m2 birim fiyatının emsal alınması suretiyle taşınmaza değer biçildiği gözetilerek, taraflara yeniden emsal bildirmeleri icin mehil verilmesi, gerektiğinde resen emsal de getirtildikten sonra yeniden keşif yapılarak sonucuna gore hüküm kurulması gerektiginin düşünulmemesi,
b) Dava konusu tasınmaz ıle emsal taşınmazın dava tarihi itibariyle fiili imar uygulaması sonucu oluşan imar parselleri mi? yoksa imar planına dahil olmakla birlikte olduğu gibi bırakılan kadastro parselleri mi? olduklarının Belediye İmar Müdürlüğünden sorularak, sonucuna göre Düzenleme Ortaklık Payı düşülmesi gerekip gerekmediğinin düşünülmemesi,
c) Hükmedilen bedele değerlendirme tarihi olan dava gününden yasal faize hükmedilmemesi,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Taraf vekillerinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde davacılara geri verilmesine 22.02.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/14737 K:2007/1143 T:08.02.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/14025 K: 2006/3154 T: 220.03.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/13633 K: 2006/340 T: 226.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/7372 K: 2005/10629 T: 210.10.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/12461 K: 2005/1639 T: 22.02.2005
Arsa niteliğindeki taşınmaza, emsal karşılaştırması yapılarak değer biçilmesi gerekir. Dava konusu taşınmaz ile emsalin zaruret olmadıkça, yakın bölgelerde ve benzer yüzölçümlü olması ve değerlendirme tarihine yakın satışların emsal alınması gerekir.
Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılarak üzerinden enerji nakil hattı geçirilen taşınmazın, irtifak hakkı karşılığının tahsili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kısmen kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü:
K: Dava, kamulaştırmasız el atılarak üzerinden enerji nakil hattı geçirilen taşınmazın, irtifak hakkı karşılığının tahsili istemine ilişkindir. Mahkemece davanın kısmen kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı idare vekilince temyiz edilmiştir.
Bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Taşınmazın arsa vasfında kabulü ile emsal karşılaştırılması yapılarak değer biçilmesi yöntem itibariyle doğrudur. Ancak;
1- Arsa niteliğindeki taşınmaza, emsal karşılaştırması yapılarak değer biçilmesi gerekir. Dava konusu taşınmaz ile emsalin zaruret olmadıkça, yakın bölgelerde ve benzer yüzölçümlü olması ve değerlendirme tarihine yakın satışların emsal alınması gerekir.
Dava konusu taşınmazın bulunduğu Süleymaniye Mahallesinde benzer yüzölçümlü ve değerlendirme tarihine yakın zamanlarda emsal satışların bulunması doğaldır. Bu durumda taraflara, dava konusu taşınmaza yakın bölgelerden ve yakın zaman içinde satışı yapılan benzer yüzölçümlü satışları bildirmeleri için imkân tanınması, lüzumu halinde resen emsal celbi yoluna gidilmesi ve bu emsallere göre değer biçilmesi için yeniden oluşturulacak bilirkişi kuruluyla keşif yapılarak sonucuna göre hüküm kurulması gerektiğinin düşünülmemesi,
2- Değerlendirme tarihi olan 2002 yılında dava konusu taşınmaz ile, bilirkişi kurulunca emsal kabul edilecek taşınmazların, Arsa Metrekare Rayiç Bedeli Takdir Komisyonu tarafından belirlenen emlak vergisine esas olan m2 değerlerinin, ilgili Belediye Başkanlığı Emlak Vergi Dairesinden istenip, dava konusu taşınmazın, emsal taşınmazlara göre üstünlük oranı yönünden bilirkişi kurulu raporu da denetlenmeden eksik inceleme ile hüküm kurulması,
3- Davalı idare tarafından, davacıya ait taşınmaza kamulaştırmasız el atılarak üzerinden geçirilen enerji nakil hattı izdüşümünün zemin üzerindeki yüzölçümü, fen bilirkişisine tespit ettirilmeden eksik inceleme ile karar verilmesi,
4- 2942 sayılı Kamulaştırma Yasasının 11/son maddesi uyarınca irtifak hakkı karşılığı, bu hak nedeniyle taşınmazın zemini ile üzerinden geçtiği yapıların tamamında meydana gelecek değer kaybıdır. Bu sebeple dava konusu taşınmazın irtifak hakkı kurulmasından önceki zeminin tüm değeri ile bina bedelinin tespit edilmesi ve bundan sonra enerji nakil hattı nedeni ile zeminin tamamı ile yapıda meydana gelecek değer düşüklüğü oranının belirlenmesi ve bu oranla tüm zeminin bedeli ile yapı bedeli toplamının çarpılması sonucu, irtifak hakkı karşılığının hesaplanması gerekirken bilirkişi kurulunca yasal olmayan hesaplama yöntemi ile hüküm kurulması,
5- Dava konusu taşınmazdan daha önce geçirilmiş bulunan irtifak hakkının taşınmazın değerine etkisi belirlenip, belirlenen bu bedelin, tespit edilen dava konusu bedelden indirilmesi gerektiğinin gözetilmemesi,
6- 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanununun 15/c maddesi gereğince dava konusu enerji nakil hattının kullanma hakkının davalı idareye ait olduğu belirtilerek irtifak hakkının Hazine adına tescil edilmesi gerektiğinin düşünülmemesi,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Davalı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine 22.02.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/12852 K:2007/1147 T:06.02.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2002/7319 K: 2002/11577 T: 20.5.2002
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1998/1864 K: 1998/2476 T: 12.3.1998
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/2197 K: 2004/3533 T: 23.3.2004
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/682 K: 2005/1134 T: 22.02.2005
Yargıtay’ın yerleşmiş uygulamalarına göre kapama kavaklığa değer biçilirken; kavakların bir yılda hasat edilemeyeceği göz önünde tutularak, öncelikle kaç yılda kesim çağına geleceği resmi verilere dayanılmak suretiyle tespit edilmeli, kesim çağında elde edilecek brüt gelir yine resmi verilere göre belirlenerek bundan kavakların kesim çağına kadar geçecek süre içindeki masraflar düşüldükten sonra kesim yılına bölünmek suretiyle dekar başına elde edilecek yıllık net gelir bulunmalı, bu net gelire de kapitalizasyon faizi uygulanarak kapama kavaklığın kamulaştırma bedeli tespit edilmelidir.
Dava dilekçesinde, Kamulaştırma Yasasının 4650 Sayılı Yasayla değişik hükümleri uyarınca, kamulaştırma bedelinin tespiti ve taşınmaz malın idare adına tescili istenilmiştir. Mahkemece davanın kabulü cihetine gidilmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kâğıtlar okunup gereği düşünüldü: K: Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuni gerektirici sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik görülmemesine göre sair temyiz itirazları yerinde değildir. Ancak;
1-Bilirkişi Kurulu raporu içeriğinden, dava konusu taşınmazın üzerinde dört yaşlarında kavak ağaçlarının bulunduğu ve bunların taşınmaza kısmen kavaklık niteliğini kazandırdığı; söz konusu kavakların cinsi ve yaşları dikkate alındığında aynı bölgeden daha önce Dairemize gelen dava dosyalarındaki resmi verilere göre -değerlendirme tarihi itibariyle- henüz kesim çağına gelmedikleri anlaşılmaktadır.
Yargıtay’ın yerleşmiş uygulamalarına göre kapama kavaklığa değer biçilirken; kavakların bir yılda hasat edilemeyeceği göz önünde tutularak, öncelikle kaç yılda kesim çağına geleceği resmi verilere dayanılmak suretiyle tespit edilmeli, kesim çağında elde edilecek brüt gelir yine resmi verilere göre belirlenerek bundan kavakların kesim çağına kadar geçecek süre içindeki masraflar (üretim giderleri) düşüldükten sonra kesim yılına bölünmek suretiyle dekar başına elde edilecek yıllık net gelir bulunmalı, bu net gelire de kapitalizasyon faizi uygulanarak (tarım arazisi formülü uyarınca) kapama kavaklığın kamulaştırma bedeli tespit edilmelidir.
Mahkemece hükme esas alınan bilirkişi kurulu raporunda, taşınmazın kapama kavaklık olarak kabul edilen kısmına değer biçilirken yukarıda açıklanan esaslara uyulmadığı görülmektedir.
Bu itibarla, öncelikle dava konusu taşınmazın bulunduğu bölgede kavak ağaçlarının kaç yılda kesime geleceğinin ve kesim çağına gelmiş kavaklıktan dekar başına elde edilecek kereste miktarı ile bir m3 kavak kerestesinin değerlendirme tarihindeki satış fiyatının ilgili resmi kuruluşlardan sorularak saptanması, bu veriler esas alınmak suretiyle taşınmazın kapama kavaklık olarak değerlendirilen kısmının kamulaştırma bedelinin tespit edilmesi için bilirkişi kurulundan ek rapor alınması, mümkün olmadığı takdirde yeniden keşif yapılması ve sonucuna göre karar verilmesi gerektiği düşünülmeden yetersiz araştırma ve eksik inceleme ile karar verilmesi,
2-Araziler, çevrede ekilmesi mutat olan ürünlerin münavebeye alınması suretiyle bulunacak net gelirine, uygun kapitalizasyon faizi uygulanarak değerlendirilir. Münavebeye alınan ürünlerin dekar başına verimi, üretim masrafı ve toptan satış fiyatı,
Yargıtay’da yerleşmiş uygulamalara göre ortalama değeri ifade ettiği bilinen İl veya İlçe Tarım Müdürlüğünden alınacak verilere göre belirlenmesi gerekirken resmi veriler gn süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kâğıtlar okunup gereği düşünüldü: K: Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuni gerektirici sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik görülmemesine göre sair temyiz itirazları yerinde değildir.
Ancak; 1-Bilirkişi Kurulu raporu içeriğinden, dava konusu taşınmazın üzerinde dört yaşlarında kavak ağaçlarının bulunduğu ve bunların taşınmaza kısmen kavaklık niteliğini kazandırdığı; söz konusu kavakların cinsi ve yaşları dikkate alındığında aynı bölgeden daha önce Dairemize gelen dava dosyalarındaki resmi verilere göre -değerlendirme tarihi itibariyle- henüz kesim çağına gelmedikleri anlaşılmaktadır.
Yargıtay’ın yerleşmiş uygulamalarına göre kapama kavaklığa değer biçilirken; kavakların bir yılda hasat edilemeyeceği göz önünde tutularak, öncelikle kaç yılda kesim çağına geleceği resmi verilere dayanılmak suretiyle tespit edilmeli, kesim çağında elde edilecek brüt gelir yine resmi verilere göre belirlenerek bundan kavakların kesim çağına kadar geçecek süre içindeki masraflar (üretim giderleri) düşüldükten sonra kesim yılına bölünmek suretiyle dekar başına elde edilecek yıllık net gelir bulunmalı, bu net gelire de kapitalizasyon faizi uygulanarak (tarım arazisi formülü uyarınca) kapama kavaklığın kamulaştırma bedeli tespit edilmelidir.
Mahkemece hükme esas alınan bilirkişi kurulu raporunda, taşınmazın kapama kavaklık olarak kabul edilen kısmına değer biçilirken yukarıda açıklanan esaslara uyulmadığı görülmektedir.
Bu itibarla, öncelikle dava konusu taşınmazın bulunduğu bölgede kavak ağaçlarının kaç yılda kesime geleceğinin ve kesim çağına gelmiş kavaklıktan dekar başına elde edilecek kereste miktarı ile bir m3 kavak kerestesinin değerlendirme tarihindeki satış fiyatının ilgili resmi kuruluşlardan sorularak saptanması, bu veriler esas alınmak suretiyle taşınmazın kapama kavaklık olarak değerlendirilen kısmının kamulaştırma bedelinin tespit edilmesi için bilirkişi kurulundan ek rapor alınması, mümkün olmadığı takdirde yeniden keşif yapılması ve sonucuna göre karar verilmesi gerektiği düşünülmeden yetersiz araştırma ve eksik inceleme ile karar verilmesi,
2-Araziler, çevrede ekilmesi mutat olan ürünlerin münavebeye alınması suretiyle bulunacak net gelirine, uygun kapitalizasyon faizi uygulanarak değerlendirilir. Münavebeye alınan ürünlerin dekar başına verimi, üretim masrafı ve toptan satış fiyatı,
Yargıtay’da yerleşmiş uygulamalara göre ortalama değeri ifade ettiği bilinen İl veya İlçe Tarım Müdürlüğünden alınacak verilere göre belirlenmesi gerekirken resmi veriler getirtilip raporun denetlenmemiş olması,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar göz önünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK: nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, 22.02.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1995/7337 K: 1995/9563 T: 3.10.1995
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1993/7597 K: 1993/10663 T: 11.10.1993
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1996/1851 K: 1996/3667 T: 9.4.1996
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1994/156 K: 1994/2590 T: 1.3.1994
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2004/10477 K: 2005/1274 T: 24.02.2005
Kamulaştırma yasasının 11. maddesinin “f” bendi uyarınca arazinin mevkii ve şartlarına gore getireceği net gelirin hesaplanmasında, münavebeye alınan ürünlerin dekar başına verimi ve üretim gideri ile satış fiyatlarının tarım müdürlüğünden getirtilerek listelerde yazılı verilere uygun olması gerekir.
Dava dilekçesinde, Kamulaştırma Yasasının 4650 Sayılı Yasayla değişik hükümleri uyarınca, kamulaştırma bedelinin tespiti ve taşınmaz malın idare adına tescili istenilmiştir. Mahkemece davanın kabulü cihetine gidilmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü: K: Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuni gerektirici sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik görülmemesine göre sair temyiz itirazları yerinde değildir. Ancak;
1- Dava konusu taşınmazın kısmen kapama kavaklık niteliğinde bulunduğu anlaşılmaktadır. 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 11/f maddesi uyarınca tarım arazilerinin olduğu gibi kullanılması halinde getireceği net gelir üzerinden bilimsel yolla değerinin tesbit edilmesi gerekir.
Bunun için, kavakların bir yılda hasat edilemeyeceği göz önünde tutularak, kaç yılda kesim durumuna geleceği bilimsel yöntemlerle ortaya konup, brüt geliri bulunup, kamulaştırma gününden (değerlendirme tarihi) kesim gününe kadar yapılması gerekecek masraflar da düşülerek kavakların kesim durumuna geldiği gündeki net değeri bulunup bu değer, kavakların kesim durumuna gelmesi için geçecek yıl sayısına bölünmeli ve bu suretle bir yıllık net gelir bulunduktan sonra bilimsel formül uygulanmak suretiyle (tarım arazisi formülü) kamulaştırma parasının saptanması gerekirken 7 yaşındaki kavak ağaçlarının net geliri esas alınarak değer biçilmesi,
2- Kamulaştırma yasasının 11. maddesinin “f” bendi uyarınca arazinin mevkii ve şartlarına gore getireceği net gelirin hesaplanmasında, münavebeye alınan ürünlerin dekar başına verimi ve üretim gideri ile satış fiatlarının tarım müdürlüğünden getirtilerek listelerde yazılı verilere uygun olması gerekir. Net gelir saptanırken İl Tarım Müdürlüğünün dekar başına verim miktarı olarak bildirdiği 467 kg/dekar üzerinden ve değerlendirme tarihi olan 2003 yılına ait dekar başına uretim gideri belirlendikten sonra bulunacak net gelire kapitalizasyon faizi uygulanmak suretiyle tasınmazın bağ niteligindekı kısmının değerinin saptanması gerekirken, uygun bulunmayan gerekçelerle verimin 900 kg/dekar alınması ve uygulanmaya aykırı yöntemle sonuca ulaşılması doğru görülmemiştir.
Mahkemece kesim çağındaki kavağın verimi, toptan satış fiatı ve üretim giderlerini gösterir resmi veriler İl Tarım Müdürlüğünden getirtilerek bilirkişilerden ek raporlar alınmalı ve raporların verilere uygunluğu denetlenerek oluşacak sonuç doğrultusunda karar verilmelidir.
SONUÇ: Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, 24.02.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1994/10631 K: 1994/12072 T: 11.10.19942942/15
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1996/1042 K: 1996/1642 T: 15.2.1996
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1996/8446 K: 1996/9746 T: 7.11.1996
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/9958 K: 2006/1912 T: 09.03.2006
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2004/10271 K: 2005/1315 T: 24.02.2005
Taşınmazın il merkezine yakınlığı objektif değer artışı unsuru kabul edilip, denetime olanak vermeyecek biçimde merkeze ne kadar yakın olduğu da açıklanmadan ve bu hususta ek rapor da alınmadan, eksik inceleme ile kamulaştırma bedeline %10 oranında objektif artış uygulayan bilirkişi kurulu raporuna itibarla karar verilmesi mümkün değildir.
Dava dilekçesinde, Kamulaştırma Yasasının 4650 Sayılı Yasayla değişik hükümleri uyarınca, kamulaştırma bedelinin tespiti ve taşınmaz malın idare adına tescili istenilmiştir. Mahkemece davanın kabulü cihetine gidilmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü: Mahkemece yapılan araştırma ve inceleme ile alınan rapor hüküm kurmaya yeterli değildir. Şöyle ki;
1-Kamulaştırma Yasasının 11. maddesinin birinci fıkrasının (f) bendinde taşınmaz malın kamulaştırma (değerlendirme) tarihindeki mevki ve şartlarına göre olduğu gibi kullanılması halinde getireceği net gelire göre değerinin belirleneceği öngörülmektedir. Bu yöntemle taşınmazın değerinin saptanmasında münavebeye alınacak ürünler yönünden sulu ya da kuru tarım arazisi niteliğinde olup olmaması önem taşır.
Bilirkişi kurulunca düzenlenen raporda “taşınmazın sulanabilen bir arazi olduğu” belirtilmekle yetinilmiş, taşınmazın fiilen sulanıp sulanmadığı, sulanıyor ise kaynağı, suyun kendi doğal akışı ile mi taşınmaza ulaştığı, dereden sulanıyorsa bu suyun taşınmazın tamamının sulanmasında her mevsim için yeterli olup olmadığı, ayrıca dereden sulanamadığı zamanlarda taşınmazın ne şekilde sulandığı, yapılan sulamanın daimi ve geçerli kabul edilebilmesi için kaynak üzerinde dava konusu taşınmaz lehine bir mükellefiyet kurulmuş olması gerektiğinden bu hususun varlığı ve suyun yeterliliği vb. gibi hususlar araştırılmadan, taşınmaz sulu tarla kabul edilip sulu tarım arazilerinde münavebeye alınabilecek pamuk ürününe göre değerlendirme yapan rapora göre hüküm kurulması,
2-Yargıtayın yerleşmiş uygulamalarında, iklim koşulları, arazinin topoğrafik yapısı ve bölgesindeki konumu (büyük yerleşim yerlerine uzaklığı vb) gözönünde tutulduğunda, dava konusu taşınmazın bulunduğu yerle benzer nitelikte olan, ülkemizin değişik yörelerindeki (değeri önemli şekilde etkileyen kanıtlanmış, farklı ve özel bir faktör bulunması hali hariç) sulu tarım arazilerinin değerlendirilmesinde kapitalizasyon faiz oranı %5, kuru tarım arazilerinde ise %6 olarak alınmaktadır.
Dava konusu taşınmazın sulu ya da kuru tarım arazisi niteliğinde olduğu açıkça saptandıktan sonra, yukarıda açıklandığı gibi belirlenen bu niteliğine uygun kapitalizasyon faiz oranının esas alınması gerekirken, %4 oranına göre kamulaştırma bedelini tespit eden bilirkişi kurulu raporu doğrultusunda hüküm kurulması,
3-2942 Sayılı Yasanın 4650 Sayılı Yasayla değişik 15. maddesinin son fıkrası uyarınca bilirkişilerce yapılan değer tespitinde, idarece belgelerin mahkemeye verildiği gün (dava tarihi) esas tutulur. Buna göre tarım arazisi olan dava konusu taşınmazın değerlendirme tarihindeki (2004 yılı) mevki ve şartlarına (kuru ya da sulu arazi niteliğine) göre ve olduğu gibi kullanılması halinde getireceği net gelirinin tespitinde, münavebeye alınacak ürünlerin 2004 yılına ilişkin dekar başına ortalama verimi ve üretim giderleri ile kg başına toptan satış fiyatlarının esas alınması gerekir. Kural böyle iken, bilirkişilerce düzenlenen raporda, taşınmazın yerinde yapılan inceleme tarihinde 2004 yılı verileri belli olmadığından Aydın İli Tarım Müdürlüğünden getirtilen 2003 yılına ilişkin verilere göre hesaplama yapıldığı anlaşılmaktadır. Ancak; mahkemenin karar tarihi dikkate alındığında, 2004 yılı resmi verilerinin belirlenmiş olduğu olasılığı karşısında, münavebe ürünlerinin sözü edilen yıla ilişkin veri cetvellerinin İl Tarım Müdürlüğünden getirtilmesinden sonra, bu verilere göre kamulaştırma bedelinin tespiti için bilirkişi kurulundan ek rapor alınması gerektiğinin düşünülmemesi,
4-Taşınmazın il merkezine yakınlığı objektif değer artışı unsuru kabul edilip, denetime olanak vermeyecek biçimde merkeze ne kadar yakın olduğu da açıklanmadan ve bu hususta ek rapor da alınmadan, eksik inceleme ile kamulaştırma bedeline %10 oranında objektif artış uygulayan bilirkişi kurulu raporuna itibarla karar verilmesi,
5-Bilirkişi Kurulu raporunda; kamulaştırılan alanın taşınmazın kenarına yakın geçmesi nedeniyle kamulaştırılan yerle taşınmazın sınır çizgisi arasında kalan küçük parçanın kullanılamayacak durumda olduğu gerekçesiyle değer düşüklüğünün salt burası için değil, kamulaştırma dışında kalan kısımların tamamı üzerinden hesaplandığı anlaşılmaktadır. Kamulaştırma Yasasının 12. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendi hükmü ile Yargıtayın yerleşmiş uygulamaları uyarınca dava konusu taşınmazın kamulaştırma dışında kalan kısımlarından her birinin ayrı ayrı yüzölçümü, konumu ve geometrik durumu dikkate alındığında, yukarıda sözü edilen küçük parçanın değerinde eksilme olduğu cihetle, salt bu kısmın yüzölçümünün açıkça belirlenip, eksilen değer miktarı da saptandıktan sonra bunun tespit edilen kamulaştırma bedeline eklenmesi gerekirken, yukarıda değinilen hususlar gozetılmeden kamulaştırma dışında kalan parcaların tamamına değer düşüklügu uygulanmıs olması,
6-Dava konusu edilen kamulaştırılan alanın tesciline karar verilmesi gerekirken, taşınmazın tamamını kapsadığı anlamına gelecek biçimde ve dolayısıyla infazda duraksamaya yer verecek nitelikte “davalıların adlarına olan tapunun iptaline” yolunda hüküm kurulması,
7-Mirasçılık belgesinin getirtilip davalıların taşınmazda malik olup olmadıklarının denetlenmemiş olması,
Doğru görülmemiştir. Mahkemece, yukarıda (1) numaralı bentte belirtildiği üzere taşınmazın sulu ya da kuru tarım arazisi niteliği açıkça ve denetime olanak verecek biçimde saptanmalı, sulu tarım arazisi olduğunun (fiilen sulandığının) belirlenmesi durumunda (3) numaralı bentteki esaslar çerçevesinde; kuru tarım arazisi olduğunun anlaşılması durumunda ise kuru arazilerde münavebeye alınacak ürünlere ilişkin İl Tarım Müdürlüğünün bildireceği 2004 yılına ilişkin dekar başına ortalama verim ve üretim giderleri ile kg başına toptan satış fiyatları esas alınarak değerlendirme yapılıp kapitalizasyon faizinin de (2) nolu bentte belirtilen oranlarda alınarak değerlendirme yapılmak ve diğer bentlerdeki bozma gerekleri de yerine getirilmek suretiyle kamulaştırma bedelinin belirlenmesi için bilirkişi kurulundan ek rapor alınmalı, raporların bozma gereklerine uygunluğu denetlenerek ve kazanılmış haklar da gözetilerek oluşacak sonuca göre karar verilmelidir.
SONUÇ: Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK: nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 24.2.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1995/6133 K: 1995/7135 T: 15.6.1995
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1994/15418 K: 1995/63 T: 16.1.1995
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1996/8768 K: 1996/10277 T: 21.11.1996
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2006/1753 K: 2006/4456 T: 29.05.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/12386 K: 2005/1717 T: 24.02.2005
Bilirkişi kurulunca emsal olarak alınan taşınmazların bedelleri kamulaştırma sonucu oluşan bedeller serbest alım-satım sonucu oluşmadıklarından emsal olarak kabul edilmelerinin mümkün olmadığı gözetilerek karar verilmelidir.
Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü:
K: Dava, kamulaştırmasız elatılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı idare vekilince temyiz edilmiştir. Bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Alınan rapor geçersizdir. Taşınmazın arsa niteliğinde kabulü doğrudur. Ancak;
Kamulaştırma Kanununun deger bicmeye ilişkin hükümleri kıyasen kamulaştırmasız el atma davalarında da uygulanır. 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun kıymet takdir esaslarını gösteren 11. maddesine göre arsalara kamulastırma günunden onceki özel amacı olmayan emsal satışlara göre kamulaştırılan taşınmaz ile emsalin üstün ve eksik yönleri de belirlenmek suretiyle değer biçilir.
Bilirkişi kurulunca emsal olarak alınan taşınmazların bedelleri kamulaştırma sonucu oluşan bedeller serbest alım-satım sonucu olusmadıklarından emsal olarak kabul edilmelerinin mümkun olmadığı gozetilerek taraflara yeniden emsal bildirmeleri icin mehil verilerek gerektiginde resen emsal de celp edıldikten sonra oluşturulacak yeni bilirkişi kurulu eşliğinde keşif yapılıp rapor alınarak hüküm kurulması gerekirken geçersiz olan rapora dayanarak hüküm kurulması,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Davalı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine 24.02.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1997/9927 K: 1997/15372 T: 16.10.1997
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/11220 K: 2006/62 T: 23.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/12662 K: 2005/12222 T: 217.11.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/7808 K: 2005/10282 T: 03.10.2005
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2004/8839 K: 2005/1254 T: 24.02.2005
Yargıtay uygulamalarında ozel ve dikkate alınması gereken haklı bir neden bulunmadıkça tarım arazilerinin olduğu gibi kullanılması halinde getireceği net gelir üzerinden bilimsel yontemle değerinin tespitinde münavebeye alınacak ürünler icin dekar başına elde edilecek ortalama verim, üretim gideri ve toptan satış fiyatına iliskin olarak ciddi istatistiki bilgilere dayalı olduğu bilinen o yerdeki Tarım Müdürlügu verilerinın esas alınması gerektiği kabul edilmektedir.
Dava dilekçesinde kamulaştırma bedelinin artırılması ile faiz ve masrafların davalı taraftan tahsili istenilmiştir. Mahkemece davanın kısmen kabulü cihetine gidilmiş, hüküm taraf vekillerince temyiz edilmiştir.
Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü: K: Yargılama sırasında Belediye Başkanlığından dosya içerisine getirtilen yazıda dava konusu taşınmazın belediye mucavir alan sınırları içinde belediye hizmetlerinden yararlanmadığı, meskun mahal dışında olduğu bildirilmiştir. Açıklanan bu özelliklere sahip taşınmazın tarım arazisi olarak kabulünde bir isabetsizlik bulunmadığından davacı tarafın buna yönelik temyiz itirazları yerinde görülmemiştir.
Ancak; Mahkemece yaptırtılan inceleme sonunda alınan bilirkişi kurulu raporları hüküm kurmaya yeterli değildir. Şöyle ki;
1-Yargıtay uygulamalarında ozel ve dikkate alınması gereken haklı bir neden bulunmadıkça tarım arazilerinin olduğu gibi kullanılması halinde getireceği net gelir üzerinden bilimsel yontemle değerinin tespitinde münavebeye alınacak ürünler icin dekar başına elde edilecek ortalama verim, üretim gideri ve toptan satış fiyatına iliskin olarak ciddi istatistiki bilgilere dayalı olduğu bilinen o yerdeki Tarım Müdürlügu verilerinın esas alınması gerektiği kabul edilmektedir.
Mahkemece, İlçe Tarım Müdürlüğünden münavebeye alınan ürünlere ait dekar başına ortalama verim, üretim gideri ve toptan satış fiyatını esas alan veriler getirtilip ek raporlar alınarak bunun veri listesine uygunluğu denetlendikten sonra hasıl olacak sonuç doğrultusunda karar verilmesi gerekirken İl Tarım Müdürlüğü verilerinin esas alınması,
2-Kamulaştırma kararının tamamlanmasından itibaren bir yıl icinde usulune uygun tebligat yapılmadığından değerlendirmenin ferağ tarihi olan 16.8.2000 tarihi itibariyle yapılması gerekirken 1999 tarihi itibariyle degerlendirme yapılması,
3-Yeniden bilirkisı kurulu oluşturup ortalama değeri ifade eden rapora göre hüküm kurulması gerekirken davacı tarafın kabulü olmadığı halde taşınmazın tarım arazisi niteliğine göre değerlendirme yapan üçüncü ve dördüncü bilirkişi kurulu raporlarından azı içeren dördüncü bilirkişi raporu doğrultusunda hüküm kurulması,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK: nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, temyiz peşin harçlarının istek halinde temyiz edenlere iadesine, 24.02.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1995/7337 K: 1995/9563 T: 3.10.1995
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1993/7597 K: 1993/10663 T: 11.10.1993
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1996/1851 K: 1996/3667 T: 9.4.1996
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1994/156 K: 1994/2590 T: 1.3.1994
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2004/9751 K: 2005/1330 T: 24.02.2005
Yargıtay’ın yerleşmiş uygulamalarına göre, iklim şartları, topoğrafik yapısı ve bölgesindeki konumu (büyuk yerleşim yerlerine uzaklığı v.b.) dava konusu taşınmazın bulunduğu yerle benzer nitelikte olan, ülkemizin değişik yörelerindeki sulu tarım arazilerinin değerlendirilmesinde, (değeri önemli şekilde etkileyen kanıtlanmış, farklı ve özel bir faktör bulunması hali haric) kapitalizasyon faiz oranı %5 olarak alınmaktadır.
Dava dilekçesinde kamulaştırma bedelinin arttırılması ile faiz ve masrafların davalı taraftan tahsili istenilmiştir. Mahkemece davanın kısmen kabulü cihetine gidilmiş, hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü: K: Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuni gerektirici sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik görülmemesine göre sair temyiz itirazları yerinde değildir. Ancak;
1-Tapuda malik olarak görünmeyen davacılardan Suat, Büşra ve Hediye Uslunun davada aktif husumet ehliyetleri olup olmadığı konusunda yeterli araştırma yapılmadan, bu davacılar yönünden de davanın kabulüne karar verilmesi,
2-Dava konusu taşınmaza ait kamulaştırma belgelerinin davacılara tebliğ edilip edilmediği konusunda noterden tebligat belgeleri getirtilmeden, davanın süresinde açıldığının kabulü,
3-Hükme esas alınan bilirkişi raporlarında dava konusu taşınmaza %4,5 oranında kapitalizasyon faizi uygulanmak suretiyle değer bicilmiştir.
Yargıtay’ın yerleşmiş uygulamalarına göre, iklim şartları, topoğrafik yapısı ve bolgesindeki konumu (büyuk yerleşim yerlerine uzaklığı v.b.) dava konusu tasınmazın bulundugu yerle benzer nitelıkte olan, ülkemizin değişik yörelerindeki sulu tarım arazilerinin değerlendirilmesinde, (değeri önemli şekilde etkileyen kanıtlanmış, farklı ve özel bir faktör bulunması hali haric) kapitalizasyon faiz oranı %5 olarak alınmaktadır. Nitekim, aynı bölgeden Dairemize gelen diğer dava dosyalarında uygulanan faiz oranı genelde %5’tir. Hal böyle iken, taşınmazın degerinin belirlenmesinde kapitalizasyon faizi oranının %5 yerine %4,5 oranı uygulanmak suretiyle fazla bedele hükmedilmesi,
4-Ayrıca resmi kuruluştan dosyaya getirtilen verilere gore, armutun dekar basına üretim miktarı 2000 kg ıle 4000 kg olup, ortalaması 3000 kg.dır. Bu durumda duzenlenen bilirkişi raporlarında armut ürününün dekar başına verimi 3000 kg alınması gerekirken 3225 ve 3200 kg üzerinden hesaplama yapılarak taşınmaza fazla değer biçilmesi,
Doğru görülmemiştir. Mahkemece yukarıda belirtilen konularda bilirkişi kurullarından ek raporlar alınıp sonucuna göre karar verilmelidir.
SONUÇ: Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK’nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 24.2.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1995/7310 K: 1995/8188 T: 11.7.1995
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1996/10128 K: 1996/10452 T: 25.11.1996
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1995/1652 K: 1995/2435 T: 24.2.1995
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1992/701 K: 1992/1370 T: 12.3.1992
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2004/9712 K: 2005/1429 T: 28.02.2005
Belediye Başkanlığının emsal alınan parsellerle ilgili arsa tahsis işlemlerinde anlaşma neticesi belirlenen bedellerinin yasanın öngördüğü anlamda bir satış işlemi niteliğinde kabul edilemez
Dava dilekçesinde kamulaştırma bedelinin arttırılması ile faiz ve masrafların davalı taraftan tahsili istenilmiştir. Mahkemece davanın kısmen kabulü cihetine gidilmiş, hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü: K: Mahkemece yapılan araştırma ve inceleme ile alınan bilirkişi raporları hüküm kurmaya yeterli değildir. Şöyle ki;
1- Kamulaştırma Yasasının 11. maddesinin (g) bendine göre, arsalarda kamulaştırma gününden önceki özel amacı olmayan emsal satışlara göre değer biçilmesi gerekir. O nedenle bilirkişi kurulu raporlarında Belediye Başkanlığının 22 ada 1 parsel ile 1 ada 1 parsellerle ilgili arsa tahsis işlemlerinde anlaşma neticesi belirlenen bedellerinin yasanın öngordüğü anlamda bir satış işlemi niteliğinde kabul edilemeyeceginin dikkate alınmaması,
2- İkinci ve ücuncu bilirkisi kurullarının raporlarında ayrıca ıncelenen 536 ada 7 parsel nolu taşınmazın değerlendirmeye esas alınan satışını gösteren tapu kayıtlarının dosyaya getirtilmemiş olması,
3- Davacıların tapu maliklerinden hangilerinin mirascıları oldukları belirtilmeden ve aralarındaki bağları gosteren ilgili veraset ilamları getirtilmeden ve miras bırakan bu maliklere kamulaştırma evrakının ayrıca tebliğ edilip edilmedigi araştırılmadan ve her bir davacıya isabet eden artırım miktarı ayrı ayrı belirtilmeden karar verilmıs olması,
4- Davada yasal faiz talep edildiğinden dava tarihi itibariyle faize hükmedilmek gerekirken daha önceki tarihten faiz verilmiş olması,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 28.2.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1995/8111 K: 1995/9682 T: 5.10.1995
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1994/823 K: 1994/2040 T: 21.2.1994
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1995/4284 K: 1995/5366 T: 27.4.1995
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1996/796 K: 1996/1516 T: 12.2.1996
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2004/9946 K: 2005/1424 T: 28.02.2005
2942 Sayılı Yasanın 11. maddesi gereği emlak vergi değerlerinin de karşılaştırmada göz önünde tutulması gerekir ve buna göre dava konusu taşınmaz ve emsallerin emlak vergisine esas tutulan asgari m2 değerlerinin getirtilerek karşılaştırılması ve değerlendirilmeye esas alınan oranlar birbirinden fahiş ölçüde farklı olduğunda bu farklılık ve çelişkinin giderilmiş olması gerekir.
Dava dilekçesinde, Kamulaştırma Yasasının 4650 Sayılı Yasayla değişik hükümleri uyarınca, kamulaştırma bedelinin tespiti ve taşınmaz malın idare adına tescili istenilmiştir. Mahkemece davanın kabulü cihetine gidilmiş, hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü: K: Mahkemece yerinde iki kez bilirkişi incelemesi yaptırılmış, birinci bilirkişi kurulu 328 ada 72 parsel sayılı taşınmazı ikinci bilirkişi kurulu ise 10925 ada 8 parseli emsal alarak dava konusu taşınmaza 53.200.000 TL./m2 değer belirlemişlerdir.
2942 Sayılı Yasanın 11. maddesinin (d) bendi gereği emlak vergi değerlerinin de karşılaştırmada gözönünde tutulması gerekir ve buna göre dava konusu taşınmaz ve emsallerin emlak vergisine esas tutulan asgari m2 değerlerinin getirtilerek karşılaştırılması ve değerlendirilmeye esas alınan oranlar birbirinden fahiş olçude farklı olduğunda bu farklılık ve celişkinin giderilmıs olması gerekir.
Dosyaya getirtilen emlak vergisine esas asgari m2 değerleri itibarıyla dava konusu taşınmaz ve bilirkişi raporlarında emsal alınan taşınmazların birbirine oranı ile bilirkişilerin asıl raporlarında yaptıkları karşılaştırma oranı arasında yukarıda sözü edildiği gibi birbirinden fahiş ölçüde bir farklılık olmadığından mahkemece usul ve yasaya uyun ve birbirini doğrulayan bu raporlara gore karar verilmesi gerekirken dava konusu taşınmazın değerinin kendi vergi degerinin %100’ünu gecmeyecek sekılde yeniden tespit edilmesi gerektiği gerekçesiyle bilirkişi kurullarından alınan ve 35.800.000 TL/m2 değer belirleyen ek raporlara göre karar verilmiş olması,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 28.02.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1995/7310 K: 1995/8188 T: 11.7.1995
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/7450 K: 2005/8099 T: 20.09.2005
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/3931 K: 2005/5915 T: 06.06.2005
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/2197 K: 2005/2600 T: 22.03.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/2845 K: 2005/2814 T: 17.03.2005
Dava konusu taşınmazın geometrik durumu, yüzölçümü, henüz parsellenmemiş arsa niteliğinde olması ve enerji nakil hattının güzergahı dikkate alınarak irtifak hakkı nedeniyle değer düşüklüğü oranının taşınmazın tüm değerinin % 4’ünü geçemeyeceği gözetilmelidir.
Dava konusu taşınmazın geometrik durumu, yüzölçümü, henüz parsellenmemiş arsa niteliğinde olması ve enerji nakil hattının güzergahı dikkate alınarak irtifak hakkı nedeniyle değer düşüklüğü oranının taşınmazın tüm değerinin % 4’ünü geçemeyeceği gözetilmelidir.
Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılarak üzerine pilon dikilip enerji nakil hattı geçirilen taşınmazın, pilon yeri bedeli ile irtifak hakkı karşılığının tahsili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kısmen kabulüne dair verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra.gereği görüşülüp düşünüldü:
Dava, kamulaştırmasız el atılarak üzerine pilon dikilip enerji nakil hattı geçirilen taşınmazın, pilon yeri bedeli ile irtifak hakkı karşılığının tahsili istemine ilişkindir. Mahkemece davanın kısmen kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı idare vekilince temyiz edilmiştir.
Bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Alınan rapor yöntem bakımından yasa hükümlerine uygundur. Arsa niteliğindeki taşınmaza emsal karşılaştırması yapılarak değer biçil-mesinde bir isabetsizlik görülmemiştir. Ancak;
1- Dava konusu tasınmazda üzerine pilon dikilen alanın yüzölçümü 2 m2 olduğu halde, 6 m2 kabul edilerek, bu alanın tapusunun iptali ile tesciline karar verilmesi,
2- Enerji nakil hattı geçirilen alanın yüzolcümü 300 m2 olduğu halde, 150 m2’lik alan uzerinde irtıfak hakkı tesisine hükmolunması,
3- Dava konusu taşınmazın geometrik durumu, yüzölçümü, henüz parsellenmemiş arsa niteliğinde olması ve enerji nakil hattının güzergahı dikkate alınarak irtifak hakkı nedeniyle değer düşüklüğü oranının taşınmazın tüm değerinin % 4’ünü gecemeyeceği gözetilmeden yüksek oranda değer düsüklüğu tesbit eden rapora göre irtifak hakkı bedelinin fazla artırılması,
4- 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanununun 15/C maddesi gereğince kullanma hakkının davalı idareye ait olduğu belirtilerek pilon yerinin ve irtifak hakkının Hazine adına tescil edilmesi gerektigi gozetılmeden davalı idare adına tesciline karar verilmesi,
5- Kabule göre de; reddedilen kısım üzerinden davalı lehine hükmedilecek vekalet ücreti hüküm tarihinde yürürlükte olan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesinde belirlenen maktu vekalet ücretinden az olamayacağından davalı idare lehine eksik vekalet ücretine hükmedilmesi,
Doğru görülmemiştir.
Davalı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle HUMK’nun 428, maddesi gereğince (BOZULMASINA), peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine, 17.3.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1994/10381 K: 1994/12506 T: 14.6.1994
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/9110 K: 2004/10086 T: 18.10.2004
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2007/10973 K: 2007/13778 T: 26.11.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/11313 K: 2006/301 T: 26.1.2006
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/2197 K: 2005/2600 T: 22.03.2005
Kamulaştırma Yasasının 15. maddesinin 11. fıkrası hükmüne göre kıymet takdir komisyonunca belirlenen değer ile bilirkişi kurulu raporunda saptanan değer arasında önemli bir oransızlık (Yargıtay uygulamalarına göre bir mislini aşan farklılık)görüldüğü takdirde aynı usullerle yeni bilirkişi kurulu oluşturularak kıymet takdiri yaptırılması gerekir
Dava dilekcesinde kamulaştırma bedelinin arttırılması ile faiz ve masrafların davalı taraftan tahsili istenilmiştir. Mahkemece davanın kabulü cihetine gidilmiş, hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz isteminin süresi icinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü:
K: Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuni gerektirici sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik görülmemesine gore sair temyiz itirazları yerinde değildir. Ancak;
Kıymet Takdir Komisyonunca taşınmaza 50 TL/m2 değer belirlenmiş iken, bilirkişi raporunda 478 TL/m2 değer bulunmuş ve mahkemece istemle baglı kalınarak 400 TL/m2 üzerinden hüküm kurulmuştur.
Kamulastırma Yasasının 15. maddesinın 11. fıkrası hukmüne göre kıymet takdir komisyonunca belirlenen değer ile bilirkişi kurulu raporunda saptanan değer arasında önemli bir oransızlık (Yargıtay uygulamalarına göre bir mislini aşan farklılık)görüldüğü takdirde aynı usullerle yeni bilirkişi kurulu olusturularak kıymet takdiri yaptırılması gerekirken, mahkemece yasanın bu buyurucu hükmu dikkate alınmadan önemlı oransızlığın varlıgı gozardı edilerek tek raporla yetinilmiş olması doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK’nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 22.3.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1996/7087 K: 1996/8266 T: 7.10.1996
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1996/9531 K: 1996/10866 T: 5.12.1996
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2002/1112 K: 2002/1417 T: 11.2.2002
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1992/817 K: 1992/1331 T: 12.3.1992
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/103 K: 2005/3289 T: 28.03.2005
Taşınmazların tarım arazisi niteliğindeki bölümüne ekilebilecek ürün gelirine göre değer biçilirken münavebe ürünlerinin hasat zamanındaki kilogram satış fiyatları üzerinden değer bicilmesi gerekir.
Taraflar arasındaki 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10.maddesine dayanan kamulaştırma bedelinin tespiti ve kamulaştırılan taşınmazın davacı idare adına tescili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü:
K: Dava, 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10.maddesine dayanan kamulaştırma bedelinin tespiti ve kamulaştırılan taşınmazın davacı idare adına tescili istemine ilişkindir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davacı idare vekilince temyiz edilmiştir.
Mahkemece bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Dava konusu taşınmazların tarım arazisi niteliğindeki bölümüne ekilebilir ürün gelirine göre, karışık meyve bahcesi niteligindeki kısmına da net meyve gelirine gore tasınmazlar uzerınde bulunan binalara da resmi birim fiyatları esas alınıp, yıpranma payı da düşülerek değer biçilmesinde yöntem olarak bir isabetsizlik görülmemiştir. Ancak;
Taşınmazların tarım arazisi niteliğindeki bölümüne ekilebilecek ürün gelirine göre değer biçilirken münavebe ürünlerinin hasat zamanındaki kilogram satış fiyatları üzerinden değer bicilmesi gerekir.
Bu nedenle 2004 yılı değerlendirme tarihine gore bilirkişi kurulunca münavebe bitkisi olarak kabul edilen ürünlerin satıs fıyatları olarak İl Tarım Müdürlügu tarafından bildirildiği gibi, fasulyenin 475.000.-TL, salatalığın 420.000.-TL, domatesin 600.000.-TL olduğu kabul edilmek suretiyle bilirkişi kurulundan ek rapor alınıp sonucuna göre karar verilmesi gerektiğinin düşünülmemesi,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Davacı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle H.U.M.K: nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine 28.03.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1997/15331 K: 1997/17967 T: 6.11.1997
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1994/10381 K: 1994/12506 T: 14.6.1994
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2002/2387 K: 2002/5690 T: 12.3.2002
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/9276 K: 2006/12640 T: 21.11.2006
Kamulaştırma Hakkında Yargıtay Kararları
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/10816 K: 2005/723 T: 07.02.2005
2942 sayılı Kamulaştırma Kanununa göre, davacı idarenin kamulaştırma bedelini ve kamulaştırılmasına karar verilen taşınmazın tescilini isteme hakkının dogması için, sözü edilen Yasanın 8. maddesi uyarınca anlaşarak satın alma teşebbüsünün sonuçsuz kalması gerekir.
Davacı idarenin, kamulaştırma bedelini ve kamulaştırmasına karar verilen taşınmazın tescilini isteme hakkının doğması için, anlaşarak satın alma teşebbüsünün sonuçsuz kalması gerekir.
Taraflar arasındaki 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesi uyarınca kamulaştırma bedelinin tespiti ve kamulaştırılan taşınmazın davacı idare adına tescili davasından dolayı yapılan
yargılama sonunda: Davanın kabulüne dair verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü:
Dava, 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesi uyarınca kamulaştırma bedelinin tespiti ve kamulaştırılan taşınmazın davacı idare adına tescili istemine ilişkindir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davacı idare vekilince temyiz edilmiştir.
4650 sayılı Yasa ile değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununa göre, davacı idarenin kamulaştırma bedelini ve kamulaştırılmasına karar verilen taşınmazın tescilini isteme hakkının dogması için, sözü edilen Yasanın 8. maddesi uyarınca anlaşarak satın alma teşebbüsünün sonuçsuz kalması gerekir. Ancak;
Davalının adresi, bahsi geçen Yasanın 7. maddesinde belirtilen mercilerden usulüne uygun şekilde araştırılmadığından ve davalıya usulüne uygun olarak anlaşmaya varabilmek için tebligat da yapılmadığından, bu durumda davacı idarenin bedel tespiti ve tescil talep etme hakkı doğmadığı halde davanın reddi yerine, kabulüne karar verilmesi doğru değildir.
Açıklanan nedenlerle dava şartı yerine getirilmeden dava açıldığından davanın reddine karar verilirken, karar yoklukla malul olduğundan davalı adına yatırılan bedelin davacıya iadesine, taşınmazın davacı adına tesciline ilişkin kaydın da iptali ile davalı adına tapuya tesciline karar verilmek üzere hükmün Bozulması gerekmiştir.
Davacı idare vekilinin temyiz itirazı yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle HUMK: nun 428. maddesi gereğince (BOZULMASINA), peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine, 7.2.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/3993 K: 2006/7504 T: 219.06.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1991/16767 K: 1991/28110 T: 25.9.1991
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/14639 K: 2006/218 T: 224.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/8228 K: 2005/10693 T: 210.10.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/10811 K: 2005/725 T: 07.02.2005
Kamulaştırma Kanununun 14. maddesinde; kamulaştırma davalarında aleyhine dava açılan malikin başka bir kişi olduğunun anlaşılması veya tapu malikinin davadan önce ölmüş olması halinde dava reddedilmeyerek gerçek malik veya ölünün mirasçıları dahil edilmek suretiyle davaya devam edilmesi ilkesi kabul edilmiştir.
Taraflar arasındaki 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesine dayanan kamulaştırma bedelinin tespiti ve kamulaştırılan taşınmazın davacı idare adına tapuya tescili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Ölü kişi aleyhine dava açılamayacağı gerekçesiyle davanın reddine dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesine dayanan kamulaştırma bedelinin tespiti ve kamulaştırılan taşınmazın davacı idare adına tapuya tescili istemine ilişkindir.
Mahkemece, ölü kişi aleyhine dava açılamayacağı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı idare vekilince temyiz edilmiştir.
Kamulaştırma Kanununun 14. maddesinde; kamulaştırma davalarında aleyhine dava açılan malikin başka bir kişi olduğunun anlaşılması veya tapu malikinin davadan önce ölmüş olması halinde dava reddedilmeyerek gerçek malik veya ölünün mirasçıları dahil edilmek suretiyle davaya devam edilmesi ilkesi kabul edilmiştir. Bu özel düzenleme karşısında 04.05.1978 gün ve 4/5 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının uygulanma olanağı yoktur.
Bu yon dikkate alınarak tapu malikinin mirasçılarına husumet yöneltilmek üzere davacı vekiline önel verilmesi, bu şekilde taraf teşkilinin tamamlanmasından sonra davanın esasına girilerek hüküm kurulması gerektiğinin düşünülmemesi,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Davacı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde olduğundan hükmün açıklanan nedenlerle HUMK: nun 428. maddesi uyarınca BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine 07.02.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2002/19126 K: 2002/22601 T: 17.12.2002
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/13872 K: 2006/3003 T: 16.03.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/8927 K: 2005/12638 T: 24.11.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/1070 K: 2005/3873 T: 05.04.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/117 K: 2005/786 T: 07.02.2005
Kamulaştırma Kanununun 14. maddesinde, idare tarafından bu kanun hükümlerine göre açılan davaların görülmesi sırasında, tapu malikinin daha önce öldüğünün anlaşılması halinde, davaya mirasçılarının dahil edilerek görülmesi gerektiği hükme bağlanmıştır.
Taraflar arasındaki 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 17. maddesi uyarınca tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın reddine dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 17. maddesi uyarınca tescil istemine ilişkindir.
Mahkemece, Celal Erdal hakkında açılan davanın husumet nedeniyle reddine, Ali Erdal ve mirasçıları hakkında açılan davanın ise, Ali Erdal’ın dava açılmadan önce ölmüş olması ve mirasçılarının da sonradan davaya dahil edilmiş olması nedeniyle, ölü kişi hakkında dava açılamayacağından bahisle reddine, davacının Ali Erdal mirasçıları hakkında dava açmakta muhtariyetine karar verilmiş, hüküm davacı idare vekilince temyiz edilmiştir.
Dosyada bulunan kanıt ve belgelere, kararın dayandığı yasal gerekçelere ve özellikle de, davalılardan Celal Erdal’ın dava konusu taşınmaza tapu ile malik olmaması nedeniyle, bu davalı hakkında açılan davanın husumet nedeniyle reddine karar verilmesinde bir isabetsizlik görülmemiştir. Ancak;
Kamulaştırma Kanununun 14. maddesinde, idare tarafından bu kanun hükümlerine göre açılan davaların görülmesi sırasında, tapu malikinin daha önce öldüğünün anlaşılması halinde, davaya mirasçılarının dahil edilerek görülmesi gerektiği hükme bağlanmıştır. Anılan yasa hükmü karşısında, tapu maliki Ali Erdal hakkında açılan davada, Ali Erdal’ın dava açılmadan önce öldüğü anlaşılıp, idarece davaya mirasçıları dahil edildiğinden, mirasçılar hakkında açılan davanın devamı ile işin esasına girilip sonucuna göre bir karar verilmesi gerektiği düşünülmeden, yasal olmayan gerekçelerle Ali Erdal mirasçıları hakkında açılan davanın reddine karar verilmesi,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Davacı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine 07.02.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/3993 K: 2006/7504 T: 219.06.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1991/16767 K: 1991/28110 T: 25.9.1991
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/14639 K: 2006/218 T: 224.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/8228 K: 2005/10693 T: 210.10.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/12928 K: 2005/819 T: 07.02.2005
Kamulaştırmasız el atılarak bedeline hükmedilen bölüm davalı idareye ait servis yolu niteliğinde olup umumi yol olmadığından, söz konusu yola ait bolüm üzerindeki davacı tapusunun iptali ile davalı idare adına tapuya tesciline karar verilmesi gerekir
Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılan taşınmazın bedelinin tahsili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kısmen kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmazın bedelinin tahsili istemine ilişkindir.
Mahkemece, davanın kısmen kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı idare vekilince temyiz edilmiştir.
Bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Alınan rapor değer biçme yöntemi bakımından yasa hükümlerine uygundur. Arazi niteliğindeki taşınmaza net gelirine göre objektif değer artırıcı unsur da uygulanarak değer biçilmesinde bir isabetsizlik görülmemiştir. Ancak;
1- Taşınmaz üzerinde dava dışı kurumlar lehine kurulan 99 yıllık irtifak hakkının bedele etkisi ve değer düşüklüğü oranı belirlenmediği gözetilerek bilirkişi kurulundan bu yönde ek rapor alınmadan eksik inceleme ile hüküm kurulması,
2- Kamulaştırmasız el atılarak bedeline hükmedilen bölüm davalı idareye ait servis yolu niteliğinde olup umumi yol olmadığından, söz konusu yola ait bolüm üzerindeki davacı tapusunun iptali ile davalı idare adına tapuya tesciline karar verilmesi gerekirken, terkin kararı verilmesi,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Davalı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenle HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine, 07.02.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1992/12673 K: 1992/17617 T: 7.9.1992
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1991/13140 K: 1991/30347 T: 11.10.1991
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/14298 K: 2006/269 T: 24.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/9847 K: 2005/12050 T: 214.11.2005
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/5-716 K: 2005/43 T: 09.02.2005
2942 sayılı Kanun’un 23. maddesinde düzenlenen geri alma hakkının doğması için, beş yıllık hak düşürücü sürenin dolması gerekir. Birçok parselin aynı amaç için kamulaştırılması halinde, en son parselin kamulaştırma bedelinin kesinleşme tarihi hak düşürücü sürenin başlangıç günü olarak alınır.
Taraflar arasındaki “Kamulaştırma Kanunu’nun 23. maddesi uyarınca geri alma” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; (Üsküdar Asliye İkinci Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 11.12.2001 gün ve 376-1130 sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 5. Hukuk Dairesinin 14.5.2002 gün ve 3856-11016 sayılı ilamı ile,
(…Dava, Kamulaştırma Kanununun 23. maddesine göre geri alma istemine ilişkindir. Sözü edilen madde uyarınca mal sahibinin geri alma hakkının doğması için kamulaştırma bedelinin kesinleşmesi tarihinden itibaren 5 yıl içinde kamulaştırmayı yapan idarece kamulaştırılan taşınmaz üzerinde hiçbir işlem ve tesisat yapılmaması veya kamu yararına yönelik bir ihtiyaca tahsis edilmeyerek taşınmazın olduğu gibi bırakılması gerekir.
Aynı amacın gerçekleşmesi için birden fazla taşınmaz birlikte kamulaştırıldığında taşınmaz mallarının durumunun bir bütün olduğu kabul edilerek yukarıda anlatılan hususlar buna göre uygulanır.
1- Dava konusu taşınmaz 502 ada, 4, 5, 6 nolu parsellerle birlikte Selmanipak Caddesini genişletmek amacıyla kamulaştırılmıştır. Sözü edilen parsellerden 502 ada 4 parselin kamulaştırma bedelinin kesinleşme tarihi 10.10.1997’dir. Bu tarih ile dava tarihi arasında 5 yıllık sürenin geçmemiş olması nedeniyle davacının dava açma hakkı doğmamıştır. Davanın bu sebeple esasa girilmeden reddine karar verilmesi gerektiğinin düşünülmemesi,
2- Kabule göre; aynı amacın gerçekleşmesi için dava konusu taşınmaz diğer taşınmazlarla birlikte kamulaştırılmıştır. Birlikte kamulaştırılan 502 A, 4, 5, 6 parseller yola katılmıştır. Bu itibarla 23. maddenin 3. fıkrası uyarınca kamulaştırma amacına uygun hiçbir işlem ve faaliyette bulunulmama koşulu da gerçekleşmemiştir. Davanın esas yönünden de kabulünün mümkün olmadığının gözetilmemesi,
Doğru görülmemiştir…) Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, Kamulaştırma Kanunu’nun 23. maddesi uyarınca taşınmaz malın geri alınması istemine ilişkindir.
A- Davacının isteminin Özeti: Davacılar vekili 6.4.2001 tarihli dava dilekçesinde; Tapuda müvekkilleri adına kayıtlı iken, davalı idarece yol genişletme çalışmaları nedeniyle kamulaştırılan Üsküdar, Selmanağa mahallesi 510 ada 8 parsel sayılı taşınmazın kamulaştırma bedelinin kesinleştiği 19.3.1996 tarihinden, dava tarihine kadar geçen beş yıl içerisinde kamulaştırma amacına uygun kullanılmadığı ve büfe olarak şahıslara kiralandığını ileri sürerek, dava konusu 510 ada 8 parsel sayılı taşınmazın davacılara iadesi ile tapu kaydının tashihine karar verilmesini istemiştir.
B- Davalının Cevabının Özeti: Davalı i…….Büyükşehir Belediye Başkanlığı vekili; Kamulaştırma Kanunu’nun 23. maddesinde öngörülen koşulların gerçekleşmediğini; idarece taşınmazın kamulaştırma amacına tahsisi yönünde gerekli girişimlerde bulunulmuş olup, aynı amacın gerçekleştirilmesi için dava konusu taşınmazla birlikte kamulaştırılan diğer taşınmazların kamulaştırma bedelinin kesinleştiği tarih ile dava tarihi arasında beş yıllık sürenin geçmediğini savunarak, davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.
C- Yerel Mahkeme Kararının Özeti: Yerel mahkeme; “27.2.1992 tarihli Encümen kararıyla kamulaştırılan dava, konusu 510 ada 8 parsel sayılı taşınmaz ile dava dışı 502 ada 4, 5 ve 6 parsel sayılı taşınmazların, aynı amacın gerçekleştirilmesi için kamulaştırılmadıkları, dolayısıyla beş yıllık sürenin hesabında 502 ada 4, 5 ve 6 numaralı parsellerin kamulaştırma bedellerinin kesinleşme tarihlerinin nazara alınamayacağı, dava konusu 510 ada 8 parsel sayılı taşınmazın idarece kamulaştırma amacına uygun kullanılmadığı” ve beş yıllık hak düşürücü sürenin geçtiği gerekçesiyle “davanın kabulüne” karar vermiştir.
D- Temyiz Evresi Bozma ve DirenmE: Davalı vekilince, davaya cevap dilekçesinde savunma tekrarlanmak suretiyle temyiz edilen karar, Özel Daire’ce yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuş; Yerel Mahkeme ilk kararındaki gerekçesini tekrarla önceki kararında direnmiştir.
E- Maddi Olay: Dava konusu Üskudar-Selmanaga mahallesi, Selmanipak caddesı 510 ada 8 parsel sayılı taşınmaz, dava dışı 502 ada 4, 5, 6 parsel sayılı taşınmazlarla birlikte, I………Büyükşehir Belediye Encümeni’nin 27.2.1992 tarihli kararı ile, “İmar planında yol genişlemesi alanında kaldığı” belirtilerek, kamulaştırılmıştır.
F- GerekçE: Yerel mahkeme ile Özel daire arasında dava konusu, 510 ada 8 numaralı parselin kamulaştırma bedelinin kesinleştiği 19.3.1996 tarihinden, dava tarihine kadar beş yıllık sürenin dolduğu; ancak, dava dışı 502 ada 4 numaralı parselin kamulaştırma bedelinin kesinleştiği 10.10.1997 tarihi ile dava tarihi arasında Kamulaştırma Kanunu’nun 23. maddesinde öngörülen beş yıllık sürenin geçmediği konusunda uyuşmazlık bulunmamaktadır.
Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık; Dava konusu taşınmaz ile birlikte kamulaştırılan dava dışı 502 ada 4 numaralı parselin kamulaştırma bedelinin kesinleşme tarihi ile dava tarihi arasında beş yıllık sürenin geçmemiş olması nedeniyle, görülmekte olan davanın hak düşürücü süre yönünden reddine karar verilmesinin gerekip gerekmediği noktasındadır. 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 23. maddesinin birinci fıkrasında; Kamulaştırma bedelinin kesinleşmesi tarihinden itibaren beş yıl içinde, kamulaştırmayı yapan idarece, kamulaştırma ve devir amacına uygun hiçbir işlem veya tesisat yapılmaz veya kamu yararına yönelik bir ihtiyaca tahsis edilmeyerek taşınmaz mal olduğu gibi bırakılırsa, mal sahibinin kamulaştırma bedelini aldığı günden itibaren işleyecek kanuni faiziyle birlikte ödeyerek, taşınmazı geri alabileceği açıklanmış; aynı maddenin üçüncü fıkrasında ise, aynı amacın gerçekleşmesi için birden fazla taşınmaz birlikte kamulaştırıldığı takdirde bu taşınmaz malların durumunun bir bütün oluşturduğu kabul edilerek, yukarıdaki fıkraların buna gore uygulanacağı, hükme bağlanmıştır.
Bu açık hüküm karşısında, beş yıllık hak düşürücü süre dolmadan mal sahibinin geri alma hakkı doğmadığı gibi, birçok parselin aynı amaç için kamulaştırılması halinde en son parselin kamulaştırma bedelinin kesinleşme tarihinin, hak düşürücü sürenin başlangıc günü olarak esas alınacağında kuşku ve duraksama bulunmamaktadır.
Kamu düzeni ile ilgili hak düşürücü süre niteliğindeki bu surenin nasıl işleyeceği ve ne şekilde hesaplanacağının, bu madde çerçevesinde incelenmesi zorunludur.
Somut olayda; dava konusu 510 ada 8 parsel sayılı taşınmaz ile birlikte, dava dışı 502 ada 4, 5, 6 parsel sayılı taşınmazlar, onaylı imar planına dayanılarak ve yol geçirilmek amacı ile kamulaştırılmıştır. Bu şekilde, aynı amaç için yapılan kamulaştırmalarda bütün taşınmaz malların bir kül olarak ele alınıp, Kamulaştırma Kanunu’nun 23. maddesinde öngörülen koşulların oluşup oluşmadığının saptanması ve sürelerin de buna göre hesaplanması gerekir.
Her ne kadar direnme kararında, dava konusu taşınmazla birlikte kamulaştırılan dava dışı üç parça taşınmazın irtibatlarının bulunmadığı, dolayısıyla aynı amacın gerçekleştirilmesi söz konusu olmadığından beş yıllık hak düşürücü sürenin beklenmesine gerek ve zorunluluk bulunmadığı ifade edilmiş ise de; Kamulaştırma kararında gösterilen tüm parsellerin onaylı imar planında yola ayrıldığı açıktır. Onaylı imar planında değişiklik yapıldığı ispat edilemediği gibi, idarece kamulaştırma amacının gerçekleşmesini olanaksız kılacak bir işlemde yapılmadığı; Öte yandan yasal süre içinde taşınmazın amaca özgülenmesi olası bulunduğuna göre, dava konusu parselin, dava dışı 502 ada 4, 5 ve 6 parsel sayılı taşınmazlarla kamulaştırma işlemi bakımından bir bütün oluşturduğu ve aynı amacın gerçekleştirilmesi için kamulaştırıldığı açıktır.
Hal böyle olunca; Mahkemece Özel Daire bozma kararına uyularak dava konusu taşınmazla aynı amaç için birlikte kamulaştırılan 502 ada 4 parsel sayılı taşınmazın kamulaştırma bedelinin kesinleştiği 10.10.1997 tarihinden, 6.4.2001 dava tarihine kadar Kamulaştırma Kanunu’nun 23. maddesinde öngörülen beş yıllık sürenin geçmemiş olması nedeniyle davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme sonucu önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Direnme kararı bu nedenle bozulmalıdır.
Sonuç: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK: nun 429. maddesi gereğince (BOZULMASINA), istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 9.2.2005 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/502 K: 2011/625 T: 12.10.2011
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/18-567 K: 2005/757 T: 221.12.2005
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/18-555 K: 2005/706 T: 207.12.2005
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/12-135 K: 2006/150 T: 12.04.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/12000 K: 2005/1383 T: 17.02.2005
2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesince açılan bedel tespiti ve tescil davalarının görülmesi sırasında, taşınmazın malikinin başka bir şahıs olduğunun anlaşılması halinde aynı Yasanın 14/5 maddesi uyarınca davaya bu gerçek malik dahil edilmek suretiyle devam olunması gerektiği öngörülmüştür.
Taraflar arasındaki 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesine dayanan, kamulaştırma bedelinin tespiti ve kamulaştırılan taşınmazın davacı idare adına tescili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın reddine dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı idare vekili yönünden verilen dilekce ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği gorüşülüp düşünüldü: K: Dava, 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesine dayanan, kamulaştırma bedelinin tespiti ve kamulaştırılan taşınmazın davacı idare adına tescili istemine ilişkindir.
Mahkemece, davanın reddine karar verilmiş, hükum davacı idare vekilince temyiz edilmiştir.
4650 sayılı Yasa ile degisık 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesince açılan bedel tesbiti ve tescil davalarının görülmesi sırasında, taşınmazın malikinin başka bir şahıs olduğunun anlaşılması halinde aynı Yasanın 14/5 maddesi uyarınca davaya bu gerçek malik dahil edilmek suretiyle devam olunması gerektiği öngorülmüştur. Dava tarihinde tapu malikinin Osman Çimen olduğu anlasıldıgından, adı gecinin davaya dahil edilmesi suretıyle ve toplanacak delillere göre karar verilmesi gerektiği gözetilmeden, aksi düşüncelerle davanın reddine karar verilmesi,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Davacı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine, 17.02.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/14721 K:2007/507 T:29.01.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1996/9026 K: 1996/9878 T: 17.6.1996
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1991/21123 K: 1991/29239 T: 4.10.1991
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/3714 K: 2006/7136 T: 212.06.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/12001 K: 2005/1381 T: 17.02.2005
Kamulaştırma Kanununun 10. maddesi uyarınca idarenin kamulaştırma bedelinin tespitini ve kamulaştırılmasına karar verilen taşınmazın tescilini isteme hakkının doğması için, Yasanın 8. maddesi uyarınca anlaşarak satın alma teşebbüsünün sonuçsuz kalması gerekir. Duruşma davetiyesi tebliğ edilmeyen maliklerin adresleri araştırılmadığından ve anlaşmaya varabilmek için usulüne uygun olarak tebligat da yapılmadığından, davacı idarenin bedel tespit ve tescil talep etme hakkı doğmadığından davanın reddi yerine, kabulüne karar verilmesi doğru değildir.
Taraflar arasındaki 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesi uyarınca kamulaştırma bedelinin tespiti ve kamulaştırılan taşınmazın davacı idare adına tescili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü:
K: Dava, 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesi uyarınca kamulaştırma bedelinin tespiti ve kamulaştırılan taşınmazın davacı idare adına tescili istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davacı idare vekilince temyiz edilmiştir.
Mahkemece bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Alınan rapor yasa hükümlerine uygundur. Arazi niteliğindeki taşınmaza net geliri esas alınarak değer biçilmesinde ve bedelin bankaya bloke edilmesinde ve davalılardan; Muhlise Çotur, Mürşide Genç, Dilber Polatkır, Refik Genç, Miyase Genç, Meliha Oral, Enver, Yılmaz, Sabahattin, Ferahi, Nejla, Erdinç ve Hülya Genç, Fatma Koç, Zehra Koç, Sezai Koc, Zeki Aksakallı, Aysel Aksakallı, Muazzez Yılmaz, Salih Aksakallı ve Murat Aksakallı yönünden davanın kabulüne karar verilmesinde bir isabetsizlik gorulmemiştir. Ancak;
4650 sayılı Yasa ile degişık 2942 sayılı Kamulastırma Kanununun 10. maddesi uyarınca davacı idarenin kamulaştırma bedelinin tesbitini ve kamulaştırılmasına karar verilen taşınmazın tescilini isteme hakkının doğması için, sözü edilen Yasanın 8. maddesi uyarınca anlaşarak satın alma teşebbüsünün sonuçsuz kalması gerekir. Duruşma davetiyesi tebliğ edilmeyen ve duruşmaya gelmeyen davalılar Mutika Üçtepe, Nazlı Genç, Hikmet Genç, Şerife Genç, Sevim Irmak, Nuran Turgut, Ümran Aksakallı ve Şefika Genç yonünden, bahsi geçen Yasanın 7. maddesinde belirtilen mercilerden adresleri araştırılmadığından ve anlasmaya varabilmek icin usulune uygun olarak tebligat da yapılmadığından, davacı idarenin bedel tesbit ve tescil talep etme hakkı doğmadıgından davanın reddı yerine, kabulüne karar verilmesi doğru değildir.
Açıklanan nedenlerle; bu davalılar yönünden dava şartı yerine getirilmeden dava açıldığından davanın reddine karar verilirken, önceki karar yoklukla malûl olduğundan davalılar adına yatırılan bedelin davacıya iadesine, taşınmazın davacı adına tesciline ilişkin kaydın da davalılar payı yönünden iptali ile bu davalılar adına tapuya tesciline karar verilmek üzere hükmün Bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Davacı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine, 17.02.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/14810 K:2007/699 T:30.01.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/14472 K: 22006/260 T:24.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/11322 K: 2006/6 T: 23.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/552 K: 2005/1766 T: 25.02.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/12127 K: 2005/1379 T: 17.02.2005
Duruşma davetiyesi tebliğ edilmeyen ve duruşmaya da gelmeyen davalılardan İbrahim Sarı’nın bahsi geçen Yasanın 7. maddesinde belirtilen mercilerden adresinin araştırılmadığından ve usulüne uygun olarak anlasmaya varabilmek için tebligatta yapılmadığından, bu davalı yonünden davacı idarenin bedel tespiti ve tescil talep etme hakkı doğmaz.
Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesine dayanan kamulaştırma konusu irtifak hakkı ve pilon yeri bedelinin tespiti ve bu hakkın davacı idare adına tescili istemine ilişkindir.
Arsa niteliğindeki taşınmaza emsal karşılaştırması yapılarak değer biçilmesi, taşınmaz malın niteliği, tamamının yüzölçümü, geometrik durumu ve enerji nakil hattı güzergahı dikkate alınarak değer düşüklüğü oranı belirtilmek suretiyle mülkiyet kamulaştırmasına konu olan pilon yeri bedeli ile irtifak hakkı karşılığının tespit edilmesi doğrudur. Ancak;
1- Davalı İbrahim Sarı hakkındaki dava yönunden, 4650 sayılı Yasa ile değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesine göre, kamulaştırma bedelinin tespiti ve kamulaştırılmasına karar verilen tasınmazın tescilini isteme hakkının dogması icın sozü edilen Yasanın 8. maddesi uyarınca, davacı idarenin taşınmaz maliki ile anlaşarak satın alma teşebbüsünün sonuçsuz kalması gerekir. Duruşma davetiyesi tebliğ edilmeyen ve duruşmaya da gelmeyen davalılardan İbrahim Sarı’nın bahsi geçen Yasanın 7. maddesinde belirtilen mercilerden adresinin araştırılmadığından ve usulüne uygun olarak anlasmaya varabilmek için tebligatta yapılmadığından, bu davalı yonünden davacı idarenin bedel tespiti ve tescil talep etme hakkı doğmadığından davanın reddine yerine, kabulune karar verilmesi,
2- Davanın mahiyeti gereği maktu harc alınması gerektigı halde, hükmedilen bedel üzerinden nisbi harca hükmedilmesi,
3- 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanununun 15/c maddesi gereğince, kullanma hakkının davalı idareye ait olduğu belirtilerek pilon yerinin ve irtifak hakkının Hazine adına tescil edilmesi gerektiği gözetilmeden davalı idare adına tesciline karar verilmesi,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Davacı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine 17.02.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/13872 K: 22006/3003 T:16.03.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1992/12673 K: 1992/17617 T: 7.9.1992
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1991/13140 K: 1991/30347 T: 11.10.1991
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/14298 K: 2006/269 T: 24.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/11095 K: 2005/1715 T: 24.02.2005
Taşınmazın kamulaştırmasız el atmadan arta kalan bölümü ileride imar uygulaması sırasında başka parsellerle şuyulandırılacağından, bu bölümde değer azalışı olamayacağı gözetilmelidir.
Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kısmen kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir.
Mahkemece davanın kısmen kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı idare tarafından temyiz edilmiştir.
Bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Alınan rapor değer bicme yöntemi bakımından yasa hükümlerine uygundur. Arsa niteliğindeki taşınmaza emsal mukayesesi yapılarak metrekare degerinin bicilmesinde bir isabetsizlik görülmemiştir. Ancak;
1-Dava konusu taşınmaz imar planına dahil olmakla birlikte olduğu gibi bırakılan kadastro parseldir. Taşınmazın kamulaştırmasız el atmadan arta kalan bölümü ileride imar uygulaması sırasında başka parsellerle şuyulandırılacağından, bu bölümde değer azalışı olamayacağı gözetilmeden, deger azalışı kabul eden rapora gore fazlaya hükmedilmesı,
2-Kararın hükum fıkrasında tasınmazın tapusunun iptal ve terkinine ilişkin bölümünde taşınmazın ada ve parsel numarasının yanlış yazılması,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Davalı idare vekilinin temyiz itirazı yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle H.U.M.K: nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine, 24.02.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/12852 K:2007/1147 T:06.02.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1995/16779 K: 1995/18010 T: 3.11.1995
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/14818 K: 2007/1818 T: 19.2.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2002/19126 K: 2002/22601 T: 17.12.2002
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/12410 K: 2005/1768 T: 25.02.2005
Duruşma davetiyesi tebliğ edilmeyen ve duruşmaya gelmeyen davalılar yönünden bahsi geçen Yasanın 7. maddesinde belirtilen mercilerden adresleri araştırılmadığından ve usulüne uygun olarak anlaşmaya varabilmek için tebligat da yapılmadığından, bu durumda davacı idarenin bedel tesbiti ve tescil talep etme hakkı doğmadığı halde davanın reddi yerine, kabulüne karar verilmesi doğru değildir.
Taraflar arasındaki 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesi uyarınca kamulaştırma bedelinin tespiti ve kamulaştırılan taşınmazın davacı idare adına tescili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; davanın kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayılan yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü:
K: Dava, 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesi uyarınca kamulaştırma bedelinin tespiti ve kamulaştırılan taşınmazın davacı idare adına tescili istemine ilişkindir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davacı idare vekilince temyiz edilmiştir.
4650 sayılı Yasa ile değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununa göre, davacı idarenin kamulaştırma bedelinin tesbitini ve kamulaştırılmasına karar verilen taşınmazın tescilini isteme hakkının dogması için, sozü edilen Yasanın 8. maddesi uyarınca anlaşarak satın alma tesebbüsünun sonucsuz kalması gerekır. Duruşma davetiyesi tebliğ edilmeyen ve duruşmaya gelmeyen davalılar yönünden bahsi geçen Yasanın 7. maddesinde belirtilen mercilerden adresleri araştırılmadığından ve usulüne uygun olarak anlaşmaya varabilmek için tebligat da yapılmadığından, bu durumda davacı idarenin bedel tesbiti ve tescil talep etme hakkı doğmadığı halde davanın reddi yerine, kabulüne karar verilmesi doğru değildir.
Açıklanan nedenlerle bu davalılar yönunden dava sartı yerine getirilmeden acılan davanın reddine karar verilirken, oncekı karar yoklukla malul olduğundan, davalılar adına yatırılan bedelin davacıya iadesine, taşınmazın davacı
adına tesciline ilişkin kaydın da iptali ile davalılar adına tapuya tesciline karar verilmek üzere hükmün bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Davacı idare vekilinin temyiz itirazı yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle H.U.M.K: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, bozma nedenine göre sair temyiz itirazlarının incelenmesine yer olmadığına, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine 25.02.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/13872 K: 22006/3003 T:16.03.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1992/12673 K: 1992/17617 T: 7.9.1992
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1991/13140 K: 1991/30347 T: 11.10.1991
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/14298 K: 2006/269 T: 24.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/552 K: 2005/1766 T: 25.02.2005
Davalıların adresi, 2942 sayılı Kanunun 7. maddesinde belirtilen mercilerden araştırılmadığından ve davalılara usulüne uygun olarak anlaşmaya varabilmek için tebligat da yapılmadığından, bu durumda davacı idarenin bedel tespiti ve tescil talep etme hakkı doğmadığı halde davanın reddi yerine, kabulüne karar verilmesi doğru değildir.
Taraflar arasındaki 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesi uyarınca kamulaştırma bedelinin tespiti ve kamulaştırılan taşınmazın davacı idare adına tescili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü:
K: Dava, 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesi uyarınca kamulaştırma bedelinin tespiti ve kamulaştırılan taşınmazın davacı idare adına tescili istemine ilişkindir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davacı idare vekilince temyiz edilmiştir.
4650 sayılı Yasa ile değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununa göre, davacı idarenin kamulaştırma bedelini ve kamulaştırılmasına karar verilen taşınmazın tescilini isteme hakkının doğması için, sözü edilen Yasanın 8. maddesi uyarınca anlaşarak satın alma teşebbüsünün sonuçsuz kalması gerekir. Ancak;
Davalıların adresi, bahsi geçen Yasanın 7. maddesinde belirtilen mercilerden araştırılmadığından ve davalılara usulüne uygun olarak anlaşmaya varabilmek için tebligat da yapılmadığından, bu durumda davacı idarenin bedel tesbiti ve tescil talep etme hakkı doğmadığı halde davanın reddi yerine, kabulüne karar verilmesi doğru değildir.
Açıklanan nedenlerle dava şartı yerine getirilmeden dava acıldığından davanın reddine karar verilirken, onceki karar yoklukla malul olduğundan davalılar adına yatırılan bedelin davacı idareye iadesine, taşınmazın davacı adına tesciline iliskin kaydın da iptali ile davalılar adına tapuya tesciline karar verılmek üzere hükmun Bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Davacı idare vekilinin temyiz itirazı yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle H.U.M.K: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine 25.02.2005 gününde oyçokluğuyla karar verildi.
KARŞI OY: Dava, 4650 sayılı Kanun ile değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesi uyarınca dava konusu taşınmaz üzerinden gecirilen enerji nakil hattı nedeni ile irtifak hakkı bedelinin tespiti ile idare adına tescili istemine ilişkindir.
Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiştir. Davacı vekilinin temyizi üzerine dairece Kamulaştırma Kanununun 7 ve 8. maddesindeki koşullar yerine getirilmediğinden idarenin bedel tespiti ve tescil isteme hakkı doğmadığından bozulmuş, ancak bozmadan once verilen yerel mahkeme kararı yoklukla malul olduğundan tasınmazın davacı ıdare adına tesciline ilişkin kaydın iptaline, yatırılan bedelin de idareye iadesine karar verilmesi gerektiği belirtilerek hüküm bozulmuştur.
Yerel mahkemenin tescile ilişkin kararı 4650 sayılı Kanun ile değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10 ve 30. maddelerine göre kesindir. Bu nedenle tescile ilişkin karar temyiz incelemesine konu değildir. Tescile ilişkin kararın yoklukla malül olduğu kabul edilerek taşınmazın idare adına tesciline ilişkin kaydın iptaline ve davalılar adına tesciline karar verilmesi yönündeki bozma gerekçesine Kamulaştırma Kanununun 10 ve 30. maddelerine uygun değildir. Tapunun iptali ayrı bir dava konusu olması gerekir.
Bu nedenle kesin olarak verilen tescil kararının yoklukla malül hale geldiği yolundaki gerekçeye katılmıyor bu husus dışındaki çoğunluğun bozma gerekçesi ile yerel mahkeme kararının bozulması gerektiği görüşündeyim.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/12852 K:2007/1147 T:06.02.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2002/19126 K: 2002/22601 T: 17.12.2002
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/13872 K: 2006/3003 T: 16.03.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/8927 K: 2005/12638 T: 24.11.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/822 K: 2005/2501 T: 11.03.2005
Yasanın 7. maddesinde belirtilen mercilerden adresleri araştırılmadığından ve usulüne uygun olarak anlaşmaya varabilmek için tebligat da yapılmadığından, bu durumda davacı idarenin bedel tesbiti ve tescil talep etme hakkı doğmadığı halde davanın reddi yerine, kabulüne karar verilmesi doğru değildir.
Taraflar arasındaki 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesi uyarınca kamulaştırma bedelinin tespiti ve kamulaştırılan taşınmazın davacı idare adına tescili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayılan yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü:
K: Dava, 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesi uyarınca kamulaştırma bedelinin tespiti ve kamulaştırılan taşınmazın davacı idare adına tescili istemine ilişkindir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davacı idare vekilince temyiz edilmiştir.
4650 sayılı Yasa ile değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununa göre, davacı idarenin kamulaştırma bedelinin tespitini ve kamulaştırılmasına karar verilen taşınmazın tescilini isteme hakkının doğması için, sözü edilen Yasanın 8. maddesi uyarınca anlaşarak satın alma teşebbüsünün sonuçsuz kalması gerekir. Duruşma davetiyesi tebliğ edilmeyen ve duruşmaya gelmeyen davalılar yönünden bahsi geçen Yasanın 7. maddesinde belirtilen mercilerden adresleri araştırılmadığından ve usulüne uygun olarak anlaşmaya varabilmek için tebligat da yapılmadığından, bu durumda davacı idarenin bedel tesbiti ve tescil talep etme hakkı doğmadığı halde davanın reddi yerine, kabulüne karar verilmesi doğru değildir.
Açıklanan nedenlerle bu davalılar yonünden dava şartı yerine getirilmeden acılan davanın reddine karar verilirken, karar yoklukla malul olduğundan davalılar adına yatırılan bedelin davacıya iadesine, taşınmazın davacı adına tesciline iliskin kaydın da iptali ile davalılar adına tapuya tesciline karar verılmek üzere hükmun Bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Davacı idare vekilinin temyiz itirazı yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle H.U.M.K: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, Bozma nedenine göre sair temyiz itirazlarının incelenmesine yer olmadığına ve peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine 11.03.2005 gününde oyçokluğuyla karar verildi.
KARŞI OY : Dava, 4650 sayılı Kanun ile değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesi uyarınca dava konusu taşınmaz üzerinden gecirilen enerji nakil hattı nedeni ile irtifak hakkı bedelinin tespiti ile idare adına tescili istemine ilişkindir.
Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiştir. Davacı vekilinin temyizi uzerine dairece Kamulaştırma Kanununun 7 ve 8. maddesindeki koşullar yerine getirilmediğinden idarenin bedel tespiti ve tescil isteme hakkı doğmadıgından bozulmus, ancak bozmadan once verılen yerel mahkeme kararı yoklukla malul olduğundan taşınmazın davacı idare adına tesciline ilişkin kaydın iptaline, yatırılan bedelin de idareye iadesine karar verilmesi gerektiği belirtilerek hüküm bozulmuştur.
Yerel mahkemenin tescile ilişkin kararı 4650 sayılı Kanun ile değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10 ve 30. maddelerine göre kesindir. Bu nedenle tescile ilişkin karar temyiz incelemesine konu değildir. Tescile ilişkin kararın yoklukla malül olduğu kabul edilerek taşınmazın idare adına tesciline ilişkin kaydın iptaline ve davalılar adına tesciline karar verilmesi yönündeki bozma gerekçesine Kamulaştırma Kanununun 10 ve 30. maddelerine uygun değildir. Tapunun iptali ayrı bir dava konusu olması gerekir.
Bu nedenle kesin olarak verilen tescil kararının yoklukla malül hale geldiği yolundaki gerekçeye katılmıyor bu husus dışındaki çoğunluğun bozma gerekçesi ile yerel mahkeme kararının bozulması gerektiği görüşündeyim.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/3993 K: 2006/7504 T: 219.06.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1991/16767 K: 1991/28110 T: 25.9.1991
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/14639 K: 2006/218 T: 224.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/8228 K: 2005/10693 T: 210.10.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/2203 K: 2005/3061 T: 22.03.2005
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’na göre, davacı idarenin kamulaştırma bedelinin tespitini ve kamulaştırılmasına karar verilen taşınmazın tescilini isteme hakkının doğması için, sozü edilen yasanın 8. maddesi uyarınca anlaşarak satın alma teşebbüsünün sonuçsuz kalması gerekir.
Taraflar arasındaki 4650 Sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 10. maddesine dayanan kamulaştırma bedelinin tespiti ve kamulaştırılan taşınmazın davacı idare adına tescili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; davanın kabulüne dair verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup, iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, 4650 Sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 10. maddesine dayanan kamulaştırma bedelinin tespiti ve kamulaştırılan taşınmazın davacı idare adına tescili istemine ilişkindir.
Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davacı idare vekilince temyiz edilmiştir.
4650 Sayılı Yasa ile değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’na göre, davacı idarenin kamulaştırma bedelinin tespitini ve kamulaştırılmasına karar verilen taşınmazın tescilini isteme hakkının doğması için, sozü edilen yasanın 8. maddesi uyarınca anlaşarak satın alma teşebbüsünün sonuçsuz kalması gerekir.
Davalıların adresleri, bahsi geçen yasanın 7. maddesinde belirtilen mercilerden araştırılmadığından ve davalılara usulüne uygun olarak anlaşmaya varabilmek için tebligat da yapılmadığından, bu. durumda davacı idarenin bedel tesbiti ve tescil talep etme hakkı doğmadığı halde davanın reddi yerine, kabulüne karar verilmesi doğru değildir.
Açıklanan nedenlerle dava şartı yerine getirilmeden acılan davanın reddine karar verilirken, karar yoklukla malul olduğundan, davalılar adına yatırılan bedelin davacıya iadesine, taşınmazın davacı adına tesciline ilişkin kaydın da iptali ile davalılar adına tapuya tesciline karar verilmek üzere hükmun bozulması gerekmistır.
SONUÇ: Davacı idare vekilinin temyiz itirazı yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle H.U.M.K: ‘nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine 22.03.2005 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
MUHALEFET ŞERHİ :
Dava, 4650 Sayılı Kanun ile değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 10. maddesi uyarınca dava konusu taşınmaz üzerinden gecirilen enerji nakil hattı nedeni ile irtifak hakkı bedelinin tespiti ile idare adına tescili istemine ilişkindir.
Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiştir. Davacı vekilinin temyizi uzerine dairece Kamulaştırma Kanunu’nun 7 ve 8. maddesindeki koşullar yerine getirilmediğinden idarenin bedel tespiti ve tescil isteme hakkı doğmadığından bozulmuş, ancak bozmadan once verilen yerel mahkeme kararı yoklukla malul olduğundan taşınmazın davacı idare adına tesciline iliskın kaydın iptaline, yatırılan bedelin de idareye iadesine karar verilmesi gerektiği belirtilerek hüküm bozulmuştur.
Yerel mahkemenin tescile ilişkin kararı 4650 Sayılı Kanun ile değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 10 ve 30. maddelerine göre kesindir. Bu nedenle tescile ilişkin karar temyiz incelemesine konu değildir. Tescile ilişkin kararın yoklukla malul olduğu kabul edilerek taşınmazın idare adına tesciline ilişkin kaydın iptaline ve davalılar adına tesciline karar verilmesi yönündeki bozma gerekçesi Kamulaştırma Kanunu’nun 10 ve 30. maddelerine uygun değildir. Tapunun iptali ayrı bir dava konusu olması gerekir.
Bu nedenle kesin olarak verilen tescil kararının yoklukla malul hale geldiği yolundaki gerekçeye katılmıyorum; bu husus dışındaki çoğunluğun bozma gerekçesi ile yerel mahkeme kararının bozulması gerektiği görüşündeyim. Muammer Aydın Üye
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1996/735 K: 1996/3479 T: 7.3.1996
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1993/8654 K: 1993/12169 T: 22.6.1993
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/12410 K: 2005/1768 T: 25.2.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/12721 K: 2005/12801 T: 29.11.2005
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/1324 K: 2005/2738 T: 24.03.2005
Mülkiyet kamulaştırmasına ilişkin kuralların kısmen de olsa irtifak kamulaştırmaları hakkında da uygulanması gerekir. İrtifak hakkının tapuya tescil edilebilmesi için de taşınmazın tapuda kayıtlı olması zorunludur.
Dava dilekçesinde, Kamulaştırma Yasasının 4650 Sayılı Yasayla değişik hükümleri uyarınca, kamulaştırma bedelinin tespiti ve taşınmaz malın idare adına tescili istenilmiştir. Mahkemece davanın kabulü cihetine gidilmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü: K: Dava, tapuda kayıtlı olmayan taşınmaz mal üzerinde irtifak hakkı tesisi için irtifak kamulaştırma bedelinin tespitiyle, bu bedelin peşin ödenmesi karşılığında irtifakın tapuda idare adına tescili istemine ilişkin olup, Kamulaştırma Yasasının 4650 Sayılı Yasayla değişik 19. maddesi hükmüne dayanılarak açılmıştır.
Mahkemece davanın kabulüyle, dava konusu edilen taşınmazın davalı adına tesciline, hat altına rastlayan bölümünde kamulaştırma yoluyla irtifak hakkı kurulması nedeniyle 4628 Sayılı Yasanın 15/c maddesi gereğince Hazine adına tapuya kayıt ve tesciline, tespit edilen bedelinin de davalıya ödenmesine karar verilmiştir.
Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı kanıtlarla gerektirici yasal nedenlere ve özellikle kanıtların takdirinde bir isabetsizlik görülmemesine göre sair temyiz itirazları yerinde değildir. Ancak;
1- 2942 Sayılı Kamulaştırma Yasasının 4650 Sayılı Yasa ile değişik 19. maddesi tapuda kayıtlı olmayan taşınmaz malın kamulaştırmayı yapan idare adına tescilini düzenlemekte olup, irtifak hakkı tesisi ile ilgili bir hüküm içermemekte ise de anılan yasa mülkiyet kamulaştırması hakkında olduğu kadar, irtifak hakkı kurulmasına ilişkin hükümleri de kapsamaktadır. Yasanın 4. maddesi kamulaştırma yoluyla irtifak hakkı tesis edilebileceğini öngördüğüne göre, mülkiyet kamulaştırmasına ilişkin kuralların kısmen de olsa irtifak kamulaştırmaları hakkında da uygulanması gerekir. İrtifak hakkının tapuya tescil edilebilmesi icin de taşınmazın tapuda kayıtlı olması zorunludur. İrtifakla ilgili kamulaştırma, taşınmazın zemininin mülkiyetine ilişkin bulunmadığından idarenin zilyet adına hareketle mülkiyeti tapu siciline onun lehine tescil ettirip üzerine irtifak tesisi imkanı da yoktur.
Mahkemenin tescile ilişkin kararlarının kesin olması, sadece kamulaştırılan tapulu taşınmazların “Yasanın 10’uncu maddesine göre” tesciline ilişkin hükümler bakımından soz konusu olup, tapuda kaydı bulunmayan taşınmazların 19. madde uyarınca idare adına tesciline iliskin kararların kesin olacagına dair yasada bır huküm yer almadığından bu tür tescil kararlarının temyizinin mümkün olduğunun kabulü gerekir.
Bu durumda, idarenin kamulaştırma yolu ile irtifak hakkı tesis ettiği gözetilmeden “mülkiyet kamulaştırılması yapılmış gibi” mahkemece taşınmazın zilyedi adına tesciline ve irtifakın geçtiği bölümde idare lehine daimi irtifak hakkı kurulması ile irtifaklı alanın Hazine adına tesciline karar verilmesi,
2- Kamulaştırma (değerlendirme) tarihi 9.4.2004 olup, tarım arazisi kabul edilen taşınmazın 19. maddesinin üçüncü fıkrası uyarınca 10. maddede belirtilen yöntemle (10. maddenin yollama yaptığı kamulaştırma bedelinin tespiti esaslarını düzenleyen 11. maddenin birinci fıkrasının f bendi uyarınca) net gelirinin saptanıp, taşınmazın değerini etkileyebilecek bütün nitelik ve unsurlarını ayrı ayrı belirtmek suretiyle gerekceli bir değerlendirme raporuna dayalı olarak taşınmaz malın değerinin tespiti gerekir. Bu hükme göre; değerlendirme yılı 2004 olup, mahkemece kararın verildiği (11.10.2004) günü itibari ile bilirkişilerce münavebeye alınan ürünlerin verilerinin belirlenmiş olması olasılıgı karşısında, oncelikle bu ürünlerin 2004 yılı itibari ile dekar basına ortalama verimi ve uretim giderleri ıle kg başına toptan satış fiyatlarını gösteren veri cetvellerinin İlçe Tarım Müdürlüğünden getirtilmesinden sonra bu verilere göre taşınmazın getireceği net gelirinin saptanması ile bilimsel yöntemle kamulaştırma bedelinin tespiti için bilirkişi kurulundan ek rapor alınması yoluna gidilmeden 2003 yılı verilerini esas alan ve buna göre bulunan bedele Devlet İstatistik Enstitüsü Toptan Eşya Fiyat Endeksinin uygulanması suretiyle kamulaştırma bedelini tespit eden bilirkişi raporuna itibarla hüküm kurulması,
3- 2942 Sayılı Yasanın 4650 Sayılı Yasa ile değişik 19. maddesi hükmü uyarınca taşınmazda pilon yeri olarak kamulaştırılan alanın 4628 Sayılı Yasanın 15/c maddesi gereğince mülkiyetin Hazine adına tesciline karar verilmesi doğru ise de; bu madde bendi uyarınca kullanma hakkının davacı idareye ait olduğunun şerh edilmesi yolunda hüküm kurulmamış olması,
Doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 24.3.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1996/10132 K: 1996/10441 T: 25.11.1996
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1995/8948 E: 1995/10223 T: 16.10.1995
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2007/4516 K: 2007/4620 T: 21.5.2007
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1994/14882 K: 1995/289 T: 19.1.1995
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/1070 K: 2005/3873 T: 05.04.2005
4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanununun 15/C maddesi gereğince kullanma hakkının davacı idareye ait olduğu belirtilerek, pilon yerinin ve irtifak hakkının Hazine adına tescil edilmesi gerekir.
Taraflar arasındaki 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesine dayanan kamulaştırma konusu irtifak hakkı karşılığı ile pilon yeri bedeli tesbiti ve bu hakkın davacı idare adına tescili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Davanın kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı idare vekili ile davalı yönünden verilen dilekçelerle istenilmiş olmakla, dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği gorüşülüp düşünüldü: K: Dava, 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesine dayanan kamulaştırma konusu irtifak hakkı karşılığı ile pilon yeri bedeli tesbiti ve bu hakkın davacı idare adına tescili istemine ilişkindir.
Arazi niteliğindeki taşınmaza net geliri esas alınarak değer bicilmesi dogrudur. Ancak;
1-Dava konusu taşınmazın tapu kaydı getirtilmeden inceleme yapılıp hükum kurulması,
2-Dava konusu tasınmazda tesis edılen pilon yerinin karşılığına hükmedilmemesi,
3-İrtifak tesis edilen alan 888,6 m2 olmasına karsın, 886,6 m2lik bölüm icin hüküm kurulması,
4-4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanununun 15/C maddesi gereğince kullanma hakkının davacı idareye ait olduğu belirtilerek, pilon yerinin ve irtifak hakkının Hazine adına tescil edilmesi gerektigi gozetilmeden, irtifak hakkının davacı idare adına tesciline karar verilmesi,
5-Avukatlık Kanununun 164/son maddesi uyarınca mahkemece hukmedılen vekalet ücreti, davayı takip eden avukata ait ise de; bu husus avukat ile ona vekalet verenin iç meselesidir. Vekalet ücretinin davacı yerine vekili lehine hüküm altına alınması,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Davacı idare vekili ile davalıların temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle HUMKnun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harçlarının istenildiğinde ödeyenlere geri verilmesine, 05.04.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/14810 K:2007/699 T:30.01.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/13647 K:2006/1360 T:13.02.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/14477 K:2006/444 T:26.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/11322 K: 2006/6 T: 23.01.2006
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/5137 K: 2005/7277 T: 11.07.2005
Kamulaştırma Kanununun amaç ve kapsamından, açıkça idari yargının görev alanına girdiği belirtilmeyen hususlarla ilgili uyuşmazlıkların adli yargıda çözümlenmesi gerekeceği anlaşılmaktadır. Kamulaştırma şerhinin silinmesine ilişkin ihtilaflarda idari yargının görevli olduğuna dair anılan kanunda bir hüküm bulunmamaktadır. Buna rağmen yerel mahkemece idari yargının görevli olduğu gerekçesiyle yazdı şekilde karar verilmesi isabetsizdir.
Dava dilekçesinde, tapu kaydına Kamulaştırma Yasası’nın 3l/b maddesi gereğin ce konan şerhin iptaline karar verilmesi istenilmiştir. Mahkemece idari yargının görevli olması nedeniyle görevsizlik kararı verilmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir. Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kâğıtlar okunup, gereği düşünüldü:
Davacı vekili dava dilekçesinde, müvekkili adına tapuda kayıtlı bulunan taşınmaz mal üzerine konulmuş bulunan (Kamulaştırma Yasası’nın 31. maddesine göre) kamulaştırma şerhinin kaldırılmasını istemiş, mahkemece davanın idari yargının görev alanına girdiği gerekçesiyle görevsizlik karan verilmiştir.
2942 sayılı Kamulaştırma Yasası’nın 4650 Sayılı Yasa ile değişik 7. maddesinin son cümlesine göre idare tarafından şerh tarihinden başlayarak 6 ay içinde kamulaştırma bedelinin tespiti ile idare adına tescili isteğinde bulunulduğuna ilişkin mahkemeden alınacak belge tapu idaresine ibraz edilmediği takdirde bu şerhin tapu idaresince resen sicilden silineceği hükme bağlanmıştır. Somut olayda, taşınmaz malın tapu kaydına 27.09.2002 tarihinde kamulaştırma şerhinin konulmuş olduğu, anılan yasa maddesinde öngörülen surenin geçmiş olmasına karşın kamulaştırma şerhinin silinmediği anlaşılmaktadır. 2942 Sayılı Yasanın 37. maddesine göre bu yasadan doğan tüm anlaşmazlıkların adli yargıda çözümlenmesi gerekenleri taşınmaz malın bulunduğu yer asliye hukuk mahkemelerinde görülür. Bu yasada kamulaştırılan veya kamulaştırılması düşünülen taşınmaz malların tapu kayıtları üzerine konulmuş bulunan şerhlerin silinmesi işlerine idari yargı mercilerinde bakılacağına dair herhangi bir açıklama bulunmamaktadır.
Kamulaştırma Yasası’nın 37. maddesinin amaç ve kapsamından, yasanın diğer maddelerinde açıkça idari yargının görev alanına girdiği belirtilmeyen hususlarla ilgili anlaşmazlıkların adli yargı mercilerinde çözümlenmesi gerekeceği açıkça anlaşılmaktadır. Açıklanan hususlar göz önünde bulundurularak mahkemece işin esasına girilip tüm deliller toplanıp oluşacak sonuca göre bir karar verilmesi gerektiğinin düşünülmemesi doğru görülmemiştir.
Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar göz önünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK’nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 11.07.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1996/9883 E: 1996/10218 T: 19.11.1996
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1995/8948 E: 1995/10223 T: 16.10.1995
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2002/266 K: 2002/600 T: 24.1.2002
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2007/4516 K: 2007/4620 T: 21.5.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/9131 K: 2005/9278 T: 13.09.2005
2942 sayılı Kamulaştırma Yasasının 15/6.maddesi uyarınca kamulaştırılması yapılan taşınmazın malikinin ölmüş olduğunun anlaşılması halinde, açılan dava reddedilmeyerek bu paydaşın mirasçıları tespit edilip, davaya bakılması gerekir.
Taraflar arasındaki 2942 sayılı Kamulaştırma Yasası uyarınca kamulaştırılan taşınmazın aynı yasanın 17.maddesine göre kamulaştırmayı yapan idare adına tapuya tescili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, davanın reddine dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, 2942 sayılı Kamulaştırma Yasası uyarınca kamulaştırılan taşınmazın aynı yasanın 17. maddesine göre kamulaştırmayı yapan idare adına tapuya tescili istemine ilişkindir.
Mahkemece, davalılardan C.nin kamulaştırma işleminin tebliğinden sonra, ancak tescil davasından önce öldüğünden bahisle davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı idare vekilince temyiz edilmiştir.
2942 sayılı kamulaştırma Yasasının 15/6.maddesi uyarınca kamulaştırılması yapılan taşınmazın malikinin ölmuş olduğunun anlaşılması halinde, açılan dava reddedilmeyerek bu paydaşın mirasçıları tespit edilip, davaya bakılması gerekir. Bu nedenle paydaş C.nin mirasçılarına ait veraset ilamı alındıktan sonra, bu mirasçıları davaya dahil ederek işin esasına girilip, sonucuna göre karar verilmesi gerektiğinin düşünülmemesi,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Davacı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle H.U.M.K: nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine 13.09.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/14810 K:2007/699 T:30.01.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/13647 K:2006/1360 T:13.02.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/14477 K:2006/444 T:26.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/11322 K: 2006/6 T: 23.01.2006
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/7484 K: 2005/8734 T: 06.10.2005
Kamulaştırma Kanununun 8. maddesine göre bu madde uyarınca satın alınan taşınmazın kamulaştırmaya ve bedeline karşı itiraz davaları açılamaz. Yasanın bu buyurucu hükmü göz önünde tutularak tarafların serbest iradeleri ile (satın alma yontemi) çerçevesinde gercekleştirilmiş işlemden sonra taşınmaz malın bedelinın daha düsuk olduğunun saptanması davacı idareye böyle bir davayı açma hakkı vermez.
Dava dilekçesinde 1O.052.656.000.-TL’nin faiz ve masraflarla birlikte davalı taraftan tahsili istenilmiştir. Mahkemece davanın kabulü cihetine gidilmiş, hüküm taraf vekillerince temyiz edilmiştir. Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü: K: Davacı idare dava dilekcesinde, 107 pafta 89 parsel sayılı tapulu taşınmazın kamulaştırıldığını, satın alma yöntemi ile bu taşınmazın 1/2 payının maliki S’yle anlaşmaya varılarak bedelinin kendisine ödenip tapuda ferağ işlemlerinin yapıldığını, ancak bundan sonra yeniden düzenlenen Kıymet Takdir Komisyonu Raporu’na göre taşınmazın üzerindeki yapının ev değil samanlık-ahır niteliğinde olduğu ve bu durumda değerinin daha düşük olması konusunda fazladan ödenen paranın yasal faizi ile birlikte idareye geri odenmesini istemiştir.
Dosyada toplanan bilgi ve belgelerden dava konusu taşınmazın davacı idarece kamulaştırıldığı, 2942 Sayılı Yasanın 4650 Sayılı Yasa ile degişik 8. maddesi hükmu uyarınca taşınmazda V2 pay sahibı bulunan S’yle anlasmaya varılarak bu anlaşmaya ilişkin tutanak düzenlenip payına düşen kamulaştırma bedelinin kendisine ödendiği ve tapuda ferağ işlemlerinin yapılıp mülkiyetin idareye geçtiği anlaşılmaktadır. Anılan yasa maddesinin 7. fıkrası hükmüne göre bu madde uyarınca satın alınan taşınmaz malın kamulaştırmaya ve bedeline karşı itiraz davaları açılamaz. Yasanın bu buyurucu hükmü göz önünde tutularak tarafların serbest iradeleri ile (satın alma yontemi) çerçevesinde gercekleştirilmiş işlemden sonra taşınmaz malın bedelinın daha düsuk olduğunun saptanması davacı idareye böyle bir davayı açma hakkı vermez.
Açıklanan nedenlerle davanın reddine karar verilmesi gerekirken istem de aşılarak davanın kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar göz önünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK’nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, temyiz peşin harçlarının istek halinde temyiz edenlere iadesine, 06.10.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1996/9883 E: 1996/10218 T: 19.11.1996
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1995/8948 E: 1995/10223 T: 16.10.1995
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2002/266 K: 2002/600 T: 24.1.2002
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2007/4516 K: 2007/4620 T: 21.5.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/8228 K: 2005/10693 T: 210.10.2005
Kamulaştırma Kanununun 14. maddesinin 5. fıkrası uyarınca, bu kanun hükümlerine göre açılan davaların görülmesi sırasında, tapu malikinin daha önce öldüğü sabit olursa, davaya mirascıları dahil edilmek suretiyle devam olunur.
Taraflar arasındaki 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesi uyarınca kamulaştırma bedelinin tesbiti ve kamulaştırılan taşınmazın yol olarak terkini davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Davanın kısmen kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtayca incelenmesi davacı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla, dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesi uyarınca kamulaştırma bedelinin tesbiti ve kamulaştırılan taşınmazın yol olarak terkini istemine ilişkindir.
Mahkemece, davalı Ali Atakan hakkında açılan davanın, dava ön şartı oluşmadığından bahisle reddine, Yadigar Atakan ve Mevlüt Bozkurt hakkında açılan davaların bu şahısların ölü olması ve dava dilekçesinde kendileri ile birlikte mirasçılarının da davalı olarak gösterilmesi nedeniyle, ölü kişi hakkında dava açılamayacağından bahisle reddine, yargılama sırasında ölü olduğu anlaşılan davalı Emin Altınbaş mirasçıları olarak davaya dahil edilen Saniye Altınbaş, Limon Altınbaş, Raziye Coşkuner ve Yaşar Coşkuner hakkında açılan davanın dava on şartı yokluğu nedeniyle reddine, diger davalılar hakkında acılan davaların ise kabulüne karar verilmiş, hükum davacı idare vekilince temyiz edilmiştir.
Mahkemece bilirkişi incelemelerı yaptırılmıstır. Dava konusu taşınmazların arazi niteliğinde kabulü ile gelir metoduna göre değerinin tesbit edilmesinde ve Emin Altınbaş mirasçısı olan dahili davalılar Saniye Altınbaş, Limon Altınbaş, Raziye Coşkuner, Şakir Altınbaş ve Yaşar Altınbaş dışındaki diğer davalılar yönünden gerekçede açıklandığı üzere davanın kabulüne ve reddine dair hüküm kurulmasında bir isabetsizlik görülmemiştir. Ancak;
4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 14. maddesinin 5. fıkrası uyarınca, bu kanun hükümlerine göre açılan davaların görülmesi sırasında, tapu malikinin daha önce öldüğü sabit olursa, davaya mirascıları dahil edilmek suretiyle devam olunacagına iliskin hükum gozetilmeden; davalı idare tarafından davaya dahıl edilen Emin Altınbaş mirasçıları hakkında yargılamanın devamı ile işin esasına girilip, sonucuna göre bir karar verilmesi gerektiği düşünülmeden, dahili davalılar Saniye Altınbaş, Limon Altınbaş, Raziye Coşkuner, Yaşar Coşkuner ve Sakin Altınbaş hakkında açılan davacıların, bu şahıslara kamulaştırma pazarlık davetiyesinin usulünce tebliğ edildiğinin kanıtlanmadığından bahisle, dava ön şartı yokluğu nedeniyle reddine karar verilmesi, doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Davacı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde olduğundan hükmün açıklanan nedenlerle HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine, 10.10.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/14393 K:2007/199 T:23.01.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/12916 K:2006/1534 T:16.02.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/14371 K: 22006/267 T:24.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/8927 K: 2005/12638 T: 24.11.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/9847 K: 2005/12050 T: 214.11.2005
İştirak halinde mülkiyet hükümlerine tabi olan taşınmazın paydaşlarından bir kısmının dava açması halinde, davacı olmayan diğer mirasçı veya paydaşların davaya dahil edilip, muvafakatların alınması veya miras şirketine mümessil tayin ettirilmesi icin taraflara mehil verilip, bu hususlar yerine getirildikten sonra davaya devam edilmesi gerekir.
Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kısmen kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir.
Mahkemece, davanın kısmen kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı idare vekilince temyiz edilmiştir.
Davaya konu teşkil eden taşınmazın arazi niteliğinde kabulü ile gelir metoduna göre değerinin tesbit edilmesinde yöntem itibariyle bir isabetsizlik görülmemiştir. Ancak;
1- Dava konusu edilen pay iştirak halinde mülkiyet hükümlerine tabidir. İştirak halinde mülkiyet hükümlerine tabi olan taşınmazın paydaşlarından bir kısmının dava açması halinde, davacı olmayan diğer mirasçı veya paydaşların davaya dahil edilip, muvafakatların alınması veya miras şirketine mümessil tayin ettirilmesi icin taraflara mehil verilip, bu hususlar yerine getirildikten sonra davaya devam edilmesi gerektigi gozetilmeden ve bu husustaki dava şartı yerine getirilmeden, işin esasına girilerek hüküm kurulması,
2- Hükme esas alınan bilirkisı raporunda, münavebe ürünu olarak kabul edilen bostanın dekar başına ortalama verim miktarının İlçe Tarım Müdürlüğü tarafından bildirilen resmi verilerinin çok üzerinde alınması suretiyle taşınmazın metrekare birim fiyatının fazla hesaplanması,
3- Taşınmazın bilirkişi raporunda yazılı özelliklerine göre objektif değer artırıcı unsurun %70’i geçemeyeceği gözetilmeden, daha yüksek oranda değer artırıcı unsur üzerinden hesaplama yapılarak fazlaya hükmolunması,
4- Dava konusu edilen taşınmazın fiilen kac metrekarelik bölümüne el atıldıgı yonünde fen bilirkişisine krokili rapor duzenlettirilmeden eksik inceleme ile karar verilmesı,
5- Dava konusu taşınmaza kamulastırmasız el atılan bölümündeki davacıya ait payın tapudan iptali ile davalı idare adına tesciline karar verilecek yerde yazılı olduğu gibi infazda tereddüt yaratacak şekilde hüküm kurulması,
6- Kamulaştırmasız el atma nedeniyle tazminat davalarında davanın niteliği gereği dava tarihinden itibaren faize hükmolunması gerektiği düşünülmeden daha önceki tarihten faiz yürütülmesi,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Davalı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine 14.11.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/14737 K:2007/1143 T:08.02.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/13620, K:2006/2158 T:02.03.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/11322 K:2006/6 T:23.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/14298 K: 2006/269 T: 24.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/8927 K: 2005/12638 T: 24.11.2005
Taşınmazın bu hissedarına ait kısmının halen iştirak halinde mülkiyete tabi bulunup müşterek mülkiyete çevrilmediği anlaşılmıştır. Bu nedenle bu tapu malikinin diğer mirasçı paydaşlarının davaya katılmalarının sağlanması, olmadığı takdirde miras şirketine mümessil tayin edilmesi yönüne gidilmesi gerekir.
Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir.
Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı idare vekilince temyiz edilmiştir.
Mahkemece bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Arazi niteliğindeki taşınmaza gelir metodu esas alınarak değer biçilmesi yöntem bakımından doğrudur. Ancak;
1- Dava konusu Dereköy Köyü 126 cilt 14 sayfa 138 sıra noda kayıtlı taşınmaz Tırnova Mahacırlarından Hasan oğlu Mehmet, Mehmet kızı Ayşe, Hatice ve Mehmet oğlu Mustafa adına seviyen kayıtlı olup, tapu maliklerinden Mehmet Onbaşı oğlunun da olmüş olduğu ve taşınmazın bu hissedarına ait kısmının halen iştirak halinde mülkiyete tabi bulunup müşterek mulkiyete cevrilmediği anlaşılmıştır. Bu nedenle bu tapu malikinin diger mırascı paydaslarının davaya katılmalarının sağlanması, olmadığı takdirde miras şirketine mümessil tayin edilmesi yönüne gidilmesi düşünülmeden, davacıların iştirak halindeki hisselerine karşılık tazminata hükmedilmesi, ayrıca taşınmazın tamamına malikmiş gibi kabul edilerek tüm taşınmazın tapu kaydının iptaline karar verilmesi,
2- Bilirkişi kurulunca münavebe ürünü olarak alınan buğday, mısır, kuru fasulye ve biberin İl Tarım Müdürlüğü verilerine gore dekar başına ortalama sırası ile 328 kg., 590 kg., 100 kg. ve 1300 kg. ürun alınabileceği belirtilmiş olmasına ragmen bilirkisı kurulunca daha yüksek alınmak suretiyle fazla bedele hükmedilmesi,
3- Kabule göre de; el atılan taşınmaz, baraj gölü içinde kaldığından, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 16/C maddesi uyarınca tapudan terkinine karar verilmesi gerektiği gözetilmeden davalı idare adına tesciline karar verilmesi,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Davalı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene iadesine 24.11.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/14721 K:2007/507 T:29.01.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/14025 K:2006/3154 T:20.03.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1991/21123 K: 1991/29239 T: 4.10.1991
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/3714 K: 2006/7136 T: 212.06.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/10029 K: 2005/12850 T: 230.11.2005
Tapuda kayıtlı olmayan taşınmazın kamulaştırılmasında zilyetlik tutanağında sınırları yazılı ve çaplı krokili raporda gösterilen taşınmazın malik hanesi bos olarak tapuya tescili ile çaplı krokide gösterilen bölümündeki irtifak hakkının da kullanma hakkı davacı idareye ait olmak üzere Hazine adına tapuya tesciline karar verilmesi gerekir.
Taraflar arasındaki 4650 sayılı Kanunla değişik Kamulaştırma Kanununun 19.maddesi uyarınca kamulaştırma konusu irtifak hakkı bedelinin tespiti ve hakkın davacı idare adına tescili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, 4650 sayılı Kanunla değişik Kamulaştırma Kanununun 19.maddesi uyarınca kamulaştırma konusu irtifak hakkı bedelinin tespiti ve hakkın davacı idare adına tescili istemine ilişkindir.
Davacı idare, dava konusu tapuda kayıtlı olmayan taşınmazın 3402 sayılı Kadastro Kanununun 16.maddesinde sayılan kamu mallarından olmadığını tespit etmiş, taşınmazı zilyetlikle iktisap iddiasında bulunan davacının zilyetliğine mahkemece gazete ile yapılan ilan tarihinden itibaren 30 gün içinde Hazine veya üçüncü bir kimse tarafından itiraz edilmemiştir.
Arazi niteliğindeki taşınmaza net geliri esas alınarak bilimsel yolla değer biçilmesi, taşınmazın niteliği, tamamının yüzölçümü, geometrik durumu ve enerİi nakil hattı güzergahı dikkate alınarak değer düşüklüğü oranı belirtilmek suretiyle irtifak hakkı karşılığının tespit edilmesi doğru olduğu gibi, tespit edilen bedelin bloke ettirilerek davalıya ödenmesine, karar verilmesi doğrudur. Ancak;
1-Zilyedlik tutanagında sınırları yazılı ve fenni bilirkişi Hayrettin Yılmaz imzalı çaplı krokili raporda gösterilen taşınmazın malik hanesi bos olarak tapuya tescili ile caplı krokide gösterilen bolümündeki irtifak hakkının da kullanma hakkı davacı idareye ait olmak uzere Hazine adına tapuya tesciline karar verilmesı gerekirken sadece irtifak hakkının Hazine adına tesciline karar verilmesi,
2-Avukatlık Kanununun 164/son maddesi uyarınca mahkemece hükmedilen vekalet ücreti, davayı takip eden avukata ait ise de; bu husus avukat ile ona vekalet verenin iç meselesidir. Vekalet ücretinin davalı yerine vekili lehine hüküm altına alınması,
3-Davanın mahiyeti ve hükmedilen miktar dikkate alındığında taraflar lehine fazla vekalet ücreti takdir edilmesi
Doğru değilse de; bu yanılgıların giderilmesi yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden,
A)Gerekçeli kararın hüküm fıkrasının 2. maddesinin çıkarılmasına, yerine (Dava konusu Tunceli Ovacık ilçesi, Çemberlitaş Köyü Köy içi mevkiinde bulunan sınır komşuları zilyetlik tutanagında yazılı ve bilirkişi Hayrettin Yılmaz tarafından duzenlenen caplı krokide gosterilen 583 m2’lik tasınmazın 45 parsel numarası ile malik hanesı boş bırakılarak tapuya tesciline, parselden geçirilen ve çaplı krokide “A” harfi ile gösterilen 409 m2’lik bölümündeki irtifak hakkının kullanma hakkı davacı idareye ait olmak üzere Hazine adına TESCİLİNE) cümlesinin yazılmasına,
B)Gerekçeli kararın hüküm fıkrasının 5. bendindeki (asil ve vekil arasındaki “vekalet ücreti sözleşmesi” de dikkate alınmak suretiyle davacıdan alınarak davalı vekiline) cümlesinin çıkartılmasına, yerine (davacıdan alınarak davalıya) kelimelerinin yazılmasına,
C)Gerekçeli kararın hüküm fıkrasının 4.ve 5.bentlerindeki (hesaplanan 300.000.000.-TL) kelime ve rakamlarının çıkartılmasına, yerlerine (takdiren 15.000.000.-TL) kelime ve rakamlarının yazılmasına,
SONUÇ: Hükmün böylece DÜZELTİLEREK ONANMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine, 30.11.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/14737 K:2007/1143 T:08.02.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/5510 K:2006/7378 T:15.06.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/11313 K:2006/301 T:26.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/14638 K: 2006/224 T: 24.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/11322 K: 2006/6 T: 23.01.2006
4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanununun 15/C maddesi gereğince kullanma hakkının BOTAŞ’a ait olduğu belirtilerek irtıfak hakkının Hazine adına tecil edilmesi gerekir.
Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılarak enerji nakil hattı geçirilen taşınmazın, irtifak hakkı karşılığının tahsili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği gorüşülüp düşünüldü: K: Dava, kamulaştırmasız el atılarak enerji nakil hattı geçirilen taşınmazın, irtifak hakkı karşılıgının tahsili istemine ilişkindir.
Mahkemece davanın kısmen kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı idare vekilince temyiz edilmiştir.
Mahkemece bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Tasınmazın kapama zeytin bahcesi olarak kabuluyle net zeytın gelirine göre değer biçilmesinde bir isabetsizlik gorulmemiştir. ancak;
1- Dava konusu taşınmazdan BOTAŞ lehine gecen irtifak haklarının taşınmazın değerine etkisi tartısılmadan, eksik incelemeyle metrekare birim fiyatının fazla tesbiti,
2- 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanununun 15/C maddesi gereğince kullanma hakkının davalı idareye ait olduğu belirtilerek irtıfak hakkının Hazine adına tecil edilmesi gerektiği gözetilmeden, davalı idare lehine tesciline karar verilmesi,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Davalı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine 23.01.2006 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/13872 K: 22006/3003 T:16.03.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1992/12673 K: 1992/17617 T: 7.9.1992
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1991/13140 K: 1991/30347 T: 11.10.1991
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/14298 K: 2006/269 T: 24.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/14298 K: 2006/269 T: 24.01.2006
Kamulaştırma Kanununun 23. maddesi uyarınca geri alım hakkının dogması için aynı amacın gerçekleşmesi için birden fazla taşınmaza mal birlikte kamulaştırıldığı takdirde bu taşınmaza malların durumunun bir bütün oluşturduğu kabul edilerek bunlardan en son kesinleşen kamulaştırma bedeli göz önüne alınarak karar verilmesi gerekir.
Taraflar arasındaki Kamulaştırılan taşınmazın amacına uygun olarak kullanılması nedeniyle Kamulaştırma Kanunun 23. maddesi uyarınca geri alım, men’i müdahale ve ecrimsil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın Men’i müdahale ve ecrimsil davasının reddine diğer davanın kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacılar ve davalı E: Belediye Başkanlığı vekilleri yönünden verilen dilekçeler ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği gorüşülüp düşünüldü.
Dava, Kamulaştırılan taşınmazın amacına uygun olarak kullanılması nedeniyle Kamulaştırma Kanunun 23. maddesi uyarınca geri alım, men-i müdahale ve ecrimsil istemine ilişkindir.
Mahkemece men’i müdahale ve ecrimsil talebinin reddine, geri alım isteminin kabulüne karar verilmiş hükum davacılar vekili ile davalı E: Belediye Başkanlığı vekilince temyiz edilmiştir.
1-Kamulaştırma Kanununun 23. maddesi uyarınca geri alım hakkının dogması için aynı amacın gerçekleşmesi icin bırden fazla tasınmaza mal birlikte kamulaştırıldığı takdirde bu taşınmaza malların durumunun bir bütün oluşturduğu kabul edilerek bunlardan en son kesinleşen kamulaştırma bedeli gözonüne alınarak karar verilmesi gerekir.
Bu nedenle aynı amaçla kamulaştırılan 115 ada 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 1, 11, 14, 15 parsel sayılı taşınmazların kamulaştırma bedellerinin kesinleşip kesinleşmediği araştırılmadan davanın süresinde acıldıgı kabul edilerek hükum kurulması,
2-Dava konusu taşınmazlarla ilgili olarak kamulaştırma bedelinin kesinlesme tarihinden itıbaren 5 yıl içinde kamulaştırma amacına uygun işlem yapılıp yapılmadığı hususu araştırılmadan eksik inceleme ile hüküm kurulması,Doğru görülmemiştir.
Davacılar vekili ve davalı E: Belediye Başkanlığı vekilinin temyiz itirazları yerinde olduğundan hükmün açıklanan nedenle H.U.M.K: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA,bozma nedenine göre sair temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına, peşin alınan temyiz harçlannın istenildiğinde ödeyenlere geri verilmesine, 24.01.2006 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/12570 K:2007/383 T:25.01.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2007/4020 K: 2007/6016 T: 10.5.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1990/22595 K: 1991/3467 T: 8.2.1991
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/14472 K: 2006/260 T: 24.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/14638 K: 2006/224 T: 24.01.2006
Davalının zilyetliğine, mahkemece gazete ile yapılan ilan tarihinden itibaren 30 gün içinde Hazine tarafından itiraz edilmiş olduğu halde kamulaştırma bedelinin ileride hak sahipliğini ispat edecek kişiye ödenmek üzere idarece ilamda belirtilen bankada açılacak üçer aylık vadeli hesaba blokesine karar verilmesi gerekir.
Taraflar arasındaki 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 19. maddesi uyarınca kamulaştırma bedelinin mahkemece tespiti ve taşınmazın davacı idare adına tescili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kabulüne dair verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü:
Dava, 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 19. maddesi uyarınca kamulaştırma bedelinin mahkemece tespiti ve taşınmazın davacı idare adına tescili istemine ilişkindir.
Davacı idare, tapuda kayıtlı olmayan dava konusu taşınmazın malın 3402 sayılı Kadastro Kanununun 16. maddesinde sayılan kamu mallarından olmadığını tespit etmiş, taşınmazı zilyetlikle iktisap iddiasında bulunan davalının zilyetliğine mahkemece gazete ile yapılan ilan tarihinden itibaren 30 gün icinde Hazine tarafından itiraz edilmiştir.
Mahkemece bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Alınan raporlar yasa hükumlerine uygundur. Arazi niteligindeki tasınmaza gelır metoduna gore dava tarihi itibariyle değer biçilerek karar verilmesinde bir isabetsizlik görülmemiştir. Ancak;
Davalının zilyetliğine, mahkemece gazete ile yapılan ilan tarihinden itibaren 30 gün içinde Hazine tarafından itiraz edilmiş olduğu halde 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 19/7. maddesi uyarınca tesbit edilen kamulaştırma bedelinin ileride hak sahipliğini ispat edecek kisiye ödenmek üzere idarece ilamda belirtilen bankada açılacak ucer aylık vadeli hesaba blokesi yerine, davalı zilyede odenmesine dair karar verilmesi,
Doğru degilse de; bu yanılgının giderilmesı yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden,
Gerekçeli kararın hüküm fıkrasının 3. paragrafının çıkarılmasına, yerine (Kamulaştırma bedeli olarak tesbit olunan 1.084.479.150.-TL.nin ileride hak sahipliğini ispat edecek kişiye ödenmek üzere bankada üçer aylık vadeli hesapta bloke edilmesine bedel ödenmişse, ileride hak sahibi olan ilgililerin dava açmakta muhtariyetine) cümlesinin yazılmasına,Hükmün böylece (DÜZELTİLEREK ONANMASINA) ve peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine 24.01.2006 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/390 K: 2004/2222 T: 04.03.2004
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi, E: 2006/3993 K: 22006/7504 T:19.06.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/3993 K: 2006/7504 T: 219.06.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1991/16767 K: 1991/28110 T: 25.9.1991
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/14371 K: 2006/267 T: 24.01.2006
Davaya konu taşınmaz imar planına dahil olmakla birlikte olduğu gibi bırakılan kadastro parseli olduğundan, ileride yapılacak imar düzenlemesi sırasında başka parsellerle şuyulandırılacağından kamulaştırmadan arta kalan bölümde bu nedenle değer azalışı verilemez
Taraflar arasındaki Kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı idare yönünden verilen dilekce ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, Kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir.
Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş hüküm davalı idare vekilince temyiz edilmiştir.
Bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Alınan rapor yontem bakımından, yasa hükumlerine uygundur. Arsa Niteligindekı taşınmaza emsal karşılastırılması yapılarak değer bicilmesinde bir isabetsizlik görülmemiştir. Ancak;
Dava konusu taşınmaz imar planına dahil olmakla birlikte olduğu gibi bırakılan kadastro parselidir. Taşınmazın kamulaştırmasız el atmadan arta kalan bölümü ileride yapılacak imar uygulaması sırasında başka parsellerle şuyulandırılacağından bu bölumde değer azalısı olamayacagı gozetılmeden, değer azalışı kabul eden rapora göre fazla bedele hükmedilmesi,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Davalı idare temyiz itirazları yerinde olduğundan hükmün açıklanan nedenle HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harçlarının istenildiğinde ödeyenlere geri verilmesine, 24.01.2006 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1996/735 K: 1996/3479 T: 7.3.1996
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1993/8654 K: 1993/12169 T: 22.6.1993
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/12410 K: 2005/1768 T: 25.2.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/12721 K: 2005/12801 T: 29.11.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/14472 K: 2006/260 T: 24.01.2006
Davaya konu taşınmaz imar planına dahil olmakla birlikte olduğu gibi bırakılan kadastro parseli olduğundan, ileride yapılacak imar düzenlemesi sırasında başka parsellerle şuyulandırılacağından kamulaştırmadan arta kalan bölümde bu nedenle değer azalışı verilemez
Taraflar arasındaki 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesine dayanan kamulaştırma bedelinin tespiti ve kamulaştırılan taşınmazın davacı idare adına tescili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı idare vekili yönünden verilen dilekce ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, 4650 sayılı Kanunla degişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesine dayanan kamulaştırma bedelinin tespiti ve kamulaştırılan taşınmazın davacı idare adına tescili istemine ilişkindir.
Kamulaştırılan tasınmaz mal ile emsalin üstün ve eksik yonleri belirlenip kıyaslaması yapılarak zeminine; uzerindeki yapıya resmi birım fiyatları esas alınarak, ağaçlara ise yaş, cins ve verim durumu dikkate alınmak suretiyle değer bicilmesinde ve tespit edilen bedelin bloke ettirilerek hükmün kesinleşmesi beklenmeden davalı tarafa ödenmesine karar verilmesinde bir isabetsizlik gorülmemiştir. Ancak;
Davaya konu tasınmaz imar planına dahil olmakla birlikte olduğu gibi bırakılan kadastro parseli olduğundan, ileride yapılacak ımar duzenlemesi sırasında başka parsellerle şuyulandırılacağından kamulaştırmadan arta kalan bölümde bu nedenle değer azalışı verilemeyeceği düşünülmeden değer azalışı eklenmek suretiyle fazla bedel tesbiti,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Davacı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, 24.01.2006 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/12124 K:2007/165 T:23.01.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1993/8654 K: 1993/12169 T: 22.6.1993
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/12410 K: 2005/1768 T: 25.2.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/12721 K: 2005/12801 T: 29.11.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/14639 K: 2006/218 T: 224.01.2006
Davalının zilyetliğine, mahkemece gazete ile yapılan ilan tarihinden itibaren 30 gün içinde Hazine tarafından itiraz edilmiş olduğu halde tespit edilen kamulaştırma bedelinin ileride hak sahipliğini ispat edecek kişiye ödemek üzere idarece ilanda belirtilen bankada açılacak üçer aylık vadeli hesaba blokesi yerine zilyede ödenmesine dair karar verilmesi doğru değildir.
Taraflar arasındaki 4650 sayılı Kanunla değişik Kamulaştırma Kanununun 19. maddesi uyarınca kamulaştırma bedelinin mahkemece tespiti ve taşınmazın davacı idare adına tescili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, davanın kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, 4650 sayılı Kanunla değişik Kamulaştırma Kanununun 19. maddesi uyarınca kamulaştırma bedelinin mahkemece tespiti ve taşınmazın davacı idare adına tescili istemine ilişkindir.
Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davacı idare vekilince temyiz edilmiştir.
Mahkemece bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Alınan raporlar yasa hükumlerine uygundur arazi niteliğindeki tasınmaza gelir metoduna gore dava tarihi itibariyle deger bicilerek karar verılmesinde bir isabetsizlik görülmemiştir. Ancak;
1- Davalının zilyetliğine, mahkemece gazete ile yapılan ilan tarihinden itibaren 30 gün içinde Hazine tarafından itiraz edilmiş olduğu halde 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 19/8 maddesi uyarınca tespit edilen kamulaştırma bedelinin ileride hak sahipligini ispat edecek kisiye ödemek üzere idarece ilanda belirtilen bankada açılacak ucer aylık vadeli hesaba blokesi yerine zilyede odenmesine dair karar verilmesı,
2- Dava konusu taşınmaz tapulu olduğu halde kamulaştırma haricinde kalan kısmında değer azalışı veren bilirkişi raporu esas alınarak davacı idare aleyhine fazla bedele karar verilmesi,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Davacı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde olduğundan hükmün açıklanan nedenle HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine, 24.01.2006 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/12120 K:2007/276 T:23.01.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/13004 K:2006/1225 T:09.02.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/390 K: 2004/2222 T: 04.03.2004
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi, E: 2006/3993 K: 22006/7504 T:19.06.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/13872 K: 2006/3003 T: 16.03.2006
Kamulaştırılan taşınmaz yol durumuna dönüştürüldüğünden 4721 sayılı T: M.K: ‘nun 999. maddesi uyarınca terkinine karar verilmesi gerektiği gözetilmeden davacı idare adına tesciline karar verilmesi doğru değildir.
Taraflar arasındaki 4650 Sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 10. maddesine dayanan kamulaştırma bedelinin tespiti ve kamulaştırılan taşınmazın davacı idare adına tescili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; davanın kabulüne dair verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı idare vekili yönünden verilen dilekce ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, 4650 Sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 10. maddesine dayanan kamulaştırma bedelinin tespiti ve kamulaştırılan taşınmazın davacı idare adına tescili istemine ilişkindir.
Kamulaştırılan taşınmaz mal ile emsalin üstün ve eksik yonleri belirlenip kıyaslaması yapılarak zeminine; binalara da resmi birim fiyatları esas alınarak, yıpranma payı da düsulerek deger biçilmesinde ve tespit edilen bedelin bloke ettirilerek hükmün kesinleşmesi beklenmeden davalı tarafa ödenmesine karar verilmesinde bir isabetsizlik görülmemiştir.
Ancak; Kamulaştırılan taşınmaz yol durumuna dönüştürüldüğünden 4721 sayılı T: M.K: ‘nun 999. maddesi uyarınca terkinine karar verilmesi gerektiği gözetilmeden davacı idare adına tesciline karar verilmesi doğru degilse de; bu yanılgının giderilmesi yenıden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden,
Gerekçeli kararın hüküm fıkrasının 1. bendindeki “davacı belediye adına tapuya tesciline” kelimelerinin çıkarılmasına, yerine “4721 sayılı T: M.K: ‘nun 999. maddesi uyarınca terkinine” kelimelerinin yazılmasına,
SONUÇ: Hükmün böylece DÜZELTİLEREK ONANMASINA, peşin alınan temyiz harcının Hazine’ye irad kaydedilmesine ve yeniden harç alınmasına yer olmadığına 16.03.2006 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/12570 K:2007/383 T:25.01.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/13547 K:2006/1560 T:16.02.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2007/4020 K: 2007/6016 T: 10.5.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1990/22595 K: 1991/3467 T: 8.2.1991
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/3714 K: 2006/7136 T: 212.06.2006
Davacı idare, kamulaştırmadan vazgeçme nedeniyle davalıya ödenmiş bulunan çekişmesiz bedelin ödenmesi için davalıya ihtarname keşide ve teblig ederek sure vermiştır. Verilen sürenin bitim tarihi ile paranın ödeme tarihi arasında geçen süre için yasal faize hükmedilmesi gerekir.
Taraflar arasındaki karşılıklı olarak açılıp birleştirilen idarenin kamulaştırmadan tek taraflı olarak vazgeçmesi nedeniyle ödenen ihtilafsız kamulaştırma bedelinin faiziyle birlikte tahsili, karşı dava ise idarenin vazgeçme kararının iptali davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın reddine dair verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı-karşı davalı İSKİ Genel Müdürlüğü vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, idarenin kamulaştırmadan tek taraflı olarak vazgeçmesi nedeniyle ödenen ihtilafsız kamulaştırma bedelinin faiziyle birlikte tahsili; karşı dava ise idarenin vazgecme kararının iptali istemine ilişkindir.
Mahkemece, yargılama sırasında taraflarca 01.04.2004 tarihinde bedelde uzlaşılarak 2942 sayılı Yasanın 4650 sayılı Yasayla değişik 8. maddesine gore dava konusu taşınmaz satın alındığından ve davacı İSKİ tarafından uzlasma konusu bedelden, dava konusu ihtilafsız bedel mahsup edildigınden konusu kalmayan alacak hakkında karar verilmesine yer olmadığına, dava konusu taşınmazın tapu kaydı davalıya devredilmediğinden bahisle faiz isteminin reddine karar verilmiş, hüküm davacı-karşı davalı İSKİ vekilince temyiz edilmiştir.
Borçlar Kanununun 101. maddesine göre muacel borcun borçlusu, alacaklının ihtarı ile mütemerrid olur. Davacı idare, kamulaştırmadan vazgeçme nedeniyle davalıya ödenmiş bulunan çekişmesiz bedelin ödenmesi için davalıya ihtarname keşide ve teblig ederek sure vermiştır. Kamulaştırılan ve idare adına oluşan tapunun iptali ayrı bir dava konusu olduğundan, verilen sürenin bitim tarihi olan 20.10.2001 gününden, paranın ödeme tarihi olan 05.05.2004 gününe kadar geçen süre için yasal faize hükmedilmesi gerektiğinin düşünülmemesi, doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Davacı idare vekilinin temyiz itirazı yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle HUMK’nın 428. maddesi gereğince (BOZULMASINA), peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene iadesine 12.06.2006 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/14810 K:2007/699 T:30.01.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/13647 K:2006/1360 T:13.02.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/14477 K:2006/444 T:26.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/14472 K: 22006/260 T:24.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1990/11770 K: 1990/29140 T: 30.10.1990
Kamulaştırma Kanunu’nun 8. maddesinde belirtilen satın alma usulü ile kamulaştırmadan söz edilebilmesi için kamulaştırma kararının alınmasından sonra idare kendi ihale komisyonu yoksa bu amaçla kuracağı komisyon aracılığıyla bedeli tespit ettirmesi ve mal sahibi ile bu bedelde açıkça anlaşması gerekir.
Taraflar arasındaki kamulaştırma bedelinin artırılması davasının reddine dair verilen hükmün duruşmalı olarak Yargıtay’ca incelenmesi taraf vekillerince verilen dilekçelerle istenilmiş, davacı vekilince de temyiz dilekçesinde duruşma isteminde bulunulmuş olmakla; dosyadaki kağıtlar okunup iş anlaşıldıktan sonra, gereği görüşülüp düşünüldü:
K: 1 – Dava, imar planında park ve yeşil saha ile yola ayrılan dava konusu taşınmazların idarece 22.9.1988 günlü encümen kararı ile kamulaştırılmaları sonucu metrekareye biçilen 40.000 lira değerin metrekareye 700.000 liraya çıkartılarak davacı payına düşen farkın yasal faizi ile tahsili istemine ilişkindir.
Kamulaştırma belgelerinden, Kamulaştırma Kanununun 8. maddesine uygun bir anlaşma yapılmadığı anlaşılmaktadır. Dosyada bulunan tapu kayıtlarına göre, dava konusu taşınmazlardaki davacı paylarına kıymet takdir komisyonunca biçilen bedel davacı tarafından alınarak, 14.2.1989 gününde ferağ verilmiştir. Bu ferağdan itibaren de sözü geçen Kanunun 14. maddesinde belirtilen süre içinde de bedele itiraz davası açılmıştır.
2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 8. maddesine göre, kamulaştırmanın varlığından söz edebilmek için kamulaştırma kararının alınmasından sonra idare kendi ihale komisyonu yoksa bu amaçla kuracağı komisyon vasıtasıyla bedeli tesbit ettirmesi ve mal sahibi ile bu bedelde açıkça anlaşılması gerekir. Akit tablosunun incelenmesinde de davacının açıkça bedele itiraz davası açmayacağına ilişkin bir beyanı olmadığı gibi aksine ferağdan bir gün önce bedel artırma davasını saklı tuttuğuna dair tapu sicil müdürlüğüne dilekçe de vermiştir. Biçilen değer üzerinden tapuda ferağ vermek, sözü geçen Yasanın 8. maddesine göre anlaşarak kamulaştırma niteliğinde de değildir. Bu yönler gözönünde tutulmadan, davacı tapudan ferağ verirken istimlak bedeline muvafakat ettiği kabul olunarak bu durumun sözü geçen Kanunun 8. maddesine uyduğundan sözedilerek davanın reddine karar verilmesi,
2- Davalı idare, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 38. maddesine göre taşınmaz malı iktisap ettiğini ileri sürdüğünden delillerin istenerek buna göre inceleme yapılması ve sonucuna göre karar verilmesi gerekirken bu hususta inceleme yapılmadan karar verilmesi,
Doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Taraf vekillerinin temyiz itirazları bu bakımlardan yerinde bulunduğundan hükmün açıklanan nedenlerle HUMK: nun 428. maddesi gereğince (BOZULMASINA) ve peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine, 30.10.1990 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/14810 K:2007/699 T:30.01.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/13647 K:2006/1360 T:13.02.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/14477 K:2006/444 T:26.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/14472 K: 22006/260 T:24.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1990/22595 K: 1991/3467 T: 8.2.1991
Kamulaştırılan arsadaki su kaynağı ticari işletme olarak çalıştırılmadığı için kamulaştırma bedeline kaynak bedeli ilave edilerek artırmaya gidilemez.
Taraflar arasındaki kamulaştırma değerinin artırılması davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; kamulaştırma değerinin artırılmasına dair verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla; dosyadaki belgeler okunup, iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava konusu arsanın değerinin tesbiti için iki kez bilirkişi incelemeleri yaptırılmıştır. Alınan raporlar arsaya değer biçme yöntemi bakımından yasa hükümlerine uygundur. Emsal incelenmiş, karşılaştırılması yapılmış, taşınmaz mala değer biçilmesinde bir isabetsizlik görülmemiştir. AncaK:
Taşınmaz malın içinde su kaynağı bulunduğu, bu nedenle kaynak bedelinin tarlanın sulu ve susuz olarak biçilen değeri arasındaki fark olduğu bilirkişilerce belirtilerek bedele ilave yapılmış ise de, taşınmaz mal arsa olduğuna ve su kaynağı da ticari işletme olarak çalıştırılmadığına göre arsaya emsal incelenerek biçilen değere hükmedilmesi gerekirken ayrıca kaynak bedeli ilave edilerek fazla artırmaya karar verilmesi doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Davalı vekilinin temyiz itirazları yerinde olduğundan hükmün açıklanan nedenlerle HUMK: nun 428. maddesi gereğince (BOZULMASINA) ve peşin alınan harcın istenildiğinde ödeyene geri verilmesine, 8.2.1991 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/14737 K:2007/1143 T:08.02.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/5510 K:2006/7378 T:15.06.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1997/15401 K: 1997/18281 T: 9.12.1997
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2003/13088 K: 2004/792 T: 9.2.2004
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1991/16767 K: 1991/28110 T: 25.9.1991
Başkası adına tapulu sahipsiz ve zilyedi tarafından iktisap edilmemiş yerin kamulaştırılmasında bina ve ağaçların bedeli zilyedine ödenir. Bunlara ilişkin bedel artırım davasını zilyet açabilir.
Taraflar arasındaki kamulaştırma değerinin artırılması davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; kamulaştırma değerinin artırılması davasının reddine dair verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla; dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra, gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, tapusuz taşınmaz mal üzerinde bulunan yapı ve ağaçların kamulaştırma bedelinin artırılması isteğine ilişkindir.
Mahkemece, davacının verilen mehle rağmen mülkiyet hakkının sübutuna dair dava açıp ilam, ibraz etmediğinden davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Kıymet takdir komisyonu raporunda yapının ve ağaçlarının zilyedinin davacı olduğu tesbit edilmiş, bedeli kendisine ödenmesi üzerine davacı arttırma davası açmıştır. İdare yapı ve ağaçların davacıya ait olduğunu önceden kabul ettiği gibi duruşmada da karşı çıkmamıştır.
2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 19/11. maddesine göre başkası adına tapulu sahipsiz ve zilyedi tarafından iktisap edilmemiş yerin kamulaştırılmasında bina ve ağaçların 11 ve 12. maddeler uyarınca takdir olunan bedeli zilyedine ödenir. Ağaç ve yapının davacıya ait olduğu idare tarafından da kabul edilmiş olduğundan mahkemece yukarıda sözü geçen Kanunun 15/4. maddesi gereğince oluşturulacak bilirkişi kuruluna dava konusu muhtesatın değeri tesbit ettirilerek doğacak sonuca göre karar verilmesi gerekirken davacıya mülkiyet hakkını ispat için dava açmak üzere mehil verilip, buna uyulmadığından söz edilerek davanın reddine karar verilmesi,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz nedenleri yerinde olduğundan hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle HUMK: nun 428. maddesi gereğince (BOZULMASINA) ve peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine, 25.9.1991 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1996/735 K: 1996/3479 T: 7.3.1996
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1993/8654 K: 1993/12169 T: 22.6.1993
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/12410 K: 2005/1768 T: 25.2.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/12721 K: 2005/12801 T: 29.11.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1991/21123 K: 1991/29239 T: 4.10.1991
İdarenin kamulaştırmadan tek taraflı olarak vazgeçmesi nedeniyle kamulaştırma bedelini geri vermek zorunda olan taşınmazın sahibi faiz ödemek zorunda değildir.
Taraflar arasındaki kamulaştırma değerinin artırılması davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, kamulaştırma değerinin artırılmasına dair verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı İdare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla; dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra, gereği görüşülüp düşünüldü:
K: Kamulaştırma Kanununun 21. maddesi uyarınca, İdarenin kamulaştırmadan tek taraflı olarak vazgeçmesi nedeniyle kamulaştırma bedelini geri verme durumunda kalan mal sahibi faiz borcu ile yükümlü değildir. Ancak; davacı böyle bir borcu bulunmadığını bildirerek davalı İdareye 8.100.000 TL. faiz olarak para ödemiştir. Borç olmayan bir şeyin bilerek ödenmesi durumunda geri istemek hakkı doğmaz. Bu bakımdan davanın reddine karar vermek gerekirken kabul edilmesi,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Davalı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde olduğundan hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle HUMK: nun 428. maddesi gereğince (bozulmasına) ve peşin alınan temyiz harcının istendiğinde ödeyene geri verilmesine, 4.10.1991 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1996/735 K: 1996/3479 T: 7.3.1996
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1993/8654 K: 1993/12169 T: 22.6.1993
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/12410 K: 2005/1768 T: 25.2.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/12721 K: 2005/12801 T: 29.11.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1991/13140 K: 1991/30347 T: 11.10.1991
Tapu harçları ve Kamulaştırma Kanunu’nun gerektirdiği giderler idarece ödenir.
Taraflar arasındaki kamulaştırmadan doğan itirazın iptali davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; davanın kabulüne, takibin devamına dair verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi taraf vekilleri yönünden süresinde verilen günlü dilekçelerle istenilmiş olmakla, dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, kamulaştırma nedeniyle davacının almış olduğu kamulaştırma bedelinden katma değer vergisi uygulaması yapılarak kesilen paranın kamulaştırmayı yapan idareden alınması istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiş; hüküm, taraf vekillerince temyiz edilmiştir.
2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 29. maddesine göre tapu harçları ve bu kanunun gerektirdiği giderler idarece ödenir. Bu maddenin yasaya konulmasındaki amaç taşınmaz malı kamulaştırılan kimseye kamulaştırma nedeniyle mali külfet yüklememek ve idare tarafından masraf yapıldığı takdirde bu masrafların idare üzerinde bırakılmasını sağlamaktır. Taşınmaz malı kamulaştırılan kimse, malını kar amacı ile elinden çıkarmamakta bir nevi zor alımı ile malı alınmaktadır. Bu gibi durumlarda verginin idare tarafından ödenmesi gerekir. Mahkemece itirazın iptali ile takibin devamına karar verilmesinde bir isabetsizlik bulunmadığından davalının bu yöne ilişkin temyiz itirazları ile davacının tüm temyiz itirazlarının reddinE: Ancak:
Reddedilen miktar için davalı idare yararına vekalet ücreti takdir edilmemesi, doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Davalı idare vekilinin temyiz itirazı bu bakımdan yerinde olduğundan hükmün açıklanan nedenle HUMK: nun 428. maddesi gereğince (BOZULMASINA) ve peşin alınan harcın istenildiğinde davalıya geri verilmesine, 11.10.1991 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/14721 K:2007/507 T:29.01.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/14025 K:2006/3154 T:20.03.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi, E: 2006/9276 K: 22006/12640 T:21.11.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1996/9026 K: 1996/9878 T: 17.6.1996
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/9709 K: 2006/833 T: 13.2.2006
Dava, kamulaştırılan taşınmazın davacı idare adına tescili talebine ilişkindir. Bu nevi davalarda tescile karar verilebilmesi için kamulaştırma evrakının taşınmaz sahiplerine usulüne uygun tebliğ edilmiş ve bu tebliğ üzerine idari ve adli yargıya başvurulmamış veya bu konuda açılan davaların kesin olarak sonuçlanmasına rağmen ferağ verilmemiş olması gerekir. Usule uygun tebligat yapılıp yapılmadığı araştırılmadan davanın kabulüne karar verilmesi hatalıdır.
DAVA: Dava dilekçesinde kamulaştırılan taşınmazın davacı adına tapuya tescili istenilmiştir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra, dosyadaki bütün kâğıtlar okunup gereği düşünüldü: K: Dava dilekçesinde ve mahkeme kararında belirlenmemiş olmakla birlikte dava Kamulaştırma Yasası’nın 17. maddesine dayalıdır.
Anılan yasa maddesi uyarınca tescile karar verilebilmesi için kamulaştırma evrakının taşınmaz mal sahiplerine yöntemince tebliğ edilmiş ve bu tebliğ üzerine kamulaştırma işlemine karşı idari ve adli yargıya başvurulmamış veya bu konuda açılan davaların kesin olarak sonuçlanmış olmasına karşın taşınmaz mal sahiplerinin ferağ vermemiş bulunması gerekir.
Somut olayda kamulaştırma evrakı taşınmaz malın tapu kayıt maliki olan İ. oğlu A’ya gazetede ilan yoluyla 28.02.1977 tarihinde tebliğ edilmiş ise de adı geçen kişinin kadastro çalışmalarının yapıldığı 1967 yılından daha önce ölmüş olduğu kadastro tutanağının incelenmesinden anlaşılmakla ölü kişi adına yapılan bu tebligat işlemi geçersizdir.
Kamulaştırma işlemi tapu kayıt maliki İ. oğlu A. yönünden geçerli bir tebliğe dayalı olarak kesinleşmediği gibi, adı geçenin mirasçılarına usulünce tebligat yapılıp yapılmadığı da araştırılmamıştır.
Mahkemece bu hususlar dikkate alınıp gereken araştırma yapılmadan, kesinleşmiş bir kamulaştırma işleminin varlığı kabul edilerek davanın kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar göz önünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK’nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, 13.02.2006 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1996/10128 K: 1996/10452 T: 25.11.1996
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1995/8651 K: 1995/10282 T: 17.10.1995
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1995/9225 K: 1995/10247 T: 16.10.19952942/11
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1994/5302 K: 1994/7146 T: 18.5.1994
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2002/19126 K: 2002/22601 T: 17.12.2002
Kamulaştırılan taşınmazın iadesine karar verilebilmesi için, kamulaştırmayı yapan idarece kamulaştırma bedelinin kesinleşmesinden itibaren 5 yıl içerisinde kamulaştırma amacına uygun hiçbir işlem veya tesisat yapılmamış olması ve taşınmazın olduğu gibi bırakılması gerekir. Aynı kamulaştırma kararı ile aynı amacın gerçekleşmesi için birden fazla taşınmaz birlikte kamulaştırıldığında bu taşınmazların durumunun bir bütün oluşturduğu kabul edilerek yukarıda açıklanan süre, bedeli en son kesinleşen taşınmaza göre belirlenir.
Kamulaştırılan taşınmazların bir bölümüne amaca uygun tesis kurulduğu mahallinde yapılan keşif ile sabit olduğundan davanın bu nedenle esastan reddine karar verilmesi gerekir.
DAVA: Taraflar arasındaki Kamulaştırma Kanununun 23. maddesine dayanan geri alma istemi davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosya daki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra ğereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, Kamulaştırma Kanununun 23. maddesine dayanan geri alma iste mine ilişkindir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı idare vekilince temyiz edilmiştir.
1-Sözü edilen madde uyarınca kamulaştırılan taşınmazın iadesine karar verilebilmesi için, kamulaştırmayı yapan idarece kamulaştırma bedelinin kesinleşmesinden itibaren 5 yıl içerisinde kamulaştırma amacına uygun hiçbir işlem veya tesisat yapılmamış olması ve taşınmazın olduğu gibi bırakılması gerekir. Aynı kamulaştırma kararı ile aynı amacın gerçeklemesi için birden fazla taşınmaz birlikte kamulaştırıldığında bu taşınmazların durumunun bir bütün oluşturduğu kabul edilerek yukarıda açıklanan süre, bedeli en son kesinleşen taşınmaza göre belirlenir.
Aynı amacın gerçekleşmesi için dava konusu taşınmazdan başka taşınmazlarında kamulaştırılıp kamulaştırılmadığı ve bedellerinin kesinleşip kesinleşmediği araştırılarak, davanın süresinde açılıp açılmadığı tespit edilmeden eksik inceleme ile davanın süresinde açıldığının kabulü,
2-Kabule göre de; Kamulaştırılan taşınmazın bir bölümüne amaca uygun tesis kurulduğu mahallinde yapılan keşif ve davacı vekilinin dava dilekçesindeki beyanları ile sabit olduğundan davanın bu nedenle esastan reddine karar verilmesi gerektiği düşünülmeden kabulüne karar verilmesi, Doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Davalı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle H.U.M.K: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine 17.12.2002 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/12852 K:2007/1147 T:06.02.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/14393 K:2007/199 T:23.01.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/12916 K:2006/1534 T:16.02.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1995/16779 K: 1995/18010 T: 3.11.1995
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2003/13088 K: 2004/792 T: 9.2.2004
Kamulaştırma Kanununun 23. maddesinde yazılı beş yıllık sürenin başlangıç tarihi; aynı gaye için yapılan kamulaştırmalarda, kamulaştırma bedeli en son kesinleşen taşınmaza göre belirlenir.
DAVA: Taraflar arasındaki kamulaştırılan taşınmazın 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 23. maddesi gereğince geriye alınması davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın reddine dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, kamulaştırılan taşınmazın 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 23. maddesi gereğince geriye alınması istemine ilişkindir.
Mahkemece süre yönünden davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı vekilince temyiz edilmiştir.
Kamulaştırma Kanununun 23. maddesinde yazılı beş yıllık sürenin başlangıç tarihi; aynı gaye için yapılan kamulaştırmalarda, kamulaştırma bedeli en son kesinleşen taşınmaza göre belirlenir.
Mahkemece aynı amacın gerçekleşmesi için kamulaştırılan taşınmazlar belirlenerek bu taşınmazların bir bütün oluşturduğu kabul edilip bedeli en son kesinleşen parsel tesbit edildikten sonra süre hesabı yapılması ve aynı amaç için kamulaştırılan parsellerin hiç birisinde, kamulaştırma amaç için işlem ve eylem yapılıp yapılmadığı araştırılarak sonucuna göre hüküm kurulması gerektiği düşünülmeden eksik incelenerek karar verilmesi, doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazı yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenle HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine, 09.02.2004 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/14737 K:2007/1143 T:08.02.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/5510 K:2006/7378 T:15.06.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/11313 K:2006/301 T:26.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1997/15401 K: 1997/18281 T: 9.12.1997
4. KAMULAŞTIRMASIZ EL ATMAYLA İLGİLİ YARGITAY KARARLARI
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/12274 K: 2005/988 T: 10.02.2005
Kamulaştırmasız el atılan taşınmazın bedelinin tespiti davasında; taraflara dava konusu taşınmaza yakın bölgelerden ve yakın zaman içinde satışı yapılan benzer yüzölçümlü satışları bildirmeleri için imkan tanınarak, lüzumu halinde resen emsal celbi yoluna gidilmesi ve bu emsallere göre değer biçilmesi için bilirkişi kurulu eşliğinde keşif yapılarak sonucuna göre hüküm kurulmalıdır.
Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kısmen kabulüne dair verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi taraf vekilleri yönünden verilen dilekçelerle istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü:
Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir. Mahkemece davanın kısmen kabulüne, kısmen reddine karar verilmiş, hüküm taraf vekillerince temyiz edilmiştir.
Bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Alınan rapr değer biçme yontemi bakımından yasa hükumlerine uygundur. Arsa niteliğindeki taşınmaza emsal karşılaştırması yapılarak değer biçilmesi doğrudur. Ancak;
Bilirkişi raporunda emsal olarak alınan taşınmazların satışları tapuda yapılan satış karşılığı bedeller degildir. Emsal alınan 6013 Ada 1 parselin bedeli kamulaştırma sonrası acılan kamulastırma bedelinın artırılması davası sonucunda belirlenen bedeldir. Diğer emsalin bedeli ise açılan tapu iptali ve tescil davası sırasında belirlenen bedeldir.
Bu nedenle bilirkişi kurulunca emsal alınan taşınmazların yukarıda açıklanan şekilde belirlenen bedellerin emsal alınamayacagı gözetilerek taraflara dava konusu taşınmaza yakın bölgelerden ve yakın zaman içinde satışı yapılan benzer yüzölçümlü satısları bildirmeleri icin imkan tanınarak luzumu halinde resen emsal celbi yoluna gidilmesı ve bu emsallere gore değer biçil-mesi için bilirkişi kurulu eşliğinde keşif yapılarak sonucuna göre hüküm kurulması gerektiği düşünülmeden eksik inceleme ile emsal olamayacak taşınmaz bedellerine göre değer biçilmesi,
Doğru görülmemiştir. Taraf vekillerinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle HUMK: nun 428. maddesi gereğince (BOZULMASINA), peşin alınan temyiz harçlarının istenildiğinde ödeyenlere geri verilmesine, 10.2.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/9847 K: 2005/12050 T: 14.11.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/11313 K: 2006/301 T: 26.1.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/9276 K: 2006/12640 T: 21.11.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/11313 K: 2006/301 T: 226.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/1256 K: 2005/1380 T: 17.02.2005
Kamulaştırmasız el atma davalarında, tek bilirkişi incelemesi yeterlidir. Birinci bilirkişi kurulu raporunun geçersiz olduğuna dair alınmış bir karar bulunmadığına göre, somut emsal alınan taşınmazla, dava konusu taşınmazın üstünlük oranları belirtilmeden m2 değeri belirlenmiştir.
Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılarak yol durumuna dönüştürülen zemin ile üzerindeki yapı ve ağaçların bedeli ve manevi tazminat davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kısmen kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi taraf vekilleri yönünden verilen dilekçelerle istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, kamulaştırmasız el atılarak yol durumuna dönüştürülen zemin ile üzerindeki yapı ve ağaçların bedeli ve manevi tazminat istemine ilişkindir.
Mahkemece davanın kısmen kabulüne karar verilmiş, hüküm taraf vekillerince temyiz edilmiştir.
Arsa niteliğindeki taşınmaza emsal karşılaştırması yapan birinci rapor ve yapıya da resmi birim fiyatları esas alınarak yıpranma payı da düşülmek suretiyle, ağaçlara da yaş, cins ve verim durumlarına göre maktuen değer bicen bilirkişi raporları yontem bakımından yasa hükumlerine uygundur. Ancak;
1- Kamulaştırmasız el atma davalarında, tek bilirkişi incelemesi yeterlidir. Birinci bilirkişi kurulu raporunun gecersiz olduğuna dair alınmıs bır karar bulunmadığına göre, somut emsal alınan taşınmazla, dava konusu taşınmazın üstünlük oranları belirtilmeden m2 değeri belirlenmiştir. Bu konudaki eksiklik, birinci bilirkişi kurulundan alınacak ek raporla giderildikten sonra hüküm kurmak gerekirken eksik inceleme ile hüküm kurulması,
2- Amme ihtiyacına tahsis edilmek uzere kamulaştırma yapma yetkisine sahip idare tarafından bir tasınmaza el atılarak imar yolu haline getirilmesi, yasadan doğan bir hak ve gorevdir. Yasadan doğan hakkın kullanılması sebebiyle manevi tazminat istemınde bulunulamayacagından, bu hususta açılan davanın reddi yerine, gerekçede gösterilen aksi düşüncelerle manevi tazminat isteminin kabulüne karar verilmesi,
3- Kamulaştırmasız el atma davalarında dava tarihinden öncesi için faize hükmedilemeyeceği düşünülmeden dava tarihinden önce olan el koyma gününden faiz yürütülmesi,
Doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Taraf vekillerinin temyiz itirazı yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenle HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harçlarının istenildiğinde ödeyenlere geri verilmesine 17.02.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2003/6474 K: 2003/8160 T: 12.6.2003
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/11313 K: 2006/301 T: 26.1.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/226 K: 2005/2995 T: 21.3.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/11677 K: 2006/300 T: 226.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/11095 K: 2005/1715 T: 24.02.2005
Taşınmazın kamulaştırmasız el atmadan arta kalan bölümü ileride imar uygulaması sırasında başka parsellerle şuyulandırılacağından, bu bölümde değer azalışı olamayacağı gözetilmelidir.
Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kısmen kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir.
Mahkemece davanın kısmen kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı idare tarafından temyiz edilmiştir.
Bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Alınan rapor değer bicme yöntemi bakımından yasa hükümlerine uygundur. Arsa niteliğindeki taşınmaza emsal mukayesesi yapılarak metrekare degerinin bicilmesinde bir isabetsizlik görülmemiştir. Ancak;
1-Dava konusu taşınmaz imar planına dahil olmakla birlikte olduğu gibi bırakılan kadastro parseldir. Taşınmazın kamulaştırmasız el atmadan arta kalan bölümü ileride imar uygulaması sırasında başka parsellerle şuyulandırılacağından, bu bölümde değer azalışı olamayacağı gözetilmeden, deger azalışı kabul eden rapora gore fazlaya hükmedilmesı,
2-Kararın hükum fıkrasında tasınmazın tapusunun iptal ve terkinine ilişkin bölümünde taşınmazın ada ve parsel numarasının yanlış yazılması,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Davalı idare vekilinin temyiz itirazı yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle H.U.M.K: nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine, 24.02.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/12852 K:2007/1147 T:06.02.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1995/16779 K: 1995/18010 T: 3.11.1995
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/14818 K: 2007/1818 T: 19.2.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2002/19126 K: 2002/22601 T: 17.12.2002
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/4004 K: 2005/5139 T: 28.04.2005
İmar planında yol olarak gösterilmeyen ve davacının parsellerinden geçen stabilize yoldan davalı idarenin el çektiği, imar planına uygun yollar açtığı dosya içeriğinden anlaşılmakla, vatandaşların davacının taşınmazından gelip geçmeleri, taşınmazda stabilize yolun oluşması davalı idarenin taşınmaza el attığını göstermeyeceğinden davanın reddine karar verilmesi isabetlidir.
Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın reddine dair verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü.
Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir. Mahkemece, davadan önce davalı idarenin el atmaya son verdiği gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiş, huk.um davacı vekilince temyiz edilmiştir.
İmar planında yol olarak gosterilmeyen ve davacının parsellerınden gecen stabilize yoldan davalı idarenin el çektiği, imar planına uygun yollar açtığı dosyada bulunan delillerden ve davacı tarafın beyanlarından anlaşılmıştır. Vatandaşların davacının taşınmazından gelip gecmeleri ve taşınmazda stabilize yolun oluşması davalı idarenın tasınmaza el attıgını gostermez. Bu nedenle davanın reddine karar verilmesinde bir isabetsizlik görülmemiştir.
Davacı vekilinin temyiz itirazları verinde olmadığından usul ve yasaya uygun olan hükmün (ONANMASINA),’peşin alınan temyiz harcının Hazineye irat kaydedilmesine ve yeniden harç alınmasına yer olmadığına 28.04.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2007/1189 K:2007/1910 T:20.02.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/8931 K: 2004/9431 T: 5.10.2004
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2002/17955 K: 2002/20473 T: 12.11.2002
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/11313 K: 2006/301 T: 226.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/7040 K: 2005/7804 T: 30.06.2005
Dava konusu taşınmaz belediye hudutları dahilinde bulunduğu gibi el atılarak yol haline getirilen bölümden yararlanan, yolun bakım ve onarımını yapan Belediye olduğundan diğer davalı Koy Hizmetleri Genel Müdürlüğü (İl Özel İdare Müdürlüğü) aleyhine acılan davanın reddine karar verilmesi gerekir.
Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılan taşınmaza müdahalenin men’i, kal, eski hale getirme tazminatı ve ecrimisil istemi davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı idareler vekilleri yönünden verilen dilekçelerle istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaza müdahalenin men’i, kal, eski hale getirme tazminatı ve ecrimisil istemi istemine ilişkindir.
Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı idare vekillerince temyiz edilmiştir.
Bilirkişi incelemeleri yaptırılmıştır. Alınan rapor değer bicme yöntemi, müdahalenin mevcut olup olmadığı ve eski hale getirme masraflarının belirlenmesi yönünden yasa hükümlerine uygundur. Ancak;
1- Dava konusu taşınmaz belediye hudutları dahilinde bulunduğu gibi el atılarak yol haline getirilen bölumden yararlanan, yolun bakım ve onarımını yapan Belediye olduğundan diger davalı Koy Hızmetleri Genel Müdürlüğü (İl Özel İdare Müdürlüğü) aleyhine acılan davanın reddine karar verilmesi gerektiğinin düşünülmemesi,
2- Bilirkişi kurulunca işgal tazminatı yönünden inceleme yapılmadığı gözetilerek bilirkişi kurulundan ek rapor alınmadan ecrimisile hükmedilmesi,
3- Eski hale getirme masrafları taşınmazın el atılan ve işe yaramaz hale gelen bölümleri bedelinden daha yüksek olduğundan, bilirkişi kurulunca taşınmazın yol haline getirilen bolümu ile ise yaramaz hale gelen kısmı degerlerı toplamlarının davalı Belediye Başkanlığı’ndan tahsili ile bu bölümlerin davacı üzerindeki tapusunun iptali ile yol olan kısmın tapudan terkinine, işe yaramaz hale gelen bölümün Belediye Başkanlığı adına tesciline karar verilmesi gerektiğinin düşünülmemesi, doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Davalı idareler vekillerinin temyiz itirazları yerinde olduğundan hükmün açıklanan nedenlerle HUMK’nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harçlarının istenildiğinde ödeyenlere geri verilmesine, 30.06.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/14867 K:2007/861 T:01.02.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/11678 K: 2006/302 T: 26.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/1062 K: 2005/4409 T: 14.4.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/13828 K: 2006/1425 T: 214.02.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/7381 K: 2005/10968 T: 217.10.2005
Kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili davasının açılabilmesi için, el atan idarenin söz konusu taşınmazda sahiplenme kastının bulunması gerektir.
Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılan zemin ve yapı bedelinin tahsili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kısmen kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi taraf vekilleri yönünden verilen dilekçelerle istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, kamulaştırmasız elatılan zemin ve yapı bedelinin tahsili istemine ilişkindir.
Mahkemece davanın kısmen kabulüne karar verilmiş, hüküm taraf vekillerince temyiz edilmiştir.
Dosyada yapılan incelemede; davacı idareye ait taşınmaz üzerindeki yapının davalı idare tarafından yıktırıldığından bahisle bedel talep edildiği görülmüştür.
Kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili davasının açılabilmesi için, el atan idarenin söz konusu taşınmazda sahiplenme kastının bulunması gerektir. Dosyadaki 20.05.1998 tarihli rapor yazısında davacı idareye ait dava konusu binanın duvarlarının yıkıldığı, tavan ahşaplarının tamamen çürüdüğü, tavanının çöktüğü ve yapının harabe haline gelmesi sebebiyle çevre sakinlerinin can ve mal güvenliği acısından hafriyatın biran önce kaldırılması gerektiğinin tesbit edildiği ve bu husustaki yazının da Vakıflar Bolge Müdürlüğune yollandığı belirlenmistir. Dıger taraftan duruşmada dinlenen dava konusu taşınmazın bulunduğu yer mahalle muhtarı ile aynı mahalle sakinlerinden Cahit Özkaloğlu birbirini tamamlayan beyanlarında, binanın tek katlı, çatısız, toprak ev niteliğinde olduğunu, binanın yıkılması için Belediye’ye müracaat ettiklerini, sahipsiz binanın kendiliğinden yıkıldığını ve enkazın taşınmazın yanında bulunan yerdeki kooperatif tarafından inşaat yapılırken kaldırıldığını söylemişlerdir.
Toplanan delilerden davalı belediyenin taşınmazı ve üzerindeki binayı sahiplenme kastı bulunmadığı, binanın çok eski olması nedeniyle kendiliğinden yıkılıp coktügu, enkazının da başka bir kooperatif ınsaatı sırasında kaldırıldığı anlaşıldığından açılan davanın reddine karar verilmesi gerekti gözetilmeden gerekçede gösterilen aksi düşüncelerle davanın kabulüne karar verilmesi,
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davacı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde olmadığından reddine, belirtilen sebeplerle davalı idare vekilinin temyiz itirazlarının kabulüne ve hükmün açıklanan nedenlerle H.U.M.K: nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde davalı idareye geri verilmesine ve aşağıda yazılı harçtan artan paranın istenildiğinde davacı idareye geri verilmesine, 17.10.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2007/1189 K:2007/1910 T:20.02.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/4765 K:2006/7603 T:20.06.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2002/17955 K: 2002/20473 T: 12.11.2002
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/11313 K: 2006/301 T: 226.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/13274 K: 2005/13111 T: 205.12.2005
Kamulaştırmasız el atmanın önlenmesi davalarında davacının tapu kaydında malik olması dava şartıdır. Bu nedenle; zilyedliğe dayanan davacının idare aleyhine actıgı kamulaştırmasız el atmanın onlenmesi davası hakkında red kararı verilmesi gerekir.
Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atmanın önlenmesi davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; davanın kabulüne dair verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı idare vekilince verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, kamulaştırmasız el atmanın önlenmesi istemine ilişkindir.
Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı idare vekilince temyiz edilmiştir.
Dosya içerisindeki kanıt ve belgelere, kararın dayandıgı gerekceye göre tapuya dayanan davacı B. yönunden vaki kamulastırmasız el atmanın onlenmesine karar verılmesinde bir isabetsizlik görülmemiştir.
Ancak; kamulaştırmasız el atmanın önlenmesi davalarında davacının tapu kaydında malik olması dava şartıdır. Bu nedenle; zilyedliğe dayanan davacı H’nin idare aleyhine actıgı kamulaştırmasız el atmanın onlenmesi davası hakkında red kararı verilmesi gerekirken, aksı düsuncelerle kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Davalı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle H.U.M.K: ‘nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine 05.12.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/13757 K:2007/232 T:23.01.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/4805 K: 2005/7248 T: 21.6.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/14818 K: 2007/1818 T: 19.2.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/226 K: 2005/2995 T: 21.3.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/11313 K: 2006/301 T: 226.01.2006
El atılan ve yol haline getirilen bolümün ana arter yollar listesinde olup olmadığı Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ndan sorulmadan, eksik inceleme ile İlçe Belediye Başkanlığı aleyhine hükum kurulması doğru değildir.
Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılan taşınmazlar bedelinin tahsili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalılardan Konak Belediye Başkanlığı vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmazlar bedelinin tahsili istemine ilişkindir.
Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı Konak Belediye Başkanlığı vekilince temyiz edilmiştir.
Bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Dava konusu taşınmazın arsa niteliğinde kabulü doğrudur. Alınan rapor ise hüküm kurmaya yeterli değildir. Şöyle ki;
1-Dava konusu taşınmaz Karabağlar mahallesinde, emsal taşınmaz ise Sultaniye mahallesindedir. Karabağlar mahallesinde değerlendirme tarihine yakın zaman içinde satışı yapılan, benzer yüzolcümlu emsal satışların bulunması doğaldır. Bu durumda taraflara, emsal satısları bildirmeleri imkan tanınması, gerektiginde resen emsal celbi yoluna gidilmesi ve bu emsallere gerı değer biçilmesi için yeniden oluşturulacak bilirkişi kuruluyla keşif yapılarak sonucuna göre hüküm kurulması gerektiğinin düşünülmemesi,
Kabule göre de;
2- El atılan ve yol haline getirilen bolümün ana arter yollar listesinde olup olmadığı İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ndan sorulmadan, eksik inceleme ile Konak Belediye Başkanlığı aleyhine hükum kurulması,
3- Degerlendirme tarihi olan 2003 yılında dava konusu taşınmaz ile, bilirkişi kurulunca emsal kabul edilecek tasınmazların, Arsa Metrekare Rayic Bedeli Takdir Komisyonu tarafından belırlenen emlak vergisine esas olan m2 değerlerinin, ilgili Belediye Başkanlığı Emlak Vergi Dairesinden istenip, dava konusu taşınmazın, emsal taşınmazlara göre üstünlük oranı yönünden bilirkişi kurulu raporu da denetlenmeden eksik inceleme ile hüküm kurulması,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Davalı Konak Belediye Başkanlığı vekilinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine, 26.01.2006 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/11677 K: 2006/300 T: 26.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/9847 K: 2005/12050 T: 14.11.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/6108 K: 2005/6008 T: 23.5.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/9684 K: 2005/9953 T: 27.9.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/11677 K: 2006/300 T: 226.01.2006
Muhtesata kamulaştırmasız el atma nedeniyle bedel davası açılabilmesi için davacının öncelikle muhtesatın mülkiyetinin kendisine ait olduğunu mahkeme karar ile ispatlanması gerekir.
Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılan taşınmazdaki mütemmim cüzlerin davacıya aidiyetinin tesbiti ile bedellerinin tahsili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün duruşmalı olarak Yargıtay’ca incelenmesi taraf vekillerince verilen dilekçelerle istenilmiş ise de dava değeri on milyarı aşmadığından duruşma isteminin reddiyle incelemenin evrak üzerinde yapılmasına karar verilerek dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra geregi görüşülüp düşünüldü: K: Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmazdaki mütemmim cüzlerin davacıya aidiyetinin tesbiti ile bedellerinin tahsili istemine ilişkindir.
Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiş, hükum taraf vekillerince temyiz edilmiştir. Bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır.
1- Muhtesata kamulastırmasız el atma nedeniyle bedel davası açılabilmesi icin davacının oncelıkle muhtesatın mülkiyetinin kendisine ait olduğunu mahkeme karar ile ispatlanması gerekir. Ergani Asliye Hukuk Mahkemesinin 1997/1280 Esas, 2000/89 Karar sayılı davacının Hazine, Köy Muhtarlığı ve Orman Genel Müdürlüğü aleyhine actığı tescil davasının kabul edildiği henüz kesinleşmediği gozetilerek tescil davasının kesinleşmesi beklenmeden; tescil edilen tasınmaz üzerindeki muhtesatın davacıya ait olduğunun kabulü ile hükum kurulması,
2- Davada Maliye Hazinesı taraf olarak gösterilmesine rağmen kararın hüküm fıkrasında Hazine hakkında olumlu veya olumsuz karar verilmemesi,
Doğru görülmemiştir. SONUÇ: Taraf vekillerinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, bozma sebebine göre sair itirazların şimdilik incelenmesine yer olmadığına, peşin alınan temyiz harçlarının istenildiğinde ödeyenlere geri verilmesine 26.01.2006 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/13277 K:2007/932 T:05.02.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/14025 K: 2006/3154 T: 20.03.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2003/14174 K: 2004/2649 T: 11.3.2004
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2008/2875 K: 2008/5725 T: 29.4.2008
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/13828 K: 2006/1425 T: 214.02.2006
Taşınmaza okul alanı, park alanı ve yol olarak kısmen al atılmıştır. Davaya konu yer altından geçirilen irtifak hakkının taşınmazın yol, park ve okul yeri olarak el atılan bölümlerinden mı, yoksa bunlardan arta kalan kısımlarından mı geçirildiği belirlenip çaplı krokiye bağlatılarak irtifak hakkının kamulaştırmasız el atmadan arta kalan bölümünden geçirilmesi halinde irtifak hakkı karşılığının tahsiline karar verilmesi gerekir
Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılarak yol ve enerji nakil hattı geçirilen park ve İlköğretim okulu yapılan taşınmaz bölümlerinin bedelinin tahsili davasının kısmen kabul, kısmen reddine dair verilen yukarıda tarih ve numaralan yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi taraf vekillerince verilen dilekçelerle istenilmiş T: …A.Ş. (A.) vekilince de duruşma isteminde bulunulmuş olmakla duruşma için belirlenen 14.02.2006 günü aleyhine temyiz olunan davacılar vekili Avukat M/in yüzüne karşı, usulüne göre çağrı kağıdı gönderilmesine rağmen gelmediklerinden temyiz eden davalılar vekilinin yokluğunda duruşmaya başlanarak temyiz isteminin süresinde olduğu görülüp, davacılar vekilinin sözlü açıklamaları dinlendikten sonra dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü.
Dava, kamulaştırmasız el atılarak yol ve enerji nakil hattı geçirilen, park ve İlköğretim okulu yapılan taşınmaz bölümlerinin bedelinin tahsili istemine ilişkindir.
Mahkemece, Milli Eğitim Bakanlığı aleyhine açılan davanın husumet yönünden reddine, diğer davalılar yönünden ise davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm aleylerine hüküm kurulan davalı idareler vekillerince temyiz edilmiştir.
Bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Alınan rapor değer biçme yöntemi bakımında yasa hükümlerine uygundur. Arsa niteliğindeki taşınmaza emsal karşılaştırması yapılarak değer biçilmesinde ve taşınmaza yol, park ve okul yapan idarelerden bedelinin tahsiline karar verilmesinde bir isabetsizlik görülmediği gibi irtifak hakkı karşılığının belirlenmesi de doğrudur. Bu nedenle I. Büyükşehir Belediye Başkanlığı K: Belediye Başkanlığı ile İ. İl Özel İdaresi vekillerinin temyiz itirazları yerinde görülmemiştir.
Diğer davalı T: ..A.Ş. (A.) vekilinin temyizine gelince; Taşınmaza okul alanı, park alanı ve yol olarak kısmen al atılmıştır. Davaya konu yer altından geçirilen irtifak hakkının taşınmazın yol, park ve okul yeri olarak el atılan bölümlerinden mı, yoksa bunlardan arta kalan kısımlarından mı geçirildiği belirlenip çaplı krokiye bağlatılarak irtifak hakkının kamulaştırmasız el atmadan arta kalan bölümünden geçirilmesi halinde irtifak hakkı karşılığının tahsiline karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile hüküm kurulması,
Doğru görülmemiştir. Davalı T: ..A.Ş. (A.) vekilinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle H.U.M.K: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde T: …A.Ş. (A.) ödeyene geri verilmesine ve aşağıda yazılı kalan onama harçlannın temyiz edenlerden alınmasına 14.02.2006 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/12062 K:2006/13227 T:04.12.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/11220 K: 2006/62 T: 23.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/7984 K: 2005/11638 T: 227.10.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2007/3395 K: 2007/7323 T: 5.6.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/226 K: 2005/2995 T: 21.3.2005
Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir. Hüküm altına alınan alacağın tamamına dava tarihinden itibaren faiz işletilmesi gerekir.
DAVA: Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi taraf vekilleri yönünden verilen dilekçelerle istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm taraf vekillerince temyiz edilmiştir.
Dava konusu taşınmazın arsa niteliğinde kabulü ile emsal karşılaştırması yapılarak değerinin tespit edilmesinde bir isabetsizlik görülmemiştir. Bu nedenle davalı idare vekilinin temyiz itirazlarının reddine,
Davacı vekilinin temyiz itirazlarına gelince; 1) Dava konusu taşınmazın değeri dava tarihi olan 11.04.2003 tarihi esas alınarak tespit edildiğine göre; hüküm altına alınan alacağın tamamına dava tarihinden itibaren faiz işletilmesi gerektiği düşünülmeden, alacağın 1.000.000.000.TL ‘lik kısmına 20.05.2003 tarihinden, ıslah ve arttırılan kısmına ise 09.12.2003 tarihinden itibaren faiz işletilmesi,
2) Gerekçeli kararın hüküm fıkrasının (1) numaralı bendinin ikinci paragrafında, dava konusu taşınmazdaki davacıya ait 482/20375 oranındaki pay yerine, yazım hatası sonucu 483/20375 oranındaki payın iptaline karar verilmesi,
Doğru değil ise de; bu yanılgıların giderilmesi yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden,
A)Gerekçeli kararın hüküm fıkrasının (1) numaralı bendinin birinci paragrafından (1.000.000.000.TL’lik kısmına 20.05.2003 dava tarihinden, 25.858.000.000.TL ‘lik kısmına ıslah tarihi olan 09.12.2003 tarihinden itibaren değişken yasal faizi ile kelimelerinin çıkartılarak yerine (dava tarihi olan 11.04.2003 tarihinden itibaren yasal faizi ile) kelimelerinin yazılmasına,
SONUÇ: B) Gerekçeli kararın hüküm fıkrasının (1) numaralı bendinin ikinci paragrafında yer alan (483/20375) rakamlarının çıkartılarak yerine (482/20375) rakamlarının yazılmasına ve hükmün böylece DÜZELTİLEREK ONANMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde davacıya iadesine, davalıdan peşin alınan temyiz harcının Hazineye irad kaydedilmesine ve yeniden harç alınmasına yer olmadığına, 21.03.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/13746 K:2007/298 T:23.01.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi, E: 2005/13127, K: 2006/5552, T: 04.05.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/4805 K: 2005/7248 T: 21.6.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2002/8727 K: 2002/13818 T: 17.6.2002
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/9684 K: 2005/9953 T: 27.9.2005
Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili davasıdır. Davalı idare tarafından el atılarak yol haline getirilen bölümler kamuya tahsis edilebilecek yol niteliğinde olmayıp özel yol olarak kullanıldığından davacılar üzerinde bu bölümlere ilişkin tapu kaydının iptali ile davalı idare adına tescil edilmesi gerekirken, yol olarak tapudan terkinine karar verilmesi, isabetsizdir.
DAVA: Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Mahkemece, bozma kararına uyulmak suretiyle inceleme ve işlem yapılarak hüküm kurulmuştur.
Bilirkişi incelemeleri yaptırılmıştır. Hükme esas alınan rapor değer biçme yöntemi bakımından yasa hükümlerine uygundur. Ancak;
1-Davacılardan Birol oğlu Mehmet Aydın, Ahmet Aydın, Emcet Aydın, İdris Aydın, Gül Aydın mirasçıları İdris Aydın, Fahrettin Aydın ve Fahriye Aydın yargılama devam ederken dava konusu taşınmazlardaki paylarını davacılar dışındaki 3. kişilere satmaları sonucu davada sıfatları kalmadığından adı geçen davacılar yönünden davanın reddi ile paylarını devralan 3. kişilere davanın ihbar edilmesi gerektiğinin düşünülmemesi,
2-Davacıların paydaş bulunduğu dava konusu 207 parsel sayılı taşınmaza davalı idare tarafından el atılmadığı sabit olduğu halde bu parsel hakkında herhangi bir karar verilmemesi,
3-Davalı idare tarafından el atılarak yol haline getirilen bölümler kamuya tahsis edilebilecek yol niteliğinde olmayıp özel yol olarak kullanıldığından davacılar üzerinde bu bölümlere ilişkin tapu kaydının iptali ile davalı idare adına tescil edilmesi gerekirken, yol olarak tapudan terkinine karar verilmesi,
4-Davanın kabul edilen kısmına göre hesaplanan 2.053.810.152-TL. karar harcından davacılar tarafından yatırılan 1.586.500.000-TL. peşin harcın mahsubu ile kalan 467.310.132-TL. harcın davalıdan tahsiline, davacılar tarafından peşin harç olarak yatırılan 1.586.500.000-TL.’nin davalı idareden alınarak davacılara ödenmesine karar verilmesi gerekirken, infazda duraksamaya neden olacak tarzda hüküm kurulması,
SONUÇ: Davalı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle HUMK’nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine, 27.09.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/13757 K:2007/232 T:23.01.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/4805 K: 2005/7248 T: 21.6.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/14818 K: 2007/1818 T: 19.2.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2003/6474 K: 2003/8160 T: 12.6.2003
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/11313 K: 2006/301 T: 26.1.2006
Kamulaştırmasız el atılan taşınmazın değeri tespit edilirken yakın bölgedeki ve yakın zamanlı taşınmaz satışlarının emsal alınması gerekir.
El atılan taşınmazın yol olması karşısında bu yoldan Büyükşehir Belediye Başkanlığının mı yoksa İlçe Belediye Başkanlığının mı sorumlu olması gerektiğinin araştırılması gerekir.
DAVA: Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılan taşınmazlar bedelinin tahsili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalılardan Konak Belediye Başkanlığı vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmazlar bedelinin tahsili istemine ilişkindir.
Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı Konak Belediye Başkanlığı vekilince temyiz edilmiştir.
Bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Dava konusu taşınmazın arsa niteliğinde kabulü doğrudur. Alınan rapor ise hüküm kurmaya yeterli değildir. Şöyle ki;
1- Dava konusu taşınmaz Karabağlar mahallesinde, emsal taşınmaz ise Sultaniye mahallesindedir. Karabağlar mahallesinde değerlendirme tarihine yakın zaman içinde satışı yapılan, benzer yüzölçümlü emsal satışların bulunması doğaldır. Bu durumda taraflara, emsal satışları bildirmeleri imkan tanınması, gerektiğinde resen emsal celbi yoluna gidilmesi ve bu emsallere geri değer biçilmesi için yeniden oluşturulacak bilirkişi kuruluyla keşif yapılarak sonucuna göre hüküm kurulması gerektiğinin düşünülmemesi,
Kabule göre de;
2- El atılan ve yol haline getirilen bölümün ana arter yollar listesinde olup olmadığı İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı’ndan sorulmadan, eksik inceleme ile Konak Belediye Başkanlığı aleyhine hüküm kurulması,
3- Değerlendirme tarihi olan 2003 yılında dava konusu taşınmaz ile, bilirkişi kurulunca emsal kabul edilecek taşınmazların, Arsa Metrekare Rayiç Bedeli Takdir Komisyonu tarafından belirlenen emlak vergisine esas olan m2 değerlerinin, ilgili Belediye Başkanlığı Emlak Vergi Dairesinden istenip, dava konusu taşınmazın, emsal taşınmazlara göre üstünlük oranı yönünden bilirkişi kurulu raporu da denetlenmeden eksik inceleme ile hüküm kurulması,
Doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Davalı Konak Belediye Başkanlığı vekilinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine, 26.01.2006 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/9847 K: 2005/12050 T: 14.11.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/14284 K:2007/202 T:23.01.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1994/10381 K: 1994/12506 T: 14.6.1994
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/9110 K: 2004/10086 T: 18.10.2004
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2003/6474 K: 2003/8160 T: 12.6.2003
Kamulaştırma Kanununun değer biçmeye ilişkin hükümleri kamulaştırmasız el atma davalarında da kıyasen uygulanır. Arsalara kamulaştırma gününden önceki özel amacı olmayan emsal satışlara göre değer biçilmesi gerekir.
DAVA: Taraflar arasındaki imar uygulaması sırasında düzenleme ortaklık payı olarak alınması gereken miktardan fazla alınan bölüm bedelinin tahsili istemi davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kısmen kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, imar uygulaması sırasında düzenleme ortaklık payı olarak alınması gereken miktardan fazla alınan bölüm bedelinin tahsili istemine ilişkindir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı idare vekilince temyiz edilmiştir.
1- Dava konusu taşınmaz arsa niteliğindedir. Kamulaştırma Kanununun değer biçmeye ilişkin hükümleri kamulaştırmasız el atma davalarında da kıyasen uygulanır. 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 11/3-g maddesi uyarınca arsalara kamulaştırma gününden önceki özel amacı olmayan emsal satışlara göre değer biçilmesi gerekir.
Bilirkişi kurulunca dava konusu taşınmazın konumu ve piyasa rayicinden söz edilerek soyut ifadelerle değer biçildiğinden bu rapora göre hüküm kurulması mümkün değildir.
Taraflara emsal göstermeleri için yeniden imkan tanınması, lüzumu halinde resen emsal celbi yoluna gidilmesi ve dava konusu taşınmaz değerinin emsal karşılaştırması suretiyle tespiti için bilirkişi kurulundan ek rapor alınması mümkün olmadığı takdirde yeniden keşif yapılıp sonucuna göre karar verilmesi gerektiği gözetilmeden, eksik inceleme ile hüküm kurulması,
2- Avukatlık Kanununun 164/son maddesi uyarınca mahkemece hükmedilen vekalet ücreti davayı takip eden avukata ait ise de; bu husus avukat ile ona vekalet verenin iç meselesidir. Vekalet ücretinin taraflar yerine vekilleri lehine hüküm altına alınması ve yalnız vekalet ücretine hükmetmek gerekirken ayrıca Katma Değer Vergisinin de tahsiline karar verilmesi,
Doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Davalı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle H.U.M.K: nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine 12.06.2003 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/13746 K:2007/298 T:23.01.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi, E: 2005/13127, K: 2006/5552, T: 04.05.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2002/8727 K: 2002/13818 T: 17.6.2002
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/14818 K: 2007/1818 T: 19.2.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/6108 K: 2005/6008 T: 23.5.2005
va, kamulaştırmasız el atılan taşınmaza müdahalenin önlenmesi ve ecrimisil istemine ilişkindir. Davacı taraf yeni maddi vakıalara dayanarak taşınmaza kesinleşen karardan sonra el atıldığını iddia etmediği gibi, ispat da etmemiştir. Nitekim dava dilekçesinde eski maddi vakıalara dayandığı gibi mahallinde yapılan keşifte dinlenen taraf tanıklarının beyanları mahkemece zapta geçirilen gözleme göre de taşınmazlara idarenin böyle bir el atması da söz konusu değildir.
DAVA: Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılan taşınmaza müdahalenin önlenmesi ve ecrimisil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün duruşmalı olarak Yargıtay’ca incelenmesi davalı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş, dosyada davetiye giderleri bulunmadığından duruşma isteminin reddiyle incelemenin evrak üzerinde yapılmasına karar verilerek dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaza müdahalenin önlenmesi ve ecrimisil istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı idare vekilince temyiz edilmiştir.
Davacı yan vekilince davalı idare aleyhine açılan kamulaştırmasız el atma nedeniyle taşınmaz bedelinin tahsili davasında verilen ve Yargıtay’dan da geçerek kesinleşen kararda davalı idarenin dava konusu taşınmaza el atmadığı kesin olarak belirlenmiş ve el atılmadığı yönünde kesin hüküm oluşmuştur.
Bu davada davacı taraf yeni maddi vakıalara dayanarak taşınmaza kesinleşen karardan sonra el atıldığını iddia etmediği gibi, ispat da etmemiştir. Nitekim dava dilekçesinde eski maddi vakıalara dayandığı gibi mahallinde yapılan keşifte dinlenen taraf tanıklarının beyanları mahkemece zapta geçirilen gözleme göre de taşınmazlara idarenin böyle bir el atması da söz konusu değildir.
Davanın yukarıda yazılı gerekçelerle reddine karar verilmesi gerekirken kabulüne karar verilmesi,
SONUÇ: Davalı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde olduğundan hükmün açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, 23.05.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/13746 K:2007/298 T:23.01.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi, E: 2005/13127, K: 2006/5552, T: 04.05.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2002/8727 K: 2002/13818 T: 17.6.2002
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/14818 K: 2007/1818 T: 19.2.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2008/2875 K: 2008/5725 T: 29.4.2008
Taşınmazına kamulaştırmasız el atılan şahsın taşınmaz bedelini talep etme hakkı olduğu gibi, el atmanın önlenmesini isteme hakkı da mevcuttur. Davacının bu seçimlik haklardan tercihinin aksini kullanması için zorlanması mümkün değildir. İdarenin ise kamulaştırmasız el attığı taşınmazı kamu hizmetine tahsis için her aşamada kamulaştırma olanağı da vardır.
DAVA: Taraflar arasındaki el atmanın önlenmesi, kal ve ecrimisil davasının reddine dair verilen yukarıda tarih ve numaraları yazılı hükmün duruşmalı olarak Yargıtay’ca incelenmesi davacı vekili tarafından verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla duruşma için belirlenen 29.04.2008 günü temyiz eden davacı vekilinin yüzüne karşı usulüne göre çağrı kağıdı gönderilmesine rağmen gelmediğinden aleyhine temyiz olunan davalı idareler vekillerinin yokluklarında duruşmaya başlanarak temyiz isteminin süresinde olduğu görülüp, davacı vekilinin sözlü açıklamaları dinlendikten sonra, dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, el atmanın önlenmesi, kal ve ecrimisil istemine ilişkindir. Mahkemece, davalı Antalya Büyükşehir Belediye Başkanlığı hakkındaki davanın husumetten reddine, davalı Muratpaşa Belediye Başkanlığına yönelik davanın ise koşulları oluşmadığından reddine karar verilmiş, hüküm davacı vekilince temyiz edilmiştir.
Bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Dava konusu taşınmazın 272 m²’lik bölümüne yol ve tretuvar olarak el atıldığı, el atılan kısmın ana arter niteliğinde olmayan yola dönüştürüldüğü anlaşıldığından Antalya Büyükşehir Belediye Başkanlığı yönünden husumet yokluğu nedeniyle davanın reddine karar verilmesinde bir isabetsizlik görülmemiştir.
Ancak 16.05.1956 gün ve 1-6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararına göre taşınmazına kamulaştırmasız el atılan şahsın taşınmaz bedelini talep etme hakkı olduğu gibi, el atmanın önlenmesini isteme hakkı da mevcuttur. Davacının bu seçimlik haklardan tercihinin aksini kullanması için zorlanması mümkün değildir. İdarenin ise kamulaştırmasız el attığı taşınmazı kamu hizmetine tahsis için her aşamada kamulaştırma olanağı da vardır. Bu itibarla dosya içeriğinden dava konusu taşınmaza kamulaştırmasız el attığı anlaşılan Muratpaşa Belediye Başkanlığı hakkında açılan davada işin esasına girilerek hüküm kurulması gerektiği gözetilmeden yazılı gerekçelerle davanın reddine karar verilmesi, Doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazları yerinde olduğundan hükmün açıklanan nedenle HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, davacıdan peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde geri verilmesine, temyiz eden davacı yararına yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi uyarınca takdir olunan 550,00-YTL. vekalet ücretinin karşı tarafa yükletilmesine, 29.04.2008 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/13277 K:2007/932 T:05.02.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/14867 K:2007/861 T:01.02.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/14025 K: 2006/3154 T: 20.03.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2003/14174 K: 2004/2649 T: 11.3.2004
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2002/17955 K: 2002/20473 T: 12.11.2002
Taşınmazın tapu kaydı üzerine Kamulaştırma Kanununun 7. maddesine uygun olarak kamulaştırma şerhi konulması fiili el atma olarak kabul edilmez ve fiili el atmayı başlatmaz.
DAVA: Dava, 2942 sayılı Kamulaştırma Yasasının 38. maddesinde belirtilen hak düşürücü süre nedeniyle reddine dair verilen yukarıda tarih ve numaraları yazılı hükmün duruşmalı olarak Yargıtay’ca incelenmesi davacılar vekili tarafından verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla Duruşma için belli edilen 02.07.2002 günlü belli saatte Temyiz eden davacılar vekili Avukat A. H.’a usulüne göre çağrı kağıdı gönderilmesine rağmen gelmediğinden aleyhine temyiz olunan davalı idare vekilinin yüzüne karşı duruşmaya başlanarak Temyiz isteminin süresinde olduğu görülüp davalı idare vekilinin sözlü açıklamaları dinlendikten sonra Dairemizin geri çevirme kararı üzerine noksanlıkları tamamlanarak gelen dosyadaki kağıtlar okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, kamulaştırmasız el atmaya dayanan bedel istemine ilişkindir. Mahkemece davanın Kamulaştırma Kanununun 38. maddesinde yazılı 20 yıllık hak düşürücü sürenin geçtiğinden bahisle reddedilmiş, hüküm davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Kamulaştırma Kanununun 38. maddesindeki hak düşürücü süre taşınmaza fiilen el atma tarihinden başlar.
1-Taşınmazın tapu kaydı üzerine Kamulaştımıa Kanununun 7. maddesine uygun olarak kamulaştırma şerhi konulması fiili el atma olarak kabul edilmez ve fiili el atmayı başlatmaz. Dava dilekçesinde dava konusu taşınmaza kamulaştırma şerhinin konulması tarihinde fiilen el atıldığına dair beyan da bağlayıcı olmadığı gibi el atma tarihi konusunda kanaat verici nitelikte değildir.
Dava konusu taşınmaza tali yol ve park yapılmak suretiyle el atıldığına göre taraflardan delilleri sorulmak, gösterdikleri takdirde tanıklar dinlenmek suretiyle fiili el atma tarihinin kesin olarak belirlenmesi ve sonucuna göre karar verilmesi gerektiği gözetilmeden eksik inceleme ile 20 yıllık hak düşürücü süreden davanın reddine karar verilmesi,
2-Kabule göre; Davanın hak düşürücü süre içinde açılması dava şartıdır. Dava şartının yokluğu sebebiyle davanın reddedilmesi halinde maktu vekalet ücretine hükmedilmesi gerektiğinin düşünülmemesi, Doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenle H.U.M.K: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine 12.11.2002 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/14867 K:2007/861 T:01.02.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/13928 K:2007/490 T:29.01.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/11678 K: 2006/302 T: 26.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/1062 K: 2005/4409 T: 14.4.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/14818 K: 2007/1818 T: 19.2.2007
Dava konusu taşınmaza fiili el atma tarihi itibariyle Kamulaştırma Kanununun 38. maddesinde belirtilen hak düşürücü süre dolmadığından davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken, yasal olmayan gerekçelerle davanın reddine karar verilmesi, doğru değildir.
DAVA: Taraflar arasındaki 2942 sayılı Yasa uyarınca kamulaştırma bedelinin artırılması davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın reddine dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacılar vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla, dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, 2942 sayılı Yasa uyarınca kamulaştırma bedelinin artırılması istemine ilişkindir. Mahkemece, hak düşürücü süre nedeniyle davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacılar vekilince temyiz edilmiştir.
Dosyada bulunan kanıt ve belgelerden; dava konusu 127 parsel sayılı taşınmazın 15.08.1977 tarihinde davalı idare tarafından Batıkent Toplu Konut Alanı projesi kapsamında kamulaştırıldığı ve davacılara usulüne uygun olarak kamulaştırma tebligatı yapılmaksızın taşınmazın Kamulaştırma Kanununun 17. maddesi uyarınca davalı idare adına hükmen tesciline karar verildiği, dava konusu taşınmazın kamulaştırılmasından sonra, 1/1000 ölçekli Batıkent Toplu Konut alanı uygulama imar planı doğrultusunda hazırlanan 72700/4 ve 76050 numaralı parselasyon planları doğrultusunda düzenlemeye girerek, 15465 ada 1 parsel, 15472 ada 1 parsel ve 17259 ada 1 parsel sayılı taşınmazlara şuyulandırıldığı, bu imar parsellerinden sadece 15472 ada 1 parsel sayılı taşınmaz ile ilgili olarak 13.06.1986 tarihinde S.S. Özpetek Konut Üretim Yapı Kooperatifine yapı ruhsatı düzenlendiği, diğer imar parsellerine herhangi bir yapı ruhsatı düzenlenmediği ayrıca Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı Fen İşleri Daire Başkanlığı İnşaat Şube Müdürlüğünün 26.06.2006 gün ve 4291-5492 sayılı yazısı ile dava konusu parsel etrafında bulunan yollarla, kanalizasyonların ise Batıkent 4.kısım yol ve kanalizasyon inşaat işi kapsamında 03.07.1989 tarihinde başlayıp, 21.05.1992’de tamamlandığının bildirildiği, dolayısıyla dava konusu taşınmaza ilk olarak 1986 yılında fiilen el atıldığı ve Kamulaştırma Kanununun, Anayasa Mahkemesince iptal olunan 38. maddesindeki hak düşürücü sürenin dolmadığı anlaşılmıştır.
Yukarıda açıklandığı üzere, dava konusu taşınmaza fiili el atma tarihi itibariyle Kamulaştırma Kanununun 38. maddesinde belirtilen hak düşürücü süre dolmadığından davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken, yasal olmayan gerekçelerle davanın reddine karar verilmesi, Doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Davacılar vekilinin temyiz itirazları yerinde olduğundan hükmün açıklanan nedenlerle HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine, 19.02.2007 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/12062 K:2006/13227 T:04.12.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/11220 K: 2006/62 T: 23.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/7984 K: 2005/11638 T: 227.10.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2007/3395 K: 2007/7323 T: 5.6.2007
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/12-463 K: 2005/455 T: 13.7.2005
Tazminat niteliğinde olan kamulaştırmasız el atmaya dayalı dava sonucu hükmedilen meblağlar, Anayasa’nın. 46/son maddesi kapsamı dışında kalmaktadır ve bu meblağlara kamu alacaklarına uygulanan en yüksek faiz oranının uygulanması olanaklı değildir. 3095 sayılı kanun hükümlerinin uygulanması gerekir.
Taraflar arasındaki “şikayet” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ü. İcra Mahkemesi’nce şikayetin reddine dair verilen 1.12.2004 gün ve 2004/273-948 sayılı kararın incelenmesi Şikayetçi/borçlu vekili tarafından istenilmesi üzerine;
Yargıtay 12. Hukuk Dairesinin 15.2.2005 gün ve 209-2710 sayılı ilamı;
(… Takip konusu yapılan K: 1. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2003/593 esas, 2004/126 karar sayılı alacaklının lehine kamulaştırmasız el atmadan dolayı tazminata hükmedildiği görülmektedir. İlamda belirtilen alacak tazminat niteliğinde olduğundan bu alacak için 3095 sayılı yasadaki yasal faiz oranlarının uygulanması gerekir. Anayasanın 4709 sayılı Kanunun 18. maddesi İle değişik 46/son maddesindeki kamulaştırma bedelleri ile mahkemece kesin hükme bağlanan artırım bedelleri için son fıkraya göre kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz oranının uygulanacağı belirlendiğinden tazminat niteliğinde olan kamulaştırmasız el atmadan dolayı alacaklar anılan madde kapsamı dışında kalmaktadır. Mahkemece İcra Müdürlüğünce uygulanan faiz oranlarının 3095 sayılı Yasaya (Bütçe Kanununda yer alan yıllar ve oranlarda gözetilerek) uygun olup olmadığı denetlendikten sonra oluşacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile hüküm tesisi isabetsizdir…),
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: K: İstek, icra müdürlüğü işlemini şikayete ilişkindir.
A- DAVACI İSTEMİNİN ÖZETİ Şikayetçi/borçlu Karayolları Genel Müdürlüğü vekili 1.6.2004 tarihli dilekçesinde özetle; Alacaklı vekilinin Kartal 3. Asliye Hukuk mahkemesinin 2003/148 esas sayılı kamulaştırması el atma davasına ait kararı takibe koyduğunu, takibin en yüksek faize ilişkin bölümü ilama ve kamu düzenine aykırı olduğunu, el atma davasının tazminat davası olup, Anayasanın 46. maddesinden yararlanamayacağını, davanın kamulaştırmasız el atma olup karardaki faizin de yasal faiz olduğunu, ifadeyle, ilama ve kamu düzenine, Anayasanın 46. maddesine aykırı olan icra emrinin süresiz şikayet yoluyla iptaline karar verilmesini istemiştir.
B- Davalı Tarafın Cevabının Özeti Karşı taraf Alacaklı vekili; kamulaştırması el atmaya dayalı ilamlarda Anayasa’nın 46/son maddesinin uygulanması gerektiğini, şikayetin reddini savunmuştur.
C- Yerel Mahkeme Kararının Özeti İcra Mahkemesi: “İdarenin, hukuka uygun işlemle değil, hukuka aykırı eylemle, mülkiyetini devraldığı taşınmaza ödeyeceği bedeldir. Anayasanın 46. maddesi ile, himaye edilen hak ve yasaklanan uygulama dikkate alındığında, mülkiyeti devredip taşınmaz bedelini hükme bağlayan ilamların, 46. madde hükmünden evveliyetle yararlanması gerektiği sonucuna varılmıştır. Takip talepnamesinin ve şikayetin hesap tablosuna müstenit olmayışına, takip konusu alacağın işlemiş faizine tekrar faiz yürütülmesinin mümkün bulunmayışına, Maliye Bakanlığı Gelirler Genel Müdürlüğünün kamu alacaklarına uygulanan en yüksek faiz oranları hakkındaki cevabi yazılarına ve icrası istenen ilamda öngörülen faiz başlangıç tarihine (19.2.2003) göre” gerekçesi ile “53 Örnek sayılı icra emrinin işlemiş ve işleyecek faiz kısımlarının 32.762.256.063.-) TL asıl alacağa, faiz başlangıç tarihi olan 19.2.2003 tarihinden 11.11.2003 tarihine kadar aylık %7, 12.11.2003 tarihinden sonrası için aylık % 4 olmak üzere Amme alacaklarına uygulanan en yüksek faiz oranında yasal faiz yürütülmesi, biçiminde düzeltilmesine, hesaplamanın işbu karara göre icra dairesince yeniden yapılmasına, takibin ve şikayetin hesap tablosuna müstenit olmayışı sebebiyle taraflar yararına yargılama gideri ve ücreti vekalet takdiri gerekmediğine” karar vermiştir.
D- Temyiz Evresi, Bozma Ve Direnme Şikayetçi/borçlu vekilinin temyizi üzerine Yüksek Özel Daire; Anayasanın 4709 Sayılı Kanunun 18. maddesi ile değişik 46/son maddesindeki kamulaştırma bedelleri ile mahkemece kesin hükme bağlanan artırım bedelleri için son fıkraya göre kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz oranının uygulanacağı belirlendiğinden tazminat niteliğinde olan kamulaştırmasız el atmadan dolayı alacaklar anılan madde kapsamı dışında kalmaktadır. Mahkemece İcra Müdürlüğünce uygulanan faiz oranlarının 3095 sayılı Yasaya (Bütçe Kanununda yer alan yıllar ve oranlarda gözetilerek) uygun olup olmadığı denetlendikten sonra oluşacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile hüküm tesisi isabetsizdir.” gerekçesiyle bozulmasına karar vermiş; Şikayetçi/borçlu vekili bozmaya uyulmasını; alacaklı vekili ise direnilmesini istemişlerdir.
Mahkemece; “Kamulaştırmasız el atma tazminatı, idarenin, hukuka uygun işlemle değil, hukuka aykırı eylemle, hatta suç olan eylemle (5237s, TCK: m.261) mülkiyetini devraldığı taşınmaza ödeyeceği bedeldir. Anayasanın 46. maddesi ile, himaye edilen hak ve yasaklanan uygulama dikkate alındığında, mülkiyeti devredip taşınmaz bedelini hükme bağlayan ilamların, 46. madde hükmünden evleviyetle yararlanması gerektiği sonucuna varılmıştır. Yıllarca süren davalar sonunda, mülkiyetin devri karşılığı alınabilen bedelin tazminat olarak nitelendirilmesi ödenmemiş kamulaştırma bedeli sayılmaması, ayrıca, hüküm kıstası ile kamulaştırma bedelinin nizalı ve nizasız kısımları arasında kesinleşme kıstası ile faiz uygulanacak dönemler arasında, farklılıklar ve eşitsizlikler yaratılması, bu suretle muhtemel fiili ve keyfi uygulamaların dolaylı himayeye mahzar olabilmeleri, Anayasanın 46. maddesinin 2. ve 4. maddeleri lafzına ruhuna uygun olamayacağından, önceki kararda ısrar olunmak gerekmiştir.” gerekçesiyle önceki kararda direnilmiştir. Kararı şikayetçi/borçlu vekili temyiz etmiştir.
E- Gerekçe: İstek, icra müdürlüğü işlemini şikayete ilişkindir. Kamulaştırmasız el atma nedeniyle tazminat istemli dava sonunda verilen, taşınmazların yol olarak terkini ile bedelinin davalı idareden yasal faizi ile tahsiline ilişkin, ilama dayanılarak girişilen ilamlı icra takibinde icra emrinde alacak için istenen ve uygulanan faizin kamu alacaklarının tahsilinde uygulanan faiz olarak hesaplanmasına yönelik icra müdürlüğü işlemi şikayete konu edilmiş; yasal faiz uygulanması gerektiği ileri sürülmüştür.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; ilamlı takibe konu kamulaştırmasız el atma nedeniyle tazminat alacağına; kamulaştırma bedeline ilişkin alacaklara uygulanan Anayasa’nın 46. maddesinin son fıkrasına göre kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz oranının mı, yoksa 3095 sayılı Kanundaki yasal faiz oranlarının mı uygulanacağı noktasında, toplanmaktadır.
İlkin belirtmekte yarar vardır ki, kamu hizmetlerinin gereği gibi yerine getirilebilmesi için gereksinim duyulan taşınmaz malların özel kimseler elinde ve onların mülkiyetinde olması durumunda, devlet ve kamu tüzel kişileri o taşınmazı sahibinden satın alma veya trampa yoluna gidebileceği gibi kamulaştırma yoluyla edinebilmekte ya da herhangi bir işlem yapmaksızın fiilen el koyabilmektedir. Bunlardan ilk iki yol temelini Anayasadan, özel kanunundan veya sözleşmeden almakta iken sonuncu yol olan kamulaştırmasız el atma, hukuksal niteliği itibariyle temelini Borçlar Kanunu’nun haksız eyleme ilişkin hükümlerinden almaktadır.
Yeri gelmişken, konuya ilişkin yasal düzenlemeler ile “kamulaştırma” ve “kamulaştırmasız el atma” kavramlarının irdelenmesinde yarar vardır.
Kamulaştırma, T,C. Anayasası’nın 46. maddesinde ve 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nda tanımlanmakta ve temelini de bu düzenlemelerden almaktadır.
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun (5.5.2001 günü yürürlüğe giren) 4650 sayılı Kanun ile değişik 8. maddesinde; idarelerin, bu kanuna göre, tapuda kayıtlı olan taşınmaz mallar hakkında yapacağı kamulaştırmalarda satın alma usulünü öncelikle uygulamalarının esas olduğu, anlaşma olmaması veya ferağ verilmemesi halinde bu Kanunun 10. maddesine göre işlem yapılacağı, ifade edilmektedir.
Anılan madde ile atıf yapılan Aynı Kanunun “Kamulaştırma bedelinin mahkemece tespiti ve taşınmaz malın idare adına tescili başlıklı 10. maddesinde de;
“….Tarafların anlaştığı veya tarafların anlaşamaması halinde hakim tarafından kamulaştırma bedeli olarak tespit edilen miktarın, peşin ve nakit olarak veya kamulaştırma bu Kanunun 3 üncü maddesinin ikinci fıkrasına göre yapılmış ise, ilk taksitin yine peşin ve nakit olarak hak sahibi adına, hak sahibi tespit edilememiş ise ileride ortaya çıkacak hak sahibine verilmek üzere 10 uncu maddeye göre mahkemece yapılacak davetiye ve ilanda belirtilen bankaya yatırılması ve yatırıldığına dair makbuzun ibraz edilmesi için idareye onbeş gün süre verilir. Gereken hallerde bu süre bir defaya mahsus olmak üzere mahkemece uzatılabilir. İdarece, kamulaştırma bedelinin hak sahibi adına yatırıldığına veya hak sahibinin tespit edilemediği durumlarda, ileride ortaya çıkacak hak sahibine verilmek üzere bloke edildiğine dair makbuzun ibrazı halinde mahkemece, taşınmaz malın idare adına tesciline ve kamulaştırma bedelinin hak sahibine ödenmesine karar verilir ve bu karar, tapu dairesine ve paranın yatırıldığı bankaya bildirilir. Tescil hükmü kesin olup tarafların bedele ilişkin temyiz hakları saklıdır.
Bu maddede öngörülen işlemler, mahkemenin davetine uymayanlar olduğu takdirde ilgilinin yokluğunda yapılır.
Hak sahibinin tespit edilemediği durumlarda mahkemece, kamulaştırma bedelinin üçer aylık vadeli hesaba dönüştürülerek nemalandırılması amacıyla gerekli tedbirler alınır.
Kamulaştırılması yapılan taşınmaz mal, tahsis edildiği kamu hizmeti itibariyle sicile kaydı gerekmeyen bir niteliğe dönüşmüş ise, istek halinde mahkemece sicil kaydının terkinine karar verilir.
Bu tescil ve terkin işlemi sırasında mal sahiplerinin bu taşınmaz mal nedeniyle vergi ilişkisi aranmaz. Ancak, tapu dairesi durumu ilgili vergi dairesine bildirir.
14 üncü maddede belirtilen süre içinde, kamulaştırma işlemine karşı hak sahipleri tarafından idari yargıda iptal davası açılması ve idarî yargı mahkemelerince de yürütmenin durdurulması kararı verilmesi halinde mahkemece, idari yargıda açılan dava bekletici mesele kabul edilerek bunun sonucuna göre işlem yapılır.
Kamulaştırma işlemine karşı idarî yargıda iptal veya maddi hatalara karşı adli mahkemelerde açılacak düzeltim davalarında hangi idareye husumet yöneltileceğinin davetiye ve ilanda açıkça belirtilmemiş veya yanlış gösterilmiş olması nedeniyle davada husumet yanlış yöneltilmiş ise, gerçek hasma tebligat yapılmak suretiyle davaya devam olunur.” Hükmüne yer verilmiştir.
Kanunun bu açık düzenlemesinden de anlaşılacağı gibi, idarece hak sahibi adına para yatırılmadan tescile karar verilmesi olanaklı değildir. Kamulaştırmanın peşin para ile yapılması asıl olduğundan ödemede de bir gecikme söz konusu olamaz.
Ancak, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 3. maddesinde; “Bakanlar Kurulunca kabul olunan büyük enerji ve sulama projeleri ile iskân projelerinin gerçekleştirilmesi, yeni ormanların yetiştirilmesi, kıyıların korunması ve turizm amacıyla yapılacak kamulaştırmalarda bir gerçek veya özel hukuk tüzel kişisine ödenecek kamulaştırma bedelinin o yıl Genel Bütçe Kanununda gösterilen miktarı, nakden ve peşin olarak ödenir. Bu miktar, kamulaştırma bedelinin altıda birinden az olamaz. Bu miktarın üstünde olan kamulaştırma bedelleri, peşin ödeme miktarından az olmamak ve en fazla beş yıl içinde faiziyle birlikte ödenmek üzere eşit taksitlere bağlanır. Taksitlere, peşin ödeme gününü takip eden günden itibaren devlet borçları için öngörülen en yüksek faiz haddi uygulanır”
4650 sayılı Kanunun 1.maddesi ile de 3. maddeye eklenen fıkrada da: “İdarelerce yeterli ödenek temin edilmeden kamulaştırma işlemlerine başlanılamaz” denilmektedir.
Bu düzenlemeye paralel olarak, 3.10.2001 tarih ve 4709 sayılı Kanunun 18.maddesiyle T: C.Anayasasının 46.maddesinde de değişiklik yapılmıştır. T: C. Anayasası’nın, “Kamulaştırma” başlıklı 46.maddesinde;
“Devlet ve kamu tüzel kişileri; kamu yararının gerektirdiği hallerde, gerçek karşılıklarını peşin ödemek şartıyla, özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların tamamını veya bir kısmını, kanunla gösterilen esas ve usullere göre, kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde idarî irtifaklar kurmaya yetkilidir.
Kamulaştırma bedeli ile kesin hükme bağlanan artırım bedeli nakden ve peşin olarak ödenir.
Ancak, tarım reformunun uygulanması, büyük enerji ve sulama projeleri ile iskân projelerinin gerçekleştirilmesi, yeni ormanların yetiştirilmesi, kıyıların korunması ve turizm amacıyla kamulaştırılan toprakların bedellerinin ödenme şekli kanunla gösterilir. Kanunun taksitle ödemeyi öngörebileceği bu hallerde, taksitlendirme süresi beş yılı aşamaz; bu takdirde taksitler eşit olarak ödenir.
Kamulaştırılan topraktan, o toprağı doğrudan doğruya işleten küçük çiftçiye ait olanlarının bedeli, her halde peşin ödenir.
İkinci fıkrada öngörülen taksitlendirmelerde ve herhangi bir sebeple ödenmemiş kamulaştırma bedellerinde kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz uygulanır.” Hükmü yer almaktadır.
Açıklanan bu düzenlemeler ile kamulaştırma işlemi tanımlanmış, özellikleri ortaya konulmuş; kamulaştırma bedeli ve kesin hükme bağlanan artırım bedelinin peşin ve nakden ödenmesi kuralı ve bu kuralın istisnaları açıklanmış; taksitlendirme halinde ve herhangi bir nedenle ödenmemiş olan kamulaştırma bedellerinde kamu alacakları için öngörülen en yüksek faizin uygulanacağı, kabul edilmiştir.
Şu halde, Anayasal ve yasal tanımıyla Kamulaştırma: “İdarenin, kamu yararı düşüncesiyle ve kamu gücüne dayanarak, karşılık parasını Kanunun takside olanak tanıdığı haller ayrık olmak üzere peşin vermek şartıyla, bir taşınmaz malı mal sahibinin rıza ve muvafakatine bakılmaksızın edinmesidir.” şeklinde ifade edilebilir.
Görülmektedir ki, kamulaştırma işlemi, her şeyden önce temelini Anayasa ve Özel Kanunu’ndan alan yasal bir işlemdir ve bu niteliği itibariyle kamulaştırmasız el atma eyleminden temelde ayrılmaktadır.
Bu nedenle de, gerek Kamulaştırma Kanununun 3.maddesinde ve gerekse Anayasa’nın 46. maddesinin son fıkrasında düzenlemeye konu edilen ve kamu alacakları için öngörülen en yüksek faizin uygulanacağı ifade olunan bedel; Kanun gereği taksitlendirmeye konu olan ve herhangi bir nedenle ödenmemiş olan ihtilafsız kamulaştırma bedeli ile kesin hükme bağlanan artırım bedelidir.
Eş söyleyişle, hukuken geçerli bir kamulaştırma işlemi varsa ve kamulaştırma bedeli de davaya konu edilsin, edilmesin sonuçta kesinleşmişse, ancak bu durumda, Anayasa’nın 46.maddesinin son fıkrasında açıklanan faizin uygulanma olanağından söz edilebilecektir.
“Kamulaştırmasız el atma” eylemine gelince; Kamulaştırmasız el atma hukuksal nitelikçe bir haksız eylemdir. Haksız eylemden doğan borçlar tazmini nitelikte olup, bunlara yasal faizin uygulanması esastır. Ancak; Kamulaştırmasız el atmalarda, kişi yani el konulan taşınmazın sahibi dilerse el atmanın önlenmesini, dilerse el konulan taşınmazın mülkiyetini idareye bırakması karşılığı bedelinin tazminini istemek hakkına sahiptir.
Bedel istenmesi durumunda; bu bedelin belirlenmesinde, kanunda açık bir atıf bulunmamasına karşın yerleşen yargısal uygulama gereği, hesap tarzı bakımından Kamulaştırma Kanunu’nun değer biçme yöntemine ilişkin hükümlerinin kıyasen uygulanıyor olması, temelini Kamulaştırma Kanunundan değil haksız eylemden alan bu tür tazminat alacaklarının hukuki niteliğini değiştirmeyeceği gibi, belirlenecek bedelin kamulaştırma bedeli olarak nitelendirilmesi sonucunu da doğuramaz.
Zira, kamulaştırmasız el atma eylemi ile kamulaştırma yapma yetkisine sahip idarelerin yasaya uygun şekilde gerçekleştirdikleri kamulaştırma işlemleri hukuki mahiyetleri itibariyle birbirlerinden açıkça farklıdırlar.
Nitekim, konuya ilişkin 16.5.1956 tarih ve 1956/1-6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında da kamulaştırmasız el atma, bir nevi haksız eylem olarak nitelendirilmiş ve Kamu tüzel kişiliği tarafından istimlak edilmeksizin taşınmaz malı yola çevrilen (kalbedilen) kimsenin el atmanın önlenmesi davasını açmaya hakkı olduğu; ancak, dilerse mülkiyetin devri karşılığı taşınmaz malın dava tarihindeki bedelini o kamu tüzelkişiliğinden dava edebileceği, kabul edilmiştir.
Sonuç itibariyle; tazminat niteliğinde olan kamulaştırmasız el atmaya dayalı dava sonucu hükmedilen meblağlar, Anayasa’nın. 46/son maddesi kapsamı dışında kalmaktadır ve bu meblağlara kamu alacaklarına uygulanan en yüksek faiz oranının uygulanması olanaklı değildir. 3095 sayılı Kanun (Bütçe Kanununda yer alan yıllar ve oranlar da gözetilerek) hükümlerinin uygulanması gerekir.
Mahkemece, İcra Müdürlüğünce uygulanan faiz oranlarının 3095 sayılı Kanuna (Bütçe Kanununda yer alan yıllar ve oranlarda gözetilerek) uygun olup olmadığı denetlendikten sonra oluşacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekir.
Açıklanan nedenlerle Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararma uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırı olup, direnme kararı bozulmalıdır.
Sonuç: Şikayetçi/borçlu vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, 13.7.2005 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/3114, K: 2021/1190, T: 07.10.2021
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/2675 K: 2021/535 T: 29.04.2021
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/5-296 K: 2006/358 T: 7.6.2006
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/5-291 K: 2006/267 T: 203.05.2006
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/5-227 K: 2006/265 T: 203.05.2006
Zemin malikinden başkası tarafından oluşturulan muhtesatın bedelinin ödenebilmesi için, zeminin başkası adına tapulu, sahipsiz ve/veya zilyedi tarafından iktisap edilmemiş bir yer olması; eş söyleyişle özel kişilerin mülkiyetine konu olabilecek yerlerden bulunması gerektiği kuşkusuzdur. Mer’a vasfı ile sınırlandırılan taşınmaz üzerinde davacı tarafından yetiştirilen kavak ağaçlarının kamulaştırması el koyma karşılığının talep edildiği davanın reddine dair verilen direnme kararı usul ve yasaya uygundur.
Taraflar arasındaki “kamulaştırmasız el atılan kavak ağaçlarının bedelinin tahsili” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; (Dicle Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 21.12.2004 gün ve 2004/183-208 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 5. Hukuk Dairesi ‘nin 2/. 10.2005 gün ve 11491-11653 sayılı ilamıyla; (… Dava; kamulaştırmasız el atılan kavak ağaçlarının bedelinin tahsili istemine ilişkin olup, mahkemece merada yetiştirilen mütemmim cüzlerin bedeline hükmedilemeyeceğinden davanın reddine karar verilmiş, davacı vekilinin temyizi üzerine hüküm Dairemizce Onanmış, bu Onama kararına karşı davacı vekilince de karar düzeltme isteminde bulunulmuştur.
Dosyada yapılan incelemede; Dava konusu taşınmazda davacı tarafından yetiştirilen kavak ağaçlarının 1997 tarihinde davalı idarece kamulaştırıldığı, kıymet takdir komisyonunca belirlenen kamulaştırma bedelinin bloke edildiği, ancak taşınmaz davalı olduğundan tebliğe çıkarılmadığı, taşınmaza 08.02.1998 günü el atıldığı anlaşılmıştır.
2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun değişik 19. maddesi uyarınca, kavak ağaçlarının el atma tarihindeki özelliklerine göre dava tarihindeki değeri belirlenip, bedelinin zilyedine ödenmesine karar verilmesi gerekirken, davanın reddine karar verilmesi doğru değildir.
Hükmün bu nedenle Bozulması gerekirken onandığı bu defa yapılan incelemede anlaşıldığından, davacı vekilinin karar düzeltme isteminin kabulüne, Dairemizin 19.07.2005 gün ve 2005/6586 Esas, 2005/8901 Karar sayılı Onama ilamının kaldırılmasına ve hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle bozulmasına …) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü :
Dava; kamulaştırmasız el atma nedeniyle, merada yetiştirilen ağaç bedellerinin tahsili istemine ilişkindir.
Davacı vekili; kadastro tespiti sırasında mer’a niteliği ile sınırlandırılan 104 ada 93 parsel sayılı taşınmazın müvekkili tarafından kapama kavak bahçesi olarak tasarruf edildiğini, taşınmazın baraj suları altında kalması nedeniyle Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğünce müvekkiline ait kavak ağaçlarının bedelinin tespit edilmesine rağmen, ağaç bedellerinin müvekkiline ödenmediğini ileri sürerek; fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla, zemin bedeli indirildikten sonra 10.000.000.000 TL kapama kavak bedelinin faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı Devlet Su işleri Genel Müdürlüğü vekili; mer’a niteliğiyle sınırlandırılan taşınmaz üzerinde bulunan muhtesatın devlete ait olduğunu ve tescil harici bırakılan taşınmazda davacı tarafından muhtesat oluşturulmasının hukuken himaye edilemeyeceğini savunarak, davanın reddine karar verilmesini cevaben bildirmiştir.
Mahkemenin “devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olan meraların özel mülkiyete konu olamayacakları, bu itibarla merada yetiştirilen ağaç bedellerinin davacıya ödenmesi olanağının bulunmadığı” gerekçesiyle “davanın reddine” dair verdiği karar, Özel Dairece yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuş; Yerel Mahkemece “mera niteliği ile sınırlandırılan taşınmazın 3402 sayılı Kadastro Kanununun 16. maddesi kapsamında kamu mallarından olup, Mera Kanununun 4. maddesi uyarınca özel mülkiyete geçirilemeyeceği gibi, amacı dışında da kullanılamayacağı, diğer taraftan meradan özel tasarrufta bulunmanın suç teşkil ettiği” gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
Dava konusu ağaçların üzerinde bulunduğu 104 ada 93 parsel sayılı taşınmazın kadastro tespiti sırasında “mer’a” vasfı ile sınırlandırıldığı; davacının itirazı üzerine Kadastro Mahkemesince, 3402 sayılı Kadastro Kanununun, 16. maddesi uyarınca mera olarak sınırlandırılmasına karar verildiği; baraj gölü suları altında kalan taşınmaz üzerinde bulunan ağaçlar için davalı idarece bedel takdir ettirilmesine karşın, kamulaştırma işleminin tamamlanmadığı, davacıya tebligat ve ödeme yapılmaması nedeniyle görülmekte olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır.
Açıklanan maddi olgu, bozma ve direnme kararlannın kapsamları itibariyle uyuşmazlık, mer’a üzerinde meydana getirilen muhtesat bedelinin, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 19. maddesine 5177 sayılı Kanunla eklenen Ek Fıkra uyarınca, davacıya ödenip odenemeyeceği noktasında toplanmaktadır.
Bilindiği üzere, 04.11.1983 tarihli ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun “Tapuda kayıtlı olmayan taşınmaz malların idare adına tescili ve zilyedin haklarına” ilişkin hükümler iceren 19. maddesi, 24.04.2001 gun ve 4650 sayılı Kanunun 11. maddesi ile degiştirilmış; tapuda kayıtlı olmayan taşınmaz malların kamulaştırılmalarında, kamu malı olan ve kamulastırma konusu olamayacak yerlerin kamulaştırılmasının önlenmesi amacıyla, bu tür taşınmaz malların 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 16. maddesinde sayılan yerlerden olup olmadığının ilgili yerlerden sorularak tespit edilmesi külfeti idarelere yükletilmiş; kamu malı olmadıkları belirlendikten sonra, bedel tespiti ve tescil istemiyle Mahkemeye başvurulması ve taşınmaz malın idare adına tesciline karar verilebileceği belirtilmiştir.
Anılan değişiklikle, kamu malları dışında, kamulaştırma konusu olabilecek başkası adına tapulu, sahipsiz ve zilyedi tarafından iktisap edilmemiş yer üzerinde bulunan muhtesat bedelinin zilyedine ödenip ödenmeyeceğine ilişkin bir düzenleme getirilmemiş; uygulamada ortaya çıkan sorunlar da dikkate alınarak, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 4650 sayılı Kanunla değişik 19. maddesine, 26.05.2004 gün ve 5177 sayılı Kanunun 35. maddesi ile; “Başkası adına tapulu, sahipsiz ve/veya zilyedi tarafından iktisap edilmemiş yerin kamulaştırmasında binaların asgarî levazım bedeli, ağaçların ise 11. madde çerçevesinde takdir olunan bedeli zilyedine ödenir.” hükmü eklenmiştir.
Açıklanan yasal düzenleme karşısında, zemin malikinden başkası tarafından oluşturulan muhtesatın bedelinin ödenebilmesi için, zeminin başkası adına tapulu, sahipsiz ve/veya zilyedi tarafından iktisap edilmemiş bir yer olması; eş söyleyişle özel kişilerin mülkiyetine konu olabilecek yerlerden bulunması gerektiği kuşkusuzdur.
Bu noktada sorunun çözümü, somut olaydaki gibi; “mera’nın” 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 19. maddesinin Ek fıkrasında ayrık tutulup tutulmadığı; anılan fıkrada öngörülen “sahipsiz yer” kavramının mer’ayı kapsayıp kapsamadığı sorusuna doğru cevabın verilmesiyle mümkündür.
Bu sorunun cevaplanabilmesi ise, mer’ada, yasal anlamda muhtesat oluşturulup oluşturulamayacağı sorusunun cevaplanmasını gerektirir.
3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 16. maddesinde Kamu malları; hizmet malları, orta malları, sahipsiz mallar ile genel sular ve ormanlar olmak üzere dört gruba ayrılmış; anılan maddenin B bendinde, orta mallarından olan meraların özel mülkiyete konu teşkil etmeyecekleri belirtildikten sonra, C bendinde ayrıca acıklanan sahipsiz yerlere ilişkin bu şekilde bir düzenlemeye yer verilmemiştir.
Buna göre meralar, özel mülkiyete konu olamazken; sahipsiz yerlerin, devletin veya ozel bir kisinin mülku haline gelmesi imkan dahilindedir. Örnegin 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 17. maddesı, Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan ve kamu hizmetine tahsis edilmeyen arazinin imar-ihya yoluyla özel kişiler adına tesciline imkan sağlamıştır.
Diğer taraftan, Arazi Kanunu’nun 97. maddesinde, mer’aların tarla haline getirilemeyeceği, alınıp satılamayacağı, üzerine bina yapılamayacağı ve ağaç dikilemeyeceği belirtilmiş; 78. ve 102. maddelerinde de zamanaşımı yoluyla kazanılmayacağına işaret edilmiştir.
Yine, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 18. maddesinde, orta mallarının, kazandırıcı zamanaşımı yolu ile iktisap edilemeyeceği öngörülmüştür.
Görüldüğü üzere, kamu malı niteliğindeki mer’alar üzerinde, özel hukuk hükümlerine göre hak iktisabına yasal olanak bulunmamaktadır.
İşte bu nedenledir ki, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 19. maddesinin ikinci fıkrasında öngörülen muhtesata ait hükümler, mer’alarda uygulanamaz. Bir başka ifadeyle mer’a, özel mülkiyete konu olamayacağından, mer’a üzerinde oluşturulan muhtesatın ve muhtesatı meydana getiren kimsenin, mer’a tutanağının beyanlar hanesinde gösterilmesi olanaklı değildir. Mer’ayı ek fıkradaki sahipsiz yer kapsamına dahil etmek mümkün değildir.
Bundan ayrı, Türk Ceza Kanunu’nun 513. maddesinin 2. fıkrası (5237 sayılı Kanunun 154/2), mer’adan tasarrufta bulunmayı yasaklamış ve müeyyideye bağlamıştır. Böyle bir fiil sonucu ortaya çıkan muhtesat suça konu şeylerden olup, hiç kuşkusuz suç teşkil eden fiilin hukuken himaye edilmesi düşünülemez.
Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında, kamu malı olan mer’anın; 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 19. maddesine 5177 sayılı Kanun ile eklenen Ek fıkrada açıkça ayrık tutulduğu, anılan hükümde sayılan ve farklı bir hukuki statüsü bulunan “sahipsiz yer” kavramının mer’ayı kapsamadığı; dolayısıyla mer’a üzerinde, Kanunun tarif ettiği biçimde muhtesat oluşturulması ve bedelinin ödenmesi olanağının bulunmadığı, duraksamaya yer olmaksızın görülmektedir.
Hal böyle olunca; Yerel Mahkemece, mer’a vasfı ile sınırlandırılan taşınmaz üzerinde davacı tarafından yetiştirilen kavak ağaçlarının kamulaştırması el koyma karşılığının talep edildiği davanın reddine dair verilen direnme kararı usul ve yasaya uygundur. Bu nedenle direnme kararı onanmalıdır.
Sonuç: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile, direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle (ONANMASINA), gerekli temyiz ilam harcı peşin alındığından başkaca harç alınmasına mahal olmadığına, 03.05.2006 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/14-43 K: 2002/95 T. 13.2.2002
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/3114, K: 2021/1190, T: 07.10.2021
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/7-438 K: 2003/463 T: 2.7.2003
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/5-291 K: 2006/267 T: 203.05.2006
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/5-754 K: 2005/783 T: 28.12.2005
Kesinleşmiş tescil ilamı ile mülkiyet hakkı sona eren davacıların aktif husumet ehliyeti bulunmadığından, mülkiyet hakkına dayalı olarak kamulaştırmasız elkoyma nedeniyle taşınmaz bedelinin talep edildiği davanın, sıfat yokluğundan reddine karar verilmelidir.
Taraflar arasındaki “kamulaştırmasız el koymadan kaynaklı alacak” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; 1. Asliye 1. Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 11/5/2004 gün ve 375-275 sayılı kararın incelenmesi davacılar vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 5. Hukuk Dairesinin 1/11/2004 gün ve 8054-10785 sayılı ilamı ile;
(… Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir. Mahkemece, dava konusu taşınmazın 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 17. maddesi uyarınca K: Belediye Başkanlığı adına tapuya tesciline karar verilmesi ve bu kararın da 30.9.1998 tarihinde kesinleşmesi sebebiyle davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dosyada yapılan incelemede; dava konusu taşınmazın kamulaştırılması sebebiyle, kamulaştırmayı yapan K: Belediye Başkanlığı tarafından taşınmazın hissedarları hakkında 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 17. maddesi uyarınca idare adına tescil davası açıldığı, davalı hissedarların duruşmaya gelmemeleri sebebiyle yokluklarında duruşma yapılıp, kararın da Hanen tebliğ edildiği anlaşılmıştır.
1- Kamulaştırmasız el atma davasının görülebilmesi için; davacıların tapu malikleri ile hukuki irtibatlarının tesbit edilmesi gerekir. Bu nedenle, öncelikle davacılar vekiline davacıların, tapu malikleri ile hukuki irtibatlarını gösterir belgelerini ibraz etmesi hususunda mehil verilmesi ve sonucuna göre karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile hüküm kurulması,
2- Dosya içinde mevcut İ. 11. Asliye Hukuk Mahkemesinin 1997/399 Esas, 1998/592 Karar sayılı tescil davasındaki davacıların ve ayrıca dava konusu taşınmaz maliklerinin adreslerinin 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 7. maddesinde belirtilen kuruluşlardan sorulup, alınacak cevaplar da denetlenmeden gazete ile yapılan ilanın geçerli olduğunun ve kamulaştırma işlemi ile tescil kararının kesinleştiğinin kabulü, doğru görülmemiştir…)
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir.
A- Davacının İsteminin Özeti: Davacılar vekili, tapuda müvekkillerinin miras bırakanları adına kayıtlı bulunan İ. ili, G. mahallesi 42. ada 1. parsel sayılı taşınmaza davalı idarece kamulaştırmasız el atıldığını; her ne kadar idare, taşınmazın kamulaştırıldığını ve kamulaştırma işlemi ile bedelin kesinleştiğini ileri sürmekte ise de, mal sahiplerine tebligat yapılmadığını ve bedelin ödenmediğini; ayrıca yetkili merciin onayı bulunmadığından, kamulaştırma işleminin de geçersiz olduğunu ileri sürerek, fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak üzere 1.000.000.000TL taşınmaz bedelinin davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.
B- Davalının Cevabının Özeti: Davalı K: Belediye Başkanlığı vekili, dava konusu taşınmazın müvekkili idare tarafından 3.10.1991 tarihli Belediye Encümeni kararıyla kamulaştırıldığını, mal sahiplerinin ferağ vermemeleri nedeniyle idarece İ. Asliye 11. Hukuk Mahkemesi’nin 1997/399E: 1998/592K: sayılı dosyasında açılan dava sonunda, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 17. maddesi gereğince taşınmazın idare adına tesciline karar verildiğini, anılan tescil kararının kesinleşmiş olması nedeniyle davacıların kamulaştırmasız el koyma nedeniyle tazminat davası açamayacaklarını savunmuştur.
C-Yerel Mahkeme Kararının Özeti: Yerel Mahkeme; “2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 17. maddesi uyarınca taşınmazın idare adına tesciline dair verilen karar kesinleşmekle mülkiyetin idareye geçtiği, bu nedenle davacıların kamulaştırmasız el koyma nedenine dayanarak taşınmaz bedelinin tahsilini talep edemeyecekleri” gerekçesiyle “davanın reddine” karar vermiştir.
D-Temyiz Evresi, Bozma Ve DirenmE: Davacılar vekilince temyiz edilen karar, Özel Daire’ce yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuş; Yerel Mahkeme, “davacıların, tapu malikleriyle hukuki irtibatlarının tespit edilmesi” gereğine değinen 1 numaralı bozma nedenine uymuştur. Ne var ki Mahkemece, “kamulaştırma işlemi ile tescil kararının usulüne uygun kesin leş ip kesinleşmediğinin araştırılması gereğine” işaret eden 2 numaralı bozma nedenine ise direnilmiştir.
E-GerekçE: 1) Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; görülmekte olan kamulaştırmasız bedel karşılığının istendiği davada, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 17. maddesi uyarınca açılan tescil davasında yapılan tebligatların geçerli olup olmadığının araştırılması ve kamulaştırma işlemi ile tescil kararının kesinleşip kesinleşmediğinin irdelenmesi olanağının bulunup bulunmadığı noktasında toplanmaktadır.
Hemen belirtilmelidir ki; davanın, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili davası olarak açılması, bedel artırım davası olarak kabul edilip, bakılmasına engel değildir.
Dava konusu taşınmazın kamulaştırıldığı ve bedel takdir edildiği, dosya kapsamından anlaşıldığından, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 74, 75 ve 76. maddeleri ile 04.06.1 958 tarihli 15/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında belirtildiği gibi; Hakim, sadece tarafların ileri sürdükleri maddi vakıalar ve netice-i taleple bağlı olup, dayandıkları kanun hükümleri ve onların tavsifleriyle bağlı değildir. Hakim, kanunları re’ sen tatbik ederek iddia ve müdafaadaki netice-i talepleri karara bağlamakla mükelleftir. Kısaca, olayları anlatmak taraflara, hukuki nitelendirme hakime aittir.
2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 25. maddesinde yer alan, “Hakların kullanılması ve borçların yerine getirilmesi bakımından kamulaştırma işlemi mal sahibi için 13. madde uyarınca yapılan tebligatla başlar” amir hükmü uyarınca, davacılara kamulaştırma işleminin usulüne uygun olarak tebliğ edilip edilmediğinin saptanması gerekir. Bu nedenle öncelikle; kamulaştırma işleminin gazete ile ilanen tebliğinden önce davacıların adreslerinin Kamulaştırma Kanunu’nun 7. maddesinde yazılı, Tapu, Vergi ve Nüfus kayıtları üzerinden ve haricen zabıta marifetiyle araştırılması zorunludur.
Yapılan araştırmalar sonucunda adresleri bulunamayan veya tebligat yapılamayanlara, 7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 28. maddesi gereğince, ilan yoluyla tebligat yapılması icap eder. Tüm bu işlemler yapılıp tamamlandıktan sonra tebligat geçerli hale gelir.
2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 14. maddesi uyarınca, taşınmazın malik, zilyet ve diğer ilgilileri tebligat gününden itibaren 30 gün içinde bedel artırım davası açabilirler.
Bu 30 günlük süre, hak düşürücü süre niteliğinde olup, mahkemece re’ sen araştırılması gerekir.
Mahkemece; bu husus araştırılmadan, dava konusu taşınmazın Kamulaştırma Kanunu’nun 17. maddesine göre Konak Belediye Başkanlığı adına tapuya tesciline karar verildiği ve bu kararın kesinleştiği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Daire bozma kararında da belirtildiği gibi, davacıların adresleri; Tapu, Vergi ve Nüfus Müdürlüklerinden sorulmadan ve haricen zabıta vasıtası ile araştırılmadan gazete ile ilan edilmiş ise yapılan tebligat geçersiz olduğundan, 25. madde uyarınca mal sahibi için henüz başlamış bir kamulaştırma işlemi bulunmadığından, davacıların bedel artırım davası açma hakları vardır. Bu nedenle 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 17. maddesi uyarınca verilen tescil kararının kaldırılmasına gerek yoktur.
Şayet adresleri usulüne uygun araştırıldıktan sonra, ilanen tebliğ edilmiş ise tebligat geçerli olduğundan, davanın 30 günlük hak düşürücü süreden reddi gerekecektir.
Yukarıda açıklanan gerekçelerle; gazete ile ilan yapılmadan önce, davacıların adreslerinin Kamulaştırma Kanununun 7. maddesinde belirtilen kuruluşlardan sorulup sorulmadığı araştırılmadan eksik inceleme ile hüküm kurulması usul ve yasaya aykırıdır. Direnme kararı bu nedenle bozulmalıdır.
2) Ancak Mahkemece; Özel Daire bozma kararının 1 numaralı bendinde belirtilen ve “davacıların, tapu malikleriyle hukuki irtibatlarının tespit edilmesi” gereği ne değinen bozma gerekçesine uyularak oluşturulan yeni hüküm Özel Dairece incelenmediğinden; bu yöne ilişkin temyiz itirazlarının incelenmesi için dosya Özel Daireye gönderilmelidir.
Sonuç: 1) Davacılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda (1) numaralı bentte yazılı nedenlerden dolayı H.U.M.K: nun 429. Maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, oyçokluğu ile, 2) Yukarıda (2) numaralı bentte yazılı nedenlerden dolayı yeni hükme yönelik temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 5. Hukuk DairesiNE GÖNDERİLMESİNE, oybirliği ile, 28.12.2005 gününde karar verildi.
Karşı Oy: Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir.
A-Davacının İstemi: Davacılar vekili; müvekkillerinin murisleri adına tapuda kayıtlı bulunan, 42081 ada 1 parsel sayılı taşınmazın tamamına davalı idarece kamulaştırmasız el atılıp, davacıların taşınmaz üzerindeki mülkiyet ve kullanım hakkının engellendiğini; 2981/3290/3366 sayılı Kanunun 9/c maddesi uyarınca dava konusu taşınmazın kamulaştırılmasına dair Konak Belediye Encümeni kararının Valilikçe onaylanmamış olması sebebiyle geçersiz olduğunu, ayrıca çekişmesiz kamulaştırma bedeli müvekkillerine ödenmediği gibi kamulaştırma belgeleri de tebliğ edilmediğinden geçerli bir kamulaştırma işleminin varlığından söz edilemeyeceğini ileri sürerek; fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla 1. 000.000.000TL kamulaştırmasız el koyma karşılığının Anayasa’nın 46. maddesi uyarınca belirlenecek faizi ile birlikte davalı idareden tahsiline karar verilmesini istemiştir.
B-Davalının Cevabı: Davalı K: Belediye Başkanlığı vekili; dava konusu taşınmazın, Belediye Encümeni’nin 3.10.1991 gün ve 3853 sayılı kararı ile 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu hükümlerine göre kamulaştırılmasının ardından bedelin bankaya bloke edilip, mal sahiplerine tebligat yapıldığını; müvekkili ile taşınmaz paydaşları arasında görülüp kesinleşen dava sonunda, İ. Asliye 11. Hukuk Mahkemesi’nin 1997/399 E: 1998/592 K: sayılı kararı ile dava konusu taşınmazın 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 17. maddesi uyarınca idare adına tesciline karar verildiğini, tescil kararının kesinleşmesi nedeniyle davacıların artık kamulaştırmasız bedel karşılığını talep edemeyeceklerini savunarak, davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
C- Yerel Mahkeme Kararı, Bozma ve Direnme Yerel Mahkeme; “dava konusu taşınmazın 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 17. maddesine göre idare adına tesciline dair kararın kesinleşmiş olması nedeniyle mülkiyetin idareye geçtiği, o karar diğer kanun yolları ile ortadan kalkmadığı sürece davacıların kamulaştırmasız el atma davasından dolayı taşınmaz bedeli ile ilgili taleplerinin dinlenilme olanağı bulunmadığı” gerekçesiyle “davanın reddine” karar vermiştir.
Davacılar vekilince temyiz edilen karar, Özel Daire’ce; davacıların tapu malikleri ile hukuki irtibatlarını gösterir belgeleri ibraz etmeleri gereği ne işaretle ve “dava konusu taşınmazın idare adına tescil kararının verildiği 1997/399E: , 1998/592K: sayılı dosyadaki davacıların ve ayrıca dava konusu taşınmaz maliklerinin adreslerinin 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 7. maddesinde belirtilen kuruluşlardan sorulup, alınacak cevaplar da denetlenmeden gazete ile yapılan ilanın geçerli olduğunun ve kamulaştırma işlemi ile tescil kararının kesinleştiğinin kabulünün isabetsiz olduğu” gerekçesiyle bozulmuş; Yerel Mahkeme, “kamulaştırma işlemi ile tescil kararının usulüne uygun kesinleşip kesinleşmediğinin araştırılması gereğine” değinen iki numaralı bozma gerekçesine direnmiştir.
D-Maddi Olay: Dava konusu 42081 ada 1 parsel sayılı taşınmazın davalı K: Belediye Başkanlığı’nca 2981/3290 sayılı Kanunun 9/c maddesi gereğince 3.10.1991 tarihinde kamulaştırılması sebebiyle; 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 17. maddesine göre idare tarafından taşınmaz mal sahipleri aleyhine açılan tescil davası sonunda, İ. Asliye 11. Hukuk Mahkemesinin 1997/399 E: 1998/592 K: Sayılı kararı ile taşınmazın idare adına tesciline karar verilmiş; 30.9.1998 tarihinde kesinleşen bu karar, tapuda infaz ettirilmemiştir.Dava konusu taşınmazın tapuda paydaşı görünen muris Ahmet ve İsmail mirasçıları tarafından, tescil kararının kesinleşmesinden sonra, 18.4.2003 tarihinde temyize konu dava açılarak, kamulaştırmasız el koyma iddiasıyla taşınmaz bedelinin tahsili talep edilmiştir.
E-Karşı Oy Gerekçesi: Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık; dava konusu taşınmazın 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 17. maddesi uyarınca davalı idare adına tesciline karar verilmiş ve bu kararın kesinleşmiş olması karşısında, tapuda malik görünen kimseler tarafından sonradan açılan kamulaştırmasız el koyma nedeniyle taşınmaz bedelinin talep edildiği davada, davacıların aktif dava (husumet) ehliyetlerinin bulunup bulunmadığı noktasında toplanmaktadır.
Öncelikle ifade edilmelidir ki; belirli bir davanın başarıya ulaşabilmesi, davacı ya da davalı olan kimselerin gerçekten o davada davacı ya da davalı olma niteliğini taşımalarına bağlıdır.
Bu noktada taraflar, belirli bir davada davacı ve davalı olmak niteliğinden yoksun iseler, davanın bu yönden reddedilmesi gerekir. Davacı olma niteliği ile dava açanın, dava konusu olan hak üzerinde bir tasarruf yetkisi bulunmalı ki, o davada gerçek davacı niteliğini kazanabilsin.
Görüldüğü üzere, bir kimsenin bir davada kendisine kondurulan davacı ya da davalı olma niteliğinin bulunup bulunmaması, usule ilişkin bir sorun olmayıp, maddi hukuka göre belirlenmektedir.
Kısaca, bir hakkı dava etme yetkisi, o hakkın sahibine aittir. Dolayısıyla, Mahkemece dava konusu hakkın esası yönünden karar verilebilmesi, o kişilerin davada gerçekten davacı ve davalı niteliğine sahip olmalarına bağlıdır. Tersi durumda, dava konusu hakkın esası için bir karar verilemeyeceğinden; dava, niteliğin bulunmamasından dolayı reddedilmelidir. Niteliğin yokluğu ise bir itiraz olup, hakimin resen göz önünde tutması gerekir.
Bu genel açıklamalardan sonra, taşınmaz mülkiyetinin kazanılması yollarının açıklanmasında yarar vardır.
4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 705. maddesinin birinci fıkrası, taşınmaz mülkiyetinin kural olarak tescille kazanılacağını öngörmüştür. Bu genel kuraldan ayrık olarak, anılan maddenin ikinci fıkrasında; “Miras, mahkeme kararı, cebri icra, işgal, kamulaştırma halleri ile kanunda öngörülen diğer hallerde, mülkiyet tescilden önce kazanılır. Ancak, bu hallerde malikin tasarruf işlemleri yapabilmesi, mülkiyetin tapu kütüğüne tescil edilmiş olması şartına bağlıdır” denilmiştir.
Yürürlükten kaldırılan 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi’nin 633. maddesinde de kural olarak tescil ilkesi benimsenmiş; bu kuralın istisnası olarak, işgal, miras, kamulaştırma, cebri icra ve mahkeme kararı ile mülkiyetin tescilden önce kazanılacağı açıklanmıştır.
Mahkeme kararıyla da tescilden önce mülkiyetin kazanılacağı, Türk Medeni Kanunu’nun 705. maddesinde açıkça belirtilmiştir. Mahkemenin davanın kabulüne ilişkin ve kesinleşen kararı, davalının mülkiyet hakkına son vermekte ve davacı yararına mülkiyet hakkı kurmakta; böylece mülkiyet değişikliğini sağlamaktadır.
Ne var ki, taşınmaz mülkiyetini devretmek ya da üzerinde sınırlı ayni hak kurmak veya kurulmuş bu hakları devretmek için tescil zorunludur.
Bu noktada, kamulaştırılan taşınmazın malikinin idare lehine ferağ vermediği hallerde, tapulu taşınmaz malın kamulaştırma yapan idare adına tesciline olanak sağlayan 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 17. maddesi uyarınca verilen tescil kararının kesinleşmesi ile, mal sahibinin mülkiyet hakkının sona erdiği ve idare lehine mülkiyet hakkı kurulduğu kuşku ve duraksamadan uzaktır.
Nitekim, Kamulaştırma Kanunu’nun 17. madde gerekçesinde; “Bu madde, kamulaştırılan taşınmazın mal sahibinin rızasına bakılmaksızın idareye geçmesi kuralının sonucudur” denilmiştir.
Aksi düşünce, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 17. maddesine dayanılarak verilen tescil kararlarının, çeşitli nedenler ileri sürülerek geçersiz kabul edilmesi sonucunu doğurur ki, böyle bir kaosun yaşanmasına hukukun sebebiyet vermesi düşünülemez.
Yukarıda da açıklandığı gibi, bir davada davacı sıfatı (aktif husumet), dava konusu hakkın sahibine aittir. Taşınmaz mülkiyeti tescilsiz iktisap yollarından biri ile başkasına geçmiş ise, tapu sicilinde malik olarak yazılı kişiler tarafından mülkiyet hakkına dayanılarak dava açılması olanaklı değildir.
Somut olayda, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 17. maddesi uyarınca verilen tescil kararının kesinleşmesi ile, tapu sicilinde malik olarak yazılı kişilerin mülkiyet hakkı son bulmuş, taşınmaz mülkiyeti davalı Konak Belediye Başkanlığı’na geçmiştir. Davalı Belediyenin tescil ilamını infaz ettirmemiş olmasının, kesinleşmiş mahkeme kararı ile kazandığı mülkiyet hakkını etkilemeyeceği şüphesizdir.
O halde; kesinleşmiş tescil ilamı ile mülkiyet hakkı sona eren davacıların aktif husumet ehliyeti bulunmadığından, mülkiyet hakkına dayalı olarak kamulaştırmasız el koyma nedeniyle taşınmaz bedelinin talep edildiği davanın, sıfat yokluğundan reddine karar verilmelidir.
Bu nedenle direnme kararı yerindedir, onanması gerekir. Aksi düşünce ile bozma yönünde oluşan sayın çoğunluk görüşüne katılamıyorum.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2016/1121 K:2016/837 T: 22.06.2016
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/5-555 K: 2005/17 T: 2.2.2005
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/12-464 K: 2005/456 T: 13.07.2005
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/12-466 K: 2005/458 T: 213.07.2005
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1994/10685 K: 1994/13052 T: 27.10.1994
İşlemlerin tamamlanmaması halinde kamulaştırmadan bahsedilemez, kamulaştırmasız el atma söz konusu olur.
Dava dilekçesinde kamulaştırma bedelinin arttırılması ile faiz ve masrafların davalı taraftan tahsili istenilmiştir. Mahkemece davanın kısmen kabulü cihetine gidilmiş, hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü: K: Mahkemece dava Kamulaştırma Kanunu hükümlerine göre bedel artırım davası olarak talebe uygun biçimde nitelendirilmiş ve bu şekilde hüküm tesis edilmiştir. Dosya içerisinde bulunan belgelere göre dava konusu taşınmaza elatılıp baraj gölü içerisinde kaldığı ve davacı tarafından 316 parseldeki payı ile ilgili olarak Hazine lehine yapılmış olan kaydın iptali ve adına tespiti için dava açılmış ve yapılan yargılama sonunda krokisinde işaretli 33.300 m²’lik bölümün davacı adına olduğunun tespitine karar verildiği anlaşılmaktadır. Dosya içerisinde maliki Hazine olan bir kıymet takdir komisyonu raporu mevcut ise de davacının bu taşınmazdaki payının önceden ya da sonradan kamulaştırıldığına dair bir kayıt bulunmamaktadır. Bu durumda öncesi 505.000 m² olarak tamamı Hazine adına tespit edilmişken daha sonra davacının açtığı dava ile davacı adına tesbit edilen 33.300 m²’lik bölüm için bir kamulaştırma söz konusu olmayıp, bir kamulaştırma teşebbüsü olsa bile Kamulaştırma Kanununun 38. maddesi uyarınca işlemleri tamamlanmamış bir kamulaştırma söz konusu olacaktır ki, bunun kamulaştırmanın var olduğu anlamına gelemeyeceği açıktır.
Bu itibarla, davaya kamulaştırma bedelinin artırılması davası olarak bakılamayacağından, davacının kamulaştırmasız el atma konusunda yeni bir iddiası bulunduğu takdirde bu esaslar dairesinde gerekli tahkikat yapılmalı ve sonucuna göre karar verilmelidir.
SONUÇ: Bu itibarla, yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK: ‘nun 428. maddesi gereğince (BOZULMASINA), temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 27.10.1994 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1996/1792 K: 1996/2595 T: 14.3.1996
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2003/3459 K: 2003/4151 T: 20.05.2003
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2015/5164 K: 2015/18416 T: 14.12.2015
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1996/5252 K: 1996/6050 T: 13.06.1996
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1996/1792 K: 1996/2595 T: 14.3.1996
Tespit davalarında genel kural eda davasının açılacağı hallerde tespit davası açılamayacağı olduğu için, el koyma tarihinin tespiti için açılan davanın reddi gerekir.
Dava dilekçesinde, elkoyma tarihinin tespiti istenilmiştir. Mahkemece, davanın kabulü cihetine gidilmiş; hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup, gereği düşünüldü: K: Dava, davalı İdarece yapılan kamulaştırma sebebi ile açıldığı anlaşılan bedel artırım davalarından faiz başlangıcına esas alınmak üzere taşınmaza İdarece el atma tarihinin tespitine ilişkin olup, mahkemece de bu yönde tahkikat icra edilip hüküm kurulmuştur.
Kamulaştırma sebebi ile bedel arttırımı davalarında faiz, Yargıtay uygulamalarına göre bu arttırım davaları ile birlikte istenebileceği gibi, diğer yasal koşullar mevcut ise, bağımsız bir davaya da konu olabilir. Her iki halde faiz başlangıcı, bu davalarda verilecek kararın unsuru olduğundan, iddia ve müdafaa çerçevesi içersinde araştırılıp tespit edilir. Bedel artırımına ilişkin davada faiz istenmiş, veya faiz istemi ayrı bir dava konusu edilmiş; ya da dava açılmamış olsa bile faiz bu hallerin birinde istenebilir ve dava konusu edilebilir ise, faiz başlangıcı, edayı içeren bu davalarda tahkik ve tesbit edilecektir. Eda davasına konu olabilecek veya eda davası içersinde incelenip hüküm altına alınabilen bir hususun tesbit davasına konu edilmesinde davacının hukuki yararı yoktur.
Yargıtay’ın öteden beri yerleşmiş ve istikrar bulmuş uygulamalarına göre, eda davası açılması mümkün olan hallerde davacının tesbit davası açmakta hukuki yararı yoktur. Bu kural karşısında mahkemece görülen başka bir eda davasında, faizin başlangıcı olacak el atma tarihinin belirlenmesi için davacının dava açabileceğine karar verilmiş olması, yukarıdaki açıklamalar karşısında davacıya bu konuda dava açma hakkı bulunduğunun kabulünü gerektirmez ve davayı gören hakimi bağlamaz. O nedenle davanın reddi gerekirken yazılı olduğu şekilde kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Bu itibarla, yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK: nun 428. maddesi gereğince (BOZULMASINA), temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 14.3.1996 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2002/6633 K: 2002/9163 T: 03.10.2002
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2004/9838 K: 2005/1350 T: 28.02.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/14284 K:2007/202 T:23.01.2007
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2014/481 K: 2014/5901 T: 01.04.2014
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/5-291 K: 2006/267 T: 203.05.2006
Kamulaştırmasız el koyma nedeniyle bedel davalarında, Kamulaştırma Kanunu’nun bedel tespitine ilişkin hükümleri kıyasen uygulanmakla birlikte, geçerli kabul edilen ilk bilirkişi raporuna tarafların itiraz etmeleri halinde, yeniden bilirkişi incelemesi yaptırılması olanaklı değildir.
Taraflar arasındaki “kamulaştırmasız el atma nedeniyle tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; (Kartal Üçüncü Asliye Hukuk Mahkemesi)’nce davanın kısmen kabulüne dair verilen 14.10.2003 gün ve 2002/844-2003/790 sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 5. Hukuk Dairesi nin 20.09.2004 gün ve 8726-8576 sayılı ilamı ile, (…Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir.
Mahkemece, davanın kısmen kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı idare vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece bilirkişi incelemeleri yaptırılmıştır. Dava konusu taşınmazın arsa niteliğinde kabulü ile emsal karşılaştırması yapılarak değer biçilmesi yöntem itibariyle doğrudur. Ancak;
Aynı bölgeden Dairemize intikal eden dava dosyalarında taşınmazın niteliği, özellikleri de dikkate alındığında m2 birim bedelinin, değerlendirme tarihi itibariyle 200.000.000 TL’yi geçemeyeceği gözetilmeden, daha yüksek değer biçen bilirkişi kurulu raporu doğrultusunda fazla bedele hükmedilmesi doğru görülmemiştir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir. Davacı vekili; tapuda müvekkilinin paydaş olduğu İstanbul ili, Kartal ilçesi, Şamandıra mahallesi 6829 ada 11 parsel sayılı ve arsa niteliğindeki taşınmaza davalı idarece yol yapılmak suretiyle kamulaştırmasız el atıldığını ileri sürerek, 46.161.000.000 TL kamulaştırmasız el koyma karşılığının dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir.
Davalı idare vekili; talep edilen bedelin çok yüksek olduğunu savunarak, davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.
Mahkemenin, “arsa niteliğindeki taşınmaza 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 11/3-g maddesi uyarına emsal karşılaştırması yapılarak metrekarede 250.000.000 TL değer biçen bilirkişi kurulu raporlarının usul ve yasaya uygun olduğu” gerekçesiyle “davanın kısmen kabulüne” dair verdiği karar, Özel Dairece yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuş; Mahkemece “dava konusu taşınmazla aynı bölgede bulunan taşınmazlara metrekarede 200.000.000 TL değer biçildiğine ilişkin dosyada bilgi ve belge bulunmadığı gibi, aksine aynı yerde bulunan bir başka taşınmaz için biçilen 250.000.000 TL/m2 bedel esas alınmak suretiyle hükmedilip kesinleşen karar gözönüne alındığında, dava konusu taşınmaz için takdir edilen bedelin çevre parsellerle de uyumlu olduğunun anlaşıldığı” gerekçesiyle direnme karan verilmiştir.
Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık; kamulaştırmasız el koyma karşılığının, arsa niteliğindeki taşınmaza emsal karşılaştırması sonucu 250.000.000 TL/m2 değer biçen bilirkişi kurulu raporu esas alınarak mı, yoksa bozma ilamında işaret edilen, aynı bölgeden temyizen intikal eden dava dosyalarında belirlenen bedeller gözönüne alınarak en fazla 200.000.000 TL/m2 değer üzerinden mi hüküm altına alınması gerektiği noktasında toplanmaktadır.
Bilindiği ve 16.05.1956 gün 1/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında belirtildiği üzere, usulü dairesinde verilmiş bir kamulaştırma kararı olmadan ve bedeli ödenmeden taşınmazına el konulan kimse, ilgili kamu tüzel kişisi aleyhine el atmanın önlenmesi davası açabileceği gibi, değer karşılığının verilmesini de isteyebilir.
Kamulaştırmasız el atma halinde kamu kurumu, Kamulaştırma Ka-nunu’na uygun hareket etmeden, ferdin malını elinden almış olması sebebiyle kanunsuz bir harekette bulunmuş durumdadır. Bu bakımdan dava, mülkiyete tecavüzün önlenmesi veya haksız fiil neticesinde meydana gelen zararın tazmini davasıdır. (11.02.1959 gün E: 1958/17 K: 2 1959/15 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı gerekçesinden)
Yeri gelmişken belirtilmelidir ki, kamulaştırmasız el koyma olgusunun kabul edilebilmesi için, kamulaştırma ile el koyma yetkisi kendisine tanınmış olan gerçek veya özel ve kamu tüzelkişiliği olan kimsenin, kamu yararı gerektirdiği için el koymuş olması gerekir. (Ali Arcak – Edip Doğrusöz, Kamu-laşbrmasız Elkoyma, Ankara 1992, S: 20)
Kamulaştırmasız el koyma nedeniyle ister el atmanın önlenmesi davası, isterse yer bedeli veya tazminat ya da ecrimisil davası açılmış olsun, davacının iddiasının araştırılması bilirkişi incelemesine bağlıdır.
Bu noktada, bilirkişilerin taşınmazın değerinin tespitine ilişkin değer biçme esaslarını düzenleyen herhangi bir yasal düzenleme mevcut değildir.
Ancak, öteden beri Yargıtay İçtihatlarında kamulaştırma hukukunda olduğu gibi, Kamulaştırma Kanunu’nun 11. maddesinde öngörülen emsal incelemesindeki ilkeler aranmaktadır. (Üçüncü Hukuk Dairesi 16.03.1976 gün E: 1813 K: 2 2654; Dördüncü Hukuk Dairesi 10.02.1972 gün E: 10300 K: 2 1001; Yargıtay 5. Hukuk Dairesi , 14.11.1985 gün E: 11780 K: 2 12446)
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun değer tespiti esaslarını düzenleyen 11. maddesinde; Taşınmazın cins ve nevinin, yüzölçümünün, kıymetini etkileyebilecek bütün nitelik ve unsurların, her unsurun ayrı ayrı değerinin, vergi beyanının, kamulaştırma tarihindeki resmi makamlarca yapılmış kıymet takdirlerinin, özellikle arsalarda kamulaştırma gününden önceki özel amacı olmayan emsal satışlara göre satış değerinin ve bedelin tespitinde etkili olacak değer objektif ölçütlerin esas alınarak taşınmaz bedelinin takdiri gerektiği öngörülmüştür. Kanunun lafzı ve ruhu gözönüne alındığında; ana ilke, taşınmazın gerçek değerinin tespit edilmesidir.
16.05.1956 gün ve 1/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararına göre, taşınmazına el konulan kimse, mülkiyet hakkının kamu tüzel kişiliğine devrine razı olarak, taşınmaz malın bedelini dava ettiği takdirde ödenecek bedel, taşınmazın dava tarihindeki değeri olacaktır. Dolayısıyla kamulaştırmasız el koyma nedeniyle tazminat davalarında da amaç, taşınmazın gerçek değerinin tespiti olup, kamulaştırma ile denklik sağlanabilmesi için Kamulaştırma Kanunu’nun değer tespitine ilişkin hükümleri uygulanmalıdır.
Bundan ayrı, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu Tasarısı gerekçesinde, 11. maddede sayılan ölçütlerin Anayasa’nın 46. maddesindeki unsurlar gözö-nünde tutularak düzenlendiği belirtildiğinden, kamulaştırmasız el koyma nedeniyle bedel davalarında 11. maddedeki esaslara göre bedel tespitinin taraflar açısından Anayasal güvence teşkil edeceği açıktır.
Önemle vurgulanmalıdır ki, kamulaştırmasız el koyma nedeniyle bedel davalarında Kamulaştırma Kanunu’nun bedel tespitine ilişkin hükümleri kıya-sen uygulanmakla birlikte; geçerli kabul edilen ilk bilirkişi raporuna tarafların itiraz etmeleri halinde, yeniden bilirkişi incelemesi yaptırılması olanaklı değildir. (YHGK’nın 05.05.2004 gün E: 2004/5-270 K: 2 2004/261 sayılı karan)
Tüm açıklamalar ışığında somut durum değerlendirildiğinde; hükme dayanak yapılan ve dava konusu taşınmaza metrekarede 250.000.000 TL değer biçen ilk bilirkişi kurulu raporu gerekçeli olup, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 11. maddesinde öngörülen ilkeler esas alınarak düzenlenmiştir.
Yine, bilirkişi raporunda taşınmaza biçilen değerin, aynı mevkide bulunan diğer taşınmazlar için hükmedilip kesinleşen bedellerle de uyumlu olduğu anlaşılmaktadır.
Her ne kadar mahkemece ikinci kez bilirkişi incelemesi yaptırılmış ise de; aynı usulle düzenlenen ikinci bilirkişi raporu ilk raporu teyit ettiğinden, bu husus sonuca etkili görülmemiştir.
Şu hale göre; 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun bedel tespitine ilişkin 11/3-g maddesi hükümleri kıyasen uygulanmak suretiyle, emsal karşılaştırması sonucu taşınmaza metrekarede 250.000.000 TL değer biçen bilirkişi kurulu raporu esas alınarak, kamulaştırmasız el koyma karşılığına hükme-dilmesi usul ve yasaya uygundur. Direnme kararı bu nedenle onanmalıdır.
Sonuç: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile, direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle (ONANMASINA), 03.05.2006 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2016/1121 K:2016/837 T: 22.06.2016
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/5-252 K: 2003/324 T: 09.04.2003
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/5-555 K: 2005/17 T: 2.2.2005
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/12-466 K: 2005/458 T: 213.07.2005
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/12-466 K: 2005/458 T: 213.07.2005
Tazminat niteliğinde olan kamulaştırmasız el atmaya dayalı dava sonucu hükmedilen meblağlar, Anayasa’nın 46/son maddesi kapsamı dışında kalmaktadır ve bu meblağlara kamu alacaklarına uygulanan en yüksek faiz oranının uygulanması olanaklı değildir.
Taraflar arasındaki “şikayet” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Üsküdar 1. İcra Mahkemesince şikayetin reddine dair verilen 01.12.2004 gün ve 2004/272-947 sayılı kararın incelenmesi Şikayetçi/borçlu vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 12. Hukuk Dairesinin 15.02.2005 gün ve 2062728 sayılı ilamı ile;
(… Takip konusu yapılan Kartal 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2003/593 esas, 2004/126 karar sayılı alacaklının lehine kamulaştırmasız el atmadan dolayı tazminata hükmedildiği görülmektedir. İlamda belirtilen alacak tazminat niteliğinde olduğundan bu alacak için 3095 sayılı yasadaki yasal faiz oranlarının uygulanması gerekir. Anayasanın 4709 Sayılı Kanunun 18. maddesi ile değişik 46/son maddesindeki kamulaştırma bedelleri ile mahkemece kesin hükme bağlanan artırım bedelleri için son fıkraya göre kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz oranının uygulanacağı belirlendiğinden tazminat niteliğinde olan kamulaştırmasız el atmadan dolayı alacaklar anılan madde kapsamı dışında kalmaktadır. Mahkemece İcra Müdürlüğünce uygulanan faiz oranlarının 3095 Sayılı Yasaya (Bütçe Kanununda yer alan yıllar ve oranlarda gözetilerek) uygun olup olmadığı denetlendikten sonra oluşacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile hüküm tesisi isabetsizdir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: K: İstek, icra müdürlüğü işlemini şikayete ilişkindir.
Davacı isteminin özeti: Şikayetçi/borçlu Karayolları Genel Müdürlüğü vekili 01.06.2004 tarihli dilekçesinde özetle; Alacaklı vekilinin Kartal 3. Asliye Hukuk mahkemesinin 2003/148 esas sayılı kamulaştırmasız el atma davasına ait kararı takibe koyduğunu. takibin en yüksek faize ilişkin bölümü ilama ve kamu düzenine aykırı olduğunu. el atma davasının tazminat davası olup, Anayasanın 46. maddesinden yararlanamayacağını, davanın kamulaştırmasız el atma olup karardaki faizin de yasal faiz olduğunu, ifadeyle, ilama ve kamu düzenine, Anayasanın 46. maddesine aykırı olan icra emrinin süresiz şikayet yoluyla iptaline karar verilmesini istemiştir.
B- Davalı Tarafın Cevabının Özeti: Karşı tarafı Alacaklı vekili; kamulaştırmasız el atmaya dayalı ilamlarda Anayasa’nın 46/son maddesinin uygulanması gerektiğini, şikayetin reddini savunmuştur.
C- Yerel Mahkeme Kararının Özeti: İcra Mahkemesi: “İdarenin, hukuka uygun işlemle değil, hukuka aykırı eylemle, mülkiyetini devraldığı taşınmaza ödeyeceği bedeldir. Anayasanın 46. maddesi ile, himaye edilen hak ve yasaklanan uygulama dikkate alındığında, mülkiyeti devredip taşınmaz bedelini hükme bağlayan ilamların, 46. madde hükmünden evleviyetle yararlanması gerektiği sonucuna varmıştır. Takip talepnamesinin ve şikayetin hesap tablosuna müstenit olmayışına, takip konusu alacağın işlemiş faizine tekrar faiz yürütülmesinin mümkün bulunmayışına, Maliye Bakanlığı Gelirler Genel Müdürlüğünün kamu alacaklarına uygulanan en yüksek faiz oranlan hakkındaki cevabi yazılarına ve icrası istenen ilamda öngörülen faiz başlangıç tarihine (19.2.2003) göre” gerekçesi ile “53 Örnek sayılı icra emrinin işlemiş ve işleyecek faiz kısımlarının, (32.762.256.063) TL asıl alacağa, Faiz başlangıç tarihi olan 19.2.2003 Tarihinden 11.11.2003 tarihine kadar aylık % 7, 12.11.2003 Tarihinden sonrası için aylık % 4 olmak üzere Amme alacaklarına uygulanan en yüksek faiz oranında yasal faiz yürütülmesi, Biçiminde düzeltilmesine: Hesaplamanın işbu karara göre icra dairesince yeniden yapılmasına, takibin ve şikayetin hesap tablosuna müstenit olmayışı sebebiyle taraflar yatarına yargılama gideri ve ücreti vekalet takdiri gerekmediğine” karar vermiştir.
D- Temyiz Evresi, Bozma ve Direnme: Şikayetçi/borçlu vekilinin temyizi üzerine Yüksek Özel Daire; “… Anayasanın 4709 Sayılı Kanunun 18. maddesi ile değişik 46/son maddesindeki kamulaştırma bedelleri ile mahkemece kesin hükme bağlanan artırım bedelleri için son fıkraya göre kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz oranının uygulanacağı belirlendiğinden tazminat niteliğinde olan kamulaştırmasız el atmadan dolayı alacaklar anılan madde kapsamı dışında kalmaktadır. Mahkemece İcra Müdürlüğünce uygulanan faiz oranlarının 3095 Sayılı Yasaya (Bütçe Kanununda yer alan yıllar ve oranlarda gözetilerek) uygun olup olmadığı denetlendikten sonra oluşacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile hüküm tesisi isabetsizdir.” Gerekçesiyle bozulmasına karar vermiş; Şikayetçi/borçlu vekili bozmaya uyulmasını; alacaklı vekili ise direnilmesini istemişlerdir.
Mahkemece; “Kamulaştırmasız el atma tazminatı, idarenin, hukuka uygun işlemle değil, hukuka aykırı eylemle, hatta suç olan eylemle (5237 s. TCK: m.261) mülkiyetini devraldığı taşınmaza ödeyeceği bedeldir. Anayasanın 46. maddesi ile, himaye edilen hak ve yasaklanan uygulama dikkate alındığında, mülkiyeti devredip taşınmaz bedelini hükme bağlayan ilamların, 46. madde hükmünden evleviyetle yararlanması gerektiği sonucuna varılmıştır. Yıllarca süre davalar sonunda, mülkiyetin devri karşılığı alınabilen bedelin tazminat olarak nitelendirilmesi, ödenmemiş kamulaştırma bedeli sayılmaması, ayrıca, hüküm kıstası ile kamulaştırma bedelinin nizalı ve nizasız kısımları arasında, kesinleşme kıstası ile faiz uygulanacak dönemler arasında, farklılıklar ve eşitsizlikler yaratılması, bu suretle muhtemel fiili ve keyfi uygulamaların dolaylı himayeye mahzar olabilmeleri, Anayasanın 46. maddesinin 2 ve 4. maddeleri lafzına ruhuna uygun olamayacağından, önceki kararda ısrar olunmak gerekmiştir.” gerekçesiyle önceki kararda direnilmiştir. Kararı şikayetçi/borçlu vekili temyiz etmiştir.
E- Gerekçe: İstek, icra müdürlüğü işlemini şikayete ilişkindir. Kamulaştırmasız el atma nedeniyle tazminat istemli dava sonunda verilen, taşınmazların yol olarak terkini ile bedelinin davalı idareden yasal faizi ile tahsiline ilişkin, ilama dayanılarak girişilen ilamlı icra takibinde icra emrinde alacak için istenen ve uygulanan faizin kamu alacaklarının tahsilinde uygulanan faiz olarak hesaplanmasına yönelik icra müdürlüğü işlemi şikayete konu edilmiş; yasal faiz uygulanması gerektiği ileri sürülmüştür.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; ilamlı takibe konu kamulaştırmasız el atma nedeniyle tazminat alacağına; kamulaştırma bedeline ilişkin alacaklara uygulanan Anayasa’nın 46. maddesinin son fıkrasına göre kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz oranının mı, yoksa 3095 sayılı Kanundaki yasal faiz oranlarının mı uygulanacağı noktasında toplanmaktadır.
İlkin belirtmekte yarar vardır ki, kamu hizmetlerinin gereği gibi yerine getirilebilmesi için gereksinim duyulan taşınmaz malların özel kimseler elinde ve onların mülkiyetinde olması durumunda, devlet ve kamu tüzel kişileri o taşınmazı sahibinden satın alma veya trampa yoluna gidebileceği gibi kamulaştırma yoluyla edinebilmekte ya da herhangi bir işlem yapmaksızın fiilen el koyabilmektedir. Bunlardan ilk iki yol temelini Anayasadan, özel kanunundan veya sözleşmeden almakta iken sonuncu yol olan kamulaştırmasız el atma, hukuksal niteliği itibariyle temelini Borçlar Kanunu’nun haksız eyleme ilişkin hükümlerinden almaktadır.
Yeri gelmişken, konuya ilişkin yasal düzenlemeler ile “kamulaştırma” ve “kamulaştırmasız el atma” kavramlarının irdelenmesinde yarar vardır.
Kamulaştırma, T: C. Anayasası’nın 46. maddesinde ve 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanunu’nda tanımlanmakta ve temelini de bu düzenlemelerden almaktadır.
2942 Sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun (5.5.2001 günü yürürlüğe giren) 4650 Sayılı Kanun ile değişik 8. maddesinde; idarelerin, bu kanuna göre, tapuda kayıtlı olan taşınmaz mallar hakkında yapacağı kamulaştırmalarda satın alma usulünü öncelikle uygulamalarının esas olduğu, anlaşma olmaması veya ferağ verilmemesi halinde bu Kanunun 10. maddesine göre işlem yapılacağı, ifade edilmektedir.
Anılan madde ile atıf yapılan Aynı Kanunun “Kamulaştırma bedelinin mahkemece tespiti ve taşınmaz malın idare adına tescili” başlıklı 10. maddesinde de;
“… Tarafların anlaştığı veya tarafların anlaşamaması halinde hâkim tarafından kamulaştırma bedeli olarak tespit edilen miktarın, peşin ve nakit olarak veya kamulaştırma bu Kanunun 3 üncü maddesinin ikinci fıkrasına göre yapılmış ise, ilk taksitin yine peşin ve nakit olarak hak sahibi adına, hak sahibi tespit edilememiş ise ileride ortaya çıkacak hak sahibine verilmek üzere 10 uncu maddeye göre mahkemece yapılacak davetiye ve ilanda belirtilen bankaya yatırılması ve yatırıldığına dair makbuzun ibraz edilmesi için idareye on beş gün süre verilir. Gereken hallerde bu süre bir defaya mahsus olmak üzere mahkemece uzatılabilir. İdarece, kamulaştırma bedelinin hak sahibi adına yatırıldığına veya hak sahibinin tespit edilemediği durumlarda, ileride ortaya çıkacak hak sahibine verilmek üzere bloke edildiğine dair makbuzun ibrazı halinde mahkemece, taşınmaz malın idare adına tesciline ve kamulaştırma bedelinin hak sahibine ödenmesine karar verilir ve bu karar, tapu dairesine ve paranın yatırıldığı bankaya bildirilir. Tescil hükmü kesin olup tarafların bedele ilişkin temyiz hakları saklıdır.
Bu maddede öngörülen işlemler, mahkemenin davetine uymayanlar olduğu takdirde ilgilinin yokluğunda yapılır.
Hak sahibinin tespit edilemediği durumlarda mahkemece, kamulaştırma bedelinin üçer aylık vadeli hesaba dönüştürülerek nemalandırılması amacıyla gerekli tedbirler alınır.
Kamulaştırılması yapılan taşınmaz mal, tahsis edildiği kamu hizmeti itibariyle sicile kaydı gerekmeyen bir niteliğe dönüşmüş ise, istek halinde mahkemece sicil kaydının terkinine karar verilir.
Bu tescil ve terkin işlemi sırasında mal sahiplerinin bu taşınmaz mal nedeniyle vergi ilişkisi aranmaz. Ancak, tapu dairesi durumu ilgili vergi dairesine bildirir.
14 üncü maddede belirtilen süre içinde, kamulaştırma işlemine karşı hak sahipleri tarafından idari yargıda iptal davası açılması ve idari yargı mahkemelerince de yürütmenin durdurulması kararı verilmesi halinde mahkemece, idari yargıda açılan dava bekletici mesel e kabul edilerek bunun sonucuna göre işlem yapılır.
Kamulaştırma işlemine karşı idari yargıda iptal veya maddi hatalara karşı adli mahkemelerde açılacak düzeltim davalarında hangi idareye husumet yöneltileceğinin davetiye ve ilanda açıkça belirtilmemiş veya yanlış gösterilmiş olması nedeniyle davada husumet yanlış yöneltilmiş ise, gerçek hasma tebligat yapılmak suretiyle davaya devam olunur.”
Hükmüne yer verilmiştir.
Kanunun bu açık düzenlemesinden de anlaşılacağı gibi, idarece hak sahibi adına para yatırılmadan tescile karar verilmesi olanaklı değildir. Kamulaştırmanın peşin para ile yapılması asıl olduğundan ödemede de bir gecikme söz konusu olamaz.
Ancak, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 3. maddesinde; “Bakanlar Kurulunca kabul olunan büyük enerji ve sulama projeleri ile iskan projelerinin gerçekleştirilmesi, yeni ormanların yetiştirilmesi, kıyıların korunması ve turizm amacıyla yapılacak kamulaştırmalarda bir gerçek veya özel hukuk tüzel kişisine ödenecek kamulaştırma bedelinin o yıl Genel Bütçe Kanununda gösterilen miktarı, nakden ve peşin olarak ödenir. Bu miktar, kamulaştırma bedelinin altıda birinden -az olamaz. Bu miktarın üstünde olan kamulaştırma bedelleri, peşin ödeme miktarından az olmamak ve en fazla beş yıl içinde faiziyle birlikte ödenmek üzere eşit taksitlere bağlanır. Taksitlere, peşin ödeme gününü takip eden günden itibaren devlet borçlan için öngörülen en yüksek faiz haddi uygulanır”.
4650 sayılı Kanunun 1. maddesi ile de 3. maddeye eklenen fıkrada da: “İdarelerce yeterli ödenek temin edilmeden kamulaştırma işlemlerine başlanılamaz” denilmektedir.
Bu düzenlemeye paralel olarak, 3.10.2001 tarih ve 4709 Sayılı Kanunun 18. maddesiyle T: C. Anayasasının 46. maddesinde de değişiklik yapılmıştır. T: C. Anayasası’nın, “Kamulaştırma” başlıklı 46. maddesinde;
“Devlet ve kamu tüzel kişileri; kamu yararının gerektirdiği hallerde, gerçek karşılıklarını peşin ödemek şartıyla, özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların tamamını veya bir kısmını, kanunla gösterilen esas ve usullere göre, kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde idari irtifaklar kurmaya yetkilidir.
Kamulaştırma bedeli ile kesin hükme bağlanan artırım bedeli nakden ve peşin olarak ödenir.
Ancak, tarım reformunun uygulanması, büyük enerji ve sulama projeleri ile iskan projelerinin gerçekleştirilmesi, yeni ormanların yetiştirilmesi, kıyıların korunması ve turizm amacıyla kamulaştırılan toprakların bedellerinin ödenme şekli kanunla gösterilir. Kanunun taksitle ödemeyi öngörebileceği bu hallerde, taksitlendirme süresi beş yılı aşamaz; bu takdirde taksitler eşit olarak ödenir.
Kamulaştırılan topraktan, o toprağı doğrudan doğruya işleten küçük çiftçiye ait olanlarının bedeli, her halde peşin ödenir.
İkinci fıkrada öngörülen taksitlendirmelerde ve herhangi bir sebeple ödenmemiş kamulaştırma bedellerinde kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz uygulanır.” Hükmü yer almaktadır.
Açıklanan bu düzenlemeler ile kamulaştırma işlemi tanımlanmış, özellikleri ortaya konulmuş; kamulaştırma bedeli ve kesin hükme bağlanan artırım bedelinin peşin ve nakden ödenmesi kuralı ve bu kuralın istisnaları açıklanmış; taksitlendirme halinde ve herhangi bir nedenle ödenmemiş olan kamulaştırma bedellerinde kamu alacakları için öngörülen en yüksek faizin uygulanacağı, kabul edilmiştir.
Şu halde, Anayasal ve yasal tanımıyla Kamulaştırma: “İdarenin, kamu yararı düşüncesiyle ve kamu gücüne dayanarak, karşılık parasını -Kanunun takside olanak tanıdığı haller ayrık olmak üzere- peşin vermek şartıyla, bir taşınmaz malı mal sahibinin rıza ve muvafakatine bakılmaksızın edinmesidir.” şeklinde ifade edilebilir.
Görülmektedir ki, kamulaştırma işlemi, her şeyden önce temelini Anayasa ve Özel Kanunu’ndan alan yasal bir işlemdir ve bu niteliği itibariyle kamulaştırmasız el atma eyleminden temelde ayrılmaktadır.
Bu nedenle de, gerek Kamulaştırma Kanununun 3. maddesinde ve gerekse Anayasa’nın 46. maddesinin son fıkrasında düzenlemeye konu edilen ve kamu alacakları için öngörülen en yüksek faizin uygulanacağı ifade olunan bedel; Kanun gereği taksitlendirmeye konu olan ve herhangi bir nedenle ödenmemiş olan ihtilafsız kamulaştırma bedeli ile kesin hükme bağlanan artırım bedelidir.
Eş söyleyişle, hukuken geçerli bir kamulaştırma işlemi varsa ve kamulaştırma bedeli de davaya konu edilsin edilmesin sonuçta kesinleşmişse, ancak bu durumda, Anayasa’nın 46. maddesinin son fıkrasında açıklanan faizin uygulanma olanağından söz edilebilecektir.
“Kamulaştırmasız el atma” eylemine gelince; Kamulaştırmasız el atma hukuksal nitelikçe bir haksız eylemdir. Haksız eylemden doğan borçlar tazmini nitelikte olup, bunlara yasal faizin uygulanması esastır.
Kamulaştırmasız el atmalarda, kişi yani el konulan taşınmazın sahibi dilerse el atmanın önlenmesini, dilerse el konulan taşınmazın mülkiyetini idareye bırakması karşılığı bedelinin tazminini istemek hakkına sahiptir.
Bedel istenmesi durumunda; bu bedelin belirlenmesinde, kanunda açık bir atıf bulunmamasına karşın yerleşen yargısal uygulama gereği, hesap tarzı bakımından Kamulaştırma Kanunu’nun değer biçme yöntemine ilişkin hükümlerinin kıyasen uygulanıyor olması, temelini Kamulaştırma Kanunundan değil haksız eylemden alan bu tür tazminat alacaklarının hukuki niteliğini değiştirmeyeceği gibi, belirlenecek bedelin kamulaştırma bedeli olarak nitelendirilmesi sonucunu da doğuramaz.
Zira, kamulaştırmasız el atma eylemi ile kamulaştırma yapma yetkisine sahip idarelerin yasaya uygun şekilde gerçekleştirdikleri kamulaştırma işlemleri hukuki mahiyetleri itibariyle birbirlerinden açıkça farklıdırlar.
Nitekim, konuya ilişkin 16.05.1956 tarih ve 1956/1-6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında da kamulaştırmasız el atma, bir nev’i haksız eylem olarak nitelendirilmiş ve Kamu tüzel kişiliği tarafından istimlak edilmeksizin taşınmaz malı yola çevrilen (kalbedilen) kimsenin el atmanın önlenmesi davasını açmaya hakkı olduğu; ancak, dilerse mülkiyetin devri karşılığı taşınmaz malın dava tarihindeki bedelini o kamu tüzel kişiliğinden dava edebileceği, kabul edilmiştir.
Sonuç itibariyle; tazminat niteliğinde olan kamulaştırmasız el atmaya dayalı dava sonucu hükmedilen meblağlar, Anayasa’nın. 46/son maddesi kapsamı dışında kalmaktadır ve bu meblağlara kamu alacaklarına uygulanan en yüksek faiz oranının uygulanması olanaklı değildir. 3095 Sayılı Kanun (Bütçe Kanununda yer alan yıllar ve oranlar da gözetilerek) hükümlerinin uygulanması gerekir.
Mahkemece, İcra Müdürlüğünce uygulanan faiz oranlarının 3095 Sayılı Kanuna (Bütçe Kanununda yer alan yıllar ve oranlarda gözetilerek) uygun olup olmadığı denetlendikten sonra oluşacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekir.
Açıklanan nedenlerle Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda. direnilmesi usul ve yasaya aykırı olup, direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Şikayetçi/borçlu vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı H.U.M.K: nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine 13.7.2005 gününde, oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/2675 K: 2021/535 T: 29.04.2021
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/5-341 K: 2002/415 T: 22.5.2002
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/5-296 K: 2006/358 T: 7.6.2006
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1995/18-633 K: 1995/826 T: 18.10.1995
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/12-464 K: 2005/456 T: 13.07.2005
Tazminat niteliğinde olan kamulaştırmasız el atmaya dayalı dava sonucu hükmedilen meblağlar, Anayasa’nın 46/son maddesi kapsamı dışında kalmaktadır ve bu meblağlara kamu alacaklarına uygulanan en yüksek faiz oranının uygulanması olanaklı değildir.
Taraflar arasındaki “şikayet” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Üsküdar 1. İcra Mahkemesi’nce şikayetin reddine dair verilen 01.12.2004 gün ve 2004/274-949 sayılı kararın incelenmesi şikayetçi/borçlu vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 12. Hukuk Dairesi’nin 15.02.2005 gün ve 199-2730 sayılı ilamı ile;
(…Takip konusu yapılan Kartal 1. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2003/593 Esas, 2004/126 Karar sayılı ilamında alacaklının lehine kamulaştırmasız el atmadan dolayı tazminata hükmedildiği görülmektedir. İlamda belirtilen alacak tazminat niteliğinde olduğundan bu alacak için 3095 Sayılı Yasadaki yasal faiz oranlarının uygulanması gerekir. Anayasa’nın 4709 Sayılı Kanunun 18. maddesi ile değişik 46/son maddesindeki kamulaştırma bedelleri ile mahkemece kesin hükme bağlanan artırım bedelleri için son fıkraya göre kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz oranının uygulanacağı belirlendiğinden tazminat niteliğinde olan kamulaştırmasız el atmadan dolayı alacaklar anılan madde kapsamı dışında kalmaktadır. Mahkemece icra müdürlüğünce uygulanan faiz oranlarının 3095 Sayılı Yasaya (Bütçe Kanunu’nda yer alan yıllar ve oranlarda gözetilerek) uygun olup olmadığı denetlendikten sonra oluşacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile hüküm tesisi isabetsizdir…)
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: K: İstek, icra müdürlüğü işlemini şikayete ilişkindir.
A- DAVACI İSTEMİNİN ÖZETİ: Şikayetçi/borçlu Karayolları Genel Müdürlüğü vekili 01.06.2004 tarihli dilekçesinde özetle; alacaklı vekilinin Kartal 3. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2003/148 Esas sayılı kamulaştırmasız el atma davasına ait kararı takibe koyduğunu, takibin en yüksek faize ilişkin bölümünün ilama ve kamu düzenine aykırı olduğunu, el atma davasının tazminat davası olup, Anayasanın 46. maddesinden yararlanamayacağını, davanın kamulaştırmasız el atma olup karardaki faizin de yasal faiz olduğunu ifadeyle, ilama ve kamu düzenine, Anayasa’nın46. maddesine aykırı olan icra emrinin süresiz şikayet yoluyla iptaline karar verilmesini istemiştir.
B- DAVALI TARAFIN CEVABININ ÖZETİ: Karşı taraf/alacaklı vekili; kamulaştırmasız el atmaya dayalı ilamlarda Anayasa’nın 46/son maddesinin uygulanması gerektiğini. şikayetin reddini savunmuştur.
C- YEREL MAHKEME KARARININ ÖZETİ: İcra mahkemesi: “İdarenin. hukuka uygun işlemle değil. Hukuka aykırı eylemle mülkiyetini devraldığı taşınmaza ödeyeceği bedeldir. Anayasa’nın 46. maddesi ile himaye edilen hak ve yasaklanan uygulama dikkate alındığında. mülkiyeti devredip taşınmaz bedelini hükme bağlayan ilamların. 46. madde hükmünden evleviyetle yararlanması gerektiği sonucuna varılmıştır. Takip talepnamesinin ve şikayetin hesap tablosuna müstenit olmayışına. takip konusu alacağın işlemiş faizine tekrar faiz yürütülmesinin mümkün bulunmayışına. Maliye Bakanlığı Gelirler Genel Müdürlüğü’nün kamu alacaklarına uygulanan en yüksek faiz oranları hakkındaki cevabi yazılarına ve icrası istenen ilamda öngörülen faiz başlangıç tarihine (19.02.2003) göre” gerekçesi ile “53 Örnek sayılı İcra emrinin işlemiş ve işleyecek faiz kısımlarının. (32.762.256.063).-TL asıl alacağa. faiz başlangıç tarihi olan 19.2.2003 tarihinden 11.11.2003 tarihine kadar aylık % 7. 12.11.2003 tarihinden sonrası için aylık % 4 olmak üzere amme alacaklarına uygulanan en yüksek faiz oranında yasal faiz yürütülmesi. biçiminde düzeltilmesine hesaplamanın işbu karara göre icra dairesince yeniden yapılmasına. takibin ve şikayetin hesap tablosuna müstenit olmayışı sebebiyle taraflar yatarına yargılama gideri ve ücreti vekalet takdiri gerekmediğine” karar vermiştir.
D- TEMYİZ EVRESİ, BOZMA VE DİRENME: Şikayetçi/borçlu vekilinin temyizi üzerine Yüksek Özel Daire; “… Anayasa’nın 4709 Sayılı Kanunun 18. maddesi ile değişik 46/son maddesindeki kamulaştırma bedelleri ile mahkemece kesin hükme bağlanan artırım bedelleri için son fıkraya göre kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz oranının uygulanacağı belirlendiğinden tazminat niteliğinde olan kamulaştırmasız el atmadan dolayı alacaklar anılan madde kapsamı dışında kalmaktadır. Mahkemece icra müdürlüğünce uygulanan faiz oranlarının 3095 Sayılı Yasaya (Bütçe Kanunu’nda yeralan yıllar ve oranlarda gözetilerek) uygun olup olmadığı denetlendikten sonra oluşacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile hüküm tesisi isabetsizdir…” gerekçesiyle bozulmasına karar vermiş; şikayetçi/borçlu vekili bozmaya uyulmasını; alacaklı vekili ise direnilmesini istemişlerdir.
Mahkemece; “…Kamulaştırmasız el atma tazminatı, idarenin, hukuka uygun işlemle değil, hukuka aykırı eylemle, hatta suç olan eylemle (5237 s. TCK: m. 261) mülkiyetini devraldığı taşınmaza ödeyeceği bedeldir. Anayasa’nın 46. maddesi ile himaye edilen hak ve yasaklanan uygulama dikkate alındığında. mülkiyeti devredip taşınmaz bedelini hükme bağlayan ilamların. 46. madde hükmünden evleviyetle yararlanması gerektiği sonucuna varılmıştır. Yıllarca süren davalar sonunda. mülkiyetin devri karşılığı alınabilen bedelin tazminat olarak nitelendirilmesi. ödenmemiş kamulaştırma bedeli sayılmaması. ayrıca. hüküm kıstası ile kamulaştırma bedelinin nizalı ve nizasız kısımları arasında kesinleşme kıstası ile faiz uygulanacak dönemler arasında. farklılıklar ve eşitsizlikler yaratılması. bu suretle muhtemel fiili ve keyfi uygulamaların dolaylı himayeye mahzar olabilmeleri. Anayasa’nın 46. maddesinin 2 ve 4. maddeleri lafzına ruhuna uygun olamayacağından. önceki kararda ısrar olunmak gerekmiştir…” gerekçesiyle önceki kararda direnilmiştir. Kararı şikayetçi/borçlu vekili temyiz etmiştir.
E- GEREKÇE: İstek, icra müdürlüğü işlemini şikayete ilişkindir. Kamulaştırmasız el atma nedeniyle tazminat istemli dava sonunda verilen taşınmazların yol olarak terkini ile bedelinin davalı idareden yasal faizi ile tahsiline ilişkin ilama dayanılarak girişilen ilamlı icra takibinde İcra emrinde alacak için istenen ve uygulanan faizin kamu alacaklarının tahsilinde uygulanan faiz olarak hesaplanmasına yönelik icra müdürlüğü işlemi şikayete konu edilmiş; yasal faiz uygulanması gerektiği ileri sürülmüştür.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; ilamlı takibe konu kamulaştırmasız el atma nedeniyle tazminat alacağına; kamulaştırma bedeline ilişkin alacaklara uygulanan Anayasa’nın 46. maddesinin son fıkrasına göre kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz oranının mı, yoksa 3095 Sayılı Kanundaki yasal faiz oranlarının mı uygulanacağı noktasında, toplanmaktadır.
İlkin belirtmekte yarar vardır ki, kamu hizmetlerinin gereği gibi yerine getirilebilmesi için gereksinim duyulan taşınmaz malların özel kimseler elinde ve onların mülkiyetinde olması durumunda, Devlet ve kamu tüzel kişileri o taşınmazı sahibinden satın alma veya trampa yoluna gidebileceği gibi kamulaştırma yoluyla edinebilmekte ya da herhangi bir işlem yapmaksızın fiilen el koyabilmektedir. Bunlardan ilk iki yol temelini Anayasa’dan, özel kanunundan veya sözleşmeden almakta iken sonuncu yol olan kamulaştırmasız el atma, hukuksal niteliği itibariyle temelini Borçlar Kanunu’nun haksız eyleme ilişkin hükümlerinden almaktadır.
Yeri gelmişken, konuya ilişkin yasal düzenlemeler ile “kamulaştırma” ve “kamulaştırmasız el atma” kavramlarının irdelenmesinde yarar vardır.
Kamulaştırma, T: C. Anayasası’nın 46. maddesinde ve 4650 Sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nda tanımlanmakta ve temelini de bu düzenlemelerden almaktadır.
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun (05.05.2001 günü yürürlüğe giren) 4650 Sayılı Kanun ile değişik 8. maddesinde; idarelerin, bu kanuna göre, tapuda kayıtlı olan taşınmaz mallar hakkında yapacağı kamulaştırmalarda satın alma usulünü öncelikle uygulamalarının esas olduğu, anlaşma olmaması veya ferağ verilmemesi halinde bu kanunun 10. maddesine göre işlem yapılacağı ifade edilmektedir.
Anılan madde ile atıf yapılan aynı kanunun “Kamulaştırma bedelinin mahkemece tespiti ve taşınmaz malın idare adına tescili” başlıklı 10. maddesinde de;
“… Tarafların anlaştığı veya tarafların anlaşamaması halinde hakim tarafından kamulaştırma bedeli olarak tespit edilen miktarın, peşin ve nakit olarak veya kamulaştırma bu kanunun 3’üncü maddesinin ikinci fıkrasına göre yapılmış ise, ilk taksitin yine peşin ve nakit olarak hak sahibi adına, hak sahibi tespit edilememiş ise ileride ortaya çıkacak hak sahibine verilmek üzere 10’uncu maddeye göre mahkemece yapılacak davetiye ve ilanda belirtilen bankaya yatırılması ve yatırıldığına dair makbuzun ibraz edilmesi için idareye on beş gün süre verilir. Gereken hallerde bu süre bir defaya mahsus olmak üzere mahkemece uzatılabilir. İdarece, kamulaştırma bedelinin hak sahibi adına yatırıldığına veya hak sahibinin tespit edilemediği durumlarda, ileride ortaya çıkacak hak sahibine verilmek üzere bloke edildiğine dair makbuzun ibrazı halinde mahkemece, taşınmaz malın idare adına tesciline ve kamulaştırma bedelinin hak sahibine ödenmesine karar verilir ve bu karar, tapu dairesine ve paranın yatırıldığı bankaya bildirilir. Tescil hükmü kesin olup tarafların bedele ilişkin temyiz hakları saklıdır.
Bu maddede öngörülen işlemler, mahkemenin davetine uymayanlar olduğu takdirde ilgilinin yokluğunda yapılır.
Hak sahibinin tespit edilemediği durumlarda mahkemece, kamulaştırma bedelinin üçer aylık vadeli hesaba dönüştürülerek nemalandırılması amacıyla gerekli tedbirler alınır.
Kamulaştırılması yapılan taşınmaz mal, tahsis edildiği kamu hizmeti itibariyle sicile kaydı gerekmeyen bir niteliğe dönüşmüş ise, istek halinde mahkemece sicil kaydının terkinine karar verilir.
Bu tescil ve terkin işlemi sırasında mal sahiplerinin bu taşınmaz mal nedeniyle vergi ilişkisi aranmaz. Ancak, tapu dairesi durumu ilgili vergi dairesine bildirir.
14′ üncü maddede belirtilen süre içinde, kamulaştırma işlemine karşı hak sahipleri tarafından idari yargıda iptal davası açılması ve idari yargı mahkemelerince de yürütmenin durdurulması kararı verilmesi halinde mahkemece, idari yargıda açılan dava bekletici mesele kabul edilerek bunun sonucuna göre işlem yapılır.
Kamulaştırma işlemine karşı idari yargıda iptal veya maddi hatalara karşı adli mahkemelerde açılacak düzeltim davalarında hangi idareye husumet yöneltileceğinin davetiye ve ilanda açıkça belirtilmemiş veya yanlış gösterilmiş olması nedeniyle davada husumet yanlış yöneltilmiş ise, gerçek hasma tebligat yapılmak suretiyle davaya devam olunur…” hükmüne yer verilmiştir.
Kanunun bu açık düzenlemesinden de anlaşılacağı gibi, idarece hak sahibi adına para yatırılmadan tescile karar verilmesi olanaklı değildir. Kamulaştırmanın peşin para ile yapılması asıl olduğundan ödemede de bir gecikme söz konusu olamaz.
Ancak, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 3. maddesinde; “Bakanlar Kurulu’nca kabul olunan büyük enerji ve sulama projeleri ile iskan projelerinin gerçekleştirilmesi, yeni ormanların yetiştirilmesi, kıyıların korunması ve turizm amacıyla yapılacak kamulaştırmalarda bir gerçek veya özel hukuk tüzel kişisine ödenecek kamulaştırma bedelinin o yıl Genel Bütçe Kanunu’nda gösterilen miktarı, nakden ve peşin olarak ödenir. Bu miktar, kamulaştırma bedelinin altıda birinden az olamaz. Bu miktarın üstünde olan kamulaştırma bedelleri, peşin ödeme miktarından az olmamak ve en fazla beş yıl içinde faiziyle birlikte ödenmek üzere eşit taksitlere bağlanır. Taksitlere, peşin ödeme gününü takip eden günden itibaren devlet borçlan için öngörülen en yüksek faiz haddi uygulanır.” 4650 Sayılı Kanunun 1. maddesi ile de 3. maddeye eklenen fıkrada da:
“İdarelerce yeterli ödenek temin edilmeden kamulaştırma işlemlerine başlanılamaz” denilmektedir.
Bu düzenlemeye paralel olarak, 03.10.2001 tarih ve 4709 Sayılı Kanunun 18. maddesiyle T: C. Anayasasının 46. maddesinde de değişiklik yapılmıştır: Anayasasının, “Kamulaştırma” başlıklı 46. maddesinde;
“Devlet ve kamu tüzel kişileri; kamu yararının gerektirdiği hallerde, gerçek karşılıkların peşin ödemek şartıyla, özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların tamamını veya bir kısmım, kanunla gösterilen esas ve usullere göre, kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde idari irtifaklar kurmaya yetkilidir.
Kamulaştırma bedeli ile kesin hükme bağlanan artının bedeli nakden ve peşin olarak ödenir.
Ancak, tarım reformunun uygulanması, büyük enerji ve sulama projeleri ile iskan projelerinin gerçekleştirilmesi, yeni ormanların yetiştirilmesi, kıyıların korunması ve turizm amacıyla kamulaştırılan toprakların bedellerinin ödenme şekli kanunla gösterilir. Kanunun taksitle ödemeyi öngörebileceği bu hallerde, taksitlendirme süresi beş yılı aşamaz; bu takdirde taksitler eşit olarak ödenir.
Kamulaştırılan topraktan, o toprağı doğrudan doğruya işleten küçük çiftçiye ait olanlarının bedeli, her halde peşin ödenir.
İkinci fıkrada öngörülen taksitlendirmelerde ve herhangi bir sebeple ödenmemiş kamulaştırma bedellerinde kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz uygulanır” hükmü yer almaktadır.
Açıklanan bu düzenlemeler ile kamulaştırma işlemi tamamlanmış, özellikleri ortaya konulmuş; kamulaştırma bedeli ve kesin hükme bağlanan artırım bedelinin peşin ve nakden ödenmesi kuralı ve bu kuralın istisnaları açıklanmış; taksitlendirme halinde ve herhangi bir nedenle ödenmemiş olan kamulaştırma bedellerinde kamu alacakları için öngörülen en yüksek faizin uygulanacağı, kabul edilmiştir.
Şu halde, Anayasal ve yasal tanımıyla kamulaştırma: “İdarenin, kamu yaran düşüncesiyle ve kamu gücüne dayanarak, karşılık parasını -kanunun takside olanak tanıdığı haller ayrık olmak üzere- peşin vermek şartıyla, bir taşınmaz malı mal sahibinin rıza ve muvafakatine bakılmaksızın edinmesidir” şeklinde ifade edilebilir.
Görülmektedir ki, kamulaştırma işlemi, her şeyden önce temelini Anayasa ve özel kanunundan alan yasal bir işlemdir ve bu niteliği itibariyle kamulaştırmasız el atma eyleminden temelde ayrılmaktadır.
Bu nedenle de, gerek Kamulaştırma Kanunu ‘nun 3. maddesinde ve gerekse Anayasa’nın46. maddesinin son fıkrasında düzenlemeye konu edilen ve kamu alacakları için öngörülen en yüksek faizin uygulanacağı ifade olunan bedel; kanun gereği taksitlendirmeye konu olan ve herhangi bir nedenle ödenmemiş olan ihtilafsız kamulaştırma bedeli ile kesin hükme bağlanan artırım bedelidir.
Eş söyleyişle, hukuken geçerli bir kamulaştırma işlemi varsa ve kamulaştırma bedeli de davaya konu edilsin edilmesin sonuçta kesinleşmişse, ancak bu durumda, Anayasa’nın 46. maddesinin son fıkrasında açıklanan faizin uygulanma olanağından söz edilebilecektir.
“Kamulaştırmasız el atma” eylemine gelince; Kamulaştırmasız el atma hukuksal nitelikçe bir haksız eylemdir. Haksız eylemden doğan borçlar tazmini nitelikte olup, bunlara yasal faizin uygulanması esastır.
Kamulaştırmasız el atmalarda, kişi yani el konulan taşınmazın sahibi dilerse el atmanın önlenmesini, dilerse el konulan taşınmazın mülkiyetini idareye bırakması karşılığı bedelinin tazminini istemek hakkına sahiptir.
Bedel istenmesi durumunda; bu bedelin belirlenmesinde, kanunda açık bir atıf bulunmamasına karşın yerleşen yargısal uygulama gereği, hesap tarzı bakımından Kamulaştırma Kanunu’nun değer biçme yöntemine ilişkin hükümlerinin kıyasen uygulanıyor olması, temelini Kamulaştırma Kanunu’ndan değil haksız eylemden alan bu tür tazminat alacaklarının hukuki niteliğini değiştirmeyeceği gibi, belirlenecek bedelin kamulaştırma bedeli olarak nitelendirilmesi sonucunu da doğuramaz.
Zira, kamulaştırmasız el atma eylemi ile kamulaştırma yapma yetkisine sahip idarelerin yasaya uygun şekilde gerçekleştirdikleri kamulaştırma işlemleri hukuki mahiyetleri itibariyle birbirlerinden açıkça farklıdırlar. Nitekim, konuya ilişkin 16.05.1956 tarih ve 1956/1-6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı’nda da kamulaştırmasız el atma, bir nev’i haksız eylem olarak nitelendirilmiş ve kamu tüzel kişiliği tarafından istimlak edilmeksizin taşınmaz malı yola çevrilen (kalbedilen) kimsenin el atmanın önlenmesi davasını açmaya hakkı olduğu; ancak, dilerse mülkiyetin devri karşılığı taşınmaz malın dava tarihindeki bedelini o kamu tüzel kişiliğinden dava edebileceği, kabul edilmiştir.
Sonuç itibariyle; tazminat niteliğinde olan kamulaştırmasız el atmaya dayalı dava sonucu hükmedilen meblağlar, Anayasa’nın 46/son maddesi kapsamı dışında kalmaktadır ve bu meblağlara kamu alacaklarına uygulanan en yüksek faiz oranının uygulanması olanaklı değildir. 3095 Sayılı Kanun (Bütçe Kanunu’nda yer alan yıllar ve oranlar da gözetilerek) hükümlerinin uygulanması gerekir.
Mahkemece, icra müdürlüğünce uygulanan faiz oranlarının 3095 Sayılı Kanuna (Bütçe Kanunu’nda yer alan yıllar ve oranlarda gözetilerek) uygun olup olmadığı denetlendikten sonra oluşacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekir. Açıklanan nedenlerle Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen özel daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırı olup, direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Şikayetçi/borçlu vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının özel daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı H.U.M.K: ‘nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine 13.07.2005 gününde, oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2016/1121 K:2016/837 T: 22.06.2016
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/5-252 K: 2003/324 T: 09.04.2003
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/5-555 K: 2005/17 T: 2.2.2005
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/5-288 K: 2005/352 T: 225.05.2005
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1990/5-370 K: 1990/589 T: 21.11.1990
Paylı mülkiyet üzere olan taşınmazlarda, paydaşlardan herbirinin, bu tür davayı tek başına açıp yürütebilir. Kesinleşen tescil ilamının dayanağı olan kroki kapsamında kalan kesimde yol bulunmamaktadır. Tescil ilamının kesinleştiği tarihten itibaren de geçen kısa sürede, taşınmaz içerisinde kalan kadim bir yolun bulunabileceği düşünülemez.
DAVA VE K: Taraflar arasındaki “tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; KARABÜK Asliye 1. Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 14.3.1989 gün ve 316-76 sayılı kavrarın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine,
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi’nin 21.12.1989 gün ve 11185-27675 sayılı ilamı;
(… Mahkemece bozma kararına uyulmuş bozmanın diğer gerekleri yerine getirilmiş isede önceki bozma kararının 1 numaralı bendinde 2942 sayılı Kanun’un 38. maddesi uyarınca inceleme yapılması dava hakkının olup olamayacağının tesbit edilmesi öngörüldüğü halde bu defa yine bu konuda inceleme yapılmadan karar verilmesi,
Yola terhin edilen kısmın kararda 510.46 m2 olarak gösterilmesi gerekirken 510.46/1939 hisse şeklinde ifade edilmesi doğru görülmemiştir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Yargıtay HUKUK GENEL KURULU KARARI:
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava konusu taşınmaz, davacı ile dava dışı müşterek arasında paylı mülkiyet üzeredir. Çekişmeli yolun, davacının paydaşı bulunduğu ve zilyetliğe dayalı tescil ilamı sonucu oluşan-tapusu kapsamında kaldığı saptanmıştır.
Hukuk Genel Kurulu’ndaki görüşme sırasında bir kısım üyelerce, davada istek bedel karşılığı tapudan terkini de içerdiğinden, tek paydaşın dava açamayacağı ileri sürülmüş ve bu husus önsorun kabul edilmiştir.
Paylı mülkiyet üzere olan taşınmazlarda, paydaşlardan her birinin, bu tür davayı tek başına açıp yürütebileceği, bu uygulamanın kararlılık kazanan yargısal kararlar gereği bulunduğu görüşüyle üçte ikiyi aşan oyla ilk görüşmede ön sorun çözüme ulaştırıldıktan sonra, işin esasına geçilmiştir.
Davacının; iddiasına dayanak yaptığı tapusu, M.K: ’nun 639/1. maddesine göre 1977 yılında uyuşmazlığın niteliği gereği Hazine ve ilgili kamu tüzel kişiliği olarak belediye yasal hasım gösterilerek açılan tescil davası sonucu alınmıştır. Verilen kararın, davanın taraflarını bağlayacağı kuşkusuzdur.
Kesinleşen tescil ilamının dayanağı olan kroki kapsamında kalan kesimde yol bulunmamaktadır. Tescil ilamının kesinleştiği tarihten itibaren de geçen kısa sürede, taşınmaz içerisinde kalan kadim bir yolun bulunabileceği düşünülemez.
Bu nedenle de, olayda 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 38. maddesi uyarınca dava hakkının kaybedildiğinden söz edilmesi mümkün değildir.
Yerel Mahkemece; Özel Dairenin “anılan 38. madde çerçevesinde araştırma yapılması” gereğine işaret eden bozmasına karşı, mevcut delillerin değerlendirilmesi suretiyle, davanın kabulüne ilişkin olarak kurulan hüküm Usul ve Yasa’ya uygun bulunduğundan onanmalıdır.
SONUÇ: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının reddiyle, direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle (ONANMASINA) yapılan ikinci görüşmede, salt çoğunlukla karar verildi.
KARŞI OY YAZILARI: Davacının 21.12.1977 tarih 39 numaralı tapu kaydına dayanarak açtığı bu davaya bakılmakta iken; çekişmeli yeri de içeren taşınmazın, kadastroca tahdit ve tesbite tabi tutulduğu, çekişmeli yerin “genel yol” niteliğiyle tesbit dışı bırakıldığı anlaşılmaktadır. Bunun yanı sıra yolun dışında kalan bölümünde 1 ve 22 parsel numaralar verilip tesbit gördüğü ve anılan parsellere ilişkin tespitini de henüz kesinleşmediği (itirazlı bulunduğu) sabittir ve tartışmasızdır.
Bilindiği ve 3402 Sayılı Yasa’nın 12. maddesinde ifade edildiği üzere; kadastro tesbiti kesinleştikten sonra, önceki kayıtlar elde mevcut kayıt olma niteliğini yitirirler. Bundan ötürü kesinleşen kadastrol tesbitin düzeltilmesi (iptali) ile birlikte ileri sürülmedikçe önceki kayıtlara dayanılarak salt el atmanın önlenilmesi isteğine hasren açılan davalar dinlenilemez. Kamulaştırmasız el atmanın önlenilmesi isteğine hasren açılan davalar dinlenilemez.
Kamulaştırmasız el atma nedeniyle açılan tazminat davalarında da delilin verilip verilemeyeceğini ya da neresi için verilebileceğini, önceki kaydın belirlediği mülkiyet hakkı tayin edecektir. Aksi durum, (önceki tapu kaydına değer verilmesi) kadastronun genel yol niteliği ile tasfiye ettiği yer için bedel ödenmesi sonucunu doğuracaktır.
O halde, tesbit dışı bırakılma işlemini kadastrol bir işlem olduğu, 22 ve 1 sayılı parsellere yönelik tesbitin de henüz kesinleşmediği gözetilerek, itirazlı bulunan kadastrol tesbiti bekletici sorun yapılmalı ve yanlar arasındaki uyuşmazlık; kesinleşecek kadastrol mülkiyet hakkına ve kapsamına bakılmak suretiyle çözüme kavuşturulmalıdır.
Belirttiğimiz gerekçeler ile değişik bozma yapılması görüşünü taşıdığımızdan sayın çoğunluğun onama kararına katılamıyoruz.
KARŞI OY YAZISI: Davacı taşınmaz malda paydaştır. Paydaşlar arasında paylaşılmamıştır. Taşınmaz mal yola katıldığına göre M.K: ’nun 912/2. maddesi uyarınca sicilden çıkarılacaktır.
Payın sicilden çıkarılması mümkün değildir. Paylaşma olmadığından davacının payına düşecek olanın sicilden çıkarılması mümkün olmadığı gibi yola alınan bölümden davacının payına nerenin düşeceğinin belirlenmesi de mümkün değildir. Bu nitelik itibariyle davacı bağımsız olarak hissesi üzerinde tasarruf yetkisini (M.K: 623/3) kullanamaz. Böyle olunca paydaşlar arasında mecburi dava arkadaşlığı vardır. Dava ehliyeti davanın her safhasında göz önünde tutulabilir. Mecburi dava arkadaşı olanların hep birlikte açmadıkları bu dava red edilmelidir. Kararın bu sebeplerle bozulması gerektiği kanaatindeyim.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2016/1121 K:2016/837 T: 22.06.2016
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/5-252 K: 2003/324 T: 09.04.2003
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/5-555 K: 2005/17 T: 2.2.2005
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/5-288 K: 2005/352 T: 225.05.2005
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1995/18-633 K: 1995/826 T: 18.10.1995
Kamulaştırma bedeline hükmolunacak faiz; bir haksız eylem tazminatı değil, temerrüt faizidir. İdare; kamulaştırma amacına uygun kamu hizmetinin gerçekleşmesine yönelik olarak taşınmaza fiilen el koymuş, ancak, çok süreler geçmesinden sonra bedel artırım davasına muhatap olmuşsa, kamulaştırma bedelinin değerlendirilmesi dava tarihi, ya da kamulaştırmanın tebliği tarihi itibariyle yapılacağından, İdarenin el koyma eylemi haksız yaralanma veya gasp amacıyla olmadığı içindir ki, artırılan bedel faizinin; fiili el koyma tarihinden değil, kamulaştırmanın kesinleştiği ve bu suretle mülkiyetin davalı İdareye geçtiği tarihten başlatılması gerekmektedir.
DAVA: Taraflar arasındaki “kamulaştırma bedelinin artırılması” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; (Antalya Asliye Altıncı Hukuk Mahkemesi)’nce davanın kısmen kabulüne dair verilen 25.10.1994 gün ve 1994/ 355-720 sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay OnYargıtay 8. Hukuk Dairesi’nin 13.5.1995 gün ve 1995/17933002 sayılı ilamıyla; (…Mahkeme kararı, kamulaştırma tebliğinin geçersiz sayılması nedeniyle, dava tarihindeki esaslara göre yapılan değerlendirme sonucu artırılan bedel üzerinden, dava tarihi olan 29.4.1994 tarihinden itibaren faize hükmedilmesi gerekirken çok önceki el atma tarihinden faiz yürütülmesinin doğru olmadığı gerekcesiyle bozulmuş ise de, karar düzeltme istemi üzerine yeniden yapılan değerlendirmedE:
Kamulaştırma, dayanağı Anayasanın 46. maddesinde yer alan, Devletin ve Kamu Tüzel Kişilerinin kamu yararının gerektirdiği hallerde özel mülkiyette bulunan taşınmazların edinilme müessesesidir. Kamulaştırmanın bu niteliği 20.10.1989 gün ve 1988/4-1989/3 sayılı İçtihatların Birleştirilmesi Kararında da tanımlanmış ve bundan hareketle, kamulaştırma üzerine açılan bedel artırımı davalarında hüküm altına alınan kamulaştırma bedeline hükmedilecek “faizin” bir haksız eylem tazminatı değil, kamulaştırmanın kesinleşmesiyle mülkiyeti Kamu İdaresine geçen taşınmaz üzerindeki hak, bu suretle bedeli olan para alacağına dönüşmüş olmakla bu bedelin tam olarak tediyesine kadar ödemesi gereken temerrüt faizi olduğu vurgulanmıştır. Bu nedenlendirki, kamulaştırma bedeline, ancak, kamulaştırmanın kesinleşmesi ve bu suretle MK: nun 633. maddesi uyarınca kamulaştırılan taşınmaz mülkiyetinin İdareye geçtiği tarihten itibaren faiz yürütülebileceği benimsenmiştir. Sözü edilen İçtihatları Birleştirme Kararında, her ne kadar uygulanacak faiz başlangıcına esas alınabilecek diğer olguların (örneğin; el atma, ferağ vs.) incelenmediği, bunların Tevhidi İçtihat dışında bırakıldığı açıklanmış isede, ilk vazedilmiş, esas itibariyle açılan dava sonunda arttırılmasına karar verilen bedel, mülkiyetin idareye geçmesiyle, diğer bir deyimle kamulaştırmanın, Kamulaştırma Kanununun 14. maddesi uyarınca idari yönden kesinleşmesiyle muaccel olacak ve faize bu tarihten itibaren hükmedilebilecektir.
Kanun hükümlerine göre, kamu yararı kararı verilip, kamulaştırılması öngörülen taşınmaza takdir komisyonunca bedel takdir edilir. Bu bedel taşınmaz maliki adına bir bankaya bloke edildikten ve diğer usul işlemleri tamamlandıktan sonra bütün işlemleri belgeleyen evrakın malike noter aracılığı ile tebliğe çıkarılması gerekirken, usulüne uygun bir tebligat yapılıp, kamulaştırmanın iptali ile ilgili idari dava açılmadıkça 30 gün (Kamulaştırma Kanunu madde 14) geçmekle kamulaştırma idari yönden kesinleşmekte (bedel arttırımı davası açılmış ta olsa) ve mülkiyet İdareye geçmektedir.
Bazı hallerde, değişik nedenlerle (taşınmaz maliklerinin saptanamaması yada tebligatın usulüne uygun yapılamaması vs.) tebligat öngörülen şekilde gerçekleştirilememekte, bu suretle kamulaştırmanın idari yönden kesinleşmesi ve mülkiyetin idareye geçiş süreci uzamaktadır. Bu gibi durumlarda tebligat çıkaramayan yada tebligatı çıkarmakla beraber usulüne uygun tebligat yapılmadığının ayırdında olmayan idare kamulaştırmanın amacına uygun kamu hizmetinin gerçekleşmesine yönelik olarak taşınmaza fiilen elkoymak durumunda kalmaktadır. Bu durumlarda İdare, tebligatın hiç yapılmamış olması yada usulüne uygun yapılmamış bulunması nedeniyle kamulaştırmadan itibaren çok uzun süreler geçmesinden sonra bedel arttırımı davalarına muhatap olmaktadır. Bu davalar sonunda hüküm altına alınan arttırımlar için istenmesi halinde faize de hükmedilmesi gerekmektedir. Bu faizin başlangıcının hangi olaya yada olguya dayanacağı keyfiyeti konumuzu oluşturan sorundur.
Kamulaştırma Kanununun 15. maddesinin 13. fıkrası hükmüne göre; kamulaştırma işlemi taşınmaz malikine, kamulaştırma kararının tamamlanmasından itibaren bir yıl içinde usulüne göre tebliğ edilememiş olursa, açılacak bedel arttırımı davalarında, dava tarihi esas alınarak taşınmazın değeri belirlenir. Örneğin,1980 yılında alınmış kamu yararı kararı üzerine, Kamulaştırma Kanununun 13. maddesinde belirtilen belge ve bilgileri içeren (kamu yararı kararı, takdir komisyonu raporu, paranın bankaya yatırıldığına dair banka dekontu, kamulaştırma krokisi, davanın aleyhine açılacak idarenin adı vs.) tebligatın çıkarılmamış yada tebligatı çıkarmakla beraber geçersiz kılınmış veya usulüne uygun (Tebligat Kanunu hükümlerine göre) yapılmamış ise davacının bu tarihten 15 yıl sonra kamulaştırmaya yeni muttali olduğu gerekçesiyle açabileceği bedel arttırım davasında taşınmazın değeri,1995 yılındaki özellikleri ve birim fiyatlarına göre belirlenecektir. Bu suretle belirlenen değere faiz yürütülmesi gerektiğinden faizin başlangıcı ne olacağı önem kazanmaktadır.
Kamulaştırılan taşınmaza, kamu yararının alındığı tarihte el atılmış (örneğin, yol yapımı sebebiyle) yada kamulaştırma gereği taşınmaz, inşaa edilen tesis ile bütünleşmiş (baraj kamulaştırmalarında su altında kalmış) ise bu olguların gerçekleştiği tarihin, faizin başlangıcı olarak alınmasının doğru olmayacağı iki yönden kendini açıkca göstermektedir.
Herşeyden önce kamulaştırma, yasal bir işlem olup, Yasanın öngördüğü işlemleri yaptıktan sonra (Kamulaştırma Kanununun 13. maddesinde belgelendirilmeleri öngörülen, işlemler ve tebligata çıkarma) kamu hizmetinin ifası için taşınmaza el koyan İdarenin bu davranışı bir haksız eylem olarak nitelendirilemez. Çünkü İdare, haksız yararlanma yada gasp amacıyla taşınmaza el atmış değildir. Belli yasal işlemlerden sonra bu yola başvurmuştur. Kaldıki idarenin bu davranışı “el atma” haksız eylem olarak nitelendirildiği takdirde bir “Kamulaştırma” dan söz edilemez. Böyle hallerde kamulaştırma Kanununun 38. maddesinde tanımlanan kamulaştırmasız el atmadan ancak sözedilebilir ki bu konumuz dışında olup, taşınmaz maliki yıllar sonra bu olguya değil, kamulaştırma hukuki nedenine dayanarak bedel arttırım davası açmıştır. Bu durumda arttırılan bedele haksız eylem tazminatında olduğu gibi zararın gerçekleştiği (el atma) tarihin faiz başlangıcına esas alınmasına hukuken olanak yoktur.
Diğer taraftan, yukarıda açıklandığı gibi böyle “geç kalmış” bedel arttırım davalarında, Kamulaştırma Kanununun 15. maddesinin 13. fıkrası hükmü gereği taşınmaz dava tarihindeki kıymet ve niteliklerine (örneğin, tarım arazisinde net gelir esas alınacağı için dava tarihindeki üretim miktarı ve ürünün fiatları-arsalarda dava tarihindeki benzer alım-satımlar) göre değerlendirilir. Böylece,1995 fiyatları ile bulunan değere, sanki bu değer 1980 yılında gerçekleşmiş gibi bu yıldan itibaren (el atma tarihi) faiz yürütülmesi anlamsız ve dayanaksız kalmaktadır. Çünkü, bilinmektedir ki haksız eyleme dayalı tazminat davalarında, haksız eylemin gerçekleştiği tarihteki zarar dikkate alındığı için bunun karşılığı olan tazminata zararın vuku bulduğu bu suretle tazminatın muaccel sayıldığı tarihten itibaren faiz yürütülür. O halde, kamulaştırma hukuki nedenine dayanılarak açılan bedel arttırımı davalarında hükmolunan arttırılmış bedele, kamulaştırma bir haksız eylem olmadığı ve yasa gereği değerlendirmede dava tarihi esas alındığı için (el atma) tarihinden geçerli olmak üzere faize hükmedilemeyeceği sonucuna varılmalıdır. Bu gibi “gecikmiş davalarda, tebligat yokluğuna, geçersizliğine yada usulsüzlüğüne dayanıldığı için, ıttıla (tebliğ) tarihi (Tebligat Kanunu madde 32/son) en geç dava tarihi kabul edilerek bunu izleyen 30 günlük sürenin bitiminde kamulaştırma idari yönden kesinleşmiş olacağından, (ve bu suretle Medeni Kanunun 633. maddesi uyarınca mülkiyet davalı İdareye geçmiş olacağından) bu tarih esas alınarak faize hükmedilmelidir. Böylece, daha önce el koyma veya işgal mevcut olsa bile tebligat yapılamamış olması nedeniyle değerlendirmede Kamulaştırma Kanununun 15. maddesinin 13. fıkrası uygulandığı durumlarda faiz başlangıcı yönünden yukarıda sözü edilen 20.10.1989 tarihli Tevhidi İçtihat Kararıyla parelellik sağlamış olmaktadır.
Taşınmaz malikinin, kamulaştırma üzerine İdarenin el atma tarihi ile açtığı dava tarihi arasındaki süre içinde taşınmazdan yararlanmadığı, bu hakkın kendisinden alındığı, bu sebeple haksız yere zarara uğradığına dair iddiaları kamulaştırma bedelinin arttırılması davası kapsamı dışındadır.
Değerlendirilmesi gereken bir husus ta şudur: Kamulaştırma benzeri yada “fiili kamulaştırma” olarak tanımlanabilen, Kamulaştırma Kanununun 38. maddesi kapsamındaki kamulaştırmasız el atma davalarında,16.5.1956 gün ve 1956/1-6 sayılı İçtihatları Birleştirme Kararı ile Yargıtay uygulamalarına göre, malikin taşınmazını elatan İdareye bırakması karşılığında alacağı tazminat (bedel) taşınmaza ilk elatıldığı tarihteki nitelikleri dikkate alınarak, dava tarihindeki değerine göre hesaplanmakta ve faiz, taşınmazın dava tarihindeki değerine hükmedildiği için bu tarihten başlatılmaktadır. Yasal kamulaştırma olarak kabul edilerek açılan bu davalarda (bedel arttırım davası) yasal olmayan (kamulaştırmasız el atma) eyleme dayanılarak açılan davadakinden daha fazlasına hükmedilemeyeceği açıktır.
Bu durumda, faize dava tarihi esas alınarak kamulaştırmanın kesinleştiği ve bu suretle mülkiyetin davalı İdareye geçtiği 29.5.1994 tarihinden itibaren hükmedilmesi gerekirse de, bozma ilamı davacı yararına kazanılmış hak kabul edilerek bu tarihin 29.4.1994 olarak muhafazası gerekir.
Bu itibarla, karar düzeltme istemi yerinde görülmemiş ise de; bozma ilamının açıklanan gerekçelerle kaldırılmasına ve mahkeme kararının bu değişik gerekçeyle bozulmasına…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece, önceki kararda direnilmiştir.
Temyiz eden: Davalı vekili. K: Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Uyuşmazlık” kamulaştırma yapan İdarenin, kamulaştırma evrakının tamamlanmasından itibaren bir yıl içinde hak sahibine usulüne göre tebligat yaptıramamış, ancak taşınmaza el koymuş olması halinde, Kamulaştırma Kanununun 15. maddesinin 13. fıkrası hükmü gereği kıymet takdirinin davanın açıldığı gün esas tutularak yapıldığı dikkate alınarak, arttırılan bedele uygulanacak faizin hangi tarihten başlayacağı konusunda toplanmaktadır.
Dava konusu olayda, davalı İdare, 9.12.1981 tarihinde arazi niteliğindeki taşınmazın bir bölümünü kamulaştırmış, takdir edilen bedeli bankaya yatırmış, tapuda malik olan kişiye tebligat çıkarmıştır. Ancak, malikin mirasçılarının 29.4.1994 tarihinde açtıkları bedel artırımı davasında, mürislerine çıkarılan tebligatın usulen uygun olmadığı anlaşılmış, mahkemece, Kamulaştırma Kanununun 15. maddesinin 13. fıkrası hükmü dikkate alınarak, taşınmazın değeri dava tarihi olan 29.4.1994 tarihi itibariyle takdir edilmiş ve bu suretle arttırılan bedele, davalı İdarenin taşınmaza el attığı 9.12.1981 tarihinden itibaren faize hükmedilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu ve Yargıtay 5. Hukuk Dairesi ‘nce verilen kamulaştırma parasının artırılması için açılan davalarda, mahkemece artırılan bedele İdarenin ancak taşınmaza fiilen el koyması halinde faize hükmedilebileceği ve faiz başlangıcının bu el atma tarihi olacağına dair kararlarla, tapuda ferağ halinde de hukuki el koyma gerçekleşmiş olacağından, ferağ tarihinden de faiz yürütülebileceğine dair kararlar arasındaki içtihat aykırılığının, giderilmesi konusundaki Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nun 20.10.1989 gün ve 1988/4-1989/3 sayılı kararında, konunun doğrudan doğruya mülkiyet hakkını ilgilendirdiği, mülkiyet hakkı kime ait ise nef’i ve hasarın ona ait olacağı genel kuralından hareketle, taşınmaz malikinin taşınmaz malla hukuki bağının kesildiği, yani mülkiyetin idareye geçtiği andan itibaren nef’i hasar idareye geçeceğinden, mal sahibinin bu andan itibaren, taşınmazın kendisine ödenmemiş (arttırılan) bedeline faiz isteyebileceği kabul edilerek, bu davalarda bedelin arttırılan bölümü için “mülkiyetin İdareye geçtiği günden itibaren faiz istenebileceği” sonucuna varılmıştır.
Aynı Tevhidi İçtihat Kararında, “…Kamulaştırmanın idari yönden kesinleşmesinden önce… el atma hali İçtihadı Birleştirme Konusunun dışında tutulmuştur” ifadesine yer verilmiş olmakla, dava konusu olaydaki uyuşmazlığa bir çözüm getirilmemiştir. O halde konunun, faizin niteliği, benzer hukuki müesseseler, sözü edilen Tevhidi İçtihat Kararında doğrudan doğruya sonuca etkili gerekçeler ve genel hukuk kuralları yönlerinden incelenerek adil bir sonuca varılması gerekir.
Yukarıda sözü edilen Tevhidi İçtihat Kararına göre, “para borçlarında faiz, alacaklının cebinde zamanında bulanmayan paradan mahrumiyeti karşılayan bir ivazdır” kararın, sonuca sıkı sıkıya bağlı olan ve bu niteliği ile benzer olaylarda bağlayıcılığı kabul edilen gerekçesine göre de, mülkiyet hakkı kime ait ise, nef’i ve hasar ona ait olacağından taşınmaz mülkiyetinin idareye geçmesi ile hak sahibi de bu tarihte bedelin tamamına (arttırılan bölüm) müstehak olacak, bu andan itibaren de ödemede geç kalınan günler için faiz isteyebilecektir. Olayımızda, kamulaştırma evrakı tebliğe çıkarılmış ise de, tebligatın usulsüz yapıldığı anlaşılmış, Tebligat Kanununun 32. maddesinin 2. fıkrası hükmü gereği davacıların beyan ettiği tarih tebliğ tarihi sayılmakla, Kamulaştırma Kanununun 14. maddesindeki 30 günlük, hak düşürücü süre sonunda kamulaştırma kesinleşecek ve bu suretle mülkiyet İdareye geçeceğinden, mal sahibi ancak bu tarihten itibaren arttırılan bedelin faizine müstehak olacaktır.
Taşınmaza daha önceki bir tarihte İdarece el atılmış olması, mülkiyetin dolayısıyla nef’i ve hasarın idareye geçmesi ile sonuçlanamayacağından mal sahibi 15. maddenin 13 fıkrası hükmü gereği dava tarihi itibariyle belirlenen bedelin faizine el atma tarihinde müstehak olmaz. Ancak bu el atma nedeni ile uğramış olabileceği zarar yada el atma süresi içinde taşınmazın mahrum kaldığı geliri varsa, onu koşullarına uygun olarak açacağı bir dava ile isteyebilir. Bu ise, ihtilaf konusu sorunun değerlendirmesi dışındadır. Böyle bir zararın faizle karşılanması, faizin niteliği ile bağdaşmaz.
Maddi olayda mahkeme, Kamulaştırma Kanununun 15. maddesinin 13. fıkrası uyarınca dava tarihi olan 29.4.1994 itibarı ile taşınmazın gelirine göre hesaplanan değerine hükmetmiş, bu değerin faizini de el atma tarihi olan 9.12.1981 tarihinden başlatmıştır. Yukarıda sözü edilen esaslardan hareket edildiğinde, el atmanın mülkiyetin intikali olarak kabulü mümkün olmadığından faizin o tarihten başlatılmasının hukuki dayanağı bulunmadığı gibi, dava tarihindeki değerlere göre hesaplanan arttırılan bedelin onun el atma tarihinde muaccel olan bedeli olarak kabulü, hayatın olağan akışı ve genel mantık kuralları ile bağdaşmaz.
Böyle bir işlem, davacının haksız zenginleşmesine de yol açacaktır. Çünkü, taşınmaza el atma süresi içinde davalının bu el atma sebebi ile uğramış olabileceği gerçek zararı, ancak işgal edilen taşınmazın net geliri ile sınırlıdır.
Taşınmaz, değerlendirme tarihinde (dava tarihi) geçerli verilere göre saptanan net gelire kapitalizasyon faizi uygulanmak suretiyle değerlendirildiğinden, uygulanan kapitalizasyon faiz oranı dikkate alındığında (%5.5) dava tarihindeki yıllık gelirinin yaklaşık 18 katına (net gelir x 100 + kapitalizasyon faizi) hükmedilmekte olup, cari %30 faiz ile malik, el atma tarihinden itibaren taşınmazın, mahrum kaldığı yıllık gelirinin yaklaşık 6 katını, her yıl (gelirin ait olduğu yıl yerine, değerlendirme yılındaki geliri olarak) elde edecektir. Böylece, davacının haksız zenginleşmesine yol açacak uygulamaya gidilmesi ve bunun devamında ısrar edilmesi kabul edilemez.
Diğer taraftan, 16.5.1956 gün ve 1956/1-6 sayılı Tevhidi içtihad Kararı kapsamında haksız eylem olarak nitelendirilebilecek olan kamulaştırmasız el atma sebebiyle İdare aleyhine açılan bedel davalarında, taşınmazın dava tarihindeki değerine hükmedildiği için faizin de bu tarihten başlatılmakta olduğuna dair uygulama dikkate alındığında, yasal bir işlem olan kamulaştırma hukuki sebebine dayalı bedel artırım davalarında dava tarihi gözönünde bulundurularak değer belirlendiğinde, aynı kuralın uygulanması için geçerli bir gerekçe bulunmayacağı da açıktır.
Bu itibarla, Kamulaştırma Kanununun 15. maddesinin 13. fıkrasındaki hüküm gereği değerlendirmenin dava tarihi ya da kamulaştırmanın tebliği tarihi itibariyle yapıldığı hallerde, artırılan bedel faizinin Kamulaştırmanın kesinleştiği ve bu suretle mülkiyetin davalı İdareye geçtiği tarihten başlatılması gerekli olup, HUKUK GENEL KURULU’nca aynen benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı HUMK: nun 429. maddesi gereğince (BOZULMASINA), istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 18.10.1995 gününde bozmada oybirliği sebebinde oyçokluğu ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2016/1121 K:2016/837 T: 22.06.2016
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/5-252 K: 2003/324 T: 09.04.2003
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/5-341 K: 2002/415 T: 22.5.2002
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/5-555 K: 2005/17 T: 2.2.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2002/8727 K: 2002/13818 T: 17.6.2002
Kamulaştırmasız el atmada ecrimisil tazminatının, dava tarihinden geriye doğru her yıl için ayrı ayrı taşınmazın net geliri esas alınarak belirlenmesi gerekir. Beş yıllık ecrimisilin 2000 yılı verileri ve gelirine göre hesaplandığı gözetilerek bilirkişi kurulundan ek rapor alınmadan eksik inceleme ile fazla ecrimisile hükmedilmesi hatalıdır.
DAVA: Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Davanın kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı idare vekilince verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir. Mahallinde yapılan keşif sonucu, taşınmazın el koyma günündeki niteliklerine göre dava tarihindeki değerinin, ikisi teknik ve birisi de mahalli olmak üzere üç kişiden oluşan bilirkişi kurulunca düzenlenen rapor ile tespit edilmesinde ve bedelinin davalı idareden tahsiline ve ayrıca el atılan taşınmazın, davacı üzerindeki tapusunun iptali ile davalı idare adına tesciline karar verilmesinde bir isabetsizlik görülmemiştir. Ancak;
Ecrimisil tazminatının, dava tarihinden geriye doğru her yıl için ayrı ayrı taşınmazın net geliri esas alınarak belirlenmesi gerekirken, beş yıllık ecrimisilin 2000 yılı verileri ve gelirine göre hesaplandığı gözetilerek bilirkişi kurulundan bu yönden ek rapor alınmadan eksik inceleme ile fazla ecrimisile hükmedilmesi, Doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Davalı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde olduğundan hükmün açıklanan nedenle HUMK’nun 428.maddesi gereğince bozulmasına ve peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine 17.6.2002 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/13928 K:2007/490 T:29.01.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/13746 K:2007/298 T:23.01.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/11677 K: 2006/300 T: 26.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/9847 K: 2005/12050 T: 14.11.200
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/9847 K: 2005/12050 T: 14.11.2005
Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir. Taşınmazın bilirkişi raporunda yazılı özelliklerine göre objektif değer artırıcı unsurun %70’i geçemeyeceği gözetilmeden, daha yüksek oranda değer artırıcı unsur üzerinden hesaplama yapılarak fazlaya hükmolunması yasaya aykırıdır.
DAVA: Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kısmen kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın kısmen kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı idare vekilince temyiz edilmiştir.
Davaya konu teşkil eden taşınmazın arazi niteliğinde kabulü ile gelir metoduna göre değerinin tesbit edilmesinde yöntem itibariyle bir isabetsizlik görülmemiştir. Ancak;
1- Dava konusu edilen pay iştirak halinde mülkiyet hükümlerine tabidir. İştirak halinde mülkiyet hükümlerine tabi olan taşınmazın paydaşlarından bir kısmının dava açması halinde, davacı olmayan diğer mirasçı veya paydaşların davaya dahil edilip, muvafakatların alınması veya miras şirketine mümessil tayin ettirilmesi için taraflara mehil verilip, bu hususlar yerine getirildikten sonra davaya devam edilmesi gerektiği gözetilmeden ve bu husustaki dava şartı yerine getirilmeden, işin esasına girilerek hüküm kurulması,
2- Hükme esas alınan bilirkişi raporunda, münavebe ürünü olarak kabul edilen bostanın dekar başına ortalama verim miktarının İlçe Tarım Müdürlüğü tarafından bildirilen resmi verilerinin çok üzerinde alınması suretiyle taşınmazın metrekare birim fiyatının fazla hesaplanması,
3- Taşınmazın bilirkişi raporunda yazılı özelliklerine göre objektif değer artırıcı unsurun %70’i geçemeyeceği gözetilmeden, daha yüksek oranda değer artırıcı unsur üzerinden hesaplama yapılarak fazlaya hükmolunması,
4- Dava konusu edilen taşınmazın fiilen kaç metrekarelik bölümüne el atıldığı yönünde fen bilirkişisine krokili rapor düzenlettirilmeden eksik inceleme ile karar verilmesi,
5- Dava konusu taşınmaza kamulaştırmasız el atılan bölümündeki davacıya ait payın tapudan iptali ile davalı idare adına tesciline karar verilecek yerde yazılı olduğu gibi infazda tereddüt yaratacak şekilde hüküm kurulması,
6- Kamulaştırmasız el atma nedeniyle tazminat davalarında davanın niteliği gereği dava tarihinden itibaren faize hükmolunması gerektiği düşünülmeden daha önceki tarihten faiz yürütülmesi, Doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Davalı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine 14.11.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/14737 K:2007/1143 T:08.02.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/13620, K:2006/2158 T:02.03.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1997/15331 K: 1997/17967 T: 6.11.1997
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/8931 K: 2004/9431 T: 5.10.2004
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/1062 K: 2005/4409 T: 14.4.2005
Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir. Arazi niteliğindeki taşınmaza gelir metodu esas alınarak değerinin biçilmesi gerekmektedir. Bilirkişi kurulunca taşınmaza arsa olarak değer biçildiği gözetilerek bilirkişilerden taşınmaza gelir metoduna göre değer biçilmesi için ek rapor alınması, eski görüşlerinde ısrar etmeleri halinde yeniden oluşturulacak bilirkişi kurulu eşliğinde keşif yapılıp yeniden rapor alınması gerektiği düşünülmeden eksik inceleme ile hüküm kurulması,
DAVA: Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kısmen kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir. Mahkemece davanın kısmen kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı idare vekilince temyiz edilmiştir.
Mahkemece bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Alınan rapor ve yapılan inceleme hüküm kurmaya yeterli değildir. Şöyleki;
Çorlu Belediye Başkanlığından alınan cevabi yazıya göre taşınmaz 1/1000’lik ve 1/5000’lik ölçekli imar planları olmayan belediye sınırları içerisinde bulunan, belediye hizmetlerinden yararlanmayan ve etrafı da meskun olmayan bir gayrimenkuldür belirtilen bu özelliklerine göre taşınmaz arazi niteliğindedir.
Taşınmazın bu niteliğine göre gelir metodu esas alınarak değerinin biçilmesi gerekmektedir. Bilirkişi kurulunca taşınmaza arsa olarak değer biçildiği gözetilerek bilirkişilerden taşınmaza gelir metoduna göre değer biçilmesi için ek rapor alınması, eski görüşlerinde ısrar etmeleri halinde yeniden oluşturulacak bilirkişi kurulu eşliğinde keşif yapılıp yeniden rapor alınması gerektiği düşünülmeden eksik inceleme ile hüküm kurulması, Doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Davalı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenlerle H.U.M.K: nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine 14.04.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/12062 K:2006/13227 T:04.12.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/11220 K: 2006/62 T: 23.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/7984 K: 2005/11638 T: 227.10.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2007/3395 K: 2007/7323 T: 5.6.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2003/14174 K: 2004/2649 T: 11.3.2004
Kamulaştırmasız el atma nedeniyle açılan tazminat davalarında davacının tapu maliki olması gerekir.
DAVA: Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; davanın kısmen kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı idare vekilince temiz edilmiştir.
Arazi niteliğindeki taşınmaza gelir metodu esas alınarak değer biçilmesinde yöntem olarak bir isabetsizlik görülmemiştir. Ancak;
Davacılar dava konusu taşınmaza tapuda malik değildirler. Kamulaştırmasız el atma nedeniyle tazminat davalarında davacının tapu maliki olması gerektiği gözetilmeden tapu maliki olmayan davacıların davasının kabulüne karar verilmesi, doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Davalı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde olduğundan hükmün açıklanan nedenle HUMK: ‘nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA ve peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine 11.03.2004 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/12062 K:2006/13227 T:04.12.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/11220 K: 2006/62 T: 23.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/7984 K: 2005/11638 T: 227.10.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2007/3395 K: 2007/7323 T: 5.6.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/8931 K: 2004/9431 T: 5.10.2004
Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir. Kamulaştırmasız el atma, karayolu yapımı amacına yöneliktir. Taşınmazın kamulaştırmasız el atmadan arta kalan kısmı anayola cepheli hale gelmiştir. Hal böyle olmasına rağmen bilirkişi kurulunca taşınmazın arta kalan kesiminde değer artışı olup olmayacağının tartışılmaması ve bu hususta bilirkişi kurulundan ek rapor alınması gerektiğinin düşünülmemesi,
El atılan taşınmaz yol durumuna dönüştürüldüğüne göre tapudan terkini yerine, davalı idare adına tesciline karar verilmesi, doğru değildir.
DAVA: Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; davanın kısmen kabulüne dair verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı idare vekili yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir. Mahkemece davanın kısmen kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı idare vekilince temyiz edilmiştir.
Bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Taşınmazın arsa niteliğinde kabulü ile emsal karşılaştırması yapılarak taşınmaza değer biçilmesi yöntem itibariyle doğrudur. Ancak;
1- Değerlendirme tarihi olan 2002 yılında, dava konusu taşınmaz ile hükme esas alınan bilirkişi raporunda emsal kabul edilen taşınmazların, arsa metrekare rayiç bedeli takdir komisyonu tarafından belirlenen emlak vergisine esas olan m2 değerlerinin, ilgili belediye başkanlığı emlak vergi dairesinden sorularak, bilirkişi raporu denetlenmeden eksik inceleme ile hüküm kurulması,
2- Kamulaştırmasız el atma, karayolu yapımı amacına yöneliktir. Taşınmazın kamulaştırmasız el atmadan arta kalan kısmı anayola cepheli hale gelmiştir. Hal böyle olmasına rağmen bilirkişi kurulunca taşınmazın arta kalan kesiminde değer artışı olup olmayacağının tartışılmaması ve bu hususta bilirkişi kurulundan ek rapor alınması gerektiğinin düşünülmemesi,
3- El atılan taşınmaz yol durumuna dönüştürüldüğüne göre 4721 sayılı T: M.K: ‘nun 999. maddesi uyarınca tapudan terkini yerine, davalı idare adına tesciline karar verilmesi, doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Davalı idare vekilinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenle HUMK’nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde ödeyene geri verilmesine, 05.10.2004 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/13746 K:2007/298 T:23.01.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/13757 K:2007/232 T:23.01.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi, E: 2005/13127, K: 2006/5552, T: 04.05.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/4805 K: 2005/7248 T: 21.6.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/4805 K: 2005/7248 T: 21.6.2005
Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir. Taşınmazın el atılıp yol haline getirilen bölümünün bakım ve onarımı hangi belediye tarafından yaptırılmışsa husumetin ona yöneltilmesi gerekir. Ayrıca, keşif sonrası fenni bilirkişi harita mühendisi tarafından verilen rapora davacı itiraz edilerek el atılan yerin raporda belirtilenden daha fazla olduğunu iddia etmesine göre bu itirazının değerlendirilmesi için, bilirkişiden ek rapor alınması gerekir.
DAVA: Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili davasının kısmen kabul, kısmen reddine dair verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi taraf vekillerince verilen dilekçelerle istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir. Mahkemece Büyükşehir Belediyesi yönünden davanın husumetten reddine, diğer davalı M… Belediyesi yönünden davanın kısmen kabulüne karar verilmiş, hüküm davacı vekili ve davalı M… Belediyesi vekilince temyiz edilmiştir.
Taşınmazın el atılıp yol haline getirilen bölümünün bakım ve onarımı davalı M… Belediyesi tarafından yaptırıldığından husumetin bu Belediye Başkanlığına yöneltilmesi doğrudur.
Mahkemece bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Alınan rapor yasa hükümlerine uygundur. Arsa niteliğindeki taşınmaza emsal karşılaştırması yapılarak m2 birim fiyatı yönünden değer biçilmesinde bir isabetsizlik görülmemiştir.
Davalı M… Belediyesi vekilinin temyiz itirazları ile davacı vekilinin aşağıdaki bent kapsamı dışındaki temyiz itirazları bu nedenle yerinde değildir. Ancak;
Keşif sonrası Fenni Bilirkişi Harita Mühendisi tarafından verilen raporda taşınmazın 1663 m2 sine yol yapmak suretiyle el atıldığı belirtildiğinden, davacı vekilince 29.01.2004 günlü dilekçe ile itiraz edilerek el atılan yerin 1663 m2 olmayıp 296 m2’lik alana daha el atıldığı yönündeki itirazının değerlendirilmesi için bilirkişiden ek rapor alınmadan eksik inceleme ile el atılan bölümün 1663 m2 olduğu kabul edilerek bu miktar üzerinden hüküm kurulması, Doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden hükmün açıklanan nedenle HUMK’nın 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istenildiğinde davacıya geri verilmesine, 21.06.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/13277 K:2007/932 T:05.02.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/14867 K:2007/861 T:01.02.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/14025 K: 2006/3154 T: 20.03.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/11678 K: 2006/302 T: 26.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2007/3395 K: 2007/7323 T: 5.6.2007
Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir. Dava konusu parselin tapu kaydı üzerinde “bedelsiz terk edilecektir” şerhi bulunmaktadır. Davalı idarenin bedelsiz terk edileceği belirtilen bu bölüme herhangi bir el atması bulunmadığından davanın reddine karar verilmesinde bir isabetsizlik görülmemiştir.
DAVA: Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili davasının reddine dair verilen yukarıda tarih ve numaraları yazılı hükmün duruşmalı olarak Yargıtay’ca incelenmesi davacı vekili tarafından verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla, duruşma için belirlenen 05.06.2007 günü temyiz eden davacı vekilinin yüzüne karşı, usulüne göre çağrı kağıdı gönderilmesine rağmen gelmediğinden aleyhine temyiz olunan davalı idareler vekillerinin yokluklarında duruşmaya başlanarak temyiz isteminin süresinde olduğu görülüp, davacı vekilinin sözlü açıklamaları dinlendikten sonra, dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir. Mahkemece davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı vekilince temyiz edilmiştir.
Dava konusu parsel 9905 m2 iken bundan 1523 m2 Düzenleme Ortaklık Payı düşülmüş, 2827 m2’lik kısmı da muhtelif imar parsellerine şuyulandırılmış, kalan 5555 m2’lik kısım ise davacı ve diğer paydaş üzerinde bırakılmış olup tapu kaydı üzerinde “bedelsiz terk edilecektir” şerhi bulunmaktadır.
Davalı idarenin bedelsiz terk edileceği belirtilen bu bölüme herhangi bir el atması bulunmadığından davanın reddine karar verilmesinde bir isabetsizlik görülmemiştir.
SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazları yerinde olmadığından usul ve yasaya uygun olan hükmün ONANMASINA, peşin alınan temyiz harcının Hazineye irad kaydedilmesine ve yeniden harç alınmasına yer olmadığına, 05.06.2007 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/14867 K:2007/861 T:01.02.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/13928 K:2007/490 T:29.01.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/11678 K: 2006/302 T: 26.01.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/11677 K: 2006/300 T: 26.01.2006
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/5-296 K: 2006/358 T: 7.6.2006
Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir. İştirak halinde mülkiyet hükümlerine tabi olan paylar yönünden paydaşlardan bir kısmının dava açması halinde davacı olmayan diğer mirasçıların (paydaşların) davaya dahil edilip muvafakatları alınması veya miras şirketine mümessil tayin ettirilmesi için taraflara mehil verilip bu hususlar yerine getirildikten sonra davaya devam edilmesi gerektiği gözetilmeden yukarıda adı geçen davacıların iştirak halinde malik olduğu hisse yönünden açıklanan hususlar yerine getirilmeden işin esasına girilip hüküm kurulması nedeniyle hükmün bozulması gerekir.
DAVA: Taraflar arasındaki “kamulaştırmasız el koyma nedeniyle tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Gaziosmanpaşa Asliye 2.Hukuk Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 23.11.2004 gün ve 2003/485 E, 2004/803 K: sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 5.Hukuk Dairesinin 22.9.2005 gün ve 2005/9815 E, 9685 K: sayılı ilamı ile,
(… Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir. Mahallinde yapılan keşif sonucu arsa niteliğindeki taşınmazın el koyma günündeki niteliğine göre dava tarihindeki bedelinin ikisi teknik ve birisi de mahalli bilirkişiden oluşan üç kişilik bilirkişi kurulunca düzenlenen rapor ile tesbit edilmesinde ve davacılar Emine Erdönmez, Meliha Çakır, Medine Sezer ve Mebruke Ünal dışında kalan diğer davacılar için davanın kabulüne karar verilmesinde bir isabetsizlik görülmemiştir. Ancak;
Dosyada mevcut tapu kayıtlarından dava konusu taşınmazda Emine Erdönmez, Mebruke Ünal, Meliha Çakır ve Mediha Sezen dışındaki diğer davacıların müşterek malik sıfatı ile hissedar olmasına rağmen, davacı Emine Erdönmez dava konusu taşınmazda 52/5760 oranında hissedar olan ölü Mustafa Erdönmez’in mirasçısı olarak dava açtığı; Mebruke Ünal, Meliha Çakır ve Mediha Sezer’in taşınmazda 26/5760 oranında hissedar olan ölü Şükrü Dinçsoy mirasçısı olarak dava açtığı ve bu davacıların murisleri Mustafa Erdönmez ve Şükrü Dinçsoy’un payı yönünden taşınmazda verasette iştirakli malik sıfatını taşıdıkları anlaşılmıştır. İştirak halinde mülkiyet hükümlerine tabi olan paylar yönünden paydaşlardan bir kısmının dava açması halinde davacı olmayan diğer mirasçıların (paydaşların) davaya dahil edilip muvafakatları alınması veya miras şirketine mümessil tayin ettirilmesi için taraflara mehil verilip bu hususlar yerine getirildikten sonra davaya devam edilmesi gerektiği gözetilmeden yukarıda adı geçen davacıların iştirak halinde malik olduğu hisse yönünden açıklanan hususlar yerine getirilmeden işin esasına girilip hüküm kurulması nedeniyle hükmün Bozulması gerekirken onandığı bu kez yapılan incelemede anlaşıldığından, davalı idare vekilinin karar düzeltme talebinin kabulüne, Dairemizin 31.5.2005 gün ve 2005/2774 Esas, 2005/6346 Karar sayılı onama kararının kaldırılmasına…),
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: K: Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK: nun 429. Maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 07.06.2006 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/3114, K: 2021/1190, T: 07.10.2021
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/2675 K: 2021/535 T: 29.04.2021
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/5-341 K: 2002/415 T: 22.5.2002
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/5-555 K: 2005/17 T: 2.2.2005
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/7984 K: 2005/11638 T: 227.10.2005
2942 sayılı Kamulaştırma Yasasının 38. maddesi iptal edilmiş ise de, Anayasanın 153/son maddesi uyarınca; Anayasa Mahkemesinin iptal kararlarının geriye yürümeyeceği ilkesi uyarınca, Kamulaştırma Yasasının 38. maddesinin iptal edilmesinden önceki kazanılmış haklara uygulanması imkanı da bulunmamaktadır.
Taraflar arasındaki kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda: Davanın kabulüne dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün Yargıtayca incelenmesi taraf vekilleri yönünden verilen dilekçelerle istenilmiş olmakla dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü: K: Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir.
Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı idare vekili ve davacı vekilince temyiz edilmiştir. Dosyada yapılan incelemede;
1- Dava konusu taşınmaza davalı idare tarafından dava tarihinden uzun zaman önce yol olarak el atıldığı anlaşılmıştır.
2942 sayılı Kamulaştırma Yasasının 38. maddesinde; idare tarafından kamulaştırmasız el konulan taşınmazın, fiilen el koyma tarihinden itibaren 20 yıllık sürenin geçmesi halinde, taşınmazın malik, zilyet veya mirasçılarının her türlü dava haklarının düşeceği öngörülmüştür. Söz konusu Kamulaştırma Yasasının 38. maddesi hak düşürücü süreyi içermekte olup, bu husus kamu düzenine ilişkindir. Bu nedenle, kamu düzenine ilişkin hususlar, tarafların talepleri olmasa bile mahkemece resen karara bağlanması zorunludur.
2942 sayılı Kamulaştırma Yasasının 38. maddesine göre; idarenin el koyma tarihinden itibaren 20 sene geçmekle taşınmaz malikinin her türlü dava hakkı düşer. Başka bir anlatımla, mülkiyet bu süre dolmakla el atan idareye geçer. Bu husus 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 705. maddesindeki “Taşınmaz mülkiyetinin kazınılması tescille olur. Miras, Mahkeme kararı, cebri icra, işgal, kamulaştırma halleri ile kanun da öngörülen diğer hallerde, mülkiyet tescilden önce kazanılır. Ancak, bu hallerde malikin tasarruf işlemleri yapabilmesi, mülkiyetin tapu kütüğüne tescil edilmiş olmasına bağlıdır” hükmü ile açıklığa kavuşturulmuştur.
Diğer taraftan Anayasa Mahkemesince; 2942 sayılı Kamulaştırma Yasasının 38. maddesi iptal edilmiş ise de, Anayasanın 153/son maddesi uyarınca; Anayasa Mahkemesinin iptal kararlarının geriye yürümeyeceği ilkesi uyarınca, Kamulaştırma Yasasının 38. maddesinin iptal edilmesinden önceki kazanılmış haklara uygulanması imkanı da bulunmamaktadır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 25.05.2005 gün ve 2005/5-288 Esas-2005/352 sayılı kararında da bu husus benimsenmiştir.
2942 sayılı Kamulaştırma Yasasının 38. maddesinin Anayasa Mahkemesince iptal edilme ve dava tarihine kadar 20 seneden fazla süre geçmiş ise taşınmaz maliki olan davacı tarafın her türlü dava hakkı düşeceğinden, bu husus araştırılarak sonucuna göre karar verilmesi gerekirken, eksik inceleme ile hüküm kurulması,
2- Kabule göre de; Kamulaştırmasız el atılarak yol haline getirilen ve bedelinin tahsiline karar verilen bölüm 1272,14 m2 olduğu halde 1820 m2’lik bölümün tapu kaydının iptali ile TMK: nun 999. maddesi uyarınca yol durumuna dönüştüğünden terkinine karar vermek gerekirken tesciline karar verilmesi, doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Taraf vekillerinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün yukarıda açıklanan gerekçe ile HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA ve bozma nedenine göre sair hususların şimdilik incelenmesine yer olmadığına, peşin alınan temyiz harçlarının istenildiğinde ödeyenlere iadesine 27.10.2005 gününde oyçokluğuyla karar verildi.
KARŞI OY :
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunun 38. maddesi, Anayasa Mahkemesince Anayasanın 2, 13, 35 ve 46. maddelerine aykırı bulunarak 04.11.2003 tarihli resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 10.04.2003 tarih ve 2002/112 esas, 2003/33 sayılı kararı ile iptal edilmiştir.
Anayasanın 35. maddesinde mülkiyet hakkı güvence altına alınmıştır. Anayasanın 46. maddesinde belirtilen kamulaştırma, mülkiyet hakkına getirilen Anayasal bir sınırlamadır. İdare kamulaştırma yetkisini yasaya uygun olarak kullanmaksızın taşınmaza el atarak, Anayasada korunmayan bu davranış ile iptal edilen Kamulaştırma Kanunun 38. maddesine dayanarak 20 yıl geçmekle taşınmazın idare adına tapu kütüğüne tescilini sağlayacaktır. Ayrıca yirmi yıllık süre geçmesiyle taşınmaz malikinin her türlü dava hakkının düştüğü kabul edilmesi halinde taşınmazın hiçbir karşılık ödenmeden idareye geçmesi söz konusu olur. Bu durum mülkiyet hakkının özünü zedelemektedir. Kamulaştırmasız el koyma mülkiyet hakkına aykırıdır. (Anayasa Mahkemesi 10.04.2003 gün ve 2002/112-2003/33 sayılı kararının gerekçesi)
Avrupa İnsan Haklarının ve Temel özgürlüklerin korunmasına ilişkin sözleşmenin ek protokol 1. maddesindeki kurala dayanarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de kamulaştırmasız el koymayı mülkiyet hakkına aykırı bulmaktadır.
İdare; kamulaştırma yapmadan, kamulaştırmasız el atma yoluyla el atmadan itibaren 20 yıllık süre dolmakla taşınmaz malikinin mülkiyet hakkını sona erdiremez. İdarenin bu yetkisini yaratan 38. madde yürürlükte değildir. Bu maddeye dayanılarak taşınmaz malikin mülkiyet hakkının sınırlandırılmasına devam edilemez. Mülkiyet hakkı (38. madde kalktığına göre)hukukumuzun genel prensipleri içerisinde zamanaşımına uğratılamaz. Kamulaştırma kanunun 38. maddesinin yürürlüğe girmesinden önce (08.11.1983’ten önce)taşınmazına kamulaştırmasız el konulan taşınmaz malikini dava hakkının sınırlandırılamayacağı 16.05.1956 gün ve 1956/1-6, 16.06.1956 gün ve 1954/1-1956/7 sayılı içtihadı birleştirme kararları ile belirtilmiştir. Şu anda 38. madde iptal edilmiş olduğuna göre iptal edilen maddedeki gerekçe kullanılarak mülkiyet hakkı kısıtlanamaz.
Anayasanın 152. maddesinin 3. fıkrasına göre, Anayasa Mahkemesinin kararı, mahalli mahkemenin esas hakkındaki kararı kesinleşinceye kadar verilirse, mahkeme Anayasa Mahkemesi kararına uymak zorundadır. Bir yasa kuralının Anayasaya aykırılığı iddiası ile itiraz yoluna başvuran mahkemeler, Anayasa Mahkemesince verilecek karara uymak zorundadırlar.
Bu durumda, iptal davası ya da itiraz üzerine bir yasa kuralının iptali sonucu, mahkemeler bakmakta oldukları davaları bu karara göre çözümlemekle yükümlüdürler. Bu sonuç Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcı kuralı gereğidir.
Anayasanın 153. maddesine göre “iptal kararları geriye yürümez” ilkesi kesinleşmiş yargı kararları için geçerlidir. 10.03.1969 gün 1/3 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme kararında açıklandığı gibi henüz çözümlenmemiş kesin hüküm halini almamış uyuşmazlık konusunda Anayasa Mahkemesinin iptal kararı uygulanacaktır. İptal kararından önce verilmiş ve kesinleşmiş yargı kararları bakımından iptal kararı geriye yürümez.
Bu duruma göre taraflar arasındaki uyuşmazlık henüz kesinleşmediğinden Kamulaştırma Kanunun 38. maddesinin iptal edildiği göz özüne alınarak; taşınmaz malikinin her türlü dava hakkını 20 yılla sınırlayan yasal engel ortadan kalktığı gibi, kamulaştırma yetkisine sahip idarenin 20 yıllık süreye dayanarak kamulaştırmasız el attığı taşınmaz bedelini ödemeden mülkiyetini tapu iptal ve tescil yoluyla kazanması imkanı da ortadan kalkmıştır.
Diğer taraftan Medeni Kanunun 705. maddesinde taşınmaz mülkiyetinin kazanılması tescille olur. Miras, mahkeme kararı, cebri icra, işgal, kamulaştırma halleri ile kanunda öngörülen diğer hallerde mülkiyet tescilden önce kazanılır. Ancak bu hallerde malikin tasarruf işlemleri yapabilmesi mülkiyetin tapu siciline tescil edilmiş olmasına bağlıdır ilkesi getirilmiştir.
Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 04.12.1998 gün ve 1996/4 Esas, 1998/3 karar sayılı kararına göre kazandırıcı zaman aşımı yoluyla tapusuz taşınmazların edinilmesine ilişkin Türk Medeni Kanunun 639/1 maddesine göre verilen tescil kararları inşai-ihdasi, yapıcı, kurucu, yenilik doğrucu nitelikli kararlarıdır. Mülkiyet hakkı bu kararların kesinleştiği anda kazanılır. Öyle ise tescil kararı açıklayıcı bir karar değildir. Tapuda kayıtlı olmayan bir taşınmazın mülkiyetinin ancak tescil kararı ile kazanılabileceğine ilişkin bu İçtihadı Birleştirme Kararı ve MK: nun 705. maddesindeki ilke göz önüne alındığında, 2942 sayılı Kanunun 38. maddesinin Anayasa Mahkemesince iptalinden önce kamulaştırmasız el atma tarihinden, dava gününe kadar 20 yıllık hak düşürücü süre geçtiği takdirde, tapuda kayıtlı taşımazın mülkiyetinin idareye kendiliğinden geçtiği de kabul edilemez.
Malikin; kamulaştırmasız el atılan taşınmazdaki mülkiyet hakkının, el atma tarihinden dava tarihine kadar (Anayasa Mahkemesinin iptal kararından önce)20 yıllık süre geçmesi nedeni ile idareye geçtiği kabul edilemez. Anayasa Mahkemesince iptal edilen 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunun 38. maddesine dayanılarak hüküm kurulması artık mümkün değildir.
Yukarıda açıklanan nedenlerle, taşınmaz malikinin; kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili davasının süreye bakılmaksızın işin esasına girilerek sonuçlandırılması gerektiği düşüncesi ile çoğunluk görüşüne katılamıyoruz.
KARŞI OY :
Anayasanın 35. maddesinde temel haklardan olan mülkiyet hakkı güvence altına alınırken 46. maddesinde de kamulaştırma nedeniyle bu hakka sınırlandırma getirilmiştir. Diğer bir deyiş ile bedeli nakit ve peşin ödenmeden taşınmaza ait mülkiyet hakkının toplum yararına aykırı olmaksızın kullanılmasına kimse engel olamayacaktır.
Buna rağmen idare, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu veya özel kanunlardaki hükümlere göre kamulaştırma işlemi yapmadan veya bu işlemleri tamamlamadan özel mülkiyette bulunan bir taşınmaza el koyarsa, burada kamulaştırmasız el koymadan söz edilecektir.
Kamulaştırmasız el koyma kavramı, 6830 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 09 Ekim 1956 tarihinden sonraki olaylar için söz konusudur. Bu tarihten önceki el koymalar 221 sayılı Kanun ile kamulaştırılmış sayıldığından, burada 38. madde uygulaması yapılmayacaktır. Bu noktada 221 sayılı Kanunun yürürlükte olup olmadığı sorusu akla gelebilir. Ancak 2942 sayılı Kanunun geçici 4. maddesinde bu Kanunla ilgili düzenleme yapıldığından, 221 sayılı Kanunun ortadan kaldırılmadığı sonucuna ulaşmak zor olmayacaktır.
Öte yandan kamulaştırmasız el koyma davalarının kaynağı 16.05.1956 gün ve 1/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı olup bu karar göre mal sahibi, kamulaştırmasız el koyan idare aleyhine müdahalenin önlenmesi davası açabileceği gibi, bu fiili duruma razı olduğu takdirde yer bedelini içeren tazminat davası da açabilir. Bu davaların açılması için zaman bakımından bir sınırlandırma getirilmemiştir ki doğrusu da budur.
Daha sonra 08.11.1983 tarihinde yürürlüğe giren 2942 sayılı Kanunun 38. maddesi ile mal sahibi yönünden dava açma hususunda sınırlandırma getirilmiştir. Anayasa Mahkemesinin bu maddenin iptali ile ilgili 10.04.2003 tarih ve 2002/112 Esas, 2003/33 sayılı kararının gerekçesinde de belirtildiği gibi kamulaştırmasız el koymanın anayasal bir dayanağı yoktur ve (Yirmi yıllık hak düşürücü sürenin geçmesiyle taşınmaz malikinin her türlü dava açma hakkının engellenmesi ve taşınmazın hiçbir karşılık ödenmeden idareye geçmesi mülkiyet hakkının sınırlanmasına aşan, hakkın özünü zedeleyen bir durumdur.)Burada hemen belirtelim ki Anayasanın 153/son maddesinde Anayasa Mahkemesi kararlarının herkesi bağlayacağı hüküm altına alınmış olup, bu bağlayıcılık sadece hüküm fıkrası ile değil kararın gerekçesini de içerir.
Yine Anayasa Mahkemesinin söz konusu kararında belirtildiği gibi (Hukukun genel ilkelerinden birisi de mülkiyet hakkının “zaman ötesi” niteliği, başka bir anlatımla mülkiyet hakkının zamanaşımına uğramamasıdır. Bu nedenle, Medeni Kanun ve Borçlar Kanunu tarafından bir taşınmazın malik, zilyet veya mirasçılarına tanınmış olan hakların, hak sahiplerince yirmi yıl kullanılmaması, o kimselerin taşınmazla aralarındaki ilişkiyi fiilen kestiğini gösterse bile, o taşınmazla aralarındaki ilişkinin sona erdiği anlamına gelmez)diğer bir deyişle Mal sahibinin taşınmaz üzerindeki mülkiyet hakkı sona ermez ve kendiliğinden idareye geçmez.
Öte yandan Avrupa İnsan Haklarının Temel Özgürlüklerinin Korunmasına İlişkin Sözleşmeye Ek Protokolün 1. maddesinde; “Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Her hangi bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve Yasada öngörülen koşullara ve uluslar arası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkten yoksun bırakılabilir.
Yukarıdaki hükümler, devletlerin mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak icin gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez.” denilmektedir. İşte bu kural uyarınca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi onüne degişik ülkelerden gelen davalarda kamulaştırmasız el koymayı mulkıyet hakkına aykırı bulmustur.
Bu nedenle YHGK: nun 2005/5-288-352 sayılı kararındaki (2942 sayılı Kamulaştırma Kanunun 38. maddesi hükmünün koşulları gerçekleştiğinde mülkiyet hakkı artık idarenindir. Tapudaki tescil işlemi, kazandırıcı değil açıklayıcı işlemdir.)gerekçeye katılmak mümkün değildir. Bu gerekçe Anayasa Mahkemesinin gerekçesi ile taban tabana zıttır ve Anayasa Mahkemesi kararlarına tümüyle uyma zorunluluğu bulunduğuna göre YHGK: nun bu kararı emsal olarak alınamaz.
Kaldı ki Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 04.12.1998 gün ve 1996/4 Esas, 1998/3 Karar sayılı kararında da kazandırıcı zaman aşımı yoluyla tapusuz taşınmazların edinilmesine ilişkin TMK: nun 639/1 maddesine göre verilen tescil kararlarının inşa-i ihdasi (YAPICI-KURUCU-YENİLİK DOĞURUCU)kararlar olduğu ve mülkiyet hakkının bu kararların kesinleştiği anda kazanılacağı belirtilmektedir. O halde Mahkeme kararı olmadan taşınmaza ait mülkiyet hakkının kendiliğinden idareye geçmesi söz konusu olmaz. Yirmi yıllık sürenin geçmesi, sadece mal sahibinin idare aleyhine her türlü dava açma hakkını ortadan kaldırmıştır. İşte bu nedenledir ki; Dairemiz, kararlarında kamulaştırmasız el koyma tarihinden itibaren 20 yıldan fazla süre geçse bile idarenin kendiliğinden mülkiyet hakkını elde ettiğini kabul etmeyerek, mal sahibinin taşınmaza yeni yapılan kadastro, imar düzenlemesi veya mahkeme kararı ile sahip olduğu tarihi, 20 yıllık hak düşürücü süre için başlangıç tarihi kabul etmiştir. Ancak Anayasa Mahkemesinin iptal kararı ile bu kısıtlama ortadan kalktığına göre artık mal sahibi kamulaştırmasız el koyan idare aleyhine süresiz olarak dava açma hakkını yeniden elde etmiştir.
ANAYASA MAHKEMESİNİN İPTAL KARARININ GERİYE YÜRÜMESİ :
Dava tarihi nazara alınarak 10.04.2003 tarihinde verilen ve Resmi Gazetede 04.11.2003 tarihinde yayımlanarak yürürlüğe giren Anayasa Mahkemesinin iptal kararının geriye yürüyerek bu davada uygulanması gerekip gerekmediği tesbit edilmelidir. Meselenin en önemli bölümü budur.
Anayasanın 153/5. maddesine göre Anayasa Mahkemesinin iptal kararları geriye yürümez. Bu bir ilkedir. Diğer bir deyişle iptal kararından önce yapılmış tamamlanmış işlemler geçerliliğini koruyacaktır. Aksi halde iptal edilen maddeye dayanılarak yapılan ve tamamlanan işlemler geçersiz sayılırsa hukuk düzeninin istikrarı bozulacak ve kamuda hukuka güven duygusu tamamen ortadan kalkacaktır.
Ancak; geriye yürümezlik ilkesi mutlak kabul edilerek harfiyen uygulanmalı mıdır? Kanaatimizce katı bir uygulama bazı sakıncalı durumların ortaya çıkmasına neden olacaktır.
Konuya ilişkin Anayasanın 152. maddesinin ilk fıkrası şöyledir:
“Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasa aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır”
Maddenin üçüncü fıkrasında ise “… Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse mahkeme buna uymak zorundadır” hükmü yer almıştır.
Bu hükümler birlikte değerlendirildiğinde; Mahkemelerin, itiraz yolu ile yapılan başvuru üzerine Anayasa Mahkemesinin verdiği iptal kararına uymak zorunda oldukları sonucuna ulaşılmak kaçınılmazdır. Bu durum 152. maddenin amir hükmüdür. Bir kere iptal kararı geriye yürümeyecekse dava mahkemelerinin aykırılık itirazlarını Anayasa Mahkemesine iletmelerinin bir anlamı olmayacaktır. İtirazın bir anlam ifade edebilmesi için en azından durdurulan dava açısından iptal kararının geriye yürümesi gerekmektedir. (Türk Anayasa Yargısında İtiraz Yolu Sh: 72 Erzincan 1992 Prof. Dr. Hasan Tunç)
Aksi taktirde Anayasa aykırılığı def’i olarak ileri süren taraf da kendisi hakkında uygulanmayacak olan iptal kararı için boşu boşuna uğraşmış olacaktır.
Konuya değişik bir açıdan bakalım: Davanın taraflardan birisi; hakkında uygulanacak kanun maddesinin Anayasaya aykırı olduğu kanaatinde ise bunu iptal ettirerek aleyhindeki olumsuz durumu ortadan kaldırmak için mahkemeye başvuracaktır. Bu başvuru kişi için Anayasal bir haktır. Hak kullanıldığında sahibine bir yarar sağlamayacaksa zaten ortada bir hak yok demektir. Bu durumda bu hususa ilişkin Anayasa hükmünün bir anlamı olmayacağı gibi bu hükmü koyan Anayasa Koyucunun da “abesle iştigal ettiği” gibi garip bir sonuca ulaşılacaktır. Tabiatıyla böyle bir durum asla söz konusu olamaz.
Öte yandan Anayasanın 153/son maddesinde “Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar” hükmü yer almaktadır. Bu hükme göre mahkeme görülmekte olan bir davada bir kanun maddesinin Anayasaya aykırı olduğunu görerek veya bu konudaki itirazı ciddi bularak Anayasa Mahkemesine gider, Anayasa Mahkemesi de bu maddeyi iptal ederse, mahkeme bu karara uymayarak eskiden olduğu gibi iptal edilen maddeye dayanarak karar veremez, Anayasa Mahkemesinin iptal kararına uymak zorundadır. Aksine verilen karar Anayasa’ya aykırı olur. Ne var ki; mahkemeler Anayasa’ya aykırı karar veremezler.
Uygulamada, itiraz yolu ile Anayasa Mahkemesine başvuran mahkeme; itirazı haklı görülerek yasanın ya da bir kuralın iptali halinde, iptal edilen yasa maddesi veya kuralı yok kabul ederek karar vermektedir.
O halde somut norm denetiminde Anayasaya aykırılık itirazında bulunan tarafın iptal kararının sonuçlarından yararlanması gerekir. (Türk Anayasa Hukuk 7. Baskı Sh: 411’de Prof. Dr. Ergun Özbudun)
Hemen belirtelim ki; iptal kararından önce verilen kesin hüküm halini almış adli ve idari yargı kararları asla geçersiz hale gelmez, ortadan kalkmaz ve bu kararlar aleyhine yargılamanın iadesi yoluna gidilemez.
Bu aşamada çok önemli bir hususu daha açıklama zorunluluğu vardır.
İtiraz yoluyla başvuru üzerine iptal edilen (somut olayda Kamulaştırma Kanununun 38. maddesi)kuralın uygulanacağı baska benzer davalarda durum ne olacaktır? Örneğin bir mahkemenin elinde benzer nitelikte bir çok dava varsa ve bu davaların tümunde ayni kural uygulanma durumunda ise; Anayasa Mahkemesi Anayasaya aykırılık iddiası ile kendisine intikal eden bu dosyalardan birinde, bu kuralın iptaline karar verdiğinde, yerel mahkeme iptal edilen kuralı yok sayarak elindeki oteki davaları da ayni bicimde karara baglayabılecek midir? Bu soruya “hayır” cevabı verilirse, benzer öteki dosyalar da Anayasa Mahkemesine gönderilmelidir, sonucuna varmak gerekir.
Ayni biçimde itiraz yoluyla yapılan başvuru üzerine iptal edilen hükmü, benzer işlerde uygulama durumunda bulunan başka mahkemeler de bu hükmü yok kabul ederek mi? karar verecekler yoksa her dosya için mutlaka Anayasa Mahkemesine mi başvuracaklardır sorusunu sormak gerekir.
Aslında bir kuralın iptali yönünde karar veren Anayasa Mahkemesi, ayni kuralın iptali istemini içeren öteki dosyalarda, durumu saptandıktan sonra, bu kuralın başka bir dava ile iptal edildiğini belirtmekle yetinir. (Anayasa Yargısı ve Türk Anayasa Mahkemesi Ankara 1996 Doç. Dr. Yılmaz Aliefendioğlu Sh: 303)
Anayasa Mahkemesinin 12.12.1989 tarih ve 1989/11-48 sayılı kararında gerekçe bölümünde konuya ilişkin şu görüşlere yer verilmiştir:
Anayasanın 152. maddesine göre, itiraz yoluna başvuran mahkemeler, Anayasa Mahkemesi’nce verilecek kararlara uymak zorundadırlar. Bu durumda, itiraz eden mahkeme, elinde bulunan ve Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararından önce açılmış olan bir davayı Anayasa Mahkemesi kararına göre çözecek ve doğrudan iptal kararının etkisini önceye uygulayacaktır. Ayni durum, itiraz yoluna başvurmayan mahkemeler yönünden de geçerlidir.
İptal davası veya itiraz üzerine bir kuralın iptali sonucu, Mahkemeler bakmakta oldukları davaları bu karara göre çözmekle yükümlüdürler. Bu sonuç Anayasa’nın, “Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar.” Yolundaki 153. maddesinin altıncı fıkrasında yer alan kuralın sonucudur.
Öte yandan Anayasa’nın 153. maddesinin üçüncü fıkrasına göre, yasa, kanun hükmünde kararname veya Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü ya da bunların hükümleri, iptal kararlarının Resmi Gazetede yayımlandığı tarihte yürürlükten kalkar. Yukarıda gösterilen ve iptal kararlarının bağlayıcılığını ortaya koyan kuralla bu kuralın birlikte değerlendirilmesi durumunda, iptal kararlarının ileriye yönelik “derhal” etkisi tartışmasız biçimde ortaya çıkar.
Böylece, Anayasa Mahkemesi kararıyla iptal edilen bir yasanın geleceğe yönelik tüm etkilerinin kaldırılması ve iptal kararına uyulması tüm devlet kuruluşlarınca kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Sonuç olarak, iptal kararlarının kimi durumda geçmişi, fakat her durumda geleceği etkilemesi asıldır.
Bu durumda, Anayasa’nın 153. maddesinde yer alan “İptal kararları geriye yürümez.” kuralının anlamı ne olmak gerekir? Bu sorunun yanıtı da sistemin içerisinden çıkmaktadır.
Anayasa’da iptal kararları idari davalarda olduğu gibi düşünülmemiş ve iptal edilen kuralın baştan beri geçersiz duruma geldiği esası benimsenmemiştir. Türk Anayasal sisteminde, “Devlete güven” ilkesini sarsmamak ve ayrıca devlet yaşamında bir kargaşaya neden olmamak için iptal kararlarının geriye yürümezliği kuralı kabul edilmiştir. Böylece hukuksal ve nesnel alanda etkilerini göstermiş, sonuçlarını doğurmuş bulunan durumların, iptal kararlarının yürürlüğe gireceği güne kadarki dönem için geçerli sayılması sağlanmıştır.
Bir kural işlemle kurulan statünün Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararıyla ya da bir başka kural işlemle kaldırılması durumunda, bu statüye bağlı öznel (subjektif)işlemlerin de geçersiz duruma düşmesi doğaldır. Dolayısıyla bu öznel işlemlerle, ortadan kalkan statüye dayanarak ileriye dönük haklar elde edilemez.
Anayasa’nın bağlayıcılığı, Anayasa Mahkemesi kararlarına tüm devlet organlarının uyma zorunluluğu ve Anayasa’nın üstünlüğü ilkesi, Anayasa’ya aykırı bir kuralın aykırılığının saptanmasından sonra uygulama alanı bulmasını kesinlikle önler.
Anayasa Mahkemesi iptal kararlarının zaman içerisindeki etkisi böylece ortaya çıkmakta ve “İptal kararları geriye yürümez.” kuralı belirtilen anlamı taşıyarak geçerli olmaktadır.
Bütün bu görüşler birlikte değerlendirildiğinde şu sonuçlara varmak kaçınılmaz olmaktadır.
a- Anayasanın 152. maddesine göre itiraz yoluna başvuran mahkemeler, Anayasa Mahkemesi kararlarına uymak zorundadırlar.
b- İtiraz eden mahkeme, elinde bulunan ve Anayasa Mahkemesinin iptal kararından önce açılan bir davayı Anayasa Mahkemesi kararına göre çözecektir. Bu halde iptal kararı eldeki dava bakımından geriye yürümüş olacaktır.
c- İtiraz yoluyla yapılan başvuru üzerine iptal edilen hükmü, benzer işlerde uygulama durumunda bulunan başka mahkemeler de Anayasa Mahkemesinin iptal kararına uymak zorundadırlar ve iptal edilen yasa maddesine dayanarak karar veremezler.
d- Hukuksal ve nesnel alanda etkilerini göstermiş sonuçları doğurmuş, kesin hüküm halini almış, adli ve idari yargı kararları ile netleşmiş, yargılama konusu oluşturmayan ve oluşturmayacak olan durumlarda Anayasa Mahkemesinin iptal kararları geriye yürümez.
e- İptal kararlarının Anayasanın 153/5. maddesi uyarınca geriye yürümeyeceği hallerde kesinleşmiş Yargı kararları Yargılamanın iadesine konu teşkil etmezler ve bu yolla ortadan kaldırılamazlar.
Ayrıca; Şereflikoçhisar, Ürgüp, Siirt, İskenderun Asliye Hukuk Mahkemeleri, davacıların gayrimenkullerine yapılan tecavüzün önlenmesi için açtıkları davalarda, 2942 sayılı Yasa’nın 38. maddesinin Anayasa’ya aykırılığı savının ciddi olduğu kanısına vararak iptali için Anayasa mahkemesine başvurmuşlar ve yapılan yargı denetimi sonunda itiraz konusu kural Anayasa’ya aykırı bulunarak mahkemenin 10.04.2003 tarih ve 2002/112 Esas – 2003/33 sayılı kararı ile iptal edilmiştir.
Anayasa Mahkemesinin bu iptal kararının öncelikle itiraz yoluna başvuran yukarıda adları yazılı yerel mahkemeler uymak zorundadır.
Öte yandan Anayasa Mahkemesinin iptal kararının yayımlandığı 04.11.2003 tarihine kadar iptal edilen 38. maddedeki 20 yıllık hak düşürücü süre dolmamışsa zaten mesele yoktur. 38. madde uygulanmayacaktır. Ancak bu tarihe kadar 20 yıllık hak düşürücü sürenin geçmiş olması halinde açılmış olan veya açılacak olan davalar benzer nitelikteki davalar olduğundan eldeki veya bu nedenle açılacak olan davalarda dahi Anayasa Mahkemesinin iptal kararına Mahkemeler uymak zorundadırlar.
Bu nedenle görülmekte olan davada hak düşürücü süreden bahsetmek mümkün olmadığından Sayın çoğunluğun hak düşürücü sürenin geçip geçmediği yönündeki araştırmaya yönelik bozma kararına iştirak edemiyorum.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2007/1189 K:2007/1910 T:20.02.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/12062 K:2006/13227 T:04.12.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/4765 K:2006/7603 T:20.06.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/11220 K: 2006/62 T: 23.01.2006
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/5-288 K: 2005/352 T: 225.05.2005
Kamulaştırma Kanununun 38. maddesindeki yirmi yıllık hak düşürücü sure iptal kararından önce dolduğundan; Yerel Mahkemece taşınmazın, gerçek hak sahibi durumuna gelen davacı idare adına tesciline karar verilmesi gerekir.
Taraflar arasındaki “tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Fatih 1.Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 24.2.2004 gün ve 2002/689-2004/86 sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 5.Hukuk Dairesinin 24.5.2004 gün ve 4278-5930 sayılı ilamıyla;
(…Dava, kamulaştırmasız el konulan taşınmazın elatma tarihinden dava tarihine kadar Kamulaştırma Kanununun 38.maddesinde yazılı 20 yıllık hak düşürücü sürenin geçmiş olması nedeniyle tapu kaydının iptali ile davacı idare adına tapuya tescili istemine ilişkindir.
Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı idare vekilince temyiz edilmiştir.
2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 38.maddesi, Anayasa Mahkemesinin 04.11.2003 tarihli Resmi Gazetede yayınlanan 2002/112 Esas, 2003/33 Karar sayılı ve 10.04.2003 tarihli kararı ile iptal edilmiştir. Yasal dayanağı kalmayan davanın reddine karar verilmek üzere hükmün bozulması gerekmiştir.
Davalı idare vekilinin temyiz itirazı bu nedenle yerinde görüldüğünden mahkemesince gerekli karar verilmek üzere hükmün bozulmasına…)
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
K: Dava, kamulaştırmasız elatılan taşınmazın, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 38.maddesinde öngörülen yirmi yıllık hak düşürücü sürenin geçmiş olması nedeniyle tapu kaydının iptali ve davacı idare adına tescili istemine ilişkindir.
A-DAVACININ İSTEMİNİN ÖZETİ:
Davacı İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü vekili 12.08.2002 tarihli dava dilekçesinde; davalı idare adına tapuda kayıtlı bulunan 1964 ada 2 parsel sayılı taşınmazın İstanbul Tıp Fakültesi gelişme alanı içeri sinde kalmakta olup; taşınmaz üzerinde Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı inşaatına 1968 yılında, Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim Dalı inşaatına ise 1980 yılında başlanıldığını ve kamu hizmetine tahsis edildiğini; davalıya ait taşınmaza kamulaştırmasız el atma tarihinden dava tarihine kadar 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 38.maddesinde öngörülen yirmi yıllık hak düşürücü sürenin geçtiğini ileri sürerek,dava konusu 1964 ada 2 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydının iptali ile, davacı idare adına tesciline karar verilmesini istemiştir.
B-DAVALININ CEVABININ ÖZETİ:
Davalı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı vekili cevap dilekçesinde; dava konusu taşınmazın kamu yararına yönelik bir ihtiyaca tahsis edilip edilmediği belli olmadığından, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 38.maddesinde öngörülen koşulların gerçekleşmediğini savunmuş; aşamalarda, davacı tarafça dayanılan 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 38.maddesinin, 04.11.2003 gün ve 25279 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan, Anayasa Mahkemesinin 10.04.2003 gün ve E: 2002/112, K: 2003/33 sayılı kararıyla iptal edildiğini, dolayısıyla davanın yasal dayanağının kalmadığını savunarak, davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.
C-YEREL MAHKEME KARARININ ÖZETİ:
Yerel Mahkeme; “davacı idarece, dava konusu taşınmaza 1968 yılında Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim Dalı inşaatı, 1980 yılında da Çocuk Ruh Sağlığı Anabilim Dalı inşaatı yapılmak suretiyle kamulaştırmasız el atıldığı; el atma gününden dava tarihine kadar 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 38.maddesinde öngörülen yirmi yıllık hak düşürücü sürenin geçtiği; her ne kadar 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 38.maddesi dava tarihinden sonra Anayasa Mahkemesince iptal edilmiş ise de, anılan maddede öngörülen yirmi yıllık hak düşürücü sürenin Anayasa Mahkemesinin iptal kararından önce dolduğu ve mülkiyetin davacı idareye geçtiği, Anayasa Mahkemesi iptal hükmünün geriye yürümeyeceği” gerekçesiyle “davanın kabulüne, 1964 ada 2 parsel sayılı taşınmazın davalı adına olan tapu kaydının iptali ile davacı idare adına tapuya tesciline” karar vermiştir.
D-TEMYİZ EVRESİ, BOZMA VE DİRENME :
Davalı vekilince temyiz edilen karar, Özel Dairece yukarıda yazılı gerekçesiyle bozulmuş; Yerel Mahkeme önceki gerekçesini tekrarla, direnme kararı vermiştir.
F-MADDİ OLAY :
Davacı İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü, tapuda davalı adına kayıtlı bulunan dava konusu 2 parsel sayılı taşınmaza 1968 ve 1980 yıllarında Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim Dalı Binası ve Çocuk Ruh Sağlığı Ana Bilim Dalı binaları inşa etmek suretiyle kamulaştırmasız elatmıştır.
Davacı idare, elatma gününden, görülmekte olan davanın açıldığı 12.08.2002 tarihine kadar 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 38.maddesinde öngörülen yirmi yıllık hak düşürücü sürenin geçmiş olması nedeniyle tapu iptali ve tescil talebinde bulunmuş; 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 38.maddesi, Anayasa Mahkemesinin 04.11.2003 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan 10.04.2003 gün ve 2002/112 Esas, 2003/33 Karar sayılı kararı ile, yargılama sırasında iptal edilmiştir.
G-İLGİLİ YASAL VE HUKUKSAL DÜZENLEMELER:
a-2942 sayılı Kanununun “Hak Düşürücü Süre” başlıklı 38.maddesi:
Kamulaştırma yapılmış, ancak işlemleri tamamlanmamış veya kamulaştırma hiç yapılmamış iken kamu hizmetine ayrılarak veya kamu yararına yönelik bir ihtiyaca tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmaz malın malik zilyed veya mirasçılarının bu taşınmaz mal ile ilgili her türlü dava hakkı yirmi yıl geçmekle düşer. Bu süre taşınmaz mala elkoyma tarihinden başlar.
b-Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının, “Anayasa Mahkemesinin Kararları” başlıklı 153.maddesi:
Anayasa Mahkemesinin kararları kesindir. İptal kararları gerekçesi yazılmadan açıklanamaz.
Anayasa Mahkemesi bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin tamamını veya bir hükmünü iptal ederken, kanun koyucu gibi hareketle, yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis edemez.
Kanun, kanun hükmünde kararname veya Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü ya da bunların hükümleri, iptal kararlarının Resmi Gazetede yayımlandığı tarihte yürürlükten kalkar. Gereken hallerde Anayasa Mahkemesi iptal hükmünün yürürlüğe gireceği tarihi ayrıca kararlaştırabilir. Bu tarih, kararın Resmi Gazetede yayımlandığı günden başlayarak bir yılı geçemez.
İptal kararının yürürlüğe girişinin ertelendiği durumlarda, Türkiye Büyük Millet Meclisi, iptal kararının ortaya çıkardığı hukuki boşluğu dolduracak kanun tasarı veya teklifini öncelikle görüşüp karara bağlar.
İptal kararları geriye yürümez. Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.
c-Anayasa Mahkemesinin 4.11.2003 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 10.4.2003 tarih ve 2002/112 E: , 2003/33 sayılı Kararı:
Sonuç: 4.11.1983 günlü, 2942 sayılı “Kamulaştırma Kanunu”nun 38.maddesinin Anayasaya aykırı olduğuna ve iptaline, 10.4.2003 gününde oybirliğiyle karar verildi.
d-5.1.1961 tarih, 221 sayılı Amme Hükmi Şahısları veya Müesseseleri Tarafından Fiilen Amme Hizmetlerine Tahsis Edilmiş Gayrimenkuller Hakkında Kanun:
Madde 1:6830 sayılı İstimlâk Kanununun yürürlüğe girdiği tarihe kadar, kamulaştırma işlerine dayanmaksızın, kamulaştırma kanunlarının gözönünde tuttuğu maksatlara fiilen tahsis edilmiş olan gayrimenkuller ilgili âmme hükmi şahsı veya müessesi adına tahsis tarihinde kamulaştırılmış sayılır.
Madde 2:Gayrimunkulde amme hizmetinin mahiyet ve gayesine uygun şekilde tesisler veya inşaat vücuda getirilmiş olması bu kanunun uygulanması bakımından fiilen tahsistir.
Madde 3:Birinci maddede yazılı gayrimenkuller tapuda kayıtlı ise, kayıt sahipleri veya mirasçıları ancak fiili tahsis tarihindeki rayiç üzerinden gayrimenkul bedelini istiyebilirler. Tapuda kayıtlı olmayan gayrimenkuller hakkında fiili tahsis tarihinden itibaren on sene geçmemiş ise o tarihte zilyedlikle iktisap şartları tahakkuk eden zilyedleri veya mirasçıları birinci fıkra hükmünden faydalanabilirler.
Herhalde gayrimenkule müdahalenin meni ve tazminat dâvası dinlenmez.
Madde 4:Gayrimenkulün bedelini dava hakkı bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren iki sene sonra düşer.
Madde 5:Gayrimenkulün bedeline ilişkin uyuşmazlıklar bu kanunda yazılı esaslar dairesinde ve bu esaslara aykırı olmıyan umumi hükümler gereğince hallolunur.
Madde 6:Kanunun yürürlüğe girmesinden önce açılmış ve kesin karara bağlanmamış dâvalar hakkınd da bu kanun hükmü uygulanır. İlgilinin hakkı bu kanun gereğince bedele inhisar ettiği takdirde evvelce açılmış ayın ve tazminat davaları, mahkemece 3 üncü maddede yazılı esaslar dairesinde bedel dâvası olarak görülüp hükme bağlanır.
Madde 7:Birinci madde uyarınca kamulaştırılmış sayılan gayrimenkuller esasen tapuda kayıtlı ise, ilgili âmme hükmi şahsı veya müessesesinin talebi üzerine Asliye Hukuk Hâkimliğinin karariyle kayıt sicilden düşürülür veya ilgili idare adına tescil yapılır. Tapuda kayıtlı olmıyan gayrimenkuller tahsisin mahiyeti bakımından tescile tabi ise, idare adına kayıt tesis olunur.
Hâkim evrak üzerinde ve lüzum gördüğü takdirde mahallinde inceleme yaparak karar verir.
Bu işlemler harç ve resme tabi değildir.
Bu madde gereğince yapılan sicilden kayıt düşürme ve tescil işlemlerinin bu kanuna aykırılığından bahisle ilgililerin dâva hakları mahfuzdur.
Madde 8:Bu kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer.
Madde 9:Bu kanunu Bakanlar Kurulu yürütür.
e-16.5.1956 gün ve 1/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı:
Usulü dairesinde istimlak muamelesine tevessül edilmeksizin gayrimenkulü yola kalbedilen şahsın, esas itibariyle, gayrimenkulünü yola kalbeden amme hükmi şahsiyeti aleyhine meni müdühale davası açmağa hakkı olduğuna, ancak dilerse bu fiili duruma razı olarak, mülkiyet hakkının amme hükmi şahsiyetine devrine karşılık gayrimenkulünün bedelinin tahsilini de dava edebileceğine ve isteyebileceği bedelin de mülkiyet hakkının devrine razı olduğu tarih olan dava tarihindeki bedel olduğuna 16.5.1956 tarihinde ilk toplantıda ittifakla karar verildi.
(“Kamu tüzel kişiliği tarafından istimlak edilmeksizin taşınmaz malı yola çevrilen (kalbedilen) kimsenin, el atmanın önlenmesi davasını açmaya hakkı vardır. Ancak dilerse mülkiyetin devri karşılığı taşınmaz malın bedelini o kamu tüzel kişiliğinden dava edebilir. İstiyebileceği bedel taşınmazın dava tarihindeki bedelidir.” Yargıtay İçtihadı Birleştirme Karar Özetleri, 1999, sh:171)
f-1.11.1944 gün ve 9 esas 30 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı:
İdari ve hususi kanunlara tevfikan gayrimenkullerin Devletçe fertlere yapılan tahsis ve tefviz alelâde satış kabilinden olmadığından bunların tescilden evvel mülkiyet hakkı tevlit edip etmiyeceklerinin tayini yine o hususî mevzuatla hallolunması lâzım geleceğine ve 1331 ve 1771 ve 2510 sayılı kanunların zımnî ve sarih hükümlerine göre usulü dairesinde yapılıp katileşen tahsis ve tefvizler tescilden önce de mülkiyet ifade ettiklerine ve bu misillû müfevvez fayrimenkuller mütefevvizin malı addolunacağına ve onun kablet-tescil vefatiyle mirasçılarına intikal edeceğine kıyasen bir hissei şayianın tefvizi henüz tapuya kaydedilmemiş olsa dahi ayni gayrimenkulde satılan diğer bir hisse hakkında mütefivvizin müşteri aleyhine şüfa davası ikamesine salâhiyeti olacağına 1.11.1944 tarihinde ikinci müzakerede kâfi olan mutlak ekseriyetle karar verildi.
(“1331, 1771 ve 2510 sayılı yasalar hükümlerine göre Devletçe, kesinleşen taşınmaz mal verilmesinde (tefvizinde) bir ortak payın (şayi hissenin) verilmesi işlemi henüz tapu siciline yazılmamış olsa dahi, kendine taşınmaz mal verilen kişi satılan diğer bir pay için alıcı aleyhine önalım davası açabilir.” Yargıtay İçtihadı Birleştirme Karar Özetleri, 1999, sh:101)
g-Türk Medeni Kanunu ile Yürürlükten Kalkan Türk Kanunu Medenisinin İlgili Maddeleri:
Madde 712: Geçerli bir hukukî sebep olmaksızın tapu kütüğüne malik olarak yazılan kişi, taşınmaz üzerindeki zilyetliğini davasız ve aralıksız olarak on yıl süreyle ve iyiniyetle sürdürürse, onun bu yolla kazanmış olduğu mülkiyet hakkına itiraz edilemez.
(Eski) Madde 638:Muhik bir sebep yok iken tapu sicilinde uhdesinde malik sıfatı ile mukayyet bulunan bir gayrimenkulü fasılasız ve nizasız on sene müddetle ve hüsnüniyetle yedinde bulunduran kimsenin o gayrimenkulün üzerindeki hakkına itiraz olunamaz.
Madde 713:Tapu kütüğünde kayıtlı olmayan bir taşınmazı davasız ve aralıksız olarak yirmi yıl süreyle ve malik sıfatıyla zilyetliğinde bulunduran kişi, o taşınmazın tamamı, bir parçası veya bir ayı üzerindeki mülkiyet hakkının tapu kütüğüne tesciline karar verilmesini isteyebilir.
Aynı koşullar altında, maliki tapu kütüğünden anlaşılamayan veya yirmi yıl önce ölmüş ya da hakkında gaiplik kararı verilmiş bir kimse adına kayıtlı bulunan taşınmazın tamamının veya bölünmesinde sakınca olmayan bir parçasının zilyedi de, o taşınmazın tamamı, bir parçası veya bir payı üzerindeki mülkiyet hakkının tapu kütüğüne tesciline karar verilmesini isteyebilir.
Tescil davası, Hazineye ve ilgili kamu tüzel kişilerine veya varsa tapuda malik gözüken kişinin mirasçılarına karşı açılır.
Davanın konusu, mahkemece gazeteyle bir defa ve ayrıca taşınmazın bulunduğu yerde uygun ve aralıklarla en az üç defa ilan olunur.
Son ilândan başlayarak üç ay içinde yukarıdaki koşulların gerçekleşmediğini ileri sürerek itiraz eden bulunmaz ya da itiraz yerinde görülmez ve davacının iddiası ispatlanmış olursa, hâkim tescile karar verir. Mülkiyet, birinci fıkrada öngörülen koşulların gerçekleştiği anda kazanılmış olur.
Davalılar ve itiraz edenler, aynı davada kendi adlarına tescile karar verilmesini isteyebilirler.
Kararda, tescili istenilen taşınmazın niteliği, yeri, sınırları ve yüzölçümü belirtilir ve karar, uzmanlarca düzenlenen teknik bilgileri içeren krokisi de eklenir.
(Eski) Madde 639:Tapu sicilinde mukayyet olmıyan bir gayrimenkulü nizasız ve fasılasız yirmi sene müddetle ve malik sıfatiyle yedinde bulundurmuş olan kimse o gayrimenkulün kendi mülkü olmak üzere tescili talebinde bulunabilir.
Tapu sicilinde maliki kim olduğu anlaşılamıyan veya yirmi sene evvel vefat etmiş yahut gaipliğine hüküm verilmiş bir kimsenin uhdesinde mukayyet olan bir gayrimenkulü aynı şeriat altında yedinde bulunduran kimse dahi o gayrimenkulün, mülkü olmak üzere tescilini talep edebilir.
Tescil davası Hazine ve ilgili âmme hükmî şahsiyeti aleyhine açılır ve mahkemece gazete ile ve ayrıca mahallinde münasip vasıtalarla en az 3 defa ilân olunur.
Son ilândan itibaren 3 ay içinde bir itiraz dâvası açılmaz veya açılıp da reddedilir ve iddia sabit olursa tescile karar verilir; karara gayrimenkulün haritası veya ebatlı krokisi eklenir.
Hususî kanun hükümleri mahfuzdur.
Madde 701:Kanun veya kanunda öngörülen sözleşmeler uyarınca oluşan topluluk dolayısbıyla mallara birlikte malik olanların mülkiyeti, elbirliği mülkiyetidir.
Elbirliği mülkiyetinde ortakların belirlenmiş payları olmayıp her birinin hakkı, ortaklığa giren malların tamamına yaygındır.
(Eski) Madde 629:Kanun mucibince veya bir mukavele ile iştirâk teşkil eden kimseler bir şeye malik olursa her birinin hakkı o şeyin tamamına sâri olur.
Madde 705:Taşınmaz mülkiyetinin kazanılması, tescille olur.
Miras, mahkeme kararı, cebrî icra, işgal, kamulaştırma hâlleri ile kanunda öngörülen diğer hâllerde, mülkiyet tescilden önce kazanılır. Ancak, bu hâllerde malikin tasarruf işlemleri yapabilmesi, mülkiyetin tapu kütüğüne tescil edilmiş olmasına bağlıdır.
(Eski) Madde 633:Gayrimenkul mülkiyetini iktisap için tapu siciline kayıt şarttır. Bununla beraber işgal, miras, istimlâk, cebri icra tarikleriyle veya mahkeme ilâmı ile bir gayrimenkulü iktisap eden kimse tescilden evvel dahi ona malik olur.
Fakat tescil merasimi ikmâl edilmedikçe temlikî tasarrufta bulunamaz.
Madde 984: Gasp ve saldırıdan dolayı dava hakkı, zilyedin fiili ve failini öğrenmesinden başlayarak iki ay ve her hâlde fiilin üzerinden bir yıl geçmekle düşer.
(Eski) Madde 897:Zilyed, gasp ve tecavüz fiillerine ve hakkına tecavüz eden kimse olduğuna veya tecavüzün menini iddia etmediği halde, dâva hakkından mahrum olur. Zilyed, tecavüzü ve tecavüz edeni daha geç öğrenmiş ise bile gasp veya tecavüzün vukuu gününden itibaren bir sene geçmekle dâva, müruru zamana uğrar.
H-UYUŞMAZLIK: Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun “Hak Düşürücü Süre” başlıklı ve “Kamulaştırma yapılmış, ancak işlemleri tamamlanmamış veya kamulaştırma hiç yapılmamış iken kamu hizmetine ayrılarak veya kamu yararına yönelik bir ihtiyaca tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmaz malın malik zilyed veya mirasçılarının bu taşınmaz mal ile ilgili her türlü dava hakkı yirmi yıl geçmekle düşer. Bu süre taşınmaz mala elkoyma tarihinden başlar.” hükmünü içeren 38.maddesini iptal eden, 04.11.2003 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan, 10.04.2003 gün, E: 2002/112, K: 2003/33 sayılı Anayasa Mahkemesi kararının; iptal tarihine kadar yirmi yıllık hak düşürücü süresi dolmuş bulunan eldeki davaya etkili olup olmayacağı noktasında toplanmaktadır.
İ-GEREKÇE: a)Kamulaştırmasız elkoyma kavramı ve irdelenmesi:
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu kapsamı içinde veya özel kanunlardaki hükümlere uyularak bir kamulaştırma işlemi yapılmamış veya kamulaştırma işlemine başlanılmakla beraber tamamlanmamış olmasına rağmen, idare el koyarak bir taşınmaz mal üzerinde tesis veya bina yapar yahut o taşınmaz malı kamu yararına yönelik bir hizmete tahsis ederek mal sahibinin dilediği gibi kullanma hakkına karşı herhangi bir girişimde bulunursa, kamulaştırmasız elkoyma söz konusudur.
Kamulaştırmasız elkoyma kavramı, 6830 sayılı İstimlak Kanununun yürürlüğe girdiği 9 Ekim 1956 tarihinden sonraki olgular için söz konusu olup, bu tarihten önceki el koymalar, 05.01.1961 gününde kabul edilen 221 sayılı Amme Hükmi Şahıslar veya Müesseseleri Tarafından Fiilen Amme Hizmetlerine Tahsis Edilmiş Gayrimenkuller Hakkındaki Kanun ile “Kamulaştırılmış” sayılmıştır.
Bu itibarla kamulaştırmasız el koyma; 9 Ekim 1956 gününden sonra kamulaştırma işlemi yapılmaksızın ve bir Kanun hükmüne dayanılmadan idarenin taşınmaz mal üzerinde fiilen tasarrufa başlaması ve asıl mal sahibinin kullanma hakkına engel olması veya bu hakkı ortadan kaldırmış bulunmasıdır.
Gerek 6830 sayılı İstimlak Kanununda, gerekse bu Kanunu kaldırarak, kamulaştırma konusunda yeni ilkeler getiren 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununda; kamulaştırma yapılmaksızın taşınmaz malına el konulan kimsenin, uğradığı zarar ve ziyan ile mülkiyet hakkının kullanılmasından doğan malın özüne bağlı hangi davaları açabileceği konusunda bir düzenleme getirilmemiştir.
Bütün bu sorunlar 16.5.1956 gün ve 1/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile çözüme bağlanmış ve kamulaştırmasız el koyma davalarının kaynağı bu İçtihadı Birleştirme kararı olmuştur. Anılan İçtihadı Birleştirme Kararında; usulü dairesinde verilmiş bir kamulaştırma kararı olmadan ve bedeli ödenmeden taşınmazına el konulan kimsenin, ilgili kamu tüzel kişisi aleyhine elatmanın önlenmesi davası açabileceği gibi, değer karşılığının verilmesini de isteyebileceği benimsenmekle birlikte, bu davalar, herhangi bir zamanda açılma zorunluluğu ile kısıtlanmamıştır.
İşte bu noktada, 08.11.1983 gününde yürürlüğe giren 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 38.maddesinde, kamulaştırmasız el koymadan doğan her türlü davaya bir sınırlama getirilmiştir.
2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun “Hak Düşürücü Süre” başlığını taşıyan 38.maddesinde; “Kamulaştırma yapılmış, ancak işlemleri tamamlanmamış veya kamulaştırma hiç yapılmamış iken kamu hizmetine ayrılarak veya kamu yararına yönelik bir ihtiyaca tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmaz malın malik, zilyed veya mirasçılarının bu taşınmaz mal ile ilgili her türlü dava hakkı yirmi yıl geçmekle düşer. Bu süre taşınmaz mala el koyma tarihinden başlar.” hükmü öngörülmüştür.
Bu açık hüküm karşısında, idarenin el koyarak taşınmazı kamu hizmetine özgülemesi veya bir tesis yaptırma eyleminin üzerinden yirmi yıl geçmiş ise, artık tapu ile malik bile olsa, sahibinin her türlü dava hakkının düştüğü, kuşku ve duraksamadan uzaktır. Dolayısıyla bu hak düşürücü süre dolduktan sonra, mal sahibinin ne malı geri alıp tasarrufunu sağlayıcı (el atmanın önlenmesi, taşınmaz malın teslimi gibi) bir dava açabilmesi, ne de mal varlığındaki eksilmesini önleyici, zararını karşılayıcı (yerin bedelinin ödenmesi, ecrimisil, kira veya tazminat) davaları açabilmesi olanaklı değildir. Bu demektir ki, eski malikin bu yer üzerindeki mülkiyet hakkı sona ermiştir. Taşınmaz mal kendisinin mülkiyetinden çıkmış, tahsis veya tesisi yapan idarenin mülkiyetine geçmiştir (Ali Arcak-Edip Doğrusöz. Kamulaştırmasız Elkoyma- Ankara 1992 s:462).
Görüldüğü üzere idare, somut olaydaki gibi, tesis yaptırdığı taşınmazın, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 38.maddesinde öngörülen koşulların oluşması halinde, tapuya kendi adına tescilini isteyebilir.
Her ne kadar 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 38.madde metninde bu yolda bir hüküm konulmamış ise de, anılan madde ile ilgili gerekçesinde; “Medeni Kanunumuzun 638, 639 ve 897nci maddeleri dikkate alınarak mülk edinmedeki kazandırıcı zamanaşımı süresinin mülkiyetin kaybedilmesinde de idarelerin menfaatleri dikkate alınarak değerlendirilmesi gerekmektedir.” denilmiştir.
Gerekçedeki bu sözler, bir yandan açık ve kesin olarak mal sahibi bakımından mülkiyetin kaybedildiğini vurgulamaktadır. Diğer yandan ise, bu kaybın nedenini kazandırıcı zamanaşımı süresi geçtiğinden idarenin o yer üzerinde mülkiyet hakkının doğmuş bulunmasına bağlamaktadır (Arcak-Doğrusöz,Age, Ankara 1992 s:462).
Gerçekten, sözü edilen önceki Medeni Kanunu’nun 638nci maddesi (yürürlükteki TMK: m 712), tapulu bir yeri, elinde bulunduran, başkasının bile olsa, koşulları varsa, belli bir süreden sonra kazandırıcı zamanaşımı nedeniyle sahip olabileceğini; önceki Medeni Kanunu’nun 639ncu maddesi de (yürürlükteki TMK: m 713), tapu silinde kayıtlı olmayan bir taşınmaz malı belli bir süre elinde bulunduranın, koşulları varsa, zamanaşımı ile kazanabileceğini; önceki Medeni Kanunun 897nci maddesi (yürürlükteki TMK: m 984) ise, belli bir süre geçtikten sonra zilyedin dava hakkından yoksun kalacağını, hükme bağlamaktadır.
2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 38.maddesinin kabulüne götüren düşünce, belli bir zamanaşımı süresinde taşınmaz malın mülkiyetinin kazanılabileceği gibi, belli bir süre içinde dava hakkını bile kullanmayan kimsenin, başkasının el koymasına ve tesis yapmasına sesini çıkarmadığından ve haklarını kullanmadığından, her türlü dava hakkını, mülkiyet ve zilyetlikten doğma sahiplik haklarını yitirdiği; eş söyleyişle belli sürelerin geçmesiyle bu yer üzerinde artık idarenin mülkiyet, sahiplik ve her türlü tasarruf hakkının doğduğudur (Arcak-Doğrusöz,Age, Ankara 1992 s:463).
Öte yandan, 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 705nci maddesinin 1.fıkrasında, taşınmaz mülkiyetinin tescille kazanılacağı belirtildikten sonra; 2.fıkrasında, “Miras, mahkeme kararı, cebri icra, işgal, kamulaştırma halleri ile kanunda öngörülen diğer hallerde, mülkiyet tescilden önce kazanılır.” hükmü öngörülmüştür.
Böylece, tescille kazanma ilkesine ayrık bir hüküm olmaktan çok, Kanunun 705.maddesinin 2.fıkrası ile, tescile gerek olmadan da taşınmaz mülkiyetinin, bu yollarla kazanılabileceği belirtilmiştir.
Bu noktada, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 38.maddesinde öngörülen yirmi yıllık hak düşürücü sürenin geçmesiyle idarenin, 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 705/2.fıkrası gereğince, taşınmazın mülkiyetini tescilden önce kazanacağı açıktır.
Ne var ki, taşınmaz mülkiyetini devretmek veya üzerinde sınırlı ayni hak kurmak ya da kurulmuş bu hakları devretmek için tescil zorunlu olup; mülkiyeti kazanan idare eski maliki hasım göstererek, taşınmazın tapuya kendi adına tescilini dava yolu ile isteyebilir.
Ancak, mahkemece idare adına verilen tescil kararı, yenilik doğuran (inşaî ve ihdasi) bir hüküm olmayıp, daha önce meydana gelmiş bir hukuki durumu tespit edici (beyani) bir hükümdür.
b)Anayasa Mahkemesi Kararlarının Özelliği ve Geriye Yürümemesinin İrdelenmesi:
Eldeki dava bakımından sağlıklı bir sonuca gidilebilmesi için, Anayasa Mahkemesi kararlarının niteliği ile geriye yürümeme konuları üzerinde durulmalıdır.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 153. maddesinin ikinci fıkrasında; Anayasa Mahkemesinin bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin tamamını ve bir hükmünü iptal ederken kanun koyucu gibi hareketle, yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis edemeyeceği belirtildikten sonra beşinci fıkrasında da iptal kararlarının geriye yürümeyeceği açıklanmıştır.
Anayasa Mahkemesinin verdiği iptal kararları idari yargıda verilen iptal kararlarından farklı özelliğe sahiptir. İdari yargıda asıl olan, iptal kararlarının geriye yürümesi, bir başka ifade ile iptal edilen idari işlemin doğduğu andan itibaren yok sayılması esas olmasına karşın, Anayasa Mahkemesinin iptal kararlarının geriye yürümemesi asıldır. Bu bakımdan idari yargıdaki iptal kararları beyan edici, açıklayıcı olduğu halde Türk Anayasa Yargısındaki iptal kararları genelde kurucu (inşai) niteliktedir.
Anayasada, kazanılmış hakları ve hukuksal güvenliği ortadan kaldırıcı ya da toplumun adalet anlayışını zedeleyici sonuçlar doğmasından kaygı duyulması nedeniyle, iptal kararlarının geriye yürümezliği ilkesi kabul edilmiştir. Nitekim Anayasa Mahkemesi 12.12.1989 günlü ve 1989/11 esas, 1989/48 sayılı kararında; “Türk Anayasa sisteminde Devlete güven ilkesini sarsmamak ve ayrıca Devlet yaşamında bir karmaşaya neden olmamak için iptal kararlarının geriye yürümezliği kuralı kabul edilmiştir. Böylece hukuksal ve nesnel alanda sonuçlarını doğurmuş bulunan durumların iptal kararlarının yürürlüğe gireceği güne kadarki dönem için geçerli sayılması sağlanmıştır.” demek suretiyle konunun önemini vurgulamıştır.
Anayasa Mahkemesi, iptal kararlarının geriye yürüme yasağı konusunu incelerken, özellikle kazanılmış hak kuralı üzerinde durmak gereğini duymuştur. Anayasa Mahkemesinin 9.12.1989 gün ve 1989/14 esas ve 1989/49 esas sayılı kararında aynen “Bir hukuk kuralının yürürlüğü sırasında, bu kurala uygun biçimde tüm sonuçları ile kesin olarak edinilmiş hakların korunması hukuk devletinin gereğidir” içtihadında bulunmuştur. Bu düşünceye uygun şekilde Danıştay da, 16.12.1966 gün ve 1963/386 esas,1966/1642 sayılı kararında; “iptal kararları geriye yürümez” kuralının kazanılmış hakları saklı tutmak, hukuki kararlılığı ve dolayısıyla kamu düzenini korumak amacıyla getirildiği görüşünü benimsemiştir. (Doç. Dr. Yılmaz Aliefendioğlu Anayasa Yargısı ve Türk Anayasa Mahkemesi sayfa 300-301).
Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen 38. madde 2942 Sayılı Kanun ile kabul edilmiştir. 6830 Sayılı eski İstimlak Kanununda böyle bir hüküm yoktu. 38.maddenin, 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanununda düzenlenmesinin çok önemli sosyolojik ve yönetsel nedenleri bulunmaktadır. Maddenin gerekçesinde bu hususlara kısmen değinilmektedir. Bunlar; Medeni Kanunumuzun 638.639. ve 897. maddeleri dikkate alınarak mülk edinmedeki kazandırıcı zamanaşımı süresinin mülkiyetin kaybedilmesinde de idarelerin menfaatleri dikkate alınarak değerlendirilmesinin gerektiği hususu ile yüksek ve mükerrer bedel ödemelerine mani olmak ve uygulamadaki aksaklıkları düzeltmek olarak özetlenebilir. Gerek yürürlükten kaldırılan 6830 sayılı Kanunda ve gerekse 2942 Sayılı Kanunda otomatik olarak tescil kuralı kabul edilmemiştir. 2942 Sayılı Kanunda 4650 Sayılı Kanunla yapılan değişiklik sonucu benimsenen yeni usulle, eski sistem terk edilmiş ve idarenin, tapuya kayıtlı mallar hakkında yapacağı kamulaştırmalarda satın alma usulünü öncelikle uygulaması esası getirilmiş, tarafların anlaşmaları sonucu kamulaştırılması istenen taşınmaz malın malikinin, Tapu Sicil Müdürlüğüne gelip idare lehine ferağ vermek koşuluyla kararlaştırılan bedelin idarece kendisine ödeneceği kabul edilmiş (2942 S.K: Madde 8), satın alma konusunda anlaşma sağlanamadığı taktirde de anılan kanunun 10. maddesi uyarınca kamulaştırılması istenen taşınmazın bedelinin mahkemece tespitinden sonra, tanınan süre içerisinde saptanan bedelin bankaya yatırılması sonucu bunun taşınmaz malın sahibine ödenmesi kararı ile birlikte kamulaştırmanın konusunu teşkil eden taşınmaz malın da idare adına tesciline karar verileceği belirtilmiştir.
Bu hükümlerin yasada düzenlenmesinin sebebi, yukarıda da belirtildiği gibi eski kanunların yarattığı sakıncaların önlenmesine yöneliktir. Eski kanunlara göre kamulaştırılan ve bedelleri mülkiyet hakkı sahiplerine yıllar önce ödenen pek çok taşınmazın tapuları, hâlâ vatandaşlar üzerinde bulunmaktadır. Devletin arşiv ve kayıt düzeninin sağlıklı işlememesi sebebiyle önceki yıllarda kamulaştırma yapmış olan idareler bu gün, çok daha yüksek meblağlara varan bedelleri ikinci kez bu kişilere ödenmek zorunda bırakılma tehlikesiyle karşı karşıya gelmiş bulunmaktadırlar.Kanunlar, kabul edilip yürürlüğe konulup uygulanırlar, hukuki olaylara yön verirler, kişilere haklar kazandırırlar ve sonunda yasa koyucunun iradesiyle veya burada olduğu gibi yetkili Mahkeme tarafından iptal edilebilirler. Kanunları da baştan itibaren hukuk dünyasına hiç gelmemiş, uygulanmamış, hukuki durumlar yaratmamış ve sonuçlar meydana getirmemiş olarak kabul etmek mümkün değildir. Anayasa Mahkemesinin yukarıda kısmen değinilen kararları da bu hususları teyit etmektedir. Şöyle ki: Kamulaştırma Kanununun 38. maddesi, kabul edildiği 1983 yılından itibaren iptal sonucu yürürlükten kalktığı 4.11.2003 gününe kadar uygulanmış ve Anayasa Mahkemesinin deyimi ile hukuksal ve nesnel alanda sonuçlarını doğurmuş bulunan durumlar meydana getirmiştir. Meydana gelen durumların en başında hiç kuşku yok ki, el koymadan itibaren 20 yıl geçmekle el konulan taşınmazın malik, zilyet ve mirasçılarının her türlü dava hakkının düşmesi ve dava hakkının düşmesinin doğal sonucu olarak bu taşınmazın mülkiyetinin artık idareye geçmiş olduğu hususudur.
Doktrinde ve uygulamada hakim olan görüşe göre, söz konusu sürenin geçmesi ile birlikte malikin, kamulaştırma yapılmaksızın el konulan gayrimenkul üzerindeki mülkiyet hakkı sona ermiş ve mülkiyet hakkı idareye geçmiştir. Dolayısıyla idare, taşınmaz malın kendi adına tescilini veya tapudan terkinini dava edebilecektir (Yard. Doc. Dr. Salih Şahiniz. Yeditepe Ün. Hukuk Fak.Dergisi sayı 2004/1 sayfa: 96).
Anayasanın 153. maddesindeki “İptal kararları geriye yürümez” biçimindeki hükmü, kanunların yürürlükte oldukları zamanla sınırlı olarak kaybedilen veya kazanılan haklarla alakalı olarak meydana gelen durumlara dokunulmaması ve bunların hiçbir surette etkilenmemesi için konulmuş bir hükümdür.
Bir hakkın yasa ile ortadan kalkmasından sonra, o yasanın iptal edilmesiyle hak yeniden canlanmaz. Aksini kabul etmek , iptal kararlarının geriye yürümezliği ilkesini daha doğrusu bunu düzenleyen anayasa hükmünü görmezlikten gelmek olur. Böyle bir uygulama, anayasayı ihlal anlamını taşır ki hukuk düzeni bunu onaylaması düşünülemez.
Bir hakkın kazanılması veya kaybedilmesi ancak kanunla olur.Yasanın tanımadığı bir hakkı, mahkemelerin yürürlükteki yasaya aykırı olarak mahkemelerin tanıması mümkün değildir. Bu itibarla Anayasa Mahkemesinin iptal kararlarının, kazanılmış hakları ve kanunun yarattığı durumları ortadan kaldırması düşünülemez.
Yasaların ve yargı kararlarının amacı, kamu düzenini bozmamak ve Devlete duyulan güveni sarsmamak olmalıdır.
Nitekim Anayasa Mahkemesi de 11.10.1963 tarih ve 1963/124 esas, 1963/243 sayılı kararında; Anayasada yer alan iptal kararlarının geriye yürümeyeceği hükmünün, anayasaya aykırı kanunların iptali için açılmış olan davaların görülmesini etkilemeyeceği hususuna değindikten sonra, “içtimai huzur düşüncesiyle konulduğu Temsilciler Meclisi Anayasa Komisyonu raporundan anlaşılan Anayasa Mahkemesi kararlarının geriye yürümeyeceği hükmünün, hasıl edeceği sonuçların tayininin uygulama ile ilgili bir işlem olduğunu” belirtmiştir. Bu karardan da anlaşılacağı gibi bizzat Anayasa Mahkemesi, iptal edilen yasa hükümlerinin iptalden önce yarattığı etkilerini kabul ederek iptal kararlarının geriye yürümeyeceği ilkesine sadık kalmıştır. Aynı karara başka bir nedenle muhalif olan bir sayın üye; “Anayasa Mahkemesinin kendisi de, Anayasanın 152. maddesi hükmünü göz önünde tutmak mecburiyetindedir. Zira sözü geçen 152 nci maddenin, tatbikatçıları ve sair mercileri, Anayasa Mahkemesi kararlarını geriye yürüyecek surette uygulamaktan men ettiği hususunda nasıl herhangi bir tereddüt gösterilmiyorsa bu maddenin bizzat Anayasa Mahkemesini de, geriye yürümek suretiyle tesir gösterecek nitelikte karar vermekten evleviyetle menetmekte olduğu hususunda tereddüde düşülmemek icap eder. Aksini düşünmek Anayasanın 152 nci maddesinin hem açık ifadesine ve hem de maksat ve ruhuna uygun düşmez.” şeklinde düşünce bildirmiştir.
Anayasa Mahkemesinin yukarıda değinilen kararı soyut norm denetimi ile ilgili görünmekte ise de davacının bu hususu somut norm denetimi ile de Anayasa Mahkemesinin önüne getirme olasılığının bulunması karşısında nevi şahsına münhasır bir karardır. Çünkü dava, Cumhuriyet Halk Partisinin haksız iktisaplarının iadesi hakkındaki 14.12.1953 günlü 6195 Sayılı Kanunun Anayasaya aykırılığı ileri sürülerek iptali istemidir. Burada soyut norm denetimine konu olabilecek yasayı Anayasa Mahkemesi önüne getiren parti gurubu aynı zamanda davanın tarafıdır. Bu karardan da anlaşılabileceği gibi, somut norm denetimi yolu ile Anayasaya aykırılığı ileri sürülerek Anayasa Mahkemesinin önüne getirilen işlerde dahi bu mahkemenin kararları ile geçmişte oluşmuş hukuki durumların değiştirilmesi ve davacılar yararına imkanlar yaratılıp,yasaların tanımadığı bir hakkı onlara vermeleri mümkün değildir. Yüksek Mahkemenin bu kararında olduğu gibi böyle durumlarda Anayasa Mahkemesinin kararlarının etkisi, hukuka veya Anayasaya aykırılığı tespitten ibarettir.
Gerek 1961 (madde 152/3) ve gerekse 1982 (153/5) Anayasaları, iptal kararlarının geriye yürümezliği ilkesini kabul etmişlerdir. Bu ilkenin kabul edilişindeki en önemli etken, iptal edilen kanuna dayanılarak o tarihe kadar yapılmış yüzlerce,binlerce bireysel işlemi geçersiz kılacağı, bu yüzden kişilerin hukuki güvenliği ve kamu düzeninin istikrarı açısından çok büyük sakıncalar doğuracağı ilkesidir. (Prof. Dr. Ergun Özbudun Türk Anayasa Hukuku s. 411)
İptal kararlarının geriye yürümezliği ilkesini salt, Anayasa Mahkemesinin iptal kararının yürürlüğe girmesinden önce mahkemelerce verilip kesinleşen kararlarla sınırlamak da mümkün değildir. Bir Yasa, iptalden önce zamanla sınırlı olarak (olayımızda bu süre yasa ile 20 yıl dır.) bir tarafa haklar kazandırırken diğer yanın haklarını ortadan kaldırıp yeni hukuki durumlar yaratmış ise bunların görmezlikten gelinmesi yukarıda açıklanan hususlardan dolayı mümkün değildir. Anayasanın 153/5 maddesine konulan bu hükümle hukuksal ve nesnel alanda etkilerini göstermiş, sonuçlarını doğurmuş durumların iptal kararlarının yürürlüğe gireceği güne kadar ki dönem için geçerli olması sağlanmıştır (Prof. Dr. Mehmet Akad. Doç. Dr. Abdullah Dinçkol 1982 Anayasası s. 611).
c)2942 sayılı Kanununun 38.maddesinin İptal Öncesindeki Uygulaması Açısından Konunun İrdelenmesi:
Yukarıda da değinildiği üzere dava konusu ile ilgili bulunan 2942 Sayılı Kanunun 38. maddesinin hükmü ile, belli bir süre içinde dava hakkını bile kullanmayan kimsenin, taşınmaz malına başkasının el koymasına, tesis yapmasına sesini çıkarmadığından ve haklarını kullanmadığından her türlü dava hakkını yitirdiğinden, bu yer üzerinde artık idarenin mülkiyet, sahiplik ve her türlü tasarruf hakkı doğmuştur. Böylece idare, eski maliki hasım göstererek bu yerin tapu kaydının silinmesini, kendisi adına tesciline karar verilmesini, yapılan tesis veya tahsis nedeniyle taşınmazın tescili olanağı yok ise terkinini istemek hakkını kazanmıştır.. Mahkemelerin, koşulları gerçekleştiği taktirde istem doğrultusunda karar vermeleri gerekir. Aksini kabul etmek, bir kayıt yaşamını ve gücünü kaybettikten sonra, onu devam ettirmek olur. Tapuda kayıtlı bir mal sahipsiz kalamaz. Sahiplilik hakkı düşen kimse o yerin maliki olamayacağından malın gerçek sahibi durumuna gelen idare adına tescile karar vermek gerekir (Ali Arcak.Y.Servet Kitiş Kamulaştırma Davaları ve Devletleştirme Cilt 2. Sayfa 2135).
Yasanın yürürlüğe girdiği 1983 yılından iptal kararının yürürlüğe girdiği 04.11.2003 tarihine kadar tüm uygulama bu şekilde olmuştur. Başka bir anlatımla; kamu hizmetine ayrılarak veya kamu yararına yönelik bir ihtiyaca tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmaz malın malik, zilyet veya mirasçılarının bu taşınmaz mal ile ilgili her türlü dava hakları düştükten sonra bu taşınmaz malların tapularının iptaline, idare adına tesciline veya tapuya kayıtlı olan taşınmaz mal kayda tabi olmayan bir taşınmaza dönüştüğü taktirde sicilden terkinine karar verilmiştir. İdarenin elde ettiği hakkı sadece kesinleşmiş mahkeme kararları ile sınırlandırmak, 2942 Sayılı Kanunun 38. maddesinin yürürlüğe girdiği günden itibaren meydana gelen durumların bir bölümü için geçerli, diğer bir bölümü için ise geçersiz kabul etmek olur ki, bu yorum tarzını hiçbir hukuk sisteminin kabul etmesi olanaklı değildir.Bu yorum şekli adalete, hakkaniyete ve kazanılmış hak ilkelerine aykırıdır.
d)Türk Hukukunda Mülkiyet Kavramının İrdelenmesi:
Sırası gelmişken kısaca mülkiyet hakkına değinmekte yarar vardır.Türk Hukukunda mülkiyet hakkının niteliğini ve kapsamını, yürürlükten kaldırılan 743 sayılı Türk Kanunu Medenisinin 618. maddesi klasik (liberal-bireyci) görüşten esinlenerek çizmiştir. Bu görüş, kişi-eşya ilişkisinde malike sınırsız hak tanır. Mülkiyet hakkını “doğal hak” olarak kabul eder. Mülkiyet hakkı kişiye bağlı, dokunulmaz, vazgeçilmez, zamanaşımına uğramaz, kutsal bir haktır. Kısacası, klasik sistemde bireysel çıkar, toplum çıkarından önce gelir. Bireysel çıkarla toplum çıkarı çatışırsa bireysel çıkar korunur. Özel (ferdi) teşebbüs sosyal ve ekonomik hayatın temel unsuru olduğundan mülkiyet hakkına sınır koyma, müdahale etme, bu sistemde ilke olarak söz konusu olamaz. Fransız ihtilali ve tabii hukuk doktrinin etkilediği 1924 Anayasası da mülkiyet hakkına hiçbir sınırlama tanımamış ve eski Medeni Kanunun 618. maddesi ile uyum içinde olmuştur.
Bu görüş 1961 Anayasası ile terk edilmiştir. Alman Anayasasının 14. maddesinden esinlenerek düzenlenen 1961 Anayasasının 36/1. maddesi uyarınca mülkiyet hakkı, hem bir kurum olarak hem de bireysel bir hak olarak devletin müdahalelerine karşı güvence altına alınmış ve mülkiyet hakkının özüne dokunulamayacağı belirtilmiştir. 1961 Anayasası, 36 maddesinin 2. ve 3. fıkraları ile klasik (liberal-bireysel) mülkiyet anlayışını değiştirmiş, modern mülkiyet anlayışını benimsemiştir.
Modern mülkiyet anlayışında mülkiyet hakkının içeriği, “yetki” ve “ödevlerden” oluşmaktadır. Bu içerikte malikin hem yetkileri (kullanma, yararlanma, tasarruf etme) ve hem de komşularına ve topluma karşı ödevleri (yapmama, katlanma, yapma) vardır.
Anayasa Mahkemesi de 2.6.1964 gün ve 1964/13 esas, 1964/43 sayılı kararında; “mülkiyet hakkı geçen yüzyılın ferdiyetçi doktrinlerinin etkisi altında malikin kişiliğine bağlı, dokunulmaz, kutsal ve doğal haklardan sayılırken günümüzde bu görüş değişmiş ve mülkiyet hakkı, malikine toplum yararına bazı ödevler ve görevler yükleyen sosyal bir hak olarak görülmeye başlanmıştır.” diyerek Anayasanın benimsediği modern mülkiyet görüşünü uygulamıştır (Doç. Dr. Akın Düren Devletin Mülkiyete El Atmasından Doğan Tazmin Yükümlülüğü sayfa 3-5). Hiç kuşku yok ki 1982 Anayasası da 35. maddesindeki düzenleme ile 1961 Anayasası gibi modern mülkiyet anlayışını benimsemiştir. Başta 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu olmak üzere, İmar Kanunu gibi bir kısım yasalarla mülkiyet hakkı sahibine modern mülkiyet anlayışı doğrultusunda bazı ödevler yüklenmiştir.
Yine yukarıda da değinildiği üzere Türk Medeni Kanununun 705. maddesi; taşınmaz mülkiyetinin, kural olarak tescille kazanılacağını öngörmektedir. Maddenin ikinci fıkrasında ise, bu kuralın istisnaları olarak miras, mahkeme kararı, cebri icra, işgal, kamulaştırma halleri ile kanunda öngörülen diğer hallerde mülkiyetin tescilden önce kazanılacağı açıklanmıştır. Hemen belirtmek gerekir ki mülkiyetin tescilden önce kazanılması ile ilgili olarak burada sayılanlar sınırlayıcı değildir. Diğer bir anlatımla bunların dışında da mülkiyetin tescilden önce kazanıldığı haller mevcuttur.
Yargıtayın 1.11.1944 gün ve 1944/9 esas, 1944/30 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı bu konuya açıklık getirmiş ve; 2510 sayılı İskan Kanununun zımni ve sarih hükümlerine göre usulü dairesinde yapılıp katileşen tahsis ve tefvizlerin tescilden önce de mülkiyet hakkının kazanılmasını sağladığını belirtmiştir. 21 Haziran 1934 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanan 2510 Sayılı İskan Kanunu halen yürürlüktedir. Bu kanunda tefviz ve tahsisle gayrimenkul mülkiyetinin tescilden önce kazanılacağına dair açık bir hüküm bulunmamasına rağmen yukarıda belirtildiği gibi Yargıtay, anılan tevhidi içtihat kararında, mülkiyetin tescilden önce kazanılacağını kabul etmiştir (Prof. Dr. M. Kemal Oğuzman, Prof. Dr. Özer Selici Eşya Hukuku 6. Bası, Sayfa: 386).
Yürürlükten kaldırılmış bulunan 743 Sayılı Türk Kanunu Medenisinin 633. maddesinde, kanunda öngörülen diğer hallerden bahsedilmediği halde Yargıtay yukarıda sözü edilen Tevhidi İçtihat Kararı ile konuyu statik ve dar kalıplar içinde yorumlamaktan kaçınmış, Türk Kanunu Medenisinin 633/2. madde ve fıkrasında sayılan hallerin dışında da mülkiyet hakkının, tescilden önce kazanılacağı görüşünü benimsemiştir. İdarenin taşınmaz mala el koymasını 705. maddede sayılan haller arasında yer alan “İşgal” olarak nitelendirmek mümkün değildir. Burada sayılanlardan “kanunda öngörülen diğer hallerden” biri olarak nitelendirmek daha isabetli olacaktır.
2942 Sayılı Kamulaştırma Kanununun 38. maddesi kanunda öngörülen hallerden bir tanesidir. Bu hükmün, koşulları gerçekleştiğinde mülkiyet hakkı artık idarenindir. Tapudaki tescil işlemi, kazandırıcı değil, açıklayıcı bir işlemdir. 38. maddede 20 yıl dolmakla mülkiyetin idareye geçtiğinin açıkça yazılmamış olması sonucu değiştirmez. Çünkü, 38. maddenin yürürlükte olduğu dönemde bu hükme dayanılarak mahkemelerce verilen kararlar Yargıtayın da denetiminden geçerek kesinleşmiştir. Böylece, 20 yıl geçmekle mülkiyet hakkı sahibinin bu hakkını kaybettiği, buna karşılık idarenin de bu hakkı kazandığı kabul edilmiştir.
İdareye 20 yıl dolduktan sonra tescil talebinde bulunmak için de herhangi bir süre sınırlaması getirilmemiştir. Önemli olan, kanunun öngördüğü koşulların gerçekleşmesidir. İptal kararı yürürlüğe girmezden önce koşullar gerçekleşmiş ve 20 yıllık hak düşürücü süre de dolmuş ise, idare her zaman kendisine bu hakkı sağlayan 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanununun 38. maddesi uyarınca taşınmaz malın tapu kaydının iptali ile adına tescilini veya el konulan taşınmaz mal tahsis edildiği kamu hizmeti itibariyle sicile kaydı gerekmeyen bir hakka dönüştüğü taktirde terkini istemek hak ve yetkisine sahiptir.
Aksi taktirde 20 yıl geçmekle idarenin mülkiyet hakkını kazandığını kabul etmemek, 38.maddeye dayanılarak bu güne kadar verilen tescil kararlarını da geçersiz saymak anlamına gelir ve bunun sonucu olarak da idarelerin 6830 ve 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanunlarının 17. maddelerine göre kamulaştırıp bedelini ilgililerine ödedikleri halde mülk sahiplerinin ferağa yanaşmamaları nedeniyle bunlar üzerine kayıtlı gözüken taşınmaz mallarla alakalı olarak açtığı ve ancak, belge (banka ödeme makbuzu veya kamulaştırma evrakı) temin ve ibraz edememesi nedeniyle 2942 Sayılı Kanunun 38. maddesine göre 20 yıllık sürenin geçtiği savunmasıyla dahi kazandığı tüm davaları “yolsuz tescil” iddiası ile kaybetmek durumunda kalmaları söz konusu olabilecektir ki; Böyle bir kaosun yaşanmasına hukukun ve dolayısıyla mahkemelerin sebebiyet vermesi düşünülemez.
e)Somut Olayın Değerlendirilmesi:
Tüm açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; dosyada bulunan kanıt ve belgelere göre, davacı idarenin tapuda davalı adına kayıtlı bulunan 57,35 metrekare yüzölçümündeki 2 parsel sayılı taşınmazın tamamına, kamulaştırma yapmadan, 1968 ve 1980 yıllarında Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim Dalı ile Çocuk Ruh Sağlığı Anabilim Dalı binalarını inşa etmek suretiyle elattığı anlaşılmaktadır. 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 38.maddesinde yazılı 20 yıllık hak düşürücü sürenin geçmiş olması nedeniyle, 12.8.2002 tarihinde görülmekte olan dava açılmış; Anayasa Mahkemesinin, 4.11.2003 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan 10.4.2003 gün ve 2002/112 Esas, 2003/33 Karar sayılı kararı ile 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 38.maddesi iptal edilmiştir.
Anayasa Mahkemesinin iptal kararından önce 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 38.maddesinde öngörülen yirmi yılık hak düşürücü süre geçirildiğinden, davalının mülkiyet hakkı sona ermiş, taşınmaz, artık tesisi yapan davacı idarenin mülkiyetine geçmiştir.
Olayda, gerek 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 705/2.maddesi, gerekse 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 38.maddesi uyarınca davacı idare yararına gerçekleşmiş ve tamamlanmış hukuki durum söz konusu olup, bu nedenle Anayasa Mahkemesinin iptal kararından etkilenmeyeceği açıktır.
Anayasa Mahkemesinin iptal kararlarının ilke olarak Resmi Gazetede yayımlandıkları tarihten itibaren ve geleceğe dönük olarak hüküm ve sonuç doğuracağı unutulmamalıdır. Bu nedenledir ki, Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararından önce, iptal edilen yasa kuralına dayanılarak, davacı idare yararına kazanılmış mülkiyet hakkının Anayasa Mahkemesi kararından etkilenmeyeceği, kuşku ve duraksamadan uzaktır. Daha açık anlatımla Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararının, iptal edilen yasa kuralına dayanılarak daha önce davacı yararına gerçekleşen kazanılmış hakka etkili olması olanaklı değildir.
Şu hale göre yirmi yıllık hak düşürücü sure iptal kararından önce dolduğundan; Yerel Mahkemece taşınmazın, gerçek hak sahibi durumuna gelen davacı idare adına tesciline karar verilmesi ve aynı nedene dayalı direnme kararı usul ve yasaya uygundur. Direnme kararı bu nedenle onanmalıdır.
SONUÇ: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile, direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, aşağıda dökümü yazılı (771.80.YTL) harcın temyiz edenden alınmasına, 25.05.2005 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY YAZISI :
Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmazın 2942 Sayılı Kamulaştırma Yasasının 38.maddesi uyarınca tapu kaydının iptali ile davacı idare adına tescili istemine ilişkindir.
Dava dilekçesinde, tapu kütüğünde davalı adına kayıtlı bulunan dava konusu 1964 ada 2 parsel sayılı taşınmaza davacı idarece kamu hizmetine yönelik bir gereksinimi karşılamak amacıyla 1968 ve 1980 yıllarında kamulaştırmasız el atılıp üzerinde tesis (yapı) yapıldığı, el koyma tarihinden dava gününe kadar 2942 sayılı Yasanın 38.maddesinde öngörülen 20 yıldan fazla bir sürenin geçtiği ileri sürülerek, taşınmazın davalı adına olan tapu kaydının iptali ile davacı idare adına tescili istenilmiştir.
Mahkemece istem gibi- davanın kabulüne karar verilmiş; davalının temyizi üzerine Yargıtay 5.Hukuk Dairesince, davanın dayanağı olan 2942 Sayılı Kamulaştırma Yasasının 38.maddesinin Anayasa Mahkemesinin 4.11.2003 günlü Resmi Gazetede yayımlanarak kesinleşen 10.4.2003 gün ve 2002/112-2003/33 sayılı kararıyla iptal edilmesi karşısında dayanağı kalmayan davanın reddi gerektiği gerekçesiyle hüküm bozulmuş; yerel mahkemenin önceki kararında direnmesi üzerine uyuşmazlık, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun önüne gelmiştir.
Yüksek 5.Hukuk Dairesi ile yerel mahkeme arasındaki uyuşmazlıK: tapulu taşınmazına kamulaştırmasız el konulan malikin 2942 sayılı Yasanın 38.maddesine göre dava hakkı düştükten sonra taşınmaza el koyan idarenin malike karşı açtığı tapu iptali ve tescil davası henüz sonuçlanmadan davanın yasal dayanağını oluşturan 38.maddenin Anayasa Mahkemesince iptal edilmiş olması karşısında; iptal kararının eldeki davayı etkileyip etkilemeyeceği, daha açık bir anlatımla mahkemece, taşınmaz malikinin dava açılmadan önce her türlü dava hakkının düştüğünün ve dolayısıyla mülkiyetin davacı idareye geçtiğinin kabulü ile kazanılmış hak ilkesine göre mi, yoksa Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonraki yeni duruma göre mi hüküm kurulması gerektiği noktasında toplanmaktadır.
Konunun açıklığa kavuşturulması açısından öncelikle Anayasa Mahkemesinin iptal kararlarının bağlayıcılığı ve özellikle geriye yürümezliği ilkesi üzerinde kısaca durulmasında yarar vardır.
Anayasanın 153.maddesi, Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığını açıklamaktadır. Maddenin altıncı fıkrası uyarınca Anayasa Mahkemesi kararları … yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar. Bu cümleden olarak bir yasa kuralı Anayasa Mahkemesince iptal edilmiş ise, iptal kararı Resmi Gazetede yayımlandığında iptal edilen kural yürürlükten kalkacağından hakim, bakmakta olduğu davalarda iptal kararından sonraki duruma göre karar vermek zorundadır. Çünkü hakim, Anayasaya, yasaya ve hukuka uygun karar vermek durumundadır (Anayasa m.11, 138). Anayasa Mahkemesinin “Anayasaya aykırılık” kararı bir zaman kesiti ile sınırlı tutulamaz. Bu açıdan mahkemelerin ellerindeki uyuşmazlıkları çözümlerken, Anayasa Mahkemesinde açılan iptal davası sonucu verilen iptal kararını gözönünde tutması gerekir. Bu da Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı kuralının sonucudur.
Anayasanın 152.maddesine göre, bir yasa kuralının Anayasaya aykırılığı savıyla itiraz yoluna başvuran mahkemeler Anayasa Mahkemesince verilecek karara uymak zorundadır. Bu durumda itiraz eden mahkeme, elinde bulunan ve Anayasa Mahkemesinin iptal kararından önce açılmış olan bir davayı Anayasa Mahkemesi kararına göre çözecek ve doğrudan iptal kararının etkisini önceye uygulayacaktır. Aynı durum, itiraz yoluna başvurmayan mahkemeler yönünden de geçerlidir (Anayasa Mahkemesinin 12.12.1989 gün ve 1989/11-48 sayılı kararı).
Şu halde, iptal davası ya da itiraz üzerine bir yasa kuralının iptali sonucu, mahkemeler bakmakta oldukları davaları bu karara göre çözmekle yükümlüdürler. Bu sonuç, Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı kuralı gereğidir.
Öte yandan, Anayasal düzende “Devlete güven” ilkesini sarsmamak, devlet yaşamında bir kargaşaya neden olmamak için Anayasanın 153. maddesinde “iptal kararları geriye yürümez” kuralı kabul edilmiş; böylece hukuksal ve nesnel alanda etkilerini göstermiş, sonuçlarını doğurmuş bulunan durumlarda iptal kararlarının yürürlüğe gireceği güne kadarki dönem için geçerli sayılması sağlanmıştır.
Buna göre; iptal kararları, kesinleşmiş yargı kararlarını etkilemez (geriye yürümez). Başka bir anlatımla iptal kararları, daha önce verilip kesinleşmiş olan yargı kararlarını geçersiz kılmaz, ortadan kaldırmaz, yargılamanın yinelenmesini gerektirmez. Ancak, görülmekte olan davalarda ve henüz kesin çözüme bağlanmamış anlaşmazlıklarda mahkemeler, iptal kararından sonraki duruma göre karar vermekle yükümlüdürler.
Yukarıda değinilen esaslar çerçevesinde somut olay irdelenip değerlendirildiğindE:
Davacı idare, 1968 ve 1980 yıllarında kamulaştırmasız el koyduğu taşınmazın maliki davalı hakkında 2942 Sayılı Yasanın 38.maddesine dayanarak 12.8.2002 tarihinde tapu iptali ve tescil davası açmış, yargılama aşamasında anılan yasa maddesi Anayasa Mahkemesinin (Resmi Gazetede yayımlanarak 4.11.2003 günü yürürlüğe giren) kararıyla iptal edilmiş, bundan sonra mahkemece taşınmaz sahibinin dava açılmadan önce her türlü dava hakkının düştüğü ve böylece mülkiyetin davacı idareye geçtiği görüşüyle davanın kabulüne karar verilmiş; Yargıtay 5.Hukuk Dairesi, 38.maddenin Anayasa Mahkemesince iptal edilmesi sonucu yasal dayanağı kalmayan davanın reddine karar verilmek üzere hükmü bozmuş, yerel mahkeme önceki kararında direnmiştir.
2942 Sayılı Kamulaştırma Yasasının 38.maddesinde; kamulaştırma yapılmış, ancak işlemleri tamamlanmamış ya da hiç kamulaştırma yapılmamış iken, kamu hizmetine ayrılarak veya kamu yararına yönelik bir gereksinime özgülenerek üzerinde tesis yapılan taşınmaz malın malik, zilyed veya mirasçılarının bu taşınmazla ilgili her türlü dava hakkının, el koyma tarihinden başlayarak 20 yıl geçmekle düşeceği öngörülmüştür.
Madde metninden de açıkça anlaşıldığı üzere, bu hükümle taşınmaz mal sahibinin salt dava hakkı 20 yılla sınırlandırılmış, bu süre dolduktan sonra o taşınmazın mülkiyetinin kamulaştırmasız el atan idareye geçeceği yolunda bir düzenlemeye yer verilmemiştir. Buna göre idarenin kamulaştırmasız el koyduğu taşınmazın mülkiyet hakkı tapu maliki üzerinde kalacak, ancak malik el koyma tarihinden başlayarak 20 yıl geçtikten sonra idare aleyhine el atmanın önlenmesi veya mülkiyetin devri karşılığı taşınmazın bedelinin kendisine ödenmesi konusunda dava açamayacaktır.
2942 Sayılı Yasanın 38.maddesinin Anayasa Mahkemesince iptal edilmiş olması durumunda ise; kamulaştırmasız el konulan taşınmazla ilgili olarak daha önce dava açılmış, malik ve idare arasındaki uyuşmazlık mahkemece karara bağlanıp hüküm kesinleşmiş ise “iptal kararları geriye yürümez” kuralı ve “kazanılmış hak” ilkesi gereği iptal kararı bu sonucu etkilemeyecek; ancak taraflar arasında henüz çözümlenmemiş olan anlaşmazlıklar -10.3.1969 gün ve 1/3 Sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararının gerekçe bölümünde belirtildiği gibi- iptalin kapsamına gireceğinden, görülmekte olan veya bundan sonra açılacak davalarda iptal kararından sonraki yeni duruma göre karar verilecektir.
Bilindiği üzere, hukukun genel ilkelerinden biri de mülkiyet hakkının zamanaşımına uğramamasıdır. 2942 Sayılı Kamulaştırma Yasasının yürürlüğe girdiği 8.11.1983 tarihinden önce -38. maddede öngörüldüğü gibi- taşınmazına kamulaştırmasız el konulan kimsenin dava hakkını sınırlayan bir düzenleme yer almamaktadır. Tersine, Yargıtay inançları birleştirme kararlarında, taşınmaz malına kamulaştırmasız el atılan kişinin mülkiyet hakkına dayanarak ilgilisi hakkında her zaman dava açabileceği ilkesi kabul edilmiştir. Nitekim, 16.5.1956 gün 1956/1-6 sayılı ve 16.6.1956 gün 1954/1-1956/7 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararlarına göre, kamu tüzel kişiliği tarafından kamulaştırılmaksızın taşınmazına el konulan kimsenin ilgili kamu tüzel kişiliğine karşı el atmanın önlenmesi ya da dilerse mülkiyetin devri karşılığında taşınmazın bedelinin kendisine ödenmesi istemi ile zamanaşımı söz konusu olmaksızın- her zaman dava açma hakkı vardır. Değinilen Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararlarının temel dayanağı, kişinin Anayasa ile güvence altına alınmış bulunan mülkiyet hakkıdır. Yine Anayasa Mahkemesinin 2942 Sayılı Yasanın 38.maddesini iptal etme gerekçesi de taşınmaz malikinin dava hakkını sınırlamanın kişinin temel haklarından olan “mülkiyet hakkı” nın özünü zedelediği görüşüne dayanmaktadır.
Şöyle ki;
T: C. Anayasasının 35.maddesinde, herkesin mülkiyet ve miras haklarına sahip olduğu, bu hakların ancak kamu yararı amacıyla yasayla sınırlanabileceği hükme bağlanmış, temel haklar arasında yer alan mülkiyet hakkının özüne dokunulamayacağı, yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde (örneğin m.46) belirtilen nedenlere bağlı olarak ve ancak yasayla sınırlanabileceği 13.maddede açıkça belirtilmiştir.
Avrupa İnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerinin Korunmasına İlişkin Sözleşmeye Ek Protokolün 1.maddesi uyarınca, gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı olup; herhangi bir kimse, ancak kamu yararı nedeniyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir. Bu kurala göre Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, önüne gelen değişik davalarda kamulaştırmasız el koymayı mülkiyet hakkının ihlali olarak değerlendirmiştir (Bkz. Papamichalopoulos-Yunanistan, No.14556/89; Carbonara Venture-İtalya, No.24638/94; Belvedere Alberghiera S.R.L.-İtalya, No.31524/96; Iatrides-Yunanistan, No.31107/96;). Bu bağlamda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, İ.R.S ve diğerleri-Türkiye davasında da taşınmaza kamulaştırmasız el koymayı mülkiyet hakkının ihlali olarak değerlendirmiş ve yukarıda sözü edilen Ek 1 protokolün 1. maddesine aykırı bulmuş, karar T: C. Hükümetine 20 Temmuz 2004 tarihinde yazıyla bildirilmiştir. (Başvuru No.26338/95).
Anayasanın 46. maddesinde öngörülen kamulaştırma, kamu yararı amacıyla bir taşınmazın bedeli peşin ödenmek koşuluyla- malikinin rızasına bakılmaksızın elinden alınmasıdır. Buna karşın, idarenin kamulaştırma yapmadan bir taşınmaz üzerinde kamu hizmetine özgülenmek amacıyla tesis yapması kamulaştırmasız el koymadır. Anayasanın 46. maddesi ile koşullarını belirleyerek izin verdiği kamulaştırma yöntemini kullanmadan yapılan böyle bir el koyma sonucu, 2942 Sayılı Yasanın 38. maddesine göre 20 yıllık hak düşürücü sürenin geçmesiyle taşınmaz malikinin her türlü dava hakkının düşmesi ve taşınmaz mülkiyetinin hiçbir karşılık ödenmeden idareye geçmesi, mülkiyet hakkının sınırlandırılmasını aşan, hakkın özünü zedeleyen bir durumdur. Türk Medeni Kanununun ve Borçlar Yasasının, bir taşınmazın malikine, zilyedine veya mirasçılarına tanıdığı hakların, hak sahiplerince 20 yıl içinde kullanılmamış olması, o kimselerin taşınmazla aralarındaki bağlantıyı fiilen kestiğini göstermiş olsa bile, o taşınmazla aralarındaki hukuksal ilişkinin sona erdiği anlamına gelmez (Anayasa Mahkemesinin 10.4.2003 gün ve 2002/112 esas 2003/33 karar sayılı kararının gerekçesi).
Yukarıda değinildiği üzere, 2942 Sayılı Yasanın 38. maddesinde, salt taşınmazına kamulaştırmasız el atılan kimsenin dava hakkı el koyma tarihinden başlayarak 20 yıl süreyle sınırlanmış, bu süre geçtikten sonra dava hakkının düşeceği hükme bağlamış; malikin dava hakkını süresinde kullanmamış olması halinde taşınmazın mülkiyetinin doğrudan idareye geçeceği yolunda bir düzenlemeye yer verilmemiştir. Buna göre, malikin ya da mirasçılarının 38. maddede öngörülen süre içinde dava hakkını kullanmamış olması nedeniyle dava hakkının düşmesi, idareye taşınmazın mülkiyetini doğrudan kazanma hakkını vermez ve dolayısıyla idare lehine kazanılmış bir hakkın varlığından söz edilemez. Somut olayda; davacı idarenin kamulaştırmasız el koyduğu taşınmazın adına tescili istemiyle açtığı dava henüz sonuçlanmadan, davanın dayanağını oluşturan 38. madde iptal edildiğine göre, artık var olmayan bu maddeye dayanılarak hüküm kurulamaz.
Taşınmaz mülkiyetini kazanma yollarını (hallerini) düzenleyen 4721 Sayılı Türk Medeni Kanununun 705. (önceki 743 Sayılı Yasanın 633.) maddesi uyarınca taşınmaz mülkiyetinin kazanılması tescille olur; miras, mahkeme kararı, cebri icra, işgal, kamulaştırma halleri ile yasada öngörülen diğer hallerde mülkiyet tescilden önce de kazanılır. Somut olay açısından bu madde hükmü gözönünde tutulduğunda; davalı adına tapuda kayıtlı bulunan dava konusu taşınmazın mülkiyetinin davacı idare tarafından kazanılabilmesi için anılan yasa maddesinde sayılan hallerden birinin lehine gerçekleşmiş olması gerekir. Davacı idare taşınmaza kamulaştırmasız el koyup üzerine yapı yapmak suretiyle işgal etmiştir. Türk Medeni Kanununun 707. maddesi hükmüne göre tapu kütüğüne kayıtlı bir taşınmazın mülkiyeti, işgal yoluyla ancak mülkiyet kaydının malikinin istemiyle terkin edilmiş olması durumunda kazanılabilir. Davada tapu kayıt maliki davalının istemiyle dava konusu taşınmazın davacı idareye terkin edildiği ileri sürülmediği gibi, bu hususta herhangi bir bilgi ve belge de bulunmadığından, idarenin kamulaştırmasız el koyup işgal ettiği taşınmazın mülkiyetini bu yolla kazanmış olduğundan da söz edilemez.
Davacı idare 2942 sayılı Kamulaştırma Yasasının 38. maddesine dayanarak taşınmazın tapu kaydının iptali ile adına tescilini istemiş ise de anılan madde dava henüz sonuçlanmadan Anayasa Mahkemesince iptal edildiğinden, dava yasal dayanaktan yoksun kalmış; başka bir anlatımla mahkemece hüküm kurulup kesinleşmeden önce davanın dayanağını oluşturan yasa maddesi iptal edilip ortadan kaldırılmış olduğundan artık o maddeye dayanılarak karar verilemez; Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonraki yeni duruma göre hüküm kurulmalıdır. Çünkü, Anayasanın 153. maddesine göre “iptal kararları geriye yürümez” kuralı, -10.03.1969 gün ve 1/3 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme kararının gerekçe bölümünde belirtildiği gibi- ancak kesin şekilde çözüme bağlanmış uyuşmazlıkları etkilemez; henüz çözümlenmemiş olan anlaşmazlıklar iptalin kapsamına girer. Şu halde dava henüz sonuçlanmadan (taraflar arasındaki uyuşmazlık konusunda mahkemece olumlu ya da olumsuz bir karar verilip, bu hüküm yöntemince kesinleşmeden) 38. madde iptal edilmiş bulunduğuna göre malikin her türlü dava hakkını 20 yılla sınırlayan yasal engel ortadan kalkmış, davacı idarenin de Anayasanın sınırlarını belirleyerek izin verdiği kamulaştırma yöntemini kullanmadan el koyduğu taşınmazın -bedelini ödemeden- adına tescili istemiyle açtığı dava yasal dayanaktan yoksun kalmıştır.
Bu durumda davalı tapu kayıt malikinin 2942 Sayılı Yasanın 38.maddesinde öngörülen 20 yıllık sürenin dolup dava hakkının düşmesiyle dava konusu taşınmazın mülkiyetinin kesinleşmiş bir yargı kararı olmadan- davacı idareye kendiliğinden ve doğrudan geçmesine yasal olanak bulunmadığı, yargılama sırasında anılan yasa maddesinin iptal edilmesiyle de malikin dava hakkını sınırlayan yasal engel ortadan kalktığı cihetle, daha önce idare lehine oluşmuş bir kazanılmış hakkın varlığından söz edilemeyeceğinden; mahkemece, Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonraki yeni duruma göre hüküm kurulması gerekirken, var olmayan kazanılmış hakka ve dolayısıyla ortadan kalkmış bulunan yasa kuralına dayanılarak karar verilmesi doğru değildir.
Sonuç olarak; yukarıda açıklanan nedenlerle yerel mahkemenin direnme kararının bozulması gerektiği görüşüyle, çoğunluğun onama kararına karşıyım.
Mahir Ersin GERMEÇ
Hukuk Dairesi Başkanı
KARŞI OY YAZISI :
Davacı İstanbul Üniversitesi vekili tarafından davalı İstanbul Büyükşehir Belediyesi aleyhine 12.08.2002 tarihli dilekçe ile açılan dava kamulaştırmasız el atılan taşınmazın 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 38. maddesi uyarınca tapu kaydının iptali ile davacı idare adına tescili istemine ilişkindir.
Davaya yerel mahkemece de devam edilirken Anayasa Mahkemesinin 04.11.2003 tarihli Resmi Gazetede yayınlanan 10.04.2003 tarih ve 2002/112 Esas 2003/33 Sayılı kararı ile 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 38. maddesi iptal edilmiştir. Buna rağmen, mahkemece “Yasanın 38. maddesinde öngörülen 20 yıllık hak düşürücü süre, Anayasa Mahkemesinin bu hükmü iptal kararından önce dolmuş olması ve Anayasa Mahkemesi kararlarının geriye yürütülmesinin mümkün olmadığı” gerekçesi ile dava kabul edilmiş ve Özel Daire ise bozma kararında ” Yasanın 38. maddesinin Anayasa Mahkemesince iptal edildiğinden yasal dayanağı kalmayan davanın reddine karar verilmek üzere hükmün bozulmasına” hükmetmiştir.
Bilahare mahkemece verilen ilk kararda direnilmiş ve Hukuk Genel Kurulu oy çokluğu ile yerel mahkeme kararını doğru bularak onamıştır.
Ancak; aşağıda belirtilen nedenlerden dolayı oy çokluğu ile verilen bu karara katılmamız mümkün olmamıştır.
ANAYASA MAHKEMESİNİN İPTAL KARARININ GERİYE YÜRÜME MESELESİ
Dava, 12.08.2002 tarihinde açıldığına göre 10.04.2003 tarihinde verilen ve Resmi Gazetede 04.11.2003 tarihinde yayınlanarak yürürlüğe giren Anayasa Mahkemesinin iptal kararının geriye yürüyerek bu davada uygulanması gerekip gerekmediği tesbit edilmelidir. Meselenin en önemli bölümü budur.
Anayasanın 153/5. maddesine göre Anayasa Mahkemesinin iptal kararları geriye yürümez. Bu bir ilkedir. Diğer bir deyişle iptal kararından önce yapılmış tamamlanmış işlemler geçerliliğini koruyacaktır. Aksi halde iptal edilen maddeye dayanılarak yapılan ve tamamlanan işlemler geçersiz sayılırsa hukuk düzeninin istikrarı bozulacak ve kamuda hukuka güven duygusu tamamen ortadan kalkacaktır.
Ancak; geriye yürümezlik ilkesi mutlak kabul edilerek harfiyen uygulanmalı mıdır? Kanaatimizce katı bir uygulama bazı sakıncalı durumların ortaya çıkmasına neden olacaktır.
Konuya ilişkin Anayasanın 152. maddesinin ilk fıkrası şöyledir:
“Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasa aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır”
Maddenin üçüncü fıkrasında ise “… Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse mahkeme buna uymak zorundadır” hükmü yer almıştır.
Bu hükümler birlikte değerlendirildiğinde; Mahkemelerin, itiraz yolu ile yapılan başvuru üzerine Anayasa Mahkemesinin verdiği iptal kararına uymak zorunda oldukları sonucuna ulaşılmak kaçınılmazdır. Bu durum 152. maddenin amir hükmüdür. Bir kere iptal kararı geriye yürümeyecekse dava mahkemelerinin aykırılık itirazlarını Anayasa Mahkemesine iletmelerinin bir anlamı olmayacaktır. İtirazın bir anlam ifade edebilmesi için en azından durdurulan dava açısından iptal kararının geriye yürümesi gerekmektedir. (Türk Anayasa Yargısında İtiraz Yolu Sh: 72 Erzincan 1992 Prof. Dr. Hasan Tunç) Aksi taktirde Anayasa aykırılığı defi olarak ileri süren taraf da kendisi hakkında uygulanmayacak olan iptal kararı için boşu boşuna uğraşmış olacaktır.
Konuya değişik bir açıdan bakalım: Davanın taraflardan birisi; hakkında uygulanacak kanun maddesinin Anayasa aykırı olduğu kanaatinde ise bunu iptal ettirerek aleyhindeki olumsuz durumu ortadan kaldırmak için mahkemeye başvuracaktır. Bu başvuru kişi için Anayasal bir haktır. Hak kullanıldığında sahibine bir yarar sağlamayacaksa zaten ortada bir hak yok demektir. Bu durumda bu hususa ilişkin Anayasa hükmünün bir anlamı olmayacağı gibi bu hükmü koyan Anayasa Koyucunun da “abesle iştigal ettiği” gibi garip bir sonuca ulaşılacaktır. Tabiatıyla böyle bir durum asla söz konusu olamaz.
Öte yandan Anayasanın 153/son maddesinde “Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar” hükmü yer almaktadır. Bu hükme göre mahkeme görülmekte olan bir davada bir kanun maddesinin Anayasaya aykırı olduğunu görerek veya bu konudaki itirazı ciddi bularak Anayasa Mahkemesine gider, Anayasa Mahkemesi de bu maddeyi iptal ederse, mahkeme bu karara uymayarak eskiden olduğu gibi iptal edilen maddeye dayanarak karar veremez, Anayasa Mahkemesinin iptal kararına uymak zorundadır. Aksine verilen karar Anayasaya aykırı olur. Ne var ki; mahkemeler Anayasaya aykırı karar veremezler.
Uygulamada, itiraz yolu ile Anayasa Mahkemesine başvuran mahkeme; itirazı haklı görülerek yasanın ya da bir kuralın iptali halinde, iptal edilen yasa maddesi veya kuralı yok kabul ederek karar vermektedir.
O halde somut norm denetiminde Anayasaya aykırılık itirazında bulunan tarafın iptal kararının sonuçlarından yararlanması gerekir. (Türk Anayasa Hukuk 7. Baskı Sh: 411de Prof. Dr. Ergun Özbudun)
Hemen belirtelim ki; iptal kararından önce verilen kesin hüküm halini almış adli ve idari yargı kararları asla geçersiz hale gelmez, ortadan kalkmaz ve bu kararlar aleyhine yargılamanın iadesi yoluna gidilemez.
Bu aşamada çok önemli bir hususu daha açıklama zorunluluğu vardır.
İtiraz yoluyla başvuru üzerine iptal edilen (somut olayda Kamulaştırma Kanununun 38. maddesi) kuralın uygulanacağı başka benzer davalarda durum ne olacaktır? Örneğin bir mahkemenin elinde benzer nitelikte bir çok dava varsa ve bu davaların tümünde ayni kural uygulanma durumunda ise; Anayasa Mahkemesi Anayasaya aykırılık iddiası ile kendisine intikal eden bu dosyalardan birinde, bu kuralın iptaline karar verdiğinde, yerel mahkeme iptal edilen kuralı yok sayarak elindeki öteki davaları da ayni biçimde karara bağlayabilecek midir? Bu soruya “hayır” cevabı verilirse, benzer öteki dosyalar da Anayasa Mahkemesine gönderilmelidir, sonucuna varmak gerekir.
Ayni biçimde itiraz yoluyla yapılan başvuru üzerine iptal edilen hükmü, benzer işlerde uygulama durumunda bulunan başka mahkemeler de bu hükmü yok kabul ederek mi? karar verecekler yoksa her dosya için mutlaka Anayasa Mahkemesine mi başvuracaklardır sorusunu sormak gerekir.
Aslında bir kuralın iptali yönünde karar veren Anayasa Mahkemesi, ayni kuralın iptali istemini içeren öteki dosyalarda, durumu saptandıktan sonra, bu kuralın başka bir dava ile iptal edildiğini belirtmekle yetinir. (Anayasa Yargısı ve Türk Anayasa Mahkemesi Ankara 1996 Doç. Dr. Yılmaz Aliefendioğlu Sh: 303)
Anayasa Mahkemesinin 12.12.1989 tarih ve 1989/11-48 sayılı kararında gerekçe bölümünde konuya ilişkin şu görüşlere yer verilmiştir:
Anayasanın 152. maddesine göre, itiraz yoluna başvuran mahkemeler, Anayasa Mahkemesince verilecek kararlara uymak zorundadırlar. Bu durumda, itiraz eden mahkeme, elinde bulunan ve Anayasa Mahkemesinin iptal kararından önce açılmış olan bir davayı Anayasa Mahkemesi kararına göre çözecek ve dogrudan iptal kararının etkisini önceye uygulayacaktır. Ayni durum, itiraz yoluna basvurmayan mahkemeler yonünden de gecerlidir.
İptal davası veya itiraz uzerine bir kuralın iptalı sonucu, Mahkemeler bakmakta oldukları davaları bu karara göre çözmekle yükümlüdürler. Bu sonuç Anayasanın, “Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar.” Yolundaki 153. maddesinin altıncı fıkrasında yer alan kuralın sonucudur.
Öte yandan Anayasanın 153. maddesinin üçüncü fıkrasına göre, yasa, kanun hükmünde kararname veya Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü ya da bunların hükümleri, iptal kararlarının Resmi Gazetede yayımlandığı tarihte yürürlükten kalkar. Yukarıda gösterilen ve iptal kararlarının bağlayıcılığını ortaya koyan kuralla bu kuralın birlikte değerlendirilmesi durumunda, iptal kararlarının ileriye yönelik “derhal” etkisi tartışmasız biçimde ortaya çıkar
Böylece, Anayasa Mahkemesi kararıyla iptal edilen bir yasanın geleceğe yönelik tüm etkilerinin kaldırılması ve iptal kararına uyulması tüm devlet kuruluşlarınca kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Sonuç olarak, iptal kararlarının kimi durumda geçmişi, fakat her durumda geleceği etkilemesi asıldır.
Bu durumda, Anayasanın 153. maddesinde yer alan “İptal kararları geriye yürümez.” kuralının anlamı ne olmak gerekir? Bu sorunun yanıtı da sistemin içerisinden çıkmaktadır.
Anayasada iptal kararları idarî davalarda olduğu gibi düşünülmemiş ve iptal edilen kuralın baştan beri geçersiz duruma geldiği esası benimsenmemiştir. Türk Anayasal sisteminde, “Devlete güven” ilkesini sarsmamak ve ayrıca devlet yaşamında bir kargaşaya neden olmamak için iptal kararlarının geriye yürümezliği kuralı kabul edilmiştir. Böylece hukuksal ve nesnel alanda etkilerini göstermiş, sonuçlarını doğurmuş bulunan durumların, iptal kararlarının yürürlüğe gireceği güne kadarki dönem için geçerli sayılması sağlanmıştır.
Bir kural işlemle kurulan statünün Anayasa Mahkemesinin iptal kararıyla ya da bir başka kural işlemle kaldırılması durumunda, bu statüye bağlı öznel (subjektif) işlemlerin de geçersiz duruma düşmesi doğaldır. Dolayısıyla bu öznel işlemlerle, ortadan kalkan statüye dayanarak ileriye dönük haklar elde edilemez. Anayasanın bağlayıcılığı, Anayasa Mahkemesi kararlarına tüm devlet organlarının uyma zorunluluğu ve Anayasanın üstünlüğü ilkesi, Anayasaya aykırı bir kuralın aykırılığının saptanmasından sonra uygulama alanı bulmasını kesinlikle önler.
Anayasa Mahkemesi iptal kararlarının zaman içerisindeki etkisi böylece ortaya çıkmakta ve “İptal kararları geriye yürümez.” kuralı belirtilen anlamı taşıyarak geçerli olmaktadır.
Bütün bu görüşler birlikte değerlendirildiğinde şu sonuçlara varmak kaçınılmaz olmaktadır.
a)Anayasanın 152. maddesine göre itiraz yoluna başvuran mahkemeler, Anayasa Mahkemesi kararlarına uymak zorundadırlar.
b)İtiraz eden mahkeme, elinde bulunan ve Anayasa Mahkemesinin iptal kararından önce açılan bir davayı Anayasa Mahkemesi kararına göre çözecektir. Bu halde iptal kararı eldeki dava bakımından geriye yürümüş olacaktır.
c)İtiraz yoluyla yapılan başvuru üzerine iptal edilen hükmü, benzer işlerde uygulama durumunda bulunan başka mahkemeler de Anayasa Mahkemesinin iptal kararına uymak zorundadırlar ve iptal edilen yasa maddesine dayanarak karar veremezler.
d)Hukuksal ve nesnel alanda etkilerini göstermiş sonuçları doğurmuş, kesin hüküm halini almış, adli ve idari yargı kararları ile netleşmiş, yargılama konusu oluşturmayan ve oluşturmayacak olan durumlarda Anayasa Mahkemesinin iptal kararları geriye yürümez.
e)İptal kararlarının Anayasanın 153/5. maddesi uyarınca geriye yürümeyeceği hallerde kesinleşmiş Yargı kararları Yargılamanın iadesine konu teşkil etmezler ve bu yolla ortadan kaldırılamazlar.
Somut olayda; Şereflikoçhisar, Ürgüp, Siirt, İskenderun Asliye Hukuk Mahkemeleri, davacıların gayrimenkullerine yapılan tecavüzün önlenmesi için açtıkları davalarda, 2942 sayılı Yasanın 38. maddesinin Anayasaya aykırılığı savının ciddi olduğu kanısına vararak iptali için Anayasa mahkemesine başvurmuşlar ve yapılan yargı denetimi sonunda itiraz konusu kural Anayasaya aykırı bulunarak mahkemenin 10.04.2003 tarih ve 2002/112 Esas 2003/33 sayılı kararı ile iptal edilmiştir.
Anayasa Mahkemesinin bu iptal kararının öncelikle itiraz yoluna başvuran yukarıda adları yazılı yerel mahkemeler uymak zorundadır.
Hukuk Genel Kurulunun önüne gelen dava 12.08.2002 tarihinde açıldığına göre iptal kararının Resmi Gazetede yayınlandığı 04.11.2003 tarihinde elde demektir. Bu davada, davacı idare iptal edilen 38. madde hükmüne dayanarak 20 yıllık hak düşürücü süre geçtiğinden bahisle taşınmazın kendi adına tapuya tescilini talep ettiğinden itirazda bulunan mahkemelerdeki davalar ile görülmekte olan dava benzer nitelikli davalardır. Bu itibarla yerel mahkemenin itiraz yolu ile Anayasa Mahkemesine gitmesine gerek olmadan, görülmekte olduğu bu davada Anayasa Mahkemesinin, Yasanın 38. maddesini iptaline dair kararına uyarak hüküm vermek zorundadır.
Buna rağmen yerel mahkemece, iptal kararına uyulmayarak yazılı gerekçe ile dava kabul edilmiş, davalı Belediye üzerindeki tapu kaydı iptal edilerek taşınmazın kamulaştırmasız el koyan idare adına tesciline karar verilmiştir.
Bu durumda aynı nitelikteki ayrı ayrı mahkemelerde görülen benzer davalarda birbirine ters kararlar çıkmıştır. Bu uygulamanın devam etmesi halinde Anayasa Mahkemesine Anayasaya aykırılık iddiası ile başvuran veya başvuracak mahkemeler 38. maddenin iptal edilmesi nedeniyle bu iptal kararına uyarak Yasanın 38. maddesi yokmuş gibi kararlar verilirken, Anayasa Mahkemesine başvurmayan, Anayasa Mahkemesinin iptal kararının geriye yürümeyeceğini mutlak olarak kabul eden mahkemelerce, iptal kararından önce 38. maddedeki 20 yıllık hak düşürücü süre dolduğu gerekçesi ile tersine kararlar verilecek, bu suretle ülke çapında hukuk düzeninde istikrar bozulacak ve kamunun hukuka olan güveni sarsılacaktır.
Bu halin getireceği diğer bir sakınca da, Anayasa Mahkemesine başvuran mahkemelerin Anayasa Mahkemesince verilecek iptal kararına uymak zorunda olmaları nedeniyle bu yönde karar almak amacıyla Anayasa Mahkemesine başvuracaklar, bu durumda zaten yoğun iş kapasitesine sahip mahkemenin işleri gereksiz yere artacak ve zaman kaybı nedeniyle adaletin gerçekleşmesi gecikecektir.
İPTAL EDİLEN 38. MADDE YÖNÜNDEN İNCELEME
Anayasanın 35. maddesinde “Herkes mülkiyet ve miras hakkına sahiptir. Bu haklar ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplumun yararına aykırı olamaz” denilmektedir. Bu madde Anayasanın ikinci kısım Temel Haklar ve Ödevler ikinci bölümünde Kişinin Hakları ve Ödevleri başlığı altında yer almıştır. O halde Mülkiyet hakkı temel haklardandır.
Anayasanın 13. maddesinin “Temel Hak ve Hürriyetler özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplerle bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülük ilkesine aykırı olamaz.” hükmü karşısında mülkiyet hakkının özüne dokunulmaksızın ancak kanunla sınırlandırılması mümkündür. Ne var ki; bu konuda yasa koyucuya mutlak bir yetki verilmiş değildir. Aksinin kabulü mülkiyet hakkının Anayasa garantisi altına alınmış olması ilkesine aykırıdır.
Anayasanın 46. maddesinde düzenlenen kamulaştırma mülkiyet hakkına kamu yararı nedeni ile getirilen bir sınırlamadır. İdare kendisine Anayasa tarafından tanınan olanak ve yetkileri Yasaya uygun bir biçimde kullanmaksızın taşınmaza el atarak kamulaştırma ilkelerine aykırı davranamaz. Zaten kamulaştırma Anayasal bir düzenleme olmasına rağmen kamulaştırmasız el atmanın anayasal dayanağı yoktur.
20 yıllık hak düşürücü sürenin geçmesiyle taşınmaz malikinin her türlü dava hakkının engellenmesi ve taşınmazın hiçbir karşılık ödenmeden idareye geçmesi temel haklardan olan mülkiyet hakkının sınırlandırılması aşan, hakkın özünü zedeleyen bir durumdur.
Anayasa Mahkemesinin gerekçesinde de geniş bir şekilde belirtilen bu görüşlere katılmamak mümkün değildir
Bu aşamada 38. maddenin düzenlenmesine de eğilmek gerekmektedir. 16.05.1956 gün 1/7 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme kararı ile taşınmazına kamulaştırmasız el atılan kişinin açacağı bedel davası için zaman aşımının söz konusu olmayacağı kabul edilirken, yine aynı tarih 1/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme kararında da mülkiyet hakkı sahibinin her zaman kamulaştırmasız el atan idare aleyhine meni müdahale davası açabileceği gibi fiili duruma razı olduğu taktirde mülkiyet hakkını idareye devrederek dava tarihindeki değerini talep edebileceği kararlaştırılmıştır.
Buna karşın 2942 sayılı Kanunun 38. maddesi ile kamulaştırmasız el atılması halinde taşınmaz malın maliki, zilyedi veya mirasçılarının bu taşınmaz mal ile ilgili her türlü dava haklarının 20 yıl geçmekle düşeceği ve bu sürenin mala el koyma tarihinden başlayacağı hüküm altına alınmıştır. Madde tasarısının gerekçesinde; idarelerin zamanında kamulaştırma işlemlerini tekemmül ettirmesinden yararlanmak isteyenlerin bulunduğu, bunların günün şartlarına göre talepte bulundukları, Medeni Kanunun 638., 639. ve 897. maddeleri dikkate alınarak mülk edinmedeki kazandırıcı zaman aşımı süresinin mülkiyetin kaybedilmesinde idarelerin menfaati dikkate alınarak değerlendirilmesi gerektiği, idarelerin yüksek ve mükerrer bedel ödemelerine mani olmak ve uygulamadaki aksaklıkları gidermek amacıyla bu maddenin düzenlendiği belirtilmiştir.
Tabiatıyla tasarıdaki bu gerekçelere iştirak etmek mümkün değildir. Şöyle ki;
İdare kendi üzerine düşen görevi tam olarak yerine getirmediği halde bunun neticesine mal sahibinin katlanması istenilmektedir.
Medeni Kanunun mülk edinmedeki zaman aşımı sürelerinin mülkiyetin kaybedilmesinde de dikkate alınmasına gelince; bu düşünceyi hukukun genel prensipleriyle bağdaştırmak mümkün değildir. Zira; mülkiyet hakkı zaman ötesi niteliğe sahiptir ve asla zaman aşımına uğramaz. Kaldı ki tapuda kayıtlı maliki belli bir taşınmazın zilyetlikle kazanılması da mümkün değildir. Bu nedenlerle Anayasa Mahkemesinin gerekçesinde de belirtildiği gibi Medeni Kanun ve Borçlar Kanunu tarafından bir taşınmazın malik, zilyed veya mirasçılarına tanınmış olan hakların, hak sahiplerince 20 yıl boyunca kullanılmaması, o kimselerin taşınmazla aralarındaki ilişkiyi fiilen kestiğini göstermiş olsa bile, o taşınmazla aralarındaki hukuksal ilişkinin sona erdiği anlamına gelmez. Devlet faaliyetlerinin hukuk kurallarına uygun olması, kazanılmış haklara saygı duyulmasını gerektirir. Kazanılmış haklara saygı ilkesi hukukun genel ilkeleri ve hukuk devleti kavramı içerisinde yer alır.
Öte yandan Avrupa İnsan Haklarının Temel Özgürlüklerinin Korunmasına İlişkin Sözleşmeye Ek Protokolün 1. maddesinde;
“Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığının saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Her hangi bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve Yasada öngörülen koşullara ve uluslar arası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkten yoksun bırakılabilir.
Yukarıdaki hükümler, devletlerin mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez.” denilmektedir. İşte bu kural uyarınca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önüne değişik ülkelerden gelen davalarda kamulaştırmasız el koymayı mülkiyet hakkına aykırı bulmuştur.
İdarelerin yüksek ve mükerrer bedel ödemelerine engel olma düşüncesine gelince; bu görüş de hukuki değildir. Zira; Devlet yüksek bedel ödememek için önlem almaya çalışırken bu kez hiçbir bedel ödemeden mal sahibinin elinden mülkiyet hakkını almaktadır. Halbuki burada yapılması gereken yüksek veya mükerrer bedel ödenmesine engel olacak yasal düzenlemeleri yapmaktır.
Bütün bunlardan sonra 38.maddeyi şu şekilde değerlendirmek gerekmektedir. Maddede belirtilen 20 yıllık hak düşürücü süre mal sahibinin mülkiyet hakkının sona erdirmemekte sadece el koyan idare aleyhine her türlü davanın açılmasına engel olmaktadır. Diğer bir deyişle el koymadan itibaren 20 yıllık süre dolmakla mal sahibi mülkiyet hakkını kendiliğinden kaybetmez. Zaten tatbikatta da idare taşınmazın mülkiyetini dava açmak suretiyle elde etmektedir. Açılan davalarda el koymadan itibaren 20 yıllık sürenin dolup dolmadığı araştırılırken idarenin de bedel ödeme konusunda sui niyetle hareket etmediğinin anlaşılması gerekir.
O halde burada verilen mahkeme kararı izhari değil inşai nitelikte bir karardır.
İşte bu nedenledir ki; Dairemiz kararlarında kamulaştırma el koyma tarihinden itibaren 20 yıldan fazla süre geçse bile idarenin malik olduğunu kabul etmeyerek mal sahibinin taşınmaza mahkeme kararı ile hükmen sahip olduğu tarihi hak düşürücü süre için başlangıç tarihi kabul etmektedir.
Ayrıca taşınmaza kamulaştırmasız el koyan idare, 20 yıl geçtikten sonra taşınmazı terk ederek gitse kamu yararının ortadan kalkması, fiilen el atmanın sona ermesi ve tapu kaydı da halen mal sahibinin üzerinde olması nedeni ile taşınmazın kullanımı tüm haklarıyla birlikte tekrar mal sahibine geri dönecektir. Halbuki; 20 yıl geçmesi nedeni ile mülkiyetin kendiliğinden idareye geçtiği kabul edilirse, bedeli ödenmediği gibi kamu yararının ortadan kalktığı ve halen tapu kaydı da mal sahibi üzerine olduğu halde, taşınmaz idarenin kamu menfaatinde kullanmayacağı özel mülkü haline gelecektir ki, bunun hukuken kabul edilmesinin mümkün olmadığı çok açıktır. Hele bir de, tapu kaydına güvenen 3. kişinin hali hazırda kamulaştırmasız el koymadan vazgeçilen ve kamunun bir ihtiyacına tahsis edilmeyen taşınmazı satın alması halinde, bu taşınmaz 20 yıl kamulaştırma yapılmadan idare elinde kaldı diye mülkiyet hakkına itiraz edilmesi kesinlikle hukuken savunulamaz.
Bu arada kişileri fevkalade endişeye düşüren bir soru da akla gelmektedir. Acaba kamulaştırmasız el atılan ve tapu kaydı idareye geçmeyen taşınmazların tümü için bu gün dava açılarak bedel istenebilir mi? Bu soruya “evet” diye cevap verilirse, bu uygulamadan Devlet bütçesi büyük ölçüde olumsuz bir şekilde etkilenmeyecek midir? Bu aşamada 221 sayılı Kanuna değinmek gerekmektedir.
Bu Kanunun 1. ve 2. maddeleri aynen şu şekildedir:
Madde 1-6830 sayılı İstimlak Kanununun yürürlüğe girdiği tarihe kadar, kamulaştırma işlerine dayanmaksızın Kamulaştırma Kanunlarının gözönünde tuttuğu maksatlara fiilen tahsis edilmiş garimenkulleri ilgili amme hükmü şahsı veya müessesesi adına tahsis tarihinde kamulaştırılmış sayılır.
Madde 2-Gayrimenkulde amme hizmetinin mahiyet ve gayesine uygun şekilde tahsisler veya inşaat vücuda getirilmiş olması bu Kanunun uygulanması bakımından fiilen tahsistir.
6830 sayılı İstimlak Kanunun 9 Ekim 1956 tarihinde yürürlüğe girdiğinden bu tarihten önce 221 sayılı Kanununun 1. ve 2. maddesine göre kamu hizmetine tahsis edilen taşınmazlar kamulaştırılmış sayılır ve aynı Kanunun 7. maddesine göre idare adına tapu kaydı oluşturulur. Taşınmaz sahipleri 3. maddeye göre ancak fiili tahsis tarihindeki rayiç üzerinden gayrimenkulün bedelini isteyebilirler ve bedeli dava hakkı da 221 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 12.01.1961 tarihinden itibaren 2 sene sonra düşer.
221 sayılı Kanunda fiilen kamu hizmetine tahsis olayı, kamulaştırma olarak kabul edilmiştir. Ve mülkiyet fiilen tahsis tarihinde idareye geçmektedir. Bu nedenle 9 Ekim 1956 tarihinden önce kamu hizmetine tahsis edilen taşınmazlar bakımından 2942 sayılı Kanunun 38. maddesi iptal edildi denilerek idare aleyhine dava açılamaz.
Bu noktada 2942 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihte 221 sayılı Kanun ortadan kalktığı düşünülebilirse de, bu konuda Kanunda açık bir hüküm yoktur. Aksine 2942 sayılı Kanunun geçici 4.maddesinde 221 sayılı Kanunla ilgili yeni bir düzenleme yapıldığından, 221 sayılı Kanunun ortadan kaldırılmadığını kabul etmek gerekir.
Öte yandan Kadastrosu kesinleşmiş ve mülkiyeti kamuya intikal etmiş taşınmazlar bakımından 3402 sayılı Kadastro Kanunun 12/3.maddesindeki 10 yıllık süre içinde dava açılmamış ise mülkiyet idare adına olduğundan Kamulaştırma Kanununun 38. maddesinin iptalinin bir önemi yoktur.
NETİCE İTİBARİYLE, Yukarıda geniş bir şekilde açıklamaya çalıştığımız nedenlerden dolayı, Özel Dairenin bozma kararı yerinde olmakla, yerel mahkeme kararının bozulması gerekirken onanması yönündeki çoğunluk görüşüne katılamıyorum.
Naci BAŞSORGUN
5.Hukuk Dairesi Üyesi
KARŞI OY YAZISI :
Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmazın, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 38.maddesi uyarınca tapu kaydının iptali ile davacı idare adına tapuya tesciline ilişkin olup, mahkeme davanın kabulüne karar vermiş, Yüksek 5.Hukuk Dairesi 38.maddenin Anayasa Mahkemesinin 4.11.2003 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 2002/112 Esas – 2003/33 Karar sayılı ve 10.4.2003 tarihli kararı ile iptal edilmesi nedeniyle dayanağı kalmayan davanın reddine karar verilmek üzere hükmü bozmuştur.
Uyuşmazlık, iptal edilen 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 38.maddesinin görülmekte olan davayı etkileyip etkilemeyeceği, iptal kararından sonraki yeni duruma göre karar verilmesi gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.
Uyuşmazlık konusunun esasına girmeden önce bazı temel hukuk kavramlarının açıklanmasında yarar görülmektedir. Bu cümleden olarak;
Mülkiyet hakkı Anayasanın 35, Türk Medeni Kanunun 683 ve devamı maddelerinde düzenlenmiştir. Türk Medeni Kanunun 683.maddesinde bir şeye malik olan kimse hukuk düzeni sınırları içerisinde o şey üzerinde dilediği gibi kullanma, yararlanma ve tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir hükmünü içermektedir.
Anayasanın 35.maddesinde ise, mülkiyet hakkı güvence altına alınmış olup, bu hakkın ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanabileceği belirtilmiştir. Anayasa Mahkemesi 21.1.1991 tarihli kararında, yasa ile yapılan kısıtlamanın topluma sağlayacağı yarar, kişilerin uğrayacağı zarara ağır bastığı takdirde KAMU YARARININ varlığı kabul edilmektedir. Kamu yararı kavramı, toplumun gelişimine, zamana, ekonomik ve sosyal gelişmeye göre yorumlanır ve değerlendirilir. Hak nedir? Hak, kişinin insan olarak, toplum üyesi olarak sahip olduğu ve kanunların veya antlaşmaların kendisine tanıdığı değişik şekillerde belirtilen bir takım yetkilerin ifadesidir.
Bu genel açıklamadan, Anayasaya göre mülkiyet hakkının temel bir hak olduğu, bu hakkın kısıtlanmasının ancak Anayasanın 46.maddesinde düzenlenen hükümler çerçevesinde olabileceği anlaşılmaktadır.
Somut olayda, 1964 ada 2 numaralı parselin İstanbul Üniversitesi Rektörlüğünce 1968 ve 1980 yıllarında kamulaştırma yapılmaksızın elatıldığından ve 20 yıldan fazla kamu hizmetine tahsis edildiğinden bahisle 2942 Sayılı Kanunun 38.maddesine dayanılarak tapu iptali ve tescili istenmektedir. Anayasa Mahkemesince 38.madde iptal edilmiştir. Anayasa Mahkemesi iptal gerekçesinde mülkiyet hakkı üzerinde zaman aşımı işlemeyeceğini, Medeni Kanunun ve Borçlar Kanununun taşınmazın malik, zilyet veya mirasçılarına tanınmış olan hakların, hak sahiplerince 20 yıl süreyle kullanılmaması, o kimselerle taşınmaz arasında hukuki ilişkinin sona erdiği anlamını taşımadığını devlet faaliyetlerinin hukuk kurallarına uygun olması kazanılmış haklara saygı gerektirdiğini belirtmiştir. Anayasa Mahkemesi kararında “kazanılmış hakkın” taşınmaz maliki yönünden olduğu belirtilmektedir. Öyleyse “kazanılmış hak, usuli müktesep hak ve Anayasa Mahkemesi iptal kararlarından” kısaca bahsettikten sonra somut olayı irdelemekte hukuken yarar görülmektedir.
KAZANILMIŞ HAK (müktesep hak): herhangi bir meselede kesinleşmiş bir hükme dayalı hak kazanılmış haktır. (yeni hukuk lugatı ve hukuk terimler sözlüğü 1964-Site Kitabevi İst.)
USULİ MÜKTESEP HAK: 2 Hakka ve usule uygun karar verilmesini sağlamak amacıyla muhakeme usulünün hakka varma, hakkı bulma ve istikrar gayesine erişmek için kabul ettiği ve usul hükümlerinin dayandırıldığı ana esaslardır.
İki şekilde meydana gelir:
1-Mahkemenin bozma kararına uymasıyla,
2-Bazı konuların bozmanın dışında kalıp kesinleşmesiyle,
Usuli müktesep hakkın istisnaları:
1-Mahkemelerin bozmaya uymasından (usuli müktesep hakkın doğmasından) sonra bir içtihadı birleştirme kararı çıkarsa, bu yeni içtihadı birleştirme kararı mahkemelerdeki ve Yargıtaydaki bütün işlere uygulanması gerekir.
2-Bozmadan sonra o konuda yürürlüğe giren bir yeni kanun karşısında, Yargıtayın bozma ilamınca uyulmuş olmak bir anlam taşımaz. Yeni Kanun hükümleri uygulanmalıdır.
3-Görev,
4-Hak düşürücü süre,
5-Temyiz yetkisi,
6-Kesin hüküm gibi haller usuli müktesep hakkın istisnaları olarak sayılabilir. (Prof.Dr.Baki Kuru-Huk-Muh.Usulü-sayfa 3426 ilâ 3435 Dördüncü baskı cilt-IV 1984-Ankara)
ANAYASA MAHKEMESİNİN İPTAL KARARLARI: insai nitelikli bir karar olup, geriye yürümez. Geriye yürümezliğin anlamı şudur: Kanun veya kanunun ilgili maddesinin iptal edilmesinden önce bu kanun veya maddeye dayanılarak yapılmış ve kesinleşmiş işlemlerin geçerli olduğu ve iptal hükmünün bunları etkilemeyeceği hususudur. Geriye yürümezlik, kesinleşmiş iş ve işlemlere yöneliktir. Bu işlemler, ya idari bir tasarrufla yapılmış olabilir. Örneğin İmar Kanuna dayanılarak yapılan şuyulandırma işlemi veya kesinleşmiş bir mahkeme ilamına dayanılması gibi. Buna karşılık iptal kararları görülmekte olan bütün davaları (kesinleşmemiş olanları) etkiler ve uygulanır.
Somut olayda, kazanılmış hak, 20 yılı aşkın kullanan Üniversite Rektörlüğü yönünden mi? oluşmuş, yoksa taşınmazın tapu maliki yönünden mi? oluşmuş, bu hususa bakmak gerekir. Burada tapu malikinin hakkı tapuya dayanmakta, davacı üniversitenin dava hakkının dayanağı ise 2942 Sayılı Kanunun 38.maddesidir. Bu maddede yukarıda açıklanan gerekçelerle iptal edildiğine göre dava hakkının hukuksal dayanağı kalmamıştır. Öyleyse davacı yönünden müktesep haktan bahsedilemez.
Diğer yandan, Anayasa Mahkemesinin iptal kararlarının geriye yürümeyeceği ileri sürülmektedir. Doğrudur geriye yürümez, geriye yürümemesinin gerekçesi hukuk düzeninin korunması ve iptalden önce yapılan işlem ve işlerin varlığını korumasına yöneliktir. Yoksa yeni bir işlemin yapılması için değildir. Bu açıklamalardan sonra somut olaya baktığımızda;
Dava 12.8.2002 tarihinde açılmıştır. Anayasa Mahkemesi, 2942 Sayılı Kanunun 38.maddesini 10.4.2003 tarihinde iptal etmiş ve bu karar 4.11.2003 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Dairece 24.5.2004 tarihinde bozma kararı verilmiştir. Bu durumda iptal kararı yürürlüğe girdiğinde bu dava derdesttir. Anayasanın 152.maddesinde Anayasaya aykırılık iddiasında bulunan mahkemenin 5 ay beklemesini öngörmekte, bu süre içinde karar verilmez ise yürürlükteki kanun hükümlerine göre davanın sonuçlandırması, ancak karar kesinleşinceye kadar gelirse, mahkemenin buna uymak zorunda olduğu belirtilmektedir. Anayasa mahkemesinin bu iptal hükmü genelleştirilir ve Anayasanın 11.maddesi hükmünü de dikkate alırsak mahkemenin, Dairenin bozma kararına uyup, Anayasa Mahkemesinin iptal kararı doğrultusunda karar vermesi gerekir. Bu nedenle, kararın onanması yönündeki çoğunluğun düşüncesine katılamıyorum. Kararın bozulması düşüncesindeyim.
Ali EM – 18. Hukuk Dairesi Üyesi
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2016/1121 K:2016/837 T: 22.06.2016
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/3114, K: 2021/1190, T: 07.10.2021
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/2675 K: 2021/535 T: 29.04.2021
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/5-555 K: 2005/17 T: 2.2.2005
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/5-555 K: 2005/17 T: 2.2.2005
Uygulamaya tabi tutularak davacılara pay tahsis edilen dava konusu imar parseli, imar planında lise alanı olarak ayrıldığından; davacıların taşınmazdan bağımsız yararlanma ve başka türlü kullanma olanağı kalmadığına göre; mahkemenin, kamulaştırmasız elatma koşullarının gerçekleştiği yönündeki direnme kararı yerindedir.
Taraflar arasındaki “kamulaştırmasız el atma iddiasına dayalı tazminat ” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; A. 24. Asliye Hukuk Mahkemesi’nce davanın kabulüne dair verilen 9.6.2003 gün ve 961-362 sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 5.Hukuk Dairesi’nin 15.12.2003 gün ve 10879-14352 sayılı ilamıyla; (…Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir.
Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı idare vekilince temyiz edilmiştir.
Davalı idare, davacıların da paydaş olduğu taşınmaza fiilen el atmadığı gibi, üzerinde tesis de yapmadığından, kamulaştırmasız el attığından bahisle bedelin tahsiline karar verilmesi, Doğru görülmemiştir…)gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, kamulaştırmasız elatma iddiasına dayalı bedel istemine ilişkindir. Mahkemenin; “Kamulaştırmasız elatma koşullarının kayden ve hukuken gerçekleştiği” gerekçesiyle, “davanın kabulüne” dair verdiği karar, Özel Daire’ce yukarıda yazılı nedenle bozulmuş, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, mahkeme kararında açıklanan gerektirici nedenlere ve özellikle 3194 sayılı İmar Kanunun 18. maddesine göre uygulamaya tabi tutularak davacılara pay tahsis edilen dava konusu imar parseli, imar planında lise alanı olarak ayrıldığından; davacıların taşınmazdan bağımsız yararlanma ve başka türlü kullanma olanağı kalmadığına göre; mahkemenin, kamulaştırmasız elatma koşullarının gerçekleştiği yönündeki direnme kararı yerindedir.
Ne var ki bozma nedenine göre işin esası Özel Daire’ce incelenmediğinden, davalı idare vekilinin diğer temyiz itirazlarının incelenmesi için dosya Özel Daire’ye gönderilmelidir.
Sonuç: Yukarıda açıklanan nedenlerle yerel mahkemenin direnmesi yerinde görüldüğünden, davalı vekilinin esasa ilişkin temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 5. Hukuk Dairesine Gönderilmesine, 2.2.2005 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.
Muhalefet Şerhi: “Kamulaştırma ve Kamulaştırmasız El Atma Davaları isimli kitabın (yazarı Zeki Akar), Kamulaştırmasız el atma bölümünün 939 ve 941. sahifelerinde; Kamulaştırmasız el atma;
A- Genel olarak başlığı altında; Kamulaştırmasız el atmadan söz edilebilmesi için; Kamulaştırma yetkisine haiz olan idarelerin, kamulaştırma yapmaksızın, başka şahısların taşınmaz mallarına el koymaları ve kamu yararına tahsis etmeleri veya üzerine tesis yapmaları gereğine değinilmiştir.
Somut olayda; Taşınmaz Hazine adına kayıtlıdır. Birleştirilen parsel ise; şahsa aittir. Birleştiren Belediyedir. Hazine, birleştirme işlemini yapmamıştır. Birleştirmeyi 3. şahıs durumunda olan Belediye yapmıştır. (Bu davanın Belediye aleyhine açılması gerektiği dahi düşünülebilir.)
Buradaki el atmadan maksat fiili el koymadır.
Aynı kitabın 941. sahifesinde; Y.5 HD. 28.5.1998 T: 1998/5605 E., 8089 S.K.da; “İdarelerin taşınmaza fiilen el atmaları, el atmanın devamlı olması ve sahiplerinin tasarruflarını engellemeleri gerekir.” demek suretiyle, fiili el atmanın açıklamasını yapmış, bunun devamlılık arz etmesi gerektiğini vurgulamıştır.
Yine Y.5 HD. 1.6.1992 T: 1992/9732 E, 14567 sayılı kararında; “Taşınmaza fiilen el konulmadığından, bedelinin talep edilemeyeceği” açıklamıştır.
Bu kararı teyit eden aynı mahiyette binlerce karar vardır. Örnek olarak (Y.5 HD.’nin 28.5.1998 T: 1998/5605 E, 8089 K: “29.4.1999 T: 1999/3246 E, 6995 K: “28.10.1999 T: 1999/14888 E, 16721 ) kararları gösterilebilir. YHGK.nun 12.5.1999 T: 1999/5-281 E, 284 SK.da;
“Kamulaştırmasız el atmadan söz edilebilmesi için İdarenin taşınmaza fiilen el atması, mal sahibinin tasarrufunun engellemesi gerektiğinden, arazi olarak kullanılması (olayımızda arsa ) engellenmediğinden, taşınmazın tapu kaydına güvenlik bölgesi içinde kaldığının şerh edilmesi, fiili el atma niteliğinde değildir. ” Denilmiştir.
Bu kararı YHGK.nun 12.5.1999 T: 1999/5-280 E, 283 SK.da teyit etmiştir.
Somut olayda fiili el atma var mı? Yok mu? Bunu irdeleyelim; Davacıların dava dilekçelerinde, “…Söz konusu parsel imar planında lise yeri olarak ayrılmıştır. Tarafımızdan yapılan inceleme de parsel üzerinde halen Fatih Sultan Mehmet Lisesi ve bahçesinin olduğu görülmüştür. Böylece davalı İdare parseli kamunun kullanımına sunularak kamulaştırmasız el atma eylemini gerçekleştirmiştir, demektedirler.
Halbuki; Hazine’nin taşınmazında daha önceden yapılmış ve birleştirilen davacılar parselinden duvar ile ayrılmış, kendi parseli üzerinde okul ve bahçesi vardır. O yüzdendir ki, davacılar vekili davalı İdarenin fiilen taşınmazlarına el attığını yazmıyor, yazamıyor. Yeni bir el atma türünü ya tutarsa diye ortaya atıyor. Zaten Hazine’ye ait 4201 ada 15 numaralı parsel imar tadilatından önce “Lise binası ve bahçesi” olarak tapuda kayıtlıdır.
Daha önce aynı konuda açılan davanın davacısı da “Dahil edilen kısım bahçe duvarının dışında kalmaktadır. Arsa okul tarafından fiilen kullanılmamaktadır. ” Demiştir.
Bilirkişisi Kurulu Raporunda da; kesin olarak; davacıların dahil edilen parseline, davalı İdarenin fiilen bir müdahalesinin olmadığının tespit edildiği vurgulanmıştır.
Yani Hazine’nin, davacıların parseline fiili bir müdahalesinin olmadığı, davacılar, vekilleri, önceki davanın davacıları ve bilirkişi kurulu raporu ile açık ve net olarak bildirilmiştir.
Kamulaştırmasız el atmadan bahsedebilmek için gerekli olan fiili el atma söz konusu değildir. Fiili el atma olmadığından bunun devamlılık arz etmesinden de bahsedilemez.
Raporun sonuç bölümünde ise, bu açıklamaya aykırı olarak bilirkişiler hakim yerine kaim olarak, istenmediği halde, hukuki durumu irdeleyerek “… Dava konusu taşınmazın rapor eki, mahal krokisi ve resimlerde de görüldüğü gibi okul binası, okul bahçesi gibi tesisler yapılarak, taşınmazda davacı maliklerin kullanma imkanlarının kalmadığı keşif sırasında görülmüştür. ..” demek suretiyle tamamen mücerret, yanlış ve yanıltıcı kanaate varmışlardır.
Zira okul binası, bahçesi ve iki parseli ayıran bahçe duvarı daha önceden vardır, yeni yapılmamıştır. Davacıların parseli tarafında kalan taşınmaza Hazine’nin herhangi bir el atması da yoktur. Kendi taraflarını davacılar kullanabilirler. Henüz davacıların kullanmalarına İdarece müdahale de edilmemiştir. Davacılar veya vekillerinin bu şekilde bir iddiaları da yoktur. Yani Hazine, bizlere taşınmazı kullandırmıyor dememişlerdir, diyememişlerdir.
Müşterek mülkiyetin özelliğine göre;
Bir paydaşın, diğer paydaş aleyhine men’i müdahale davası açabilmesi ve müsbet sonuca ulaşabilmesi için;
a- Paydaşlar arasında özel kullanma biçimi belirlenmiş olmak, b- Davacı paydaşların ellerinde çekişmesiz bir kısım yer bulunmamalı,
c- Davacıların payından yararlanmalarına davalının engel olması, gerekmektedir.
Aksi halde açılan dava red edilir.
Yüksek Yargıtay 1. HD. 15.3.1982 T: 1982/3410 E, 2847 S.K.da ve bu kararı teyit eden, günümüze kadar sapma göstermeden uyguladığı kararlarında bu prensipler aynen aranmaktadır.
Somut olay aynen böyledir. Davacılar şayet men’i müdahale davası açsalardı, bu dava red edilecekti. Bilirkişilere göre tazminat alabileceklerdir. Men’i müdahale davasının red edildiği bir hukuki meselede tazminat alabilmelerini kabul etmek mümkün değildir. Neden mümkün değildir? Müşterek mülkiyete tabi bir taşınmazda bir paydaşın, diğer paydaş aleyhine ecrimisil davası açabilmesi için;
Bir hissedarın, diğer hissedarı “intifadan (kullanmadan) men etmesi” koşulunun gerçekleşmesi gerekir.
Bu koşulun gerçekleşmesi içinde;
a- İstemde bulunan paydaşın, taşınmazdan yararlanma isteğinin karşı tarafa iletilmesi şarttır. b- Buna rağmen, bu tarafın ( yani iletilen tarafın ) taşınmazdaki payını aşan oranda taşınmaz üzerinde tasarrufa devam etmesi gerekir. c- Fiilen men edilme eyleminin varlığının sübutu gerekmez.
Bu hususları; (Y. 3 HD.’nin 30.9.1985 T: 1985/5199 E, 6172 sayılı kararı ve bu kararı teyit eden yüzlerce kararı doğrulamaktadır.
Somut olayda; bu şartların hiç birisi gerçekleşmemiştir. Ecrimisile karar verilebilmesi için dahi bu şartları arayan kanun koyucu ve Yargıtay’ın, kamulaştırmasız elatma nedeniyle açılan tazminat davasında hiçbir şart aramadığını söylemek mümkün değildir. Kendi isteği dışında, taşınmazı ile birleştirilen komşu parsel sahiplerini hiçbir şekilde tasarruftan men etmeye ve fiili el atması olmayan, Hazine’yi tazminatla mahkum etme cihetine gidilmesini düşünmek açıklanan hukuki görüşlerle bağdaşmaz.
Öte taraftan;
Müşterek mülkiyete tabi bir taşınmazda paydaşlardan birinin şuf’a hakkını kullanabilmesi için;
Paydaşlar arasında fiilen taşınmazın parsellenmemiş bulunması gerekmektedir. Eğer taşınmaz paydaşlar arasında parsellenmiş ve herkes bir parçasını kullanmıyorsa o zaman şuf’a hakkını kullanamazlar. Dava açılması iyi niyet kuralları ile bağdaşmaz. Her paydaşın belirli bir kesimi uzun süreden beri tasarruf etmesi, durumunda her paydaşın tasarruf ettiği kesim bağımsız bir taşınmaz niteliğini almış olur.
Bu görüşümüzü de; (Y. HGK.’nun 13.1.1982 T: 1981/6-10009 esas, 22 sayılı kararı ve 6. Hukuk Dairesi’nin 24.10.1983 tarih 1983/9973 esas, 10158 sayılı kararı ve aynı Dairenin yüzlerce kararı da doğrulamaktadır.)
Yani paydaşların yerleri ayrı ayrı belli ise, bir paydaşın yerini satması halinde, diğer paydaşın şuf’a davası açamayacağı içtihat edilmiş iken, somut olayda; bilirkişilerin mütalaalarına göre tazminata hükmedilmesini anlamak mümkün değildir.
Yüksek 5.Hukuk Dairesi, bozma kararında;
“Davalı İdare, davacılarında paydaş olduğu taşınmazın birleştirilen bölümüne fiilen el atmadığı gibi, üzerinde tesis de yapmadığından, kamulaştırmasız el attığından bahisle bedelinin tahsiline karar verilmesi doğru görülmemiştir.” Gerekçesiyle kararı oybirliği ile ve doğru olarak bozmuş, tashihi karar talebini de haklı olarak red etmiştir.
Verilen bozma kararı neden doğrudur? Neden haklıdır? Yukarıdan beri açıklamaya çalıştıK: Ayrıca;
Aynı kitabın 956. sahifesinde somut olaya aynen uyan, Y. 5 HD.’nin 22.11.1999 T: 1999/17315 esas, 18536 sayılı kararında; “İmar planında Hükümet Konağı olarak ayrılan taşınmaza inşaat yapılamaması sebebiyle açılan tazminat davasının fiili elatma olmadığından reddine karar verilmesi gerekir. ”
Denilmiştir ve doğrudur.
Davalı Hazine, davacıların birleştirilen kısımdaki taşınmaz malına hiçbir müdahale de ve tasarrufta bulunmamıştır. Bu nedenle bedel talep edilemez.
Önceki kararı doğrulayan ve görüşümüzü teyit eden 5. Hukuk Dairesi’nin 17.3.1992 tarih 1992/3488-8039 sayılı kararında ve kitabın 1010. sahifesine alınan aynı mahiyetteki 3 adet kararında da şu şekilde içtihatta bulunuyor. “2981 sayılı İmar Affı Yasası’na uygun olarak yapılan düzenlemeler sırasında, bir kısım taşınmaz okul yeri olarak imar planında ayrılmış olabilir. Bu kısma İdare fiilen el atmamış ve sahiplenmemiş ise, imar ıslah çalışması yasa gereği yapılan bir işlemdir. Okul yeri olarak ayrılan kısım için kamulaştırmasız elatma nedeniyle bedel davası açılamaz.”
Demektedir.
Daha önce aynı parselin diğer maliklerinin açtıkları ve kabulle sonuçlanan dava aynı Daire tarafından onanmış olabilir. Her dava kendi özelliklerine göre neticelendirilmelidir. Mühim olan doğruyu bulmaktır. Yanlıştan emsal olmaz. O davalarda davanın kabul edilmiş, onanmış ve kesinleşmiş bulunması yanlıştır. Somut olayda verilen son bozma kararı yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız gerekçelere göre doğrudur.
Hazine, Belediyenin yaptığı bir işlem nedeniyle davacıların parselini, kendi parseli ile birleştirilerek, onları kendi parselinde hissedar bulmuştur. Fiilen el atması yoktur. El atması olmadığından devamlılıktan da söz edilemez. Paydaşlarını tasarruftan men etmemiştir. Taşınmazın etrafını çevirmemiştir. Orayı kamu hizmetine tahsis etmemiştir. Tesis yapmamıştır.
Açıklanan nedenlerle çoğunluk görüşüne katılamıyoruz. 4.2.2005
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2016/1121 K:2016/837 T: 22.06.2016
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/5-252 K: 2003/324 T: 09.04.2003
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/3114, K: 2021/1190, T: 07.10.2021
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/5-341 K: 2002/415 T: 22.5.2002
5. KAMULAŞTIRMA BEDELİNİN ÖDENMEMESİ VE MUNZAM ZARAR YARGITAY KARARLARI
AİHM Sınırlı Sorumlu Özulaş Yapı Kooperatifi/Türkiye Davası Kararı
Başvuru No: 42913/98, Karar Tarihi : 8 Kasım 2005, Strazburg
OLAYLAR
Karayolları Genel Müdürlüğü (KGM) 1995 yılında başvurana ait Ankara’da bulunan araziyi çevre yolu yapımı dolayısıyla kamulaştırmıştır.
Kamulaştırma bedeli aynı yıl başvurana ödenmiştir. Başvuran ödenen miktarın yetersiz olduğu gerekçesiyle ek istimlak bedeli istemiyle Ankara Asliye Hukuk Mahkemesi’ne başvurmuştur.
Asliye Hukuk Mahkemesi 23 Ekim 1996 tarihli kararla, İdarenin sözkonusu araziyi aldığı 1 Ekim 1993 tarihinden itibaren hesaplanacak yıllık % 30’luk yasal faiziyle birlikte başvurana 6.394.685.000 TL. ek bedel ödenmesini kararlaştırmıştır.
Yargıtay 10 Mart 1997 tarihinde, yasal faiz oranının sözü edilen arazinin kullanılmaya başlandığı önceki tarihten değil, istimlak edildiği 9 Kasım 1995 tarihinden itibaren hesaplanması kaydıyla İlk derece mahkemesi’nin kararını onamıştır.
Yasal faiz oranıyla birlikte ek istimlak bedeli 27 Ocak 1998 tarihinde başvurana ödenmiş, bu miktar 10.646.750.000 TL.’ye yükselmiştir.
HUKUK AÇISINDAN
I. EK 1 NO’LU PROTOKOL’ÜN 1., VE AİHS’NİN 14. MADDELERİ’NİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI HAKKINDA
Başvuran, Kamulaştırıcı İdare tarafından verilen ek bedelin geç ödenmesi ve Türkiye’deki yüksek enflasyon oranı nedeniyle bahsekonu miktarın değer kaybetmesinden şikayetçi olmaktadır. Başvuran aynı zamanda, yasal faiz uygulanacak miktar ile Devletin borcu arasındaki farkın orantısız olduğunu eleştirerek bu yönde Ek 1 no’lu Protokol’ün 1. ve bu maddeyle birlikte ve ayrı olarak AİHS’nin 14. maddesi’nin ihlal edildiğini ileri sürmektedir.
A. Kabuledilebilirliğe ilişkin
Hükümet, başvuranın Borçlar Kanunu’nun 105. maddesinde öngörülen başvuru yolunu tam olarak kullanmadığından AİHS’nin 35 § 1. maddesi uyarınca iç hukuk yollarını tüketmediğini savunmaktadır. Ödemenin geç yapılması nedeniyle uğranılan gelir kaybı, ilgilinin bu başvuru yolunu kullanması ve ileri sürdüğü zararın ek kamulaştırma bedelinin dışında olduğunu kanıtlaması durumunda tazmin edilebilir.
AİHM, Aka kararında benzer itirazın reddedildiğini hatırlatmaktadır (Bkz. sözü edilen karar, s. 2678-2679, §§ 34-37). AİHM, bu sonucu değiştirecek hiçbir gerekçe bulunmadığını belirterek Hükümetin itirazını reddetmiştir.
AİHM, yerleşik içtihatlarından doğan kriterler ışığında (Bkz. özellikle Akkuş, adı geçen karar) ve eldeki mevcut unsurların tümünü gözönüne alarak, başvurunun esastan incelenmesi gerektiği kanaatine varmıştır. AİHM başvuruda hiçbir kabuledilemezlik gerekçesi ile karşılaşılmadığını tespit etmiştir.
B. Esas hakkında
AİHM, daha önceki kararlarda benzer şikayetlerin dile getirildiğini ve bunların Ek 1 no’lu Protokol’ün 1. maddesinin ihlali ile sonuçlandığını dile getirmektedir (Bkz. sözü edilen Akkuş kararı, s. 1317, §§ 30-31, ve Aka kararı, s. 2682, §§ 50-51).
AİHM, mevcut davada Hükümetin davanın seyrini farklı şekilde sonuçlandıracak hiçbir tespiti ve delili sunmadığını incelemektedir. Mahkeme, yerel merciler tarafından ek istimlak bedelinin geç ödenmesi hususunun mülkiyet sahibinin gelir kaybına neden olan idareye yükleneceği tespitini yapmaktadır. Bu gecikme sözkonusu sürecin etkinliğini daha da artırmıştır ki bu durumda Mahkeme, kamu yararının zarureti ve mülkiyet haklarının korunması bakımından başvuranın özel bir görev üstlendiği görüşündedir.
Sonuç olarak Ek 1 no’lu Protokol’ün 1. maddesi ihlal edilmiştir.
Bu tespit ışığında, AİHM, AİHS’nin 14. maddesi uyarınca yapılan şikayeti incelemeyi gerekli görmemektedir.
III. AİHS’NİN 41. MADDESİ’NİN UYGULANMASI
A. Maddi ve manevi tazminat
Başvuran, 134.288 ABD Doları’na yükselen ki yaklaşık 111.322 Euro’ya karşılık gelmekte, maddi zarara uğradığını ileri sürmektedir. Başvuran ayrıca manevi zarar için 50.000 ABD Doları talep etmektedir.
Hükümet bu miktarların aşırı ve ispat edilmemiş olduğunu savunmakta, ayrıca, AİHM’nin öngöreceği tazminin sebepsiz zenginleşmeye neden olmaması gerektiğini ifade etmektedir.
AİHM, Akkuş kararında (sözü edilen, s. 1311, §§ 35-36 ve 39) belirlenen ilgili ekonomik hesaplama yönteminin uygulanacağına itibar ederek başvurana maddi zarar için 20.203 Euro ödenmesini kararlaştırmıştır.
Manevi zarara gelince AİHM, olayların mevcut koşulları gözönünde bulundurulduğunda, ihlal kararının tespitinin adil tazmin için başlı başına yeterli olacağına karar vermiştir.
B. Masraf ve harcamalar
Başvuran, Komisyon ve AİHM önünde yapmış olduğu giderler için 20.000 ABD Doları talep etmektedir.
Hükümet bu miktarın kanıtlanmadığına itibar etmektedir.
Mahkemeye sunulan unsurlar ve mahkemenin bu yöndeki içtihadı doğrultusunda AİHM, başvurana masraf ve harcamalara ilişkin toplam 1.000 Euro ödenmesine karar vermiştir.
C. Gecikme Faizi
AİHM, Avrupa Merkez Bankası’nın marjinal kredi kolaylıklarına uyguladığı faiz oranına 3 puanlık bir artışın ekleneceğini belirtmektedir.
BU GEREKÇELERE DAYALI OLARAK, AİHM, OYBİRLİĞİYLE,
1. Başvurunun kabuledilebilir olduğuna;
2. AİHS’nin Ek 1 no’lu Protokolü’nün 1. maddesinin ihlal edildiğine;
3. AİHS’nin 14. maddesine dair şikayetin incelenmesine gerek olmadığına;
4. Mevcut kararın manevi zarar için tek başına adil bir tazmini oluşturduğuna;
5. a) AİHS’nin 44 § 2. maddesi gereğince kararın kesinleştiği tarihten itibaren üç ay içinde, ödeme tarihindeki döviz kuru üzerinden Y.T: L.’ye çevrilmek üzere Savunmacı Hükümetin başvurana;
i.maddi zarar için 20.203 (yirmi bin iki yüz üç) Euro;
ii.masraf ve harcamalar için 1.000 (bin) Euro ödemesine;
iii.belirtilen miktarların her türlü vergiden muaf tutulmasına;
b) Sözkonusu sürenin bittiği tarihten itibaren ve ödemenin yapılmasına kadar, Avrupa Merkez Bankasının o dönem için geçerli faizinin üç puan fazlasına eşit oranda basit faizin uygulanmasına;
6. Adil tazmine ilişkin diğer taleplerin reddine;
KARAR VERMİŞTİR.
İşbu karar Fransızca olarak hazırlanmış ve AİHM’nin iç tüzüğünün 77 §§ 2. ve 3. maddelerine uygun olarak 8 Kasım 2005 tarihinde yazıyla bildirilmiştir.
Benzer İçtihatlar:
AİHM Mevlüt Aka/Türkiye Davası Kararı
AİHM Halil Kendirci/Türkiye Davası Kararı
AİHM Ergün/Türkiye Davası Kararı
AİHM Şeyhmus Yaşar ve Diğerleri/Türkiye Davası
AİHM Şeyhmus Yaşar ve Diğerleri/Türkiye Davası
Başvuru No : 44763/98, Karar Tarihi : 8 Kasım 2005, Strazburg
OLAYLAR
Devlet Su İşleri, 1988 yılında başvuranlara ait Çınar’da (Diyarbakır) bulunan arazinin hisselerini istimlak etmiştir.
Başvuranlar kendilerine ödenen miktarın yetersiz olduğu gerekçesiyle Çınar Asliye Hukuk Mahkemesi’ne (Mahkeme) ek bedel artırımı talebiyle başvurmuşlardır.
Mahkeme tarafından 30 Aralık 1994 tarihinde alınan karar Yargıtay tarafından bozulmuş ve İlk derece mahkemesi’ne gönderilmiştir.
Mahkeme kararı 22 Mart 1996’da incelemesinin ardından, ek bedel talebinde bulunulan 11 Haziran 1991 tarihinden itibaren hesaplanmak ve yıllık % 30 yasal faiz eklenmek üzere başvuranlara 196.278.261 TL. ek bedel ödenmesini kararlaştırmıştır.
Yargıtay 9 Aralık 1996 tarihli kararıyla bu hükmü onamıştır.
Yıllık yasal faiziyle birlikte ek istimlak bedeli başvuranlara 19 Aralık 1997 tarihinde ödenmiş, bu esnada bu miktar 556.818.000 TL.’ye yükselmiştir.
HUKUK AÇISINDAN
I. EK 1 NO’LU PROTOKOL’ÜN 1. MADDESİ’NİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI
Başvuranlar, Türkiye’deki yüksek enflasyon oranı karşısında yetersiz kalan gecikme faizi nedeniyle ek bedelin değer kaybettiğinden şikayetçi olmakta ve bu itibarla 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesine gönderme yapmaktadırlar.
A. Kabuledilebilirlik Hakkında
Başvuranlar, yalnızca Çınar Asliye Hukuk Mahkemesi’nin hükmettiği ek istimlak bedelini İdarenin geç ödediğinden değil, özellikle Mahkeme’nin vermiş olduğu karar ile sözkonusu miktarın alınması arasında geçen süre zarfında uğradıkları maddi zarardan şikayetçi olmaktadırlar. Başvuranlar, bu doğrultuda AİHM’den davayı Aka kararı ışığında incelemesini talep etmektedirler.
Hükümet, bu talebin daha önce ek istimlak bedelinin geç ödenmesi ile sınırlı bulunan önceki şikayetin kapsamını genişleteceğini savunmaktadır. Her halükarda, bu türden bir şikayetin Yargıtay’ın 9 Aralık 1996 tarihli kararının ardından altı ay içinde dile getirilmesi gerekmekteydi. 17 Haziran 1998 tarihinde yapılan başvuru bu açıdan geç yapılmıştır.
Mahkeme’ye sunulan unsurların değerlendirilmesinde, AİHM mahkemenin bu yöndeki yerleşik içtihadına göndermede bulunmakta ve geçmişte de pek çok kararda incelendiği üzere, mevcut başvurunun Bayan Akkuş’un ek kamulaştırma bedeli talebi ile altı ay kuralının dışında yaptığı ve nihai olarak sonuçlandığı sözü edilen Akkuş kararı ışığında ayrıca incelenmesini gerektirecek hiçbir özel durumu içermediğini hatırlatmaktadır.
Daha önceki olaylara dayalı başvurunun bu bölümü ile ilgili sürecin 9 Aralık 1996 tarihli Yargıtay kararı ile sona erdiğini belirtmek gerekir. Başvuru 16 Mayıs 1998 tarihinde gecikmeli olarak yapılmıştır. Sonuç itibariyle başvurunun bu kısmı kabuledilemez bulunmaktadır. AİHM, bu durumda başvuruyu yalnızca ek kamulaştırma bedelinin geç ödenmesi açısından inceleyecektir.
Hükümet başvuranların iç hukuk yollarını tüketmediğini ortaya koymaktadır: başvuranlar gecikme faizinin ötesinde maruz kaldıklarını ileri sürdükleri zararın tazmini için Borçlar Kanunu’nun 105. maddesi uyarınca tazminat davası açabilirlerdi.
AİHM, Aka kararında buna benzer şikayetin reddedildiğini hatırlatmaktadır (Bkz. sözü edilen karar, s. 2678-2679, §§ 34-37). AİHM bu sonucu farklı kılacak hiçbir gerekçe görmemekte ve Hükümetin itirazını reddetmektedir.
AİHM, içtihatlarından doğan kriterler ışığında (Bkz., özellikle Aka, adı geçen karar) ve mevcut unsurların tümünü gözönüne alarak, başvurunun bu bölümünün esastan incelenmesi gerektiği görüşündedir. Başvuruda hiçbir kabuledilemezlik gerekçesi tespit edilmemiştir.
B. Esas Hakkında
AİHM, daha önce bu davadakine benzer sorunları gündeme getiren başka davaları da incelemiş ve Ek I No’lu Protokol’ün 1. maddesi’nin ihlal edildiği sonucuna varmıştır (Bkz., Akkuş, adıgeçen karar, s. 1310, §§ 30-31 ve Aka, adıgeçen karar, s. 2682, §§ 50-51).
AİHM mevcut davayı incelemiş ve Hükümet’in davayı farklı şekilde sonuçlandıracak hiçbir tespiti ve delili sunmadığı kanaatine varmıştır. Ulusal mahkemelerin kararına göre kamulaştırmayı yapan idare tarafından başvuranlara verilmesi gereken ek tazminatın ödenmesindeki gecikme, başvuranları, mülkünün kamulaştırılmasına ilaveten ayrı bir zarara daha sokmuştur. Sözkonusu davanın toplam fiili süresi ile ikiye katlanan bu gecikme, AİHM’yi, başvuranların genel yararın gerektirdikleri ile mülkiyet hakkına saygının korunması arasında hüküm sürmesi gereken adil dengeyi bozan alışılmışın dışında ve ölçüsüz bir yüke katlanmak zorunda kaldığı yönünde düşünmeye sevk etmektedir.
Sonuç olarak, Ek I No’lu Protokol’ün 1. maddesi ihlal edilmiştir.
II. AİHS’NİN 41. MADDESİ’NİN UYGULANMASI HAKKINDA
A. Maddi ve manevi tazminat
Başvuranlar toplam 44.041 Amerikan Doları’na (USD) yükselen maddi zarara uğradıklarını ileri sürmekte ayrıca, manevi zarar için 51.000 USD talep etmektedirler.
Akkuş kararında (Bkz. sözü edilen karar, s. 1311, §§ 35-36 ve 39) kabul edilen hesaplama yöntemi ve ilgili ekonomik veriler ışığında AİHM, 2.032 Euro maddi tazminat ödenmesini kararlaştırmıştır.
Manevi tazminatla ilgili olarak AİHM, olayların mevcut koşulları dikkate alındığında ihlal kararının tespitinin adil tazmin için başlı başına yeterli olacağına itibar etmektedir.
B. Masraf ve harcamalar
Başvuranlar, iç hukukta ve AİHM yetkili organları nezdinde yapmış oldukları giderler için 6.459 USD talep etmektedirler.
Hükümet bu talebin ispat edilmediğine itibar etmektedir.
Mahkeme’ye sunulan unsurlar ve bu yöndeki yerleşik içtihat çerçevesinde AİHM, başvuranlara yapmış oldukları tüm harcamalar için toplam 1.000 Euro ödenmesine karar vermiştir.
C. Gecikme faizi
AİHM, Avrupa Merkez Bankası’nın marjinal kredi kolaylıklarına uyguladığı faiz oranına 3 puanlık bir artışın ekleneceğini belirtmektedir.
BU GEREKÇELERE DAYALI OLARAK , AİHM, OYBİRLİĞİYLE,
1. Ek kamulaştırma bedelinin geç ödenmesine ilişkin başvurunun kabuledilebilir, kalan kısmının kabuledilemez olduğuna;
2. Ek I No’lu Protokol’ün 1. maddesi’nin ihlal edildiğine;
3. Mevcut kararın başlı başına manevi tazmini oluşturduğuna;
4 a) AİHS’nin 44 § 2. maddesi gereğince kararın kesinleştiği tarihten itibaren üç ay içinde, ödeme tarihindeki döviz kuru üzerinden Y.T: L.’ye çevrilmek ve başvuranların belirteceği bir banka hesabına yatırılmak üzere Savunmacı Hükümetin başvuranlara birliktE:
i.maddi zarar için 2.032 (iki bin otuz iki) Euro;
ii.masraf ve harcamalar için 1.000 (bin) Euro ödemesine;
iii.belirtilen miktarların her türlü vergiden muaf tutulmasına;
b) Sözkonusu sürenin bittiği tarihten itibaren ve ödemenin yapılmasına kadar, Avrupa Merkez Bankasının o dönem için geçerli faizinin üç puan fazlasına eşit oranda basit faizin uygulanmasına;
5. Adil tazmine ilişkin diğer taleplerin reddine;
KARAR VERMİŞTİR.
İşbu karar Fransızca olarak hazırlanmış ve AİHM’nin iç tüzüğünün 77 §§ 2. ve 3. maddelerine uygun olarak 8 Kasım 2005 tarihinde yazıyla bildirilmiştir.
Benzer İçtihatlar:
AİHM Mevlüt Aka/Türkiye Davası Kararı
AİHM Alataş ve Kalkan/Türkiye Davası Kararı
AİHM Topakgöz/Türkiye Davası Kararı
AİHM Halil Kendirci/Türkiye Davası Kararı
AİHM Ergün/Türkiye Davası Kararı
Başvuru No: 45807/99; Karar Tarihi : 13 Haziran 2006, Strazburg
OLAYLAR
I. DAVA KOŞULLARI
1995 tarihinde, Devlet Karayolları Genel Müdürlüğü, otoyol yapımı için başvurana ait olan ve Ankara’da bulunan taşınmazı kamulaştırmıştır.
Ödenen tutar üzerinde anlaşmazlık doğması üzerine başvuran, kamulaştırma bedelinin artırılması talebiyle Ankara Asliye Hukuk Mahkemesi’ne başvurmuştur.
8 Eylül 1997 tarihli bir kararla Asliye Hukuk Mahkemesi başvuranı haklı bulmuş ve başvurana 5.990.500.000 T: L. tutarında ek tazminat ödenmesine karar vermiştir. Bu tutar, kamulaştırmanın kesinleştiği 3 Eylül 1995 tarihinden itibaren işlemek üzere yıllık %30 gecikme faiziyle birlikte başvurana ödenecektir.
Yargıtay 1 Haziran 1998 tarihinde bu kararı onamıştır. Yargıtay kararı 19 Haziran 1998 tarihinde başvurana tebliğ edilmiştir.
Gecikme faizi ile birlikte ek tazminat 26 Mayıs 1999 tarihinde başvurana ödenmiştir. Bu tarihte başvurana 14.648.535.000 T: L. tutarında ödeme yapılmıştır.
HUKUK AÇISINDAN
I. 1 NO’LU EK PROTOKOL’ÜN 1. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI HAKKINDA
Başvuran, yetersiz kalan gecikme faizi nedeniyle ek kamulaştırma bedellerinin değer kaybettiğinden ve İdare’nin ek kamulaştırma bedelini ödemede gecikmesinden dolayı şikayetçi olmakta ve bu itibarla 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesine gönderme yapmaktadır.
A. Kabuledilebilirlik hakkında
Hükümet, başvuranın ileri sürülen zararın tazmin edilmesini sağlayabilecek Borçlar Kanunu’nun 105. maddesi ile tanınan başvuru yolunu kullanmadığını belirtmektedir.
AİHM, Aka davasından buna benzer bir itirazı reddettiğini hatırlatmaktadır (adıgeçen, s. 2678-2679, §§ 34-37). Bu kararından ayrılmasını gerektirecek herhangi bir neden görmemekte ve Hükümet’in itirazını reddetmektedir.
AİHM, içtihatlarından doğan kriterler ışığında (Bkz., özellikle Akkuş, adıgeçen karar) ve elindeki mevcut unsurların tümünü gözönüne alarak, başvurunun esastan incelenmesi gerektiği kanaatine varmıştır. AİHM başvuruda hiçbir kabul edilemezlik gerekçesi ile karşılaşılmadığını tespit etmiştir.
B. Esas hakkında
Hükümet, 13 Ekim 2005 tarihli ek görüşte, AİHM’den mevcut davayı Akkuş davası ile aynı şekilde değerlendirmesini talep etmektedir. Bununla ilgili olarak, Hükümet başvuranın da başvuru dilekçesinde bu karara atıfta bulunduğuna dikkat çekmektedir.
Dava koşullarının hukuki değerlendirmesini yapmakla görevli olan AİHM, başvuranın ve Hükümet’in kendisine yüklediği görevi yerine getirmekle hükümlü olmadığı kanaatindedir. Bu nedenle, AİHM, Hükümet’e gönderilen 20 Eylül 2005 tarihli yazıda da belirtildiği gibi, mevcut davanın Aka (adıgeçen) davası ile benzer yönlerinin bulunduğu kanısındadır.
AİHM daha önce bu davanınkine benzer soruları gündeme getiren başka davalar da incelemiş ve 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin ihlal edildiği sonucuna varmıştır (Bkz., Akkuş, adıgeçen karar, s. 1317, § 31 ve Aka, adıgeçen karar, s. 2682, §§ 50-51).
AİHM, mevcut davayı incelemiş ve Hükümet’in davayı farklı şekilde sonuçlandıracak hiçbir tespit ve delil sunmadığı kanaatine varmıştır. Ulusal mahkemelerin kararına göre kamulaştırmayı yapan İdare tarafından başvurana verilmesi gereken ek tazminatın ödenmesindeki gecikme, başvuranı, mülkünün kamulaştırılmasına ilaveten ayrı bir zarara daha sokmuştur. Sözkonusu davanın toplam fiili süresi ile ikiye katlanan bu gecikme, AİHM’yi, başvuranın genel yararın gerektirdikleri ile mülkiyet hakkına saygının korunması arasında hüküm sürmesi gereken adil dengeyi bozan alışılmışın dışında ve ölçüsüz bir yüke katlanmak zorunda kaldığı yönünde düşünmeye sevk etmektedir.
Sonuç olarak AİHM, I No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir.
II. AİHS’NİN 41. MADDESİ’NİN UYGULANMASI HAKKINDA
A. Maddi ve Manevi Tazminat
Başvuran, sırasıyla 100.500 Euro ve 45.000 Euro tutarında maddi zarara uğradığını iddia etmektedir. Birincisi, Devlet borçlarına uygulanan gecikme faiz oranına, ikincisi ise yıllık enflasyon oranına dayanan hesaplama yönetimden yola çıkılarak hesaplanmıştır. Başvuran ayrıca 50.000 Euro değerinde manevi zarara uğradığını iddia etmektedir.
Hükümet bu iddiaları abartılı ve dayanaktan yoksun bulmuştur.
AİHM, Aka kararında benimsenen hesaplama yöntemini ele alarak ve ilgili ekonomik veriler ışığında, başvurana 45.000 Euro maddi tazminat ödenmesine karar vermiştir.
Manevi tazminatla ilgili olarak AİHM, mevcut dava koşullarında ihlal kararının tespitinin adil tazmin için başlı başına yeterli olduğu kanaatindedir.
B. Masraf ve harcamalar
Başvuran, AİHM nezdinde yaptığı masraf ve harcamalar için 5.750 Euro talep etmektedir.
Hükümet bu talebin desteklenmediğini belirtmektedir.
AİHM masraf ve harcamalar konusunda, AİHS’nin 41. maddesi alanında, gerçekliği, zorunluluğu ortaya konulan ve makul miktarlarda olan masraf ve harcamaların geri ödenebileceğini hatırlatmaktadır (Bkz., diğerleri arasında, Nikolava-Bulgaristan [GC], no:31195/96, § 79, CEDH 1999-II).
Her ne kadar başvuranın talepleri rakamlarla belirtilmemiş ve belgelendirilmemiş olsa da, AİHM elindeki mevcut unsurlar ve bu alandaki içtihadı uyarınca, başvurana 1.000 Euro (bin) ödenmesinin makul olduğu kanaatindedir.
C. Gecikme Faizi
AİHM, Avrupa Merkez Bankası’nın marjinal kredi kolaylıklarına uyguladığı faiz oranına üç puanlık bir artışın ekleneceğini belirtmektedir.
BU GEREKÇELERE DAYALI OLARAK AİHM OYBİRLİĞİYLE,
1. Başvurunun kabul edilebilir olduğuna;
2. 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin ihlal edildiğine;
3.Manevi tazminatla ilgili olarak, mevcut kararının kendisinin adil tazmin için başlı başına yeterli olduğuna;
4. a) AİHS’nin 44 § 2 maddesi gereğince kararın kesinleştiği tarihten itibaren üç ay içinde, döviz kuru üzerinden Y.T: L.’ye çevrilmek üzere ve miktara yansıtılabilecek her türlü vergiden muaf tutularak, Savunmacı Hükümet tarafından başvurana:
i. maddi tazminat için 45.000 (kırk beş bin) ödenmesine;
ii.masraf ve harcamalar için 1.000 Euro (bin) ödenmesine;
b) Sözkonusu sürenin bittiği tarihten itibaren ödemenin yapılmasına kadar Hükümet tarafından, Avrupa Merkez Bankası’nın o dönem için geçerli olan faiz oranının üç puan fazlasına eşit oranda faiz uygulanmasına;
5. Adil tazmine ilişkin diğer taleplerin reddine;
karar vermiştir.
İşbu karar Fransızca olarak hazırlanmış ve AİHM’nin iç tüzüğünün 77 §§ 2 ve 3. maddesine uygun olarak 13 Haziran 2006 tarihinde yazıyla bildirilmiştir.
Benzer İçtihatlar:
AİHM Mevlüt Aka/Türkiye Davası Kararı
AİHM Alataş ve Kalkan/Türkiye Davası Kararı
AİHM Topakgöz/Türkiye Davası Kararı
AİHM Halil Kendirci/Türkiye Davası Kararı
AİHM Halil Kendirci/Türkiye Davası Kararı
Başvuru No : 23324/02; Karar Tarihi : 25 Nisan 2006, Strazburg
OLAYLAR
Başvuran 1947 doğumlu olup Şanlıurfa’da ikamet etmektedir.
Türkiye Elektrik Kurumu (İdare) 1999 yılında başvurana ait Keskin Köyü, Birecik (Şanlıurfa) mevkiinde bulunan araziyi Birecik Barajı’nın yapımı için kamulaştırmıştır. Bilirkişi heyeti parsel değerini 1.582.840.000 TL. [yaklaşık 4.039 Euro] olarak belirlemiştir.
Başvuran kamulaştırma bedelinin artırılması istemiyle 5 Nisan 1999 tarihinde Birecik Asliye Hukuk Mahkemesi’ne başvurmuştur.
Asliye Hukuk Mahkemesi 27 Mayıs 1999 tarihinde, İdarenin 28 Nisan 1999 tarihinden itibaren yasal faiziyle birlikte başvurana 1.456.653.000 TL. ödemesini kararlaştırmıştır.
Yargıtay 8 Kasım 1999’da İlk derece mahkemesinin kararını onamıştır.
İdare 15 Kasım 2001 tarihinde başvurana 3.475.065.087 TL. [yaklaşık 2.575 Euro] ödemiştir.
HUKUK AÇISINDAN
I. EK 1 NO’LU PROTOKOL’ÜN 1. MADDESİ’NİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI HAKKINDA
Başvuran yargı kararıyla ödenmesine hükmedilen tazminatın ve yasal faizin geç ödendiğinden ve Devletin borçlarına uygulanan yasal faiz oranının yetersiz olmasından şikayetçi olmakta ve Ek 1 no’lu Protokol’ün 1. maddesine atıfta bulunmaktadır.
A. Kabuledilebilirlik hakkında
Hükümete göre başvuran tarafından icra takibi başlatılmadığı için AİHS’nin 35. maddesinde öngörüldüğü gibi iç hukuk yolları tüketilmemiştir.
AİHM, adli bir süreç sonunda Devlet karşısında alacaklı konuma gelen bir kimsenin tazminat alabilmesi için icra takibi başlatmasının şart koşulmasının, Mahkeme içtihatlarınca uygun bulunmadığını hatırlatır (Metaxas-Yunanistan, no: 8415/02, § 19, 27 Mayıs 2004, ve Karahalios – Yunanistan, no: 62503/00, § 23,11 Aralık 2003). Sonuç olarak Hükümet’in bu itirazı kabuledilemez bulunmuştur.
AİHM, yerleşik içtihatlarından doğan kriterler ışığında (Bkz., özellikle Akkuş, adıgeçen karar) ve elindeki mevcut unsurların tümünü gözönüne alarak, başvurunun esastan incelenmesi gerektiği kanaatine varmıştır. AİHM başvuruda hiçbir kabuledilemezlik gerekçesi ile karşılaşılmadığını ifade etmiştir.
B. Esas hakkında
AİHM daha önce bu davadakine benzer soruları gündeme getiren başka davalar da incelemiş ve I No’lu Ek Protokolün 1. maddesinin ihlal edildiği sonucuna varmıştır (Bkz., Akkuş, adıgeçen karar, s. 1317, §§ 31 ve Aka, adıgeçen karar, s. 2682, §§ 50-51).
AİHM mevcut davayı incelemiş ve Hükümet’in davayı farklı şekilde sonuçlandıracak hiçbir tespiti ve delili sunmadığı kanaatine varmıştır. Ulusal mahkemelerin kararına göre kamulaştırmayı yapan idare tarafından başvurana verilmesi gereken ek tazminatın ödenmesindeki gecikme, başvuranı, mülkünün kamulaştırılmasına ilaveten ayrı bir zarara daha sokmuştur. Bu gecikme, AİHM’yi, başvuranın genel menfaatin gerektirdikleri ile mülkiyet hakkına saygının korunması arasında hüküm sürmesi gereken adil dengeyi bozan alışılmışın dışında ve ölçüsüz bir yüke katlanmak zorunda kaldığı yönünde düşünmeye sevk etmektedir. Akkuş (sözü edilen) kararında belirlenen hesaplama yönteminden hareketle sözü edilen gecikme ile başvuranın zarara uğradığı saptamasını yapmaktadır.
Sonuç olarak, Ek I No’lu Protokol’ün 1. maddesi ihlal edilmiştir.
II. AİHS’NİN 6 § 1 MADDESİ’NİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI HAKKINDA
Başvuran yürütülen yargı sürecinin uzunluğu ile AİHS’nin 6 § 1 maddesinin ihlal edildiğinden şikayetçi olmaktadır.
AİHM, bu şikayetin AİHS’nin 35 § 3. maddesi uyarınca dayanaktan yoksun bulunmadığına itibar etmiştir. Kabuledilemezlik bakımından hiçbir gerekçe yer almamaktadır. Bununla birlikte Ek 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesi çerçevesinde alınan sonuç dikkate alındığında, AİHM şikayetin ayrıca Sözleşme’nin 6 § 1 maddesi açısından incelenmesine gerek olmadığına karar vermiştir.
III. AİHS’NİN 41. MADDESİ’NİN UYGULANMASI HAKKINDA
A. Maddi ve manevi tazminat
Başvuran 3.515 Euro maddi zarara uğradığını ileri sürmekte, ayrıca rakam belirtmeksizin manevi tazminat ödenmesini talep etmektedir.
Hükümet bu miktarlara karşı çıkmaktadır.
AİHM, Akkuş (sözü edilen karar, s.1311, §§ 35-36 ve 39) kararında kabul edilen hesaplama yöntemi ve ilgili ekonomik kayıplar dikkate alındığında başvurana 1.000 Euro ödenmesini kararlaştırmıştır.
Manevi zarara gelince, AİHM olayların mevcut koşulları göz önünde bulundurulduğunda ihlal kararının tespitinin adil tazmin için başlı başına yeterli olacağını kaydetmektedir.
B. Masraf ve harcamalar
Başvuran AİHM önünde yaptığı masraf ve harcamalar için 2.000 Euro talep etmektedir. Bu yönde kanıtlayıcı belge sunmamıştır.
Hükümet AİHM’den ispat edici belgeden yoksun bu miktarı reddetmesi talebinde bulunmuştur.
AİHM masraf ve harcamalarla ilgili olarak, AİHS’nin 41. maddesi uyarınca yalnızca gerçekliği ve gerekliliği ispat edilen makul orandaki miktarların ödendiğini hatırlatmaktadır (Bkz. Nikolova-Bulgaristan kararı no: 31195/96, § 79, AİHM 1999-II).
Başvuranın hiçbir rakam telaffuz etmemesine ve kanıtlayıcı belge sunmamasına karşın AİHM nezdinde temsil giderinde bulunduğunu kabul etmek gerekir. Bu nedenle AİHM, hakkaniyete uygun olarak tüm masraf ve giderler için başvurana 500 Euro ödenmesine karar vermiştir.
B. Gecikme faizi
AİHM, Avrupa Merkez Bankası’nın marjinal kredi kolaylıklarına uyguladığı faiz oranına 3 puanlık bir artışın ekleneceğini belirtmektedir.
BU GEREKÇELERE DAYALI OLARAK, AİHM, OYBİRLİĞİYLE,
1. Başvurunun kabuledilebilir olduğuna;
2. Ek 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesi’nin ihlal edildiğine;
3. AİHS’nin 6 § 1 maddesine dayalı şikayetin ayrıca incelenmesine gerek olmadığına;
4. Mevcut kararın manevi tazmin için başlı başına yeterli olduğuna;
5. a) Savunmacı Devletin, AİHS’nin 44 § 2. maddesi uyarınca kararın kesinleştiği tarihten itibaren üç ay içinde, miktara yansıtılabilecek her türlü vergiden muaf ve ödeme tarihinde döviz kurundan Y.T: L.’ye çevrilmek üzere başvurana maddi tazminat olarak 1.000 (bin) Euro, masraf ve harcamalar için 500 (beş yüz) Euro’yu ödemesine;
b) sözkonusu sürenin bittiği tarihten itibaren ve ödemenin yapılmasına kadar, Avrupa Merkez Bankasının o dönem için geçerli faizinin üç puan fazlasına eşit oranda basit faizin uygulanmasına;
6. Adil tazmine ilişkin diğer taleplerin reddine;
KARAR VERMİŞTİR.
İşbu karar Fransızca olarak hazırlanmış ve AİHM’nin iç tüzüğünün 77 §§ 2. ve 3. maddelerine uygun olarak 25 Nisan 2006 tarihinde yazıyla bildirilmiştir.
Benzer İçtihatlar:
AİHM Mevlüt Aka/Türkiye Davası Kararı
AİHM Alataş ve Kalkan/Türkiye Davası Kararı
AİHM Topakgöz/Türkiye Davası Kararı
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2017/17121 K: 2019/604 T: 21.01.2019
AİHM Topakgöz/Türkiye Davası Kararı
Başvuru No: 76481/01; Karar Tarihi : 13 Haziran 2006, Strazburg
OLAYLAR
Karayolları Genel Müdürlüğü (İdare), 1992 yılında İskenderun’da otoyol inşaatı için başvurana ait arsayı kamulaştırmıştır.
Ödenen tutar üzerinde anlaşmazlık doğunca başvuran, İskenderun Asliye Hukuk Mahkemesi’ne kamulaştırma bedelinin artırılması talebiyle başvuruda bulunmuştur.
İskenderun Asliye Hukuk Mahkemesi, 30 Kasım 1998 tarihli kararla Topakgöz’ü haklı bulmuş ve malın İdare’ye devredildiği tarihten itibaren işlemeye başlayan yıllık % 50 oranında gecikme faizi ile birlikte 2.610.000.000 TL ek kamulaştırma bedelinin başvurana ödenmesine karar vermiştir.
Yargıtay, 12 Nisan 1999 tarihli kararla bu kararı onamıştır.
Faizle birlikte o tarihte 7.568.550.000, TL olan ek kamulaştırma bedeli, başvurana 9 Ağustos 2000 tarihinde ödenmiştir.
HUKUK AÇISINDAN
I. 1 NO’LU PROTOKOL’ÜN 1. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI HAKKINDA
Başvuran, 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesinin iki açıdan ihlal edildiğini iddia etmektedir. Başvuran ilk olarak, 1992 yılında belirlenen ilk tazminatın, arsanın mülkiyeti Devlet’e geçtikten sonra, 1996 yılında ödendiğine dikkati çekmektedir. Başvuran son olarak, daha sonraki yargılama sonucunda karar verilen ek tazminatın ödenmesindeki gecikmeyi dile getirmektedir. Bu konuda, daha önceki ödemedeki gecikme dolayısıyla herhangi bir gecikme faizinin ödenmemesi ve Türkiye’deki yüksek enflasyon oranına göre verilen faizlerin yetersiz olması nedeniyle gecikmenin telafi edilmediğini savunmaktadır.
A. Kabuledilebilirlik Hakkında
AİHM, şikayetin ilk kısmı konusunda başvuranın kamulaştırma kararının tapu sicil kaydına işlenmesinden sonra geçen ilk dört sene boyunca herhangi bir zarara uğradığını ortaya koyma durumunda olmadığını not etmektedir. Her ne olursa olsun, ulusal mahkemeler önünde şikayetini ileri sürmek için başvuran tarafından hiçbir adım atılmadığından dolayı, şikayetin bu kısmı iç hukuk yollarının tüketilmemesi gerekçesine ters düşmemektedir. Dolayısıyla AİHM, davayı sadece ek tazminatın ödenmesindeki gecikmeye ilişkin şikayet açısından inceleyecektir.
Bu bağlamda Hükümet, iç hukuk yollarının tüketilmemesini ileri sürmektedir. Başvuran, ne şikayetini ulusal mahkemeler önünde dile getirmiş ne de Borçlar Kanunu’nun 105. maddesinin sunduğu hukuk yolunu kullanmıştır.
Başvuran bu savlara itiraz etmektedir.
AİHM, başvuranın şikayetlerine benzer şikayetler konusunda, teoride varolan tek başvuru yolunun Borçlar Kanunu’nun 105. maddesi olduğunu kabul etmektedir. Ancak AİHM’yi sözkonusu başvuru yolunun etkili olmadığı sonucuna varmaya iten gerekçelerden dolayı (Aka-Türkiye kararı), bu bağlamda yapılan itiraz reddedilmelidir.
AİHM, içtihadından çıkan kriterler ışığında (Bkz. özellikle Akkuş kararı) ve elinde bulunan unsurları gözönünde bulundurarak, şikayetin bu kısmının esastan incelenmesi gerektiğine kanaat getirmektedir. Sonuç itibariyle AİHM, başvurunun hiçbir kabul edilemezlik gerekçesiyle çelişmediğini tespit etmektedir.
B. Esas Hakkında
AİHM, daha önce bu davanınkine benzer soruları gündeme getiren başka davaları da incelemiş ve 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesinin ihlal edildiği sonucuna varmıştır (Bkz. Akkuş kararı ve Aka kararı).
AİHM, mevcut davayı incelemiş ve Hükümet’in davayı farklı şekilde sonuçlandıracak hiçbir tespit ve delil sunmadığına kanaat getirmektedir. Ulusal mahkemelerin kararına göre kamulaştırmayı yapan İdare tarafından başvurana verilmesi gereken ek tazminatın ödenmesindeki gecikme, başvuranı, mülkünün kamulaştırılmasına ilaveten ayrı bir zarara daha sokmuştur. Sözkonusu davanın toplam fiili süresine eklenen bu gecikme, AİHM’yi, başvuranın toplum yararının gerektirdikleri ile mülkiyet hakkına saygının korunması arasında hüküm sürmesi gereken adil dengeyi bozan alışılmışın dışında ve ölçüsüz bir yüke katlanmak zorunda kaldığı yönünde düşünmeye sevk etmektedir.
Sonuç olarak, 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesi ihlal edilmiştir.
II. AİHS’NİN 6. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI HAKKINDA
Başvuran, 1992 yılında kamulaştırma kararının tapu sicil kaydına işlenmesiyle başlayan ve 2000 yılının Ağustos ayında ek tazminatın ödenmesiyle son bulan kamulaştırma işlemi süresinin, AİHS’nin 6§1 maddesini ihlal etmesinden şikayetçi olmaktadır.
AİHM, bu şikayetin AİHS’nin 35§3 maddesi uyarınca açıkça dayanaktan yoksun olduğunun söylenemeyeceğine kanaat getirmektedir. Başka hiçbir kabul edilemezlik gerekçesi bulunmamaktadır. Ancak, AİHM 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesi alanında vardığı sonucu gözönüne alarak, ivedilik sorununu 6§1 maddesi açısından da yeniden incelemeye gerek olmadığına kanaat getirmektedir.
III. AİHS’NİN 41. MADDESİNİN UYGULANMASI HAKKINDA
A. Tazminat, Masraf ve Harcamalar
Başvuran, 9 Aralık 2003 tarihli yazılı görüşlerinde, başvurusunda daha önce dile getirdiği iddialarını yinelemektedir. Böylece 2.994 Amerikan Doları tutarındaki maddi zararının karşılanması gerektiğini ileri sürmektedir.
Buna karşın başvuran, başvuru formunda, rakam belirtmeksizin manevi zararının ve AİHM ile ulusal mahkemeler önünde yaptığı masraf ve harcamalarının da karşılanmasını istemiştir.
AİHM, Akkuş kararında benimsenen hesaplama yöntemini gözönünde bulundurarak ve ilgili ekonomik veriler ışığında, başvurana maddi tazminat adı altında istenilen 2.994 Dolar’ın yani 2.344 Euro’nun ödenmesine karar vermiştir.
AİHM, manevi zarar için, dava koşullarında, ihlal tespitinin yeterli adil tazmin oluşturduğuna kanaat getirmektedir.
AİHM, masraf ve harcamalar konusunda, AİHS’nin 41. maddesi bakımından yalnızca gerçekten yapıldığı ve makul tutarda olduğu ortaya konulan masrafların ödendiğini hatırlatmaktadır (Bkz. diğerleri arasında Nikolova-Bulgaristan).
Bu durumda, talebi belgelerle ortaya konulmamış olsa da, AİHM İçtüzüğü’nün 60. maddesi gereğince yapılan bütün masraflar için başvurana 1.000 Euro ödenmesinin uygun olacağına kanaat getirmektedir.
C. Gecikme faizi
AİHM, Avrupa Merkez Bankası’nın marjinal kredi kolaylıklarına uyguladığı faiz oranına 3 puanlık bir artışın ekleneceğini belirtmektedir.
BU GEREKÇELERE DAYALI OLARAK AİHM OYBİRLİĞİYLE,
1. 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesine göre ek tazminatın geç ödenmesine ilişkin yapılan şikayet ve AİHS’nin 6§1 maddesine göre yapılan şikayetin kabuledilebilir olduğuna;
2. Başvurunun geri kalan kısmının kabuledilemez olduğuna;
3. 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesinin ihlal edildiğine;
4. AİHS’nin 6§1 maddesine göre yapılan şikayetin esasını ayrıca incelemeye gerek olmadığına;
5. İhlal sonucunun manevi zarar için tek başına adil tazmin oluşturduğuna;
6. a) AİHS’nin 44§2 maddesi uyarınca, kararın kesinleştiği tarihten itibaren üç ay içinde, ödeme tarihindeki döviz kuru üzerinden Yeni Türk Lirası’na çevrilmek üzere ve Savunmacı Hükümet tarafından başvurana;
i. maddi tazminat için 2.344 (iki bin üç yüz kırk dört) Euro;
ii. masraf ve harcamalar için 1.000 (bin) Euro;
iii. miktara yansıtılabilecek her türlü vergiden muaf tutularak ödenmesine,
b) Sözkonusu sürenin bittiği tarihten itibaren ödemenin yapılmasına kadar, Hükümet’in, Avrupa Merkez Bankası’nın o dönem için geçerli olan faiz oranının üç puan fazlasına eşit oranda faiz uygulanmasına;
7. Adil tazmine ilişkin diğer taleplerin reddine;
KARAR VERMİŞTİR.
İşbu karar Fransızca olarak hazırlanmış ve AİHM İçtüzüğü’nün 77§§ 2 ve 3 maddesine uygun olarak 13 Haziran 2006 tarihinde yazılı olarak tebliğ edilmiştir.
Benzer İçtihatlar:
AİHM Mevlüt Aka/Türkiye Davası Kararı
AİHM Alataş ve Kalkan/Türkiye Davası Kararı
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/588 K: 2003/753 T: 10.12.2003
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/2572 K: 2005/4492 T: 02.05.2005
AİHM Alataş ve Kalkan/Türkiye Davası Kararı
Başvuru No: 57642/00; Karar Tarihi : 11 Ekim 2005, Strazburg
OLAYLAR
Karayolları Genel Müdürlüğü (KGM) 1993 tarihinde başvuranlara ait İskenderun’da bulunan araziyi çevre yolu yapımı dolayısıyla istimlak etmiştir.
Belirlenen kamulaştırma bedeli 17 Temmuz 1996 tarihinde başvuranlara ödenmiştir. Başvuranlar ödenen miktarın yetersiz olduğu gerekçesiyle ek bedel istemiyle İskenderun Asliye Hukuk Mahkemesi’ne başvurmuşlardır.
Asliye Hukuk Mahkemesi 29 Aralık 1997 tarihli bir kararla, KGM’nin kamulaştırma tarihi olan 17 Temmuz 1996 tarihinden itibaren hesaplanacak yıllık % 30’luk yasal faiz oranıyla birlikte başvuranlara toplam 5.954.751.000 TL. ek bedel ödenmesini kararlaştırmıştır.
Yargıtay, İlk derece mahkemesinin kararını 29 Haziran 1998 tarihinde onamıştır.
Yasal faiz oranıyla birlikte ek bedel başvuranlara 11 Kasım 1999 tarihinde ödenmiş, bu miktar 14.344.980.000 TL.’ye yükselmiştir.
HUKUKA DAİR
I. EK 1 NO’LU PROTOKOL’ÜN 1. MADDESİ’NİN İHLAL EDİLMESİNE DAİR
Başvuranlar, Ek 1 no’lu Protokol’ün 1. maddesinin ihlal edildiğini ileri sürmektedirler.
A. Tarafların görüşleri
Hükümet ilk olarak AİHM’den altı ay kuralına uyulmadığı gerekçesiyle AİHS’nin 35. maddesine uygun olarak başvuruyu reddetmesi talebinde bulunmaktadır. Bu sürenin başlangıcı dies a quo Yargıtay’ın kamulaştırıcı idarenin yaptığı başvuruyu reddederek Asliye Hukuk Mahkemesi’nin kararını nihai olarak onadığı 29 Haziran 1998 tarihidir. Oysa başvuranlar iç hukuktaki nihai kararın ardından altı aydan fazla bir süre sonra 19 Nisan 2000 tarihinde AİHM’ye başvuruda bulunmuştur.
Hükümet ayrıca, AİHS’nin 35. maddesi çerçevesinde başvuranların iç hukuk yollarını tam olarak tüketmediklerini ve Borçlar Kanunu’nun 105. maddesini kullanmadıklarını savunmaktadır.
Başvuranlar, Hükümetin ilk itirazına karşı çıkmışlar fakat ikincisi ile ilgili görüş bildirmeyerek itirazlarını iki aşamada yinelemişlerdir.
Başvuranlar öncelikli olarak, 1993 yılında belirlenen önceki kamulaştırma bedelinin kendilerine sözkonusu arazinin tam olarak Devlet adına temlik edildiği 1996 tarihinden sonra ödendiğini ileri sürmektedirler.
İkinci olarak, ek kamulaştırma bedelinin geç ödendiğini öne sürmektedirler.
Başvuranlar, ilk aşamadaki ödemeye ilişkin yasal faiz uygulanmaması ve ikinci aşamada ise Türkiye’deki yüksek enflasyon oranı karşısında ödenen ek bedelin yetersiz kalması nedeniyle bahse konu gecikmelerin giderilmediğini iddia etmektedirler.
B. AİHM’nin değerlendirmesi
1. Kabuledilebilirliğe ilişkin
Altı ay kuralı ile ilgili olarak AİHM, yapılan şikayetin esasını, ek kamulaştırma bedelinin İdare tarafından geç ödenmesinin ve bunun sonucu olarak başvuranların zarara uğramalarının oluşturduğunu hatırlatmaktadır.
Fakat, başvuranlar tarafından bu yönde yapılacak bir şikayet için AİHM’nin şu ana dek makul olarak kabul ettiği süre Yargıtay kararından itibaren üç aydır (Bkz. sözü edilen Akkuş kararı, s. 1311, § 35). Bu nedenle, şikayetin her halükârda, ihlali oluşturan eylemi sona erdiren ve iç hukuk mercilerinin verilmesine hükmettiği miktarın ödenmesinden itibaren altı ay içinde AİHS organlarına yapılması gerekirdi.
AİHM, altı ay süresinin başlangıcı olarak dies a quo İdare tarafından ödemenin yapıldığı 11 Kasım 1999 tarihini dikkate almaktadır. Başvuranlar 19 Nisan 2000 tarihinde Komisyon’a başvuruda bulunarak AİHS’nin 35. maddesinde öngörülen gerekliliği yerine getirmişlerdir.
İç hukuk yollarının tüketilmediği hususu ile ilgili olarak AİHM, benzer itirazın daha önce Aka (sözü edilen karar, s. 2678-2679, §§ 34-37) kararında reddedildiğini hatırlatmaktadır.
Mevcut başvuruda bu neticeyi değiştirecek hiçbir gerekçe yer almamaktadır.
O halde, Hükümetin yapmış olduğu itirazlar kabul görmemektedir.
Başvuranların şikayetlerinin ilk bölümü ile ilgili olarak AİHM, başvuranların taşınmazın kamulaştırılarak tapu siciline kaydedilmesi kararının ardından süren üç yıl boyunca orantısız zarara uğradıklarını ispat etme durumunda olmadıklarına itibar etmektedir. Bununla birlikte, bu tescil ile başvuranların reel hakları kısıtlansa da adı geçenler bu süreç boyunca taşınmazdan yararlanmayı sürdürmüşlerdir. Bu kısıtlamanın taşınmazın satışını engellediği ve gelir kaybına yol açtığı farz edilse dahi, başvuranların ulusal yetkililer nezdinde gelir kaybına uğradıklarını dile getirecekleri hiçbir adımı atmamaları doğrultusunda iç hukuk yolları tüketilmemiştir.
Bu gerekçeyle şikayetin bu kısmı kabuledilemez bulunmaktadır.
Ek bedelin geç ödenmesi nedeniyle gelir kaybına uğranıldığı iddiası ile ilgili olarak AİHM, mahkemenin bu yöndeki yerleşik içtihatları (Bkz. özellikle Akkuş kararı) ve sunulan unsurlar ışığında, bu şikayetin esastan incelenmesi gerektiğini ifade etmektedir. Şikayetin bu bölümünün kabuledilemez bulunması için hiçbir gerekçe tespit edilmemiştir.
B. Esas hakkında
AİHM, daha önceki kararlarda benzer şikayetlerin dile getirildiğini ve bunların Ek 1 no’lu Protokolün 1. maddesinin ihlali ile sonuçlandığını dile getirmektedir (Bkz. sözü edilen Akkuş kararı, s. 1317, §§ 30-31, ve Aka kararı, s. 2682, §§ 50-51).
AİHM, mevcut davada Hükümetin davanın seyrini farklı şekilde sonuçlandıracak hiçbir tespiti ve delili sunmadığını incelemektedir. Mahkeme, yerel merciler tarafından ek istimlak bedelinin geç ödenmesi hususunun mülkiyet sahibinin gelir kaybına neden olan idareye yükleneceği tespitini yapmaktadır. Bu gecikme sözkonusu sürecin etkinliğini daha da artırmıştır ki bu durumda AİHM, kamu yararının zarureti ve mülkiyet haklarının korunması arasındaki dengeyi bozacak şekilde başvuranların gereğinden fazla yük altında kaldığı görüşündedir.
Sonuç olarak Ek 1 no’lu Protokol’ün 1. maddesi ihlal edilmiştir.
II. AİHS’NİN 6 § 1 MADDESİ’NİN İHLAL EDİLMESİ HAKKINDA
Başvuranlar, 1993 tarihinde tapu siciline kaydedilmesi ile başlayan ve Kasım 1999 tarihinde ek bedelin ödenmesi ile sona eren kamulaştırma sürecinin uzunluğundan şikayetçi olmakta ve AİHS’nin 6 § 1. maddesini ileri sürmektedirler.
Hükümet bu sürecin ek kamulaştırma bedeli istemiyle 8 Ağustos 1996 tarihinde açılan dava ile başladığını ve 29 Haziran 1998 tarihinde Yargıtay kararı ile sona erdiğini, bu sürenin makul olduğunu ifade etmektedir. Hükümet ayrıca bu gecikmenin ulusal mercilere yüklenemeyeceğinin altını çizmektedir.
AİHM, bu şikayetin 35. madde uyarınca kabuledilemez bulunması için hiçbir gerekçe olmamasına karşın, Ek 1 no’lu Protokol’ün 1. maddesi çerçevesinde alınan sonuç ışığında AİHS’nin 6 § 1. maddesi çerçevesinde ayrıca incelenmesini gerekli görmemektedir.
III. AİHS’NİN 41. MADDESİ’NİN UYGULANMASI
A. Maddi zarar ve masraf ve harcamalar
Başvuranlar 7.504 Amerikan Doları, yaklaşık 6.177 Euro’ya yükselen maddi zarara uğradıklarını ileri sürmektedirler.
Başvuranlar masraf ve harcamalara ilişkin görüş bildirmemişlerdir.
Buna karşın, rakam belirtmeksizin uğradıkları manevi zararın tazminini ve iç hukukta ve AİHM yetkili organları nezdinde yapmış oldukları yargı giderlerinin karşılanmasını talep etmişlerdir.
AİHM, Akkuş kararında (sözü edilen, s. 1311, §§ 35-36 ve 39) belirlenen ilgili ekonomik hesaplama yöntemini dikkate alarak ve ilgili ekonomik veriler ışığında, başvuranlara birlikte talep ettikleri miktara karşılık gelen 6.177 Euro’nun ödenmesini kararlaştırmıştır.
Manevi zararla ilgili olarak AİHM, ihlal kararının tespitinin başlı başına bir adil tazmini oluşturduğu kanısındadır.
AİHM masraf ve harcamalarla ilgili olarak, AİHS’nin 41. maddesi uyarınca yalnızca gerçekliği ve gerekliliği ispat edilen makul orandaki miktarların ödendiğini hatırlatmaktadır (Bkz. Nikolova-Bulgaristan kararı no: 31195/96, § 79, AİHM 1999-II).
Başvuranların hiçbir rakam telaffuz etmemelerine karşın, Ulusal yargı önünde ve Strazburg’ta yapmış oldukları temsil giderlerinin bulunduğunu kabul etmek gerekir.
Bu nedenle, AİHM başvuranlara tüm masraf ve harcamalar için 1.000 Euro ödenmesini kararlaştırmıştır.
C. Gecikme Faizi
AİHM, Avrupa Merkez Bankası’nın marjinal kredi kolaylıklarına uyguladığı faiz oranına 3 puanlık bir artışın ekleneceğini belirtmektedir.
BU GEREKÇELERE DAYALI OLARAK, AİHM, OYBİRLİĞİYLE,
1. İlk belirlenen ek kamulaştırma bedelinin ödenmesindeki gecikme ile Ek 1 no’lu Protokol’ün 1. maddesinin ihlal edildiği şikayetinin kabuledilemez olduğuna;
2. Başvurunun kalan kısmının kabuledilebilir olduğuna;
3. Ek kamulaştırma bedelinin geç ödenmesi nedeniyle Ek 1 no’lu Protokol’ün 1. maddesinin ihlal edildiğine;
4. AİHS’nin 6§1. maddesine yönelik şikayetin ayrıca incelenmesine gerek olmadığına;
5. Mevcut kararın manevi zarar için tek başına adil bir tazmini oluşturduğuna;
6. a) AİHS’nin 44 § 2. maddesi gereğince kararın kesinleştiği tarihten itibaren üç ay içinde, ödeme tarihindeki döviz kuru üzerinden Y.T: L.’ye çevrilmek üzere Savunmacı Hükümetin başvuranlara birlikte;
i.maddi zarar için 6.177 (altı bin yüz yetmiş yedi) Euro;
ii.masraf ve harcamalara ilişkin 1.000 (bin) Euro ödemesine;
iii.belirtilen tüm tutarların her türlü vergiden muaf tutulmasına;
b) Sözkonusu sürenin bittiği tarihten itibaren ve ödemenin yapılmasına kadar, Avrupa Merkez Bankasının o dönem için geçerli faizinin üç puan fazlasına eşit oranda basit faizin uygulanmasına;
7. Adil tazmine ilişkin diğer taleplerin reddine;
KARAR VERMİŞTİR.
İşbu karar Fransızca olarak hazırlanmış ve AİHM’nin iç tüzüğünün 77 §§ 2. ve 3. maddelerine uygun olarak 11 Ekim 2005 tarihinde yazıyla bildirilmiştir.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2017/17121 K: 2019/604 T: 21.01.2019
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2003/3459 K: 2003/4151 T: 20.05.2003
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2002/8869 K: 2002/11638 T: 25.11.2002
AİHM Özdemir ve Diğerleri/Türkiye Davası Kararı
AİHM Mevlüt Aka/Türkiye Davası Kararı
Başvuru No: 107/1997/891/1103, Karar T: 23 Eylül 1998, Strazburg
USULİ İŞLEMLER
1. Dava, 30 Ekim 1997 tarihinde, Sözleşmenin 47. Maddesi, ve 32. Maddesinin 1. Fıkrası’nda öngörülen üç aylık süre içerisinde, Mahkeme tarafından Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na (“Komisyon”) sunulmuştur. Dava, Türk vatandaşı olan Sn Mevlüt Aka’nın 15 Ağustos 1991 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti aleyhine Komisyon’a yapmış olduğu başvuruya (no. 19639/92) dayanmaktadır.
Komisyon’un talebi 44. Madde ve 48. Maddenin (a) bendi ile Mahkeme A İçtüzüğünün 32. maddesine yöneliktir. Talebin amacı 1 no’lu Protokol’ün 1. Maddesi kapsamında muhatap Devletin yükümlülüklerini ihlal edip etmediğine dair bir karara varılmasını sağlamaktır.
2. Mahkemenin A İçtüzüğü’nün 33. maddesi’nin 3. Fıkrasının (d) bendi uyarınca yapılan soruşturmaya cevaben, Ankara Baro’su üyesi ve başvuranın avukatı Sn. K: Berzeg, 28 Kasım 1997 tarihinde Sekreterya’ya Sn. Mevlüt Aka’nın vefat ettiğini ve dul eşi Sn. Şefika Aka ve çocuklarının takibatları onun adına sürdürmek ve Sn. Berzeg tarafından temsil edilmek istediklerini (Madde 30) bildirmiştir.
3. 20 Ocak 1998 tarihinde Başkan tarafından Sn. Berzeg’e Mahkeme huzurunda yapılacak yazılı takibatlarda Türkçe’yi kullanma izni, başvurana ise yasal yardım verilmiştir (27. Maddenin 3. Fıkrası ve Ek’in 4. Maddesi).
4. Oluşturulan heyet içerisinde Türk vatandaşı olan Sn. F. Gölcüklü (Sözleşmenin 43. Maddesi) ve mahkemenin o zamanki başkan yardımcısı Sn. R. Bernhardt (İçtüzük 21. madde 4. Fıkra (b) bendi) vardır. 31 Ocak 1998 tarihinde, Sekreter’in huzurunda, Sn. Bernhardt diğer yedi üyenin isimlerini kura ile belirlemiştir; bu üyeler şunlardır: Sn. F. Matscher, Sn. N. Valticos, Sn. A.N. Loizou, Sir John Freeland, Sn. A.B. Baka, Sn. K: Jungwiert ve Sn. V. Toumanov (Sözleşmenin 43. Maddesi ve İçtüzük 21. Madde, 5. Fıkra).
5. Heyet Başkanı olarak (İçtüzük 21. Madde, 6. Fıkra), Sn. Bernhardt, Sekreterya kanalıyla takibatların düzenlenmesi hususunda (İçtüzük 37. Madde, 1. Fıkra ve İçtüzük 38. Madde) Türk Hükümeti Temsilcisi’ne (“Hükümet”), başvuranın avukatına ve Komisyon Delegesi Sn. Ş. Gözübüyük’e danışmıştır. Sonuç olarak verilen talimatlar sonrasında, Sekreter başvuranın görüşünü ve ona bağlı ekleri 3, 6 ve 28 Nisan 1998 tarihlerinde, Hükümet’in görüşünü ise 17 Nisan 1998 tarihinde almıştır. 15 Mayıs tarihinde başvuran, Hükümet’in görüşüne cevaben bir görüş sunmuştur.
6. Daha sonra, Mahkeme Başkan Yardımcısı seçilen Sn. Thor Vilhjalmsson, Mahkeme Başkanı seçilen Sn. Bernhardt’ın yerini Heyet Başkanı olarak almıştır (İçtüzük 21 6. Fıkra ve İçtüzük 24. Madde 1. Fıkra).
7. 1 Temmuz 1998 tarihinde, olağan usule ilişkin esasların tamamlandığı hususunda tatmin olarak davaya bir oturumla başlanmasına karar vermiştir (İçtüzük 26. ve 38. Madde).
DAVA ESASLARI
I. DAVA KONUSU OLAYLAR
8. Başvuran Türk vatandaşıdır ve 1930 doğumludur. Söz konusu zamanda Vezirköprü köyünde yaşamaktadır (Sinop ilinin – Durağan ilçesi).
9. 1987 yılının Eylül ayı başlarında baraj inşaatından sorumlu Devlet kurumu Devlet Su İşleri (“DSİ”) başvuranın Gökdoğan köyündeki (Sinop) iki arsasını istimlak etmiştir.
Kızılırmak vadisinde Altınkaya hidroelektrik santralının inşa edilmesinden sonra ürün yetiştirmek için kullanılan arsayı sel basmıştır; bu durumdan 3000’den fazla aile etkilenmiştir.
10. Arsanın tapusu 4 Eylül 1987 tarihinde yetkililere devredildikten sonra, DSİ başvurana iki arsa için toplam 4.370.962 Türk Lirası (sırasıyla 1.380.000 TL ve 2.990.962 TL) ödemiştir.
11. 2 Ekim 1987 tarihinde başvuran, her iki arsanın da istimlakine ilişkin olarak, Durağan Ceza Mahkemesi’nde artırılmış tazminat için dava açmıştır. Dava numaraları 87/2837 ve 87/2828’dir.
12. Takibat sırasında, mahkeme istimlak yetkililerinin belirledikleri miktarların doğru olup olmadığının değerlendirilmesi için bilirkişiler tarafından iki tane yerinde inceleme yapılması emrini vermiştir. İki bilirkişi heyeti değerlendirmelerini yaparken 2942 Sayılı Kanun’da istimlak kurallarına ilişkin olarak öngörülen kriterleri göz önünde bulundurmuşlardır. Ancak aynı hesap yöntemlerini kullanmadıkları için sonuçlar değişik çıkmıştır; iki incelemenin sonucu da DSİ tarafından istimlak için ödenen miktardan yüksektir.
Taraflarca üçüncü bir değer biçmenin yapılmasına ilişkin olarak yapılan başvuru reddedilmiştir, çünkü Mahkeme yapılan incelemelerin yasalar tarafından belirlenmiş gerekliliklere uygun kriterlere dayandırıldığı ve davaya ilişkin karar verilmesi için yeterli materyalleri içerdiği kanaatindedir.
13. Bir sonraki aşamada başvuran yazılı olarak, uzmanlar tarafından biçilen değerlerden düşük olanını kabul ettiğini bildirmiştir. Ceza mahkemesi bu hususu dikkate almış ve söz konusu tutarın başvurana verilmesi kararını vermiştir.
14. 87/2837 sayılı davada, Mahkeme 22 Haziran 1989 tarihinde DSİ’nin istimlak için ek tazminat olarak 3.089.130 Türk Lirası ödemesine karar vermiştir. 87/2828 sayılı davada ise 10 Mayıs 1990 tarihinde başvurana ek tazminat olarak 3.895.692 TL ödenmesini kararlaştırmıştır. Bu tutarlar 4 Eylül 1987 tarihinden itibaren her yıl için, yasalar tarafından belirlenmiş %30 oranında gecikme faizini de içermektedir (bkz. yukarıda paragraf 10).
15. Yargıtay, sırasıyla 17 Eylül 1990 ve 6 Eylül 1991 tarihlerinde bu kararları onaylamıştır.
16. 87/2837 sayılı davada verilen ek tazminat 30 Ocak 1992 tarihinde başvurana ödenmiştir. Ödenen bu tazminat tutarı 7.097.276 TL olup, bunun 4.008.114 TL’lık kısmı Aralık 1991’e kadar hesaplanan gecikme faizleridir.
87/2828 sayılı davada başvuran 7 Ocak 1993 tarihinde 10.116.692 TL’sı almıştır, bu miktarın 6.221.000 TL’sı Aralık 1992 tarihine kadar olan gecikme faizidir.
II. İLGİLİ İÇ HUKUK
A. Anayasa
17. Anayasa’nın istimlaklere ilişkin 46. Madde’sinin ilgili bölümleri şu hususları öngörmektedir:
“…Kamulaştırma bedeli, nakden ve peşin olarak ödenir. Ancak … Kanunun taksitle ödemeyi öngörebileceği bu hallerde, … peşin ödenmeyen kısım Devlet borçları için öngörülen en yüksek faiz haddine bağlanır….
Söz konusu tarihte, Devlete olan borçlar üzerinden ödenen gecikme faizi aylık %7’dir (yıllık %84) (Devlete olan borçların toplanmasına ilişkin 6183 Sayılı Kanun’un 51. Maddesi ve 89/14915 Sayılı Bakanlar Kurulu Kararı)
B. 4 Aralık 1984 tarihli 3095 Sayılı Kanun
18. 3095 Sayılı Kanun uyarınca vadesi geçmiş Devlet borçlarından alınacak faiz oranı yıllık %30’dur.
C. Borçlar Kanunu
19. Borçlar Kanunu’nun (BK) 105. Maddesi şunları öngörmektedir:
“… Alacaklının düçar olduğu zarar geçmiş günler faizinden fazla olduğu surette borçlu kendisine hiç bir kusur isnat edilemiyeceğini ispat etmedikçe bu zararı dahi tazmin ile mükelleftir.
Bu munzam zarar derhal takdir olunabilirse hakim, esasa dair karar verir iken bu zararın miktarını dahi tayin edebilir.”
Uygulamada, bu hüküm kapsamında tazminat talep edilebilecek kayıp, borcun ödenmesi gereken tarih ile ödendiği tarih arasında geçen zamandan dolayı ortaya çıkan kayıptır.
D. Yargıtay İçtihatları
20. 3 Haziran 1991 tarihinde istimlakler için tazminata ilişkin davalarda yetkili olan Yargıtay (Yargıtay 5. Hukuk Dairesi) aşağıdaki karara varmıştır:
“Alacaklılar borcun geç ödenmesine ilişkin tazmin edilmeleri yasalarla belirlenmiş faizlerle yapılır. Alacaklılar, yürütme tedbirlerine başvururken, kendilerine ödenecek miktar artı faiz de talep edebilecekleri için başka bir tazminat talep etme hakları yoktur; buna bağlı olarak, enflasyon oranının yüksek olmasına dayanarak alacaklıların talebini verme kararı asılsızdır…”
Hükümet, aynı daire tarafından verilen diğer bir karara da değinmiştir (22 Ekim 1996 tarihli karar no. 96/13828); bu kararda Yargıtay Borçlar Kanunu’nun 105. Maddesi kapsamında tazminat başvurusu yapılmasına müsaade etmiştir. Karar, yetkililerin ödemeye yetkileri olmadığı bir tutarı ödemede gecikmelerinden doğan ek tazminat iddiasıyla ilgilidir. Ancak anılan davadaki talepler, davacının ödemekle yükümlü olduğu varsayılan miktarın ödenmesi için bir mevduat hesabını vadesinden önce kapatması ve böylece faiz kaybına maruz bırakılması gerçeğine dayanmaktadır.
Bununla birlikte, Yargıtay’ın ve özellikle de on üçüncü Dairesinin (bkz. 95/267 ve 96/9985 nolu kararlar) istimlakle ilgili olmayan davalardaki uygulamaları özel kişiler arasındaki uzlaşmazlıklarda Borçlar Kanunu’nun 105. Maddesi kapsamında bu tür kayıplar için tazminatlara müsaade etmektedir. Bu noktada, emsal davanın tutarlılığını sağlamaktan sorumlu Yargıtay başkanlık komitelerinin, farklı daireleri tarafından verilen kararlar arasındaki farklılıklara dayanarak temyiz başvurularını reddettiği göz önünde bulundurulmalıdır. Çünkü bu komiteler, bir dava hakkında karar verilirken ilgili gerçeklerin dikkate alındığı, bu sebepten dolayı da kararların birbirine uyumlu hale sokulmasının gerekmediği kanaatindedir.
21. 23 Şubat 1994 tarihli bir kararda Yargıtay, aşağıdaki hususları kabul ederek ilk defa olarak enflasyonun ters etkileri üzerine karar vermiştir:
“Ülkede enflasyon oranı %30’ların üstündeyken 3095 Sayılı Kanun onaylanmış ve yürürlüğe girmiştir. Bu gerçeğe rağmen, mevzuat gecikme faiz oranını %30 olarak belirlemiştir. Mevcut davada, bu sebepten dolayı, banka mevduatları üzerinden ödenecek faizin kabul edilebileceği hatalı görüşünden hareketle, %30’u aşan bir faiz oranı vermek yasal olmamaktadır.”
22. 16 Haziran 1996 tarihinde Yargıtay bir diğer kararında enflasyon oranı sonucunda ortaya çıkan kayıplara ilişkin taleplerde Borçlar Kanunu’nun 105. Maddesi’nin (bkz. yukarıda paragraf 19) uygulanabilirliği hususuna ilişkin olarak aşağıdaki kararı vermiştir:
“..3095 Sayılı Kanun’da öngörülen faiz oranı… kaybın kanıtlanmasına gerek duyulmaksızın zarar için götürü tazminat içermektedir… Temerrüt faizi (ödemede gecikme faizi) ülkenin yaşadığı ekonomik problemlerin (enflasyon, parasal erozyon…) ışığı altında yasalar tarafından belirlenir, aynı faktörleri (enflasyon, parasal erozyon…) Borçlar Kanunu’nun 105. Maddesi’nde öngörülen ek kayıplar için açık kanıt olarak göstermek veya ortaya çıkan dezavantajların görülen zararı da içerdiğini belirtmek imkansızdır. Aksi takdirde, yasama meclisinin dezavantajlara yönelik tazminatın %30 olması kararı herhangi bir anlam taşımayacaktır. Eğer yasama meclisi, tüm ekonomik problemlere ilişkin olarak, Anayasa tarafından kendisine verilen yasama gücünü kullanarak bu problemlerden doğan kayba yönelik tazminat oranını belirlemiş olsaydı, yasama meclisinin değerlendirmesinin asılsız olduğu görüşüne dayanılarak zarar için ödenecek tazminatın %30 yerine %60 veya %70 üzerinden ödenmesi kabul edilemezdi. … Ülkenin şu andaki ekonomisi üzerinde önemli etkileri olan enflasyonun 3095 Sayılı Kanun’da … öngörülen %30 oranını aştığını ve bunun sonucunda da alacaklının geç ödemeden doğan kaybının telafi edilmediği açıktır. Ancak, yasada öngörülen %30 oranını aştığı sürece, söz konusu kayıp Borçlar Kanunu’nun 105. Maddesi kapsamına alınamaz… Yasama gücünü kullandıktan sonra yasama meclisi kaybın %30’lara vardığı kanaatında olduğu için, enflasyonun %30’ları aştığı gerekçesiyle daha yüksek bir kayıp oranı uygulayan adli bir karar yasama meclisinin salahiyetine tecavüz etmek anlamına gelmektedir…”
23. Uygulamada, söz konusu mahkemeler daha önce Yargıtay tarafından ele alınan benzer konularda karar verirken yukarıda bahsedilen kararları dikkate almalıdırlar. E: Ekonomik faktörler
24. Ocak 1992 ve 1993’te ABD dolarının ortalama kur oranları, Türkiye Merkez Bankası tarafından belirlenen kur oranlarına göre, sırasıyla 5.332,59 TL ve 8.771,80 TL’ydi.
25. Türkiye’deki enflasyonun etkileri, Devlet İstatistik Enstitüsü’nün yayınladığı perakende fiyat endeksi listesinde açıkça görülmektedir. Söz konusu listeye göre, Eylül ve Ekim 1987 ayları (istimlak edilen arsaların tapusu yetkililere devredildiğinde ve takibatlar Durağan Asliye Mahkemesi’nde başladığında – bkz. yukarıda paragraf 10-11) için taban endeks 100 olarak kabul edilirse, Ocak 1992 (87/2837 nolu davada ek tazminatın ödendiği tarih – bkz. yukarıda paragraf 16) itibariyle enflasyon endeksi 1006,06’ya; Ocak 1993 itibariyle ise (87/2828 nolu davada ek tazminatın ödendiği tarih – bkz. yukarıda paragraf 16) 1783,48’e yükselmiştir.
KOMİSYON HUZURUNDAKİ TAKİBATLAR
26. Sn. Aka, Komisyon’a 15 Ağustos 1991 tarihinde başvurmuştur. Durağan Asliye Mahkemesi tarafından verilen ek tazminatın ve ona bağlı gecikme faizinin yeterli olmaması nedeniyle mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikayetçi olarak başvurusunu 1 No’lu Protokol’ün 1. Maddesi’ne dayandırmıştır. Ayrıca, mahkeme huzurundaki takibatların Sözleşme’nin 6. Maddesi’nin 1. Fıkrasında öngörülenden uzun sürmesi hususunda da şikayetçi olmuştur.
27. 16 Ocak 1996’da Komisyon, takibatların uzunluğuna (Madde 6 Fıkra 1) ve verilen tazminatın yetersizliğine (1 No’lu Protokolün 1. Maddesi) ilişkin şikayetleri kabul etmediğini açıklamıştır.
Ancak, 14 Ekim 1996 tarihinde 19639/92 no’lu başvuruyu kabul ettiğini açıklamıştır, çünkü bu başvuru ek tazminat ödemesindeki gecikme faizi oranının yetersizliğine ilişkindir. 9 Eylül 1997 (Madde 31) tarihli raporunda Komisyon, 1 No’lu Protokolün 1. Maddesinin ihlal edildiğine ilişkin ortak görüşünü açıklamıştır. Komisyon’un görüşünün tam metni bu karara ek olarak sunulmuştur.
MAHKEMEYE YAPILAN NİHAİ SUNUMLAR
28. Başvuran Mahkemeden 1 No’lu Protokolün 1. Maddesinin ihlal edildiğine ilişkin karar vermesini ve kendisine Sözleşme’nin 50. Maddesi uyarınca adil tazminat verilmesini talep eder.
29. Hükümet dilekçesinde, ana sunum olarak, Mahkemeden iç hukuk yollarının tüketilmediğine ilişkin başvuruyu reddetmesini ve 1 No’lu Protokol’ün 1. Maddesi’nde garanti altına alınan hakların ihlal edilmediğine dair karar vermesini talep eder.
HUKUK AÇISINDAN
I. 1 NO’LU PROTOKOL’ÜN 1. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI
30. Başvuran, istimlak için ek tazminat üzerinden ödenen gecikme faizi oranının çok düşük olmasından ve istimlak görevlilerinin söz konusu tutarları ödemede gecikmelerinden şikayetçi olmuştur. 1 No’lu Protokolün 1. Maddesinin ihlal edilmesi sonucunda mağdurun kendisi olduğunu belirtmiştir; bu madde şu hususları öngörmektedir:
“Her yasal ya da tüzel kişi mülkiyetini dilediğince kullanma hakkına sahiptir. Kamu yararına ve kanunda veya uluslararası hukukta öngörülen şartlara tabi olma dışında, hiç kimsenin bu hakkı elinden alınamaz.
Ancak, yukarıdaki hüküm, hiç bir şekilde, Devlet’in mülkiyetin kullanımını kontrol etmek ve vergilerin ödenmesi veya diğer cezaların yerine getirilmesini garanti altına almak için gerekli gördüğü durumlarda yasaları yürürlüğe sokma hakkına zarar vermez.”
Hükümet bu görüşe itiraz etmiştir. Komisyon ise şikayeti kabul etmiştir.
A. Hükümet’in ön itirazı
31. Hükümet, başvuranın Borçlar Kanunu’nun 105. Maddesi (bkz. yukarıda paragraf 19) kapsamında tazminat talebinde bulunmadığını göz önünde bulundurarak iç hukuk yollarının tüketilmediği iddiasına karşı çıkmıştır.
Yargıtay’ın 22 Ekim 1996 tarihli bir kararına (bkz. yukarıda paragraf 20) dayanarak, başvuranın “tazmin edilen gecikme faizinin üzerinde” zarar gördüğünü kanıtlaması durumunda ek tazminatın ödenmesindeki gecikmenin neden olduğu kayıp iddiası için tazminat alabileceğini ifade etmişlerdir. Hükümet’in sunumunda, enflasyonun şu andaki oranıyla yasalar tarafından belirlenmiş gecikme faizi oranı arasındaki fark 105. Madde kapsamında “ek tazminat için gerekçe oluşturmamaktadır”, ancak başvuran yine de eğer şikayetçi olduğu “ödeme gecikmesi ya da ödemenin yapılmaması sonucunda yaşadığı kişisel kaybı” kanıtlamış olsaydı bu hükümden yararlanabilirdi.
32. Başvuran ise Yargıtay tarafından 23 Şubat 1994 ve 16 Haziran 1996 tarihlerinde sunulan emsal dava kararlarının (bkz. yukarıda paragraf 21-22) ortaya çıkardığı durumun Devlet tarafından ödenecek borçlar söz konusu olduğunda paranın değer kaybetmesine ilişkin olarak tazminat talep etmenin boşuna olduğunu gösterdiğini ifade etmiştir.
33. Komisyon, mevcut davada Hükümet tarafından önerilen çözümün başarı şansı olmayacağı kanaatindedir.
34. Mahkeme, Sözleşmenin 26 maddesi uyarınca bir başvuranın anılan ihlallerin düzeltilmesi için yeterli ve etkin hukuk yollarına olanak tanıyan normal bir başvuru hakkının sağlanmış olması gerektiğini yinelemektedir. Anılan hukuk yollarının mevcut olduğu sadece teoride değil, aynı zamanda uygulamada da yeterli düzeyde kesinlik kazanması gerekmektedir ki bunun sağlanamadığı durumlarda başvuru ve yeterlilik ön koşulları yerine getirilmemiş olmaktadır. Bu açıdan iç hukuk yollarının tüketilmediğine ilişkin talebin Mahkeme nezdinde ıspatlanması Hükümet’in yükümlülüğündedir. (bkz, diğer otoritelerin yanı sıra, 16 Eylül 1996 tarihli Akdivar ve Diğerleri – Türkiye kararı, Karar ve Hüküm Raporları 1996 -IV, s. 1210, Madde 66 ve 68).
35. Mahkeme, Yargıtay’ın yukarıda sözü geçen kararlarının Türk yasaları uyarınca Yargıtay’da karara bağlanan hususlara ilişkin olarak daha alt mahkemelerde yeterli ve bağlayıcı olduğuna dikkat çeker (bkz. yukarıda paragraf 23).
Bu bağlamda, Yargıtay, ilk olarak istisnalar olmaksızın 3095 Sayılı Kanun’da öngörülen yasalar tarafından belirlenmiş % 30 oranını (bkz. yukarıda paragraf 21) kabul ederek, mevcut davada ortaya çıkan hususa ilişkin olarak 16 Haziran 1996 tarihinde diğer bir karara varmıştır. Bu kararda Yargıtay, mahkemelerin bu oranla enflasyon oranı arasındaki farkın Borçlar Kanunu’nun 105. Maddesi kapsamında bir kayba (bkz. yukarıda paragraf 19) neden olduğu hususunu dikkate alarak, 3095 Sayılı Kanun’da (bkz. yukarıda paragraf 22) % 30 olarak belirlenen gecikme faizi oranını artırmaya karar vermeleri durumunda, yasama meclisinin ihtiyari gücüne tecavüz etmiş olacaklarını ifade etmiştir.
36. Söz konusu kararlarda açıkça görülmektedir ki, Devlet’ten alacakları olan kişiler, kendilerine 3095 Sayılı Kanun kapsamında verilen gecikme faizini aşacak şekilde paranın değer kaybetmesi sonucunda ortaya çıkan zararların telafi edilmesini sağlayacak ve Hükümet tarafından talep edilen tazminat yollarına başvuramazlar (bkz., mutatis mutandis, 8 Haziran 1995 tarihli Yağcı ve Sargın – Türkiye kararı, A Serisi no. 319, s. 17, Madde 42). Ayrıca, Hükümet daha farklı bir sonuca götürecek mahkeme kararlarını ifade etmemiştir, çünkü Yargıtay Beşinci Ceza Dairesi’nin 22 Ekim 1996 tarihli kararı bu konu ile ilgili değildir (bkz. yukarıda paragraf 20).
37. Sonuç olarak, Mahkeme, Hükümet’in Borçlar Kanunu’nun 105. Maddesi’nde öngörülen yolların yeterlilik ve etkinliğini oluşturamadığı kararına varmıştır (bkz. en yakın otorite olarak, 19 Şubat 1998 tarihli Dalia – Fransa kararı, Raporlar 1998-I, s. 87-88, Madde 38).
Bu sebepten dolayı, ön itiraz reddedilmiştir.
B. Esaslar
1. Takibatlarda yer alanların görüşleri
38. Başvuran, Hükümet’in hatalı davranarak mevcut dava ile Akkuş – Türkiye davası arasında benzerlik kurduğunu belirtmiş ve başvurusunun sadece Durağan Asliye Mahkemesi tarafından verilen ek tazminatın ödenmesindeki gecikmeye ilişkin değil; aynı zamanda, esas olarak, mahkemeye başvuru yaptığı tarih ile ilgili miktarları aldığı tarih arasında yaşadığı kayıplara ilişkin olduğunu vurgulamıştır. O süre içerisinde ek tazminat ödemesindeki gecikme faizi oranının yıllık sadece % 30 iken, enflasyon oranının % 70 olduğuna dikkat çekmiştir.
Sn. Aka arsaların istimlak edilmesinden beş ve altı yıl sonra ödemenin yapıldığını belirtmiş ve söz konusu gecikmelerin sonuçlarının o dönemde Türkiye’de görülen paranın büyük oranlarda değer kaybıyla birlikte çeşitli önlemlerin alındığı kamu yararı ile kendi kişisel yararları arasında adil olmayan bir dengesizlik yarattığını iddia etmiştir.
39. Hükümet Mahkeme’nin emsal davasına işaret ederek 1 No’lu Protokol’ün 1. Maddesi’nin istimlakle ilgili tüm davalarda azami tazminatın ödenmesini gerektirmediğini ifade etmiştir. Devletlere azami tazminatı verme yükümlülüğü getirilmesi durumunda bu husus, devletlerin, mevcut davada da olduğu gibi, binlerce insanın çıkarı için büyük çapta planlara başlamasını engeller.
Hükümet, 1 No’lu Protokol’ün 1. Maddesi’ne ilişkin olarak, toplumun genel talepleriyle birey haklarının korunma gerekliliği arasında adil bir dengenin kurulması gerektiğini kabul etmiştir. Ancak, Devletlerin, özellikle gecikme faizi oranlarını belirlerken ve “adil bir denge” kurmaya çalışırken geniş takdir marjları olduğunu iddia etmiştir. Bu yüzden de, mevcut davada uygulanan yasanın soruna en tatmin edici çözümü sunup sunmadığına veya yasama meclisinin ihtiyari gücünü daha farklı kullanması gerektiği hususlarında karar vermek Mahkeme’nin işi değildir.
Ayrıca, mevcut davada başvuranın “kişisel ve aşırı bir yük” taşıdığı kararına varmak da güçtür. Eğer başvuran şikayetlerini Borçlar Kanunu’nun 105. maddesi kapsamında sunmuş olsaydı “adil bir denge” kurulabilirdi. Söz konusu hüküm, mülkleri istimlak edilen kişilerde görülebilecek ters etkileri gidermek için öngörülen usulün esnekliği nedeniyle dengenin kurulmasında çok büyük rol oynamıştır.
40. Komisyon, ek tazminatların başvurana istimlakten sırasıyla dört yıl üç ay ve beş yıl üç ay sonra ödendiğine dikkat çekmiştir. Komisyon’un görüşüne göre, 3095 Sayılı Kanun kapsamında verilen gecikme faizi oranı, ortalama oranın % 67 olduğu dönemlerdeki paranın değer kaybetme seviyesiyle orantılı değildir. Eğer o dönemlerde enflasyon ulusal yetkililer tarafından dikkate alınmış olsaydı, Sn. Aka ilk arsası için 28.051.771 TL, ikinci arsası için ise 59.077.779 TL alacaktı (bkz. yukarıda paragraf 16 ve aşağıda paragraf 55).
2. Mahkeme’nin değerlendirmesi
41. Mahkeme, başvurana iki arsanın istimlaki için 4 Eylül 1987 tarihinde Devlet Su İşleri tarafından verilen tazminatın (bkz. yukarıda paragraf 10), istimlak tarihinde, sırasıyla, 1.380.000 TL ve 2.990.962 TL olduğunu ifade etmiştir. Başvuranın Durağan Asliye Mahkemesi’ne fazla tazminat (bkz. yukarıda paragraf 11) için açtığı davalar başarılı olmuştur. Durağan Asliye Mahkemesinin 22 Haziran 1989 ve 10 Mayıs 1990 tarihli kararlarında – ki bu kararlar Yargıtay’ın 17 Eylül 1990 ve 6 Eylül 1991 tarihli kararları (bkz. yukarıda paragraf 15) sonucunda kesinleşmiştir – söz konusu miktarların yeterli olmadığına karar verilmiş ve DSİ’ye, arsalardan biri için 3.089.130 TL, diğeri için ise 3.895.692 TL ek tazminat ödemesi emri verilmiştir. 3095 Sayılı Kanun’u müteakiben, belirlenen miktarlar istimlak tarihi olan 4 Eylül 1987 itibariyle yıllık % 30 oranında gecikme faizi taşımaktadır (bkz. yukarıda paragraf 12-14)
Ancak, DSİ 30 Ocak 1992 ve 7 Ocak 1993 tarihlerine kadar, yani Yargıtay’ın kararından on altı ay sonra ve ilk arsanın istimlakinden dört yıl üç ay ve ikinci arsanın istimlakinden beş yıl üç ay sonraya kadar (bkz. yukarıda paragraf 16) ek tazminatları ödememiştir.
42. Dava bir bütün olarak göz önünde tutulduğunda, Mahkeme, başlangıçta, mevcut davadaki esaslar ve yasal durumla daha önce karara vardığı Akkuş davasının esasları ve yasal durumu arasında (bkz. 9 Temmuz 1997 tarihli karar, Raporlar 1997-IV, s. 1303) kapsam olarak büyük değişiklik gösteren konular dışında herhangi bir farklılık olmadığı kanaatindedir.
Sn. Aka’nın başvurusu, davanın Durağan Asliye Mahkemesi’nde başlamasıyla birlikte dört yıl iki ay ve beş yıl iki ay süresince ortaya çıkan paranın değer kaybetmesinin neden olduğu kaybın tazmin edilmesini amaçlayan ve yasalar tarafından belirlenmiş gecikme faizinin yetersizliğine ilişkindir (bkz. yukarıda paragraf 11 ve 38) ve bu dava Mahkeme tarafından belirlenen miktarların ödenmesiyle (bkz. yukarıda paragraf 16) sonuçlanmıştır. Diğer taraftan, yukarıda anılan Akkuş – Türkiye davasında söz konusu olan tek husus ek tazminatın ödenmesinde yetkililerin gecikmesidir (aynı yerde, s. 1309, Madde 28).
43. Bu şekilde tanımlandıktan ve sınırlandırıldıktan sonra, başvuranın şikayetçi olduğu durum istimlaklere ilişkin olarak 1 No’lu Protokol’ün 1. Maddesi’nin ilk paragrafının ikinci cümlesine tekabül etmektedir.
44. Mahkemenin içtihatına göre, büyük çaptaki kamu programlarının gerçekleştirilmesini garanti altına almak için yapılan istimlakler sonucunda ortaya çıkan müdahale, – Hükümet’in de dilekçesinde kabul ettiği üzere – toplumun genel talepleriyle bireyin temel haklarının korunması arasında “adil bir denge” kurmalıdır (bkz., diğer otoritelerin yanı sıra, 23 Ekim 1997 tarihli National & Provincial Building Society, Leeds Permanenet Building Society and Yorkshire Building Society – Birleşik Kraliyet kararı, Raporlar 1997-VII, s. 2353, Madde 80).
45. Böyle “bir adil dengenin” ilgili çıkarlar arasında korunup korunmadığını değerlendirmek için, Mahkeme iç mevzuat kapsamında tazminatın ödenebileceği şartları ve bu şartların başvuranın davasında nasıl uygulanmış olduğunu dikkate almalıdır (bkz. mutatis mutandis, 8 Temmuz 1986 tarihli Lithgow ve Diğerleri – Birleşik Kraliyet kararı, A Serisi no. 102, s. 50, Madde 120 ve yukarıda anılan Akkuş kararı, s. 1309, Madde 27 ve 29).
46. Mahkeme, ilk olarak, Durağan Mahkemesi tarafından istimlak için verilen tazminat tutarının (bkz. yukarıda paragraf 14) mevzu konusu olmadığına dikkat çeker. Bu sebepten dolayı da davanın bu yönünü değerlendirmek gereksizdir.
47. İkinci olarak, Mahkeme, Hükümet’in gecikme faizi oranının belirlenmesinin geniş takdir marjı sınırları içerisinde olduğunu iddia ettiğini belirtmiştir ki bu takdir marjı Sözleşmeci Devletler tarafından istimlak sonrasında ödenecek tazminatın şartlarını belirlemekte kullanılmaktadır (bkz. yukarıda paragraf 39).
Mahkeme ulusal yetkililerin takdir marjı olduğunun farkındadır; bu marj Devlet’in ödeyeceği borçların faiz miktarını kısıtlarken önemli rol oynayabilir. Ancak, bu marj genel taleplerle bireyin temel haklarının korunması arasında “adil dengenin” korunup korunmadığı hususu kanıtlayamaz (bkz. yukarıda paragraf 44). Bu yüzden de, Mahkeme, sorunu çözerken kullanılan yollarda izlenen amaç arasında belirli bir orantının sağlandığını ve mülkünden mahrum bırakılan kişi üzerine fazlasıyla yük bindirilmediğini garanti altına almalıdır (bkz. mutatis mutandis, yukarıda anılan Lithgow ve Diğerleri kararı, s. 50, Madde 120).
48. Mahkeme, mevcut davadaki söz konusu süreler içerisine (bkz. yukarıda paragraf 42), Türkiye’de enflasyonun yılda %70’lere çıktığına dikkat çeker (bkz. yukarıda paragraf 25 ve Komisyon raporunun 49. paragrafı – ve, mutatis mutandis, yukarıda anılan Akkuş kararı, s. 1310, Madde 30). Ancak, 3095 Sayılı Kanun çerçevesinde, Sn. Aka’ya ödenecek miktar üzerinden alınan gecikme faizi oranı yıllık % 30’dur. Şu söylenmelidir ki, söz konusu istisnai durum Devlet’in yararına olmuştur; Devlet, yükümlülüklerini yerine getirirken alacaklılarının yasal olarak ondan bekleyebilecekleri kadar dikkatli olmayabilir; ancak bu durum gecikme faizlerini enflasyon oranına yakın bir oranda ödemeleri istenen Devlete borcu olan kişilerin durumuyla tezat oluşturmaktadır (bkz. yukarıda paragraf 17 ve Komisyon raporunun 52. paragrafı – ve yukarıda anılan Akkuş kararı, s. 1310, Madde 29; yukarıda anılan Lithgow ve Diğerleri kararı, s. 58-59, Madde 144-147).
49. Mahkemenin daha önce Akkuş kararında da belirttiği üzere, istimlak tazminatının ödenmesindeki normal olmayan gecikmeler, özellikle belirli ülkelerde paranın değer kaybetmesi göz önünde tutulduğunda, arsası istimlak edilen kişiyi belirsizlik içinde bırakarak büyük oranlarda maddi kayıplara yol açmaktadır (bkz. yukarıda anılan Akkuş kararı, s. 1310, Madde 29). Aynı durum söz konusu tazminatın belirlendiği idari veya adli takibatlardaki normal olmayan gecikmeler için de geçerlidir; özellikle de arsası istimlak edilen kişinin hak ettiği tazminatı almak için bu tür takibatlara başvurması gerektiğinde (bkz. yukarıda paragraf 10-15).
50. Mahkeme, Sn. Aka’nın arsalarının istimlak edildiği tarihte kendisine verilecek tutarla ödemenin yapıldığı zamanki tutar arasındaki farkın – ki bu farka tamamen istimlak yetkilileri sebep olmuştur – mülkiyet hakkının korunması ve genel talepler arasında olması gereken adil dengeyi alt üst ederek başvuran açısından, arsanın kaybıyla da ikiye katlanan çeşitli kayıplara neden olduğu kanaatındadır (bkz., mutatis mutandis, yukarıda anılan Akkuş kararı, s. 1310, Madde 30-31).
51.Yukarıda belirtilen sebeplerden dolayı 1 No’lu Protokol’ün 1. Maddesi ihlal edilmiştir.
II. SÖZLEŞME’NİN 50. MADDESİ’NİN UYGULANMASI
52. Sözleşme’nin 50. maddesi şunları öngörmektedir:
“Eğer Mahkeme, yasal bir otorite tarafından veya Yüksek Sözleşmeci Tarafın diğer bir otoritesi tarafından alınan bir karar ya da önlemin kısmen ya da tamamen Sözleşme’den doğan yükümlülüklerle çelişkili olduğuna karar verirse, ve eğer söz konusu Taraf’ın iç hukuku sadece bu karar ya da önlemin sonuçları için kısmi tazminata müsaade ediyorsa, Mahkeme’nin kararı, eğer gerekirse, mağdur tarafın adil tazminatını karşılar.”
A. Maddi zarar
53. Başvuran, Komisyon’un mevcut davaya ilişkin dönemlerde paranın değer kaybetmesine yönelik yeterli tazminat seviyesinin ne olacağı hususunda varmış olduğu sonuçları (bkz. yukarıda paragraf 40 ve aşağıda paragraf 55) kabul ettiğini ifade eder. Mahkeme’den kendisine maddi zarar için toplam 9.557 ABD doları verilmesini talep eder; bu miktar Komisyon’un Türk Lirası (“TRL”) olarak hesapladığı tutara eşittir.
54. Hükümet, eğer Mahkeme adil tazminat olarak başvurana maddi zarar için tazminat ödemeye karar verdiyse, verilecek tutarın Akkuş kararında kullanılan yöntemle belirlenmesi gerektiğini ileri sürer. Söz konusu kararda izlenen yöntem göz önünde bulundurulduğunda, iddia edilen kaybın süresi Yargıtay’ın mevcut davaya ilişkin kararını açıklamasından sonra makul bir sürenin – Hükümet bu sürenin üç ay olması gerektiğini ifade etmiştir – sonu itibariyle hesaplanması gerekmektedir. Bu sebepten dolayı, dikkate alınması gereken süre 87/2873 no’lu takibatta belirlenen ödeme için on üç ay, 87/2828 no’lu takibatta belirlenen ödeme içinse on üç buçuk aydır (bkz. yukarıda paragraf 15-16). Hükümet bu dönemler içerisinde ortalama enflasyon oranının sırasıyla %58.5 ve %56.5 olduğunu belirtmiştir. Sn. Aka’nın toplam kayıp miktarını 4.350.347 TL olarak hesaplamışlardır.
55. Komisyon, başvuranın maddi zararını değerlendirmek için gecikme faizi oranıyla (% 30) Ekim 1988 ve Aralık 1992 tarihleri arasındaki ortalama enflasyon oranı (yıllık % 67) arasındaki farkın göz önünde tutulması gerektiği kanaatindedir. Buna göre şu sonuca varmıştır; 87/2837 ve 87/2828 no’lu davalarda ek tazminat olarak ödenen 7.097.276 ve 10.116.692 TL (bkz. yukarıda paragraf 16) ilgili dönemlerdeki enflasyon oranı göz önüne alınmış olsaydı başvurana ödenmesi gereken miktarın – 28.051.771 ve 59.077.779 TL – sadece % 25,3 ve % 17,12’sine tekabül etmektedir (bkz. yukarıda paragraf 40 ve Komisyon raporunun 32. 33 ve 54. paragrafları).
56. Mahkeme mevcut davada göz önünde tutulması gereken süre ve ihtilafın kapsamına ilişkin bulgularını dile getirmektedir (bkz. yukarıda paragraf 42). Yukarıda 48. ve 50. paragraflarda ifade edilen sonuçlara ilişkin olarak, Mahkeme, Komisyon’un değerlendirmesini kabul eder ve, Komisyon gibi, Sn. Aka’nın zararının 30 Ocak 1992 ve 7 Ocak 1993 tarihlerinde ödenen miktarlarla arsanın istimlak edildiği 4 Eylül 1993 tarihindeki paranın değer kaybı (bkz. yukarıda paragraf 40 ve , mutatis mutandis, yukarıda anılan Akkuş kararı, s. 1311, Madde 35) veya Durağan Asliye Mahkemesindeki takibatların başlama tarihi ve başvuranın ifade ettiği tarih olan 2 Ekim 1987 (bkz. yukarıda paragraf 38) dikkate alınarak ek tazminat düzenlenmiş olsaydı başvuranın alacağı miktar arasındaki farka eşit olduğu kararına varır.
57. Mahkeme ilgili ekonomik verilerin ışığı altında kendi hesaplamalarını yaparak (bkz, yukarıda paragraf 24-25), Komisyon tarafından toplam maddi zarar miktarı olarak hesaplanan 69.915.582 TL’yi (bkz. yukarıda paragraf 40 ve 55) kabul edebileceği sonucuna varır.
Ek tazminatın ödendiği tarihlerde Türkiye Merkez Bankası tarafından belirlenen ortalama kur oranları (bkz. yukarıda paragraf 24) göz önünde tutulduğunda, söz konusu miktar başvuran tarafından talep edilen 9.557 ABD dolarına tekabül etmektedir (bkz. yukarıda paragraf 53). Yukarıda ifade edilen istisnai durumları (bkz. paragraf 48) dikkate alarak Mahkeme, maddi zarar için söz konusu miktarın başvurana verilmesi kararına varır.
B. Manevi zarar ve masraf ve harcamalar
58. Başvuran, kendisi ve ailesinin tek geçim kaynakları olan arsalarının istimlak edilmesi sonrasında yeterli tazminatı almadıkları için katlandıkları yoksulluk ve güvencesizlik gibi manevi zararlar için 20.000 USD talep etmiştir.
Ayrıca, çıkarlarını Türk Mahkemeleri ve Sözleşme kurumları huzurunda savunurken maruz kaldığı masraf ve harcamalar için de 10.000 USD talep etmiştir.
59. Hükümet, bu tür zararlar için verilen tazminatın adil olmayan bir zenginliğe yol açacağını ifade etmiştir. Masraf ve harcamalara ilişkin olarak, sadece makul olanlar ve haklı sebebe dayandırılanlar tazmin edilebilir.
60. Mahkeme, Aka ailesi üyelerinin Sözleşme’nin ihlalini teşkil eden bir dizi olayın sonucunda manevi zarara uğradıkları kanatindedir. 50. Madde çerçevesinde eşit temelde değerlendirme yaparak, Aka ailesine 1000 USD tazminat verilmesi kararına varır.
Masraf ve harcamalara ilişkin olarak, Mahkeme başvuranın bu başlık altındaki iddialarını desteklemek için herhangi bir kanıt ileri sürmediğine dikkat çeker. Sonuç olarak, bu talepler kabul edilemez (bkz., mutatis mutandis, 3 Temmuz 1997 tarihli Pressos Compania Naviera S.A. ve Diğerleri – Belçika kararı (Madde 50), Raporlar 1997-IV, s. 1299, Madde 24).
C. Temerrüt faizi
61. Mahkeme, USD olarak verilen tutarların temerrüt faizini yıllık %5.5 olarak belirlemenin yerinde olacağı kanaatine varmıştır.
YUKARIDAKİ GEREKÇELERE DAYANARAK MAHKEME OYBİRLİĞİYLE
1. Hükümet’in ön itirazının reddine;
2. 1 No’lu Protokol’ün 1. Maddesi’nin ihlal edildiğinin kabulüne;
3. (a) muhatap Devlet’in üç ay içerisinde başvuranın adına takibatları devam ettiren mirasçılarına, ödeme tarihinde geçerli olan oran üzerinden Türk Lirasına çevrilecek aşağıdaki tutarları ödemesinin:
(ı) maddi zarar için 9.557 (dokuz bin beş yüz elli yedi) ABD Doları; ve
(ıı) manevi zarar için 1000 (bin) ABD doları;
(b) bu miktarlar için ödemeye kadarki üç ayın sona ermesinden itibaren yıllık % 5.5 faizin geçerli olmasının kabulüne;
4.Adil tazminata ilişkin diğer taleplerin reddine;
ilişkin alınan işbu karar İngilizce ve Fransızca olmak üzere, 23 Eylül 1998 tarihinde Strazburg’da bulunan İnsan Hakları Binası’ndaki halka açık oturumda tefhim edilmiştir.
Benzer İçtihatlar:
AİHM Alataş ve Kalkan/Türkiye Davası Kararı
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1996/144 K: 1996/503 T: 19.06.1996
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2002/9510 K: 2002/10583 T: 31.10.2002
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/68 K: 2005/2133 T: 14.03.2005
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2001/10387 K: 2002/4874 T: 29.04.2002
Uğranılan zararın, borçlunun ve alacaklının dışında gelişen Ülkenin ekonomik politikasına bağlı verilere endekslenmesi durumunda, bunlardan hangisinin uygulanacağı konusu da ayrı bir kargaşa yaratmaktadır. Örneğin zararın hesaplanmasında TEFE mi, TÜFE mi, döviz mi, mevduat faizi mi, yoksa Devlet Tahvili mi esas alınacaktır! Nitekim somut olayda bilirkişi, davacının zararını Devlet İstatistik Enstitüsü´nün TEFE (toptan eşya fiat endeksleri), Döviz ve Faiz oranlarına göre ayrı ayrı hesaplamış, mahkemece de gerekçe gösterilmeden Devlet İstatistik Enstitüsü´nün TEFE verilerine göre saptanan miktar esas alınmıştır. Bu da gösteriyor ki, davacı ileri sürdüğü munzam zararını somut olgularla kanıtlamadıkça zarar miktarının saptanması gerçekçi olmayacak, bir bakıma varsayıma dayanacaktır.
Davacılar vekili dava dilekçesinde, mahkemece artırılan (2.299.120.000 TL) kamulaştırma bedelinin davalı idareden tahsili için 1.8.1997 tarihinde icra takibi yapıldığını, bu takip sonunda asıl alacakla birlikte temerrüt faizi ve tüm giderler olmak üzere toplam 5.093.574.000 TL´nin 18.5.1999 tarihinde tahsil edildiğini, eğer borç zamanında ödenmiş olsaydı tahsil tarihi(18.5.1999 günü) itibariyle bu paranın 8.786.876.957 TL. olacağını ileri sürerek, Borçlar Yasasının 105. maddesi hükmünce ödemede gecikme nedeniyle uğranılan 3.699.302.957 TL. zararın (fazlaya ilişkin hakları saklı tutulmak koşuluyla) banka mevduat faiziyle birlikte davalıdan tahsilini istemiştir.
Davalı vekili, borcun geç ödenmesinde idarenin kusurunun bulunmadığını, haksız ve yersiz açılan davanın reddi gerektiğini savunmuştur.
Dosyada toplanan belge ve bilgiler bilirkişiye incelettirilmiş, bilirkişi tarafından düzenlenen raporda; davanın niteliği ve özellikle davacının uğradığını ileri sürdüğü -temerrüt faizini aşan- zararın somut olaylara dayandırıp bunları yöntemince kanıtlaması gerektiği ve ayrıca zararın doğumunda borçlunun bir kusuru bulunup bulunmadığı üzerinde durulmamış, salt ülkede yaşanan enflasyonun yarattığı genel ve soyut olgular dikkate alınarak yapılan hesaplamada davacının temerrüt faizini aşan munzam zararının, Devlet İstatistik Enstitüsü´nün toptan eşya fiatları endeksine göre 3.146.415.020 TL, Dolar üzerinden 2.954.409.200 TL, faiz oranlarına (%30 ve %50) göre 1.403.862.500 TL. olduğu bildirilmiştir.
Mahkemece yukarıda değinilen bilirkişi raporuna dayanılarak davanın kısmen kabulü ile Devlet İstatistik Enstitüsü verilerine göre hesaplanan 3.146.415.020 TL´nin faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiştir.
Taraflar arasındaki uyuşmazlık, artırılan kamulaştırma bedelinin geç ödenmesinden dolayı Borçlar Yasasının 103. maddesinde öngörülen ve 3095 sayılı yasa hükümleri uyarınca davacıya ödenen yasal faizle karşılamayan zararın Borçlar Yasasının 105. maddesi gereğince tahsili istemine ilişkindir.
Dava konusu edilen zararın yasal dayanağını oluşturan Borçlar Yasasının 105. maddesi hükmüne göre, borcun geç ödenmesi nedeniyle alacaklı -geçmiş günler için öngörülen faizle karşılanamayacak- bir zarara uğramış ise, borçlu, geç ödemeden dolayı kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını kanıtlanmadıkça bu zararı da karşılamak zorundadır. Yasa bu hüküm ile alacaklıya temerrüt faizini aşan zararını borçludan isteme olanağı tanımıştır. Ancak bunun için uğranılan zararın varlığı ve miktarının alacaklı tarafından kanıtlanması gerekir. Zarar kanıtlandığı takdirde borçlu, ödemenin geç yapılmasında kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını kanıtlaması halinde bu zararı ödeme yükümlülüğünden kurtulabilir. O halde, munzam zararının ödenmesi söz konusu olduğunda kusur, bir unsur olarak yer almaktadır. Kısacası, munzam zarar davasında davacı, zararın varlığını ve miktarını; davalı ise, borcun geç ödemesinde kusurunun olmadığını kanıtlayacaktır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu´nun 19.6.1996 gün ve 1996/5-144 esas 1996/503 karar sayılı kararında da değinildiği üzere; bu konuda kanıtlanması gereken, belli paranın (somut olayda artırılan kamulaştırma bedelinin) gününde ödenmemesinden doğan zarardır. Açıkçası alacaklı, borcun kendisine geç ödenmesi yüzünden uğradığı zararın ne olduğunu ve miktarını kanıtlanmak durumundadır. Doğaldır ki bu zarar paranın zamanında ödenmemesinden dolayı mahrum kalınan olası (muhtemel) kar ya da varsayılan (farzedilen) gelir değildir. Bu zarar davacının öz varlığından, ekonomik ve sosyal faaliyetlerinden, toplum içindeki statüsünden, başına gelen olaylardan kaynaklanan somut olgular nedeniyle uğramış olduğu zarardır. Hal böyle olunca davada istenen zararı doğuran somut olayın ve bu nedenle uğranılan zararın kanıtlanması gerektiği duraksama yaratmayacak denli açık bir olgudur.
Munzam zararın tazmini konusuyla ilgili olup Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Dairemizin 22.3.1994 gün ve 1994/2060-3571 sayılı kararı ve bunu izleyen kararlarında belirtildiği gibi; alacaklı, uğradığı zararın kendisine ödenen temerrüt faizinden fazla olduğunu somut olgulara dayanarak inanılır, kesin ve net bir biçimde kanıtlanmak zorundadır. Genel ve soyut nitelikteki enflasyonun ya da bankalarda mevduat için ödenen faizin temerrüt faizden yüksek oranda olması, munzam zararın gerçekleştiği ve kanıtlandığı anlamına gelmez. Burada davacının kanıtlaması gereken husus, enflasyon ve mevduat faizinin yüksekliği gibi genel olgular değil, şahsen ve somut olarak geç ödemeden dolayı zarar gördüğü keyfiyetidir. Örneğin, alacağını zamanında tahsil edememekten ötürü başkasına olan borcunu ödemek için daha yüksek oranda faizle borç aldığını; alacaklı olduğu parayı zamanında alsa idi, yabancı para ile ödemek durumunda olduğu borcunu, geçen süre içinde geçekleşen bu fark nedeniyle daha yüksek kurdan ödemek zorunda kaldığını; borçludan alacağını zamanında tahsil edeceğine güvenerek üçüncü kişilere karşı bir takım yükümlülükler altına girip, borçlunun borcunu geç ödemesi yüzünden bu (üçüncü kişilere karşı edimini yerine getiremediği için cezai şart ya da vergi cezası ödediğini, mallarının haczedildiğini veya yüksek faizli kredi almak zorunda kaldığını; kanıtlamak durumundadır. Yoksa soyut ve doğrudan davacının zararına ifade etmeyen, genel ekonomik konjöktürel olgular Borçlar Yasasının 105. maddesinde sözü edilen munzam zararın tazminini gerektirmez.
Öte yandan, borçlunun borcunu ödemede temerrüde düşmesi durumunda, alacaklının başkaca bir hususu kanıtlamadan salt ülkenin içinde bulunduğu ekonomik olumsuzluklar (enflasyon, yüksek faiz, döviz kur farkı, paranın değerindeki düşüş vb. gibi olgular) Borçlar Yasasının 105. maddesindeki munzam zararın kanıtları olarak gösterilip, bunların doğurduğu olumsuzluk gerçek zarar olarak gösterilemez. Bunu kabul etmek hukuk tekniği bakımından da olanaklı değildir. Çünkü, alacaklının somut olarak herhangi bir zarara uğradığını kanıtlamaksızın salt enflasyon (ya da onun yarattığı diğer olumsuzluklar) oranında bir zarara uğradığını varsaymak, yasal faiz oranını enflasyon oranına çıkarmak olur ki, bu yetki yalnızca Yasa koyucuya verilmiştir. Yasa koyucunun amacı, vadeli mevduat ya da enflasyon oranını aynen yansıtmak olsaydı, temerrüt faizini de bu unsurlara bağlardı ve 3095 ve 4489 sayılı Yasalarda yaptığı gibi belli bir oran belirlemezdi. Yasa koyucu tüm bu ekonomik olumsuzlukları değerlendirip, bunların yaratacağı zarar dolayısıyla tazminat oranını -Anayasadan aldığı yasa yapma yetkisine dayanarak- belirlemiş iken, bu yasal düzenleme gözardı edilip, aynı ekonomik göstergelere dayanılarak tazmin edilecek zararın -temerrüt faizinden- daha fazla olduğu kabul edilemez.
Bu durumda Borçlar Yasasının 105. maddesinde karşılanması öngörülen faizi aşan-munzam zararın, Ülkede varlığı kabul edilen genel ekonomik olumsuzlukların (enflasyon oranı, yüksek ve değişken döviz kurları, mevduat faizleri vb. gibi) “malum ve meşhur” olgular olarak kabulü ile değil, bunlar dışında davacının durumuna özgü somut olaylarla kanıtlanması gerekir. Bu konularda alacaklı, önemli bir kanıtlama külfeti altındadır. Kanıtlama yükünü yerine getirirken, kural olarak her hangi bir kanıtlama kolaylığından yararlanabilir. Örneğin enflasyon, somut olguların kanıtlanmasında özellikle zararın miktarının saptanmasında kolaylık sağlayabilir ise de, kanıtlama zorunluluğunu ortadan kaldırmaz. Zararın varlığı ileri sürülerek somut olgular ile kanıtlandıktan sonra miktarının belirlenmesinde -yukarıda açıklandığı gibi- zamanında ödeme yapılmadığı için alınmak zorunda kalınan borca ödenen yüksek faiz oranının, malvarlığında oluşan azalmanın veya dövize ödenen yüksek kurun ve ülkede geçerli diğer ekonomik göstergelerin dikkate alınacağı doğaldır.
Bundan ayrı, uğranılan zararın, borçlunun ve alacaklının dışında gelişen Ülkenin ekonomik politikasına bağlı verilere endekslenmesi durumunda, bunlardan hangisinin uygulanacağı konusu da ayrı bir kargaşa yaratmaktadır. Örneğin zararın hesaplanmasında TEFE mi, TÜFE mi, döviz mi, mevduat faizi mi, yoksa Devlet Tahvili mi esas alınacaktır! Nitekim somut olayda bilirkişi, davacının zararını Devlet İstatistik Enstitüsü´nün TEFE (toptan eşya fiat endeksleri), Döviz ve Faiz oranlarına göre ayrı ayrı hesaplamış, mahkemece de gerekçe gösterilmeden Devlet İstatistik Enstitüsü´nün TEFE verilerine göre saptanan miktar esas alınmıştır. Bu da gösteriyor ki, davacı ileri sürdüğü munzam zararını somut olgularla kanıtlamadıkça zarar miktarının saptanması gerçekçi olmayacak, bir bakıma varsayıma dayanacaktır.
Yukarda ayrıntılı biçimde açıklandığı üzere; davada somut olaylara dayanılarak -geçmiş günler faizini aşan- bir zararın gerçekleştiği ileri sürülüp, yöntemince kanıtlanmış bulunmadığı cihetle, Borçlar Yasasının 105. maddesi gereğince tazminata hükmedilemeyeceği gözetilmeden, yazılı gerekçe ile davanın kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2010/9860 K: 2010/12447 T: 04.10.2010
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2013/370 K: 2013/3521 T: 11.03.2013
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2002/9510 K: 2002/10583 T: 31.10.2002
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/68 K: 2005/2133 T: 14.03.2005
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2015/5164 K: 2015/18416 T: 14.12.2015
Bu durumda TBK’nın 122. maddesinde karşılanması öngörülen faizi aşan-munzam zararın, Ülkede varlığı kabul edilen genel ekonomik olumsuzlukların (enflasyon oranı, yüksek ve değişken döviz kurları, mevduat faizleri vb. gibi) “malum ve meşhur” olgular olarak kabulü ile değil, bunlar dışında davacının durumuna özgü somut olaylarla kanıtlanması gerekir. Bu konularda alacaklı, önemli bir kanıtlama külfeti altındadır. Kanıtlama yükünü yerine getirirken, kural olarak her hangi bir kanıtlama kolaylığından yararlanabilir. Örneğin enflasyon, somut olguların kanıtlanmasında özellikle zararın miktarının saptanmasında kolaylık sağlayabilir ise de, kanıtlama zorunluluğunu ortadan kaldırmaz.
Davacılar vekili dilekçesinde, kamulaştırma bedelinin geç ödenmesinden dolayı uğranılan 10.000 TL munzam zararın Türk Borçlar Kanunu’nun 122. maddesi hükmünce fazlaya ilişkin hakları saklı tutulmak koşuluyla tahsilini istemiş, mahkemece kamulaştırmasız el atma davasında verilen hükmü temyiz etmeyen idarenin yargılamanın yenilenmesi talebi de reddedildiğinden tedbir kararının hukuka aykırı olduğunun kabulü gerekeceği ve ihtiyati tedbirden kaynaklanan zararın istenebilmesi için kusurun gerekmeyeceği, haksız ihtiyati tedbirin haksız fiil niteliğinde olup, kusursuz sorumluluk hali teşkil ettiği gerekçesiyle davanın kısmen kabulüne karar verilmiş, karar taraf vekillerince temyiz edilmiştir.
Dosyada toplanan belge ve bilgiler bilirkişiye incelettirilmiş, hükme esas alınan bilirkişi kurulu raporunda; davacının zararını ispatlaması gerekmekle birlikte alacaklının alacağının enflasyon şartlarında değer azalmasına uğramaması için banka mevduatı, döviz, altın vb. yatırım araçlarına yatırmasının hayatın olağan akışına uygun olduğu ve bu durumun ayrıca ispat edilmesine gerek olmadığı, haksız ihtiyati tedbirin uygulanmasının haksız fiil teşkil ettiği ve bir tür kusursuz sorumluluk hali olduğu, bu nedenlen davalı idarenin davacının alacağını geç elde etmesinde kusurlu olmadığını ispatlayamadığı bildirilmiştir.
Dava konusu edilen zararın yasal dayanağını oluşturan Türk Borçlar Kanunu’nun 122. maddesi hükmüne göre, borcun ödenmemesi veya geç ödenmesi nedeniyle alacaklı –geçmiş günler için öngörülen faizle karşılanamayacak- bir zarara uğramış ise, borçlu, geç ödemeden dolayı kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını kanıtlamadıkça bu zararı da karşılamak zorundadır. Yasa bu hüküm ile alacaklıya temerrüt faizini aşan zararını borçludan isteme olanağı tanımıştır. Ancak bunun için uğranılan zararın varlığı ve miktarının alacaklı tarafından kanıtlanması gerekir. Zarar kanıtlandığı takdirde borçlu, ödemenin geç yapılmasında kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını kanıtlaması halinde bu zararı ödeme yükümlülüğünden kurtulabilir. O halde, munzam zararın ödenmesi söz konusu olduğunda kusur, bir unsur olarak yer almaktadır. Kısacası, munzam zarar davasında davacı, zararın varlığını ve miktarını; davalı ise, borcun geç ödenmesinde kusurunun olmadığını kanıtlayacaktır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 19.06.1996 gün ve 1996/5-144 esas 1996/503 karar sayılı kararında da değinildiği üzere; bu konuda kanıtlanması gereken, belli paranın (somut olayda kamulaştırma bedelinin) gününde ödenmemesinden doğan zarardır. Açıkçası alacaklı, borcun kendisine geç ödenmesi yüzünden uğradığı zararın ne olduğunu ve miktarını kanıtlamak durumundadır. Doğaldır ki bu zarar paranın zamanında ödenmemesinden dolayı mahrum kalınan olası (muhtemel) kar ya da varsayılan (farzedilen) gelir değildir. Bu zarar davacının öz varlığından, ekonomik ve sosyal faaliyetlerinden, toplum içindeki statüsünden, başına gelen olaylardan kaynaklanan somut olgular nedeniyle uğramış olduğu zarardır. Hal böyle olunca davada istenen zararı doğuran somut olayın ve bu nedenle uğranılan zararın kanıtlanması gerektiği duraksama yaratmayacak denli açık bir olgudur.
Munzam zararın tazmini konusuyla ilgili olup Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Dairemizin 22.03.1994 gün ve 1994/2060-3571 sayılı kararı ve bunu izleyen kararlarında belirtildiği gibi; alacaklı, uğradığı zararın kendisine ödenen temerrüt faizinden fazla olduğunu somut olgulara dayanarak inanılır, kesin ve net bir biçimde kanıtlamak zorundadır. Genel ve soyut nitelikteki enflasyonun ya da bankalarda mevduat için ödenen faizin temerrüt faizinden yüksek oranda olması, munzam zararın gerçekleştiği ve kanıtlandığı anlamına gelmez. Burada davacının kanıtlaması gereken husus, enflasyon ve mevduat faizinin yüksekliği gibi genel olgular değil, şahsen ve somut olarak geç ödemeden dolayı zarar gördüğü keyfiyetidir. Örneğin, alacağını zamanında tahsil edememekten ötürü başkasına olan borcunu ödemek için daha yüksek oranda faizle borç aldığını; alacaklı olduğu parayı zamanında alsa idi, yabancı para ile ödemek durumunda olduğu borcunu, geçen süre içinde gerçekleşen bu fark nedeniyle daha yüksek kurdan ödemek zorunda kaldığını; borçludan alacağını zamanında tahsil edeceğine güvenerek üçüncü kişilere karşı bir takım yükümlülükler altına girip, borçlunun borcunu geç ödemesi yüzünden bu üçüncü kişilere karşı edimini yerine getiremediği için cezai şart ya da vergi cezası ödediğini, mallarının haczedildiğini veya yüksek faizli kredi almak zorunda kaldığını kanıtlamak durumundadır. Yoksa soyut ve doğrudan davacının zararını ifade etmeyen, genel ekonomik konjöktürel olgular TBK’nın 122. maddesinde sözü edilen munzam zararın tazminini gerektirmez.
Öte yandan, borçlunun borcunu ödemede temerrüde düşmesi durumunda, alacaklının başkaca bir hususu kanıtlamadan salt ülkenin içinde bulunduğu ekonomik olumsuzluklar (enflasyon, yüksek faiz, döviz kur farkı, paranın değerindeki düşüş vb. gibi olgular) TBK’ nin 122. maddesindeki munzam zararın kanıtları olarak gösterilip, bunların doğurduğu olumsuzluk gerçek zarar olarak gösterilemez. Bunu kabul etmek hukuk tekniği bakımından da olanaklı değildir. Çünkü, alacaklının somut olarak herhangi bir zarara uğradığını kanıtlamaksızın salt enflasyon (ya da onun yarattığı diğer olumsuzluklar) oranında bir zarara uğradığını varsaymak, yasal faiz oranını enflasyon oranına çıkarmak olur ki, bu yetki yalnızca yasa koyucuya verilmiştir. Yasa koyucunun amacı, vadeli mevduat ya da enflasyon oranını aynen yansıtmak olsaydı, temerrüt faizini de bu unsurlara bağlardı ve 3095 ve 4489 sayılı Yasalarda yaptığı gibi belli bir oran belirlemezdi. Yasa koyucu tüm bu ekonomik olumsuzlukları değerlendirip, bunların yaratacağı zarar dolayısıyla tazminat oranını –Anayasadan aldığı yasa yapma yetkisine dayanarak- belirlemiş iken, bu yasal düzenleme gözardı edilip, aynı ekonomik göstergelere dayanılarak tazmin edilecek zararın –temerrüt faizinden- daha fazla olduğu kabul edilemez.
Bu durumda TBK’nın 122. maddesinde karşılanması öngörülen faizi aşan-munzam zararın, Ülkede varlığı kabul edilen genel ekonomik olumsuzlukların (enflasyon oranı, yüksek ve değişken döviz kurları, mevduat faizleri vb. gibi) “malum ve meşhur” olgular olarak kabulü ile değil, bunlar dışında davacının durumuna özgü somut olaylarla kanıtlanması gerekir. Bu konularda alacaklı, önemli bir kanıtlama külfeti altındadır. Kanıtlama yükünü yerine getirirken, kural olarak her hangi bir kanıtlama kolaylığından yararlanabilir. Örneğin enflasyon, somut olguların kanıtlanmasında özellikle zararın miktarının saptanmasında kolaylık sağlayabilir ise de, kanıtlama zorunluluğunu ortadan kaldırmaz. Zararın varlığı ileri sürülerek somut olgular ile kanıtlandıktan sonra miktarının belirlenmesinde -yukarıda açıklandığı gibi- zamanında ödeme yapılmadığı için alınmak zorunda kalınan borca ödenen yüksek faiz oranının, malvarlığında oluşan azalmanın veya dövize ödenen yüksek kurun ve ülkede geçerli diğer ekonomik göstergelerin dikkate alınacağı doğaldır. Bundan ayrı, uğranılan zararın, borçlunun ve alacaklının dışında gelişen Ülkenin ekonomik politikasına bağlı verilere endekslenmesi durumunda, bunlardan hangisinin uygulanacağı konusu da ayrı bir kargaşa yaratmaktadır. Örneğin zararın hesaplanmasında TEFE mi, TÜFE mi, döviz mi, mevduat faizi mi, yoksa devlet tahvili mi esas alınacaktır? Nitekim somut olayda bilirkişi, davacının zararını yıllık yasal faiz oranlarına göre hesaplamış mahkemece de bu miktar esas alınmıştır. Bu da gösteriyor ki, davacı ileri sürdüğü munzam zararını somut olgularla kanıtlamadıkça zarar miktarının saptanması gerçekçi olmayacak, bir bakıma varsayıma dayanacaktır.
Yukarda ayrıntılı biçimde açıklandığı üzere; davada somut olaylara dayanılarak bir zararın gerçekleştiği ileri sürülüp, yöntemince kanıtlanmış bulunmadığı cihetle, TBK 122. maddesi gereğince tazminata hükmedilemeyeceği gözetilmeden, yazılı gerekçe ile davanın kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2003/3459 K: 2003/4151 T: 20.05.2003
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/2572 K: 2005/4492 T: 02.05.2005
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2002/6633 K: 2002/9163 T: 03.10.2002
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2002/8869 K: 2002/11638 T: 25.11.2002
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2002/8869 K: 2002/11638 T: 25.11.2002
Borçlunun borcunu ödemede temerrüde düşmesi durumunda, alacaklının başkaca bir hususu kanıtlamadan salt ülkenin içinde bulunduğu ekonomik olumsuzluklar (enflasyon, yüksek faiz, döviz kur farkı, paranın değerindeki düşüş vb. gibi olgular) Borçlar Yasasının 105. maddesindeki munzam zararın kanıtları olarak gösterilip, bunların doğurduğu olumsuzluk gerçek zarar olarak gösterilemez.
Davacılar vekili dava dilekçesinde, mahkemece artırılan (1.494.000.000TL) kamulaştırma bedelinin davalı idareden 1.3.1999 tarihinde tahsil edildiğini, eğer borç zamanında ödenmiş olsaydı müvekkilinin daha fazla yarar sağlamış olacağını ileri sürerek Borçlar Yasasının 105. maddesi hükmünce ödemede gecikme nedeniyle uğranılan 5.000.000.000 TL. zararın (fazlaya ilişkin hakları saklı tutulmak koşuluyla) bu dosya ile birleştirilen 2001/985 esas nolu dosyada ise 4.386.056.260 TL. zararın banka mevduat faiziyle birlikte davalıdan tahsilini istemiştir.
Davalı vekili, borcun geç ödenmesinde idarenin kusurunun bulunmadığını, haksız ve yersiz açılan davanın reddi gerektiğini savunmuştur.
Dosyada toplanan belge ve bilgiler bilirkişiye incelettirilmiş, bilirkişi tarafından düzenlenen raporda; ülkede yaşanan enflasyonun yarattığı genel ve soyut olgular dikkate alınarak yapılan hesaplamada davacının temmerüt faizini aşan munzam zararının, Devlet İstatistik Enstitüsü’nün toptan eşya fiatları endeksine göre 16.348.672.207 TL. döviz kuru üzerinden 3.184.370.544 TL, mevduat faizleri üzerinden 7.454.087.847 TL. bono ve tahvil üzerinden 5.467.090.271 TL. olduğu bildirilmiştir.
Mahkemece yukarıda değinilen bilirkişi raporundaki seçeneklerin ortalaması üzerinden davanın kabulü ile 9.386.086.960 TL.’nın faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiştir.
Taraflar arasındaki uyuşmazlık, artırılan kamulaştırma bedelinin geç ödenmesinden dolayı Borçlar Yasasının 103. maddesindeöngörülen ve 3095 sayılı yasa hükümleri uyarınca davacıya ödenen yasal faizle karşılamayan zararın Borçlar Yasasının 105. maddesi gereğince tahsili istemine ilişkindir.
Dava konusu edilen zararın yasal dayanağını oluşturan Borçlar Yasasının 105. maddesi hükmüne göre, borcun geç ödenmesi nedeniyle alacaklı –geçmiş günler için öngörülen faizle karşılanamayacak- bir zarara uğramış ise, borçlu, geç ödemeden dolayı kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını kanıtlanmadıkça bu zararı da karşılamak zorundadır. Yasa bu hüküm ile alacaklıya temmerrüt faizini aşan zararını borçludan isteme olanağı tanımıştır. Ancak bunun için uğranılan zararın varlığı ve miktarının alacaklı tarafından kanıtlanması gerekir. Zarar kanıtlandığı takdirde borçlu, ödemenin geç yapılmasında kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını kanıtlaması halinde bu zararı ödeme yükümlülüğünden kurtulabilir. O halde, munzam zararının ödenmesi söz konusu olduğunda kusur, bir unsur olarak yer almaktadır. Kısacası, munzam zarar davasında davacı, zararın varlığını ve miktarını; davalı ise, borcun geç ödemesinde kusurunun olmadığını kanıtlayacaktır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 19.6.1996 gün ve 1996/5-144 esas 1996/503 karar sayılı kararında da değinildiği üzere; bu konuda kanıtlanması gereken, belli paranın (somut olayda artırılan kamulaştırma bedelinin) gününde ödenmemesinden doğan zarardır. Açıkçası alacaklı, borcun kendisine geç ödenmesi yüzünden uğradığı zararın ne olduğunu ve miktarını kanıtlanmak durumundadır. Doğaldır ki bu zarar paranın zamanında ödenmemesinden dolayı mahrum kalınan olası (muhtemel) kar ya da varsayılan (farzedilen) gelir değildir. Bu zarar davacının öz varlığından, ekonomik ve sosyal faaliyetlerinden, toplum içindeki statüsünden, başına gelen olaylardan kaynaklanan somut olgular nedeniyle uğramış olduğu zarardır. Hal böyle olunca davada istenen zararı doğuran somut olayın ve bu nedenle uğranılan zararın kanıtlanması gerektiği duraksama yaratmayacak denli açık bir olgudur.
Munzam zararın tazmini konusuyla ilgili olup Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Dairemizin 22.3.1994 gün ve 1994/2060-3571 sayılı kararı ve bunu izleyen kararlarında belirtildiği gibi; alacaklı, uğradığı zararın kendisine ödenen temerrüt faizinden fazla olduğunu somut olgulara dayanarak inanılır, kesin ve net bir biçimde kanıtlanmak zorundadır. Genel ve soyut nitelikteki enflasyonun ya da bankalarda mevduat için ödenen faizin temmerrüt faizden yüksek oranda olması, munzam zararın gerçekleştiği ve kanıtlandığı anlamına gelmez. Burada davacının kanıtlaması gereken husus, enflasyon ve mevduat faizinin yüksekliği gibi genel olgular değil, şahsen ve somut olarak geç ödemeden dolayı zarar gördüğü keyfiyetidir. Örneğin, alacağını zamanında tahsil edememekten ötürü başkasına olan borcunu ödemek için daha yüksek oranda faizle borç aldığını; alacaklı olduğu parayı zamanında alsa idi, yabancı para ile ödemek durumunda olduğu borcunu, geçen süre içinde geçekleşen bu fark nedeniyle daha yüksek kurdan ödemek zorunda kaldığını; borçludan alacağını zamanında tahsil edeceğine güvenerek üçüncü kişilere karşı bir takım yükümlülükler altına girip, borçlunun borcunu geç ödemesi yüzünden bu (üçüncü kişilere karşı edimini yerine getiremediği için cezai şart ya da vergi cezası ödediğini, mallarının haczedildiğini veya yüksek faizli kredi almak zorunda kaldığını; kanıtlamak durumundadır. Yoksa soyut ve doğrudan davacının zararına ifade etmeyen, genel ekonomik konjöktürel olgular Borçlar Yasasının 105. maddesinde sözü edilen munzam zararın tazminini gerektirmez.
Öte yandan, borçlunun borcunu ödemede temerrüde düşmesi durumunda, alacaklının başkaca bir hususu kanıtlamadan salt ülkenin içinde bulunduğu ekonomik olumsuzluklar (enflasyon, yüksek faiz, döviz kur farkı, paranın değerindeki düşüş vb. gibi olgular) Borçlar Yasasının 105. maddesindeki munzam zararın kanıtları olarak gösterilip, bunların doğurduğu olumsuzluk gerçek zarar olarak gösterilemez. Bunu kabul etmek hukuk tekniği bakımından da olanaklı değildir. Çünkü, alacaklının somut olarak herhangi bir zarara uğradığını kanıtlamaksızın salt enflasyon (ya da onun yarattığı diğer olumsuzluklar) oranında bir zarara uğradığını varsaymak, yasal faiz oranını enflasyon oranına çıkarmak olur ki, bu yetki yalnızca Yasa koyucuya verilmiştir. Yasa koyucunun amacı, vadeli mevduat ya da enflasyon oranını aynen yansıtmak olsaydı, temerrüt faizini de bu unsurlara bağlardı ve 3095 ve 4489 sayılı Yasalarda yaptığı gibi belli bir oran belirlemezdi. Yasa koyucu tüm bu ekonomik olumsuzlukları değerlendirip, bunların yaratacağı zarar dolayısıyla tazminat oranını –Anayasadan aldığı yasa yapma yetkisine dayanarak- belirlemiş iken, bu yasal düzenleme gözardı edilip, aynı ekonomik göstergelere dayanılarak tazmin edilecek zararın –temerrüt faizinden- daha fazla olduğu kabul edilemez.
Bu durumda Borçlar Yasasının 105. maddesinde karşılanması öngörülen faizi aşan-munzam zararın, Ülkede varlığı kabul edilen genel ekonomik olumsuzlukların (enflasyon oranı, yüksek ve değişken döviz kurları, mevduat faizleri vb. gibi) “malum ve meşhur” olgular olarak kabulü ile değil, bunlar dışında davacının durumuna özgü somut olaylarla kanıtlanması gerekir. Bu konularda alacaklı, önemli bir kanıtlama külfeti altındadır. Kanıtlama yükünü yerine getirirken, kural olarak her hangi bir kanıtlama kolaylığından yararlanabilir. Örneğin enflasyon, somut olguların kanıtlanmasında özellikle zararın miktarının saptanmasında kolaylık sağlayabilir ise de, kanıtlama zorunluluğunu ortadan kaldırmaz. Zararın varlığı ileri sürülerek somut olgular ile kanıtlandıktan sonra miktarının belirlen-mesinde -yukarıda açıklandığı gibi- zamanında ödeme yapılmadığı için alınmak zorunda kalınan borca ödenen yüksek faiz oranının, malvarlığında oluşan azalmanın veya dövize ödenen yüksek kurun ve ülkede geçerli diğer ekonomik göstergelerin dikkate alınacağı doğaldır.
Bundan ayrı, uğranılan zararın, borçlunun ve alacaklının dışında gelişen Ülkenin ekonomik politikasına bağlı verilere endekslenmesi durumunda, bunlardan hangisinin uygulanacağı konusu da ayrı bir kargaşa yaratmaktadır. Örneğin zararın hesaplanmasında TEFE mi, TÜFE mi, döviz mi, mevduat faizi mi, yoksa Devlet Tahvili mi esas alınacaktır! Nitekim somut olayda bilirkişi, davacının zararını Devlet İstatistik Enstitüsü’nün TEFE (toptan eşya fiat endeksleri), Döviz ve Faiz oranlarına göre ayrı ayrı hesaplamıştır. Bu da gösteriyor ki, davacı ileri sürdüğü munzam zararını somut olgularla kanıtlamadıkça zarar miktarının saptanması gerçekçi olmayacak, bir bakıma varsayıma dayanacaktır.
Yukarda ayrıntılı biçimde açıklandığı üzere; davada somut olaylara dayanılarak –geçmiş günler faizini aşan- bir zararın gerçekleştiği ileri sürülüp, yöntemince kanıtlanmış bulunmadığı cihetle, Borçlar Yasasının 105. maddesi gereğince tazminata hükmedilemeyeceği gözetilmeden, yazılı gerekçe ile davanın kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2003/3459 K: 2003/4151 T: 20.05.2003
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/2572 K: 2005/4492 T: 02.05.2005
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2002/6633 K: 2002/9163 T: 03.10.2002
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2015/5164 K: 2015/18416 T: 14.12.2015
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2002/6633 K: 2002/9163 T: 03.10.2002
Munzam zararın tazmini konusuyla ilgili olup Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Dairemizin 22.3.1994 gün ve 1994/2060-3571 sayılı kararı ve bunu izleyen kararlarında belirtildiği gibi; alacaklı, uğradığı zararın kendisine ödenen temerrüt faizinden fazla olduğunu somut olgulara dayanarak inanılır, kesin ve net bir biçimde kanıtlanmak zorundadır. Genel ve soyut nitelikteki enflasyonun ya da bankalarda mevduat için ödenen faizin temmerrüt faizden yüksek oranda olması, munzam zararın gerçekleştiği ve kanıtlandığı anlamına gelmez. Burada davacının kanıtlaması gereken husus, enflasyon ve mevduat faizinin yüksekliği gibi genel olgular değil, şahsen ve somut olarak geç ödemeden dolayı zarar gördüğü keyfiyetidir.
Davacılar vekili dava dilekçesinde, mahkemece artırılan (755.000.000TL) kamulaştırma bedelinin davalı idareden temerrüt faizi ve tüm giderler olmak üzere toplam 1.859.479.000 TL’nin 20.1.1998 tarihinde tahsil edildiğini, eğer borç zamanında ödenmiş olsaydı tahsil tarihi (20.1.1998 günü) itibariyle bu paranın 29.690.799.700 TL. olacağını ileri sürerek, Borçlar Yasasının 105. maddesi hükmünce ödemede gecikme nedeniyle uğranılan 1.000.000.000 TL. zararın (fazlaya ilişkin hakları saklı tutulmak koşuluyla) banka mevduat faiziyle birlikte davalıdan tahsilini istemiştir.
Davalı vekili, borcun geç ödenmesinde idarenin kusurunun bulunmadığını, haksız ve yersiz açılan davanın reddi gerektiğini savunmuştur.
Dosyada toplanan belge ve bilgiler bilirkişiye incelettirilmiş, bilirkişi tarafından düzenlenen raporda; ülkede yaşanan enflasyonun yarattığı genel ve soyut olgular dikkate alınarak yapılan hesaplamada davacının temmerüt faizini aşan munzam zararının, Devlet İstatistik Enstitüsü’nün toptan eşya fiatları endeksine göre 7.242.715.279TL. Dolar üzerinden 13.529.826.281TL Mark üzerinden 12.438.819.206 tüketici fitaları endeksine göre 7.387.984.812 TL, bono ve tahvil üzerinden 3.460.969.358TL. olduğu bildirilmiştir.
Mahkemece yukarıda değinilen bilirkişi raporuna dayanılarak davanın kabulü ile taleple bağlı kalarak 1.000.000.000TL. faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiştir.
Taraflar arasındaki uyuşmazlık, artırılan kamulaştırma bedelinin geç ödenmesinden dolayı Borçlar Yasasının 103. maddesindeöngörülenve 3095 sayılı yasa hükümleri uyarınca davacıya ödenen yasal faizle karşılamayan zararın Borçlar Yasasının 105. maddesi gereğince tahsili istemine ilişkindir.
Dava konusu edilen zararın yasal dayanağını oluşturan Borçlar Yasasının 105. maddesi hükmüne göre, borcun geç ödenmesi nedeniyle alacaklı –geçmiş günler için öngörülen faizle karşılanamayacak- bir zarara uğramış ise, borçlu, geç ödemeden dolayı kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını kanıtlanmadıkça bu zararı da karşılamak zorundadır. Yasa bu hüküm ile alacaklıya temmerrüt faizini aşan zararını borçludan isteme olanağı tanımıştır. Ancak bunun için uğranılan zararın varlığı ve miktarının alacaklı tarafından kanıtlanması gerekir. Zarar kanıtlandığı takdirde borçlu, ödemenin geç yapılmasında kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını kanıtlaması halinde bu zararı ödeme yükümlülüğünden kurtulabilir. O halde, munzam zararının ödenmesi söz konusu olduğunda kusur, bir unsur olarak yer almaktadır. Kısacası, munzam zarar davasında davacı, zararın varlığını ve miktarını; davalı ise, borcun geç ödemesinde kusurunun olmadığını kanıtlayacaktır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 19.6.1996 gün ve 1996/5-144 esas 1996/503 karar sayılı kararında da değinildiği üzere; bu konuda kanıtlanması gereken, belli paranın (somut olayda artırılan kamulaştırma bedelinin) gününde ödenmemesinden doğan zarardır. Açıkçası alacaklı, borcun kendisine geç ödenmesi yüzünden uğradığı zararın ne olduğunu ve miktarını kanıtlanmak durumundadır. Doğaldır ki bu zarar paranın zamanında ödenmemesinden dolayı mahrum kalınan olası (muhtemel) kar ya da varsayılan (farzedilen) gelir değildir. Bu zarar davacının öz varlığından, ekonomik ve sosyal faaliyetlerinden, toplum içindeki statüsünden, başına gelen olaylardan kaynaklanan somut olgular nedeniyle uğramış olduğu zarardır. Hal böyle olunca davada istenen zararı doğuran somut olayın ve bu nedenle uğranılan zararın kanıtlanması gerektiği duraksama yaratmayacak denli açık bir olgudur.
Munzam zararın tazmini konusuyla ilgili olup Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Dairemizin 22.3.1994 gün ve 1994/2060-3571 sayılı kararı ve bunu izleyen kararlarında belirtildiği gibi; alacaklı, uğradığı zararın kendisine ödenen temerrüt faizinden fazla olduğunu somut olgulara dayanarak inanılır, kesin ve net bir biçimde kanıtlanmak zorundadır. Genel ve soyut nitelikteki enflasyonun ya da bankalarda mevduat için ödenen faizin temmerrüt faizden yüksek oranda olması, munzam zararın gerçekleştiği ve kanıtlandığı anlamına gelmez. Burada davacının kanıtlaması gereken husus, enflasyon ve mevduat faizinin yüksekliği gibi genel olgular değil, şahsen ve somut olarak geç ödemeden dolayı zarar gördüğü keyfiyetidir. Örneğin, alacağını zamanında tahsil edememekten ötürü başkasına olan borcunu ödemek için daha yüksek oranda faizle borç aldığını; alacaklı olduğu parayı zamanında alsa idi, yabancı para ile ödemek durumunda olduğu borcunu, geçen süre içinde geçekleşen bu fark nedeniyle daha yüksek kurdan ödemek zorunda kaldığını; borçludan alacağını zamanında tahsil edeceğine güvenerek üçüncü kişilere karşı bir takım yükümlülükler altına girip, borçlunun borcunu geç ödemesi yüzünden bu (üçüncü kişilere karşı edimini yerine getiremediği için cezai şart ya da vergi cezası ödediğini, mallarının haczedildiğini veya yüksek faizli kredi almak zorunda kaldığını; kanıtlamak durumundadır. Yoksa soyut ve doğrudan davacının zararına ifade etmeyen, genel ekonomik konjöktürel olgular Borçlar Yasasının 105. maddesinde sözü edilen munzam zararın tazminini gerektirmez.
Öte yandan, borçlunun borcunu ödemede temerrüde düşmesi durumunda, alacaklının başkaca bir hususu kanıtlamadan salt ülkenin içinde bulunduğu ekonomik olumsuzluklar (enflasyon, yüksek faiz, döviz kur farkı, paranın değerindeki düşüş vb. gibi olgular) Borçlar Yasasının 105. maddesindeki munzam zararın kanıtları olarak gösterilip, bunların doğurduğu olumsuzluk gerçek zarar olarak gösterilemez. Bunu kabul etmek hukuk tekniği bakımından da olanaklı değildir. Çünkü, alacaklının somut olarak herhangi bir zarara uğradığını kanıtlamaksızın salt enflasyon (ya da onun yarattığı diğer olumsuzluklar) oranında bir zarara uğradığını varsaymak, yasal faiz oranını enflasyon oranına çıkarmak olur ki, bu yetki yalnızca Yasa koyucuya verilmiştir. Yasa koyucunun amacı, vadeli mevduat ya da enflasyon oranını aynen yansıtmak olsaydı, temerrüt faizini de bu unsurlara bağlardı ve 3095 ve 4489 sayılı Yasalarda yaptığı gibi belli bir oran belirlemezdi. Yasa koyucu tüm bu ekonomik olumsuzlukları değerlendirip, bunların yaratacağı zarar dolayısıyla tazminat oranını –Anayasadan aldığı yasa yapma yetkisine dayanarak- belirlemiş iken, bu yasal düzenleme gözardı edilip, aynı ekonomik göstergelere dayanılarak tazmin edilecek zararın –temerrüt faizinden- daha fazla olduğu kabul edilemez.
Bu durumda Borçlar Yasasının 105. maddesinde karşılanması öngörülen faizi aşan-munzam zararın, Ülkede varlığı kabul edilen genel ekonomik olumsuzlukların (enflasyon oranı, yüksek ve değişken döviz kurları, mevduat faizleri vb. gibi) “malum ve meşhur” olgular olarak kabulü ile değil, bunlar dışında davacının durumuna özgü somut olaylarla kanıtlanması gerekir. Bu konularda alacaklı, önemli bir kanıtlama külfeti altındadır. Kanıtlama yükünü yerine getirirken, kural olarak her hangi bir kanıtlama kolaylığından yararlanabilir. Örneğin enflasyon, somut olguların kanıtlanmasında özellikle zararın miktarının saptanmasında kolaylık sağlayabilir ise de, kanıtlama zorunluluğunu ortadan kaldırmaz. Zararın varlığı ileri sürülerek somut olgular ile kanıtlandıktan sonra miktarının belirlen-mesinde -yukarıda açıklandığı gibi- zamanında ödeme yapılmadığı için alınmak zorunda kalınan borca ödenen yüksek faiz oranının, malvarlığında oluşan azalmanın veya dövize ödenen yüksek kurun ve ülkede geçerli diğer ekonomik göstergelerin dikkate alınacağı doğaldır.
Bundan ayrı, uğranılan zararın, borçlunun ve alacaklının dışında gelişen Ülkenin ekonomik politikasına bağlı verilere endekslenmesi durumunda, bunlardan hangisinin uygulanacağı konusu da ayrı bir kargaşa yaratmaktadır. Örneğin zararın hesaplanmasında TEFE mi, TÜFE mi, döviz mi, mevduat faizi mi, yoksa Devlet Tahvili mi esas alınacaktır! Nitekim somut olayda bilirkişi, davacının zararını Devlet İstatistik Enstitüsü’nün TEFE (toptan eşya fiat endeksleri), Döviz ve Faiz oranlarına göre ayrı ayrı hesaplamıştır. Bu da gösteriyor ki, davacı ileri sürdüğü munzam zararını somut olgularla kanıtlamadıkça zarar miktarının saptanması gerçekçi olmayacak, bir bakıma varsayıma dayanacaktır.
Yukarda ayrıntılı biçimde açıklandığı üzere; davada somut olaylara dayanılarak –geçmiş günler faizini aşan- bir zararın gerçekleştiği ileri sürülüp, yöntemince kanıtlanmış bulunmadığı cihetle, Borçlar Yasasının 105. maddesi gereğince tazminata hükmedilemeyeceği gözetilmeden, yazılı gerekçe ile davanın kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2003/3459 K: 2003/4151 T: 20.05.2003
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2010/9860 K: 2010/12447 T: 04.10.2010
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2013/370 K: 2013/3521 T: 11.03.2013
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2001/10387 K: 2002/4874 T: 29.04.2002
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2002/9510 K: 2002/10583 T: 31.10.2002
Borçlunun borcunu ödemede temerrüde düşmesi durumunda, alacaklının başkaca bir hususu kanıtlamadan salt ortak olduğu şirketteki kurumlar vergisi matrahındaki artış oranı Borçlar Yasasının 105. maddesindeki munzam zararın kanıtı olarak gösterilip, bu oranda kazançtan mahrum kalındığı varsayılarak bunun doğurduğu olumsuzluk gerçek zarar olarak gösterilemez. Bunu kabul etmek hukuk tekniği bakımından da olanaklı değildir.
Davacı vekili dava dilekçesinde, mahkemece artırılan (726.331.528TL) kamulaştırma bedelinin asıl alacakla birlikte temerrüt faizi ve tüm giderler olmak üzere toplam 3.508.017.742 TL’nin 12.6.2000 tarihinde tahsil edildiğini, eğer borç zamanında ödenmiş olsaydı tahsil tarihi (12.6.2000 günü) itibariyle bu paranın 3.000.000.000.000 TL. olacağını ileri sürerek, Borçlar Yasasının 105. maddesi hükmünce ödemede gecikme nedeniyle uğranılan 500.000.000.000 TL. zararın (fazlaya ilişkin hakları saklı tutulmak koşuluyla) reeskont faiziyle birliktedavalıdan tahsilini istemiştir.
Davalı vekili, borcun geç ödenmesinde idarenin kusurunun bulunmadığını, haksız ve yersiz açılan davanın reddi gerektiğini savunmuştur.
Dosyada toplanan belge ve bilgiler bilirkişiye incelettirilmiş, hükme esas alınan ikinci bilirkişi kurulu tarafından düzenlenen raporda; davanın niteliği ve özellikle davacının uğradığını ileri sürdüğü -temerrüt faizini aşan- zararın somut olaylara dayandırıp bunları yöntemince kanıtlaması gerektiği hususu üzerinde durulmamış, davacının ortak olduğu Erler İnşaat Kaplıca Ticaret ve Turizm Ltd Şirketinin kurumlar vergisi matrahlarındaki artış oranı dikkate alınarak yapılan hesaplamada davacının temmerüt faizini aşan munzam zararının, 139.719.557.739 TL. olduğu bildirilmiştir.
Mahkemece yukarıda değinilen bilirkişi raporuna dayanılarak davanın kısmen kabulü ile 139.719.557.739 TL’nin faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiştir.
Taraflar arasındaki uyuşmazlık, artırılan kamulaştırma bedelinin geç ödenmesinden dolayı Borçlar Yasasının 103. maddesinde öngörülen ve 3095 sayılı yasa hükümleri uyarınca davacıya ödenen yasal faizle karşılanmayan zararın Borçlar Yasasının 105. maddesi gereğince tahsili istemine ilişkindir.
Dava konusu edilen zararın yasal dayanağını oluşturan Borçlar Yasasının 105. maddesi hükmüne göre, borcun geç ödenmesi nedeniyle alacaklı –geçmiş günler için öngörülen faizle karşılanamayacak- bir zarara uğramış ise, borçlu, geç ödemeden dolayı kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını kanıtlanmadıkça bu zararı da karşılamak zorundadır. Yasa bu hüküm ile alacaklıya temmerrüt faizini aşan zararını borçludan isteme olanağı tanımıştır. Ancak bunun için uğranılan zararın varlığı ve miktarının alacaklı tarafından kanıtlanması gerekir. Zarar kanıtlandığı takdirde borçlu, ödemenin geç yapılmasında kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını kanıtlaması halinde bu zararı ödeme yükümlülüğünden kurtulabilir. O halde, munzam zararının ödenmesi söz konusu olduğunda kusur, bir unsur olarak yer almaktadır. Kısacası, munzam zarar davasında davacı, zararın varlığını ve miktarını; davalı ise, borcun geç ödemesinde kusurunun olmadığını kanıtlayacaktır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 19.6.1996 gün ve 1996/5-144 esas 1996/503 karar sayılı kararında da değinildiği üzere; bu konuda kanıtlanması gereken, belli paranın (somut olayda artırılan kamulaştırma bedelinin) gününde ödenmemesinden doğan zarardır. Açıkçası alacaklı, borcun kendisine geç ödenmesi yüzünden uğradığı zararın ne olduğunu ve miktarını kanıtlamak durumundadır. Doğaldır ki bu zarar paranın zamanında ödenmemesinden dolayı mahrum kalınan olası (muhtemel) kar ya da varsayılan (farzedilen) gelir değildir. Bu zarar davacının öz varlığından, ekonomik ve sosyal faaliyetlerinden, toplum içindeki statüsünden, başına gelen olaylardan kaynaklanan somut olgular nedeniyle uğramış olduğu zarardır. Hal böyle olunca davada istenen zararı doğuran somut olayın ve bu nedenle uğranılan zararın kanıtlanması gerektiği duraksama yaratmayacak denli açık bir olgudur.
Munzam zararın tazmini konusuyla ilgili olup Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Dairemizin 22.3.1994 gün ve 1994/2060-3571 sayılı kararı ve bunu izleyen kararlarında belirtildiği gibi; alacaklı, uğradığı zararın kendisine ödenen temerrüt faizinden fazla olduğunu somut olgulara dayanarak inanılır, kesin ve net bir biçimde kanıtlanmak zorundadır. Genel ve soyut nitelikteki ortak olduğu şirketin kazancındaki artış oranı kadar munzam zararın gerçekleştiği ve kanıtlandığının kabulü mümkün değildir. Burada davacının kanıtlaması gereken husus soyut ve genel olgular değil, şahsen ve somut olarak geç ödemeden dolayı zarar gördüğü keyfiyetidir. Örneğin, alacağını zamanında tahsil edememekten ötürü başkasına olan borcunu ödemek için daha yüksek oranda faizle borç aldığını; alacaklı olduğu parayı zamanında alsa idi, yabancı para ile ödemek durumunda olduğu borcunu, geçen süre içinde geçekleşen bu fark nedeniyle daha yüksek kurdan ödemek zorunda kaldığını; borçludan alacağını zamanında tahsil edeceğine güvenerek üçüncü kişilere karşı bir takım yükümlülükler altına girip, borçlunun borcunu geç ödemesi yüzünden bu (üçüncü kişilere karşı edimini yerine getiremediği için cezai şart ya da vergi cezası ödediğini, mallarının haczedildiğini veya yüksek faizli kredi almak zorunda kaldığını; kanıtlamak durumundadır. Yoksa soyut ve doğrudan davacının zararına ifade etmeyen, genel nitelikteki olgular Borçlar Yasasının 105. maddesinde sözü edilen munzam zararın tazminini gerektirmez.
Öte yandan, borçlunun borcunu ödemede temerrüde düşmesi durumunda, alacaklının başkaca bir hususu kanıtlamadan salt ortak olduğu şirketteki kurumlar vergisi matrahındaki artış oranı Borçlar Yasasının 105. maddesindeki munzam zararın kanıtı olarak gösterilip, bu oranda kazançtan mahrum kalındığı varsayılarak bunun doğurduğu olumsuzluk gerçek zarar olarak gösterilemez. Bunu kabul etmek hukuk tekniği bakımından da olanaklı değildir. Çünkü, alacaklının somut olarak herhangi bir zarara uğradığını kanıtlamaksızın salt kamulaştırma bedelinin şirkette değerlendirilmesi halinde vergi matrahındaki artış oranında ilave bir zarara uğradığını varsaymak, borcun zamanında ödenmemesi nedeniyle alacaklıların uğrayacağı varsayılan ve kanıtlanması gerekmeyen zarara karşılık teşkil eden yasal faizin oranını yükseltmek anlamına gelir ki, bu yetki yalnızca yasa koyucuya aittir. Kaldı ki şirketlerde her zaman kar elde edilerek vergi oranının artacağı varsayımı da yanlıştır.
Yasa koyucu tüm ekonomik olumsuzlukları değerlendirip, bunların yaratacağı zarar dolayısıyla tazminat oranını –Ana- yasadan aldığı yasa yapma yetkisine dayanarak- belirlemiş iken, bu yasal düzenleme gözardı edilip, başka nedenlere dayanılarak kanıta gerek olmadan tazmin edilecek zararın –temerrüt faizinden- daha fazla olduğu kabul edilemez.
Bu durumda Borçlar Yasasının 105. maddesinde karşılanması öngörülen faizi aşan-munzam zararın, davacının durumuna özgü somut olaylarla kanıtlanması gerekir. Bu konularda alacaklı, önemli bir kanıtlama külfeti altındadır. Kanıtlama yükünü yerine getirirken, kural olarak her hangi bir kanıtlama kolaylığından yararlanabilir. Örneğin enflasyon, somut olguların kanıtlanmasında özellikle zararın miktarının saptanmasında kolaylık sağlayabilir ise de, kanıtlama zorunluluğunu ortadan kaldırmaz. Zararın varlığı ileri sürülerek somut olgular ile kanıtlandıktan sonra miktarının belirlenmesinde zamanında ödeme yapılmadığı için alınmak zorunda kalınan borca ödenen yüksek faiz oranının, malvarlığında oluşan azalmanın veya dövize ödenen yüksek kurun ve ülkede geçerli diğer ekonomik göstergelerin dikkate alınacağı doğaldır.
Davacı ileri sürdüğü munzam zararını somut olgularla kanıtlamadıkça zarar miktarının saptanması gerçekçi olmayacak, bir bakıma varsayıma dayanacaktır.
Yukarda ayrıntılı biçimde açıklandığı üzere; davada somut olaylara dayanılarak –geçmiş günler faizini aşan- bir zararın gerçekleştiği ileri sürülüp, yöntemince kanıtlanmış bulunmadığı cihetle, Borçlar Yasasının 105. maddesi gereğince tazminata hükmedilemeyeceği gözetilmeden, yazılı gerekçe ile davanın kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2003/3459 K: 2003/4151 T: 20.05.2003
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2010/9860 K: 2010/12447 T: 04.10.2010
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2015/5164 K: 2015/18416 T: 14.12.2015
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2001/10387 K: 2002/4874 T: 29.04.2002
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/2572 K: 2005/4492 T: 02.05.2005
Bu konularda alacaklı, önemli bir kanıtlama külfeti altındadır. Kanıtlama yükünü yerine getirirken, kural olarak her hangi bir kanıtlama kolaylığından yararlanabilir. Örneğin enflasyon, somut olguların kanıtlanmasında özellikle zararın miktarının saptanmasında kolaylık sağlayabilir ise de, kanıtlama zorunluluğunu ortadan kaldırmaz. Zararın varlığı ileri sürülerek somut olgular ile kanıtlandıktan sonra miktarının belirlen-mesinde -yukarıda açıklandığı gibi- zamanında ödeme yapılmadığı için alınmak zorunda kalınan borca ödenen yüksek faiz oranının, malvarlığında oluşan azalmanın veya dövize ödenen yüksek kurun ve ülkede geçerli diğer ekonomik göstergelerin dikkate alınacağı doğaldır.
Davacı vekili dava dilekçesinde, arttırılan kamulaştırma bedeline uygulanan faiz oranının düşük olduğundan Borçlar Yasasının 105. maddesi hükmünce faizle karşılanamayan munzam zararının (fazlaya ilişkin hakları saklı tutulmak koşuluyla) şimdilik 2.000.000.000 TL’sının davalıdan tahsilini istemiştir. Davalı vekili, borcun ödendiğini ve idarenin kusurunun bulunmadığını, haksız ve yersiz açılan munzam zarar davasının koşulları oluşmadığından reddi gerektiğini savunmuştur.
Dosyada toplanan belge ve bilgiler bilirkişiye incelettirilmiş, bilirkişi tarafından düzenlenen raporda; davanın niteliği ve özellikle davacının uğradığını ileri sürdüğü zararın somut olaylara dayandırıp bunları yöntemince kanıtlaması gerektiği ve ayrıca zararın doğumunda borçlunun bir kusuru bulunup bulunmadığı üzerinde durulmamış, salt ülkede yaşanan enflasyonun yarattığı genel ve soyut olgular dikkate alınarak yapılan hesaplamada davacının munzam zararının, Devlet İstatistik Enstitüsü’nün toptan eşya fiatları endeksine göre altın, döviz vs’ye göre yapılan hesaplamaların ortalaması olarak 35.036.000.000 TL.olduğu bildirilmiştir.
Mahkemece yukarıda değinilen bilirkişi raporuna dayanılarak davanın kabulü ile taleple bağlı olarak 2.000.000.000 TL’nin davalıdan tahsiline karar verilmiştir.
Taraflar arasındaki uyuşmazlık, kamulaştırma bedelinin zamanında ödenmemesinden dolayı oluşan zararın Borçlar Yasasının 105. maddesi gereğince tahsili istemine ilişkindir.
Dava konusu edilen zararın yasal dayanağını oluşturan Borçlar Yasasının 105. maddesi hükmüne göre, borcun ödenmemesi veya geç ödenmesi nedeniyle alacaklı –geçmiş günler için öngörülen faizle karşılanamayacak- bir zarara uğramış ise, borçlu, geç ödemeden dolayı kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını kanıtlanmadıkça bu zararı da karşılamak zorundadır. Yasa bu hüküm ile alacaklıya temerrüt faizini aşan zararını borçludan isteme olanağı tanımıştır. Ancak bunun için uğranılan zararın varlığı ve miktarının alacaklı tarafından kanıtlanması gerekir. Zarar kanıtlandığı takdirde borçlu, ödemenin geç yapılmasında kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını kanıtlaması halinde bu zararı ödeme yükümlülüğünden kurtulabilir. O halde, munzam zararının ödenmesi söz konusu olduğunda kusur, bir unsur olarak yer almaktadır. Kısacası, munzam zarar davasında davacı, zararın varlığını ve miktarını; davalı ise, borcun geç ödenmesinde kusurunun olmadığını kanıtlayacaktır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 19.6.1996 gün ve 1996/5-144 esas 1996/503 karar sayılı kararında da değinildiği üzere; bu konuda kanıtlanması gereken, belli paranın (somut olayda kamulaştırma bedelinin) gününde ödenmemesinden doğan zarardır. Açıkçası alacaklı, borcun kendisine geç ödenmesi yüzünden uğradığı zararın ne olduğunu ve miktarını kanıtlanmak durumundadır. Doğaldır ki bu zarar paranın zamanında ödenmemesinden dolayı mahrum kalınan olası (muhtemel) kar ya da varsayılan (farzedilen) gelir değildir. Bu zarar davacının öz varlığından, ekonomik ve sosyal faaliyetlerinden, toplum içindeki statüsünden, başına gelen olaylardan kaynaklanan somut olgular nedeniyle uğramış olduğu zarardır. Hal böyle olunca davada istenen zararı doğuran somut olayın ve bu nedenle uğranılan zararın kanıtlanması gerektiği duraksama yaratmayacak denli açık bir olgudur.
Munzam zararın tazmini konusuyla ilgili olup Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Dairemizin 22.3.1994 gün ve 1994/2060-3571 sayılı kararı ve bunu izleyen kararlarında belirtildiği gibi; alacaklı, uğradığı zararın kendisine ödenen temerrüt faizinden fazla olduğunu somut olgulara dayanarak inanılır, kesin ve net bir biçimde kanıtlanmak zorundadır. Genel ve soyut nitelikteki enflasyonun ya da bankalarda mevduat için ödenen faizin temmerrüt faizden yüksek oranda olması, munzam zararın gerçekleştiği ve kanıtlandığı anlamına gelmez. Burada davacının kanıtlaması gereken husus, enflasyon ve mevduat faizinin yüksekliği gibi genel olgular değil, şahsen ve somut olarak geç ödemeden dolayı zarar gördüğü keyfiyetidir. Örneğin, alacağını zamanında tahsil edememekten ötürü başkasına olan borcunu ödemek için daha yüksek oranda faizle borç aldığını; alacaklı olduğu parayı zamanında alsa idi, yabancı para ile ödemek durumunda olduğu borcunu, geçen süre içinde geçekleşen bu fark nedeniyle daha yüksek kurdan ödemek zorunda kaldığını; borçludan alacağını zamanında tahsil edeceğine güvenerek üçüncü kişilere karşı bir takım yükümlülükler altına girip, borçlunun borcunu geç ödemesi yüzünden bu (üçüncü kişilere karşı edimini yerine getiremediği için cezai şart ya da vergi cezası ödediğini, mallarının haczedildiğini veya yüksek faizli kredi almak zorunda kaldığını; kanıtlamak durumundadır. Yoksa soyut ve doğrudan davacının zararına ifade etmeyen, genel ekonomik konjöktürel olgular Borçlar Yasasının 105. maddesinde sözü edilen munzam zararın tazminini gerektirmez.
Öte yandan, borçlunun borcunu ödemede temerrüde düşmesi durumunda, alacaklının başkaca bir hususu kanıtlamadan salt ülkenin içinde bulunduğu ekonomik olumsuzluklar (enflasyon, yüksek faiz, döviz kur farkı, paranın değerindeki düşüş vb. gibi olgular) Borçlar Yasasının 105. maddesindeki munzam zararın kanıtları olarak gösterilip, bunların doğurduğu olumsuzluk gerçek zarar olarak gösterilemez. Bunu kabul etmek hukuk tekniği bakımından da olanaklı değildir. Çünkü, alacaklının somut olarak herhangi bir zarara uğradığını kanıtlamaksızın salt enflasyon (ya da onun yarattığı diğer olumsuzluklar) oranında bir zarara uğradığını varsaymak, yasal faiz oranını enflasyon oranına çıkarmak olur ki, bu yetki yalnızca Yasa koyucuya verilmiştir. Yasa koyucunun amacı, vadeli mevduat ya da enflasyon oranını aynen yansıtmak olsaydı, temerrüt faizini de bu unsurlara bağlardı ve 3095 ve 4489 sayılı Yasalarda yaptığı gibi belli bir oran belirlemezdi. Yasa koyucu tüm bu ekonomik olumsuzlukları değerlendirip, bunların yaratacağı zarar dolayısıyla tazminat oranını –Anayasadan aldığı yasa yapma yetkisine dayanarak- belirlemiş iken, bu yasal düzenleme gözardı edilip, aynı ekonomik göstergelere dayanılarak tazmin edilecek zararın –temerrüt faizinden- daha fazla olduğu kabul edilemez.
Bu durumda Borçlar Yasasının 105. maddesinde karşılanması öngörülen faizi aşan-munzam zararın, Ülkede varlığı kabul edilen genel ekonomik olumsuzlukların (enflasyon oranı, yüksek ve değişken döviz kurları, mevduat faizleri vb. gibi) “malum ve meşhur” olgular olarak kabulü ile değil, bunlar dışında davacının durumuna özgü somut olaylarla kanıtlanması gerekir. Bu konularda alacaklı, önemli bir kanıtlama külfeti altındadır. Kanıtlama yükünü yerine getirirken, kural olarak her hangi bir kanıtlama kolaylığından yararlanabilir. Örneğin enflasyon, somut olguların kanıtlanmasında özellikle zararın miktarının saptanmasında kolaylık sağlayabilir ise de, kanıtlama zorunluluğunu ortadan kaldırmaz. Zararın varlığı ileri sürülerek somut olgular ile kanıtlandıktan sonra miktarının belirlen-mesinde -yukarıda açıklandığı gibi- zamanında ödeme yapılmadığı için alınmak zorunda kalınan borca ödenen yüksek faiz oranının, malvarlığında oluşan azalmanın veya dövize ödenen yüksek kurun ve ülkede geçerli diğer ekonomik göstergelerin dikkate alınacağı doğaldır.
Bundan ayrı, uğranılan zararın, borçlunun ve alacaklının dışında gelişen Ülkenin ekonomik politikasına bağlı verilere endekslenmesi durumunda, bunlardan hangisinin uygulanacağı konusu da ayrı bir kargaşa yaratmaktadır. Örneğin zararın hesaplanmasında TEFE mi, TÜFE mi, döviz mi, mevduat faizi mi, yoksa Devlet Tahvili mi esas alınacaktır! Nitekim somut olayda bilirkişi, davacının zararını tüm bu unsurlara göre ayrı ayrı hesaplamış ve ortalamasına göre değer belirlemiş mahkemece de gerekçe gösterilmeden saptanan bu miktar esas alınmıştır. Bu da gösteriyor ki, davacı ileri sürdüğü munzam zararını somut olgularla kanıtlamadıkça zarar miktarının saptanması gerçekçi olmayacak, bir bakıma varsayıma dayanacaktır.
Yukarda ayrıntılı biçimde açıklandığı üzere; davada somut olaylara dayanılarak bir zararın gerçekleştiği ileri sürülüp, yöntemince kanıtlanmış bulunmadığı cihetle, Borçlar Yasasının 105. maddesi gereğince tazminata hükmedilemeyeceği gözetilmeden, yazılı gerekçe ile davanın kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2013/370 K: 2013/3521 T: 11.03.2013
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2002/9510 K: 2002/10583 T: 31.10.2002
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/68 K: 2005/2133 T: 14.03.2005
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2002/6633 K: 2002/9163 T: 03.10.2002
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/68 K: 2005/2133 T: 14.03.2005
Borçlar Yasasının 105. maddesinde karşılanması öngörülen faizi aşan-munzam zararın, Ülkede varlığı kabul edilen genel ekonomik olumsuzlukların (enflasyon oranı, yüksek ve değişken döviz kurları, mevduat faizleri vb. gibi) “malum ve meşhur” olgular olarak kabulü ile değil, bunlar dışında davacının durumuna özgü somut olaylarla kanıtlanması gerekir. Bu konularda alacaklı, önemli bir kanıtlama külfeti altındadır. Kanıtlama yükünü yerine getirirken, kural olarak her hangi bir kanıtlama kolaylığından yararlanabilir. Örneğin enflasyon, somut olguların kanıtlanmasında özellikle zararın miktarının saptanmasında kolaylık sağlayabilir ise de, kanıtlama zorunluluğunu ortadan kaldırmaz.
Davacılar vekili dava dilekçesinde, kamulaştırma bedelinin davalı idareden tahsili için icra takibi yapıldığını, ancak halen davalının bu paradan 179.000.000 TL.’lık kısmını ödemediğini, ileri sürerek, Borçlar Yasasının 105. maddesi hükmünce ödemede gecikme nedeniyle uğranılan munzam zararının (fazlaya ilişkin hakları saklı tutulmak koşuluyla) şimdilik 500.000.000 TL’sının davalıdan tahsilini istemiştir. Davalı vekili, borcun ödendiğini ve idarenin kusurunun bulunmadığını, haksız ve yersiz açılan munzam zarar davasının koşulları oluşmadığından reddi gerektiğini savunmuştur.
Dosyada toplanan belge ve bilgiler bilirkişiye incelettirilmiş, bilirkişi tarafından düzenlenen raporda; davanın niteliği ve özellikle davacının uğradığını ileri sürdüğü zararın somut olaylara dayandırıp bunları yöntemince kanıtlaması gerektiği ve ayrıca zararın doğumunda borçlunun bir kusuru bulunup bulunmadığı üzerinde durulmamış, salt ülkede yaşanan enflasyonun yarattığı genel ve soyut olgular dikkate alınarak yapılan hesaplamada davacının munzam zararının, Devlet İstatistik Enstitüsü’nün toptan eşya fiatları endeksine göre altın, döviz vs’ye göre yapılan hesaplamaların ortalaması olarak 289.482.906 TL.olduğu bildirilmiştir.
Mahkemece yukarıda değinilen bilirkişi raporuna dayanılarak davanın kabulü ile 289.482.906 TL’nin davalıdan tahsiline karar verilmiştir.
Taraflar arasındaki uyuşmazlık, kamulaştırma bedelinin zamanında ödenmemesinden dolayı oluşan zararın Borçlar Yasasının 105. maddesi gereğince tahsili istemine ilişkindir.
Dava konusu edilen zararın yasal dayanağını oluşturan Borçlar Yasasının 105. maddesi hükmüne göre, borcun ödenmemesi veya geç ödenmesi nedeniyle alacaklı –geçmiş günler için öngörülen faizle karşılanamayacak- bir zarara uğramış ise, borçlu, geç ödemeden dolayı kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını kanıtlanmadıkça bu zararı da karşılamak zorundadır. Yasa bu hüküm ile alacaklıya temerrüt faizini aşan zararını borçludan isteme olanağı tanımıştır. Ancak bunun için uğranılan zararın varlığı ve miktarının alacaklı tarafından kanıtlanması gerekir. Zarar kanıtlandığı takdirde borçlu, ödemenin geç yapılmasında kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını kanıtlaması halinde bu zararı ödeme yükümlülüğünden kurtulabilir. O halde, munzam zararının ödenmesi söz konusu olduğunda kusur, bir unsur olarak yer almaktadır. Kısacası, munzam zarar davasında davacı, zararın varlığını ve miktarını; davalı ise, borcun geç ödenmesinde kusurunun olmadığını kanıtlayacaktır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 19.6.1996 gün ve 1996/5-144 esas 1996/503 karar sayılı kararında da değinildiği üzere; bu konuda kanıtlanması gereken, belli paranın (somut olayda kamulaştırma bedelinin) gününde ödenmemesinden doğan zarardır. Açıkçası alacaklı, borcun kendisine geç ödenmesi yüzünden uğradığı zararın ne olduğunu ve miktarını kanıtlanmak durumundadır. Doğaldır ki bu zarar paranın zamanında ödenmemesinden dolayı mahrum kalınan olası (muhtemel) kar ya da varsayılan (farzedilen) gelir değildir. Bu zarar davacının öz varlığından, ekonomik ve sosyal faaliyetlerinden, toplum içindeki statüsünden, başına gelen olaylardan kaynaklanan somut olgular nedeniyle uğramış olduğu zarardır. Hal böyle olunca davada istenen zararı doğuran somut olayın ve bu nedenle uğranılan zararın kanıtlanması gerektiği duraksama yaratmayacak denli açık bir olgudur.
Munzam zararın tazmini konusuyla ilgili olup Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Dairemizin 22.3.1994 gün ve 1994/2060-3571 sayılı kararı ve bunu izleyen kararlarında belirtildiği gibi; alacaklı, uğradığı zararın kendisine ödenen temerrüt faizinden fazla olduğunu somut olgulara dayanarak inanılır, kesin ve net bir biçimde kanıtlanmak zorundadır. Genel ve soyut nitelikteki enflasyonun ya da bankalarda mevduat için ödenen faizin temmerrüt faizden yüksek oranda olması, munzam zararın gerçekleştiği ve kanıtlandığı anlamına gelmez. Burada davacının kanıtlaması gereken husus, enflasyon ve mevduat faizinin yüksekliği gibi genel olgular değil, şahsen ve somut olarak geç ödemeden dolayı zarar gördüğü keyfiyetidir. Örneğin, alacağını zamanında tahsil edememekten ötürü başkasına olan borcunu ödemek için daha yüksek oranda faizle borç aldığını; alacaklı olduğu parayı zamanında alsa idi, yabancı para ile ödemek durumunda olduğu borcunu, geçen süre içinde geçekleşen bu fark nedeniyle daha yüksek kurdan ödemek zorunda kaldığını; borçludan alacağını zamanında tahsil edeceğine güvenerek üçüncü kişilere karşı bir takım yükümlülükler altına girip, borçlunun borcunu geç ödemesi yüzünden bu (üçüncü kişilere karşı edimini yerine getiremediği için cezai şart ya da vergi cezası ödediğini, mallarının haczedildiğini veya yüksek faizli kredi almak zorunda kaldığını; kanıtlamak durumundadır. Yoksa soyut ve doğrudan davacının zararına ifade etmeyen, genel ekonomik konjöktürel olgular Borçlar Yasasının 105. maddesinde sözü edilen munzam zararın tazminini gerektirmez.
Öte yandan, borçlunun borcunu ödemede temerrüde düşmesi durumunda, alacaklının başkaca bir hususu kanıtlamadan salt ülkenin içinde bulunduğu ekonomik olumsuzluklar (enflasyon, yüksek faiz, döviz kur farkı, paranın değerindeki düşüş vb. gibi olgular) Borçlar Yasasının 105. maddesindeki munzam zararın kanıtları olarak gösterilip, bunların doğurduğu olumsuzluk gerçek zarar olarak gösterilemez. Bunu kabul etmek hukuk tekniği bakımından da olanaklı değildir. Çünkü, alacaklının somut olarak herhangi bir zarara uğradığını kanıtlamaksızın salt enflasyon (ya da onun yarattığı diğer olumsuzluklar) oranında bir zarara uğradığını varsaymak, yasal faiz oranını enflasyon oranına çıkarmak olur ki, bu yetki yalnızca Yasa koyucuya verilmiştir. Yasa koyucunun amacı, vadeli mevduat ya da enflasyon oranını aynen yansıtmak olsaydı, temerrüt faizini de bu unsurlara bağlardı ve 3095 ve 4489 sayılı Yasalarda yaptığı gibi belli bir oran belirlemezdi. Yasa koyucu tüm bu ekonomik olumsuzlukları değerlendirip, bunların yaratacağı zarar dolayısıyla tazminat oranını –Anayasadan aldığı yasa yapma yetkisine dayanarak- belirlemiş iken, bu yasal düzenleme gözardı edilip, aynı ekonomik göstergelere dayanılarak tazmin edilecek zararın –temerrüt faizinden- daha fazla olduğu kabul edilemez.
Bu durumda Borçlar Yasasının 105. maddesinde karşılanması öngörülen faizi aşan-munzam zararın, Ülkede varlığı kabul edilen genel ekonomik olumsuzlukların (enflasyon oranı, yüksek ve değişken döviz kurları, mevduat faizleri vb. gibi) “malum ve meşhur” olgular olarak kabulü ile değil, bunlar dışında davacının durumuna özgü somut olaylarla kanıtlanması gerekir. Bu konularda alacaklı, önemli bir kanıtlama külfeti altındadır. Kanıtlama yükünü yerine getirirken, kural olarak her hangi bir kanıtlama kolaylığından yararlanabilir. Örneğin enflasyon, somut olguların kanıtlanmasında özellikle zararın miktarının saptanmasında kolaylık sağlayabilir ise de, kanıtlama zorunluluğunu ortadan kaldırmaz. Zararın varlığı ileri sürülerek somut olgular ile kanıtlandıktan sonra miktarının belirlen-mesinde -yukarıda açıklandığı gibi- zamanında ödeme yapılmadığı için alınmak zorunda kalınan borca ödenen yüksek faiz oranının, malvarlığında oluşan azalmanın veya dövize ödenen yüksek kurun ve ülkede geçerli diğer ekonomik göstergelerin dikkate alınacağı doğaldır.
Bundan ayrı, uğranılan zararın, borçlunun ve alacaklının dışında gelişen Ülkenin ekonomik politikasına bağlı verilere endekslenmesi durumunda, bunlardan hangisinin uygulanacağı konusu da ayrı bir kargaşa yaratmaktadır. Örneğin zararın hesaplanmasında TEFE mi, TÜFE mi, döviz mi, mevduat faizi mi, yoksa Devlet Tahvili mi esas alınacaktır! Nitekim somut olayda bilirkişi, davacının zararını tüm bu unsurlara göre ayrı ayrı hesaplamış ve ortalamasına göre değer belirlemiş mahkemece de gerekçe gösterilmeden saptanan bu miktar esas alınmıştır. Bu da gösteriyor ki, davacı ileri sürdüğü munzam zararını somut olgularla kanıtlamadıkça zarar miktarının saptanması gerçekçi olmayacak, bir bakıma varsayıma dayanacaktır.
Yukarda ayrıntılı biçimde açıklandığı üzere; davada somut olaylara dayanılarak bir zararın gerçekleştiği ileri sürülüp, yöntemince kanıtlanmış bulunmadığı cihetle, Borçlar Yasasının 105. maddesi gereğince tazminata hükmedilemeyeceği gözetilmeden, yazılı gerekçe ile davanın kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2003/3459 K: 2003/4151 T: 20.05.2003
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2002/8869 K: 2002/11638 T: 25.11.2002
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2015/5164 K: 2015/18416 T: 14.12.2015
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2001/10387 K: 2002/4874 T: 29.04.2002
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2013/370 K: 2013/3521 T: 11.03.2013
Munzam zararın tazmini konusuyla ilgili olup Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Dairemizin 22.03.1994 gün ve 1994/2060-3571 sayılı kararı ve bunu izleyen kararlarında belirtildiği gibi; alacaklı, uğradığı zararın kendisine ödenen temerrüt faizinden fazla olduğunu somut olgulara dayanarak inanılır, kesin ve net bir biçimde kanıtlamak zorundadır. Genel ve soyut nitelikteki enflasyonun ya da bankalarda mevduat için ödenen faizin temerrüt faizinden yüksek oranda olması, munzam zararın gerçekleştiği ve kanıtlandığı anlamına gelmez.
Davacılar vekili dava dilekçesinde, artırılan kamulaştırma bedelinin geç ödenmesinden dolayı uğranılan 15.000 TL munzam zararın Borçlar Yasasının 105. maddesi hükmünce fazlaya ilişkin hakları saklı tutulmak koşuluyla tahsilini istemiştir.
Davalı vekili, zararın somut vakıalara dayanmadığını, hizmet kusuru iddiasına dayanıldığından yargı yolu, zamanaşımı ve hukuki yarar yokluğu itirazlarını ileri sürerek haksız ve yersiz açılan munzam zarar davasının koşulları oluşmadığından reddi gerektiğini savunmuştur.
Dosyada toplanan belge ve bilgiler bilirkişiye incelettirilmiş, hükme esas alınan bilirkişi kurulu raporunda; davanın niteliği ve özellikle davacının uğradığını ileri sürdüğü zararın somut olaylara dayandırıp bunları yöntemince kanıtlaması gerektiği ve ayrıca zararın doğumunda borçlunun bir kusuru bulunup bulunmadığı üzerinde durulmamış, artırılan kamulaştırma bedelinin ilk taksiti ödendikten sonra kalan 2.673,57 TL sının 22.06.1999 tarihinden en son ödeme tarihi olan 15.12.2004 tarihine kadar değişen oranlarda uygulanan yasal faiziyle birlikte hesaplanması sonucu davalının 10.046,71 TL munzam zararının olduğu bildirilmiştir.
Mahkemece yukarıda değinilen bilirkişi raporuna dayanılarak davanın kabulü ile 10.046,71 TL nın son ödeme tarihi olan 15.12.2004 tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiştir.
Dava, kamulaştırma bedelinin zamanında ödenmemesinden dolayı oluşan zararın Borçlar Yasasının 105. maddesi gereğince tahsili istemine ilişkindir.
Dava konusu edilen zararın yasal dayanağını oluşturan Borçlar Yasasının 105. maddesi hükmüne göre, borcun ödenmemesi veya geç ödenmesi nedeniyle alacaklı –geçmiş günler için öngörülen faizle karşılanamayacak- bir zarara uğramış ise, borçlu, geç ödemeden dolayı kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını kanıtlamadıkça bu zararı da karşılamak zorundadır. Yasa bu hüküm ile alacaklıya temerrüt faizini aşan zararını borçludan isteme olanağı tanımıştır. Ancak bunun için uğranılan zararın varlığı ve miktarının alacaklı tarafından kanıtlanması gerekir. Zarar kanıtlandığı takdirde borçlu, ödemenin geç yapılmasında kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını kanıtlaması halinde bu zararı ödeme yükümlülüğünden kurtulabilir. O halde, munzam zararın ödenmesi söz konusu olduğunda kusur, bir unsur olarak yer almaktadır. Kısacası, munzam zarar davasında davacı, zararın varlığını ve miktarını; davalı ise, borcun geç ödenmesinde kusurunun olmadığını kanıtlayacaktır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 19.06.1996 gün ve 1996/5-144 esas 1996/503 karar sayılı kararında da değinildiği üzere; bu konuda kanıtlanması gereken, belli paranın (somut olayda kamulaştırma bedelinin) gününde ödenmemesinden doğan zarardır. Açıkçası alacaklı, borcun kendisine geç ödenmesi yüzünden uğradığı zararın ne olduğunu ve miktarını kanıtlamak durumundadır. Doğaldır ki bu zarar paranın zamanında ödenmemesinden dolayı mahrum kalınan olası (muhtemel) kar ya da varsayılan (farzedilen) gelir değildir. Bu zarar davacının öz varlığından, ekonomik ve sosyal faaliyetlerinden, toplum içindeki statüsünden, başına gelen olaylardan kaynaklanan somut olgular nedeniyle uğramış olduğu zarardır. Hal böyle olunca davada istenen zararı doğuran somut olayın ve bu nedenle uğranılan zararın kanıtlanması gerektiği duraksama yaratmayacak denli açık bir olgudur.
Munzam zararın tazmini konusuyla ilgili olup Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Dairemizin 22.03.1994 gün ve 1994/2060-3571 sayılı kararı ve bunu izleyen kararlarında belirtildiği gibi; alacaklı, uğradığı zararın kendisine ödenen temerrüt faizinden fazla olduğunu somut olgulara dayanarak inanılır, kesin ve net bir biçimde kanıtlamak zorundadır. Genel ve soyut nitelikteki enflasyonun ya da bankalarda mevduat için ödenen faizin temerrüt faizinden yüksek oranda olması, munzam zararın gerçekleştiği ve kanıtlandığı anlamına gelmez. Burada davacının kanıtlaması gereken husus, enflasyon ve mevduat faizinin yüksekliği gibi genel olgular değil, şahsen ve somut olarak geç ödemeden dolayı zarar gördüğü keyfiyetidir. Örneğin, alacağını zamanında tahsil edememekten ötürü başkasına olan borcunu ödemek için daha yüksek oranda faizle borç aldığını; alacaklı olduğu parayı zamanında alsa idi, yabancı para ile ödemek durumunda olduğu borcunu, geçen süre içinde gerçekleşen bu fark nedeniyle daha yüksek kurdan ödemek zorunda kaldığını; borçludan alacağını zamanında tahsil edeceğine güvenerek üçüncü kişilere karşı bir takım yükümlülükler altına girip, borçlunun borcunu geç ödemesi yüzünden bu üçüncü kişilere karşı edimini yerine getiremediği için cezai şart ya da vergi cezası ödediğini, mallarının haczedildiğini veya yüksek faizli kredi almak zorunda kaldığını kanıtlamak durumundadır. Yoksa soyut ve doğrudan davacının zararını ifade etmeyen, genel ekonomik konjöktürel olgular Borçlar Yasasının 105. maddesinde sözü edilen munzam zararın tazminini gerektirmez.
Öte yandan, borçlunun borcunu ödemede temerrüde düşmesi durumunda, alacaklının başkaca bir hususu kanıtlamadan salt ülkenin içinde bulunduğu ekonomik olumsuzluklar (enflasyon, yüksek faiz, döviz kur farkı, paranın değerindeki düşüş vb. gibi olgular) Borçlar Yasasının 105. maddesindeki munzam zararın kanıtları olarak gösterilip, bunların doğurduğu olumsuzluk gerçek zarar olarak gösterilemez. Bunu kabul etmek hukuk tekniği bakımından da olanaklı değildir. Çünkü, alacaklının somut olarak herhangi bir zarara uğradığını kanıtlamaksızın salt enflasyon (ya da onun yarattığı diğer olumsuzluklar) oranında bir zarara uğradığını varsaymak, yasal faiz oranını enflasyon oranına çıkarmak olur ki, bu yetki yalnızca Yasa koyucuya verilmiştir. Yasa koyucunun amacı, vadeli mevduat ya da enflasyon oranını aynen yansıtmak olsaydı, temerrüt faizini de bu unsurlara bağlardı ve 3095 ve 4489 sayılı Yasalarda yaptığı gibi belli bir oran belirlemezdi. Yasa koyucu tüm bu ekonomik olumsuzlukları değerlendirip, bunların yaratacağı zarar dolayısıyla tazminat oranını –Anayasadan aldığı yasa yapma yetkisine dayanarak- belirlemiş iken, bu yasal düzenleme gözardı edilip, aynı ekonomik göstergelere dayanılarak tazmin edilecek zararın –temerrüt faizinden- daha fazla olduğu kabul edilemez.
Bu durumda Borçlar Yasasının 105. maddesinde karşılanması öngörülen faizi aşan-munzam zararın, Ülkede varlığı kabul edilen genel ekonomik olumsuzlukların (enflasyon oranı, yüksek ve değişken döviz kurları, mevduat faizleri vb. gibi) “malum ve meşhur” olgular olarak kabulü ile değil, bunlar dışında davacının durumuna özgü somut olaylarla kanıtlanması gerekir. Bu konularda alacaklı, önemli bir kanıtlama külfeti altındadır. Kanıtlama yükünü yerine getirirken, kural olarak her hangi bir kanıtlama kolaylığından yararlanabilir. Örneğin enflasyon, somut olguların kanıtlanmasında özellikle zararın miktarının saptanmasında kolaylık sağlayabilir ise de, kanıtlama zorunluluğunu ortadan kaldırmaz. Zararın varlığı ileri sürülerek somut olgular ile kanıtlandıktan sonra miktarının belirlenmesinde -yukarıda açıklandığı gibi- zamanında ödeme yapılmadığı için alınmak zorunda kalınan borca ödenen yüksek faiz oranının, malvarlığında oluşan azalmanın veya dövize ödenen yüksek kurun ve ülkede geçerli diğer ekonomik göstergelerin dikkate alınacağı doğaldır.
Bundan ayrı, uğranılan zararın, borçlunun ve alacaklının dışında gelişen Ülkenin ekonomik politikasına bağlı verilere endekslenmesi durumunda, bunlardan hangisinin uygulanacağı konusu da ayrı bir kargaşa yaratmaktadır. Örneğin zararın hesaplanmasında TEFE mi, TÜFE mi, döviz mi, mevduat faizi mi, yoksa Devlet Tahvili mi esas alınacaktır! Nitekim somut olayda bilirkişi, davacının zararını yıllık yasal faiz oranlarına göre hesaplamış mahkemece de bu miktar esas alınmıştır. Bu da gösteriyor ki, davacı ileri sürdüğü munzam zararını somut olgularla kanıtlamadıkça zarar miktarının saptanması gerçekçi olmayacak, bir bakıma varsayıma dayanacaktır.
Yukarda ayrıntılı biçimde açıklandığı üzere; davada somut olaylara dayanılarak bir zararın gerçekleştiği ileri sürülüp, yöntemince kanıtlanmış bulunmadığı cihetle, Borçlar Yasasının 105. maddesi gereğince tazminata hükmedilemeyeceği gözetilmeden, yazılı gerekçe ile davanın kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2003/3459 K: 2003/4151 T: 20.05.2003
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2002/6633 K: 2002/9163 T: 03.10.2002
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2002/8869 K: 2002/11638 T: 25.11.2002
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2015/5164 K: 2015/18416 T: 14.12.2015
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2010/9860 K: 2010/12447 T: 04.10.2010
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 19.6.1996 gün ve 1996/5-144 esas 1996/503 karar sayılı kararında da değinildiği üzere; bu konuda kanıtlanması gereken, belli paranın (somut olayda kamulaştırma bedelinin) gününde ödenmemesinden doğan zarardır. Açıkçası alacaklı, borcun kendisine geç ödenmesi yüzünden uğradığı zararın ne olduğunu ve miktarını kanıtlamak durumundadır. Doğaldır ki bu zarar paranın zamanında ödenmemesinden dolayı mahrum kalınan olası (muhtemel) kar ya da varsayılan (farzedilen) gelir değildir. Bu zarar davacının öz varlığından, ekonomik ve sosyal faaliyetlerinden, toplum içindeki statüsünden, başına gelen olaylardan kaynaklanan somut olgular nedeniyle uğramış olduğu zarardır.
Davacılar vekili dava dilekçesinde, artırılan kamulaştırma bedelinin geç ödenmesinden dolayı uğranılan 19.900.000.000TL munzam zararın Borçlar Yasasının 105. maddesi hükmünce fazlaya ilişkin hakları saklı tutulmak koşuluyla tahsilini istemiştir. Davalı vekili, borcun ödendiğini ve idarenin kusurunun bulunmadığını, haksız ve yersiz açılan munzam zarar davasının koşulları oluşmadığından reddi gerektiğini savunmuştur.
Dosyada toplanan belge ve bilgiler bilirkişiye incelettirilmiş, hükme esas alınan bilirkişi kurulu raporunda; davanın niteliği ve özellikle davacının uğradığını ileri sürdüğü zararın somut olaylara dayandırıp bunları yöntemince kanıtlaması gerektiği ve ayrıca zararın doğumunda borçlunun bir kusuru bulunup bulunmadığı üzerinde durulmamış, salt ülkede yaşanan enflasyonun yarattığı genel ve soyut olgular dikkate alınarak yapılan hesaplamada davacının munzam zararının, Devlet İstatistik Enstitüsü’nün tüketici fiyatları endeksine, doların efektif satış kuruna, döviz tevdiat hesaplarına verilen faizlere ve devlet borçlanma senet faizlerine göre yapılan hesaplamaların ortalaması olarak alınmak suretiyle kamulaştırma bedel artırım davasının dava tarihi başlangıç alınarak 41.402.237.773 TL., karar tarihi başlangıç alındığında 3.471.773.473.521 TL. olduğu bildirilmiştir.
Mahkemece yukarıda değinilen bilirkişi raporuna dayanılarak ve talebe bağlı kalınarak davanın kabulü ile 19.900.000.000TL’nın (19.900TL) davalıdan tahsiline karar verilmiştir.
Dava, kamulaştırma bedelinin zamanında ödenmemesinden dolayı oluşan zararın Borçlar Yasasının 105. maddesi gereğince tahsili istemine ilişkindir.
Dava konusu edilen zararın yasal dayanağını oluşturan Borçlar Yasasının 105. maddesi hükmüne göre, borcun ödenmemesi veya geç ödenmesi nedeniyle alacaklı –geçmiş günler için öngörülen faizle karşılanamayacak- bir zarara uğramış ise, borçlu, geç ödemeden dolayı kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını kanıtlanmadıkça bu zararı da karşılamak zorundadır. Yasa bu hüküm ile alacaklıya temerrüt faizini aşan zararını borçludan isteme olanağı tanımıştır. Ancak bunun için uğranılan zararın varlığı ve miktarının alacaklı tarafından kanıtlanması gerekir. Zarar kanıtlandığı takdirde borçlu, ödemenin geç yapılmasında kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını kanıtlaması halinde bu zararı ödeme yükümlülüğünden kurtulabilir. O halde, munzam zararının ödenmesi söz konusu olduğunda kusur, bir unsur olarak yer almaktadır. Kısacası, munzam zarar davasında davacı, zararın varlığını ve miktarını; davalı ise, borcun geç ödenmesinde kusurunun olmadığını kanıtlayacaktır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 19.6.1996 gün ve 1996/5-144 esas 1996/503 karar sayılı kararında da değinildiği üzere; bu konuda kanıtlanması gereken, belli paranın (somut olayda kamulaştırma bedelinin) gününde ödenmemesinden doğan zarardır. Açıkçası alacaklı, borcun kendisine geç ödenmesi yüzünden uğradığı zararın ne olduğunu ve miktarını kanıtlamak durumundadır. Doğaldır ki bu zarar paranın zamanında ödenmemesinden dolayı mahrum kalınan olası (muhtemel) kar ya da varsayılan (farzedilen) gelir değildir. Bu zarar davacının öz varlığından, ekonomik ve sosyal faaliyetlerinden, toplum içindeki statüsünden, başına gelen olaylardan kaynaklanan somut olgular nedeniyle uğramış olduğu zarardır. Hal böyle olunca davada istenen zararı doğuran somut olayın ve bu nedenle uğranılan zararın kanıtlanması gerektiği duraksama yaratmayacak denli açık bir olgudur.
Munzam zararın tazmini konusuyla ilgili olup Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Dairemizin 22.3.1994 gün ve 1994/2060-3571 sayılı kararı ve bunu izleyen kararlarında belirtildiği gibi; alacaklı, uğradığı zararın kendisine ödenen temerrüt faizinden fazla olduğunu somut olgulara dayanarak inanılır, kesin ve net bir biçimde kanıtlamak zorundadır. Genel ve soyut nitelikteki enflasyonun ya da bankalarda mevduat için ödenen faizin temerrüt faizinden yüksek oranda olması, munzam zararın gerçekleştiği ve kanıtlandığı anlamına gelmez. Burada davacının kanıtlaması gereken husus, enflasyon ve mevduat faizinin yüksekliği gibi genel olgular değil, şahsen ve somut olarak geç ödemeden dolayı zarar gördüğü keyfiyetidir. Örneğin, alacağını zamanında tahsil edememekten ötürü başkasına olan borcunu ödemek için daha yüksek oranda faizle borç aldığını; alacaklı olduğu parayı zamanında alsa idi, yabancı para ile ödemek durumunda olduğu borcunu, geçen süre içinde gerçekleşen bu fark nedeniyle daha yüksek kurdan ödemek zorunda kaldığını; borçludan alacağını zamanında tahsil edeceğine güvenerek üçüncü kişilere karşı bir takım yükümlülükler altına girip, borçlunun borcunu geç ödemesi yüzünden bu üçüncü kişilere karşı edimini yerine getiremediği için cezai şart ya da vergi cezası ödediğini, mallarının haczedildiğini veya yüksek faizli kredi almak zorunda kaldığını kanıtlamak durumundadır. Yoksa soyut ve doğrudan davacının zararını ifade etmeyen, genel ekonomik konjöktürel olgular Borçlar Yasasının 105. maddesinde sözü edilen munzam zararın tazminini gerektirmez.
Öte yandan, borçlunun borcunu ödemede temerrüde düşmesi durumunda, alacaklının başkaca bir hususu kanıtlamadan salt ülkenin içinde bulunduğu ekonomik olumsuzluklar (enflasyon, yüksek faiz, döviz kur farkı, paranın değerindeki düşüş vb. gibi olgular) Borçlar Yasasının 105. maddesindeki munzam zararın kanıtları olarak gösterilip, bunların doğurduğu olumsuzluk gerçek zarar olarak gösterilemez. Bunu kabul etmek hukuk tekniği bakımından da olanaklı değildir. Çünkü, alacaklının somut olarak herhangi bir zarara uğradığını kanıtlamaksızın salt enflasyon (ya da onun yarattığı diğer olumsuzluklar) oranında bir zarara uğradığını varsaymak, yasal faiz oranını enflasyon oranına çıkarmak olur ki, bu yetki yalnızca Yasa koyucuya verilmiştir. Yasa koyucunun amacı, vadeli mevduat ya da enflasyon oranını aynen yansıtmak olsaydı, temerrüt faizini de bu unsurlara bağlardı ve 3095 ve 4489 sayılı Yasalarda yaptığı gibi belli bir oran belirlemezdi. Yasa koyucu tüm bu ekonomik olumsuzlukları değerlendirip, bunların yaratacağı zarar dolayısıyla tazminat oranını –Anayasadan aldığı yasa yapma yetkisine dayanarak- belirlemiş iken, bu yasal düzenleme gözardı edilip, aynı ekonomik göstergelere dayanılarak tazmin edilecek zararın –temerrüt faizinden- daha fazla olduğu kabul edilemez.
Bu durumda Borçlar Yasasının 105. maddesinde karşılanması öngörülen faizi aşan-munzam zararın, Ülkede varlığı kabul edilen genel ekonomik olumsuzlukların (enflasyon oranı, yüksek ve değişken döviz kurları, mevduat faizleri vb. gibi) “malum ve meşhur” olgular olarak kabulü ile değil, bunlar dışında davacının durumuna özgü somut olaylarla kanıtlanması gerekir. Bu konularda alacaklı, önemli bir kanıtlama külfeti altındadır. Kanıtlama yükünü yerine getirirken, kural olarak her hangi bir kanıtlama kolaylığından yararlanabilir. Örneğin enflasyon, somut olguların kanıtlanmasında özellikle zararın miktarının saptanmasında kolaylık sağlayabilir ise de, kanıtlama zorunluluğunu ortadan kaldırmaz. Zararın varlığı ileri sürülerek somut olgular ile kanıtlandıktan sonra miktarının belirlenmesinde -yukarıda açıklandığı gibi- zamanında ödeme yapılmadığı için alınmak zorunda kalınan borca ödenen yüksek faiz oranının, malvarlığında oluşan azalmanın veya dövize ödenen yüksek kurun ve ülkede geçerli diğer ekonomik göstergelerin dikkate alınacağı doğaldır.
Bundan ayrı, uğranılan zararın, borçlunun ve alacaklının dışında gelişen Ülkenin ekonomik politikasına bağlı verilere endekslenmesi durumunda, bunlardan hangisinin uygulanacağı konusu da ayrı bir kargaşa yaratmaktadır. Örneğin zararın hesaplanmasında TEFE mi, TÜFE mi, döviz mi, mevduat faizi mi, yoksa Devlet Tahvili mi esas alınacaktır! Nitekim somut olayda bilirkişi, davacının zararını tüm bu unsurlara göre ayrı ayrı hesaplamış ve ortalamasına göre değer belirlemiş mahkemece de gerekçe gösterilmeden saptanan bu miktar esas alınmıştır. Bu da gösteriyor ki, davacı ileri sürdüğü munzam zararını somut olgularla kanıtlamadıkça zarar miktarının saptanması gerçekçi olmayacak, bir bakıma varsayıma dayanacaktır.
Yukarda ayrıntılı biçimde açıklandığı üzere; davada somut olaylara dayanılarak bir zararın gerçekleştiği ileri sürülüp, yöntemince kanıtlanmış bulunmadığı cihetle, Borçlar Yasasının 105. maddesi gereğince tazminata hükmedilemeyeceği gözetilmeden, yazılı gerekçe ile davanın kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2003/3459 K: 2003/4151 T: 20.05.2003
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2002/8869 K: 2002/11638 T: 25.11.2002
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2015/5164 K: 2015/18416 T: 14.12.2015
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2001/10387 K: 2002/4874 T: 29.04.2002
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2003/3459 K: 2003/4151 T: 20.05.2003
Borçlunun borcunu ödemede temerrüde düşmesi durumunda, alacaklının başkaca bir hususu kanıtlamadan salt ülkenin içinde bulunduğu ekonomik olumsuzluklar (enflasyon, yüksek faiz, döviz kur farkı, paranın değerindeki düşüş vb. gibi olgular) Borçlar Yasasının 105. maddesindeki munzam zararın kanıtları olarak gösterilip, bunların doğurduğu olumsuzluk gerçek zarar olarak gösterilemez. Bunu kabul etmek hukuk tekniği bakımından da olanaklı değildir.
Davacılar vekili dava dilekçesinde, 735.278.750 TL. kamulaştırma bedelinin davalı idareden tahsili için 15.1.1998 tarihinde icra takibi yapıldığını, ancak halen davalının bu parayı ödemediğini, ileri sürerek, Borçlar Yasasının 105. maddesi hükmünce ödemede gecikme nedeniyle uğranılan munzam zararının (fazlaya ilişkin hakları saklı tutulmak koşuluyla) şimdilik 1.000.000.000 TL´sının davalıdan tahsilini istemiştir.
Davalı vekili, borcun ödendiğini ve idarenin kusurunun bulunmadığını, haksız ve yersiz açılan munzam zarar davasının koşulları oluşmadığından reddi gerektiğini savunmuştur.
Dosyada toplanan belge ve bilgiler bilirkişiye incelettirilmiş, bilirkişi tarafından düzenlenen raporda; davanın niteliği ve özellikle davacının uğradığını ileri sürdüğü zararın somut olaylara dayandırıp bunları yöntemince kanıtlaması gerektiği ve ayrıca zararın doğumunda borçlunun bir kusuru bulunup bulunmadığı üzerinde durulmamış, salt ülkede yaşanan enflasyonun yarattığı genel ve soyut olgular dikkate alınarak yapılan hesaplamada davacının munzam zararının, Devlet İstatistik Enstitüsü´nün toptan eşya fiatları endeksine göre altın, döviz vs´ye göre yapılan hesaplamaların ortalaması olarak 2.901.000.000 TL.olduğu bildirilmiştir.
Mahkemece yukarıda değinilen bilirkişi raporuna dayanılarak davanın kabulü ile 1.000.000.000 TL´nin davalıdan tahsiline karar verilmiştir.
Taraflar arasındaki uyuşmazlık, kamulaştırma bedelinin ödenmemesinden dolayı oluşan zararın Borçlar Yasasının 105. maddesi gereğince tahsili istemine ilişkindir.
Dava konusu edilen zararın yasal dayanağını oluşturan Borçlar Yasasının 105. maddesi hükmüne göre, borcun ödenmemesi veya geç ödenmesi nedeniyle alacaklı -geçmiş günler için öngörülen faizle karşılanamayacak- bir zarara uğramış ise, borçlu, geç ödemeden dolayı kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını kanıtlanmadıkça bu zararı da karşılamak zorundadır. Yasa bu hüküm ile alacaklıya temerrüt faizini aşan zararını borçludan isteme olanağı tanımıştır. Ancak bunun için uğranılan zararın varlığı ve miktarının alacaklı tarafından kanıtlanması gerekir. Zarar kanıtlandığı takdirde borçlu, ödemenin geç yapılmasında kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını kanıtlaması halinde bu zararı ödeme yükümlülüğünden kurtulabilir. O halde, munzam zararının ödenmesi söz konusu olduğunda kusur, bir unsur olarak yer almaktadır. Kısacası, munzam zarar davasında davacı, zararın varlığını ve miktarını; davalı ise, borcun geç ödemesinde kusurunun olmadığını kanıtlayacaktır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu´nun 19.6.1996 gün ve 1996/5-144 esas 1996/503 karar sayılı kararında da değinildiği üzere; bu konuda kanıtlanması gereken, belli paranın (somut olayda kamulaştırma bedelinin) gününde ödenmemesinden doğan zarardır. Açıkçası alacaklı, borcun kendisine geç ödenmesi yüzünden uğradığı zararın ne olduğunu ve miktarını kanıtlanmak durumundadır. Doğaldır ki bu zarar paranın zamanında ödenmemesinden dolayı mahrum kalınan olası (muhtemel) kar ya da varsayılan (farzedilen) gelir değildir. Bu zarar davacının öz varlığından, ekonomik ve sosyal faaliyetlerinden, toplum içindeki statüsünden, başına gelen olaylardan kaynaklanan somut olgular nedeniyle uğramış olduğu zarardır. Hal böyle olunca davada istenen zararı doğuran somut olayın ve bu nedenle uğranılan zararın kanıtlanması gerektiği duraksama yaratmayacak denli açık bir olgudur.
Munzam zararın tazmini konusuyla ilgili olup Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Dairemizin 22.3.1994 gün ve 1994/2060-3571 sayılı kararı ve bunu izleyen kararlarında belirtildiği gibi; alacaklı, uğradığı zararın kendisine ödenen temerrüt faizinden fazla olduğunu somut olgulara dayanarak inanılır, kesin ve net bir biçimde kanıtlanmak zorundadır. Genel ve soyut nitelikteki enflasyonun ya da bankalarda mevduat için ödenen faizin temerrüt faizden yüksek oranda olması, munzam zararın gerçekleştiği ve kanıtlandığı anlamına gelmez. Burada davacının kanıtlaması gereken husus, enflasyon ve mevduat faizinin yüksekliği gibi genel olgular değil, şahsen ve somut olarak geç ödemeden dolayı zarar gördüğü keyfiyetidir. Örneğin, alacağını zamanında tahsil edememekten ötürü başkasına olan borcunu ödemek için daha yüksek oranda faizle borç aldığını; alacaklı olduğu parayı zamanında alsa idi, yabancı para ile ödemek durumunda olduğu borcunu, geçen süre içinde geçekleşen bu fark nedeniyle daha yüksek kurdan ödemek zorunda kaldığını; borçludan alacağını zamanında tahsil edeceğine güvenerek üçüncü kişilere karşı bir takım yükümlülükler altına girip, borçlunun borcunu geç ödemesi yüzünden bu (üçüncü kişilere karşı edimini yerine getiremediği için cezai şart ya da vergi cezası ödediğini, mallarının haczedildiğini veya yüksek faizli kredi almak zorunda kaldığını; kanıtlamak durumundadır. Yoksa soyut ve doğrudan davacının zararına ifade etmeyen, genel ekonomik konjöktürel olgular Borçlar Yasasının 105. maddesinde sözü edilen munzam zararın tazminini gerektirmez.
Öte yandan, borçlunun borcunu ödemede temerrüde düşmesi durumunda, alacaklının başkaca bir hususu kanıtlamadan salt ülkenin içinde bulunduğu ekonomik olumsuzluklar (enflasyon, yüksek faiz, döviz kur farkı, paranın değerindeki düşüş vb. gibi olgular) Borçlar Yasasının 105. maddesindeki munzam zararın kanıtları olarak gösterilip, bunların doğurduğu olumsuzluk gerçek zarar olarak gösterilemez. Bunu kabul etmek hukuk tekniği bakımından da olanaklı değildir. Çünkü, alacaklının somut olarak herhangi bir zarara uğradığını kanıtlamaksızın salt enflasyon (ya da onun yarattığı diğer olumsuzluklar) oranında bir zarara uğradığını varsaymak, yasal faiz oranını enflasyon oranına çıkarmak olur ki, bu yetki yalnızca Yasa koyucuya verilmiştir. Yasa koyucunun amacı, vadeli mevduat ya da enflasyon oranını aynen yansıtmak olsaydı, temerrüt faizini de bu unsurlara bağlardı ve 3095 ve 4489 sayılı Yasalarda yaptığı gibi belli bir oran belirlemezdi. Yasa koyucu tüm bu ekonomik olumsuzlukları değerlendirip, bunların yaratacağı zarar dolayısıyla tazminat oranını -Anayasadan aldığı yasa yapma yetkisine dayanarak- belirlemiş iken, bu yasal düzenleme gözardı edilip, aynı ekonomik göstergelere dayanılarak tazmin edilecek zararın -temerrüt faizinden- daha fazla olduğu kabul edilemez.
Bu durumda Borçlar Yasasının 105. maddesinde karşılanması öngörülen faizi aşan-munzam zararın, Ülkede varlığı kabul edilen genel ekonomik olumsuzlukların (enflasyon oranı, yüksek ve değişken döviz kurları, mevduat faizleri vb. gibi) “malum ve meşhur” olgular olarak kabulü ile değil, bunlar dışında davacının durumuna özgü somut olaylarla kanıtlanması gerekir. Bu konularda alacaklı, önemli bir kanıtlama külfeti altındadır. Kanıtlama yükünü yerine getirirken, kural olarak her hangi bir kanıtlama kolaylığından yararlanabilir. Örneğin enflasyon, somut olguların kanıtlanmasında özellikle zararın miktarının saptanmasında kolaylık sağlayabilir ise de, kanıtlama zorunluluğunu ortadan kaldırmaz. Zararın varlığı ileri sürülerek somut olgular ile kanıtlandıktan sonra miktarının belirlenmesinde -yukarıda açıklandığı gibi- zamanında ödeme yapılmadığı için alınmak zorunda kalınan borca ödenen yüksek faiz oranının, malvarlığında oluşan azalmanın veya dövize ödenen yüksek kurun ve ülkede geçerli diğer ekonomik göstergelerin dikkate alınacağı doğaldır.
Bundan ayrı, uğranılan zararın, borçlunun ve alacaklının dışında gelişen Ülkenin ekonomik politikasına bağlı verilere endekslenmesi durumunda, bunlardan hangisinin uygulanacağı konusu da ayrı bir kargaşa yaratmaktadır. Örneğin zararın hesaplanmasında TEFE mi, TÜFE mi, döviz mi, mevduat faizi mi, yoksa Devlet Tahvili mi esas alınacaktır! Nitekim somut olayda bilirkişi, davacının zararını tüm bu unsurlara göre ayrı ayrı hesaplamış ve ortalamasına göre değer belirlemiş mahkemece de gerekçe gösterilmeden saptanan bu miktar esas alınmıştır. Bu da gösteriyor ki, davacı ileri sürdüğü munzam zararını somut olgularla kanıtlamadıkça zarar miktarının saptanması gerçekçi olmayacak, bir bakıma varsayıma dayanacaktır.
Yukarda ayrıntılı biçimde açıklandığı üzere; davada somut olaylara dayanılarak bir zararın gerçekleştiği ileri sürülüp, yöntemince kanıtlanmış bulunmadığı cihetle, Borçlar Yasasının 105. maddesi gereğince tazminata hükmedilemeyeceği gözetilmeden, yazılı gerekçe ile davanın kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2010/9860 K: 2010/12447 T: 04.10.2010
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2002/6633 K: 2002/9163 T: 03.10.2002
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2002/8869 K: 2002/11638 T: 25.11.2002
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2015/5164 K: 2015/18416 T: 14.12.2015
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2017/17121 K: 2019/604 T: 21.01.2019
Kanun koyucu para borcunun geç ödenmesi yada ödenmemesi halinde bir zararın mevcut olduğunu kural olarak benimsemiştir. Diğer bir deyişle temerrüt faizi miktarınca alacaklının zarara uğradığı yasal bir karine olarak kabul edilmiştir. Bunun dışında davacının herhangi karineden istifade etme olanağı yasal olarak mevcut değildir.
Dava, çekişmesiz kamulaştırma bedelinin ödenmemesine dayalı munzam zarar ve faiz istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiş; hüküm, davalı …….. vekilince temyiz edilmiştir.
Yapılan incelemede; davacıların murislerinden intikal eden …. ili, …….. ilçesi, …….. mahallesi, 361 ada 17 parsel sayılı taşınmazın …….. Genel Müdürlüğünce kamulaştırıldığı, Kıymet …….. Komisyonunca tespit edilen bedelden muris paylarına düşen bedelin …….. Bankasının …. Şubesine yatırıldığı ancak üzerine davalı tarafından …….. koydurulduğu ve çekilemediği belirtilerek …….. Komisyonunca tespit edilen bedelden muris paylarına düşen kısımlar yönünden; kamulaştırma bedelinin bankaya …….. edildiği tarihten, kamulaştırma işleminin kesinleştiği tarihe kadar yasal, kamulaştırma işleminin kesinleştiği tarihten itibaren ise kamu alacaklarına uygulanan en yüksek oran uygulanarak faiz bedelinin ve ayrıca fazlaya ilişkin hakları saklı tutularak munzam zararın tahsili isteminde bulunulduğu anlaşılmıştır.
Davalı ……..ce davaya konu kamulaştırma bedeli yönünden …….. konulmadığı, davacılar tarafından bedelin tahsili konusunda başvurunun bulunmadığı belirtilmiş ise de; davacılardan …’ın kendi hissesine ilişkin …. 6. Asliye Hukuk Mahkemesi’ nin 20015/515 Esas- 2009/145 Karar sayılı dosyasında bulunan bilgilere göre; davalı ……..nin …. 4……… Müdürlüğünün 2005/6620 sayılı takip dosyasına vermiş olduğu 10.08.2005 havale tarihli itiraz dilekçesinde, davalı … Genel Müdürlüğünce kamulaştırma bedeli karşılığı olarak bankaya yatırılan bedel üzerine ödememe şerhi konulduğu kabul edilmiştir.
Bu itibarla; mahkemece davacıların murisleri adına …….. edilen kamulaştırma bedelinin …….. paylarına göre kendilerine intikal eden bedeller yönünden bedelin bankaya …….. edildiği 28.12.1990 tarihinden, kamulaştırma işleminin kesinleştiği tarihe kadar (…. …….. Mahkemesinde açılan kamulaştırma işleminin iptaline ilişkin talebin reddine dair kararın kesinleştiği tarih 12.02.1992 olmasına rağmen dava dilekçesinde bu tarihin 12.12.1992 olarak belirtildiğinden taleple bağlı kalınarak) yasal faizi, 12.12.1992 tarihinden sonrası için ise Anayasanın 46. maddesinde öngörülen faizi uygulamak suretiyle bedele hükmedilmesi istemine ilişkin talebin kabulüne karar verilmesinde bir isabetsizlik yoktur. Ancak;
Kanun koyucu para borcunun geç ödenmesi yada ödenmemesi halinde bir zararın mevcut olduğunu kural olarak benimsemiştir. Diğer bir deyişle temerrüt faizi miktarınca alacaklının zarara uğradığı yasal bir karine olarak kabul edilmiştir. Bunun dışında davacının herhangi karineden istifade etme olanağı yasal olarak mevcut değildir.
Davacı; para alacağını zamanında tahsil etmesi halinde ne şekilde kullanacağını, paranın zamanında verilmemesi nedeniyle faiz dışında ne gibi maddi zararlarının oluştuğunu; somut delilerle ispat edemediğinden munzam zarar istemine ilişkin davanın reddi yerine yazılı şekilde davanın kabulüne karar verilmesi, Doğru görülmemiştir.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/12124 K:2007/165 T:23.01.2007
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/13828 K:2006/1425 T:14.02.2006
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2006/4868 K:2006/7597 T:20.06.2006
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2003/3459 K: 2003/4151 T: 20.05.2003
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/730 K: 2012/373 T: 13.06.2012
Munzam zarar, bu hukuki niteliği ve karakteri itibariyle, asıl alacak ve faizleri yönünden icra takibinde bulunulması veya dava açılmasıyla sona ermeyeceği gibi, icra takibi veya dava açılması sırasında asıl alacak ve temerrüt faizi yanında talep edilmemiş olması halinde dahi takip veya davanın konusuna dahil bir borç olarak da kabul edilemez. Hal böyle olunca, asıl alacağın faizi ile birlikte tahsiline yönelik icra takibinde veya davada munzam zarar hakkının saklı tutulduğunu gösteren bir ihtirazi kayıt dermeyanına da gerek bulunmamaktadır.
Taraflar arasındaki “Munzam zarar” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Seferihisar Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 15.12.2009 gün ve 2004/137-2009/331 sayılı kararın incelenmesi taraf vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 18. Hukuk Dairesinin 06.07.2010 gün ve 5718-10264 sayılı ilamı ile;
(…Davacılar vekili dava dilekçesinde, dava konusu taşınmazın kamulaştırılması neticesi kıymet takdir komisyonunca belirlenen 5.881.439 TL’nin bankaya bloke edildiğini bildirmiş olmasına rağmen üzerine bloke koyduğunu, bunun üzerine davalı idareye 13.04.1981 tarihinde ihtar çekildiğini, bu ihtara rağmen ödenmemesi üzerine dava açıldığını, Seferihisar Asliye Hukuk Mahkemesinin 1998/128 Esas-1998/275 Karar sayılı ilamı ile bankaya yatırılan 5.881.439TL ihtilafsız bedelin 04.12.1984 tarihinden itibaren işleyecek faizi ile birlikte ödenmesine karar verildiğini, buna rağmen bu bedelin de dava tarihine kadar halen ödenmediğini, dava konusu taşınmazın kamulaştırılmasından ve bedelin ödenmemesinden dolayı bir trilyon TL zararlarının olduğunu, fazlaya ilişkin hak saklı kalmak kaydıyla 500.000.000.000 TL munzam zararın temerrüt tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsili istenilmiştir.
Davalı vekili, kıymet taktir komisyonunca tespit edilen bedelin ödenmemesinde bir kusurlarının olmadığını, Seferihisar Asliye Hukuk Mahkemesinin 1998/128 Esas – 1998/275 Karar sayılı ilamı ile davanın sonuçlandırıldığını, davacının bu kararı infaz ettirmek üzere icraya koymadığını, haksız ve yersiz açılan munzam zarar davasının koşulları oluşmadığından reddi gerektiğini savunmuştur.
Dosyada toplanan belge ve bilgiler bilirkişiye incelettirilmiş, hükme esas alınan bilirkişi kurulu tarafından düzenlenen raporda; davanın niteliği ve özellikle davacının uğradığını ileri sürdüğü zararın somut olaylara dayandırıp bunları yöntemince kanıtlaması gerektiği ve ayrıca zararın doğumunda borçlunun bir kusuru bulunup bulunmadığı üzerinde durulmamış, salt ülkede yaşanan enflasyonun yarattığı genel ve soyut olgular dikkate alınarak yapılan hesaplamada davacının munzam zararının, Devlet İstatistik Enstitüsü’nün toptan eşya fiyatları endeksine göre, altın ve dövize göre yapılan hesaplamaların ortalaması olarak 224.457,03 TL. olduğu bildirilmiştir.
Mahkemece yukarıda değinilen bilirkişi raporuna dayanılarak davanın kısmen kabulü ile 224.457,03 TL’nin davalıdan tahsiline karar verilmiştir.
Taraflar arasındaki uyuşmazlık, kamulaştırma bedelinin zamanında ödenmemesinden dolayı oluşan zararın Borçlar Yasasının 105. maddesi gereğince tahsili istemine ilişkindir.
Dava konusu edilen zararın yasal dayanağını oluşturan Borçlar Yasasının 105. maddesi hükmüne göre, borcun ödenmemesi veya geç ödenmesi nedeniyle alacaklı –geçmiş günler için öngörülen faizle karşılanamayacak- bir zarara uğramış ise, borçlu, geç ödemeden dolayı kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını kanıtlamadıkça bu zararı da karşılamak zorundadır. Yasa bu hüküm ile alacaklıya temerrüt faizini aşan zararını borçludan isteme olanağı tanımıştır. Ancak bunun için uğranılan zararın varlığı ve miktarının alacaklı tarafından kanıtlanması gerekir. Zarar kanıtlandığı takdirde borçlu, ödemenin geç yapılmasında kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını kanıtlaması halinde bu zararı ödeme yükümlülüğünden kurtulabilir. O halde, munzam zararının ödenmesi söz konusu olduğunda kusur, bir unsur olarak yer almaktadır. Kısacası, munzam zarar davasında davacı, zararın varlığını ve miktarını; davalı ise, borcun geç ödenmesinde kusurunun olmadığını kanıtlayacaktır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 19.6.1996 gün ve 1996/5-144 esas 1996/503 karar sayılı kararında da değinildiği üzere; bu konuda kanıtlanması gereken, belli paranın (somut olayda kamulaştırma bedelinin) gününde ödenmemesinden doğan zarardır. Açıkçası alacaklı, borcun kendisine geç ödenmesi yüzünden uğradığı zararın ne olduğunu ve miktarını kanıtlamak durumundadır. Doğaldır ki bu zarar paranın zamanında ödenmemesinden dolayı mahrum kalınan olası (muhtemel) kar ya da varsayılan (farzedilen) gelir değildir. Bu zarar davacının öz varlığından, ekonomik ve sosyal faaliyetlerinden, toplum içindeki statüsünden, başına gelen olaylardan kaynaklanan somut olgular nedeniyle uğramış olduğu zarardır. Hal böyle olunca davada istenen zararı doğuran somut olayın ve bu nedenle uğranılan zararın kanıtlanması gerektiği duraksama yaratmayacak denli açık bir olgudur.
Munzam zararın tazmini konusuyla ilgili olup Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Dairemizin 22.03.1994 gün ve 1994/2060-3571 sayılı kararı ve bunu izleyen kararlarında belirtildiği gibi; alacaklı, uğradığı zararın kendisine ödenen temerrüt faizinden fazla olduğunu somut olgulara dayanarak inanılır, kesin ve net bir biçimde kanıtlamak zorundadır. Genel ve soyut nitelikteki enflasyonun ya da bankalarda mevduat için ödenen faizin temerrüt faizinden yüksek oranda olması, munzam zararın gerçekleştiği ve kanıtlandığı anlamına gelmez. Burada davacının kanıtlaması gereken husus, enflasyon ve mevduat faizinin yüksekliği gibi genel olgular değil, şahsen ve somut olarak geç ödemeden dolayı zarar gördüğü keyfiyetidir. Örneğin, alacağını zamanında tahsil edememekten ötürü başkasına olan borcunu ödemek için daha yüksek oranda faizle borç aldığını; alacaklı olduğu parayı zamanında alsa idi, yabancı para ile ödemek durumunda olduğu borcunu, geçen süre içinde gerçekleşen bu fark nedeniyle daha yüksek kurdan ödemek zorunda kaldığını; borçludan alacağını zamanında tahsil edeceğine güvenerek üçüncü kişilere karşı bir takım yükümlülükler altına girip, borçlunun borcunu geç ödemesi yüzünden bu üçüncü kişilere karşı edimini yerine getiremediği için cezai şart ya da vergi cezası ödediğini, mallarının haczedildiğini veya yüksek faizli kredi almak zorunda kaldığını; kanıtlamak durumundadır. Yoksa soyut ve doğrudan davacının zararını ifade etmeyen, genel ekonomik konjöktürel olgular Borçlar Yasasının 105. maddesinde sözü edilen munzam zararın tazminini gerektirmez.
Öte yandan, borçlunun borcunu ödemede temerrüde düşmesi durumunda, alacaklının başkaca bir hususu kanıtlamadan salt ülkenin içinde bulunduğu ekonomik olumsuzluklar (enflasyon, yüksek faiz, döviz kur farkı, paranın değerindeki düşüş vb. gibi olgular) Borçlar Yasasının 105. maddesindeki munzam zararın kanıtları olarak gösterilip, bunların doğurduğu olumsuzluk gerçek zarar olarak gösterilemez. Bunu kabul etmek hukuk tekniği bakımından da olanaklı değildir. Çünkü, alacaklının somut olarak herhangi bir zarara uğradığını kanıtlamaksızın salt enflasyon (ya da onun yarattığı diğer olumsuzluklar) oranında bir zarara uğradığını varsaymak, yasal faiz oranını enflasyon oranına çıkarmak olur ki, bu yetki yalnızca Yasa koyucuya verilmiştir. Yasa koyucunun amacı, vadeli mevduat ya da enflasyon oranını aynen yansıtmak olsaydı, temerrüt faizini de bu unsurlara bağlardı ve 3095 ve 4489 sayılı Yasalarda yaptığı gibi belli bir oran belirlemezdi. Yasa koyucu tüm bu ekonomik olumsuzlukları değerlendirip, bunların yaratacağı zarar dolayısıyla tazminat oranını –Anayasadan aldığı yasa yapma yetkisine dayanarak- belirlemiş iken, bu yasal düzenleme gözardı edilip, aynı ekonomik göstergelere dayanılarak tazmin edilecek zararın –temerrüt faizinden- daha fazla olduğu kabul edilemez.
Bu durumda Borçlar Yasasının 105. maddesinde karşılanması öngörülen faizi aşan-munzam zararın, Ülkede varlığı kabul edilen genel ekonomik olumsuzlukların (enflasyon oranı, yüksek ve değişken döviz kurları, mevduat faizleri vb. gibi) “malum ve meşhur” olgular olarak kabulü ile değil, bunlar dışında davacının durumuna özgü somut olaylarla kanıtlanması gerekir. Bu konularda alacaklı, önemli bir kanıtlama külfeti altındadır. Kanıtlama yükünü yerine getirirken, kural olarak her hangi bir kanıtlama kolaylığından yararlanabilir. Örneğin enflasyon, somut olguların kanıtlanmasında özellikle zararın miktarının saptanmasında kolaylık sağlayabilir ise de, kanıtlama zorunluluğunu ortadan kaldırmaz. Zararın varlığı ileri sürülerek somut olgular ile kanıtlandıktan sonra miktarının belirlenmesinde -yukarıda açıklandığı gibi- zamanında ödeme yapılmadığı için alınmak zorunda kalınan borca ödenen yüksek faiz oranının, malvarlığında oluşan azalmanın veya dövize ödenen yüksek kurun ve ülkede geçerli diğer ekonomik göstergelerin dikkate alınacağı doğaldır.
Bundan ayrı, uğranılan zararın, borçlunun ve alacaklının dışında gelişen Ülkenin ekonomik politikasına bağlı verilere endekslenmesi durumunda, bunlardan hangisinin uygulanacağı konusu da ayrı bir kargaşa yaratmaktadır. Örneğin zararın hesaplanmasında TEFE mi, TÜFE mi, döviz mi, mevduat faizi mi, yoksa Devlet Tahvili mi esas alınacaktır! Nitekim somut olayda bilirkişi, davacının zararını tüm bu unsurlara göre ayrı ayrı hesaplamış ve ortalamasına göre değer belirlemiş mahkemece de gerekçe gösterilmeden saptanan bu miktar esas alınmıştır. Bu da gösteriyor ki, davacı ileri sürdüğü munzam zararını somut olgularla kanıtlamadıkça zarar miktarının saptanması gerçekçi olmayacak, bir bakıma varsayıma dayanacaktır.
Yukarda ayrıntılı biçimde açıklandığı üzere; davada somut olaylara dayanılarak bir zararın gerçekleştiği ileri sürülüp, yöntemince kanıtlanmış bulunmadığı, aksine aynı konu ile ilgili olarak Seferihisar Asliye Hukuk Mahkemesinin 1998/128 Esas-1998/275 Karar sayılı ilamı ile kesinleşen ve ihtilafsız bedelin faizi ile birlikte tahsil edilebileceğine ilişkin kesinleşmiş hükmü bulunması karşısında da Borçlar Yasasının 105. maddesi gereğince tazminata hükmedilemeyeceği gözetilmeden, yazılı gerekçe ile davanın kısmen kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiştir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: Dava, kamulaştırma bedelinin zamanında ödenmemesi dolayısıyla uğranılan munzam zararın tahsili istemine ilişkindir.
Mahkemenin, davanın kısmen kabulüne dair verdiği karar, taraf vekillerinin temyizleri üzerine, Özel Dairece yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuş; yerel mahkemece, önceki kararda direnilmiştir. Direnme hükmünü taraf vekilleri, temyiz etmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; ilke olarak Borçlar Kanunu’nun 105. maddesinde karşılanması öngörülen faizi aşan zararın ispatına ilişkin olup;ülkede varlığı kabul edilen genel ekonomik olumsuzlukların (ülkede cari enflasyon oranı, yüksek ve değişken döviz kurları, mevduat faizleri) “malum ve meşhur” olgular olarak kabulü dolayısıyla zararın ispatlanmış mı sayılacağı, yoksa bunlar dışında, davacının durumuna özgü, somut vakıalarla mı kanıtlanması gerektiği, noktasında toplanmaktadır.
Hemen belirtilmelidir ki, munzam zarar Borçlar Kanunu (BK)’nun 105. maddesinde düzenlenmiştir. Anılan yasa maddesine göre alacaklının duçar olduğu zarar, geçmiş günler faizinden fazla olduğu surette borçlu kendisine hiçbir kusur isnat edilemeyeceğini isbat etmedikçe bu zararı dahi tazmin ile mükelleftir. Munzam zarar sorumluluğu kusura dayanan temerrüdün hukuki bir sonucudur ve borçlunun zararının faizi aşan bölümüdür.
Borçlu para borcunu vadesinde ödemediğinde (temerrüdü oluştuğunda) sözleşme veya yasada belirlenen gecikme faizi ödeme yükümü altına girer. Bu durumda BK’nun 103 uyarınca alacaklının mutlak ve tartışmasız bir zarara uğradığı kabul edilmektedir. O nedenle alacaklıya, uğradığı zararı isbat yükümü verilmeksizin, en önemlisi borçlunun, kusuru olup olmadığı araştırılmaksızın yasa gereği kabul edilen zararı giderme hakkı tanınmıştır.
Bunun dışında, alacaklının uğradığı zarar temerrüt faizinin üstünde gerçekleşmiş olması durumlarında ise, davada uygulanması gereken BK’nun 105. maddesi gündeme gelir.
Öncelikle, munzam zararın hukuki tanımı ve kapsamı üzerinde durulmasında yarar vardır. Munzam zarar, borçlu temerrüde düşmeden borcunu ödemiş olsaydı, alacaklının malvarlığının kazanacağı durum ile temerrüt sonucunda ortaya çıkan ve oluşan durum arasındaki farktır. Diğer bir anlatımla, temerrüt faizini aşan ve kusur sorumluluğu kurallarına bağlı bir zarar şeklinde tanımlanabilir.
BK’nun 105. maddesi, kaynağı ne olursa olsun, temerrüt faiz yürütülebilir nitelikte olmak koşuluyla bütün para borçlarında uygulanma olanağına sahiptir. Borcun dayanağı haksız fiil, sözleşme, nedensiz zenginleşme, kanun, vekaletsiz iş görme olabilir.
Bu bağlamda belirtilmelidir ki, munzam zarar borcunun hukuki sebebi, asıl alacağın temerrüde uğraması ile oluşan hukuka aykırılıktır.
O nedenle, borçlunun munzam zararı tazmin yükümlülüğü (BK.md.105), asıl borç ve temerrüt faizi yükümlülüğünden tamamen farklı temerrüt ile oluşmaya başlayan asıl borcun ifasına kadar geçen zaman içinde artarak devam eden, asıl borçtan tamamen bağımsız yeni bir borçtur. Munzam zarar, bu hukuki niteliği ve karakteri itibariyle, asıl alacak ve faizleri yönünden icra takibinde bulunulması veya dava açılmasıyla sona ermeyeceği gibi, icra takibi veya dava açılması sırasında asıl alacak ve temerrüt faizi yanında talep edilmemiş olması halinde dahi takip veya davanın konusuna dahil bir borç olarak da kabul edilemez. Hal böyle olunca, asıl alacağın faizi ile birlikte tahsiline yönelik icra takibinde veya davada munzam zarar hakkının saklı tutulduğunu gösteren bir ihtirazi kayıt dermeyanına da gerek bulunmamaktadır. Ayrı bir dava ile zamanaşımı süresi içinde her zaman istenmesi mümkündür.
Munzam zarar sorumluluğu, kusur sorumluluğuna dayanmakta olup, buradaki kusur borçlunun temerrüde düşmekteki kusurudur.
Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; Davacıların kayden malik oldukları Seferihisar ilçesi Doğanbey Köyü Sirebük mevkiinde bulunan 837 parsel sayılı taşınmazın davalı idare tarafından 29.12.1977 tarihinde kamulaştırıldığı; komisyonca takdir edilen 5.881.439-TL kamulaştırma bedelinin noter tebligatında bankaya bloke edileceğinin bildirildiği; anılan bedelin ödenmemesi üzerine davacılar vekili, 837 parsel sayılı taşınmazın kamulaştırma bedelinin müvekkillerine ödenmesi için davalı idareye ihtarname gönderdiği, anılan ihtarnamenin idareye 13.4.1981 tarihinde tebliğ edildiği; 13.4.1981 tarihinde tebliğ edilen ihtarnameye rağmen kamulaştırma bedeli ödenmediğinden davacılar tarafından davalı idare aleyhine 12.10.1990 tarihinde açılan ve Seferihisar Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 1.10.1998 tarih ve E:1998/128, K:1998/275 sayılı kesinleşen hükmü ile de “….bankaya yatırılmış ihtilafsız bedel olan 5.881.439 TL’nin davalıya çekilen ihtarnamenin tebliğ tarihi olan 13.4.1981 tarihinden itibaren 4.12.1984 tarihine kadar % 5, 4.12.1984 tarihinden 31.12.1997 tarihine kadar % 30, 1.1.1998 tarihinden itibaren % 50 yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsili ile davacılara hisseleri nisbetinde ödenmesine, fazla talebin reddine….” karar verildiği; halen de kamulaştırma bedelinin davacılara ödenmediği, dosya kapsamından anlaşılmaktadır.
Ayrıca dosyada bulunan 20.05.2009 tarihli bilirkişi kurulu raporunda ise, dava tarihi (17.05.2004) itibariyle kamulaştırma bedelinin 5,88 TL olduğu, belirtilen bu kamulaştırma bedelinin 13.04.1981 ila 17.05.2004 dava tarihi arasında işleyen yasal faiz tutarının ise, 44,95 TL olduğu bildirilmiştir.
Nihayet Ziraat Bankası’nın 13.5.1992 tarihli cevabında 837 parsele ait kamulaştırma bedelinin (5.881.439-TL) 2.4.1979 tarihinde bankalarına yattığını ancak henüz mal sahipleri olan Seval Özden, Ali Akca, Nazmi Uz ‘a ödeme yapılmadığı bildirilmiştir.
Şu durum karşısında, alacaklının davasında dayandığı maddi olgulara uygulanması zorunlu görülen HUMK. md. 238/2 ve Medeni Kanun md.7 anlamında belirlenen delillerle alacaklı zararının kanıtlandığına ilişkin karinenin vücut bulduğu ve böylece davacının zararını isbat yükünü yerine getirdiğini kabul etmek gerekir. Bu aşamadan sonra sorumluluktan kurtulmak isteyen borçlunun; somut olayın özellikleri nedeni ile ya alacaklının bir zarara uğramadığını, ya da borcunu zamanında ifa etmiş olsa idi dahi alacaklının borç konusu miktarı değeri düşmeyecek bir biçimde değerlendiremeyeceğini ispat etmesi gündeme gelebilir.
Bunların yanında, 20.10.1898 tarih ve K:3 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı’nda “para her zaman kullanılması mümkün ve temettü getiren bir meta olduğundan geç ödenmesi halinde zararın vücudu muhakkaktır” şeklindeki kararı da gözetmek gerekmektedir.
Somut olay itibariyle, davacıların kamulaştırılan taşınmazlarının bedelini aradan geçen uzun süreye rağmen henüz tahsil etmemiş bulunmaları, bu bedelin dava tarihindeki satın alma gücü dikkate alındığında, zararlarını kanıtlamış olduklarının kabulü gerekir. Belirtilen bu gerekçeyle yerel mahkemenin direnmesi yerindedir.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1996/144 K: 1996/503 T: 19.06.1996
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/588 K: 2003/753 T: 10.12.2003
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/164 K: 2011/245 T: 29.04.2011
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/439 K: 2002/478 T: 05.06.2002
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/588 K: 2003/753 T: 10.12.2003
Davacı ileri sürdüğü munzam zararını somut olgularla kanıtlamadıkça zarar miktarının saptanması gerçekçi olmayacak, bir bakıma varsayıma dayanacaktır. Yukarda ayrıntılı biçimde açıklandığı üzere; davada somut olaylara dayanılarak -geçmiş günler faizini aşan- bir zararın gerçekleştiği ileri sürülüp, yöntemince kanıtlanmış bulunmadığı cihetle, Borçlar Yasasının 105. maddesi gereğince tazminata hükmedilemeyeceği gözetilmeden, yazılı gerekçe ile davanın kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Taraflar arasındaki “munzam zararın tazmini” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Eskişehir Asliye 5.Hukuk Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 7.5.2002 gün ve 2000/495 E. 2002/349 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay Sekizinci Hukuk Dairesinin 31.10.2002 gün ve 2002/9510 E. 2003/1596 K. sayılı ilamı ile; (…Davacı vekili dava dilekçesinde, mahkemece artırılan (726.331.528 TL) kamulaştırma bedelinin asıl alacakla birlikte temerrüt faizi ve tüm giderler olmak üzere toplam 3.508.017.742 TL’nin 12.6.2000 tarihinde tahsil edildiğini, eğer borç zamanında ödenmiş olsaydı tahsil tarihi (12.6.2000 günü) itibariyle bu paranın 3.000.000.000.000 TL. olacağını ileri sürerek, Borçlar Yasasının 105. maddesi hükmünce ödemede gecikme nedeniyle uğranılan 500.000.000.000 TL. zararın (fazlaya ilişkin hakları saklı tutulmak koşuluyla) reeskont faiziyle birlikte davalıdan tahsilini istemiştir.
Davalı vekili, borcun geç ödenmesinde idarenin kusurunun bulunmadığını, haksız ve yersiz açılan davanın reddi gerektiğini savunmuştur.
Dosyada toplanan belge ve bilgiler bilirkişiye incelettirilmiş, hükme esas alınan ikinci bilirkişi kurulu tarafından düzenlenen raporda; davanın niteliği ve özellikle davacının uğradığını ileri sürdüğü -temerrüt faizini aşan- zararın somut olaylara dayandırıp bunları yöntemince kanıtlaması gerektiği hususu üzerinde durulmamış, davacının ortak olduğu Erler İnşaat Kaplıca Ticaret ve Turizm Ltd Şirketinin kurumlar vergisi matrahlarındaki artış oranı dikkate alınarak yapılan hesaplamada davacının temerrüt faizini aşan munzam zararının, 139.719.557.739 TL. olduğu bildirilmiştir.
Mahkemece yukarıda değinilen bilirkişi raporuna dayanılarak davanın kısmen kabulü ile 139.719.557.739 TL’nin faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiştir.
Taraflar arasındaki uyuşmazlık, artırılan kamulaştırma bedelinin geç ödenmesinden dolayı Borçlar Yasasının 103. maddesinde öngörülen ve 3095 sayılı yasa hükümleri uyarınca davacıya ödenen yasal faizle karşılanmayan zararın Borçlar Yasasının 105. maddesi gereğince tahsili istemine ilişkindir.
Dava konusu edilen zararın yasal dayanağını oluşturan Borçlar Yasasının 105. maddesi hükmüne göre, borcun geç ödenmesi nedeniyle alacaklı -geçmiş günler için öngörülen faizle karşılanamayacak- bir zarara uğramış ise, borçlu, geç ödemeden dolayı kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını kanıtlanmadıkça bu zararı da karşılamak zorundadır. Yasa bu hüküm ile alacaklıya temerrüt faizini aşan zararını borçludan isteme olanağı tanımıştır. Ancak bunun için uğranılan zararın varlığı ve miktarının alacaklı tarafından kanıtlanması gerekir. Zarar kanıtlandığı takdirde borçlu, ödemenin geç yapılmasında kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını kanıtlaması halinde bu zararı ödeme yükümlülüğünden kurtulabilir. O halde, munzam zararının ödenmesi söz konusu olduğunda kusur, bir unsur olarak yer almaktadır. Kısacası, munzam zarar davasında davacı, zararın varlığını ve miktarını; davalı ise, borcun geç ödemesinde kusurunun olmadığını kanıtlayacaktır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 19.6.1996 gün ve 1996/5-144 esas 1996/503 karar sayılı kararında da değinildiği üzere; bu konuda kanıtlanması gereken, belli paranın (somut olayda artırılan kamulaştırma bedelinin) gününde ödenmemesinden doğan zarardır. Açıkçası alacaklı, borcun kendisine geç ödenmesi yüzünden uğradığı zararın ne olduğunu ve miktarını kanıtlamak durumundadır. Doğaldır ki bu zarar paranın zamanında ödenmemesinden dolayı mahrum kalınan olası (muhtemel) kar ya da varsayılan (farzedilen) gelir değildir. Bu zarar davacının öz varlığından, ekonomik ve sosyal faaliyetlerinden, toplum içindeki statüsünden, başına gelen olaylardan kaynaklanan somut olgular nedeniyle uğramış olduğu zarardır. Hal böyle olunca davada istenen zararı doğuran somut olayın ve bu nedenle uğranılan zararın kanıtlanması gerektiği duraksama yaratmayacak denli açık bir olgudur.
Munzam zararın tazmini konusuyla ilgili olup Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Dairemizin 22.3.1994 gün ve 1994/2060-3571 sayılı kararı ve bunu izleyen kararlarında belirtildiği gibi; alacaklı, uğradığı zararın kendisine ödenen temerrüt faizinden fazla olduğunu somut olgulara dayanarak inanılır, kesin ve net bir biçimde kanıtlanmak zorundadır. Genel ve soyut nitelikteki ortak olduğu şirketin kazancındaki artış oranı kadar munzam zararın gerçekleştiği ve kanıtlandığının kabulü mümkün değildir. Burada davacının kanıtlaması gereken husus soyut ve genel olgular değil, şahsen ve somut olarak geç ödemeden dolayı zarar gördüğü keyfiyetidir. Örneğin, alacağını zamanında tahsil edememekten ötürü başkasına olan borcunu ödemek için daha yüksek oranda faizle borç aldığını; alacaklı olduğu parayı zamanında alsa idi, yabancı para ile ödemek durumunda olduğu borcunu, geçen süre içinde geçekleşen bu fark nedeniyle daha yüksek kurdan ödemek zorunda kaldığını; borçludan alacağını zamanında tahsil edeceğine güvenerek üçüncü kişilere karşı bir takım yükümlülükler altına girip, borçlunun borcunu geç ödemesi yüzünden bu (üçüncü kişilere karşı edimini yerine getiremediği için cezai şart ya da vergi cezası ödediğini, mallarının haczedildiğini veya yüksek faizli kredi almak zorunda kaldığını; kanıtlamak durumundadır. Yoksa soyut ve doğrudan davacının zararına ifade etmeyen, genel nitelikteki olgular Borçlar Yasasının 105. maddesinde sözü edilen munzam zararın tazminini gerektirmez.
Öte yandan, borçlunun borcunu ödemede temerrüde düşmesi durumunda, alacaklının başkaca bir hususu kanıtlamadan salt ortak olduğu şirketteki kurumlar vergisi matrahındaki artış oranı Borçlar Yasasının 105. maddesindeki munzam zararın kanıtı olarak gösterilip, bu oranda kazançtan mahrum kalındığı varsayılarak bunun doğurduğu olumsuzluk gerçek zarar olarak gösterilemez. Bunu kabul etmek hukuk tekniği bakımından da olanaklı değildir. Çünkü, alacaklının somut olarak herhangi bir zarara uğradığını kanıtlamaksızın salt kamulaştırma bedelinin şirkette değerlendirilmesi halinde vergi matrahındaki artış oranında ilave bir zarara uğradığını varsaymak, borcun zamanında ödenmemesi nedeniyle alacaklıların uğrayacağı varsayılan ve kanıtlanması gerekmeyen zarara karşılık teşkil eden yasal faizin oranını yükseltmek anlamına gelir ki, bu yetki yalnızca yasa koyucuya aittir. Kaldı ki şirketlerde her zaman kar elde edilerek vergi oranının artacağı varsayımı da yanlıştır.
Yasa koyucu tüm ekonomik olumsuzlukları değerlendirip, bunların yaratacağı zarar dolayısıyla tazminat oranını Anayasadan aldığı yasa yapma yetkisine dayanarak- belirlemiş iken, bu yasal düzenleme gözardı edilip, başka nedenlere dayanılarak kanıta gerek olmadan tazmin edilecek zararın -temerrüt faizinden- daha fazla olduğu kabul edilemez.
Bu durumda Borçlar Yasasının 105. maddesinde karşılanması öngörülen faizi aşan-munzam zararın, davacının durumuna özgü somut olaylarla kanıtlanması gerekir. Bu konularda alacaklı, önemli bir kanıtlama külfeti altındadır. Kanıtlama yükünü yerine getirirken, kural olarak her hangi bir kanıtlama kolaylığından yararlanabilir. Örneğin enflasyon, somut olguların kanıtlanmasında özellikle zararın miktarının saptanmasında kolaylık sağlayabilir ise de, kanıtlama zorunluluğunu ortadan kaldırmaz. Zararın varlığı ileri sürülerek somut olgular ile kanıtlandıktan sonra miktarının belirlenmesinde zamanında ödeme yapılmadığı için alınmak zorunda kalınan borca ödenen yüksek faiz oranının, malvarlığında oluşan azalmanın veya dövize ödenen yüksek kurun ve ülkede geçerli diğer ekonomik göstergelerin dikkate alınacağı doğaldır.
Davacı ileri sürdüğü munzam zararını somut olgularla kanıtlamadıkça zarar miktarının saptanması gerçekçi olmayacak, bir bakıma varsayıma dayanacaktır. Yukarda ayrıntılı biçimde açıklandığı üzere; davada somut olaylara dayanılarak -geçmiş günler faizini aşan- bir zararın gerçekleştiği ileri sürülüp, yöntemince kanıtlanmış bulunmadığı cihetle, Borçlar Yasasının 105. maddesi gereğince tazminata hükmedilemeyeceği gözetilmeden, yazılı gerekçe ile davanın kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsizdir. ..) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1996/144 K: 1996/503 T: 19.06.1996
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/730 K: 2012/373 T: 13.06.2012
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1996/7-518 K: 1996/675 T.9.10.1996
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/20-665 K: 2003/614 T: 22.10.2003
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1996/144 K: 1996/503 T: 19.06.1996
Taraflar arasındaki uyuşmazlık, kamulaştırma bedelinin geç ödenmesinden dolayı Borçlar Kanununun 103 ve 3095 sayılı Kanun hükümleri uyarınca davacıya ödenen kanuni faizle karşılanmayan zararın Borçlar Kanununun 105. maddesi uyarınca tahsili istemine ilişkindir. Gerçekten kural olarak alacaklı, geç ödeme sebebiyle düçar olduğu zararının geçmiş günler faizinden fazla olduğunu kanıtladığı takdirde bu zararını borçludan isteyebilmektedir.
Bilindiği üzere Borçlar Kanununun 103 ve 3095 sayılı Kanun hükümlerine göre, geçmiş günler faizinin ödenmesi için, borçlunun kusurlu olup olmadığı; alacaklının da bu geç ödemeden dolayı bir kayba yada zarara uğrayıp uğramadığı sonuca etkili değildir. Mevcut para borcunun geç ödenmesi, bu faizin ödenmesi için yeterli olup, bu hali ile gecikme faizi geç ödemeden kaynaklanan götürü bir tazminat olarak nitelendirilebilir.
Davamızın konusu olan munzam zarar ise, Borçlar Kanununun 105. maddesinde düzenlenmiştir. Bu madde hükmüne göre’ alacaklı, geç ödeme sebebiyle geçmiş günler için öngörülen faizle karşılanamayacak bir zarara uğramış ise, borçlu geç ödemeden dolayı kendisinin hiç bir kusurunun bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı da karşılamak zorundadır.
O halde, Borçlar Kanununun 103. maddesinde öngörülen faizi aşan zararın ödenebilmesi için, uğranılan zararın varlığı ile miktarının kanıtlanması gerekir. Bu zarar kanıtlandığı takdirde borçlu, ancak kendisinin geç ödemeden dolayı hiç bir kusuru bulunmadığını ispat etmesi halinde bu zararın ödenmesi yükümlülüğünden kurtulabilir.
Bu konuda kanıtlanması gereken, muayyen paranın gününde ödenmemesinden doğan zarardır. Diğer bir deyimle alacaklı davacı, fiilen uğradığı zararın ne olduğunu ve miktarını kanıtlamak durumundadır. Doğaldır ki, bu zarar paranın zamanında ödenmemesinden dolayı mahrum kalınan “muhtemel” kar, yada farzedilen gelir değildir. Bu zarar davacının öz varlığından, ekonomik ve sosyal faaliyetlerinden, toplum içerisindeki statüsünden, başına gelen olaylardan kaynaklanan somut olgular nedeniyle uğramış olduğu fiili zarardır. Hal böyle olunca, iddia olunan ’zararı doğuran somut vakıanın ve bu nedenle uğranılan zararın kanıtlanması icap ettiği duraksama yaratmayacak kadar açık bir olgudur.
Buna karşılık Borçlar Kanununun 103. maddesinde (ve 3095 sayılı Kanunda) öngörülen faiz, kanıtlanması gerekmeyen zararın karşılığı götürü tazminattır. Gerçekten kanun koyucu bir para borcunun gününde ödenmemesinden dolayı alacaklının zarara uğrayacağını kabul edip, bu zararın, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik konjonktürü dikkate alarak belli bir oranda (faiz % 5 iken, 4.12.1984 gün ve 3095 sayılı Kanunla % 30 çıkarılmış olması bunun kanıtıdır) olacağını kabul etmiştir.
Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik (enflasyon, yüksek faiz, para değerindeki devamlı düşüş) olumsuzluklar dikkate alınarak yasa hükmüyle geçmiş günler faiz oranı, (geç ödemeden doğan zarar) belirlenmiş iken, aynı olgular (enflasyon, yüksek faiz, para değerindeki düşüş) Borçlar Kanununun 105. maddesindeki munzam zararın bilinen kanıtları olarak gösterilip bunların doğurduğu olumsuzluk, uğranılan gerçek zarar olarak gösterilemez. Aksi halde, kanun koyucunun bu olumsuzlukların karşılığının % 30 olduğuna dair saptamasının hiç bir anlamı kaymayacağı aşikardır. Kanun koyucu tüm bu ekonomik olumsuzlukları değerlendirip bunların tevlid edeceği zarar dolayısıyla tazminat oranını Anayasadan aldığı kanun yapma yetkisine dayanarak belirlemiş iken, zımnen bu takdirin yerinde olmadığı ileri sürülüp aynı ekonomik göstergelere dayanılarak tazmin edilecek zararın % 30 değil, % 60 veya % 70 olduğu kabul edilemez.
Oranı belirlemeye yetkili merci kararını vermiş, yasayla hükmünü vaz etmiştir. Uğranılan zarar, yetkili merciin belirlendiğinden fazla ve bu nedenle 105. maddeye dayanılarak munzam zarar istenecek ise artık o merciin, zararın oranını belirlemek için kullandığı, dikkate aldığı, değerlendirdiği ölçülere ve bunların “maruf ve meşhur” oldukları olgusuna değil, davaya özgü, somut vakıalara dayanılması gerekir. Bunlar da, elverişli ve geçerli delillerle kanıtlanmalıdır.
Medeni Kanunun 6. maddesi bu konuda mer’idir ve uygulanması gerekir. Burada, HUMK.nun 238. maddesinin yansıttığı istisna uygulanamaz. Çünkü kanıtlanacak olgular, maddede sözü edilen “maruf ve meşhur” olan enflasyon, para değerindeki düşüş ya da mevduat faiz oranları değil, yukarda açıklandığı gibi geç ödeme ile davacının maruz kaldığı zararı tevlid eden vakıalar ve bu vakıalar nedeniyle uğranılan fiili zarardır. Örneğin, alacağını gününde alamayan alacaklının aynı gün vadesi gelmiş bir borcunu ödemek için, borçlunun ödediği % 30 faiz yerine bunun üzerindeki bir faizle borçlanması, yada alacaklısına daha yüksek oranda faiz ödemek durumunda kalması, dövizle ödemeyi kabul ettiği borcu için, alacağını gününde tahsil edememesi nedeniyle sonraki günlerde daha yüksek kurdan döviz satın almak zorunda kalması, kamulaştırılan evi yerine içinde oturabilecek başka bir ev olmadığı için yeni bir ev satın almak durumunda olup, satın aldığı belli bir eve, kamulaştırma parasının gününde almadığı için daha fazla bedel ödemesi gibi maddi olgularla kanıtlanan zarar söz konusudur.
Halen ülkemizde cari ekonomik düzen içerisinde kendisini belirgin bir şekilde hissettiren enflasyonun, Borçlar Kanununun 103. maddesi ve 3095 sayılı Kanunun öngördüğü % 30’un üzerinde olduğu ve bu nedenle geç ödemeden dolayı alacaklının uğradığı zararı karşılamadığı açıktır. Ancak, yasa koyucunun koyduğu % 30 faizin üzerindeki bu zarar, Borçlar Kanununun 105. maddesinde söz edilen zarar değildir. Çünkü, 103. maddede ve 3095 sayılı Kanunda “götürü zarar” karşılığı olan faizin tesbit edilmesi kanun koyucuya aittir. Kanun koyucu, bu zararın % 30 oranında olduğunu yasama yetkisine dayanarak tesbit etmiş ise, bunun, enflasyon oranının % 30’dan fazla olduğu gerekçesiyle mahkeme kararıyla daha yüksek oranlara çıkarılması yetki tecavüzü olur. O halde, Borçlar Kanununun 105. maddesindeki zararın, Borçlar Kanununun 103 ve 3095 sayılı Kanunla saptanan faiz oranının dayanağı olan ekonomik olumsuzluklara (yüksek enflasyon, faiz ve yüksek döviz kuru) dayandırılması ve bu nedenle herkesçe bilinen kanıtlanmasına gerek olmadığı sonucuna varılması doğru olamaz.
Bu durumda Borçlar Kanununun 105. maddesinde karşılanması öngörülen faizi geçen zararın, ülkede varlığı kabul edilen genel ekonomik olumsuzlukların (ülkede cari enflasyon oranı, yüksek ve değişken döviz kurları, mevduat faizleri) “malum ve meşhur” olgular olarak kabulü ile değil, bunlar dışında, somut ve davacının durumuna özgü, somut vakıalarla kanıtlanması gerekir. Zararın varlığı ileri sürülerek somut olgular ile kanıtlandıktan sonra, zararın miktarının belirlenmesinde, yukarıda açıklandığı gibi, zamanında ödeme yapılmadığı için alınmak zorunda kalınan borca ödenen yüksek faiz oranının, mal varlığında meydana gelen azalmanın veya dövize ödenen yüksek kurun ve ülkede cari diğer ekonomik göstergelerin dikkate alınacağı tabiidir. Olayda açıklandığı biçimde somut vakıalara dayanılarak bir zararın gerçekleştiği ileri sürülüp kanıtlanmış bulunmadığı cihetle Borçlar Kanununun 105. maddesi hükmünce tazminata hükmedilemeyeceği kuşkusuzdur.
O itibarla, yukarda açıklanan gerektirici nedenlere göre, HUMK.nun 440. maddesinde yazılı sebeplerden hiçbirisine dayanmayan ve yerinde olmayan karar düzeltme isteğinin (REDDİNE), 2790 sayılı Yasanın 2. maddesinin 3. fıkrası uyarınca takdiren (503.500) lira para cezasının karar düzeltme isteyenden alınmasına, 19.6.1996 gününde ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY YAZISI
Davacı, kamulaştırılan taşınmaz bedelinin ödenmemesi için, davalı tarafından bedel üzerine tedbir konulduğunu, bu yüzden de alacağını geç aldığını, para değerindeki düşme nedeniyle zarara uğradığını belirterek, tazminini istemiştir.
Mahkeme, paranın geç alınmasından dolayı, bankalarca ödenen, mevduata uygulanan sözleşme ile belirlenen faiz miktarını esas almak suretiyle zararın ödetilmesine hükmetmiştir. Kararın davalı tarafından temyizi üzerine Özel Daire aynen; “Kamulaştırma bedelinin geç ödenmesi halinde davacının sadece faiz isteme hakkı doğacağı düşünülmeden ayrıca munzam zararın doğduğundan bahisle davanın kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiştir” gerekçesiyle kararı bozmuştur.
Yerel mahkemenin direnmesi üzerine Hukuk Genel Kurulu, özet olarak, BK.nun 105. maddesi uyarınca, tazminata hükmedilebilmesi için zararın kanıtlanması gerektiğini, para değerindeki düşmeden dolayı davacının MK.nun 6. maddesindeki kanıt yükümlülüğünden kurtulamayacağını ve ayrıca da, 3095 sayılı Yasa ile, faiz oranı % 30 düzeyine çıkarılmıştır. Anılan bu faiz oranı üzerinde zararın varlığından söz edilerek, temerrüt faizi oranının aşılmasının da mümkün olmadığı gerekçesi ile hükmü bozmuştur.
Davacının karar düzeltme istemi üzerine, Hukuk Genel Kurulu’nca, istem oyçokluğu ile reddedilmiştir. Karşı oyu yazdığımızda, henüz red gerekçesi yazılmamakla birlikte istemin para değeri dışında somut bir olgu getirilmek suretiyle kanıtlanmadığı ifade edilmiştir. Yukarıda özetlemeye çalıştığımız maddi olgu ve davaya konu olan olay sonucu, verilen mahkeme kararının gerek özel daireye ve gerekse Hukuk Genel Kurulu’nca yapılan bozma gerekçesine katılamamaktayım. Şöyle ki;
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için; öncelikle BK.nun 105. maddesinin amaç ve kapsamının daha sonrada, olayla ilgili olduğunu düşündüğümüz, bazı kavramların açıklanmasında yarar görmekteyiz.
1- BK.nun 105. Maddesinin Amaç ve Kapsamı
Anılan madde, BK.nun “Borçlunun Temerrüdü” başlığı altında yer alan 101 ve devamı maddelerini içeren bölümde yer almıştır. Yasanın 101. maddesi, borca karşı direnmenin koşullarını; 102. maddede, borçlunun ağırlaştırılmış sorumluluğunu; 103. maddede de, direnme halinde ödenmesi gereken yasal faiz oranını; 105. maddede ise, alacaklının faizle karşılanamayan, onu aşan zararını düzenlemektedir. Maddelerin düzenleniş sıra ve amaçları birlikte değerlendirildiğinde yasa koyucunun özellikle alacaklıyı korumaya yönelik bir düzenleme getirdiğini görmekteyiz. Şöyle ki; borçlunun direnmesi halinde, kusursuzluğunu kanıtlayarak, borçtan kurtulamayacağı, hatta kaza sonucu meydana gelecek zarardan dahi sorumlu olacağı, yine kusursuz olsa dahi faiz ödeyeceği hükme bağlanmıştır. Bunların dışında ayrıca, alacaklının faizi aşan, zararını da ödemekle yükümlü olduğu ifade edilmiştir. Maddede ifade edilen zarar, Borçlar Hukukunun ve özellikle sorumluluk hukukunda öngörülen zararı içermektedir. Buradaki zararın, yasa veya sözleşme ile öngörülen faizle hiçbir ilgisi yoktur. İkisi tamamen ayrı kavramlardır. BK.nun 105. maddesinde “faiz”den söz edilmesi, anılan madde ile istenmesi öngörülen tazminat miktarının kapsamının belirlenmesi içindir. Maddede, zararın faizle karşılanamaması durumunda, faiz miktarını aşan kısmın tazminat olarak istenebileceği öngörülmüştür. Şayet, yasal faiz zararı karşılıyorsa, artık BK’nun 105. maddesine dayanılarak bir tazminat istenemeyecektir. Örneğin, bir cezai şart miktarı da belirlenmiş ise, bu da gerçekleşen zarardan indirilecektir.
Bundan dolayıdır ki, gerek Özel Daire kararında yer alan gerekçe ve gerekse, düzeltilmesi istenilen Hukuk Genel Kurulu kararında ikinci neden olarak, yasal faiz dışında bir zararın istenemeyeceği biçiminde varılan sonuca katılmak mümkün değildir. Çünkü, maddenin öngördüğü amaç faiz değil, zarardır. Bundan dolayı da, zarar görenin, zararının karşılanması ile, yasal faiz oranı, ihlal edilmiş olmaz. Diğer bir anlatımla, yasal faiz oranı, % 30’dan daha yukarıya çıkarılmak suretiyle yasa koyucunun yerine geçilmiş olmaz. Aslında, faiz oranının şu veya bu miktarda olmasının BK.nun 105. maddesi ile olan ilgisi, sadece o miktarı aşan zarar bakımından önem taşımaktadır. Yasa koyucu, % 30 faiz oranını kabul etmekle, bu miktara kadar alacaklı zararını peşinen ve kanıtlanması gerekmeden kabul etmiş bulunmaktadır. Yoksa, bunun üstünde bir zararın olamayacağı yönünde bir düzenleme getirdiği düşünülemez. Zaten buna nitelik olarak da olanak yoktur. Çünkü, yasa koyucunun,yasa ile zarar miktarını belirleme fonksiyonu bulunmamaktadır. Bir yasa maddesi ile, zarar miktarını belirlemek, yasaların varoluş amaçları ile bağdaşmaz. Yasa koyucunun, bir kimsenin uğradığı zararın miktarını tesbit etme yetkisi bulunmamaktadır. Zaten, 3095 sayılı Yasadaki oran aynı kaldıkça, bundan daha fazlasının, zarar adı altında istenemeyeceği görüşüne katılamıyorum.
2- Borçlunun Faizi Aşan Zarardan Sorumlu Olabilmesinin Koşulları a) Temerrüt Faizi ile Karşılanamayan Bir Zararın Bulunması
BK.nun 105. maddesine göre geç ödeme nedeniyle borçlunun kusuru kanıtlanmadıkça faizi aşırı zarardan sorumlu tutulmayacaktır. Maddede zararın türünden ve özelliklerinden söz edilmemektedir. Ancak, maddedeki “zarar” sözcüğü de genel anlamdaki zararı ifade etmektedir. Buna göre alacaklının malvarlığında onun iradesi dışında meydana gelen eksilmedir denebilir.
BK.nun 105. maddesi gereğince, borçludan tazmini gereken zarar, para borcunun zamanında ifa edilmemesi yüzünden meydana gelen ve temerrüt faizi ile karşılanmayan azalma şeklinde kendini gösterir. Borçlu Borcunu temerrüde düşmeden ödeseydi, alacaklının malvarlığı hangi düzeyde olacak idiyse, bu varsayılan düzey ile temerrüt sonucu asıl alacak ve temerrüt faizinin ulaştığı düzey arasındaki fark, faizi aşan zarardır. Faizi aşan zarardan söz edilebilmesi için, borçlunun edim yükümlülüğünü yerine getirmiş olması gerekir. Diğer bir anlatımla, borçlu edimi geç de olsa ifa etmelidir. Bundan dolayıdır ki, temerrütten doğan zararın tazmini ile güdülen, alacaklının ifade olan çıkarı değil, ifa için öngörülen zamana olan çıkarını sağlamak amaçlanmaktadır. Ayrıca burada öngörülen zarar maddi zarardır. Manevi zarar talep edilebilmesi için BK.nun 49. maddesindeki koşulların gerçekleşmesi gerekir. Bu halde sorumluluğun dayanağı BK. 49. maddesi olacaktır. Bundan dolayıdır ki, BK.nun 105. maddesi manevi zararın kaynağı değildir.
Ayrıca, BK.nun 105. maddesi uyarınca alacaklının aşkın zararını isteyebilmesi için böyle bir zararın gerçekleşmiş olması gerekir. Eğer temerrüt nedeniyle uğranılan zarar maktu ve götürü bir tazminat niteliği taşıyan temerrüt faizi ile karşılanabiliyorsa, esasen ortada tazmini gereken aşkın bir zarardan da söz edilemez. Temerrüt faizi ile karşılanamayan zarar nedeniyle BK.nun 105. maddesine dayanılarak tazminat istenebilir. Bu zararı karşılamak genellikle “Munzam zarar” deyimi kullanılmaktadır. Bu deyimin yerine yerleşmesinde madde başlığı ve içindeki sözcüklerin önemli ölçüde etkisi olmuştur. Ancak bu deyimin yerinde olmadığını da belirtmek isterim. Şöyle ki; sanki bir esas zarar, bir de ilave veya ona bağlı olan ayrı bir zarar kalemi tektir. Ancak, bu zarar temerrüt faizi ile karşılanmak istenmiştir. Bu yüzden de temerrüt faizi ödenmektedir. Ne var ki temerrüt faizi maktu ve götürü bir nitelik taşıdığı için, bununla zararın tamamının karşılanamaması durumunda geriye kalan zararın da giderilmesinin gerektiği daha doğru bir yol olduğundan, işte o bölüm zarar için ayrı bir talebin olması gerekmektedir. Diğer bir anlatımla, zarar tek. ancak tazminat iki kaleme ayrılmış olmaktadır. Bu nedenle “temerrüt faizini aşan zarar” veya kısaca “aşkın zarar” deyimleri daha uygun görülmektedir.
b) Aşkın Zarar ile Temerrüt Arasında Uygun İlliyet Bağının Bulunması
Bu ilk sorumluluk hukukun genel ve vazgeçilmez bir kuralıdır. Aynı kural, BK.nun 105. maddesinde yer alan aşkın zarar için de geçerlidir. Bu bağın özelliği, sorumluluğun çerçevesini belirlemede önemli bir işlevi sağlamasıdır. Bunun sonucu olarak da borçlu eylemle herhangi bir şekilde bağlantısı bulunan tüm zararlardan değil, ancak uygun illiyet bağı ile bağlı olan zararların tazmini ile sorumlu tutulacaktır. Her somut olaya göre, uygun illiyet bağının bulunup bulunmadığı hakim tarafından değerlendirilecektir.
c) Borçlunun Kusursuzluğunu Kanıtlayamamış Olması
Borçlunun temerrüt faizinden sorumlu olabilmesi için kusurlu olması şart olmadığı gibi, kusursuzluğunu kanıtlayarak da sorumluluktan kurtulamaz. Ancak, aşkın zarardan dolayı tazminat ödemekten kurtulabilmesi için kusuru olmadığını kanıtlaması gerekir. Aksi halde sorumlu olacaktır. Bu husus BK.nun 105. maddesinde açıkça belirtilmiştir. Burada BK.nun 98/1. maddesinin özel bir düzenlemesini ve uygulamasını görmekteyiz. Yine BK.nun 105. maddesinde alacaklı yararına borçlu aleyhine bir kusur karinesi kabul edilmiştir. Bunun aksini borçlu kanıtlayacaktır. Halbuki genel ilke, zarar görenin, zararın karşı tarafın eyleminin kusuru ile meydana geldiğini kanıtlaması gerekmektedir.
Borçlu, kusursuzluğunu her türlü delille kanıtlayabilir. Borçlunun fiili ödeme güçsüzlüğü içinde bulunması ve veya aciz halinde olması BK.nun 105. maddesi açısından bir kusursuzluk hali teşkil etmez. Çünkü, genellikle ödeme güçlüğü içine düşmenin gerçek faili borçlunun bizzat kendisidir. Çok sık rastlanan duruma göre acze düşme, kötü yönetimden veya basiretsizlikten doğar. Ancak şunu hemen belirtmek isterim ki, kamulaştırma bedelini zamanında ödemeyen Devletin, içine düştüğü ödeme güçsüzlüğü, onu yönetenlerin kusurlu hareketinin bir sonucu olarak kabul edilmelidir.
3- Zararın Kalemleri
Borçlunun para borcunu ödemede temerrüde düşmesi durumunda, alacaklı çeşitli zarara uğrayabilir. Zararın ortaya çıkış biçimi, olayın şartlarına, alacaklının özel duruma veya diğer bir etkene bağlı olarak değişik bir görünüm içinde kendini gösterebilir. Bu nedenle de hangi tip zararların BK.nun 105. maddesi kapsamına girdiğini başta söylemek yanlış anlamalara neden olabilir. Her konu somut olay açısından ele alınmalı, tarafların durumu, bulunulan ortam, ekonomik ortam ve eğilimler gözönünde tutularak sonuca varılmalıdır. Bununla beraber uygulamada sıkça rastlanacak bazı zarar kalemlerinin var olduğu görülmektedir. Bu kalemler sınırlı değildir. Örnek kabilinden belirtilmiştir. Bunları şöylece açıklayabiliriz:
a) Alacağın elde edilmesi için yapılan giderler Bu amaçla ve yapılması zorunlu olan bir gider varsa, bu kısmı aşkın zarar olarak istenebilir. Bunun en belirgin olanı ihtar için yapılan giderlerdir. Çünkü, alacaklı dava yerine ihtarı seçmekle borçlu lehine olan yolu tercih etmiş bulunmaktadır.
b) Alacaklının başkasına olan borcunu zamanında ödememesinden kaynaklanan zarar Alacaklının, borçlunun temerrüdü nedeniyle kendi alacaklısına borcunu zamanında ödeyememesi halinde zarara uğramış olabilir. Bundan dolayı temerrüt faizini aşan bir tazminat ve cezai şart ödemişse, uygun illiyet bağı uygulanmak koşulu ile bu tür zararlar da aşkın zarar içinde yer alabilir. Ayrıca alacaklı, kendi alacaklısına borcunu zamanında ödeyememekten dolayı icra takibine uğramış, malları haczedilmiş ve düşük bedelle satılmışsa, bu yüzden uğranılan zarar da istenebilir.
c) Ödenmeyen paranın başka kaynaklardan sağlanması dolayısıyla yapılan giderler
Alacaklı, gerekli parayı başka kaynaklardan sağlamanın sonucundan faiz ödemişse ve ödenen faizde temerrüt faizini aşıyorsa aradaki fazla parayı da aşkın zarar olarak isteyebilmelidir. Burada dikkat edilecek husus alacaklının nasıl olsa ben bu zararımı borçludan isteyebilirim düşüncesi ile çok ağır koşullarla para temin etmesi ve bu ağır koşulları borçludan aşkın zarar olarak tahsil etmesi düşünülemez. Makul bir ölçü olarak piyasa şartları esas alınmalıdır. Borçlu karşı kanıt getirerek sorumluluktan tamamen veya kısmen kurtulabilir.
d) Yoksun kalınan kazanç: Bir para borcunun zamanında ödenmemesi alacaklının kazanç kaybına uğranmasına neden olabilir. Yoksun kalınan kazanç, temerrüt faizi ile elde edilen miktardan fazla ise aradaki fark BK.nun 105. maddesine göre istenebilmelidir. Bu tür zararı kanıtlamak genel kuru gereğince alacaklıya düşer. Ancak bu mümkün olmuyorsa, BK.nun 42/2 maddesi gereğince hakimin takdir etmesi gerekir. Bunun için de somut olayın tüm özellikleri, ülkedeki ekonomik koşullar ve tecrübeler karşısında, yoksun kalınan kazancın miktarı muhtemel ve makul sayılabiliyorsa bu miktar aşkın zarar olarak kabul edilmelidir. Bir takım spekülatif varsayımlardan hareket edilmemelidir. Örneğin, kumar ve bahis gibi yollarla para kazanılacağı varsayımları esas alınmamalıdır. Makul ve ekonomik koşullara göre hareket eden bir kimsenin davranış biçimi ölçü olarak alınabilir. Tabii ki kişinin özel durumu da her an gözönünde tutulmalıdır. Tacir olan bir kimsenin alacağını ticari işletmesinde kullanacağı varsayım olarak kabul edilmelidir. Nitekim, Yargıtay 13. Hukuk Dairesi 11.6.1987 gün ve 1987/3021-3475 sayılı bir kararında (Bkz., Yargıtay Kararları Dergisi, C: XIV, s. 6, Haziran-1988, s. 809 vd.); “…davacının peynir ticaretinin kazanç yoksunluğuna uğrayıp-uğramadığı, zararı varsa tutarın ne olduğu, bunun asıl alacağı davalıdan tahsili sırasında elde edilen temerrüt faizi ile karşılanıp-karşılanmadığı…” saptanarak, sonucuna göre bir karar verilmesi gerektiği belirtilmiştir.
e) Paranın alım gücünün azalması nedeniyle oluşan zararlar: Borç, herhangi bir gecikme olmadan zamanında ödenseydi, alacaklı onu değer kaybından etkilenmeyecek biçimde değerlendireceğini kanıtlarsa, bu yüzden uğradığı zararı da alabilecektir. Bunun için de para kaybından etkilenmeyecek bir mal veya hizmete yatıracağını, veya faize vereceğini kanıtlaması gerekir. Ancak ülkenin ekonomik durumu, kişilerin bu ekonomik durum karşısındaki genel temayülü gözönünde tutularak sonuç buna göre değerlendirilmelidir. Ne var ki ülkemizin ekonomik durumu itibariyle bu hususun kanıtlanması çok daha kolay olmaktadır. Çünkü, bugün itibariyle ülkede paranın alım gücündeki değer kaybı bir yılda % 80’lerin üstünde bir seyir izlemektedir. Bu oran ortak pazar ülkelerinde % 1-4 arasında değişmektedir. Hatta bunlardan bazılarında deflasyon dahi uygulamaya konulmaktadır. Türkiye’de bankaların en kısa vadeli mevduata uygulandığı faiz oranları da % 70’lerden başlamakta, yıllık faiz oranı ise % 100’den daha yukarılarda bir seyir izlemektedir. İşte bundan dolayıdır ki ortada yararlanılacak çok önemli bir karine de bulunmaktadır. Bunun için temerrüdün gerçekleştiği tarih ile, ödemenin yapıldığı tarih arasında geçen sürede paranın alım gücündeki azalmayı gösteren istatistiki bilgilerden yararlanılarak zarar miktarı buna göre saptanmalıdır. Gerekirse hakim, BK.nun 42/2. maddesinden de yararlanabilir.
4- Zararın Kanıtlanması
Uyuşmazlığın dayanağı olan BK.nun 105. maddesi, Sorumluluk Hukukunun temel ilkeleri ile, MK.nun 6. maddesinde öngörülen kurala bağlı kalarak zararın kanıtlanması gerektiğini öngörmüştür. Bu saptama madde ile öngörülen amaca ve koruma altına almak istediği yarar dengesine uygundur. Çünkü, istenen zarardır, faiz değildir. Böyle olunca da genel ilkeler uyarınca kanıtlanması gerekir ve zorunludur.
Bu sorumluluk, bize göre her somut olaya göre, gözönünde tutulmalıdır. Kural olarak, yani yasada aksi düzenlenmiş olmadıkça MK.nun 6. maddesinde ifade edildiği üzere, iki taraftan her biri iddiasını kanıtlamakla yükümlüdür. Bunun içindir ki, isnat yükü öncelikle davacıya düşer. Çünkü, zarara uğradığını ve uğranılan zararın ödetilmesini isteyen odur.
Ancak her somut olay itibariyle davalı da bir karşı vakıaya dayanabilir. O halde maddeyi şöyle anlatmak gerekir. Bir vakıadan kendi yararına haklar çıkaran taraf, o vakıayı kanıtlamalıdır. Bu taraf, davalı da olabilir.
Ancak, bu genel ilkenin istisnaları da vardır. Aslında kanıtlama yükümlülüğü altında tutulan tarafa, bu yükümlülüğün yükletilmesinin nedeni, normal bir durumun aksini iddia etmesinden kaynaklanmaktadır. Eğer iddia sahibi normal bir olguya dayanıyorsa, artık iddiasını kanıtlaması gerekmez.
İddianın kanıtlanması için, iddia sahibinin delil göstermesi de zorunludur. Ancak HUMK.nun 238/2. maddesinde ifade edildiği üzere, herkesçe bilinen ve meşhur olan vakıaların ispatı gerekmez. Herkesçe bilinen ve meşhur olan vakıalar, genel olarak herkesin bildiği veya öğrenmesinin mümkün olduğu vakıalardır. Yine herkesin bildiği veya mahkemenin resmen öğrendiği vakıaların da ispatı gerekmez. Taraflar ileri sürmemiş olsalar dahi hakim, bilinen ve meşhur olan vakıayı kendiliğinden gözönünde tutar.
Bu açıklama ile şu hususu belirtmek istiyoruz: Ülkemizdeki ekonomik durumun herkesçe bilindiği veya bilinecek durumda olduğu bir vakıadır. Paranın her gün mevcut enflasyon nedeniyle alım gücünü yitirdiği de bilinen bir husustur. Yine herkesin eline geçirdiği para ile döviz aldığı veya faize yatırdığı, repo adı altında kısa süreli faiz alacağına yöneldiği, borsada parasını değerlendirdiği, altın aldığı bilinen ve izlenen bir yaşam biçimi haline gelmiştir. Bugün Türkiye’de işçisinden memuruna; esnafından tacirine, köylüsünden kentlisine kadar herkes, bunu yaşamakta ve izlemektedir. Bunlar herkesçe bilinen ve izlenen birer yaşam kuralı haline gelmiştir. İşte bu denli varlığı kesin olan ve herkesçe yaşanan bir olguyu kanıtlamaya gerek yoktur. Yani alacağını zamanında alamayan alacaklının parayı zamanında alsaydı yukarıda sayılan veya gelir getirecek benzeri bir işte kullanacağını kanıtlamasını istemek gerekmez. Çünkü, böyle bir yöntemin izleneceği kesin bir yaşam biçimidir. Artık bu hususların ayıca kanıtlanmasına gerek yoktur. Bu fiili karinenin aksini ancak borçlu kanıtlamalıdır. Çünkü, fiili karineye dayanan taraf, o hususu (vakıayı) kanıtlamış sayılır. Bunun aksini karşı taraf kanıtlayabilir.
O halde, kararlardaki somut olayda olduğu üzere, davacı alacaklının artık zararın varlığını kanıtlamasına gerek yoktur. Sadece zarar kapsamı için talep edeceği miktarı belirtilmelidir. Bu miktar, bugünkü koşullar itibariyle enflasyon oranına, kısa süreli mevduat faiz oranına, döviz kurlarındaki ölçüye göre belirlenir. Zararın olmadığını, bu fiili karinenin aksini davalı borçlu kanıtlamalıdır.
Burada kanıtlanması gereken şu olmalıdır: Şayet zarar gören, bugün için para değerindeki düşüş sonucu, uğradığı zarardan daha fazla bir zarara uğradığını, örneğin, bir malı alamamaktan dolayı zarara uğradığını, bugün için öngörülen faiz oranları üstünde borç para almak zorunda kaldığını iddia ettiği takdirde ancak bu iddiasını somut delillerle kanıtlamalıdır. Çünkü, böyle bir iddia, mevcut fiili karineler ile, bilinen ve maruf olan olaylardan ayrı bir iddia niteliğini taşımaktadır.
Ayrıca, Genel Kuruldaki tartışma sırasında, hemen hemen tüm konuşmacılar, paranın geç ödenmesinden dolayı, alacaklının zarar gördüğünü kabul etmişlerdir. Zararın varlığı kabul edildiğine ve sabit bulunduğuna göre, kanıtlanması gereken zararın miktarıdır. Davacı da bu konuda yeterli kanıt getiremiyorsa, bu halde hakimin BK.nun 42/2. maddesini uygulayarak bir hüküm kurması gerekmektedir. En azından davanın bu yönü ile kabul edilmesi, ayrıca bir kanıtlama zorunluluğu getirilmemesi gerekir.
Bir ülkede, kişiler geçimlerini sağlamak ve geleceklerini güvence altına almak için, üretim yerine para oyunlarına başvuruyorsa, hatta Devletin kendisi dahi, durmadan faizlere müdahale etmek, döviz kurlarının belli bir düzeyde tutulması amacı ile ekonomi için hiç de sağlıklı olmayan yöntemleri seçmişse, para durmadan değer kaybedip alım gücü düşüyorsa orada, para borçlarının ödenmesi konusunda çok önemli sorunların bulunduğu kabul edilmelidir. Bu sorunlar, içinde bulunduğumuz günler için çok önemli boyutlar kazanmıştır. Sorunun çözümü için, yasal düzeyde bir düzenleme yapıldığını söylemek mümkün değildir.
Burada asıl üzerinde durulması gereken, borçlunun zamanında borcunu ödememesi dolayısıyla alacaklının uğradığı zarar, o para için bankaya ödediği faiz değildir. Bunlar zaten borçlunun yapması gereken asgari edimlerdir. Önemli olan, borçluya burada ek bir ceza vermektir ki, yaptığı bu işi bir daha tekrarlamasın, bu ödeme fiili bir ek cezaya da bağlansın. Çünkü, eğer borçlu bu parayı alacaklıdan almasaydı, onu faizi ile karşılamak zorunda kalacaktır. Enflasyon, diyelim ki, şu anda % 80, banka faizi de % 75-80. Kredi yoluyla bunu karşılamak zorunda kalsaydı, % 100’den alacaktı. Yine eğer bir iş adamıysa bunu kredi faizlerinden almak zorunda kalacaktı ve kredi faizleri de % 140-% 150 civarında. Yani biz burada borçluyu şimdiden desteklemiş oluyoruz, borcunu ödememesine prim vermiş oluyoruz. Hiç araştırmayan bir insan bile parasını en kötü bir şekilde banka faizine yatırarak değerlendiriyor. Araştırma yapan da parayı -birazcık da riski seviyorsa- borsada oynayarak Hazine bonosu alarak reel zarardan kurtarmış oluyor. Burada aslında en son söyleyeceğim şey de yapılması gereken şey; alacaklı fazla bir talepte bulunmuş olmuyor, benim paramı sadece (verdiğim zamanki) alım gücüne getirin, diyor (Fettullah Gündüz, XII. Ticaret Hukuku ve Yargıtay Kararları Sempozyumu, 28.4.1995).
Bu konu Türkiye’nin hem yaşama siyaseti bakımından, hem ekonomi siyaseti bakımından fevkalade ciddi bir konudur. Devletin haysiyeti ile ilgilidir. Devlet, bir taraftan gelir vergisi mükellefi, kurumlar vergisi mükellefi veya diğer herhangi bir vergi mükellefi borcunu zamanında yerine getirmediği takdirde (zannediyorum şimdi % 144’dür) % 144 gecikme faizi alırken, kendisi vatandaşa karşı borçlu olduğu vakit, ben onun altında işte ancak % 30… faiz öderim, demesi Devlet kavramı ile bağdaşmaz bir tutumdur. Çünkü Devlet dürüst bir borçludur. Devlet borcunu öder. Eğer Devlet borcunu ödemez ise onun da kamu hizmetine tahsis edilmiş olan malları hariç, diğer nakitlerinin elbette haciz edilebilmesi lazımdır. Bakın bu uygulama olmadığı için bu hüküm dolayısıyla Türkiye ne hale gelmiştir. Türkiye, borçlular için bir cennet, alacaklılar için bir cehennem halini almıştır. Bunun sebebi de bence yargının tutumudur (Prof. Dr. Yaşar Karayalçın, XII. Ticaret Hukuku ve Yargıtay Kararları Sempozyumu, 28.4.1995).
Şimdi burada tartışılan bir konu şuydu: Borçlu borcunu vadesinde ödemiş olsa idi alacaklı bu parayı nerede kullanacaktı? Bence bu suali sormaya lüzum yok. Enflasyon durumunda para adamın cebinde kalsa dahi erozyon, yani paranın alım gücünün düşmesi devam edecekti. Alacaklının o tutarı kullanmadığı farz edilecek olsa dahi erime durumu mevcut bulunmaktadır. Burada ispat edilecek bir şey de yok. Devlet İstatistik Enstitüsü vs. enflasyon oranını ilan etmektedir. Tabii enflasyon oranını resmi bir belge ile ispat etmek suretiyle davacıya o oranda gecikme zararı ödemeyi kabul edecek olursak, bu başlangıçta önemli bazı sıkıntılara sebep olabilir. Fakat herkes, devlet dahil kamu kuruluşları dahil, hesabını ona göre yapacaktır. Ben kamu kuruluşu olarak borcumu diğer bir kamu kuruluşuna veya kamulaştırma alacaklısı vatandaşa ödemeyeyim, ondan sonra elimdeki nakdi, bir bankaya yüzde şu kadar faizle yatırıp menfaat sağlayayım, zihniyeti o zaman ortadan kalkar diye düşünüyorum (Prof. Dr. Yaşar Karayalçın, XII. Ticaret Hukuku ve Yargıtay Kararlan Sempozyumu, 28.4.1995).
Somut olayla ilgili olarak, konu Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na da gitmiştir. Çariye Akkuş isimli Türk vatandaşının Komisyon’a yaptığı başvuru sonucu Komisyon, bütün gerçek ve tüzel kişilerin mallarına saygı gösterilmesi hakkına sahip oldukları gerekçesi ile istemin dinlenebilir sonucuna varmıştır.
SONUÇ :Uyuşmazlığın çözümüne ilişkin bulunan elimizdeki bu karar, salt hukuki alanda bir düzenlemeyi getirmemektedir. Kararın, ekonomik, sosyal ve siyasi etkinliği de inkar edilemeyecek düzeydedir. Şöyle ki; ekonomik etkisi bakımından, alacaklının daha çok fakirleşmesini, buna karşı borçlunun haksız yere zenginleşmesini önleyecek adaletli bir dengeyi sağlamış olacaktır.
Sosyal yönden, toplumun adalete güvenini sağlayacak, kişiler haklarını yasal yollardan elde etme yolunu seçip, adalet dışı yollara gitmeyeceklerdir. Davaların uzaması için dönen tüm yollar en az düzeye indirgenerek terk edilecektir. Çünkü, davanın uzatılmasında borçlunun fazla bir yararı olmayacaktır.
İşin siyasi yönüne gelince, bu da devletin borçlu olduğu durumları ilgilendirmektedir. Bir defa devleti yönetenler daha ciddi ve gerçekçi bir hareket etmek zorunda kalacaklardır. Olur – olmaz konuda kamulaştırmaya gidilmeyecektir. Devletin bütçesi ve gücü oranı gözetilerek hareket edilecek ve böylece politik yatırımlardan ve davranışlardan kaçınacaktır. Aynı durum belediyeler için de geçerlidir. Kamu kuruluşları gücünü aşan işlere girmeyeceklerdir. Göstermelik işlerden kaçınmak zorunda kalacaklardır. Vatandaşın Devlete olan güven ve saygısı artacaktır.
Ayrıca, zannedildiği gibi her alacak davası sonunda, BK.nun 105. maddesine dayalı bir tazminat davası açılmayacaktır. Çünkü, herkes hesabını ona göre yapacağı için borcunu zamanında ödeme yoluna gidecek ve yapay gecikmelerden önemle kaçınacaktır.
Tüm açıkladığım bu nedenlerle, çoğunluğun karar düzeltme isteminin reddi biçimindeki düşünceye katılamıyorum. Ortada para değerindeki düşüşten dolayı bir zararın varlığı kesindir. Ancak, bunun miktarının belirlenmesi sorunu tartışılmalıdır. Ayrıca mevcut ekonomik durum itibariyle ayrıca zararın kanıtlanmasına gerek yoktur. Bunun aksini davalı yan kanıtlasın. Zarar miktarının belirlenmesi, bu konuda uygulanacak yöntemin tespiti bakımından, yerel mahkemenin direnmesinin yerinde olduğunu düşünmüyorum. Bu nedenle çoğunluğun ret gerekçesine katılamıyorum.
KARŞI OY YAZISI
Davacı bu dava ile BK. 105. madde uyarınca temerrüt faizini aşan munzam zararını istemektedir. Munzam zararın anlaşılabilmesi için öncelikle temerrüt faizinin ne olduğunu açıklamakta yarar vardır. Bilindiği gibi temerrüt faizi, borçlunun para borcunu zamanında ödememesi ve temerrüde düşmesi üzerine kanun gereği (BK.nun 103) kendiliğinden işlemeye başlayan ve temerrüdün devamı müddetince varlığını sürdüren bir karşılık olması itibariyle, zamanında ifa etmeme olgusuyla doğrudan bir bağlantı içerisindedir. Borçlu kusurlu olsun olmasın sonuçta borç alacaklıya zamanında ödenmemiş demektir. İşte gerek İsviçre ve gerekse Türk kanun koyucusu alacaklıya zararın varlığını ve miktarını ve borçlunun kusurunu ispat zorunda kalmaksızın temerrüt faizini talep edebilme imkanını tanımıştır. Temerrüt faizi, alacaklının uğradığı varsayılan zararın hiç değilse faiz oranı ölçüsünde zahmetsizce giderilmesi amacını güder. Faiz yükümlülüğünün doğumu için borçlunun alıkoyduğu para miktarından yarar sağlaması şart olmadığı gibi, bu yararların iadesi amacını da taşımaz. Diğer yönden temerrüt faizi talep edebilmek için borçlunun temerrüde düşmekte kusurlu olması şart değildir. Borçlu bu konuda kendisine hiçbir kusur yüklenemeyeceğini ileri sürerek ve bunu kanıtlayarak faiz ödeme yükümlülüğünden kurtulamaz. Temerrüt faizi alacaklının aksi iddia olunamayan farazi zararının asgari oranda, giderilmesine yönelik maktu ve götürü bir tazminat niteliği taşır. Temerrüt faizi, sözleşmeden doğan para borçlarının yanı sıra, sözleşme dışı bir hukuki ilişkiden kaynaklanan para borçlarında da uygulama alanı bulabilir (Bak., Dr. Hami Barlas, Para Borçlarının ifasında Borçlunun Temerrüdü ve Temerrüt Açısından Düzenlenen Genel Sonuçlar, 1992, sh. 127veYHGK. 1.1.1992 gün, E. 1991/11-615, K. 1992/57).
Görüldüğü gibi, kişinin zararı temerrüt faizinin üzerinde olabilir (BK. 105/1). Borçlu kendisine hiçbir kusur isnat edemeyeceğini ispat etmedikçe bu aşkın zararı da tazminle yükümlüdür. BK. 105. madde uyarınca aşkın zararın istenebilmesi için, alacaklının temerrüt faizi ile karşılanmayan aşkın bir zararının gerçekleşmesi, bu aşkın zararı ile borçlunun temerrüdü arasında uygun illiyet bağının bulunması ve en önemlisi borçlunun kusursuzluğunu kanıtlayamamış olması gerekir. Burada BK.nun 98/1’de konulan genel kuralın özel bir uygulama hali söz konusudur. BK.nun 105. maddesi ile alacaklı yararına bir kusur karinesi kabul edilmiş olup BK.nun 96. maddesindeki genel kurula uygunluk arzeden bu esasa göre, alacaklı, borçlunun temerrüde düşmekte kusurlu olduğunu ispatla yükümlü değildir. Borçlunun kusurlu olduğu varsayılmaktadır. Nitekim, kanunda bu husus borçlu için “hiçbir kusur” kelimeleri ile açıklanmıştır. Munzam zararda bir para borcunun ifa edilmemesi söz konusu olduğundan somut olayda alacağın mahiyetinin ne olduğu araştırılmalıdır. 20.10.1989 gün, E. 4, K. 3 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında “Kamulaştırma bedeli mal sahibinin para alacağı haline dönüşmekte olup” para her zaman kullanılması mümkün ve temettü getiren bir meta olduğundan geç ödenmesi halinde zararın vücudu muhakkaktır” denilerek kamulaştırma bedelinin artık mal sahibi lehine doğmuş bir para alacağı olduğu vurgulanmıştır. BK.nun 105. maddesinin kenar başlığında ve metninde temerrüt faizini aşan bu müspet zararı ifade etmek için “munzam zarar” deyimi kullanılmıştır. Bunun anlamının tazminat alacağı olduğu uygulama ve öğretide çoğunluk tarafından kabul edilmektedir. Nitekim, Ord. Prof. Dr. Ferit Hakkı Saymen, Prof. Dr. Halit Kemal Elbir, Türk Borçlar Hukuku Umumi Hükümler 1966 isimli eserlerinde sh. 747 vd. bu aşkın zararın, bir tazminat alacağı olduğunu ve bu zararı tazminat başlığı altında incelediği görülmektedir. Dr. Hami Barlas yukarıda anılan eserinde (Bkz., age., sh. 190’da Temerrüt faizi ile karşılanmayan (aşkın) zararı) ifade etmek için genellikle “munzam zarar” deyimi kullanılmaktadır. Bunda, BK.nun 105/-F-ll’nın “bu munzam zarar…” şeklindeki lafzının önemli etkisi olmuştur. Oysa, burada uğranılan zararın değil, olsa olsa tazminatın munzam oluşundan söz edilebilir. Alacaklının uğradığı zarar bir bütündür. Bu zarar ilk planda temerrüt faizi ile karşılanacak, zarar miktarının faiz tutarını aşması halinde ise bu alacaklıya ek (munzam) bir tazminat sağlanması yönüne gidilecektir. Nitekim, Or. Art. 106’de “Grösserer Schaden” BGB. S 288/Abs. 2 “V/eiterer Schaden” deyimlerine yer verilmiştir) diyerek, kaynak kanunlarda bu terimin tazminat olarak kullanıldığını açıklamıştır. Nitekim, Yargıtay Onbirinci Hukuk Dairesi bir kararında (BK.nun 105. maddesinin sarih hükmüne göre, para borçlarında temerrüt vukuunda borçludan istenecek tazminat, faizle karşılanmayan zararlara ait bir tazminattır) denilerek (Bak., Hukuk Postası, 1958, sh. 209, Y. 11. HD., 10.5.1958 ve 4015/1298) bunun bir tazminat olduğu vurgulanmıştır. Tazminata dayanak alınan alacak kavramına, sözleşme, haksız fiil ve sebepsiz zenginleşmeye ilişkin olaylarda munzam zararın, oluşabileceği açıktır. von Tuhr, haksız fiil alacaklarında da BK.nun 105. maddesinin uygulanacağını kabul etmektedir (Bkz. von Tuhr, İsviçre Borçlar Hukuku, Cevat Edege Çevirisi, 1983, sh. 114). Nitekim, Yüksek Yargıtay bazı kararlarında haksız fiil ve haksız ihtiyati tedbir nedeniyle uğranılan zararlarda faizi aşan zararlarda BK.nun 105. maddesinin uygulanabileceğini benimsemiştir (Bak., Y. 4. HD. 22.10.1957 gün, E. 2230, aynı Dairenin 4.3.1986 gün, E. 1986/685 (Bak., Prof. Dr. Hayri Domaniç, Faizle Karşılanmayan Zararların Giderilmesini Sağlayan BK. 105 ve Diğer Hükümler, 1993, sh. 66 ve devamı).
Sorumluluk hukukuna egemen olan temel ilke “Neminem Zaedere: kimseye zarar verme” ilkesidir. Bu ilkeye aykırı davranılarak üçüncü bir kişiye zarar verildiği takdirde, sorumluluk hukukunun amacı, zararın, zarar gören üzerinde kalmayıp, ondan alınarak zarar verene yükletilmesi, aktarılmasıdır. Tazminat Hukuku adı verilen Sorumluluk Hukukunun ilk ve başlıca amacı, zarar görenin, zarar verene karşı uğradığı zararın denkleştirilmesi (giderilmesi, tazmin edilmesi) talebinin tanınmasıdır. Denkleştirme kuralları (tazmin yükümlülüğü, sebep sorumluluğu, kusur sorumluluğu ve hukuka uygun müdahale hallerinde geçerli olduğu gibi tüm maddi ve manevi tazminat için geçerli olacaktır (Bak., Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Prof. Dr. Fikret Eren, 4. Basım, sh. 27). Bazen tarafların özel durumu davacının zararının net bir şekilde ortaya konmasına imkan vermeyebilir. BK. 42. md. uyarınca zararın hakiki miktarını ispat etmek mümkün olmadığı takdirde, hakim, halin mutat cereyanını ve mutazarrır olan tarafın yaptığı tedbirleri nazara alarak onu adalete tevfikan tayin edecektir. Tabiidir ki alacaklı mamelekindeki eksilmeyi telafi anlamında olan tazminatı belirlemek hakime ait bir görevdir. Bu tazminat miktarını belirlerken memleketimizin içinde bulunduğu ekonomik koşullar, enflasyon hızı, fiyat endeksleri, paranın satın alma gücündeki değişiklikler, ıskonto hadlerinde meydana gelen fark ve sair faktörler gözönünde tutulacaktır.
Bu ilkeleri tesbit ettikten sonra somut olaya baktığımızda, davalı idare davacıya ait paranın tümüne bloke şerhi koymuş, daha sonra aldığı tedbir kararı ile davacının bu paradan yararlanmasına engel olmuştur. Davalı açtığı tenkisi bedel davası sonunda haksız çıkmış ve tedbir kalkmıştır. Öğreti ve uygulamada duraksamaksızın kabul edildiğine göre ihtiyati tedbir ve ihtiyati hacizden doğan zarardan sorumluluk kusuruna dayanmaz. Burada öngörülen sorumluluk kusursuz sorumluluktur. Bu sorumluluğun bir tehlike sorumluluğu olduğunu ileri sürenler de vardır (N. Tandoğan, Türk Mesuliyet Hukuku, 1961, sh. 99, Zahit İmre, Doktrinde ve Türk Hukukunda Kusursuz Mesuliyet Halleri, 1949, sh. 196; Oser/Schönenberger, Borçlar Hukuku, Recai Seçkin Çevirisi, sh. 379 vd.). Böyle bir tedbire başvuran kişinin hatasından doğan tehlikeleri ve zarara katlanması hakkaniyete uygundur. Buradaki zarar, alınan tedbir kararıyla davacı hak ve alacağı üzerinde tasarrufta bulunmaktan men edilmektedir. Haksız ihtiyati tedbirin haksız eylem olduğu açıktır. O halde, mahkemece zararın miktarının tayin ve tespitinin yapılması doğrudur. Davacının Anayasa ve Kamulaştırma Yasasından doğan para alacağı yıllarca ödenmemiştir. Para her zaman kullanılması mümkün ve temettü getiren bir meta olduğundan bunun geç ödenmesinden dolayı davacıya “sen zararını kanıtlayamadın” demek, yukarıda anılan ilkelere tamamen aykırı olmuştur. Burada davacının ayrıca bir şey kanıtlamasına gerek yoktur. Kusurun bulunmadığını davalı kanıtlayamadığına göre mahkemenin aşamalarda BK.nun 42 ve devamı maddeleri uyarınca davacı zararını resen araştırma ve tazminat miktarını tayin ve tesbit etmesi doğru olmuştur.
2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 46 ve 2942 sayılı Kamulaştırma Yasasının 3. maddesinde, kamulaştırma bedelinin nakden ve peşin olarak ödeneceği, kanunun taksitle ödemeyi öngördüğü hallerde peşin ödenmeyen kısım için, Devlet borçları için öngörülen en yüksek had üzerinden faiz ödeneceği kabul edilmiştir. Bu oranın aylık % 15 olduğu, yıllık % 180 bulunduğu açıktır. Bütün yasama, yürütme ve yargı organlarını bağlayan Anayasa hükmüne göre, kamulaştırma yapan idare, kamulaştırma bedelini taksitle ödemesi halinde, alacaklı vatandaşın en azından Kamu Alacaklarının Tahsili Hakkındaki Kanun uyarınca tesbit edilen kadar zararının oluşacağını kabul ederek bu zararın ispatına gerek olmaksızın maktu bir tazminat olarak bunu ödemeyi kabul etmişken, peşin ödenmesi Anayasa ve kanun gereği olan kamulaştırma bedelinin hiç ödenmemesi halinde alacaklıya, “sen % 30 faizi aşan zararını ispat et” demek, önce Anayasanın tanıdığı ilkeye, sonra hakkaniyete aykırı bir durum yaratacağı tartışılmayacak kadar açık bir gerçektir. Bu durumda idare, peşin ödemesi gereken parayı sınırlamasız (takyitsiz) ve kesintisiz mal sahibinin emrine yatırmadığından ve haksız eylemi ile paranın kullanılmasına engel olduğundan ortada peşin ödemeden söz edilemez. Kamulaştırma yapılmakla MK. 633. md. uyarınca taşınmazın mülkiyeti davalı idareye geçmiştir. Davalı idare artık en azından Anayasa ve yasa uyarınca, 6183 sayılı Yasa gereği her sene belirlenen maktu faiz miktarını ödemekle yükümlüdür.
Gecikme faizini aşan zararların değişik şekilleri söz konusu olmaktadır. Örneğin, alacağın elde edilmesine yönelik girişimlerden doğan masraflar, gecikmenin alacaklı ile onun alacaklısı arasındaki hukuki ilişkiyi olumsuz yönde etkilemesinden ileri gelen zararlar, yoksun kalınan kazanç gibi (Bak., Barlas, age., Sh. 196 vd.) asıl önemli ve Ülkemiz bakımından güncel olanı, borçlunun temerrüde düştüğü tarihten sonra paranın satın alma gücünde vukubulan düşmeden dolayı alacaklının uğradığı zarar ve bu zararın ispatı önemli sorun yaratmaktadır. Enflasyonun sıfır ve % 3 arasında bulunan İsviçre’de “İsviçre Borçlar Hukuku Genel Hükümleri” isimli kitabın yazarı Prof. Dr. Gauch, borçlu temerrüt haline düştükten sonra para değerinde vukua gelecek bilcümle değişikliklerden dolayı sorumlu olacağını ifade etmektedir. Bu yazara göre temerrüt, aslında başlı başına bir akdin ihlali halidir. Asıl olan herkesin borcunu vadesinde ödemesidir. Borçlu borcunu vadesinde ödemezse ondan sonra para değerindeki değişimlerin, riski borçluya ait olacaktır. Borçlu, borcunu zamanında eda etseydi alacaklı ne durumda bulunacak idi ise, o duruma getirilmesini talep edebileceğini belirtmekte, böylece enflasyon oranında zararın ayrıca ispatı aranmaksızın bu oranda tazminat talep edebileceğini kabul etmektedir. “Almanya’da öğreti ve uygulama ek (munzam) zararın talep edilmesinin mümkün olduğunu belirten BGB’nin 288/II. paragrafına dayanarak paranın kıymetinin düşmesinden dolayı alacaklının tazminat isteyebileceğini prensip itibariyle kabul etmektedir. İsviçre Federal Mahkemesi, 1936 yılında İsviçre’de vuku bulan devalüasyondan zarar gören yabancı uyruklu bir alacaklıya, bundan doğan zararının tazminini istemek hakkını tanımıştır. İsviçre-Türk Hukuklarında da temerrüt faizi oranından daha yüksek bir oranda gerçekleşen enflasyonun alacaklının ek (munzam) zararını teşkil ettiği genellikle kabul edilmektedir. Para borcunun ifasında temerrüt halinde, munzam zararın diğer davalarda olduğu gibi kesin bir şekilde ispatı alacaklı açısından çok zor ve bazı hallerde olanaksız bulunduğundan, burada yargıcın BK.nun 42/ll’den kaynaklanan takdir hakkına dayanarak zararın miktarını icabında bilirkişilere başvurarak takdir edeceği kabul edilmelidir” (Bak., Tekinay/Akman-Burcuoğlu/Altop, Tekinay Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Yedinci Baskı, 1993, Sh. 943 vd. ve orada anılan yerli ve yabancı yazarların görüşleri). Ayrıca, Prof. Dr. Kemal Oğuzman/Doç. Dr. Turgut Öz, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 1995/sh. 378 vd.) isimli eserlerinde, “enflasyon sebebiyle para değerinin temerrüt faizi oranından fazla düştüğünü ispat etmek şartıyla bu zararı dahi talep edebileceğini” kabul etmektedir. Yüksek Yargıtay’da son zamanlarda para değerinin enflasyon nedeniyle düşmesi halinde bunun başlı başına zararın tesbitinde dikkate alınacağını kabul etmiştir. Yargıtay içtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu 11.11.1994 gün, E. 1994/4, K. 1994/4 sayılı kararında, MK.nun 454 ve 506. maddeleri uyarınca kıymetine noksan gelmeksizin sabit tenkis oranında taksimi kabil olmayan muayyen mala ilişkin muris tasarrufunun tenkisi halinde, Medeni Kanunun 506. maddesi uyarınca ödenecek nakdin, kullanılan tercih hakkı günündeki fiyatlar dikkate alınarak belirleneceği kabul edilmiştir. Yine Y. HGK., 8.3.1995 gün, E. 1994/6-883, K. 142 sayılı İçtihadında; “davalının, şufa hakkına konu olan payın satış tarihindeki gerçek değerinin sicilde gösterilen değer olmadığını ve satıştan sonra payın değerinin objektif nedenler veya enflasyon olgusu dolayısıyla değiştirdiğini ileri sürmek hakkı vardır” denilerek enflasyon olgusunun artık Yüce Yargıtay’ca bir gerçek olduğu ve hukuki ilişkilerde bu olgunun dikkate alınması gerektiği açık bir şekilde kabul edilmektedir. Yine, Yüksek Yargıtay On birinci Hukuk Dairesi, 5.6.1995 gün, E. 1995/3602, K. 1995/4569 sayılı içtihadında “davacının dava konusu çekleri zamanında tahsil edip ticari işletmesinde değerlendirmesi halinde ilke olarak bankaların 1 yıl vadeli mevduata verdiği faiz oranından daha yüksek kazanç sağlayacağı doğal bulunması karşısında davacının muhtemel zararının banka vadeli mevduat hesaplarına verilen faize dayanarak kanıtlanmasının mümkün bulunduğunu”, yani davacının en asgari zararının banka mevduat faizi olabileceği, bunun üstünde bir zararı varsa bunu da kanıtlamak şartıyla isteyebileceğini, örneğin, ödenmeyen bir parayı ticari işletmesinde kullanılması halinde banka mevduat faizinden fazla bir gelişe sahip olacağını ispat etmesi halinde bu zararı da isteyebileceği benimsenmiştir.
Yüce Yargıtay çoğunluğu bu ilkeler ortada iken % 30’u aşan zararı davacının ispat etmesi halinde isteyebileceği şeklindeki kabulü kanımızca doğru olmamıştır.
Olayı, bir de İspat Hukuku bakımından irdelersek aşağıdaki sonuçlara varmak mümkün olacaktır. MK.nun 6. maddesine göre, “Kanun hilafını emretmedikçe iki taraftan her biri müddeasını ispata mecburdur”. Görüleceği gibi bu hüküm kaynak İsviçre Medeni Kanunundan son derece eksik çevrilerek alınmıştır. Kaynakta ispat yükünün paylaştırılmasına ilişkin kural şöyle tanımlanmıştır (ZGB. md. 8). Almanca metne göre “Yasaca başka bir çözüm belirlenmedikçe iddia edilmiş bir olayın varlığını; bundan (olaydan) kendi lehine haklar doğan kimse ispat etmelidir” (Prof. Dr. Bilge Umar/Dr. Ejder Yılmaz, İspat Yükü, Yıl 1980, sh. 87). Medeni Kanunumuzun 6. maddesinin kaynağına uygun olarak anlaşılması ve özellikle, amacı en iyi anlatan Almanca metne göre yorumlanması zorunlu bulunmaktadır. Nitekim, Yargıtay içtihadı Birleştirme Kurulunun 28.11.1945 gün, 13/15 sayılı kararında da bu husus açıkça kabul edilmiştir. Bir davada, o davanın hallini etkileyebilecek vakıalar için delil gösterilir ve ancak bu deliller inceleme konusu yapılabilir. Taraflar arasında çekişmeli olmayan vakıalar için delil gösterilmesine gerek yoktur. Bunun gibi maruf (herkesçe bilinen) ve meşhur olan vakıalar çekişmeli sayılmazlar (HUMK.nun 238/II). Yani maruf ve meşhur olan bir vakıaya dayanan kişi bunun için delil göstermesine gerek yoktur.
Diğer taraf, maruf ve meşhur bir vakıaya dayanan tarafın iddiasının yani bu olayın maruf ve meşhur olmadığını iddianın aksini ispat edebilir. Nöşatel Temyiz Mahkemesi, kanton resmi gazetesinde yayımlanan bir olayın maruf sayıldığına ve tarafların bu olayı ispat etmesine gerek bulunmadığına karar vermiştir (Prof. Dr. Baki Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü, Beşinci Baskı, 1990, Cilt: 2, sh. 1354 vd.). Diğer taraftan, kanunda açıklık bulunmayan hallerde ispat yükü normalin aksini yani hayatın olağan akış ve tecrübelerine aykırı olan iddia edene düşer. Bundan başka fiili karine lehine olan taraf, o hususu (vakıayı) ispat etmiş sayılır, karşı taraf bu fiili karinenin aksini ispat edebilir. Örneğin, çek ilke olarak bir ödeme vasıtasıdır, karşı taraf bu filli karinenin aksini yani çekin ödemeden başka bir maksat için verildiğini, ispat edebilir. Yoksa, çek hamili bu çekin bir ödeme vasıtası olduğunu ispat etmesine gerek yoktur. Olayımızda, yasal bir karine söz konusu değildir. Buna karşılık hayat olaylarından çıkan eylemli bir karinenin varlığı tartışmasızdır. Bir kişinin malının kamulaştırılması ile eline geçecek parayı en azından yeniden ev, tarla alıncaya kadar vadeli banka hesabına veya benzeri gelir getiren yerlere yatırarak yararlanması beklenen davranıştır, bu toplumumuzun içinde bulunduğu ekonomik-sosyal yaşantısına uygun düşer. Bu olgu artık maruf ve meşhur olarak kabul edilmelidir. Davacının yasal faiz üzerinde bir ek zararının bulunmadığı davalı tarafından kanıtlanmalıdır. Oysa davalı bu konuda bir savunmada bulunmadığı gibi hiçbir kanıt da ibraz etmemiştir. Öyleyse somut olay ve munzam zarar davalarında paranın faiz olarak getirebileceği gelir % 30’un üzerinde olduğu karinesi ve gerçeği gözönünde bulundurularak davacının bu parayı en azından banka vadeli hesabında değerlendireceği kabul edilerek, tesbit edilen bu miktarlar üzerinde munzam tazminatına hükmedilmesi gerekir. Sayın çoğunluk tarafından aksinin kabulü doğru olmamıştır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi bakımından durumun değerlendirilmesi; İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (IHAS) olarak anılan bu sözleşme Avrupa Konseyi Üyesi Devletlerin Dışişleri Bakanlarınca 4 Kasım 1950’de Roma’da imzalanmış ve 3 Eylül 1953’de yürürlüğe girmiştir. Türkiye, 10 Mart 1954 gün ve 6366 sayılı Yasa ile sözleşmeyi onaylamıştır. Türkiye kişisel başvurusu hakkını 22 Ocak 1987 tarih ve 87/11439 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı uyarınca tanıdığını, bildirimin 28 Ocak 1987 tarihinde Avrupa Konseyi Genel Sekreterine “tevdi” edildiğini ve bildirimin metnini, 21 Nisan 1987 tarih ve 19438 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan Dışişleri Bakanlığı’nın tebliği ile açıklamıştır. Böylece Türkiye’nin yetki alanı içinde bulunan yerli yabancı herkesin, sözleşme ile güvence altına alınan hak ve özgürlüklerinin çiğnenmesi durumunda, Türkiye’yi komisyona şikayet edebilmesi yolu açılmıştır. Türkiye Komisyon yetkisini 28 Ocak 1990 tarihinden geçerli olmak üzere üç yıl daha uzatmıştır. Türkiye, 22 Ocak 1990 tarihinde de Divanın zorunlu yargı yetkisini tanımış ve böylece ülkemiz açısından sözleşme tam olarak işler duruma gelmiştir. Nitekim Altınkaya Barajı’nın yapımı sonucunda Gökdağan (Sinop) Köyü’nde bulunan arazi Ekim 1987 tarihinde Devlet Su İşleri tarafından kamulaştırılmış, davacı tarafından açılan tezyidi bedel davası davacı lehine sonuçlanmış ve davacı kararın kesinleşmesinden 17 ay sonra % 30 faizi ile bu paraya kavuşmuştur. Davacı, 28 Ağustos 1992 tarihinde komisyona açtığı davada, Türk kanunları ve Ulusal Mahkemelerin 1987 ve 1991 yılları arasında Türkiye’de enflasyonun % 60 hatta % 70 oranında olmasına rağmen kendisi. hakkında % 30 faiz oranının uygulanmasını, kendisinin mülkiyet hakkının ihlal edildiğini iddia etmiş, bu talebi Avrupa İnsan Hakları Komisyonu 19263/92 esasına kayıt ile “kabul edilebilirlik kararı” vermiş ve hükümetin savunmasını istemiştir. Bu karar, mülkiyet-kamulaştırma, para borçları, enflasyon (munzam zarar) alanında komisyonun yeni içtihadını oluşturmuştur.
Anlaşmaların Türk Hukuk düzenindeki yeri ve gücü konusunda 1961 Anayasasının 65 ve 1982 Anayasasının 90. maddesinin son fıkrasında “usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası anlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamaz” kuralı yer almıştır.- Bu kurala göre Türk Hukuk düzeninde anlaşmalar yasa gücündedir ve doğrudan hüküm doğururlar. Türkiye bu anlaşmanın kişisel başvurusu ile ilgili komisyon ve Divanın yetkisini kendi iradesi ile kabul ettiğini bildirdiğine göre artık komisyon ve divandan çıkacak kararları da benimsemek zorundadır. Komisyonun BK. 105. madde uygulamasına ilişkin uygulamasının Yüksek Yargıtay Genel Kurulu’nca benimsenmesi ve bu yolda uygulama yapılması gerekirken, aksinin kabulü Türkiye’nin katıldığı uluslararası sözleşmelere aykırı olmuştur.
Bu ayrık oy yazısını bitirirken, bir hukuk bilgesi Andreas B Schwarz’ın, hakim olarak beni etkileyen ve vicdani kanaatimi açıklarken ilke edindiğim sözlerine yer ’ vermek istiyorum. “Somut olayda hukuk kurallarına dayanarak vardığınızı sandığınız sonuç ya da çözüm, akıl ve mantığa, hakkaniyete, gereksinmelere ve böylece hukuku güvenimize ters düşüyorsa, hukuktan değil, kendi hukukçuluğumuzdan kuşku duymalısınız. Gerçekten modern hukukta başka Medeni Kanunun 2. maddesindeki dürüstlük kuralları, doğru yorumlama yöntemleri ve yargıcın takdir hakkı size, akıl ve mantığa, hakkaniyete ve gereksinmelere, böylece hukuka güveninize uygun bir çözümü mutlaka sunacaktır. Onu arayıp bulmak size düşer (yayınlandığı yer; Yasa Hukuk Dergisi, Şubat-1996/1).
SONUÇ : Yukarıda yazılı gerekçelerle mahkemenin vardığı sonuç ilke olarak doğru bulunduğundan davacının karar düzeltme isteğinin kabulüne, mahkeme uygulaması Yüksek Özel Dairece incelenmediğinden dosyanın direnme uygun daireye şeklinde karar verilmesi gerekirken, karar düzeltme isteğinin reddi doğru bulunmadığından Sayın çoğunluğun bu yönde oluşan görüşüne katılmıyorum.
KARŞI OY YAZISI
Para borçlarında, ifa ile yükümlü kişinin borcunu zamanında ödemesi asıldır. Aksi halde, temerrüt nedeniyle akdi veya temerrüt faizini ödemek zorundadır. Faiz oranları Borçlar Kanunu ve 3095 sayılı Kanun ile düzenlenmiştir.
Faizin miktarı, alacaklının yoksun kaldığı ana borç meblağına, yoksunluk süresi boyunca belirli bir yüzdenin tatbiki şeklinde gerçekleşir. Faiz ana paraya bağımlı fer’i nitelikte bir karakter arz eder. Dolayısıyla kaynağını ana borcun tabi olduğu sözleşmeden alır. Ana borç ödenmediği takdirde, alacaklı zararını ispat etmek zorunda kalmadan, faizin ödenmesi lazım gelir. Kanun vazıı, ana paraya ilave olunacak faiziyle alacaklının zararının karşılanacağını varsayımından hareket etmiştir. Bu varsayım normal giden ekonomik şartlar için geçerlidir.
Buna rağmen Borçlar Kanununa “munzam zarar” başlığı altında 105. madde konulmuş ve geçmiş günler faizinden fazla olan zarar olarak nitelendirilmiştir. Faizi aşan zarar nedir? Borçlu temerrüde düşmeden borcunu ödemiş olsaydı alacaklının mal varlığının kazanacağı durum ile temerrüt sonucunda ortaya çıkan durum arasındaki fark olup, temerrüt faizi ile karşılanmayan onu aşan bölüme tekabül eden zarardır. Bu zarar kaynağını sözleşmedeki ifanın yerine getirilmemesinden değil yerine getirilmesindeki gecikmeden alır. Temerrüdün başladığı anda bağımsız bir alacak olan aşkın zarar oluşmaya başlar. Sözleşme ilişkisi yerini haksız fiile bırakır. Zarar sadece temerrütten oluşur ve onun sona ermesine kadar devam eder. Borçlunun mamelekinde haksız kazanç ve alacaklının mamelekinde azalma meydana getirir. Borçlu ifasının temel sonuçlarından biri de borçlunun alacaklıya karşı edimini onun zararına meydan vermeyecek şekilde borcun zamanında eksiksiz, tam ifa edilmesi ve bu yönde gerekli özenin gösterilmesidir. Temerrüt halinde alacaklının uğrayacağı zararın enflasyonun egemen olduğu ülkelerde temerrüt faizi ile karşılanabileceğinin kabulü adalet, hak ve nesafet kuralı ile bağdaşmaz. Borçlu kendisine hiç bir kusurun izafe edilemeyeceğini ispat edemediği sürece faizin karşılayamadığı zararı ödemekle yükümlüdür. ispat karinesi alacaklı lehine kullanılmıştır. Borçlunun illiyet bağını ispatlaması yeterlidir. Borçlunun asıl edimi objektif iyi niyet kurallarına uygun olarak zamanında borcunu eda etmesidir. Buna aykırı davranarak “ademi ifa” şeklinde irade izharı BK.nun 2. maddesi mucibince “bir hakkın sırf gayri izrar eder suistimalini kanun himaye etmez” kuralını karşısında bulur. Amme intizamından olan bu kuralın da borçluya karşı işletilmesi gerekir. Borçlar hukukunun genel prensibi itibariyle kanun hilafını emretmedikçe iki taraftan her biri müddeasını ispata mecburdur (MK. 6. md.). Bu kurala göre davacının da zararını ispat etmesi gerekir. Ancak, bazı hallerde ispat yükünün istisnalarından faydalanılmalıdır. Ancak, her istisna olayında olduğu gibi bu konuda tereddütler oluşur. Problemin büyüğü buradadır.
Kanun vazıı munzam zararın tarifini yaparken sınıflandırma yapmamıştır. Zararın ortaya çıkış biçimine göre ispat yükü de bazı özellikler taşıyabilir. Bu nedenle de zararın niteliğine göre ispat tartışılmalıdır. BK.nun 105. maddesine göre istenebilecek zararlar içinde;
a- Alacağın elde edilmesine yönelik girişimlerden doğan masraflar vardır. Bunlar çeşitleri ve BK.nun 105. maddesine girip girmeyeceği tartışılmalıdır. Ancak, bunların ispatı her zaman mümkündür.
b- Diğer bir çeşidi alacaklı ile onun alacaklısı arasındaki hukuki ilişkiyi olumsuz yönde etkilenmesinden kaynaklanan zarardır ki bunların delillerinin ibrazı da mümkündür.
c- Ödenmeyen paranın başka kaynaklardan sağlanması dolayısıyla yapılan masrafların da ispatı mümkündür. Ne var ki kazanç kaybının ispatı her zaman kolay değildir çoğu zaman güçlük yaratır. Alacaklının ne miktar kazanç kaybına uğradığı gerçek ve somut bir biçimde ispat edildiği istisnai haller bir yana yoksun kalınan kazanç tutarının belirlenmesinde farazi hesaplara başvurulması zorunludur. Farazi hesaplamalarda da tabidir ki keyfi davranılamaz. Alacaklı lehine var olan karinelerden yararlanılarak BK.nun 42/2. maddesine uygun olarak hakim tarafından belirlenir.
Zarar belirlenirken halin mutat cereyanı ve adalete uygun bir sonuca ulaşılmaya özen gösterilir. Bu sonuca ulaşabilmek için alacaklıya ispat kolaylıkları sağlanmasında bir takım karinelere dayanılabilir. Böylece, alacaklı uğradığı kazanç kaybının miktarı ve kaç lira olduğunun ispat külfetinden kurtulabilir. Yargıtay Yüksek On birinci Hukuk Dairesi, tacirler için fiili karinenin mevcudiyetini istikrarlı içtihatları ile kabul etmiştir (Yargıtay On birinci Hukuk Dairesi’nin 8.11.1983 gün, 4297 esas, 4879 karar, Yargıtay On birinci Hukuk Dairesi 20.1.1983 gün, 5774 karar, 128 esas). Yargıtay bazı kararlarında alacaklının ödenmeyen parasını gelir getirecek bir yatırıma yönelteceği karinesine dayanarak alacaklıyı ispattan kurtarmıştır. Yine bazı kararlarında ise kazanç kaybını en azından ödeme yerinden geçerli banka ıskonto oranı düzeyinde hareket ederken % 5-10 hatta % 30 faizle zararı karşılanmayacağını ve aşkın zararın oluşacağını kabul etmiştir (Yargıtay On birinci Hukuk Dairesi, 23.1.1983 tarih, 1982/ 5774 karar, 1983/128 esas). BK.nun 83. maddesi, 3678 sayılı Kanun ile değiştirilmesi de alacaklı lehine fiili karinenin kanun vazıhınca kabulüdür.
Almanya’daki doktrin ve uygulamada fiili karine kabul edilmemekle birlikte yüksek meblağlı para borçlarında ve bankalar açısından kabul edilmektedir (Dr. N. Barlas, Para Borçlarının İfasında Borçlunun Temerrüdü ve Bu Temerrüt Açısından Düzenlenen Genel Sonuçlar, İstanbul, 1992, sayfa; 209). Memleketimiz için en büyük ve en asli sorun, para değerinin düşmesi sonucu oluşan ve oluşmakta olan ortamda borçlu ve alacaklının menfaatinin dengelenmesidir. Bu açıdan enflasyon sonucu alım gücünün devamlı surette azalması nedeni ile alacaklının uğradığı zararın ispatında fiili karinelerin kabulü ile alacaklıyı ispat külfetinden kurtarmak gerekir.
Bu konudaki karinelerden bazıları her yıl itibariyle gerçekleşen yıllık enflasyon artış oranı, bu oranın eşya fiyatlarına yansıma durumu, mevduat ve devlet tahvillerine verilen faiz oranları, Türk Lirası karşısında döviz kurlarını gösterir listeler ve belki olayın özelliği gereği başka karinelerdir. Bunlara ilişkin belgeler davacıdan istenilebileceği gibi resen de araştırılabilir. Bütün bu karinelerden oluşacak deliller BK. 42/2 hükmü ile birlikte değerlendirildiğinde bulunacak zarar miktarından temerrüt faizi mahsup edilerek karar altına alınacak zarar munzam zarardır. Bu gerekçe ile Hukuk Genel Kurulu kararının gerekçesine katılamıyorum. Arz ederim.
Benzer İçtihatlar:
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/588 K: 2003/753 T: 10.12.2003
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/730 K: 2012/373 T: 13.06.2012
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/152 K: 2021/1108 T: 28.09.2021
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1983/568 K: 1985/1110 T: 20.12.1985
6. KISITLILIK VE KAMULAŞTIRMASIZ EL ATMA DANIŞTAY KARARLARI
Danıştay 6. Dairesi E: 2002/3200 K: 2003/3476 T: 05/06/2003
Tapu kaydındaki okul alanı şerhinin kaldırılabilmesi için mevcut planın değiştirilmeye yetkili olan belediyeye başvurulması gerektiğinden, yetkili olmayan valiliğe yapılan başvurunun cevap verilmemek suretiyle reddi yolundaki işlemle mevzuata aykırılık bulunmadığı
İstemin Özeti: … İdare Mahkemesinin … günlü, … sayılı kararının usul ve yasaya aykırı olduğu öne sürülerek bozulması istenilmektedir.
TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince Tetkik Hakiminin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü:
Dava, … İli, … İlçesi, … Mahallesi, … ada, … parsel sayılı taşınmazın kamulaştırılmaması halinde tapu kaydındaki şerhin kaldırılması için izin verilmesi istemiyle yapılan başvurunun cevap verilmemek suretiyle reddine ilişkin işlemin iptali istemiyle açılmış; idare mahkemesince, Anayasa Mahkemesinin 29.12.1999 günlü, E:1999/33, K:1999/51 sayılı kararıyla 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 13.maddesinin 1.ve 3. fıkralarının iptal edildiği ve iptal hükümlerinin kararın Resmi Gazetede yayınlandığı 29.6.2000 tarihinden itibaren 6 ay sonra yürürlüğe girmesine karar verildiği, ayrıca Yasanın 10.maddesiyle belirlenen 5 yıllık imar programı uygulama suresi içinde kamulaştırma yapılması gerektiği halde taşınmazın okul alanı olarak belirlendiğinden bu yana 20 yılı aşkın bir süre içinde kamulaştırma yapılmadığı, bu durumda mülkiyet hakkının yasaya aykırı olarak sınırlanması karşısında, dava konusu işlemde hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle iptaline karar verilmiş, bu karar davalı idarece temyiz edilmiştir.
Dosyanın incelenmesinden, davacılara ait taşınmazın 1973 yılında imar planında okul alanı olarak belirlendiği, davacıların 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 13.maddesinin 1. ve 3. fıkralarının Anayasa Mahkemesince iptali nedeniyle bu iptal kararı doğrultusunda kamulaştırılması, kamulaştırılmaması halinde inşaat yapılmasına olanak sağlanması amacıyla tapu kaydındaki okul alanı şerhinin kaldırılması için izin verilmesi istemiyle Valiliğe yaptıkları başvurunun cevap verilmemek suretiyle reddedildiği, davalı idarece savunmada bütçe imkanları dahilinde ödenek temin edildiğinde kamulaştırma yoluna gidileceğinin belirtildiği anlaşılmaktadır.
Uyuşmazlığa konu taşınmazın okul alanına ayrılması nedeniyle söz konusu olan kısıtlamanın dayanağını oluşturan 3194 sayılı Yasanın 13.maddesinin 1.fıkrası Anayasa Mahkemesinin 29.12.1999 günlü, E:1999/33 K:1999/51 sayılı kararıyla iptal edilmekle yürürlükte olmamakla birlikte, henüz iptal edilen hükümler yerine yeni bir düzenleme getirilmemiş olması nedeniyle taşınmaz maliklerinin genel hükümler uyarınca öncelikle imar planında değişiklik yapılması yönünde bu konuda işlem tesisine yetkili olan belediye başkanlığına başvuruda bulunmaları gerekmektedir.
Bu durumda, mevcut planın değiştirilmesi için belediye yerine yetkili olmayan Valiliğe yapılan başvurunun cevap verilmemek suretiyle reddi yolundaki işlemde mevzuata aykırılık bulunmadığından, aksi yönde verilen mahkeme kararında isabet görülmemiştir.
Diğer taraftan, davacılar tarafından Valiliğe yapılan başvuru ile taşınmazın kamulaştırılması isteminde bulunulmuşsa da, Valilik tarafından verilen savunmada ödenek temin edildiği zaman kamulaştırma yoluna gidileceği belirtilmiş olduğundan, 2577 sayılı Yasanın 2.maddesinin 2.fıkrası uyarınca yargı kararı ile idarelerin işlem tesisine zorlanamayacağı nedeniyle İdare Mahkemesince Anayasa Mahkemesi kararından bahisle kamulaştırma yoluna gidilmemesiyle mülkiyet hakkının yasaya aykırı olarak sınırlandığından bahisle işlemin iptal edilmesinin idareyi işlem tesisine zorlayıcı nitelikte olduğu sonucuna varıldığından, kararda bu yönüyle de isabet bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle … İdare Mahkemesinin … günlü, … sayılı kararının BOZULMASINA, 5.6.2003 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2014/7813 K: 2015/4418
Danıştay 6. Dairesi E: 2015/361 K: 2015/3486
Danıştay 6. Dairesi E: 1992/3415 K: 1993/2407 T: 16/06/1993
Danıştay 6. Dairesi E: 2002/4906 K: 2002/5794 T: 10/12/2002
Danıştay 6. Dairesi E: 2001/6807 K: 2003/105 T: 09/01/2003
3194/13. madde kapsamında yapılan başvurunun zımnen reddi üzerine mahkemece şehircilik ve planlama ilkelerine göre inceleme yapılarak karar verilmesi gerektiği
İstemin Özeti: … İdare Mahkemesinin … günlü, … sayılı kararının usul ve yasaya aykırı olduğu ileri sürülerek bozulması istenilmektedir.
TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince Tetkik Hakiminin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü:
Dava, imar planında okul alanı olarak belirlenen … Mahallesi, .. ada, … parsel ve … ada, … parsel sayılı taşınmazların imar planı değişikliği yapılarak okul alanından çıkarılması isteminin cevap verilmeyerek reddine ilişkin işlemin iptali istemiyle açılmış; İdare Mahkemesince, … ada, … sayılı parsele yönelik olarak daha önce dava açıldığından derdestlik nedeniyle davanın bu taşınmaza ilişkin kısmının incelenemeyeceği gerekçesiyle reddine, davanın … ada, … sayılı parsele yönelik kısmına gelince ise, 3194 sayılı Yasanın 13.maddesinin 3.fıkrasının Anayasa Mahkemesince iptal edilmiş olması karşısında davacının anılan madde kapsamındaki imar planı değişikliği yapılması yolundaki başvurusu üzerine ilgili kamu kuruluşundan olumlu görüş alınması koşulu aranmaksızın ve çevredeki nüfus, yoğunluk, donatım dengesi ve İmar Kanununda yer alan diğer ilkeler uyarınca belediye meclisince bir değerlendirme yapılarak işlem tesis edilmesi gerekirken aksi yönde tesis edilen işlemde hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle dava konusu işlemin iptaline karar verilmiş, bu kararın iptale ilişkin kısmı davalı idare vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Uyuşmazlığa konu taşınmazın okul alanına ayrılması nedeniyle söz konusu olan kısıtlamanın dayanağını oluşturan 3194 sayılı Yasanın 13.maddesinin 1.fıkrası Anayasa Mahkemesinin 29.12.1999 günlü, E:1999/33, K:1999/51 sayılı kararıyla iptal edilmekle yürürlükte olmamakla birlikte, henüz iptal edilen hükümler yerine yeni bir düzenleme getirilmemiş olması nedeniyle taşınmaz maliklerinin genel hükümler uyarınca öncelikle imar planında değişiklik yapılması yönünde bu konuda işlem tesisine yetkili olan belediye başkanlığına başvuruda bulunmaları gerekmektedir.
Dava konusu olayda davacının plan değişikliği yapılması istemiyle davalı idareye başvuruda bulunduğu, isteminin zımnen reddi üzerine bu davayı açtığı ve İdare Mahkemesince de davacının plan değişikliği isteminin belediye meclisince incelenerek karara bağlanması gerekirken zımnen reddinde hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle işlemin iptal edildiği anlaşılmaktadır.
T.C. Anayasasının değişik 74.maddesindeki vatandaşlar ve Türkiye’de ikamet eden yabancıların yetkili makamlara yazı ile başvurma hakkına sahip oldukları, başvuruların sonucunun geciktirilmeksizin dilekçe sahiplerine bildirileceği hükmü karşısında idarenin başvurulara cevap vermesi gerekmekte ise de, maddede bu cevabın “gecikmeksizin” verileceği öngörülmüş, ancak hangi süre içinde cevap verilmesi gerektiği belirtilmemiştir. 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 10.maddesinde ise altmış gün içinde cevap verilmemesi durumunda istemin reddedilmiş sayılacağı hükme bağlanmıştır. İlgililere idarenin cevabını beklemeden dava açma olanağını tanıyan anılan madde hükmü uyarınca tesis edilen ve uygulamada “zımnen ret” adı verilen kararlara karşı açılan davalarda da söz konusu kararların yargı yerlerince hukuka uygunluk denetimine tabi tutulacakları kuşkusuzdur.
İlgililerin imar planı değişikliği istemlerinin idarelerce çevredeki nüfus, yoğunluk ve donatım dengesi yönünden irdelenmesi gerektiği, planlamanın genel ilkeleri dikkate alınarak uyuşmazlık konusu taşınmaza ayrıldığı amaç için ihtiyaç bulunmadığı sonucuna varıldığı takdirde plan değişikliği yapılmasının mümkün olduğu açıktır.
Bu durumda, davacının plan değişikliği isteminin zımnen reddedilmesi üzerine açılan davada da idare mahkemesince plan değişikliği isteminin şehircilik ilkelerine, planlama esaslarına ve kamu yararına uygun olup olmadığının incelenmesinden sonra sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, bu hususlar araştırılmaksızın … ada, … sayılı parsele yönelik olarak dava konusu zımnen ret işleminin iptaline karar verilmesinde isabet görülmemiştir.
Açıklanan nedenlerle, … İdare Mahkemesinin … günlü, … sayılı kararının BOZULMASINA, 9.1.2003 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2014/7813 K: 2015/4418
Danıştay 6. Dairesi E: 2015/361 K: 2015/3486
Danıştay 6. Dairesi E: 1992/3415 K: 1993/2407 T: 16/06/1993
Danıştay 6. Dairesi E: 2002/4906 K: 2002/5794 T: 10/12/2002
Danıştay 6. Dairesi E: 2002/4906 K: 2002/5794 T: 10/12/2002
Planda park alanında kalan taşınmazın kamulaştırılması isteminin reddine ilişkin işlemi dava konusu olduğundan, Anayasa Mahkemesinin iptal kararından söz edilerek idarelerin kamulaştırmaya zorlanamayacağı
İstemin Özeti:…İdare Mahkemesinin … günlü, … sayılı kararının usul ve yasaya aykırı olduğu ileri sürülerek bozulması istenilmektedir
Danıştay Tetkik Hakimi Düşüncesi: Davacıya ait taşınmazın imar planında park alanında kalması nedeniyle kamulaştırılması isteminin reddine ilişkin işlemin ipdali ve taşınmaz üzerinde bulunan sınırlamanın kaldırılması istemiyle dava açılmış olmasına karşın; idare mahkemesince, taşınmazın kamulaştırılması veya kamulaştırılmadığı takdirde üzerindeki sınırlamanın kaldırılması isteminin reddine ilişkin işlem ve bu işlemin dayanağı olan taşınmazın yeşil alana tahsisine ilişkin kararın dava konusu işlem olarak kabul edilerek iptaline karar verildiği; davacının taşınmazının kamulaştırılması istemiyle idareye başvurduğu, taşınmazı üstündeki kısıtlılığın kaldırılmasını mahkemeden istediği dikkate alındığında, idareleri kamulaştırmaya zorlayıcı ve idari işlem niteliğinde yargı kararı verilemeyeceğinden, bu husular göz önünde bulundurulmaksızın dava konusu işlemin iptali yolunda verilen temyize konu idare mahkemesi kararının bozulması gerektiği düşünülmektedir.
Danıştay Savcısı Turan Karakaya’nın Düşüncesi: Dava, davacıların imar planında çocuk parkı alanında kalan taşınmazlarının kamulaştırılması isteminin reddine ilişkin işlemin iptali ile taşınmaz üzerindeki sınırlamanın kaldırılmasına karar verilmesi istemi ile açılmış, İdare Mahkemesince dava konusu işlem iptal edilmiştir.
2942 sayılı kamulaştırma kanunu hükümleri uyarınca bir taşınmazın kamulaştırılması konusunda, idareleri zorlayıcı nitelikte yargı kararı verilmesi olanağı bulunmamaktadır.
Diğer taraftan, davacı tarafından, taşınmazı üzerindeki sınırlamanın kaldırılmasına karar verilmesi istenilmiş ise de, mahkemece idari işlem niteliğinde karar verilmesi mümkün değildir.
Bu durumda, istemin reddine karar verilmesi gerekirken, aksine verilen İdare Mahkemesi kararında isabet görülmemiştir.
Açıklanan nedenlerle, davalı idarenin temyiz isteminin kabulü ile İdare Mahkemesi kararının bozulması gerekeceği düşünülmektedir
TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince Tetkik Hakiminin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü:
Dava, 1/1000 ölçekli imar planında park alanında kalan …, … pafta, … ada … parsel sayılı taşınmazın kamulaştırılması isteminin reddine ilişkin 1.11.2001 günlü, 12557 sayılı işlemin iptali ile taşınmaz üzerinde bulunan sınırlamanın kaldırılmasına karar verilmesi istemiyle açılmış; idare mahkemesince, davanın konusunun taşınmazın imar planında park alanında kalması nedeniyle kamulaştırılması isteminin reddine ilişkin işlemin iptali ve taşınmaz üzerinde bulunan sınırlamanın kaldırılması istemiyle dava açılmış olmasına karşın; davanın konusunun taşınmazın kamulaştırılması veya kamulaştırılmadığı takdirde üzerindeki sınırlamanın kaldırılması isteminin reddine ilişkin işlem ve bu işlemin dayanağı olan taşınmazın yeşil alana tahsisine ilişkin kararın iptali istemi olduğu kabul edilerek, 3194 sayılı İmar Kanununun 13.maddesinin 1 ve 3.fıkralarının Anayasa Mahkemesince iptal edildiği, davacılara ait taşınmazın tasarrufunu kısıtlayıcı herhangi bir hüküm bulunmadığı, aradan geçen süre içinde de kamulaştırma işlemlerine de başlanılmadığı dikkate alındığında dava konusu işlemde hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle iptaline karar verilmiş; karar davalı idare vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dosyada yer alan bilgi ve belgelerin incelenmesinden, dava konusu taşınmazın planda park olarak ayrıldığı; ancak bugüne kadar parsel üzerinde herhangi bir uygulama yapılmadığı ve taşınmaza ilişkin kamulaştırma işleminin de tesis edilmediği; davacının taşınmazının kamulaştırılması istemiyle idareye başvurduğu, isteminin reddi üzerine bu işlemin iptaliyle birlikte taşınmaz üzerinde bulunan sınırlamanın kaldırılmasına karar verilmesi istemiyle bakılmakta olan davayı açtığı; idare mahkemesinin ise davanın konusu olarak taşınmazın kamulaştırılması veya kamulaştırılmadığı takdirde üzerindeki sınırlamanın kaldırılması isteminin reddine ilişkin işlem ve bu işlemin dayanağı olan taşınmazın yeşil alana tahsisine ilişkin kararın iptali istemi olduğu kabul edilerek iptal kararı verildiği anlaşılmaktadır.
İdarelerin kamu hizmetlerini yerine getirebilmeleri için hizmetin ihtiyacı olan özel kişilere ait taşınmazları 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu hükümlerine göre kamulaştırabilecekleri; ancak bu kamulaştırma işlemlerini de program ve ödeneklerinin yeterliliği çerçevesinde yapabilecekleri açık olduğundan, idareleri kamulaştırmaya zorlayıcı nitelikte yargı kararı verilmesi mümkün değildir.
Diğer taraftan, davacı taşınmazı üzerinde bulunan kısıtlılığın kaldırılmasını idare mahkemesinden istemiş olduğundan, mahkemenin idarenin yerine geçerek idari işlem niteliğinde karar verebilmesi de olanaksızdır. Bu durumda, idare mahkemesince yukarıda belirtilen hususlar göz önünde bulundurulmaksızın karar verilmesinde isabet bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle … İdare Mahkemesinin … günlü, … sayılı kararının BOZULMASINA, 10.12.2002 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2014/7813 K: 2015/4418
Danıştay 6. Dairesi E: 2015/361 K: 2015/3486
Danıştay 6. Dairesi E: 1991/2761 K: 1992/2762 T: 09/06/1992
Danıştay 6. Dairesi E: 1992/3415 K: 1993/2407 T: 16/06/1993
Danıştay 6. Dairesi E: 2001/3011 K: 2002/4097 T: 07/10/2002
3194/13. maddenin AYM tarafından iptal edilmesi nedeniyle bu madde hükmüne dayanılamayacağı, bölge koşullarının incelenmesi gerektiği
İstemin Özeti:… İdare Mahkemesinin … günlü, … sayılı kararının usul ve yasaya aykırı olduğu öne sürülerek bozulması istenilmektedir.
Danıştay Tetkik Hakimi Düşüncesi: İdare Mahkemesince, 3194 sayılı Yasanın 13.maddesinin iptal edilen fıkralara dayanılarak karar verilmesinde isabet bulunmadığından, bölgenin özellikleri ve gereksinimleri yönünden inceleme yapılarak karar verilmesi gerektiğinden, temyize konu idare mahkemesi kararının bozulmasının uygun olacağı düşünülmektedir.
TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince Tetkik Hakiminin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü:
Dava, imar planında okul alanı olarak belirlenen … Mahallesi, … ada, … parsel sayılı taşınmazın imar planı değişikliği yapılarak okul alanından çıkarılması isteminin cevap verilmeyerek reddine ilişkin işlemin iptali istemiyle açılmış; İdare Mahkemesince, kamulaştırma işlemlerine ödenek temin edildiğinde başlanılacağı anlaşıldığından, 3194 sayılı Yasanın 13. maddesindeki koşulların gerçekleşmemiş olması nedeniyle imar planı değişikliği yapılması isteminin reddinde mevzuata aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş; karar davacı tarafından temyiz edilmiştir.
3194 sayılı İmar Kanununun 13.maddesinin 1.ve 3.fıkrasında yer alan: “Resmi yapılara, tesislere ve okul, cami, yol, meydan, otopark, yeşil saha, çocuk bahçesi, pazar yeri, hal, mezbaha ve benzeri umumi hizmetlere ayrılan alanlarda inşaata ve mevcut bina varsa esaslı değişiklik ve ilaveler yapılmasına izin verilmez. Ancak imar programına alınıncaya kadar mevcut kullanma şekli devam eder.
Ancak, parsel sahibi imar planlarının tasdik tarihinden itibaren beş yıl sonra müracaat ettiğinde imar planlarında meydana gelen değişikliklerden ve civarın özelliklerinden dolayı okul, cami ve otopark sahası ve benzeri umumi hizmetlere ayrılan alanlardan ilgili kamu kuruluşunca yapımından vazgeçildiğine dair görüş alındığı takdirde, tüm belirli çevredeki nüfus, yoğunluk ve donatım dengesini yeniden irdeleyerek hazırlanacak yeni imar planına göre inşaat yapılır…” yolundaki hükümler, Anayasa Mahkemesinin 29.12.1999 günlü, E:1999/33, K:1999/51 sayılı kararıyla iptal edilmiş, bu karar da 29.6.2000 günlü, 24094 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak, yayımlandığı tarihten 6 ay sonra yürürlüğe girmiştir.
Dosyada yer alan belge ve bilgilerin incelenmesinden, dava konusu taşınmazın imar planında okul yeri olarak ayrıldığı; ancak bugüne kadar parsel üzerinde herhangi bir uygulama yapılmadığı, taşınmazla ilgili kamulaştırma işleminin de bulunmadığı, davacıların plan değişikliği isteminin de belediyece zımnen reddedildiği anlaşılmaktadır.
İlgililerin imar planı değişikliği istemlerinin idarelerce çevredeki nüfus, yoğunluk ve donatım dengesi yönünden irdelenmesi gerektiği, planlamanın genel ilkelerinin dikkate alınarak uyuşmazlık konusu taşınmaza ayrıldığı amaç için ihtiyaç bulunmadığı sonucuna varıldığı takdirde plan değişikliği yapılmasının mümkün olduğu açıktır.
Bu durumda, idare mahkemesince plan değişikliği isteminin şehircilik ilkelerine, planlama esaslarına ve kamu yararına uygun olup olmadığı yolunda yapılacak inceleme sonucuna göre karar verilmesi gerekirken, bu hususlar araştırılmaksızın davanın rededine karar verilmesinde isabet görülmemiştir.
Açıklanan nedenlerle, … İdare Mahkemesinin … günlü, … sayılı kararının BOZULMASINA 7.10.2002 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2015/361 K: 2015/3486
Danıştay 6. Dairesi E: 2015/9088 K: 2016/486
Danıştay 6. Dairesi E: 1990/344 K: 1990/295 T: 08/09/1990
Danıştay 6. Dairesi E: 1987/581 K: 1988/298 T: 07/03/1988
Danıştay 6. Dairesi E: 1994/3836 K: 1995/298 T: 18.1.1995
İmar planında ilköğretim alanına ayrılan davacılara ait taşınmazın kamulaştırılmasından vazgeçildiğine ilişkin görüş verilmesi yolundaki başvurunun reddine ilişkin dava konusu edilen Milli Eğitim Müdürlüğü işlemi ise 3194 sayılı Yasanın 13. maddesinin 3. fıkrası uyarınca, mevcut planın değiştirilmesi için belediyelere yapılacak başvurularda bu istem incelenirken ilgili belediyece göz önünde tutulacak bir görüş niteliğinde olduğundan dava konusu edilebilecek kesin ve yürütülmesi gerekli bir işlem niteliğinde değildir.
İstemin Özeti: İstanbul 4. İdare Mahkemesinin 23.12.1993 günlü, E:1992/1035, K:1993/1942 sayılı kararının usul ve yasaya aykırı olduğu öne sürülerek bozulması istenilmektedir.
Tetkik Hakimi Düşüncesi: Dosyanın incelenmesinden, kamulaştırmadan vazgeçilmesi yolundaki başvurunun reddine ilişkin dava konusu Milli Eğitim Müdürlüğü işleminin 3194 sayılı Yasanın 13. maddesi uyarınca başvurular üzerine aranan görüş niteliğinde bir işlem olup idari dava konusu olabilecek kesin ve yürütülmesi zorunlu işlem olmadığı anlaşıldığından, diğer taraftan 21.6.1982/tarihli 1/1000 ölçekli … imar planının iptali isteminin de süresinde bulunup bulunmadığının araştırılması, gerektiğinden, İdare Mahkemesi kararının bozulması gerektiği düşünülmektedir.
Türk Milleti Adına karar veren Danıştay Altıncı Dairesince dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü: Dava, … İlçesi, 17 pafta, 499 parsel sayılı taşınmazın 21.6.1982/günlü, 1/1000 ölçekli … imar planında ilköğretim yeri olarak ayrılmış olmasına rağmen kamulaştırılmadığı nedeniyle kamulaştırılmasından vazgeçildiğine ilişkin görüş verilmesi yolundaki başvurunun reddine ilişkin 3.07.1992 günlü, 715/181384 sayılı Milli Eğitim Müdürlüğü işlemi ile imar planının taşınmazla ilgili kısmının iptali istemiyle açılmış; idare mahkemesince, yerinde yaptırılan keşif ve bilirkişi incelemesi sonucu düzenlenen rapor ile dosyanın değerlendirilmesinden, ilgili kamu kuruluşu olan Milli Eğitim Bakanlığının okul yapımından vazgeçilmesi yolunda bir görüşü bulunmadığı gibi taşınmazın bulunduğu bölgede halen ilkokul alanına ihtiyacın devam ettiğinin anlaşıldığı, bu durumda kamulaştırmadan vazgeçilmesi ve taşınmazların serbest bırakılması yolundaki başvurunun reddi yolunda tesis edilen dava konusu işlemde mevzuata aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, karar davacılar tarafından temyiz edilmiştir.
3194 sayılı İmar Kanununun 13. maddesinde, resmi yapılara, tesislere ve okul, cami, yol, meydan, otopark, yeşil saha, çocuk bahçesi, pazar yeri, hal, mezbaha ve benzeri umumi hizmetlere ayrılan alanlarda, inşaata ve mevcut bina varsa esaslı değişiklik ve ilavelerin yapılmasına izin verilmeyeceği, ancak imar programına alınıncaya kadar mevcut kullanma şeklinin devam edeceği; parsel sahibi imar planlarının tasdik tarihinden itibaren beş yıl sonra müracaat ettiğinde imar planlarında meydana gelen değişikliklerden ve civarın özelliklerinden dolayı okul, cami ve otopark sahası ve benzeri umumi hizmetlere ayrılan alanlardan ilgili kamu kuruluşunca yapımından vazgeçildiğine dair görüş alındığı takdirde, tüm belirli çevredeki nüfus yoğunluk ve donatım dengesini yeniden irdeleyerek hazırlanacak yeni imar planına göre inşaat yapılacağı, bu kanunun yayımı tarihinden önce yapılan imar planlarında, bahsedilen beş yıllık sürenin bu kanunun yürürlük tarihinden itibaren geçerli olduğu hükme bağlanmıştır.
İdari davaya konu olabilecek idari işlemler, idare tarafından bir kamu hizmetinin yürütülmesi dolayısıyla kamu gücü kullanılarak, tek taraflı iradeyle tesis edilen kesin ve yürütülmesi zorunlu işlemlerdir.
İmar planında ilköğretim alanına ayrılan davacılara ait taşınmazın kamulaştırılmasından vazgeçildiğine ilişkin görüş verilmesi yolundaki başvurunun reddine ilişkin dava konusu edilen Milli Eğitim Müdürlüğü işlemi ise 3194 sayılı Yasanın 13. maddesinin 3. fıkrası uyarınca, mevcut planın değiştirilmesi için belediyelere yapılacak başvurularda bu istem incelenirken ilgili belediyece göz önünde tutulacak bir görüş niteliğinde olduğundan dava konusu edilebilecek kesin ve yürütülmesi gerekli bir işlem niteliğinde değildir. Bu nedenle idare mahkemesince bilirkişi incelemesi yaptırılarak işlemin yerinde olduğu yolunda karar verilmesinde isabet görülmemiştir.
Diğer taraftan, davacı tarafından dava konusu Milli Eğitim Müdürlüğü işlemi ile imar planının taşınmaz ile ilgili bölümünün de iptali istemi ile dava açılmışsa da idare mahkemesince kararın hüküm fıkrasında sadece davalı idarece kamulaştırmadan vazgeçilmesi ve taşınmazların serbest bırakılması yolundaki başvurunun reddi yolunda tesis edilen işlemde mevzuata aykırılık bulunmadığının belirtildiği, imar planı hakkında ise karar verilmediği anlaşılmaktadır.
Davacı tarafından … 17 pafta, 499 parsel sayılı taşınmaza ilişkin olarak iptali istenilen 1/1000 ölçekli … imar planının 21.6.1982/tarihinde onaylandığı davanın ise 7.9.1992 tarihinde açıldığı anlaşıldığından, davanın imar planına yönelik bölümünün süresinde açılıp açılmadığının da araştırılması gerekmektedir.
Açıklanan nedenlerle, temyize konu İstanbul 4. İdare Mahkemesinin 23.12.1993 günlü, E:1992/1035, K:1993/1942 sayılı kararının BOZULMASINA, 18.1.1995 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2014/2387 K: 2014/4122
Danıştay 6. Dairesi E: 2007/8058 K: 2009/12254
Danıştay 6. Dairesi E: 1991/2761 K: 1992/2762 T: 09/06/1992
Danıştay 6. Dairesi E: 1992/3415 K: 1993/2407 T: 16/06/1993
Danıştay Vergi Dava Daireleri E: 1994/307 K: 1995/155 T: 26/05/1995
İmar planı değişikliği ile genel hizmetlere ayrılan alan içinde kalan ve imar programı kesinleşen taşınmaz maliklerinden emlak vergisi tahsilatının imar programının kesinleştiği tarihte durdurulması gerekeceği
Karabük Belediye Başkanlığı, mülkiyeti T.D.Ç.İ. Genel Müdürlüğüne ait ve Karabük, Yenişehir Mahallesinde tapuya kayıtlı 68 ada, 21,22,24 ve 25 parsel sayılı taşınmazların imar planında şehir parkı olarak ayrıldığı ve imar programına alındığını, kamulaştırma işlemlerinin beş yıllık imar programına göre yürütüleceğini, Karabük Demir ve Çelik Fabrikaları Müessese Müdürlüğüne 1.11.1991 günlü yazısıyla duyurmuştur. Müessese bu yazı üzerine emlak vergisi yönünden bir indirime gidilip gidilmeyeceğini sormuş ve cevaben kısıtlılığın, 1992/yılı için uygulanacağı, 1991/yılına ait emlak vergisi ikinci taksidinin Kasım 1991/ayı sonuna değin ödenmesi bildirilmiş, vergiler ihtirazi kayıtla ödenmiştir.
Ödemeyi yapan Müessese, 24.12.1991 günlü yazısıyla Belediye Başkanlığına başvurarak Tasarrufu Kısıtlanan Bina, Arsa ve Arazi Hakkında Yönetmeliğin 3.maddesi uyarınca kısıtlı vergilemenin, imar planının kesinleştiği yılı izleyen yıl başından itibaren uygulanması gerektiğini, Belediyelerince kuralların yanlış uygulandığını, sözü geçen dört parsel için 1991/yılı emlak vergisi ikinci taksidi olarak ödenen yaklaşık onüç milyon liranın geri verilmesini istemiştir.
Belediye Başkanlığı, 31.12.1991 günlü yazısıyla kısıtlılık belgesi ile başvurulmasını istemiş, Müessese ise olayda kısıtlılık uygulanamayacağı, muafiyet söz konusu olduğunu ileri sürerek Zonguldak Vergi Mahkemesinde dava açmıştır. Mahkeme davayı süre aşımı nedeniyle reddetmiş, temyize konu yapılan bu karar Danıştay Dokuzuncu Dairesinin K:1992/2976 sayılı kararı ile bozulmuştur. Bozma kararı üzerine davayı görev yönünden reddeden Mahkeme dosyayı Danıştay Dokuzuncu Dairesine göndermiştir.
Davayı, ilk derecede Danıştay’da açılmış bir dava olarak inceleyen Danıştay Dokuzuncu Dairesi K:1994/584 sayılı kararında; 3194 sayılı İmar Kanununun 13.maddesi uyarınca Belediye tarafından şehir parkı olarak kamulaştırılmak üzere imar programına alındığı 1.11.1991 günlü yazıdan anlaşılan taşınmazların emlak vergisi ödemesinin durdurulması gerektiği, kamulaştırma yapılıncaya kadar tahakkuk edecek vergilerin ise kamulaştırmayı yapan idare tarafından ödeneceği, davacı adına tahakkuk ettirilerek tahsil edilen emlak vergisinde yasaya uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle, işlemi iptal etmiştir.
Türkiye Demir ve Çelik İşletmeleri Genel Müdürlüğü adına tapuda kayıtlı, Karabük, Yenişehir Mahallesinde kain, 68 ada, 21,22,24 ve 25 parsel sayılı taşınmazların Karabük Belediye Başkanlığı tarafından yapılan imar planı değişikliğinde şehir parkı olarak ayrılan alana isabet ettiği ve bu amaçla hazırlanan imar programına dahil edildiği, imar programının emlak vergisi ikinci taksidinin ödeme süresinden önce kesinleşmiş olması nedeniyle emlak vergisi ödemesinin durdurulması gerekirken, istem üzerine ihtirazi kayıtla ödenen 1991/yılı emlak vergisi ikinci taksidinin geri verilemeyeceği yolundaki işlemi iptal eden Danıştay Dokuzuncu Daire kararı temyiz edilmiştir.
3194 sayılı İmar Kanununun 13.maddesinin ikinci fıkrasında genel hizmetlere ayrılan ve imar programına alınan alanlarda kamulaştırma yapılıncaya kadar emlak vergisi ödemesinin durdurulması, kamulaştırmanın yapılması halinde durdurma tarihi ile kamulaştırma tarihi arasında tahakkuk edecek emlak vergisinin, kamulaştırmayı yapan idare tarafından ödenmesi öngörülmüştür.
İmar planında genel hizmetlerden birine ayrılan alana isabet eden ve bu amaçla imar programına alınan taşınmazların emlak vergisi ödemesinin imar programının kesinleştiği tarih itibarıyla durdurulması yasa gereğidir.
Olayda, şehir parkına ayrılan alana isabet eden 68 ada, 21,22,24 ve 25 parsel sayılı taşınmazları da kapsayan imar programının kesinleştiği ve bu taşınmazların imar programı süresi içinde kamulaştırılacağının, temyiz eden tarafından 1.11.1991 günlü yazı ile malike duyurulduğu tartışmasız olduğundan, imar programının kesinleştiği tarihten sonra ihtirazi kayıtla ödenen 1991 yılı emlak vergisi ikinci taksidinin iade edilmeyeceği yolundaki işlemin iptalinde yasaya aykırılık bulunmamaktadır.
Öte yandan, incelenen davanın bir iptal davası olması nedeniyle söz konusu karar uyarınca iadesi gereken vergi miktarı temyiz eden tarafından hesaplanarak düzeltme fişine bağlanacağından vergi miktarına ilişkin iddialar da istemin kabulünü gerektirecek nitelikte görülmemiştir. Bu nedenlerle temyiz isteminin reddine karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay İDDK E: 2010/2108 K: 2013/4577
Danıştay İDDK E: 2021/3290 K: 2022/1885 T: 26.5.2022
Danıştay İDDK E: 2004/2182 K: 2007/353
Danıştay İDDK E: 2015/881 K: 2015/83
Danıştay 6. Dairesi E: 1994/2060 K: 1994/3643 T: 19/10/1994
Uyuşmazlık konusu taşınmaz ile ilgili imar planında herhangi bir değişiklik yapılmadığı ve taşınmazı, plan uyarınca ayrıldığı amaç için kamulaştıracak olan idarelerin ödenek bulunmaması nedeniyle bu işlemi gerçekleştiremedikleri anlaşıldığından, idareleri bu yönde işlem tesisine zorlayıcı nitelikte yargı kararı vermek mümkün bulunmadığı halde, idare mahkemesinin taşınmaz üzerindeki kısıtlılığın iptali yolundaki aksi yönde bulunan kararında isabet görülmediği
Dava, imar planında yol, park, emniyet hizmetleri ile Bayındırlık ve İskan Müdürlüğü hizmetlerine ayrılan taşınmazın üzerindeki kısıtlılık halinin iptali istemiyle açılmış; İdare Mahkemesince, 3194 sayılı Yasanın 10/1.madde hükmü uyarınca imar planlarının yürürlüğe girmesinden sonra en geç 3 ay içinde hazırlanacak imar programları içindeki kamu hizmetlerine tahsis edilmiş olan yerlerin 5 yıllık program süresince kamulaştırılmasının gerektiği, dava konusu taşınmazın Bayındırlık ve İskan Müdürlüğü yeri için yasada öngörülen 5 yıllık sürede kamulaştırılmaması ve yol için ayrılan kısmının davalı belediyece 1975 yılından beri ve en son 26.2.1986/- 26.2.1991 yılları arası 5 yıllık program içinde de kamulaştırılmayarak yeniden sonraki 5 yıllık programa alınmak suretiyle üzerindeki kısıtlılığın yasada öngörülen 5 yıllık süreyi aşarak sürdürülmesinin yasa ile korunan mülkiyet hakkına ve mevzuata uygun bulunmadığı gerekçesiyle dava konusu işlemin iptaline karar verilmiş, karar davalı idareler tarafından temyiz edilmiştir.
2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 2.maddesinin 2.fıkrasında, idari yargı yetkisinin, idari eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlı olduğu, idari mahkemelerin, yerindelik denetimi yapamayacakları yürütme görevinin kanunlarda gösterilen şekil ve esaslara uygun olarak yerine getirilmesini kısıtlayacak, idari eylem ve işlem niteliğinde veya idarenin takdir yetkisini kaldıracak biçimde yargı kararı veremeyecekleri hükme bağlanmıştır.
3194 sayılı Yasanın 10.maddesinde, belediyelerin, imar planlarının yürürlüğe girmesinden en geç 3 ay içinde, bu planı tatbik etmek üzere 5 yıllık imar programlarını hazırlayacakları, bu program içinde bulunan kamu kuruluşlarına tahsis edilen alanların, ilgili kamu kuruluşlarına bildirileceği, beş yıllık imar programları sınırları içinde kalan alanlardaki kamu hizmet tesislerine tahsis edilmiş olan yerlerin ilgili kamu kuruluşları tarafından bu program süresi içinde kamulaştırılacağı, bu amaçla gerekli ödeneğin, kamu kuruluşlarının yıllık bütçelerine konacağı hükmü yer almaktadır.
Dosyanın incelenmesinden, uyuşmazlık konusu taşınmazın 1975 tarihli imar planında devlet yolu, yeşil alanda kalması nedeniyle üzerine kısıtlama konulduğu, 18.7.1988/onay tarihli imar planında 35 metrelik çevre yolu, yeşil alan, Emniyet hizmet alanı ve Bayındırlık ve İskan Müdürlüğü yeri olarak ayrıldığı, Emniyet Müdürlüğü tarafından Emniyet tesisleri yapımı için kamulaştırma işlemlerine başlanıldığı, belediye tarafından yolun kamulaştırılması amacıyla 26.2.1986/- 26.2.1991 tarihleri kapsayan 5 yıllık imar programına alındığı, ancak maddi imkansızlıklar nedeniyle kamulaştırılamadığı ve söz konusu yolun 26.2.1991 26.2.1991 tarihlerini kapsayan 5 yıllık imar programına alındığı, ancak maddi imkansızlıklar nedeniyle kamulaştırılamadığı ve söz konusu yolun 26.2.1991 – 26.2.1995 yıllarını kapsayan 5 yıllık imar programına dahil edildiği, bu kapsamda yeniden değerlendirileceği, Bayındırlık ve İskan Bakanlığınca ise kamulaştırma için bütçeye ödenek ayrılmaması nedeniyle kamulaştırmanın gerçekleştirilemediği anlaşılmaktadır.
3194 sayılı Yasanın 10.madde hükmü uyarınca kamu hizmetlerine tahsis edilen yerlerin 5 yıllık program süresince kamulaştırılması, bu amaçla gerekli ödeneğin kamu kuruluşlarının yıllık bütçelerine konulması gerekmekte ise de, idareler ancak maddi olanakları dahilinde kamulaştırma yapma durumunda olduklarından, davalı belediye tarafından kamulaştırma amacı ile 5 yıllık imar programına dahil edilen yolun maddi imkansızlık nedeniyle kamulaştırılamaması üzerine ikinci 5 yıllık programa da alınması ve bu program süresinin henüz tamamlanmamış olması, diğer taraftan Bayındırlık ve İskan Bakanlığınca bütçeye kamulaştırma için gerekli ödeneğin de konulmamış olması karşısında, bu aşamada aksi yolda verilecek bar yargı kararı idareyi işlem tesisine zorlayıcı nitelikte olacağından mahkemece verilen kararda isabet bulunmamaktadır.
Ancak davacının taşınmazının kamu kullanımına ayrılması ve bu nedenle taşınmazın uzun süre kullanılamaması sonucu zarara uğranıldığı da açıktır.
Açıklanan nedenlerle, temyize konu Aydın İdare Mahkemesinin 16.11.1993 günlü, 1993/986 sayılı kararının bozulmasına karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2010/750 K: 2014/718
Danıştay 6. Dairesi E: 1985/498 K: 1985/1359 T: 19/11/1985
Danıştay 6. Dairesi E: 1987/538 K1987/1023: T: 11/11/1987
Danıştay 6. Dairesi E: 1992/3415 K: 1993/2407 T: 16/06/1993
Danıştay 6. Dairesi E: 1992/3415 K: 1993/2407 T: 16/06/1993
3194 sayılı yasanın 13. maddesinde belirtilen 5 yıllık süre dolmadan başvuruda bulunulması ve imar planında değişiklik yapılması istenilmemesi nedeniyle imar durumu verilmesi yolundaki başvurunun reddinde isabetsizlik görülmediği
Dava, taşınmazın 2.etap imar planında yol sahasında kaldığından bahisle, Belediye Başkanlığı İmar İşleri Müdürlüğü yazısı ile tesis edilen imar durumu verilemeyeceğine ilişkin işlemin iptali istemiyle açılmış, İdare Mahkemesince; 9.5.1985/tarihinde yürürlüğe giren 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 13.maddesinin 3.bendinde; parsel sahibinin, imar planlarının tasdik tarihinden itibaren beş yıl sonra müracaat ettiğinde imar planlarında meydana gelen değişikliklerden ve civarın özelliklerinden dolayı okul, cami ve otopark sahası ve benzeri umumi hizmetlere ayrılan alanlardan ilgili kamu kuruluşunca yapımından vazgeçildiğine dair görüş alındığı takdirde, tüm belirli çevredeki nüfus, yoğunluk ve donatım dengesini yeniden irdeleyerek hazırlanacak yeni imar planına göre inşaat yapılabileceği, bu kanunun yayımı tarihinden önce yapılan imar planlarında bahsedilen beş yıllık sürenin bu kanunun yürürlük tarihinden itibaren geçerli olduğu kuralına yer verildiği, davacılar tarafından 18.5.1989/günlü başvuru dilekçesi ile imar durumu verilmesini istedikleri, 3194 sayılı yasanın yürürlüğe girmesinden sonra bu yasanın 13. maddesinde belirtilen 5 yıllık sürenin henüz başvuru tarihinde dolmadığı, kaldı ki davacılar tarafından belediyeye yapılan başvuruda anılan madde uyarınca imar planı değişikliği yapılarak inşaat izni verilmesi istenmediğinden, davalı idarece tesis edilen işlemde mevzuata aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, bu karar davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu işlemin iptali istemi ile açılan davanın yukarıda özetlenen gerekçesiyle reddi yolundaki temyize konu İstanbul 4.İdare Mahkemesinin 28.1.1992 günlü, 1992/32 sayılı kararında 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 49.maddesinin 1.fıkrasında sayılan bozma nedenlerinden hiçbirisi bulunmadığından bozma istemi yerinde görülmeyerek anılan mahkeme kararının onanmasına karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 1986/417 K: 1986/641 T: 24/06/1986
Danıştay 6. Dairesi E: 1991/482 K: 1991/3229 T: 24/12/1991
Danıştay 6. Dairesi E: 1990/933 K: 1992/394 T: 30/01/1992
Danıştay 6. Dairesi E: 1992/2276 K: 1993/537 T: 17/02/1993
Danıştay 6. Dairesi E: 1991/2761 K: 1992/2762 T: 09/06/1992
25 yıl önce imar planında yeşil alan olarak belirlenen taşınmazın tahsis amacının değiştirilmesi isteminin zımnen reddi yolundaki işlemin mahkemece incelenmesi gerekirken davanın reddedilmesinde isabet görülmediği
Dava, muristen mirasçılara intikal eden taşınmazın imar planında kısmen yeşil alan olarak ayrılan yerin konut sahasına açılması veya kamulaştırılması isteğinin, davalı idarece cevap verilmeksizin zımmen reddine ilişkin işlemin iptali istemiyle açılmış, İdare Mahkemesince; imar planında yeşil alan olarak ayrılan yerin, konut sahasına dönüştürülmesi yönünde davalı idareye başvurulmuş ise de; yapılan imar planın iptali için süresi içinde dava açılmadığı anlaşıldığından, daha sonra imar planında kesinleşen yeşil sahanın konut sahası olarak değiştirilmesi yönünde yapılan başvuru yerinde olmayıp aksi yönde tesis edilen işlemde mevzuata aykırılık görülmediği gerekçesiyle davanın reddine karar vermiş, bu karar davacılar tarafından temyiz edilmiştir.
2577 sayılı Yasanın 10.maddesinin 1.fıkrasında “ilgililer, haklarında idari davayı konu olabilecek bir işlem veya eylemin yapılması için idari makamlara başvurabilir.” aynı maddenin 2.fıkrasında ise “Altmış gün içinde bir cevap verilmezse istek reddedilmiş sayılır. İlgililer altmış günün bittiği tarihten itibaren dava açma süresi içinde, konusuna göre Danıştay’a, idare ve Vergi Mahkemelerine dava açabilirler…” hükmüne yer verilmiştir.
3194 sayılı Yasanın 13.maddesinin 3.fıkrasında “…parsel sahibi, imar planının tasdik tarihinden itibaren beş yıl sonra müracaat ettiğinde imar planlarında meydana gelen değişikliklerden ve civarın özelliklerinden dolayı okul, cami ve otopark sahası ve benzeri umumi hizmetlere ayrılan alanlardan ilgili kamu kuruluşunca yapımından vazgeçildiğine dair görüş alındığı takdirde, tüm belirli çevredeki nüfus yoğunluk ve donatım dengesini yeniden irdeleyerek hazırlanacak yeni imar planına göre inşaat yapılır…” hükmü bulunmaktadır.
Dosyanın incelenmesinden; dava konusu taşınmazın imar planında kısmen yeşil alan ve kısmen de imara açık alanda kaldığı, imar planı yapılmasının 25 yıl öncesine dayandığı, bu geçen süre içerisinde yeşil alana ayrılan kısımda tahsis amacına uygun herhangi bir uygulamanın yapılmadığı ve 5 yıllık imar programına da alınmadığından kamulaştırılması yoluna gidilmediği, davacıların taşınmazlarının imar planında yeşil alanda kalan kısmının konut alanına ayrılması veya kamulaştırılmasını 26.12.1989/günlü dilekçeleriyle davalı idareden talep ettikleri ve bu istemin cevap verilmeksizin zımmen reddedildiği anlaşılmaktadır.
Bu durumda, davaya konu taşınmazın 25 yıl önce umumi hizmet alanına (yeşil saha) ayrıldığı ve tahsis amacına uygun herhangi bir işlem yapılmadığı, yukarıda bahsedilen yasa hükümlerinin birlikte değerlendirilmesi sonucunda, İdare Mahkemesince davanın esasının incelenerek bir karar verilmesi gerekirken aksi yönde verilen kararda yasal isabet görülmemiştir. Açıklanan nedenlerle temyize konu Eskişehir İdare Mahkemesinin 13.12.1990 günlü, 1991/45 sayılı kararının bozulmasına karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2014/7813 K: 2015/4418
Danıştay 6. Dairesi E: 2015/361 K: 2015/3486
Danıştay 6. Dairesi E: 1985/498 K: 1985/1359 T: 19/11/1985
Danıştay 6. Dairesi E: 1987/581 K: 1988/298 T: 07/03/1988
Danıştay 6. Dairesi E: 1987/581 K: 1988/298 T: 07/03/1988
3194 sayılı kanununun yürürlüğe girmesinden sonra, bu kanunun 13. maddesi uyarınca plan değişikliği yapılabilmesi ancak 10.11.1990 tarihinden sonra mümkün olduğundan, davacının imar planı değişikliği yapılarak taşınmazı için inşaat ruhsatı verilmesi yolundaki isteminin idarece reddinde isabetsizlik bulunmadığı
Dava, davacılara ait, imar planında yol ve yeşil alana isabet eden taşınmazın kamulaştırılması yada üzerine inşaat yapılmasına izin verilmesi isteğiyle çoktan dolmuş olmasına karşın kamulaştırılmadığı nedeniyle 3194 sayılı İmar Kanununun 13.maddesi gereğince imar planında gerekli değişiklik yapılarak inşaat izni verilmesi yolundaki 2.9.1986/günlü başvurunun, söz konusu taşınmaza ancak geçici ruhsat verilebileceği, 3194 sayılı Yasanın 13.maddesine göre imar planı değişikliği isteminin 9.11.1990 tarihinden sonra dikkate alınabileceği gerekçesiyle reddi yolundaki Belediye Başkanlığı işleminin iptali isteğiyle açılmış, İdare Mahkemesince, olay tarihinde yürürlükte olan 6785 sayılı İmar Kanununun 1605 sayılı Kanunla değişiklik 33.maddesinde, imar ve yol istikamet planlarında kamu hizmet ve tesislerine ayrılmış yerlerde inşaata ve binalarda ise esaslı değişiklik ve ilaveler yapılmasına izin verilemeyeceği, ancak bu gibi yerlerin iskan sınırı içinde bulunanlardan dört yıllık imar programına alınan yerler süresi içinde, dört yıllık programa alınmayan yerlerde ise sahiplerinin yazılı başvurularından itibaren beş yıl içinde kamulaştırılmadığı takdirde Yönetmelik hükümlerine uygun inşaat yapılmasına izin verileceği kuralının yer aldığı, anılan Yasa kuralı uyarınca davacılara yönetmelik kurallarına uygun inşaat yapılması için ruhsat verilmesi gerektiği, her ne kadar daha sonra yürürlüğe giren 3194 sayılı İmar Kanununun 13.maddesi ile konu yeniden düzenlenmiş ve madde metninde, “Bu Kanunun yayımı tarihinden önce yapılan imar planlarında bahsedilen beş yıllık süre bu Kanunun yürürlük tarihinden itibaren geçerlidir” hükmü yer almakta ise de, 3194 sayılı Yasa yürürlüğe girmeden önce beş yıllık sürenin geçmiş olması nedeniyle davacıların kazanılmış haklarının doğmuş bulunduğu, yeni yasanın kazanılmış hakları ortadan kaldıracak biçimde yorumlanmasına ve anlaşılmasına olanak bulunmadığı gerekçesiyle dava konusu işlemin iptaline karar verilmiş ve bu karar davalı tarafından temyiz edilmiştir.
10.11.1985/gününde yürürlüğe giren 3194 sayılı Yasanın 13.maddesinde, parsel sahibinin imar planlarının tasdik tarihinden itibaren beş yıl sonra müracaat ettiğinde imar planlarında meydana gelen değişikliklerden ve civarın özelliklerinden dolayı umumi hizmetlere ayrılan alanlardan ilgili kamu kuruluşunca yapımından vazgeçildiğine dair görüş alındığı takdirde tüm belirli çevredeki nüfus, yoğunluk ve donatım dengesini yeniden irdeleyerek hazırlanacak yeni imar planına göre inşaat yapılabileceği, bu Kanunun yayımı tarihinden önce yapılan imar planlarında bahsedilen beş yıllık sürenin bu Kanunun yürürlük tarihinden itibaren geçerli olduğu kurala bağlanmıştır.
Dosyanın incelenmesinden; davacıların taşınmazlarının kamulaştırılması ya da inşaat izni verilmesi isteğiyle Belediyeye yaptıkları 14.1.1980 günlü ilk başvurudan itibaren 6785 sayılı Yasanın 33. maddesinde öngörülen beş yıllık süre bu Yasanın yürürlükte olduğu sırada dolmuşsa da bu Yasa yürürlükte iken Belediyeye başvurarak anılan sürenin dolması nedeniyle Yönetmelik kurallarına uygun daimi inşaat ruhsatı verilmesini istemedikleri, 3194 sayılı yeni İmar Kanununun yürürlüğe girmesinden sonra 2.9.1986/gününde yaptıkları başvurularında ilk başvurularından itibaren beş yıllık sürenin çoktan dolduğundan bahisle 3194 sayılı Yasanın 13. maddesi gereğince imar planında değişiklik yapılarak inşaat izni verilmesini istedikleri, bu istek üzerine davalı Belediyece plan değişikliği isteğinin 3194 sayılı Yasanın 13.maddesine göre ancak 9.11.1990 tarihinden sonra dikkate alınabileceği, geçici ruhsat istenilmesi halinde bu konunun belediye encümenince görüşülebileceği yolundaki dava konusu işlemin tesis edildiği anlaşılmaktadır.
3194 sayılı Yasanın yürürlüğe girmesinden sonra, bu Yasanın 13.maddesi gereğince plan değişikliği yapılarak inşaat izni verilmesi isteğiyle yapılan başvuru üzerine davalı idarece tesis olunan dava konusu işlemde anılan Yasa kuralına aykırılık bulunmadığından davanın reddine karar verilmesi gerekirken, dava konusu işlemin iptali yolundaki İdare Mahkemesi kararında isabet görülmemiştir.
Açıklanan nedenlerle temyize konu İdare Mahkemesi kararının bozulmasına, uyuşmazlığın niteliği ve dava dosyasında yer alan bilgi ve belgeler dava hakkında karar vermeye yeterli görüldüğünden 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 49.maddesinin 2.bendi uyarınca İdari Yargılama Usulü Kanununun 49.maddesinin 2.bendi uyarınca incelenen davanın reddine karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2014/7813 K: 2015/4418
Danıştay 6. Dairesi E: 2015/361 K: 2015/3486
Danıştay 6. Dairesi E: 2015/9088 K: 2016/486
Danıştay 6. Dairesi E: 1990/344 K: 1990/295 T: 08/09/1990
Danıştay 6. Dairesi E: 1987/538 K1987/1023: T: 11/11/1987
Davacının 1981 yılında belediyeye başvurarak 6785 sayılı yasanın 33. Maddesinin uygulanması isteminden 5 yıl geçmesine karşın taşınmazın kamulaştırılmaması veya inşaat ruhsatı verilmemesi üzerine aynı istekle başvurması halinde taşınmaza ruhsat verilmesi veya kamulaştırması yoluna gidilmesi gerektiği, sonradan raporun alınmasının kısıtlılık süresini uzatmayacağı ve 3194 sayılı yasanın 13.maddesinin kazanılmış hakları ortadan kaldıracak şekilde yorumlanamayacağı
Dava, taşınmazın kısıtlılığın kaldırılarak inşaat ruhsatı verilmesi yada kamulaştırılmasına ilişkin başvuruyu reddeden Belediye Başkanlığı işleminin iptali istemiyle açılmış, İdare Mahkemesince, davacının 1981/yılında belediyeye başvurarak 6785 sayılı Yasanın 33.maddesinin uygulanmasını istemesinden 5 yıl geçmesine karşın taşınmazın kamulaştırılmaması veya inşaat ruhsatı verilmemesi üzerine aynı istekle yeniden başvurusuna taşınmazın 4 yıllık imar programına alındığı ve 1989/yılında kamulaştırılacağının bildirildiği, davacının ilk başvurusu üzerinden 5 yıl geçtiğinin tartışmasız olduğu, 4 yıllık imar programına dahil olmayan yerlerde başvurudan itibaren 5 yıl dolması halinde taşınmaza ruhsat verilmesi yada kamulaştırılmasının gerekli olduğu, sonradan imar programına alınmasının kısıtlılık süresini program sonuna kadar uzatmayacağı, 3194 sayılı Yasanın konu ile ilgili 13.maddesinin de kazanılmış hakları ortadan kaldıracak şekilde yorumlanamıyacağı belirtilerek işlem iptal edilmiş, bu karar davalı idare tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu işlemin yukarıda özetlenen gerekçeyle iptali yolundaki temyize konu İdare Mahkemesi kararında, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 49.maddesinin 1.fıkrasında sayılan bozma nedenlerinden hiçbirisi bulunmadığından, bozma istemi yerinde görülmeyerek anılan mahkeme kararının onanmasına karar verildi.
KARŞI OY: Olay tarihinde yürürlükte olan 6785 sayılı Yasanın 1605 sayılı yasa ile değişik 33.maddesinin 2.fıkrasında imar ve yol istikamet planların da kamu hizmet ve tesislerine ayrılmış yerlerin iskan hudutları içinde bulunanlarından dört yıllık imar programına dahil edilmiş olan yerlerin müddeti içerisinde, dört yıllık programa dahil bulunmayan yerlerin ise sahiplerinin yazılı müracaat gününden itibaren beş yıl içerisinde kamulaştırılmadığı takdirde yönetmelik hükümlerine uygun inşaat yapılmasına izin verileceği kurala bağlanmıştır.
Davacının yukarıda belirtilen yasa kuralında öngörülen beş yıllık bekleme süresi dolduğundan bahisle taşınmazına inşaat ruhsatı verilmesi yolunda yaptığı başvuru üzerine, söz konusu taşınmazın 1985/-1989/yıllarını kapsayan dört yıllık imar programına alındığından ruhsat verilmeyeceği yolunda işlem tesis edildiği dosyanın incelenmesinden anlaşılmaktadır.
Her ne kadar uyuşmazlık konusu taşınmazın kent imar planında yeşil alanda kaldığı dört yıllık imar programına alınmadığı gibi 9.1.1981/tarihinde ruhsat için başvuruda bulunulduğu halde işlemin tesis edildiği tarihe kadar taşınmazın kamulaştırılması yoluna gidilmediği dosyanın incelenmesinden anlaşılmakta ise de söz konusu taşınmaz ilk kez belediye meclisi kararıyla imar programına alındığından dava konusu işlemde mevzuata aykırılık görülmemiştir.
Bu nedenle temyize konu İdare Mahkemesi kararının bozularak davanın reddine karar verilmesi gerektiği oyu ile onama kararına karşıyım.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2014/2387 K: 2014/4122
Danıştay 6. Dairesi E: 2010/750 K: 2014/718
Danıştay 6. Dairesi E: 2007/8058 K: 2009/12254
Danıştay 6. Dairesi E: 1985/498 K: 1985/1359 T: 19/11/1985
Danıştay İDDK E: 2021/3290 K: 2022/1885 T: 26.5.2022
Hukuki el atma nedeniyle kamulaştırma bedeli yerine geçmek üzere, taşınmaz bedelinin tazminine karar verilmesi istemiyle açılan davalarda, yargılamanın, davanın açıldığı tarihte yürürlükte olan imar planında taşınmaza verilen kullanım kararının esas alınması suretiyle değil, mer’i imar planındaki kullanım kararının tespit edilerek, bu imar planında taşınmazın kamusal kullanıma ayrılması nedeniyle mülkiyet hakkı üzerinde bir kısıtlılık halinin bulunup bulunmadığının değerlendirilmesi suretiyle yapılması gerektiği, bu kapsamda riskli alanlardaki taşınmazların da imar durumunun belirlenmesi gerektiği
İSTEMİN KONUSU: …. İdare Mahkemesinin …tarih ve E: …, K: …sayılı ısrar kararının temyizen incelenerek bozulması istenilmektedir.
YARGILAMA SÜRECİ:
Dava konusu istem: İstanbul İli, Küçükçekmece İlçesi, …Mahallesi, …Mevkii, …pafta, …parsel sayılı taşınmazın imar planında okul alanında kaldığı, uzun yıllardan beri tahsis amacına uygun bir tesis yapılmadığı, bu durumun mülkiyet hakkını ihlal ettiği ileri sürülerek, 416.822,00-TL hukuki el atma bedelinin, adli yargıda ilk dava açma tarihi olan 31/07/2012 tarihinden itibaren işletilecek yasal faiziyle birlikte tazminine karar verilmesi istenilmiştir.
İlk Derece Mahkemesi kararının özeti: …. İdare Mahkemesinin …tarih ve E: …, K: …sayılı kararıyla;
3194 sayılı İmar Kanunu’nun 10. maddesi hükmüyle, belediyelere, imar planının yürürlüğe girmesinden itibaren en geç üç ay içinde imar programını hazırlama, yatırımcı kuruluşlara, imar planlarında kamu hizmetine ayrılan arsaları imar programı süresi içerisinde kamulaştırma, yine yetkili idari makamlara, kamulaştırmaya ilişkin ödeneği yatırımcı kuruluşun bütçesine koyma mükellefiyetinin yüklendiği,
Kanun koyucu tarafından, kamu yararı adına fedakarlığa katlanmak durumunda kalan taşınmaz maliklerinin, mülkiyet haklarının ihlal edilmesi sonucunu doğuracak şekilde uzun süre taşınmazlarının imar programlarına alınmadan bekletilmesi uygun görülmeyerek, idareye, herhangi bir takdir yetkisi tanınmaksızın, bağlayıcı sürelerle gerekli işlemleri yapma görevinin yüklendiği,
Uyuşmazlıkta, davacılara ait taşınmazın 21/06/1982 tasdik tarihli 1/1000 ölçekli uygulama imar planında ilköğretim sahasında kaldığı, 15/12/2006 tasdik tarihli 1/1000 ölçekli uygulama imar planında ise kısmen ilköğretim sahasında, kısmen yolda kaldığı, davacıya ait taşınmazın, mülkiyet hakkının ihlal edilmesi sonucunu doğuracak şekilde uzun süre imar programlarına alınmadan bekletildiği görüldüğünden, davacının hukuki el atma nedeniyle uğradığı zararın davalı idarece ödenmesi gerektiği,
…. Asliye Hukuk Mahkemesinin E: …esas sayılı dosyasında bulunan ve alanında uzman üç inşaat mühendisi ve mülk bilirkişisi tarafından hazırlanan bilirkişi raporunda, davacıya ait taşınmazın bedelinin 420.000,00-TL olduğu belirtildiği,
Mahkemelerince, usul ekonomisi çerçevesinde yeniden bilirkişi incelemesi yaptırılmasına gerek görülmeyerek, uyuşmazlığın çözümü için yeterli görülen bilirkişi raporunun, karara esas alınabilecek nitelikte bulunduğu,
Bu durumda, 420.000,00-TL hukuki el atma bedelinden taşınmazın yolda kalan 2,27 m2’lik kısmının bedeli olan 3.178,00-TL’nin çıkarılması sonucu kalan 416.822,00-TL hukuki el atma bedelinin, adli yargıda dava açma tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalı idarece davacıya ödenmesi gerektiği,
Ayrıca, hükmedilen 416.822,00-TL hukuki el atma bedelinin, söz konusu taşınmazın davacılar tarafından her türlü kısıtlamadan ari bir şekilde, davalı idare lehine tapuda ferağ vermesi koşuluyla ödeneceğinin de açık olduğu,
gerekçesiyle, davanın kabulüne, 416.822,00-TL’nin adli yargıda dava açma tarihi olan 31/07/2012 tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davacılara ödenmesine karar verilmiştir.
Daire kararının özeti: Danıştay Altıncı Dairesinin 11/04/2016 tarih ve E: 2015/2625, K: 2016/1583 sayılı kararıyla;
Dosyanın ve temyiz aşamasında davalı idare tarafından 22/04/2015 tarihinde dosyaya sunulan ek beyan dilekçesi ve eklerinin incelenmesinden; 06/02/2013 tarih ve 28551 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan, 28/01/2013 tarih ve 2013/4258 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile uyuşmazlığa konu taşınmazın da bulunduğu alanın riskli alan olarak ilan edildiği, bunun üzerine Küçükçekmece Belediye Başkanlığı tarafından hazırlanan Kanarya Mahallesi, 5011 sayılı parsel ve çevresi riskli alana ilişkin 1/5000 ölçekli revizyon nazım imar planı ve 1/1000 ölçekli revizyon uygulama imar planının onaylanmak üzere Çevre ve Şehircilik Bakanlığına iletildiği, onayın ardından söz konusu alanda hak sahipleri ile uzlaşma görüşmelerine başlanacağının belirtildiğinin anlaşıldığı,
Bu durumda, İdare Mahkemesince, riskli alan ilanı ile imar planı koşullarındaki değişiklikler dikkate alınarak, uyuşmazlığa konu taşınmazın hangi fonksiyonda kaldığı, kim tarafından kullanılacağı, davacıların mülkiyet hakkında bir sınırlandırma olup olmadığı hususları netleştirilerek bir değerlendirme yapılması suretiyle yeniden bir karar verilmesi gerektiği, sonucuna varılarak …. İdare Mahkemesinin …tarih ve E: …, K: …sayılı kararının bozulmasına karar verilmiştir.
İlk Derece Mahkemesi ısrar kararının özeti: …. İdare Mahkemesinin …tarih ve E: …, K: …sayılı kararıyla;
Dava konusu taşınmazın ilköğretim alanı olarak belirlendikten sonra, uzun süre kamulaştırılmadığının görüldüğü, işlemlerin hukuka uygunluk denetiminin tesis edildikleri tarihe göre yapılacağı, sonradan yapılan imar planının uzun süre taşınmazın kamulaştırılmadığı ve davacıların bu sebeple hak kaybına uğradıkları gerçeğini değiştiremeyeceği, her yeni plan çalışması yapıldığında bu plan çalışmasının sonucunun beklenmesinin belirsizliğe yol açabileceği, imar planı yapma yetkisi bulunan belediyelerin bu durumu suistimal edebileceği ve eğer yeni imar planı yapılmış ise ve davacıların taşınmazının fonksiyonu değişmişse idarelerin iç ilişkisine göre bu durumu çözüme kavuşturabilecekleri gerekçesi eklenmek suretiyle davanın kabulü yolundaki ilk kararda ısrar edilmiştir.
TEMYİZ EDENİN İDDİALARI: Davalı idare tarafından, dava konusu taşınmazın bulunduğu alanın riskli alan olarak ilan edildiği ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından bu alandaki kamulaştırmaya ilişkin tüm iş ve işlemler hususunda Küçükçekmece Belediye Başkanlığı yetkilendirildiğinden, idarelerinin herhangi bir sorumluluğunun bulunmadığı, halihazırda taşınmazın ilköğretim tesis alanında kalıp kalmadığının da belli olmadığı, 3194 sayılı Kanun’da 10/07/2019 tarihinde yapılan değişikliklerin de uyuşmazlık çözümlenirken dikkate alınması gerektiği, bu çerçevede öncelikle belediyenin imar programını hazırlayıp hazırlamadığının araştırılmasının icap ettiği, düzenleme ortaklık payının bu Kanun değişikliği ile %45 olarak belirlendiğinin de nazara alınması ve Danıştay’ın bozma nedenleri dikkate alınmadan verilen ısrar kararının bozulması gerektiği ileri sürülerek, karar kesinleşinceye kadar dava konusu taşınmazın tapu kaydına devir işlemlerini önlemek için tedbir konulmasına karar verilmesi istenilmiştir.
KARŞI TARAFIN SAVUNMALARI: Davacılar tarafından, savunma verilmemiştir.
DANIŞTAY TETKİK HÂKİMİ …DÜŞÜNCESİ: Temyiz isteminin kabulü ile İstanbul 1. İdare Mahkemesi ısrar kararının bozulması gerektiği düşünülmektedir.
TÜRK MİLLETİ ADINA
Karar veren Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunca, Tetkik Hâkiminin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:
İNCELEME VE GEREKÇE:
MADDİ OLAY:
Mülkiyeti davacılara ait, İstanbul İli, Küçükçekmece İlçesi, …Mahallesi, …Mevkii, …pafta, …parsel sayılı, 300 m2 yüzölçümlü taşınmaz, 21/06/1982 tasdik tarihli 1/1000 ölçekli uygulama imar planında ilköğretim sahası olarak belirlenmiş, 15/12/2006 tasdik tarihli 1/1000 ölçekli uygulama imar planında ise 2,27 m2’lik kısmı yola ayrılmıştır.
Davacılar tarafından, hukuki el atma nedeniyle uğranıldığı ileri sürülen zararların tazmini istemiyle, ilk olarak, 31/07/2012 tarihinde, …. Asliye Hukuk Mahkemesinde açılan dava, anılan Mahkemenin …tarih ve E: …, K: …sayılı kararıyla, idari yargı yerinin görevli olduğu gerekçesiyle usulden reddedilmiştir.
06/02/2013 tarih ve 28551 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan, 28/01/2013 tarih ve 2013/4258 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile uyuşmazlığa konu taşınmazın da bulunduğu alan, 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’un 2. maddesi uyarınca riskli alan olarak ilan edilmiştir.
…. Asliye Hukuk Mahkemesince verilen usuli ret kararının, tarafların kararı temyiz etmemesi üzerine 23/05/2014 tarihinde kesinleşmesi üzerine, temyizen incelenen dava açılmıştır.
Davalı idare tarafından 22/04/2015 tarihinde dosyaya sunulan ek beyan dilekçesi ekinde yer alan Küçükçekmece Belediye Başkanlığının …tarih ve …sayılı işleminde “…pafta, …sayılı parsel, 16/04/2005 tasdik tarihli 1/5000 ölçekli Küçükçekmece Merkez Revizyon Nazım İmar Planında İlköğretim Tesis Alanı olarak; 15/12/2006 tasdik tarihli 1/1000 ölçekli Küçükçekmece Merkez Revizyon Uygulama İmar Planında ise İlköğretim Tesis Alanı ve kısmen de imar yolu olarak planlanmıştır. 06/02/2013 tarih ve 28551 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 28/01/2013 tarih ve 2013/4258 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile, …pafta, …sayılı parselin de içerisinde yer aldığı …Mahallesi …parsel ve çevresini kapsayan 9,2 hektarlık alan, riskli alan olarak ilan edilmiş olup; 06/03/2013 tarih ve 942/943 sayılı Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Olur’u gereğince dönüşüm odaklı kentsel tasarım projesi doğrultusunda Başkanlığımızca hazırlanmış olan …Mahallesi …Parsel ve Çevresi Riskli Alana ilişkin 1/5000 ölçekli Revizyon Nazım İmar Planı ve 1/1000 ölçekli Revizyon Uygulama İmar Planı onaylanmak üzere Çevre ve Şehircilik Bakanlığına iletilmiştir. Kanarya Mahallesi 5011 parsel ve çevresini kapsayan riskli alana ilişkin 1/5000 ölçekli Revizyon Nazım İmar Planı ve 1/1000 ölçekli Revizyon Uygulama İmar Planı ile kentsel tasarım projesinin Çevre ve Şehircilik Bakanlığınca onaylanmasına müteakip, 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun ve Uygulama Yönetmeliği doğrultusunda söz konusu alanda hak sahipleri ile uzlaşma görüşmelerine başlanacaktır…” hususları belirtilmiştir.
İLGİLİ MEVZUAT:
Anayasanın 35. maddesinde, “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.” kuralına yer verilmiş; temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasını düzenleyen 13. maddesinde ise, temel hak ve hürriyetlerin, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabileceği, bu sınırlamaların, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı vurgulanmıştır.
Keza Anayasa’nın 90. maddesi uyarınca uygun bulunan ve iç hukukun bir parçası halini alan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 1 no’lu Ek Protokolü’nün “Mülkiyetin korunması” başlıklı 1. maddesinde de: “Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.” hükmü yer almıştır.
3194 sayılı İmar Kanunu’nun 10. maddesinde, “Belediyeler; imar planlarının yürürlüğe girmesinden en geç 3 ay içinde, bu planı tatbik etmek üzere 5 yıllık imar programlarını hazırlarlar. Beş yıllık imar programlarının görüşülmesi sırasında ilgili yatırımcı kamu kuruluşlarının temsilcileri görüşleri esas alınmak üzere Meclis toplantısına katılır. Bu programlar, belediye meclisinde kabul edildikten sonra kesinleşir. Bu program içinde bulunan kamu kuruluşlarına tahsis edilen alanlar, ilgili kamu kuruluşlarına bildirilir. Beş yıllık imar programları sınırları içinde kalan alanlardaki kamu hizmet tesislerine tahsis edilmiş olan yerleri ilgili kamu kuruluşları, bu program süresi içinde kamulaştırırlar. Bu amaçla gerekli ödenek, kamu kuruluşlarının yıllık bütçelerine konulur. İmar programlarında, umumi hizmetlere ayrılan yerler ile özel kanunları gereğince kısıtlama konulan gayrimenkuller kamulaştırılıncaya veya umumi hizmetlerle ilgili projeler gerçekleştirilinceye kadar bu yerlerle ilgili olarak diğer kanunlarla verilen haklar devam eder.” hükmü yer almaktadır.
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun ek 1. maddesinde, “Uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmî kurumlara ayrılmak suretiyle mülkiyet hakkının özüne dokunacak şekilde tasarrufu hukuken kısıtlanan taşınmazlar hakkında, uygulama imar planlarının yürürlüğe girmesinden itibaren beş yıllık süre içerisinde imar programları veya imar uygulamaları yapılır ve bütçe imkânları dâhilinde bu taşınmazlar ilgili idarelerce kamulaştırılır veya her hâlde mülkiyet hakkını kullanmasına engel teşkil edecek kısıtlılığı kaldıracak şekilde imar planı değişikliği yapılır/yaptırılır.” hükmüne yer verilmiştir.
6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’un 1. maddesinde, bu Kanun’un amacının, afet riski altındaki alanlar ile bu alanlar dışındaki riskli yapıların bulunduğu arsa ve arazilerde, fen ve sanat norm ve standartlarına uygun, sağlıklı ve güvenli yaşama çevrelerini teşkil etmek üzere iyileştirme, tasfiye ve yenilemelere dair usul ve esasları belirlemek olduğu belirtilmiş; 2. maddesinin birinci fıkrasının (ç) bendinde ise, riskli alan, zemin yapısı veya üzerindeki yapılaşma sebebiyle can ve mal kaybına yol açma riski taşıyan, Cumhurbaşkanınca kararlaştırılan alan olarak tanımlanmıştır.
Aynı Kanun’un 6. maddesinin beşinci fıkrasının (a) bendinde, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, riskli alanlara ilişkin her tür harita, plan, proje, arazi ve arsa düzenleme işlemleri ile toplulaştırma yapma; aynı maddenin altıncı fıkrasında ise, her tür ve ölçekteki planlama işlemlerine esas teşkil edecek standartları belirleme ve gerek görülmesi hâlinde bu standartları plan kararları ile tayin etme veya özel standartlar ihtiva eden planlar ve kentsel tasarım projeleri yapma, yaptırma ve onaylama konularında yetkilendirilmiştir.
Öte yandan, Mekansal Planlar Yapım Yönetmeliği’nin 5. maddesinin birinci fıkrasının (i) bendinde, sosyal altyapı alanları, birey ve toplumun kültürel, sosyal ve rekreatif ihtiyaçlarının karşılanması ve sağlıklı bir çevre ile yaşam kalitelerinin artırılmasına yönelik kamu veya özel sektör tarafından yapılan eğitim, sağlık, dini, kültürel ve idari tesisler, açık ve kapalı spor tesisleri ile park, çocuk bahçesi, oyun alanı, meydan, rekreasyon alanı gibi açık ve yeşil alanlara verilen genel isim olarak tanımlanmış; aynı Yönetmeliğin 11. maddesinde, “İmar planlarının yapımı ve değişikliklerinde planlanan alanın veya bölgenin şartları ile gelecekteki gereksinimleri göz önünde tutularak kentsel, sosyal ve teknik altyapı alanlarında bu Yönetmeliğin EK-2 Tablosunda belirtilen asgari standartlara ve alan büyüklüklerine uyulur.” düzenlemesine yer verilmiş; Yönetmeliğin EK-2 Tablosunda ise sosyal ve teknik altyapı alanlarının asgari standartları gösterilmiştir.
HUKUKİ DEĞERLENDİRME:
Hukuki el atma nedeniyle mülkiyet hakkının kısıtlandığından söz edilebilmesi için, taşınmazın uygulama imar planıyla kamusal kullanıma ayrılması, taşınmaz üzerinde özel kullanımın ve yapılaşmanın uygulama imar planı gereği hiçbir şekilde mümkün olmaması, uygulama imar planının onayından itibaren en az beş yıl süre geçmiş olması ve taşınmazın bu süre zarfında kamulaştırılmamış olması şartlarının birlikte gerçekleşmiş olması gerekir.
Hukuki el atma nedeniyle mülkiyet hakkının kısıtlandığından bahisle, kamulaştırma bedeli yerine geçmek üzere, taşınmaz bedelinin tazminine karar verilmesi istemiyle açılan davalarda, tazminat isteminin kabulüne karar verilebilmesi için, karar verme aşamasında da, ilgili idarelerin kamulaştırma yükümlülüğünün, başka bir deyişle, taşınmaz üzerindeki, imar planında kamusal kullanıma ayrılmış olma nedeniyle oluşan kısıtlılık halinin devam ediyor olması gerekmektedir.
Dava devam ederken yapılan imar planı değişiklikleri ile, dava konusu taşınmazın kamusal kullanımdan çıkarılarak, özel kullanım ve yapılaşmaya imkan veren bir kullanıma dönüştürülmesi halinde, idarelerin kamulaştırma yükümlülüğü ve mülkiyet hakkı üzerindeki kısıtlılık hali son bulacağından, kamulaştırma bedeli yerine geçmek üzere, taşınmaz bedelinin tazminine karar verilemeyeceği açıktır.
Dolayısıyla, hukuki el atma nedeniyle kamulaştırma bedeli yerine geçmek üzere, taşınmaz bedelinin tazminine karar verilmesi istemiyle açılan davalarda, yargılamanın, davanın açıldığı tarihte yürürlükte olan imar planında taşınmaza verilen kullanım kararının esas alınması suretiyle değil, mer’i imar planındaki kullanım kararının tespit edilerek, bu imar planında taşınmazın kamusal kullanıma ayrılması nedeniyle mülkiyet hakkı üzerinde bir kısıtlılık halinin bulunup bulunmadığının değerlendirilmesi suretiyle yapılması gerekmektedir.
Nitekim, uyuşmazlıkta, davalı idare tarafından da belirtildiği üzere, ilk olarak 1982 yılı tasdikli 1/1000 ölçekli uygulama imar planında ilköğretim sahasına ayrılan dava konusu taşınmazın da içinde bulunduğu alanın, …. Asliye Hukuk Mahkemesinde açılan davada verilen usuli ret kararından sonra, fakat İdare Mahkemesinde dava açılmadan önce, …tarih ve …sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan, 28/01/2013 tarih ve 2013/4258 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile 6306 sayılı Kanun’un 2. maddesi uyarınca, aynı Kanun’un 1. maddesinde belirtilen amaçları gerçekleştirmek üzere, riskli alan olarak ilan edildiği ve bu alanda Küçükçekmece Belediye Başkanlığınca hazırlanan yeni 1/5000 ölçekli nazım ve 1/1000 ölçekli uygulama imar planlarının onay için Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığına sunulduğu anlaşılmaktadır.
Söz konusu alanda, 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun ve 6306 sayılı Kanunun Uygulama Yönetmeliği çerçevesinde, fen ve sanat norm ve standartlarına uygun, sağlıklı ve güvenli yaşama çevrelerini teşkil etmek üzere yapılacak iyileştirme, tasfiye ve yenilemelere yönelik uygulamaların, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından onaylanacak imar planı ve projelere göre yürütülmesi gerekmektedir.
Ayrıca, anılan Bakanlık, 6306 sayılı Kanun’un 6. maddesinin altıncı fıkrasında, her tür ve ölçekteki planlama işlemlerine esas teşkil edecek özel standart belirleme yetkisini de haizdir. Belirtilen yetkinin, eğitim tesislerini de içinde barındıran sosyal altyapı alanları ile teknik altyapı alanlarına ilişkin Mekasal Planlar Yapım Yönetmeliği’ndeki standartlara ilişkin olduğu da açıktır.
Bu çerçevede, riskli alan ilanından önce onaylanan imar planlarında kamusal kullanıma ayrılan dava konusu taşınmaza, riskli alan ilanından sonra anılan Bakanlıkça onaylanan imar planları kapsamında, özel olarak belirlenecek standartlar veya kamusal ihtiyaçlar doğrultusunda, özel ya da kamusal farklı bir kullanım kararı verilebilmesi mümkündür.
Bu durumda, uyuşmazlığın çözümü bakımından, İdare Mahkemesince, öncelikle, riskli alan ilanına ilişkin karar doğrultusunda, alanda Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığınca onaylanarak yürürlüğe konulmuş, yeni imar planlarının bulunup bulunmadığının, bulunuyor ise dava konusu taşınmaz üzerindeki kısıtlılık halinin devam edip etmediğinin araştırılması ve varılacak sonuca göre uyuşmazlığın esası hakkında yeniden bir karar verilmesi gerekmektedir.
Bu itibarla, eksik inceleme ile verildiği anlaşılan davanın kabulü yolundaki İdare Mahkemesi ısrar kararında hukuki isabet bulunmamaktadır.
Öte yandan, temyiz isteminde bulunan davalı idare tarafından, karar kesinleşinceye kadar dava konusu taşınmazın tapu kaydına devir işlemlerini önlemek için tedbir konulmasına karar verilmesi istenilmiş ise de; 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda düzenlenmediğinden, idari yargı yerlerince ihtiyati tedbir niteliğinde karar verme olanağı bulunmamaktadır.
KARAR SONUCU: Açıklanan nedenlerle;
Davalı idarenin temyiz isteminin KABULÜNE;
Davanın yukarıda özetlenen gerekçeyle kabulüne ilişkin …. İdare Mahkemesinin temyize konu …tarih ve E: …, K: …sayılı ısrar kararının BOZULMASINA,
Yeniden bir karar verilmek üzere dosyanın …. İdare Mahkemesine GÖNDERİLMESİNE,
Bu kararın tebliğ tarihini izleyen günden itibaren 15 (onbeş) gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 26/05/2022 tarihinde, oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay İDDK E: 2013/4306 K: 2015/2173 T: 1.6.2015
Danıştay İDDK E: 2014/5546 K: 2016/3060 T: 22.11.2016
Danıştay İDDK E: 2016/3315 K: 2017/5 T: 16.1.2017
Danıştay İDDK E: 2017/2293 K: 2017/3424 T: 2.11.2017
Danıştay 6. Dairesi E: 1985/498 K: 1985/1359 T: 19/11/1985
İmar planında yol ve resmi kullanım alanında kalan taşınmaz hakkında, 5 yıllık kısıtlılık süresinin başlatılması isteminin, taşınmaz üzerinde 2 katlı bina bulunduğu nedeniyle reddinde isabet bulunmadığı
Uyuşmazlık; davacılara ait taşınmazın imar planında yol ve resmi kullanım alanına ayrılması nedeniyle İmar Kanununun 33.maddesi uyarınca 5 yıllık sürenin başlatıldığına ilişkin işlem yapılması hakkındaki başvurunun, İmar Kanununun 33.maddesi uyarınca kısıtlılığın meskün alanlarda tamamen boş olan arsalar için geçerli olduğu, davacıların taşınmazı üzerinde iki katlı bina mevcut olduğundan kısıtlılık isteğinin anılan Yasa kuralına ters düşeceği gerekçesiyle reddi yolundaki Belediye Başkanlığı işleminin İmar Kanunu ve Tasarrufu Kısıtlanan Bina, Arsa ve Arazi Hakkındaki Yönetmelik kuralları uyarınca tasarrufu kısıtlanmış bulunan taşınmazda imar planı uyarınca bekleme süresinin başlatılması amacına yönelik davacıların başvurusunun taşınmaz üzerinde iki katlı bina bulunduğu, bu nedenle kısıtlılık isteğinin söz konusu olamayacağı gerekçesiyle reddedilmesinin anılan Yasa ve Yönetmelik kurallarına uygun düşmediği ve kısıtlılık hallerinin meskün alanlarda tamamen boş olan arsalar için geçerli olduğu savının da yasal bulunmadığı, bu durumda bekleme süresinin başlatılmasına yönelik başvuru üzerine anılan Yasa ve Yönetmelik kuralları uyarınca, taşınmazın imar planında tahsis amacı da belirtilerek bekleme süresinin başlatıldığı ve mevzuat gereği taşınmazın kısıtlandığı hususlarının belirtilmesi gerekirken aksine uygulanan işlemde mevzuata uygunluk görülmediği gerekçesiyle iptaline ilişkin olarak İdare Mahkemesince verilen kararın bozulması isteminden ibarettir.
Temyiz edilen İdare Mahkemesi kararında, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 49.maddesinin 1.fıkrasında sayılan bozma nedenlerinden hiçbirisi bulunmadığından bozma istemi yerinde görülmeyerek anılan mahkeme kararının onanmasına karar verildi.
KARŞI OY: Dava, imar planında yol ve resmi kullanım alanında kalan Gaziantep, Akyol Mahallesi 5 pafta, 88 ada, 2 parsel sayılı taşınmazın İmar Yasasının 33.maddesinde yer alan kurallardan yararlandırılması için davalı belediyeye yapılan başvurunun sadece tarihi açısından belgelendirilmesi hakkındaki talebin, söz konusu taşınmazın üzerinde iki katlı bina bulunduğu gerekçesiyle kısıtlılık isteğinin yerine getirilemiyeceği yolundaki 13.6.1984/günlü, 649/84 sayılı davalı belediye işleminin iptali dileğiyle açılmıştır.
6785 sayılı İmar Kanununun 33.maddesinde; imar ve yol istikamet planlarında amme hizmet ve tesislerine ayrılmış yerlerde inşaata ve mevcut binalarda ise esaslı değişiklik ve ilaveler yapılmasına izin verilmiyeceği, ancak bu gibi yerlerin iskan hudutları içinde bulunanlarından dört yıllık imar programına dahil edilmiş olan yerler müddeti içerisin de, dört yıllık programa dahil bulunmıyan yerler ise sahiplerinin yazılı müracaat gününden itibaren beş yıl içerisinde kamulaştırılmadığı takdirde yönetmelik hükümlerine uygun inşaat yapılacağı hükme bağlanmış, Emlak Vergisi Kanununun 30.maddesi uyarınca yürürlüğe konulan Tasarrufu Kısıtlanan Bina, Arsa ve Arazi Hakkında Yönetmelikte de; yukarda sözü edilen Yasa maddesinde öngörülen imar ve yol istikamet planlarında amme hizmet ve tesislerine ayrılmış olması nedeniyle inşaat yapılmasına izin verilmeyen arsalarla ek ve değişikliklere izin verilmeyen binaların tasarrufunun kısıtlanmış sayılacağı, kısıtlamanın, dört yıllık imar programına dahil bulunan yerlerde, programın kesinleşme tarihinden başlayarak bu program süresinden, dört yıllık programa dahil bulunmayan yerlerde ise taşınmaz sahibinin yazılı müracaatından itibaren başvuruyu izleyen bütçe yılı başından başlamak üzere beş yıldan fazla olamıyacağı ve bu yönetmeliği Maliye Bakanlığının yürüteceği kuralı konulmuştur.
Bu kuralların değerlendirilmesinden, belediyelere tanınan yetkinin söz konusu durumdaki taşınmazların yapılaşmasıyla sınırlı olduğu, taşınmazların kısıtlılığı konusunda ise belediyelerin değil Maliye ve Gümrük Bakanlığına bağlı birimlerin yetkili olduğu kolayca anlaşılmaktadır.
Öte yandan kısıtlılık vergi hukukunu ilgilendirdiğinden konuya ilişkin yargı denetiminin de vergi mahkemesince yapılması gerektiği açıktır.
Açıklanan nedenlerle davacının İmar Kanununun 33.maddesi uyarınca yaptığı başvurusunun sadece tarihi açısından belgelendirilmesi yolundaki isteğinin taşınmazın kısıtlılık halinin söz konusu olmadığı gerekçesiyle reddedilmesinde mevzuata aykırılık açık olmakla beraber Gaziantep İdare Mahkemesinin temyiz edilen kararının taşınmazın kısıtlılık hakkından yararlandırılması gerektiği yolundaki bölümünde isabet bulunmamaktadır. Bu durum belirtilmek suretiyle, 15.3.1985/günlü, 121 sayılı Gaziantep İdare Mahkemesi kararının onanması gerektiği oyuyla karara bu yönden karşıyım.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2015/361 K: 2015/3486
Danıştay 6. Dairesi E: 2015/9088 K: 2016/486
Danıştay 6. Dairesi E: 2010/750 K: 2014/718
Danıştay 6. Dairesi E: 1990/344 K: 1990/295 T: 08/09/1990
AİHM Mevlüt Akıllı/Türkiye Davası Kararı
Başvuru No: 71868/01; Karar Tarihi : 11 Nisan 2005, Strazburg
OLAYLAR
I. DAVA KOŞULLARI
1942 doğumlu başvuran, Adana ilinin Osmaniye ilçesinde ikamet etmektedir.
Başvuran, Şanlıurfa’da Karaköprü beldesinde 1014 parsel sayılı taşınmazın ortaklarından birisidir. Taşınmazdan payına düşen 318 m²’dir.
Hükümet’e göre, dava konusu parsel 1975 yılında Milli Savunma Bakanlığı tarafından kamulaştırılmıştır. Kamulaştırmanın yapıldığı tarihte, kamulaştırma bedeli banka hesabına yatırılmıştır. Bununla birlikte, yerel gazetelerde kamulaştırma ilanının verilmesine rağmen, ilgili bankadan kamulaştırma bedelini talep etmemiştir.
Milli Savunma Bakanlığı, 1988 yılının Şubat ayında cebri tescil davası açmış ve bu isme transfer işleminin iptal edilmesini talep etmiştir.
Şanlıurfa Asliye Hukuk Mahkemesi, 28 Aralık 1988 tarihinde, taşınmazın başvuran adına olan tapunun iptal edilmesine ve Hazine adına tesciline karar vermiştir. Karar temyiz edilmediğinden kesinleşmiştir. Başvuran, kendisine tebligat yapılmadığından sözkonusu davaya katılamamıştır. Esasında, bu davaya ilişkin haberler yalnızca basın yoluyla gerçekleştirilmiştir.
Başvuran 29 Mayıs 1998 ve 29 Nisan 1999 tarihlerinde, de facto kamulaştırma bedeli elde etmek amacıyla Şanlıurfa Asliye Hukuk Mahkemesi’nde iki dava açmıştır. Başvuran, kendisine tebligat yapılmadığından dolayı, tapunun Hazine adına tescil kararından yalnızca 5 Ekim 1998 tarihinde haberdar olduğunu ifade etmektedir.
Asliye Hukuk Mahkemesi, 5 Kasım 1999 tarihinde, 4.770.002.472 Türk Lirası tutarında (yaklaşık 9.000 Euro) ek kamulaştırma bedelinin başvurana ödenmesine karar vermiştir. Kararı alırken, 1977 yılında başlayan kamulaştırma işlemine ilişkin tebliğnamenin bulunmadığını gözlemlemiştir. Aynı zamanda, Milli Savunma Bakanlığı tarafından başvuran adına olan tapunun iptal edilmesi amacıyla başlatılan işlem sırasında hiçbir tebligatın yapılmadığını ve bu iptal kararının, kararın bir gazetede yayınlanmasının ardından gerçekleştirildiğini tespit etmiştir. 1977/1191 numaralı dosyadan İdare’nin işgal işlemine acil olarak başladığı ortaya çıkmaktadır.
Bu nedenle, kamulaştırma işlemlerine ilişkin tebligatların başvurana tebliğ edilmemiş olmasını dikkate alana Asliye Hukuk Mahkemesi, adına olan tapunun iptal edildiğini öğrendiği tarihten itibaren bir ay içinde başvurusunu yapmış olması nedeniyle, başvuranın talebini kabul etmeye karar vermiştir.
Yargıtay, 24 Şubat 2000 tarihinde, Kamulaştırma Kanunu’un 38. maddesi uyarınca, davaların zamanaşımı nedeniyle düştüğü gerekçesiyle kararı bozmuştur. Yargıtay, dava konusu taşınmazın 1974 yılında güvenlik güçleri tarafından kullanıldığını, 11 Kasım 1975 tarihinde kamu yararına karar alındığını belirtmiştir. Bu nedenle, dava konusu taşınmazın kamu yararı nedeniyle yirmi yıldır aralıksız olarak kullanıldığı dikkate alındığında, sözü edilen sürenin sona ermiştir.
Yargıtay, 19 Nisan 2000 tarihinde temyiz talebini reddetmiştir.
Asliye Hukuk Mahkemesi, 22 Mayıs 2000 tarihinde, Yargıtay kararına uyarak başvuranın davasını reddetmiştir.
Yargıtay, 21 Eylül 2000 tarihinde, kararı onamıştır.
HUKUK AÇISINDAN
I. Kabuledilebilirlik hakkında
Başvuran, AİHS’nin 6. maddesinin ve 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin ihlal edildiğini iddia etmektedir.
Hükümet başvuranın iddialarına karşı çıkmakta ve üç kabuledilemezlik gerekçesi ileri sürmektedir.
A. AİHM’nin ratione temporis bakımından yetkisi ve altı ay kuralı
Hükümet öncelikle, başvuranın şikayetlerinin, dava konusu taşınmazın 1975 yılında kamu hizmetine verildiği dikkate alındığında AİHS’nin hükümleri ile ratione temporis bakımından bağdaşmadığını belirtmektedir. Hükümet, bu kabuledilemezlik itirazı ile birlikte, altı ay kuralına uyulmadığını ifade etmektedir. Hükümet’e göre, başvuran adına tapunun iptal edilmesi ve tapu transferi 24 Mart 1989 tarihinde kesinleşen bir kararla gerçekleştirilmiştir. Bu noktada, AİHS’nin 35. maddesi ile öngörülen altı aylık süreden sonra AİHM’ye başvuru yapılmıştır.
AİHM, başvuranın, taşınmazın elinden alınmasından şikayetçi olmadığını, şikayet konusunun tazminat almaksızın tapusunun iptal edilmesi olarak özetlenebileceğini gözlemlemektedir. Bu itibarla, 70’li yıllarda başvurana ait taşınmazın de facto işgal edilmiş olmasın karşın, başvuranın tapusunun 28 Aralık 1988 tarihinde yani Türkiye’nin kişisel başvuru hakkını tanıdığı 28 Ocak 1987 tarihinden sonra iptal edildiğini tespit etmektedir. Aynı durum, 21 Eylül 2000 tarihinde Yargıtay kararı ile tamamlanan tazminat talebine ilişkin dava için de geçerlidir. AİHM ayrıca, başvuranın bu tarihten itibaren altı ay içinde başvurusunu yaptığından dolayı, altı ay kuralını ihlal etmediği kanaatindedir.
Sonuç olarak, Hükümet’in ratione temporis bakımından yetkisizlik itirazlarının ve altı ay kuralına ilişkin itirazın reddedilmesinin uygun olacağına kanaat getirmiştir.
B. İç hukuk yollarının tüketilmesi
Hükümet aynı zamanda iç hukuk yollarının tüketilmediği itirazında bulunmaktadır. Hükümet’e göre, başvuran, ne kamulaştırma sırasında ne de tapunun Hazine adına tescilinden sonra kendisine sunulmuş olan başvuru yollarını kullanmıştır. Hükümet, başvuranın, kamulaştırma sırasında ve sonrasında, kamulaştırma işlemini gerçekleştiren idari makamının kararına itiraz edebileceği, çeşitli hukuki yollara başvurma hakkına sahip olduğunu belirtmektedir. Ayrıca, kamulaştırmaya ilişkin bir tebligatın kendisine tebliğ edildiğini ve basın yoluyla tebligat yapıldığını ifade etmektedir.
Başvuran, bu itiraza karşı çıkmaktadır.
AİHM, başvuranın, kamulaştırma bedeli ödenmesi amacıyla dava açmadan önce, kamulaştırma işleminden haberdar olmadığı konusunda Türk Mahkemelerinin şüpheye düşmediklerini gözlemlemektedir. Ayrıca, bu amaçla yapılan başvuru, Kamulaştırma Kanunu’un 38. maddesi uyarınca reddedilmiştir.
AİHM, bir başvuranın etkili ve yeterli olan iç hukuk yollarını uygun bir şekilde kullanması gerektiğini hatırlatmaktadır. Bir başvuru yolu kullanıldığında, uygulamada sonucu aynı olacak başka bir başvuru yolunun kullanılması gerekli olmamaktadır (Bkz. Patrıcıa Raquel Real Alves-Portekiz (Karar), no: 19485/02, 9 Kasım 2004).
Bu gerekçeleri dikkate alan AİHM, Türk Hukukunda belirtilen süre içerisinde tazminat davası açan başvuranın, tapusunun iptal edilmesi nedeniyle tazminat elde edebilmek amacıyla, iç hukuk yollarını tüketmek için kendisinden makul olarak beklenebilecek her şeyi yerine getirdiğine karar vermiştir. Bu nedenle, Hükümet tarafından sunulan iç hukuk yollarının tüketilmediğine ilişkin itirazı reddetmektedir.
C. Sonuç
AİHM, başvurunun AİHS’nin 35 § 3.maddesine göre açıkça dayanaktan yoksun olmadığını ve başka hiçbir kabuledilemezlik gerekçesi bulunmadığını saptamıştır. Başvurunun kabuledilebilir olduğuna karar vermiştir.
II. 1 NO’LU EK PROTOKOL’ÜN 1. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI HAKKINDA
Başvuran, tazminat ödenmeksizin dava konusu taşınmazın mülkiyet hakkından mahrum bırakılma işleminin, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinde belirtilen ilkelere aykırı olarak gerçekleştirildiğini iddia etmektedir.
Hükümet, bu iddiaya karşı çıkmaktadır.
AİHM, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin üç temel ilkeye dayandığını hatırlatmaktadır. 1. bendin 1. cümlesinde ifade edilen birinci ilke, mülkiyet hakkı ilkesini belirtmekte; aynı bendin 2. cümlesinde yer alan ikinci ilke, mal ve mülkten belirli koşullarda mahrum bırakılabileceğini dile getirmekte; ikinci bentte yer alan üçüncü ilke ise Devletlere, mülkiyetlerin kamu yararına uygun olarak düzenlenmesi (…) hakkını tanımaktadır. Bununla birlikte burada sözkonusu olan, birbiriyle bağlantılı olmayan kural değildir. Birinci ve ikinci ilke mülkiyet hakkının ihlal edilmesine ilişkin özel durumları ifade etmektedir, bu noktada bu ilkeler, birinci ilke ışığında değerlendirilmelidir (Bkz., diğerleri arasında, James ve Diğerleri-Birleşik Krallık, 21 Şubat 1986 tarihli karar, A serisi, no: 98, s. 29-30, ve Iatris-Yunanistan (GC), no: 31107/96, § 55, CEDH 1999-II).
AİHM, Hükümet’in 1989 tarihinde taşınmazın başvuran adına tapusunun iptal edildiği ve Milli Savunma Bakanlığı’na geçtiği andan itibaren, başvuranın 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinde belirtildiği şekliyle bir mülkünün bulunmadığını ifade ettiğini not etmektedir.
AİHM, ikinci ilke uyarınca mal ve mülkten yoksun bırakılıp bırakılmadığının tespit edilmesi için, resmi bir el koyma ya da kamulaştırma işleminin yapılıp yapılmadığının incelenmesi ve aynı zamanda dava konusu duruma ilişkin gerçeklerin dikkate alınması gerektiğini hatırlatmaktadır. Sözleşme, “somut ve mevcut” hakları korumaktadır. Dolayısıyla, sözkonusu durumun “de facto” kamulaştırma olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği hususunun araştırılması gerekmektedir.(Sporrong ve Lönnroth-İsveç, 23 Eylül 1982 tarihli karar, A serisi no: 52, s. 24-25, § 63).
Bununla ilgili olarak AİHM, başvuranın, mülkün Milli Savunma Bakanlığı’na devredildiğinden 5 Ekim 1998 tarihinde haberdar olduğuna dair beyanına atıfta bulunan 5 Kasım 1999 tarihli kararında, Şanlıurfa Asliye Hukuk Mahkemesi’nin başvurana tazminat ödenmesine hükmettiğini gözlemlemektedir. 24 Şubat 2000 tarihinde, Yargıtay bu kararı bozduğunda, yukarıda yer alan değerlendirmeleri dikkate almamış fakat Kamulaştırmaya ilişkin Kanun’un 38. maddesi ile öngörülen zaman aşımı süresini geriye dönük olarak uygulamıştır.
AİHM’nin gözünde, bu unsurlar, 28 Aralık 1988 tarihli kararın tebliğ edilmemiş olmasından dolayı, verilen karar sonrasında 1989 yılında başvuranın tapusunun iptal edilmesine karşın, başvuranın, Türk Hukuku’nda tanındığı şekliyle mülkiyet hakkına sahip olduğunu kanıtlamaktadır. Başvuran, 5 Ekim 1998 tarihinden yani bu işlemden haberdar olduğu tarihten sonra bir aylık bir süre içinde dava açabilmiştir. Bu haliyle, dava, adıgeçen I.R.S. ve diğerleri-Türkiye davasından bir farklılık arz etmemektedir. Bu kararda, kanun hükmünün geriye dönük olarak uygulanması yolu ile başvuranlar, mülklerinin tapularının İdare’ye devredilmesinden dolayı tazminat elde etme haklarından yoksun bırakılmışlardı. Bununla birlikte, bu davadan farklı olarak ve mevcut davanın koşulları dikkate alındığında AİHM, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin birinci cümlesi uyarınca, sözkonusu davanın, genel ilke ışığında incelenmesi gerektiğine kanaat getirmiştir.
AİHM, başvuranın tapusunun, herhangi bir ödeme yapılmaksızın 1989 tarihinde iptal edildiğini gözlemlemektedir. Halbuki Türk Hukuku’nda, başvurana kararın tebliğ edilmemiş olmasından dolayı tazminat elde etme hakkı tanınmaktaydı, Kamulaştırma Kanun’un 38. maddesinin geriye dönük olarak uygulanması nedeniyle başvuranın bu talebi reddedilmiştir.
I.R.S. ve diğerleri davasında (adıgeçen, §§ 50-56), AİHM mevcut davada 38. maddenin uygulanması neticesinde, başvuranların tapu senetlerinin iptal edilmesi nedeniyle tazminat elde etme hakkından yoksun bırakıldıklarına hükmetmiştir. AİHM aynı zamanda, her ne kadar olayların meydana geldiği dönemde yürürlükte olan bir Kanun’a dayanılarak yapılsa da, kamu yararı ile kişisel hakların korunması gereklilikleri arasında var olması gereken dengeyi sağlayabilecek herhangi bir dava başlatılmadığından, bu türden bir müdahale yalnızca keyfi olarak değerlendirilebilir.
AİHM, mevcut davada bu içtihadından ayrılmasını gerektirecek bir neden görmemektedir.
Sonuç olarak, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi ihlal edilmiştir.
III. AİHS’NİN 6. MADDESİ’NİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI HAKKINDA
Başvuran, aynı nedenleri ileri sürerek yerel mahkemelerde görülen davanın hakkaniyete uygun olarak görülmediğini ileri sürmekte ve AİHS’nin 6. maddesine atıfta bulunmaktadır.
AİHM, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin ihlal edildiği tespiti ışığında mevcut davada, bu maddenin ihlal edilip edilmediğinin incelenmesinin gerekli olmadığına kanaat getirmiştir.
IV. AİHS’NİN 41. MADDESİ’NİN UYGULANMASI HAKKINDA
A. Tazminat, masraf ve harcamalar
Başvuran, maddi tazminat olarak 47.700 Y.T: L., manevi tazminat olarak da aynı tutarı talep etmektedir. Masraf ve harcamalar konusuna da AİHM’nin takdirine bırakmaktadır.
Hükümet, başvuranın taleplerine itiraz etmektedir.
AİHM, I.R.S. ve diğerleri kararında yer alan ((adil tazmin), no: 26338/95, §§ 23-24, 31 Mayıs 2005), “tespit edilen ihlalin kaynağı zilyetliğin elden çıkmasının hukuki nitelemesi değil de tazminat yoksunluğu olduğundan, tazminat kaçınılmaz olarak malların tam değerini yansıtmak zorunda değildir” hükmünü hatırlatmaktadır. AİHM, mevcut davada, götürü meblağın ilke olarak, başvuranın tazminat davası açtığı 29 Mayıs 1998 tarihinden başlayıp, Kamulaştırma Kanunu’un 38. maddesi uyarınca dile getirdiği talebinin reddedilmesine ilişkin kararın Yargıtay tarafından onandığı 21 Eylül 2000 tarihinde sona eren zaman zarfında tazminat elde edebilmek için gerekli yasal süreye bağlı mülk değerine denk gelmelidir.
AİHM, adıgeçen kararda (ibidem, §§ 23 ve 24) uygulanan hesaplama yöntemi ışığında başvurana 636 Euro maddi tazminat ödenmesine karar vermiştir.
AİHM, manevi tazminata ilişkin olarak hiçbir özel sorunun bulunmadığına kanaat getirmiştir (ibidem, § 28).
Masraf ve harcamalar konusunda AİHM, bir avukat tarafından temsil edilen başvuranın bir takım masraflar yapmış olabileceğini düşünmektedir. Mevcut dava koşullarını dikkate alan AİHM, her türlü vergiden muaf tutularak başvurana masraf ve harcamalar için 1.000 Euro ödenmesinin makul olacağına kanaat getirmiştir.
C. Gecikme Faizi
AİHM, Avrupa Merkez Bankası’nın marjinal kredi kolaylıklarına uyguladığı faiz oranına üç puanlık bir artışın ekleneceğini belirtmektedir.
BU GEREKÇELERE DAYALI OLARAK AİHM OYBİRLİĞİYLE,
1. Başvurunun kabuledilebilir olduğuna;
2. 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin ihlal edildiğine;
3. AİHS’nin 6. maddesine ilişkin şikayetin ayrıca incelenmesinin gerekli olmadığına;
4. a) AİHS’nin 44 § 2 maddesi gereğince kararın kesinleştiği tarihten itibaren üç ay içinde, döviz kuru üzerinden Y.T: L.’ye çevrilmek üzere ve miktara yansıtılabilecek her türlü vergiden muaf tutularak, Savunmacı Hükümet tarafından başvurana maddi tazminat için 636 Euro (altı yüz otuz altı) ve masraf ve harcamalar için 1.000 Euro (bin) ödenmesine;
b) Sözkonusu sürenin bittiği tarihten itibaren ödemenin yapılmasına kadar Hükümet tarafından, Avrupa Merkez Bankası’nın o dönem için geçerli olan faiz oranının üç puan fazlasına eşit oranda faiz uygulanmasına;
5. Adil tazmine ilişkin diğer taleplerin reddine;
karar vermiştir.
İşbu karar Fransızca olarak hazırlanmış ve AİHM’nin iç tüzüğünün 77 §§ 2 ve 3 maddesine uygun olarak 11 Nisan 2006 tarihinde yazıyla bildirilmiştir.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2014/7813 K: 2015/4418
Danıştay 6. Dairesi E: 2014/2387 K: 2014/4122
Danıştay 6. Dairesi E: 2007/8058 K: 2009/12254
AİHM Mevlüt Aka/Türkiye Davası Kararı
Danıştay 6. Dairesi E: 1990/344 K: 1990/295 T: 08/09/1990
Kamulaştırma işlemi tesis edilmeksizin taşınmazın yola katılması ve enerji nakil hattı geçirilmesi nedeniyle doğan zararın tazmini istenildiğinden, idarenin haksız fiil niteliğindeki eyleminden doğan zararın tazmini istemiyle adli yargıda dava açması gerektiği.
Dava, Ağrı-Van caddesinin genişletilmesi nedeniyle 490 m2 arsanın davalı idarece yola katıldığı ve üzerinde bulunan ağaçların kestirildiği öne sürülerek uğranılan zarar karşılığı olarak … liranın tazminine karar verilmesi istemiyle açılmış, idare mahkemesince; 2942 sayılı Yasanın 1.maddesine göre kamulaştırmanın, Devlet ve Kamu Tüzel kişileri tarafından, kamu gücüne dayanılarak, kamu yararının gerektirdiği hallerde gerçek ve özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetinde bulunan taşınmaz malların ve kaynakların kanunla gösterilen esas ve hükümlere göre yetkili organlarca verilen karar uyarınca parası peşin ödenerek mülkiyetinin alınması veya irtifak kurulması olarak tanımlanabileceği, kamulaştırmasız el atmanın ise genel olarak kamu kuruluşlarının kamulaştırma kararı olmadan veya kamulaştırma kararı kesinleşmeden kişinin taşınmazına müdahale etmeleri ve taşınmaz üzerinde kişinin zilyedliğine son vermeleri hali olduğu, bu tanıma göre kamulaştırmasız el atmada taşınmaza idarenin müdahalesi bir idari karara dayamadığından, müdahalenin idari eylem değil haksız eylem (haksız fiil) niteliğinde olduğu, olayda davacının kamulaştırma işlemi tesis edilmeksizin taşınmazının yola katıldığını ve enerji nakil hattı geçirildiğini, bu nedenle zarara uğrandığını öne sürdüğü dosyanın incelenmesinden idarenin taşınmaza müdahalesinin kamulaştırma kararına veya bir başka idari işleme dayanmadığının anlaşıldığı, bu durum karşısında davalı idarenin haksız fiil niteliğindeki eyleminden doğan zararın tazmini istemiyle açılan davanın görüm ve çözümünün adli yargı yerine ait olduğu gerekçesiyle 2577 sayılı Yasanın 15.maddesinin 1.fıkrasının (a) bendi uyarınca davanın görev yönünden reddine karar verilmiş, karar davacı tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu işlemin iptali istemi ile açılan davanın yukarıda özetlenen gerekçeyle reddi yolundaki temyize konu İdare Mahkemesi kararında, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 49.maddesinin 1.fıkrasında sayılan bozma nedenlerinden hiçbirisi bulunmadığından, bozma istemi yerinde görülmeyerek anılan mahkeme kararının onanmasına karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2015/9088 K: 2016/486
Danıştay 6. Dairesi E: 2014/2387 K: 2014/4122
Danıştay 6. Dairesi E: 2010/750 K: 2014/718
Danıştay 6. Dairesi E: 2007/8058 K: 2009/12254
Danıştay 6. Dairesi E: 2007/8058 K: 2009/12254
Davacının taşınmazının yeşil alanda kalması nedeniyle oluşan mağduriyetinin, idarece imar uygulaması yapılmak suretiyle giderilmesi gerektiği hakkında.
Davacının taşınmazının yeşil alanda kalması nedeniyle oluşan mağduriyetinin, idarece imar uygulaması yapılmak suretiyle
Samsun İdare Mahkemesinin 09.02.2007 günlü, E: 2005/2077, K: 2007/114 sayılı kararının usul ve yasaya aykırı olduğu ileri sürülerek bozulması istenilmektedir.
Danıştay Tetkik Hakimi Ahmet Berberoğlu’nun Düşüncesi: Temyiz isteminin kabulü ile yerinde yeniden keşif ve bilirkişi incelemesi yaptırıldıktan sonra bir karar verilmek üzere mahkeme kararının bozulması gerektiği düşünülmektedir.
Danıştay Savcısı Ekrem Atıcı’nın Düşüncesi: İdare ve yergi mahkemelerince verilen kararların temyizen incelenerek bozulabilmesi için, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 49 uncu maddesinin birinci fıkrasında belirtilen nedenlerin bulunması gerekmektedir.
Temyiz dilekçesinde öne sürülen hususlar, söz konusu maddede yazılı nedenlerden hiçbirisine uymadığından, istemin reddi ile temyiz edilen Mahkeme kararının onanmasının uygun olacağı düşünülmektedir.
TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay 6. Dairesisince Tetkik Hakiminin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü:
Dava, Sinop, Merkez, Ada Mahallesi, … parsel sayılı taşınmazın yeşil alandan çıkarılarak konut alanına alınması istemiyle yapılan başvurunun reddine ilişkin 05.9.2005 günlü, 105 sayılı belediye meclisi kararının iptali istemiyle açılmış, İdare Mahkemesince, yerinde yaptırılan keşif ve bilirkişi incelemesi sonucu düzenlenen rapor ile dosyada yer alan bilgi ve belgelerin birlikte değerlendirilmesinden, 2003 yılında yapılan plan değişikliği ile başka mülk sahiplerine rant kazandırmak amacıyla davacıya ait parselin konut alanından çıkarılarak yeşil alana alındığı anlaşıldığından, bu taşınmazın tekrar konut alanına alınması istemiyle yapılan başvurunun reddine ilişkin işlemde hukuka uygunluk bulunmadığı gerekçesiyle dava konusu işlemin iptaline karar verilmiş, bu karar davalı tarafından temyiz edilmiştir.
İmar planlarının, planlanan yörenin bugünkü durumunun, olanaklarının ve ilerideki gelişmesinin gerçeğe ert yakın şekilde saptanabilmesi için coğrafi veriler, beldenin kullanılışı, donatımı ve mali bilgiler gibi konularda yapılacak araştırma ve anket çalışmaları sonucu elde edilecek bilgiler ışığında, çeşitli kentsel işlevler arasında var olan ya da sağlanabilecek olanaklar ölçüsünde en iyi çözüm yollarını bulmak belde halkına iyi yaşama düzeni ve koşulları sağlamak amacıyla kentin kendine özgü yaşayış biçimi ve karakteri, nüfus, alan ve yapı ilişkileri, yörenin gerek çevresiyle ve gerekse çeşitli alanları arasında olan bağlantıları, halkın sosyal ve kültürel gereksinimleri, güvenlik ve sağlığı ile ilgili konular gözönüne alınarak hazırlanması gerekmektedir.
Anılan ölçütlere göre hazırlanan imar planları zamanla planlanan alandaki koşulların zorunlu kıldığı biçimde ve yasalarda öngörülen yöntemlere uygun olarak değiştirilir. Sosyal ve teknik altyapı alanlarının kaldırılması yönünde yapılan plan değişikliklerinin amaç yönünden yargısal denetimi bu değişikliği zorunlu kılan nedenlerin irdelenmesi yoluyla yapılacaktır. Bu irdelemeden sonra sadece plan değişikliği yapılan alanın değil plan bütünlüğü gözönünde bulundurularak planlanan yörenin tümünün çevre, ulaşım, trafik gibi ilişkilerin kapsamlı bir biçimde ele alınarak, kamu yararına uyarlık bulunup bulunmadığının araştırılması gerekmektedir.
Ayrıca, imar planlarının yargısal denetimi sırasında şehircilik ilkeleri, planlama esasları ve kamu yararı kriterlerinin yanısıra özelliği itibariyle imar planının bütünlüğü, genel yapısı, kapsadığı alanın nitelikleri ve çevrenin korunması gibi olgular nedeniyle “üstün kamu yararı” ilkesinin de gözetilmesi zorunludur.
Dosyanın incelenmesinden, uyuşmazlık konusu taşınmazın konut alanında kaldığı, 2003 yılında yapılan plan değişikliği ile bu alandan çıkarılarak yeşil alana alındığı, bu taşınmaz yeşil alan olarak belirlendiğinden bahisle bir kısım yeşil alanların imara açıldığı, bunun sonucunda da plan bütününde yeşil alan miktarının ve yerlerinin değiştiği, 2003 yılında yapılan plan değişikliğinin dava konusu edilmediği anlaşılmaktadır.
Bu durumda, bireysel yarar ile kamu yararı arasında bir seçim yapılması gerektiğinde kamu yararının üstünlüğü bulunduğundan, davacının mağduriyetine neden olduğundan bahisle uyuşmazlık konusu taşınmazın yeşil alandan çıkarılarak konut alanına alınmasında kamu yararı bulunmamaktadır.
Öte yandan, davacının taşınmazının yeşil alanda kalması nedeniyle oluşan mağduriyetin, idarece imar uygulaması yapılmak suretiyle giderilmesi gerektiği açıktır.
Bu itibarla, idare mahkemesince yukarıda yer verilen tespit ve değerlendirmeler dikkate alınmak suretiyle yeniden bîr karar verilmesi gerekmektedir.
Açıklanan nedenlerle, Samsun İdare Mahkemesinin 09.02.2007 günlü, E: 2005/2077, K: 2007/114 sayılı kararının bozulmasına, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine 18.12.2009 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2014/7813 K: 2015/4418
Danıştay 6. Dairesi E: 2015/361 K: 2015/3486
Danıştay 6. Dairesi E: 2014/2387 K: 2014/4122
Danıştay 6. Dairesi E: 2010/750 K: 2014/718
Danıştay 6. Dairesi E: 2010/750 K: 2014/718
İmar planında “ağaçlandırılacak alan”da kalan taşınmazın, köy eski mezarlığı olması nedeniyle kullanımının mümkün olmamasına rağmen, kamulaştırılmaması ve takas talebinin de karşılanmaması nedeniyle uğranılan zararın tazmini istemiyle açılan davada, taşınmazın bedeli tespit edildikten sonra davacıya ödenmesine karar verilmesi ve davacıya ödenmesine hükmolunacak tazminat tutarının, taşınmazın idare adına tapuda tescil edilmesi sırasında kamulaştırma bedeli yerine geçecek miktar olarak kabul edilmesi ve buna göre işlem yapılması gerektiği hakkında.
TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince Tetkik Hakiminin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü:
Dava, Muğla İli, Fethiye İlçesi, Sahil Patlangıç Mevkii, … sayılı parselde bulunan davacının maliki olduğu ve imar planında “ağaçlandırılacak alan”da kalan taşınmazın, köy eski mezarlığı olması nedeniyle kullanımının mümkün olmamasına rağmen, kamulaştırılmaması ve takas talebinin de karşılanmaması nedeniyle malvarlığında oluşan eksilmenin karşılanması amacıyla uğradığı zararlara karşılık 81.000 TL’nin işleyecek yasal faiziyle birlikte ödenmesine karar verilmesi istemiyle açılmış; İdare Mahkemesince, davacının maliki olduğu 400 m²’lik taşınmazı da kapsayan imar planı değişikliğinin Özel Çevre Koruma Kurulu Başkanlığı’nın 3.3.1997 tarihli, 561 sayılı kararıyla onaylandığı ve taşınmazın bu planda “ağaçlandırılacak alan”da kaldığı, anılan plana yönelik olarak davacının itirazının bulunmadığı, davacının takas talebi üzerine kamulaştırma kararı alınmışsa da kamulaştırmanın gerçekleştirilemediği, Muğla Kültür ve Tabiat Varlıklarının Koruma Bölge Bölge Kurulu’nun 23.6.2005 tarihli, 892 sayılı kararı ile taşınmazın da içinde bulunduğu köy eski mezarlığı taşınmaz kültür ve tabiat varlığı olarak tescil edildiğinden taşınmazın davalı idare tarafından kamulaştırılması olanağının kalmadığı, davacının malvarlığında meydana gelen eksilmenin sebebi olarak gösterilen imar uygulamalarına karşı dava açılmadığı, bununla birlikte; idarenin takas veya kamulaştırmaya yargı kararı ile zorlanamayacağından, davacının uğradığını ileri sürdüğü zararın idarece tazminine olanak bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, bu karar davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Anayasa’nın 35. maddesinde: “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.” kuralına yer verilmiş, temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasını düzenleyen 13. maddesinde ise, temel hak ve hürriyetlerin, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabileceği, bu sınırlamaların, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı belirtilmiştir.
Anayasa’nın 90. maddesi uyarınca uygun bulunan ve iç hukukun bir parçası halini alan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 1 nolu Ek Protokolünün “Mülkiyetin korunması” başlıklı 1. maddesinde ise: “Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.” hükmü yer almıştır.
Nitekim, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM), benzer bir mülkiyet hakkı ihlali iddiasıyla açılmış olan, Hakan Arı/Türkiye Davasında (Başvuru No:13331/07) 11.1.2011 tarihinde verdiği kararda, “…. başvuran mülkiyet hakkına karşı orantısız bir müdahalenin yapıldığını öne sürmektedir.
Hükümet, mülkiyetten yoksun bırakma gibi bir durumun söz konusu olmadığını ve başvuranın arazisini kullanmaya ve fidanlık olarak ekip biçmeye devam edebileceğini savunmaktadır. AİHM’ye göre başvuranın mülkiyet hakkına yönelik bir müdahale söz konusudur. Taşınmazın şehir imar planında okul yapımı için öngörülmesi yalnızca imar yasağından etkilenmesine yol açmamış, aynı zamanda araziden istifade edilmesini de olanaksız hale getirmiştir. Geriye Ek 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesinin ihlal edilip edilmediğini tespit etmek kalmaktadır.
AİHM, başvuranın taşınmazına el atılmaması nedeniyle re’sen gerçekleşmiş bir müdahalenin olmadığını gözlemlemektedir. AİHM, bunun yanı sıra mülkiyetin transferinin gerçekleşmemiş olduğu ihtilaf konusu davayı görünenlerin ötesine geçerek gerçek yüzüyle inceleyeceğini belirtmektedir. AİHM, bu bağlamda, başvuran tarafından öne sürülen durumun etkilerinin mülkiyet hakkına yönelik kısıtlamalardan ileri geldiğini, gayrimenkulün değeri ile ilintili olduğunu ve sonucu itibarıyla bütün olarak taşınmazın kullanılabilirliğini azalttığını anımsatır. AİHM, buna karşın, özüne yönelik kayba uğrasa da mezkur hakkın kaybolmadığını not etmektedir. Dile getirilen bütün bu tedbirlerden başvuranın mülkiyet hakkından yoksun bırakıldığı gibi bir çıkarımda bulunulamamaktadır. Başvuran ne taşınmazına erişim hakkını ne de onun maliki olmayı kaybetmiş, esasen taşınmazın satışı konusunda sıkıntı yaşamıştır. …..
AİHM, yine de başvuran tarafından dile getirilen durumun Ek 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesinin ilk cümlesi kapsamına girdiğini ifade etmektedir. AİHM, kamu yararının gerekleri ile başvuranın temel haklarının korunması arasında hüküm sürmesi gereken adil dengenin gözetilip gözetilmediğini incelemeye alacaktır (…..)
Başvuranın imar iznini elde etme konusunda meşru bir beklentisi bulunmaktadır. Zira okul inşaatının öngörüldüğü şehir imar planını müteakip kamulaştırma amacıyla sonradan araziye imar yasağı getirilmiştir. Bu yasak halen sürmektedir.
AİHM, başvuranın ilgili bütün bu dönem boyunca mülkiyetinin akıbeti konusunda bir belirsizliğe itildiğini gözlemlemektedir. İlk etapta idari bütçe kaynaklarının yetersizliği nedeniyle mezkur arazi kamulaştırılamamış, ikinci süreçte belediyenin 22 Eylül 2005 tarihinde kabul ettiği yeni şehir imar planına göre başvuranın taşınmazı bir kez daha okul yapımı kararından etkilenmiştir.
AİHM, bu bağlamda, Hükümet tarafından iç hukukta başvuranın taşınmazının belirsizliğini telafi edecek herhangi bir hukuki kararın alındığı dile getirilmemiştir.
AİHM, söz konusu bu durumun, başvuranın mülkiyet hakkından tam anlamıyla yararlanmasının önünde engel teşkil ettiğine ve arazinin satış şansı da dâhil, sonucu itibarıyla taşınmazın değerini hatırı sayılır ölçüde azalttığına itibar etmektedir.
Ayrıca başvuranın uğradığı kayıp hiçbir tazminat miktarı ile giderilmemiştir.
Bütün bu sözü edilenler AİHM’yi başvuranın, kamu yararının gerekleri ile mülkiyet hakkı arasında gözetilmesi gereken adil dengeyi bozan alışılmışın dışında ve ölçüsüz bir yüke katlanmak zorunda kaldığı yönünde düşünmeye sevk etmektedir.
AİHM, bu nedenle Ek 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesinin ihlal edildiği sonucuna varmaktadır.” gerekçesiyle Türkiye’yi tazminat ödemeye mahkum etmiştir.
Bu arada, benzer uyuşmazlıkların adli yargıda dava konusu edilmeleri üzerine adli yargı yerlerinin ve Yargıtay’ın, konuyu çözümsüz bırakmamak amacıyla uyuşmazlıklara Medeni Hukuk kuralları çerçevesinde çözümler getirmeye çalıştığı görülmektedir. Konunun en belirgin şekilde tartışıldığı ve karara bağlandığı örnek ise Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 15.12.2010 tarihli E:2010/5-662 K:2010/651 sayılı kararıdır. Bu kararda; “… uzun yıllar programa alınmayan imar planının fiilen hayata geçirilmemesi nedeniyle kamulaştırma ya da takas cihetine gitmeyen davalı İdarenin, malikin taşınmaz üzerindeki tasarruf hakkını belirsiz bir süre için kullanılamaz hale getirdiği, dolayısıyla malikin taşınmazdan mülkiyet hakkının özüne uygun şekilde yararlanma olanağı kalmadığı, taşınmaz malikinin mülkiyet hakkının hukuksal bir nedene dayanılmadan İdarece engellendiği kuşkusuzdur.
Yukarıda açıklandığı üzere, malikin taşınmaz üzerindeki egemenliği hukuk düzeninin sınırları içinde üçüncü kişilere karşı korunmuş ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 683. maddesinde malike, hukuka aykırı olarak müdahalenin önlenmesini isteme hakkı tanınmıştır. Bir kişinin taşınmazına eylemli olarak el atıp tamamen veya kısmen kullanılmasına engel olunması ile imar uygulaması sonucu o kişinin mülkiyetinde olan taşınmaza hukuken kullanmaya engel sınırlamalar getirilmesi arasında sonucu itibari ile bir fark bulunmamakta her ikisi de kişinin mülkiyet hakkının sınırlandırılması anlamında aynı sonucu doğurmaktadır.
Ancak, bundan da öte; uzun yıllar programa alınmayan imar planının fiilen hayata geçirilmemesi nedeniyle kamulaştırma ya da takas cihetine gitmeyen davalı idarece, pasif ve suskun kalınmak ve işlem tesis edilmemek suretiyle taşınmaza müdahale edildiği; bu haliyle İdarenin eyleminin, mülkiyet hakkının özüne dokunan ve onu ortadan kaldıran bir niteliğe sahip bulunan kamulaştırmasız el koyma olgusunun varlığı için yeterli bulunduğu, her türlü izahtan varestedir….” gerekçesiyle söz konusu uyuşmazlıkları “kamulaştırmasız el koyma” kapsamında değerlendirmiş ve idarenin hukuka aykırı eylemiyle mülkiyet hakkı engellenen taşınmaz mal sahibinin, dava yoluyla kamulaştırmasız el koyma hükümleri doğrultusunda mülkiyetin bedele çevrilmesini, eş söyleyişle idareden değer karşılığının verilmesini isteyebileceği sonucuna varmıştır.
Bununla birlikte, benzer uyuşmazlıklarla ilgili olarak yine adli yargıda açılan davalarda, görev itirazında bulunulması üzerine olumlu görev uyuşmazlığı çıkmış, uyuşmazlığı inceleyen Uyuşmazlık Mahkemesi tarafından da, 9.4.2012 tarihli E:2012/41 K:2012/77 sayılı ve 9.4.2012 tarihli E:2011/238 K:2012/63 sayılı kararlarda olduğu gibi, yukarıda belirtilen konularda idari yargı görevli bulunmuştur.
Yerleşme yerleri ile bu yerlerdeki yapılaşmaların; plan, fen, sağlık ve çevre şartlarına uygun teşekkülünü sağlamak amacıyla 3194 sayılı İmar Kanununun 7. ve 8. maddeleriyle, belirli nüfus kriterini aşan belediye ve valiliklere imar planları hazırlama ve yürürlüğe koyma yükümlülüğü getirilmiştir.
Aynı Kanunun 10. maddesinde: “Belediyeler; imar planlarının yürürlüğe girmesinden en geç 3 ay içinde, bu planı tatbik etmek üzere 5 yıllık imar programlarını hazırlarlar. Beş yıllık imar programlarının görüşülmesi sırasında ilgili yatırımcı kamu kuruluşlarının temsilcileri görüşleri esas alınmak üzere Meclis toplantısına katılır. Bu programlar, belediye meclisince kabul edildikten sonra kesinleşir. Bu program içinde bulunan kamu kuruluşlarına tahsis edilen alanlar, ilgili kamu kuruluşlarına bildirilir. Beş yıllık imar programları sınırları içinde kalan alanlardaki kamu hizmet tesislerine tahsis edilmiş olan yerleri ilgili kamu kuruluşları, bu program süresi içinde kamulaştırırlar. Bu amaçla gerekli ödenek kamu kuruluşlarının bütçelerine konulur. İmar programlarında, umumi hizmetlere ayrılan yerler ile özel kanunları gereğince kısıtlama konulan gayrimenkuller kamulaştırılıncaya veya umumi hizmetlerle ilgili projeler gerçekleştirilinceye kadar bu yerlerle ilgili olarak diğer kanunlarla verilen haklar devam eder.” hükmüne yer verilmek suretiyle, belediyelere, imar planlarını uygulamak üzere belirtilen süre içerisinde imar programını hazırlama; programı uygulamaya koyma, ilgili yatırımcı kamu kuruluşlarına ise imar programlarında kendi görev alanlarındaki kamu hizmeti için ayrılan özel mülkiyete ait arsaları program süresi içinde kamulaştırma zorunluluğu yüklenmiştir.
Dosyanın incelenmesinden; Muğla İli, Fethiye İlçesi, Sahil Patlangıç Mevkii, … sayılı parsel üzerinde bulunan davacının maliki olduğu taşınmazına karşılık 1996 yılında yapılan imar uygulaması sonucunda … ada, … sayılı parselde hisse tahsis edildiği, söz konusu parselin köy eski mezarlığı içerisinde kaldığı, davacının takas talebi üzerine kamulaştırma kararı alındığı ancak kamulaştırma işleminin gerçekleştirilemediği, Muğla Kültür ve Tabiat Varlıklarının Koruma Bölge Kurulu’nun 23/06/2005 tarih ve 892 sayılı kararı uyarınca taşınmazın da içinde bulunduğu köy eski mezarlığının taşınmaz kültür ve tabiat varlığı olarak tescil edildiği anlaşılmaktadır.
Davacıya ait parselin, köy eski mezarlığı içerisinde kalması nedeniyle imar planında “ağaçlandırılacak alan” olarak ayrılması nedeniyle bu parselde artık yapılaşmaya gidilemeyeceğinden, davacının tasarruf haklarının kısıtlandığının açıktır. Buna rağmen taşınmazın “ağaçlandırılacak alan” olarak belirlenmesinin üzerinden 5 yıldan fazla bir süre geçmiş olmasına karşın; davalı idarece imar programının hazırlanmadığı ve kamulaştırma yapılmadığı gibi taşınmazın kamulaştırılmasına yönelik davacı istemlerinin reddedildiği ve ne zaman kamulaştırma yapılabileceği konusunda davacıya herhangi bir bilgi de verilmediğinden, davacıya ait parselin mülkiyet hakkından yararlanma olanağının kalmadığı görülmektedir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, yukarıda da yer verilen Hakan Arı/Türkiye Davasında (Başvuru No:13331/07) verdiği kararda, sözkonusu durumun başvuranın mülkiyet hakkından tam anlamıyla yararlanmasının önünde engel teşkil ettiği ve arazinin satış şansı da dahil, sonucu itibarıyla taşınmazın değerini hatırı sayılır ölçüde azalttığı değerlendirmesinde bulunarak, malikin, kamu yararının gerekleri ile mülkiyet hakkı arasında gözetilmesi gereken adil dengeyi bozan alışılmışın dışında ve ölçüsüz bir yüke katlanmak zorunda kaldığı sonucuna varmış, ilgilinin mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir.
Bu bağlamda, imar planında kamusal kullanıma ayrılmış olması nedeniyle davacının taşınmazının yapılaşmaya kapatıldığı, imar haklarını kullanma olanağının kalmadığı, dolayısıyla davacının mülkiyet hakkı kullanımının engellendiği görülmektedir. Bunun yanında, idarece belirsizliği telafi edecek herhangi bir hukuki karar alınmayarak arsa üzerindeki kısıtlama devam ettirilmiştir.
Bu durumda, davacıya ait taşınmazın imar planında “ağaçlandırılacak alan” olarak belirlenmesi nedeniyle 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 10. maddesi uyarınca imar planının yürürlüğe girmesinden itibaren en geç 3 ay içinde bu planı tatbik etmek üzere 5 yıllık imar programının belediyece hazırlanmaması ve bunun sonucunda taşınmazının kamulaştırılmaması nedeniyle davacının mülkiyet hakkının belirsiz bir süre ile kısıtlandığı ve bu kısıtlamanın idarece bir karar alınarak kaldırılmadığının sabit olması karşısında, taşınmaz malın değerinin hesaplanarak ilgilisine ödenmesi dışında başka bir yol kalmamıştır.
İdarece taşınmaz kamulaştırılmış olsaydı taşınmaz bedelinin mahkemece Kamulaştırma Kanunu hükümleri çerçevesinde tespit edilerek hak sahibine ödenmesi gerekecekti; bu nedenle taşınmaz değerinin belirtilen Kanun hükümleri dikkate alınarak saptanması gerekmektedir..
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 11. maddesinde, taşınmaz mal bedelinin tespiti esasları belirtilmiş, 15. maddesinde ise, taşınmazın niteliğine göre bilirkişi kurulunun nasıl oluşturulacağı açıklanmıştır.
Mahkemece keşif ve bilirkişi incelemesi yaptırılmak suretiyle aralarında emlak değerleme uzmanının da bulunduğu bilirkişi kurulunca, taşınmazın cins ve nevi, yüzölçümü, kıymetini etkileyecek bütün nitelik ve unsurları, her unsurun ayrı ayrı değeri, varsa vergi beyanı, varsa resmi makamlarca yapılmış kıymet takdirleri, taşınmazın mevkii, taşınmazın mevkii ve şartlarına göre ve olduğu gibi kullanılması halinde getireceği net geliri, özel amacı olmayan emsal satışlara göre satış değeri, bedele etki eden tüm kanuni veriler, imar verileri, taşınmazın özgün nitelik ve kullanım şekli, değeri etkileyen hak ve yükümlülükleri, gayrimenkul üzerinde ayni ve şahsi irtifak hakları ve gayrimenkul mükellefiyetleri vb. bedelin tespitinde etkili olacak diğer objektif ölçülerin belirlenmesi suretiyle taşınmaz bedeli tespit edildikten sonra davacıya ödenmesine karar verilmesi icap etmektedir.
Belirtilen açıklamalar karşısında, İdare Mahkemesinin taşınmazın kamulaştırılmasının mümkün olmadığı gibi idarenin yargı kararı ile kamulaştırmaya zorlanamayacağı gerekçesiyle davanın reddi yolundaki kararında hukuki isabet görülmemiştir.
Öte yandan, davacıya ödenmesine hükmolunacak tazminat tutarının, taşınmazın idare adına tapuda tescil edilmesi sırasında kamulaştırma bedeli yerine geçecek miktar olarak kabul edilmesi ve buna göre işlem yapılması zorunludur.
Açıklanan nedenlerle, Muğla 1. İdare Mahkemesince verilen 25/03/2009 tarihli E:2008/947 K:2009/592 sayılı kararın bozulmasına, dosyanın adı geçen Mahkemeye gönderilmesine, bu kararın tebliğ tarihini izleyen günden itibaren 15 gün içerisinde kararın düzeltilmesi yolu açık olmak üzere, 05/02/2014 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2014/7813 K: 2015/4418
Danıştay 6. Dairesi E: 2015/361 K: 2015/3486
Danıştay 6. Dairesi E: 2015/9088 K: 2016/486
Danıştay 6. Dairesi E: 2014/2387 K: 2014/4122
Danıştay 6. Dairesi E: 2014/2387 K: 2014/4122
Geçici 6. maddenin 1. fıkrasında belirtilen tarih aralığından bağımsız olarak ve tarih sınırlaması getirilmeksizin imar planlarından kaynaklanan hukuki el atmalara ilişkin açılacak tazminat davalarında anılan geçici maddenin 7. fıkrasındaki düzenleme dikkate alınarak yargılama esnasında maktu harç alınması nispi harç alınmaması hakkında.
Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince Tetkik Hakiminin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü:
Dava, Bursa İli, Osmangazi İlçesi, Sırameşeler Alemdar Mahallesi, … ada, … sayılı parselde bulunan davacının hissedarı olduğu taşınmazın, 1/1000 ölçekli planda kısmen yol ve çocuk parkı olarak düzenlenmesine rağmen herhangi bir işlem yapılmaması nedeniyle uğranıldığı ileri sürülen zararın tazmini amacıyla davalı idarece 450.000,00-TL ödenmesine hükmedilmesi istemiyle açılmış, İdare Mahkemesince; davacının
03.09.2013 tarihli dilekçesiyle; 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun geçici 6.maddesi uyarınca işbu davanın maktu harca tabi olduğunu iddia ederek karar harcını eksik yatırması üzerine, bakılmakta olan davanın anılan madde kapsamındaki bir dava olmadığına karar vererek, 11.09.2013 tarihli Başkanlık yazısı ile davacıdan nisbi harç yatırması gerektiğinden, eksik yatırılan harcın tamamlanması istenilmiş, bu yazının davacıya 17.09.2013 tarihinde tebliğ edilip, gereğinin yerine getirilmemesi nedeniyle yazılan 08/11/2013 tarihli ikinci Başkanlık yazısının 15/11/2013 tarihinde davacıya tebliğ edilmesine karşın tanınan süre içerisinde bildirilen eksikliğin tamamlanmadığının anlaşılması üzerine 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 6. maddesinin 4.fıkrası uyarınca davanın açılmamış sayılmasına karar verilmiş, bu karar davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
18.06.2010 tarihli, 5999 sayılı Kanun ile 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’na eklenen geçici 6. madde ile “Kamulaştırma işlemleri tamamlanmamış veya kamulaştırması hiç yapılmamış olmasına rağmen 09/10/1956 tarihi ile 4/11/1983 tarihi arasında fiilen kamu hizmetine ayrılan veya kamu yararına ilişkin bir ihtiyaca tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmazlara veya kaynaklara kısmen veya tamamen veyahut irtifak hakkı tesis etmek suretiyle malikin rızası olmaksızın fiili olarak el konulması sebebiyle, malik tarafından ilgili idareden tazminat talebinde bulunulması halinde, öncelikle uzlaşma yoluna gidilmesi esastır. İdare ve malik arasında uzlaşma sağlanamadığı takdirde, uzlaşmazlık tutanağının tanzim edildiği veya ikinci fıkradaki sürenin uzlaşmaya davet olmaksızın sona erdiği tarihten itibaren üç ay içerisinde malik tarafından sadece tazminat davası açılabilir. Dava açılması halinde, fiilen el konulan taşınmazın veya üzerinde tesis edilen irtifak hakkının müracaat tarihindeki değeri, ikinci fıkranın birinci cümlesindeki esaslara göre mahkemece tespit ve taşınmazın veya hakkın idare adına tesciline veya terkinine ve malike tazminat ödenmesine hükmedilir. Tescile veya terkine ilişkin hüküm kesin olup tarafların hükmedilen tazminata ilişkin temyiz hakkı saklıdır. “şeklinde düzenleme getirilerek öncelikle uzlaşma, uzlaşma sağlanamaz ise dava açma hakkı tanınmıştır. 30.06.2010 tarihinde yürürlüğe giren bu madde ulusal mevzuatımızda kamulaştırmasız el atma kavramını tanımlayan ve bu durumda izlenecek usulü düzenleyen ilk yasal mevzuattır. Ancak madde metninden de anlaşılacağı üzere 5999 sayılı Yasa 1983 öncesi dönemde fiilen kamulaştırmasız el atılan taşınmazlara ilişkin açılacak tazminat davalarında izlenecek usulü belirlemektedir.
25.02.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6111 sayılı Yasa ile “Bu Kanun’un yürürlüğe girdiği tarihten itibaren onbeş yıl süreyle geçerli olmak üzere; 04/11/1983 tarihli ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun geçici 6 ncı maddesi hükmü, 04/11/1983 tarihinden sonraki kamulaştırmasız el koyma işlemlerine de uygulanır. Ancak, bu tarihten sonraki kamulaştırmasız el koyma işlemleri sebebiyle açılan tazminat davalarında verilen ve kesinleşen mahkeme kararlarına istinaden 2942 sayılı Kanun’un geçici 6’ncı maddesinin yedinci fıkrası uyarınca ödemelerde kullanılmak üzere, ihtiyaç olması halinde, idarelerin yılı bütçelerinde sermaye giderleri için öngörülen ödeneklerden ayrıca yüzde beş pay ayrılır.” şeklinde getirilen düzenleme ile geçici 6. maddenin 1983 sonrasındaki dava ve taleplere de uygulanması olanağı getirilmiştir.
Ancak; 5999 sayılı Kanun ile 2942 sayılı Yasaya eklenen Geçici 6. maddenin ve 6111 sayılı Yasanın iptali istemi ile yapılan başvuru üzerine Anayasa Mahkemesi; 01.11.2012 tarihli E:2010/83 K:2012/169 sayılı kararı ile 5999 sayılı Yasanın 1. maddesinin 6. fıkrasının 1. cümlesindeki “ sadece “ ibaresini ve 6111 sayılı Yasa ile getirilen düzenlemenin tamamını Anayasaya aykırı bularak iptal etmiştir.
Anayasa Mahkemesi 5999 sayılı Yasanın 1. maddesinin 6. fıkrasının 1. cümlesindeki “sadece” ibaresinin iptaline ilişkin kararında; “ Maddi hukukta herhangi bir değişiklik yapılmaksızın maddi hukukun ihlalinden kaynaklanan uyuşmazlıkların dava konusu yapılmasını yasaklayan kural, hak arama özgürlüğünü ortadan kaldırıcı niteliktedir. Taşınmazına kamulaştırmasız el atılan malikin sadece tazminat davası açabileceğini düzenleyen kural, malikin el atmanın önlenmesi ve ecri misil davası gibi mülkiyet hakkından kaynaklanan davaları açmasını yasaklamakta ve böylece hak arama özgürlüğünü bu davalar yönünden ortadan kaldırmaktadır. Açıklanan nedenlerle malikin sadece tazminat davası açabileceğini öngören kural, Anayasanın 36.maddesine aykırıdır.” şeklindeki gerekçesi ile taşınmazına haksız müdahale edilen kişinin, mülkiyet hakkının niteliğinden kaynaklanan davaları açma yetkisini kısıtlayan düzenlemenin, hak arama özgürlüğüne aykırı olduğunu ortaya koymuştur.
Anayasa Mahkemesi 6111 sayılı Yasa ile getirilen düzenlemenin iptali kararında; “Geçmişe yönelik bazı mağduriyetlerin giderilmesi amacı ile çıkarılan ve istisnai nitelik taşıyan geçici 6. maddedeki malik aleyhine hükümlerin geleceğe yönelik olarak uygulanması halinde kamulaştırma için Anayasa ve Kanun’da öngörülen bütün güvenceler etkisiz kalabilecektir. Kuralla, kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 15 yıl boyunca 2026 yılına kadar idarelerin özel mülkiyete kamulaştırmasız el atma yolu ile müdahalesine yol açılmaktadır. Böylece idareler kamulaştırma yapmak yerine, hukuka aykırı olarak el atmak sureti ile taşınmazları elde edebileceklerdir. Böyle bir durumda devletin hukuka bağlılığı ilkesi zedeleneceği gibi bireyler açısından hukuki güvenlik ve öngörülebilirlik de ortadan kalkacaktır. Bir hukuk devletinde kanunların hukuka aykırı uygulamaları teşvik etmesi kabul edilemez, açıklanan nedenlerle kural, Anayasa’nın 2, 35, 46.maddelerine aykırıdır.” şeklindeki gerekçesi ile 5999 sayılı Yasa ile getirilen Geçici 6. maddenin istisnai bir düzenleme olduğunu ve sadece 1983 öncesi dönemde yapılan haksız müdahaleler nedeni ile açılacak dava ve taleplerde uygulanabileceğini açıkça belirtmiştir.
Anayasa Mahkemesinin 5999 sayılı Yasanın 1.maddesinin 6. fıkrasının 1. cümlesindeki “sadece“ ibaresi ile 6111 sayılı Kanun ile getirilen düzenlemenin tamamını Anayasaya aykırı bularak iptal etmesi üzerine
11.06.2013 tarihinde yürürlüğe giren 6487 sayılı Kanun’un 21. maddesi ile 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun Geçici 6. maddesi yeniden düzenlenmiştir.
“Kamulaştırılmaksızın kamu hizmetine ayrılan taşınmazların bedel tespiti” başlıklı GEÇİCİ MADDE 6 (1) Kamulaştırma işlemleri tamamlanmamış veya kamulaştırması hiç yapılmamış olmasına rağmen 09/10/1956 tarihi ile 4/11/1983 tarihi arasında fiilen kamu hizmetine ayrılan veya kamu yararına ilişkin bir ihtiyaca tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmazlara veya kaynaklara kısmen veya tamamen veyahut irtifak hakkı tesis etmek suretiyle malikin rızası olmaksızın fiili olarak el konulması sebebiyle, mülkiyet hakkından doğan talepler, bedel talep edilmesi hâlinde bedel tespiti ve diğer işlemler bu madde hükümlerine göre yapılır. Bu maddeye göre yapılacak işlemlerde öncelikle uzlaşma usulünün uygulanması dava şartıdır.
İdarenin daveti veya malikin müracaatı üzerine, fiilen el konulan taşınmazın veya üzerinde tesis edilen irtifak hakkının idarenin daveti veya malikin müracaat ettiği tarihteki tahmini değeri; bu Kanun’un 8’inci maddesinin ikinci fıkrasına göre teşkil edilen kıymet takdir komisyonu marifetiyle, taşınmazın el koyma tarihindeki nitelikleri esas alınmak ve bu Kanun’un 11’inci ve 12’nci maddelerine göre hesaplanmak suretiyle tespit edilir. Tespitten sonra, bu Kanun’un 8’inci maddesinin üçüncü fıkrasına göre teşkil olunan uzlaşma komisyonunca, idarenin daveti veya malikin müracaat tarihinden itibaren en geç altı ay içinde 7201 sayılı Kanun hükümlerine göre tebliğ edilen bir yazı ile tahmini değer bildirilmeksizin, talep sahibi uzlaşma görüşmelerine davet edilir.
Uzlaşma; idareye ait taşınmazın trampası, idareye ait taşınmaz üzerinde sınırlı ayni hak tanınması veya imar mevzuatı çerçevesinde başka bir yerde imar hakkı kullandırılması suretiyle veya bunların mümkün olmaması hâlinde nakdi bedel üzerinden yapılabilir.
Uzlaşma görüşmeleri, hukuki veya fiili engel bulunmadığı takdirde davete icabet tarihinden itibaren en geç altı ay içinde sonuçlandırılır ve uzlaşmaya varılıp varılmadığı, malik veya temsilcisi ile komisyon üyeleri tarafından imzalanan bir tutanağa bağlanır. Bu tutanak ile uzlaşma görüşmelerine ilişkin bilgi ve belgeler, açılacak davalarda taraflar aleyhine delil teşkil etmez. Uzlaşmaya varılması hâlinde, üzerinde uzlaşılan hakkın türünü, tanınma şart ve usullerini, nakdi ödemede bulunulacak ise miktarını ve ödeme şartları ile taşınmazların tesciline veya terkinine dair muvafakati de ihtiva eden bir sözleşme akdedilerek bu sözleşme çerçevesinde işlem yapılır ve uzlaşma konusu taşınmazlar resen tapuya tescil veya terkin edilir.
Uzlaşılan bedel, bütçe imkanları dâhilinde sonraki yıllara sâri olacak şekilde taksitli olarak da ödenebilir. Taksitli ödeme süresince, 04/12/1984 tarihli ve 3095 sayılı Kanuni Faiz ve Temerrüt Faizine İlişkin Kanuna göre ayrıca kanuni faiz ödenir.
İdare ve malik arasında uzlaşma sağlanamadığı takdirde, uzlaşmazlık tutanağının tanzim edildiği tarihten itibaren üç ay içinde malik veya idare tarafından bedel tespiti davası açılabilir. Dava açılması hâlinde, fiilen el konulan taşınmazın veya üzerinde tesis edilen irtifak hakkının dava tarihindeki değeri, ikinci fıkranın birinci cümlesindeki esaslara göre mahkemece bu Kanun’un 15’inci maddesine göre bilirkişi incelemesi yapılmak suretiyle tespit ve taşınmazın veya hakkın idare adına tesciline veya terkinine hükmedilir. Tespit edilen bedel, bu maddenin sekizinci fıkrasına göre idarece ödenir. Tescile veya terkine ilişkin hüküm kesin olup tarafların hükmedilen bedele ilişkin temyiz hakkı saklıdır.
Bu madde kapsamında açılan davalarda mahkeme ve icra harçları ile her türlü vekalet ücretleri bedel tespiti davalarında öngörülen şekilde maktu olarak belirlenir.
Kesinleşen mahkeme kararlarına istinaden bu madde uyarınca ödemelerde kullanılmak üzere, ihtiyaç olması hâlinde, merkezi yönetim bütçesine dâhil idarelerin yılı bütçelerinde sermaye giderleri için öngörülen ödeneklerinin (Milli Savunma Bakanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı bütçelerinin güvenlik ve savunmaya yönelik mal ve hizmet alımları ile yapım giderleri için ayrılan ödeneklerin) yüzde ikisi, belediye ve il özel idareleri ile bağlı idareleri için en son kesinleşmiş bütçe gelirleri toplamının, diğer idareler için en son kesinleşmiş bütçe giderleri toplamının en az yüzde ikisi oranında yılı bütçelerinde pay ayrılır. Kesinleşen alacakların toplam tutarının ayrılan ödeneğin toplam tutarını aşması hâlinde, ödemeler, sonraki yıllara sâri olacak şekilde, garameten ve taksitlerle gerçekleştirilir. Taksitlendirmede, bütçe imkanları ile alacakların tutarları dikkate alınır. Taksitli ödeme süresince, 3095 sayılı Kanun’a göre ayrıca kanuni faiz ödenir. İdare tarafından, mahkeme kararı gereğince nakdi ödeme yerine, üçüncü fıkrada belirtilen diğer uzlaşma yolları da teklif edilebilir ve bu maddenin uzlaşmaya ilişkin hükümlerine göre işlem yapılabilir.
Bu maddenin bedele ilişkin hükümleri, vuku bulduğu tarih itibarı ile bu maddenin kapsamında olan kamulaştırmasız el koymadan dolayı açtıkları tazminat davası süre bakımından dava hakkının düştüğü gerekçesiyle reddedilmiş olanlar hakkında da uygulanır. Evvelce açtıkları davalar sonunda tazminat almaya hak kazanmış veya süre dışındaki sebeplerden dolayı davaları reddedilmiş olanlar hakkında bu madde hükümleri uygulanmaz. Ancak, gerek iç hukuka ve gerekse milletlerarası hukuka göre evvelce açtıkları davalar sonunda hak kazanmış oldukları tazminat henüz ödenmemiş olanlara, idare tarafından nakdi ödeme yerine, üçüncü fıkrada belirtilen diğer uzlaşma yolları teklif edilebilir ve bu maddenin uzlaşmaya ilişkin hükümlerine göre işlem yapılabilir.
Vuku bulduğu tarih itibarı ile bu maddenin kapsamında olan kamulaştırmasız el koymadan dolayı bu maddenin yürürlüğe girmesinden önce tazmin talebiyle dava açmış olanlar; bu madde hükümlerine göre uzlaşma yoluna gitmeyi isteyip istemediklerini bu maddenin yürürlüğe girmesinden itibaren üç ay içinde idareye ve mahkemeye verecekleri dilekçeler ile bildirebilirler. Uzlaşma talebi üzerine, uzlaşma görüşmelerinin neticesine kadar dava bekletilir; uzlaşılamaması hâlinde, uzlaşmazlık tutanağının mahkemeye sunulmasından sonra davaya devam edilir. Uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmî kurumlara ayrılmak suretiyle veya ilgili kanunların uygulamasıyla tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar hakkında, 03/05/1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanunu’nda öngörülen idari başvuru ve işlemler tamamlandıktan sonra idari yargıda dava açılabilir. Bu madde hükümleri karara bağlanmamış veya kararı kesinleşmemiş tüm davalara uygulanır. Kararı kesinleşen davalara ise, bu maddenin yalnızca sekizinci fıkra hükümleri uygulanır.
Bu madde uyarınca ödenecek olan bedelin tahsili sebebiyle idarelerin mal, hak ve alacakları haczedilemez.
24/02/1984 tarihli ve 2981 sayılı Kanun hükümlerine göre yapılan imar uygulamalarından doğan ve ipotekle teminat altına alınanlar da dâhil olmak üzere her türlü alacak ve bedeller, borçlu idarelerce, ipotek veya uygulama tarihinden itibaren 3095 sayılı Kanunda belirtilen kanuni faiz oranı uygulanmak suretiyle güncellenerek ilgililerine ödenir. Bu hüküm devam eden davalarda da uygulanır. Bu fıkra uyarınca yapılacak ödemeler hakkında da bu madde hükümleri uygulanır.
4/11/1983 tarihinden bu fıkranın yürürlüğe girdiği tarihe kadar kamulaştırma işlemleri tamamlanmamış veya kamulaştırması hiç yapılmamış olmasına rağmen fiilen kamu hizmetine ayrılan veya kamu yararına ilişkin bir ihtiyaca tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmazların idare tarafından kamulaştırılması hâlinde kamulaştırma bedeli ve mahkemelerce malikleri lehine hükmedilen tazminat ile bu davalara ilişkin mahkeme ve icra vekalet ücretleri de, idarelerce bu maddenin sekizinci fıkrasına göre bütçelerden ayrılacak paydan ve aynı fıkrada belirtilen usule göre ödenir ve işlem yapılır. Bu alacaklar için de bu maddenin on birinci fıkrası, bu fıkra kapsamında kalan taşınmazlar hakkında açılan her türlü davalarda ise yedinci fıkra hükümleri uygulanır. Bu fıkra hükmü, bu fıkra kapsamında kalan taşınmazlar hakkında açılan ve kesinleşmeyen davalarda da uygulanır.” denilmektedir.
Yapılan yeni düzenleme ile kişilerin temel haklarından biri olan mülkiyet hakkının süresi belirsiz bir zaman diliminde kısıtlanmak suretiyle mülkiyet hakkının özünün zedelenmesine neden olan, imar planlarında umumi hizmetlere ve resmi kurumlara ayrılarak ve uzun zaman kamulaştırma yapılmamak suretiyle hukuki olarak el atılmış taşınmaz sahipleri için de düzenleme getirilmiştir. Bu düzenleme geçici 6. maddenin 10. fıkrasına “Uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmî kurumlara ayrılmak suretiyle veya ilgili kanunların uygulamasıyla tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar hakkında, 03/05/1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanunu’nda öngörülen idari başvuru ve işlemler tamamlandıktan sonra idari yargıda dava açılabilir. Bu madde hükümleri karara bağlanmamış veya kararı kesinleşmemiş tüm davalara uygulanır. Kararı kesinleşen davalara ise, bu maddenin yalnızca sekizinci fıkra hükümleri uygulanır.” şeklindeki düzenleme eklenmiştir. Getirilen yeni düzenleme ile maddenin 1. fıkrasında belirtilen tarih aralığından bağımsız olarak ve tarih sınırlaması getirilmeksizin imar planlarından kaynaklanan hukuki el atmalarda bu kanunun uygulanacağı hüküm altına alınmıştır. Bu fıkrada “3194 sayılı imar Kanunu’nda öngörülen idari başvuru ve işlemler tamamlandıktan sonra idari yargıda dava açılabilir.” denilmiş ise de, 3194 sayılı Kanun’da öngörülen bu başvuru, zorunlu olmadığından başvuru yapılmadan açılan davalar da bu kanun kapsamında düşünülmelidir.
5999 sayılı Yasada, açılacak davalarda harç ve vekalet ücretinde uygulanacak kriterler belirlenmemesine rağmen 6487 sayılı Kanun’un 21 maddesi ile değişik geçici 6. maddenin 7. fıkrasında “Bu madde kapsamında açılan davalarda mahkeme ve icra harçları ile her türlü vekalet ücretleri bedel tespiti davalarında öngörülen şekilde maktu olarak belirlenir.” şeklindeki düzenleme ile bu kanun kapsamında açılacak davalardaki vekalet ücretine ilişkin hususlar yasal bir düzenlemeye kavuşturulmuştur.
Dosyanın incelenmesinden; davacının taşınmazının davalı idarenin 17.07.2008 tarihli 1/5000 ölçekli nazım imar planında ilköğretim alanında kaldığı, 1/1000 ölçekli uygulama imar planında ise, kısmen yol kısmen çocuk bahçesi, kısmen de okul alanında kaldığı, okul alanında kalan bölüm için Bursa Valiliği İl Özel İdaresine karşı açılan davada, Bursa 5. Asliye Hukuk Mahkemesinin 11.10.2010 tarihli E:2009/225 K:2010/480 sayılı kararı ile okul alanında kalan 1437,56 metrekarelik kısmının bedeli ödenerek Bursa İl Özel idaresi adına tescil edildiği, taşınmazın yolda ve çocuk bahçesinde kalan kısmı için 21.03.2012 tarihinde Bursa 3. Asliye Hukuk Mahkemesine açılan kamulaştırmasız el koymadan kaynaklanan 450.000 TL tazminat davasında ise 28.01.2013 tarihinde görevsizlik kararı verilmesi üzerine bakılan davanın açıldığı, mahkemece davacı tarafından eksik yatırılan nisbi harcın tamamlatılmasının 11.09.2013 tarihli ve 08.11.2013 tarihli Başkanlık yazıları ile istendiği, davacının bu yazının gereğini yerine getirmediği, 03.09.2013 tarihli dilekçesiyle; 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun geçici 6.maddesi uyarınca işbu davanın maktu harca tabi olduğunu iddia ettiği, mahkemenin söz konusu davanın geçici 6. madde kapsamında olmadığı gerekçesiyle nisbi karar harcının verilen süre içerisinde yatırılmaması üzerine davanın açılmamış sayılmasına karar verdiği anlaşılmıştır.
Bakılan dava, 6487 sayılı Kanunla, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununa eklenen geçici 6. madde kapsamında, imar planlarında umumi hizmetlere ve resmi kurumlara ayrılmak suretiyle tasarrufu kısıtlanan ve uzun zaman kamulaştırma yapılmamak suretiyle hukuki olarak el atılan taşınmaza yönelik açılmış bir tazminat davası olup, geçici 6. maddenin 1. fıkrasında belirtilen tarih aralığından bağımsız olarak ve tarih sınırlaması getirilmeksizin imar planlarından kaynaklanan hukuki el atmalara ilişkin açılacak tazminat davalarında anılan geçici maddenin 7. fıkrasındaki düzenleme dikkate alınarak yargılama esnasında maktu harç alınması gerekirken, nisbi harç alınması gerektiğinden bahisle verilen kararda isabet görülmemiştir.
Bu durumda; İdare Mahkemesince uyuşmazlığın esası incelenerek bir karar verilmesi gerekmektedir.
Açıklanan nedenlerle, Bursa 2. İdare Mahkemesince verilen 23/01/2014 tarihli E:2013/978 K:2014/30 sayılı kararın esastan oy birliği gerekçede oy çokluğu ile bozulmasına, dosyanın adı geçen Mahkemeye gönderilmesine, bu kararın tebliğ tarihini izleyen günden itibaren 15 gün içerisinde kararın düzeltilmesi yolu açık olmak üzere, 27/05/2014 tarihinde karar verildi.
KARŞI OY
30.06.2010 tarihinde yürürlüğe giren 5999 sayılı Kanun ile 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’na Geçici 6. madde eklenmiştir. Ancak madde metninden de anlaşılacağı üzere 5999 sayılı Yasa 1983 öncesi dönemde kamulaştırmasız el atılan taşınmazlara ilişkin açılacak tazminat davalarında izlenecek usulü belirlemektedir. 25.02.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6111 sayılı Yasa ile de Geçici 6. maddenin 1983 sonrasındaki dava ve taleplere de uygulanması olanağı getirilmiştir. Ancak; 5999 sayılı Kanun ile 2942 sayılı Yasaya eklenen Geçici 6.maddenin ve 6111 sayılı Yasanın iptali istemi ile yapılan başvuruda Anayasa Mahkemesi; 01.11.2012 tarih ve E:2010/83 K:2012/169 sayılı kararı ile 5999 sayılı Yasanın 1. maddesinin 6. fıkrasının 1. cümlesindeki “Sadece” ibaresini ve 6111 sayılı Yasanın tamamını Anayasaya aykırı bularak iptal etmiştir. Anayasa Mahkemesi 6111 sayılı Yasanın iptali kararında : “Geçmişe yönelik bazı mağduriyetlerin giderilmesi amacı ile çıkarılan ve istisnai nitelik taşıyan Geçici 6. maddedeki malik aleyhine hükümlerin geleceğe yönelik olarak uygulanması halinde kamulaştırma için Anayasa ve Kanun’da öngörülen bütün güvenceler etkisiz kalabilecektir. Kuralla, kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 15 yıl boyunca 2026 yılına kadar idarelerin özel mülkiyete kamulaştırmasız el atma yolu ile müdahalesine yol açılmaktadır. Böylece idareler kamulaştırma yapmak yerine, hukuka aykırı olarak el atmak sureti ile taşınmazları elde edebileceklerdir. Böyle bir durumda devletin hukuka bağlılığı ilkesi zedeleneceği gibi bireyler açısından hukuki güvenlik ve öngörülebilirlik de ortadan kalkacaktır. Bir hukuk devletinde kanunların hukuka aykırı uygulamaları teşvik etmesi kabul edilemez, açıklanan nedenlerle kural, Anayasa’nın 2, 35, 46. maddelerine aykırıdır.” şeklindeki gerekçesi ile 5999 sayılı Yasa ile getirilen Geçici 6. maddenin istisnai bir düzenleme olduğunu ve sadece 1983 öncesi dönemde yapılan haksız müdahaleler nedeni ile açılacak dava ve taleplerde uygulanabileceğini açıkça belirtmiştir. Bu iptal kararı üzerine 11.06.2013 tarihinde yürürlüğe giren 6487 sayılı Kanunu’n 21. maddesi ile Geçici 6. madde yeniden düzenlenmiştir. Bu düzenleme ile imar planlarında kamu hizmet tesislerine tahsis edilerek ve uzun zaman kamulaştırma yapılmamak suretiyle hukuki olarak el atılmış taşınmaz sahipleri için de düzenleme getirilmiştir. Geçici 6. maddenin 10. fıkrasına “Uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmî kurumlara ayrılmak suretiyle veya ilgili kanunların uygulamasıyla tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar hakkında, 03/05/1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanunu’nda öngörülen idari başvuru ve işlemler tamamlandıktan sonra idari yargıda dava açılabilir. Bu madde hükümleri karara bağlanmamış veya kararı kesinleşmemiş tüm davalara uygulanır. Kararı kesinleşen davalara ise, bu maddenin yalnızca sekizinci fıkra hükümleri uygulanır.” hükmü eklenmiş ise de, bu fıkra Geçici 6. madde içerisinde yer aldığından, maddenin başında belirtilen 09/10/1956 tarihi ile 04/11/1983 tarihleri arasında imar planında kamu hizmet tesislerine tahsis edilerek ve uzun zaman kamulaştırma yapılmamak suretiyle hukuki olarak el atılmış taşınmaz sahipleri için getirilmiş bir düzenleme olduğundan 1983 sonrası için uygulama olanağı bulunmamaktadır.
Davaya konu olayda, davacının taşınmazı 1983 sonrası yapılan imar planında kısmen yol, kısmen çocuk bahçesi, kısmen de okul alanına ayrılmak suretiyle kamu tesislerine tahsis edilmiş, fiilen el atma gerçekleşmemiştir. Davacının taşınmazına hukuki el atma 1983 sonrası gerçekleştiği için davacının durumunun Kamulaştırma Kanunu’nun geçici 6. maddesi kapsamına girmediği anlaşılmaktadır.
Öte yandan, davacı davasının Kamulaştırma Kanunu’nun geçici 6. maddesi kapsamında olduğunu düşünerek mahkeme tarafından ara karar ile istenilen nisbi harcı ödememiştir. Bu davanın Kamulaştırma Kanunu’nun geçici 6. maddesi kapsamında olmadığı açıktır. Bu husus belirlendikten sonra davacıya yeniden süre verilerek harcı tamamlaması istenebilir, nisbi harcın sonradan da tamamlatılabilme imkanı vardır. Bunun yanında davacının söz konusu nisbi harcı yatırabilmesinin mümkün olup olmadığı adli yardım hükümleri kapsamında değerlendirilerek adli yardımdan faydalanma durumu değerlendirilerek bir karar verilmesi gerekirken mahkemece nisbi harcın yatırılmadığı gerekçesi ile davanın açılmamış sayılması yönünde verilen kararda isabet görülmemiştir. Bu nedenle de davanın açılmamış sayılması yönünde verilen kararın bozulmasına gerekçe yönünden katılmıyoruz.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2014/7813 K: 2015/4418
Danıştay 6. Dairesi E: 2015/361 K: 2015/3486
Danıştay 6. Dairesi E: 2015/9088 K: 2016/486
Danıştay 6. Dairesi E: 2010/750 K: 2014/718
Danıştay İDDK E: 2010/2108 K: 2013/4577
Davacıya ait parselin, imar planında Anadolu Öğretmen Lisesi alanı olarak ayrılması ve aradan yirmi yıldan fazla bir süre geçmiş olmasına karşın idarece kamulaştırma yapılmadığı gibi ne zaman yapılabileceği konusunda da davacıya bir bilgi de verilmemesi nedeniyle, davacının mülkiyet haklarının belirsiz bir süre ile kısıtlanması sonucunu doğuran işlemde hukuka uyarlık bulunmadığı;
Dava; davacılara ait parselin Anadolu Öğretmen Lisesi alanından konut alanına dönüştürülmesi isteminin reddine ilişkin belediye meclisi kararının iptali istemiyle açılmıştır.
Aydın 1. İdare Mahkemesinin 05/12/2008 günlü E:2008/336 K:2008/1621 sayılı kararıyla, uyuşmazlığın davacılara ait olup imar planında anadolu öğretmen lisesi yeri olarak ayrılan taşınmazın konut alanına dönüştürülüp dönüştürülemeyeceği yönünden gereken şartların oluşup oluşmadığına ilişkin olduğu, yatırımcı kurum olan Milli Eğitim Bakanlığınca taşınmaza eğitim tesis yeri olarak ihtiyaç duyulmadığı ve imar planındaki okul yerinin kaldırılması yolunda görüş bildirildiği, bu durumda, davacıların talebi doğrultusunda imar plan değişikliği yapılması önünde hukuki bir engel kalmadığı, ayrıca imar planında kaldırılacak okul yeri için eşdeğer alan ayrılması gerektiğinden bahisle plan değişiklik talebinin reddedilmesinin, taşınmaza okul yeri olarak ihtiyaç duymadığını bildiren yatırımcı idarenin iradesinin yok sayılmasına yol açacağı gibi taşınmazın 1978-1993 yılında yeşil alan, 1993 yılından itibaren ise okul yeri olarak ayrılması sebebiyle malikin gayrimenkulü üzerinde tasarrufta bulunmamasından kaynaklanan durumun Anayasa’da güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkının ihlali boyutuna varacağı, bu itibarla, dava konusu işlemde kamu yararı ve hizmet gerekleri yönünden hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle iptaline karar verilmiştir.
Anılan karar, temyiz incelemesi sonucunda, Danıştay Altıncı Dairesinin 11/12/2009 günlü E:2009/7153 K:2009/11915 sayılı kararıyla, uyuşmazlığa konu taşınmazın Anadolu Öğretmen Lisesi için ayrıldığı; böylece malikin bu taşınmazla ilgili tasarruf olanağının kısıtlandığı, söz konusu kısıtlamanın dayanağını oluşturan 3194 sayılı Yasa’nın 13. maddesinin 1. fıkrasının Anayasa Mahkemesinin 29/12/1999 günlü E:1999/33 K:1999/51 sayılı kararıyla iptal edildiği, henüz iptal edilen hükümler yerine yeni bir düzenleme getirilmemiş olması nedeniyle taşınmaz maliklerinin genel hükümler uyarınca öncelikle imar planında değişiklik yapılması yönünde bu konuda işlem tesisine yetkili olan belediyeye başvuruda bulunmaları gerektiği; ilgililerin imar planı değişikliği istemlerinin idarelerce çevredeki nüfus, yoğunluk ve donatım dengesi yönünden irdelenmesi gerektiği, planlamanın genel ilkeleri dikkate alınarak uyuşmazlık konusu taşınmaza ayrıldığı amaç için ihtiyaç bulunmadığı sonucuna varıldığı takdirde plan değişikliği yapılmasının mümkün olduğunun açık olduğu; davalı idarece işlem tesisine gerekçe olarak gösterilen hususların dava dosyasında yer alan bilgi ve belgelerle birlikte değerlendirildiğinde, imar planı değişikliği isteminin şehircilik ilkelerine, planlama esaslarına ve kamu yararına uygun olup olmadığının yerinde keşif ve bilirkişi incelemesi yaptırılması suretiyle açıklığa kavuşturulmasından sonra bir karar verilmesi gerektiği sonucuna varıldığı gerekçesiyle bozulmuş ise de, İdare Mahkemesince, bozma kararına uyulmayarak dava konusu işlemin iptali yolundaki ilk kararda ısrar edilmiştir.
Davalı idare, anılan ısrar kararını temyiz etmekte ve bozulmasını istemektedir.
Yerleşme yerleri ile bu yerlerdeki yapılaşmaların; plan, fen, sağlık ve çevre şartlarına uygun teşekkülünü sağlamak amacıyla hazırlanarak yürürlüğe konulan 3194 sayılı İmar Kanunu’nun; 7. ve 8. maddeleriyle, belirli koşullarla, belediyelere ve valiliklere yerleşim yerlerinde imar planlarını hazırlama ve yürürlüğe koyma yükümlülüğü getirilmiştir.
Aynı Kanun’un 10. maddesinde; “Belediyeler; imar planlarının yürürlüğe girmesinden en geç 3 ay içinde, bu planı tatbik etmek üzere 5 yıllık imar programlarını hazırlarlar. Beş yıllık imar programlarının görüşülmesi sırasında ilgili yatırımcı kamu kuruluşlarının temsilcileri görüşleri esas alınmak üzere Meclis toplantısına katılır. Bu programlar, belediye meclisince kabul edildikten sonra kesinleşir. Bu program içinde bulunan kamu kuruluşlarına tahsis edilen alanlar, ilgili kamu kuruluşlarına bildirilir. Beş yıllık imar programları sınırları içinde kalan alanlardaki kamu hizmet tesislerine tahsis edilmiş olan yerleri ilgili kamu kuruluşları, bu program süresi içinde kamulaştırırlar. Bu amaçla gerekli ödenek kamu kuruluşlarının bütçelerine konulur. İmar programlarında, umumi hizmetlere ayrılan yerler ile özel kanunları gereğince kısıtlama konulan gayrimenkuller kamulaştırılıncaya veya umumi hizmetlerle ilgili projeler gerçekleştirilinceye kadar bu yerlerle ilgili olarak diğer kanunlarla verilen haklar devam eder” hükmüne yer verilmek suretiyle, belediyelere, imar planlarını uygulamak üzere belirtilen süre içerisinde imar programını hazırlama; programı uygulamaya koyma, ilgili yatırımcı kamu kuruluşlarına ise imar programlarında kendi görev alanlarındaki kamu hizmeti için ayrılan özel mülkiyete ait arsaları kamulaştırma zorunluluğu yüklenmiştir.
Anılan Kanun’un 13. maddesinin, ilk halinde ise, “Resmî yapılara, tesislere ve okul, cami, yol, meydan, otopark, yeşil saha, çocuk bahçesi, pazar yeri, hal, mezbaha ve benzeri umumî hizmetlere ayrılan alanlarda inşaata ve mevcut bina varsa esaslı değişiklik ve ilaveler yapılmasına izin verilmez. Ancak imar programına alınıncaya kadar mevcut kullanma şekli devam eder.
Ancak, parsel sahibi imar planlarının tasdik tarihinden itibaren beş yıl sonra müracaat ettiğinde imar planlarında meydana gelen değişikliklerden ve civarın özelliklerinden dolayı okul, cami ve otopark sahası ve benzeri umumî hizmetlere ayrılan alanlardan ilgili kamu kuruluşunca yapımından vazgeçildiğine dair görüş alındığı takdirde, tüm belirli çevredeki nüfus, yoğunluk ve donatım dengesini yeniden irdeleyerek hazırlanacak yeni imar plânına göre inşaat yapılır. Bu Kanunun yayımı tarihinden önce yapılan imar planlarında, bahsedilen beş yıllık süre bu Kanunun yürürlük tarihinden itibaren geçerlidir……” kuralına yer verilerek bir yandan , imar planında kamunun kullanımına ayrılan taşınmazların maliklerine yönelik olarak, taşınmazlarını tasarruf etme konusunda kısıtlamalar getirilirken, diğer yandan, taşınmaz maliklerinin mülkiyet haklarının uzun süre kısıtlanmaması amacıyla, imar planının onaylanmasından itibaren beş sene geçmesi şartıyla, taşınmaz maliklerine belli haklar tanınmış ise de; Anayasa Mahkemesinin 29/12/1999 günlü E:1999/33 K:1999/51 sayılı kararı ile “Demokratik bir toplumda temel hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamanın, bu sınırlamayla güdülen amacın gerektirdiğinden fazla olması düşünülemez.
Demokratik hukuk devletinde güdülen amaç ne olursa olsun, kısıtlamaların, bu rejimlere özgü olmayan yöntemlerle yapılmaması ve belli bir özgürlüğün kullanılmasını önemli ölçüde zorlaştıracak ya da ortadan kaldıracak düzeye vardırılmaması gerekir.
3194 sayılı Yasa’nın 13. maddesinin itiraz konusu birinci fıkrasında imar planlarında, resmi yapı, okul, cami, yol, meydan gibi umumi hizmetlere ayrılan yerlerin, imar programına alınıncaya kadar mevcut kullanma şeklinin devam edeceği öngörülmüştür. Yasa’nın 10. maddesinde de belediyelerin, imar plânlarının yürürlüğe girmesinden en geç 3 ay içinde bu planı uygulamak üzere 5 yıllık imar programlarını hazırlayacakları belirtilmiş, ancak Yasa’da bu plânların tümünün hangi süre içinde programa alınarak uygulanacağına ilişkin bir kurala yer verilmemiştir.
13. maddenin birinci fıkrası uyarınca imar planlarında umumi hizmetlere ayrılan yerlerin mevcut kullanma şekillerinin ne kadar devam edeceği konusundaki bu belirsizliğin, kişilerin mülkiyet hakları üzerinde süresi belli olmayan bir sınırlamaya neden olduğu açıktır.
İmar planlarının uygulamaya geçirilmesindeki kamusal yarar karşısında mülkiyet hakkının sınırlanmasının demokratik toplum düzeninin gerekleriyle çelişen bir yönü bulunmamakta ise de, itiraz konusu kuralın neden olduğu belirsizliğin kişisel yarar ile kamu yararı arasındaki dengeyi bozarak mülkiyet hakkını kullanılamaz hale getirmesi, sınırlamayı aşan hakkın özüne dokunan bir nitelik taşımaktadır.” gerekçesiyle, 3194 sayılı Yasa’nın, 13. maddesinin 1. fıkrasının iptaline,1. fıkrasının iptali nedeniyle uygulanma olanağı kalmayan 3. fıkrasının da iptaline, iptal edilen kurallar nedeniyle meydana gelen hukuksal boşluk kamu düzenini tehdit ve kamu yararını ihlal edici nitelikte görüldüğünden, Anayasa’nın 153. maddesinin üçüncü fıkrası gereğince iptal hükmünün, kararın Resmi Gazete’de yayımlanmasından başlayarak 6 ay sonra yürürlüğe girmesine karar verilmiştir.
Anayasa Mahkemesinin aktarılan iptal kararının, esas itibarıyla, 3194 sayılı Yasa’nın 13. maddesinin 1. fıkrasında öngörülen kısıtlamaların neden olduğu belirsizliğin kişisel yarar ile kamu yararı arasındaki dengeyi bozarak mülkiyet hakkını kullanılamaz hale getirdiği gerekçesine dayandığı, aynı maddenin, mülkiyet hakkı kısıtlanan kişilere bazı güvenceler sağlayan 3. fıkrasının ise, 1. fıkranın iptali sonucu uygulanma olanağı kalmaması nedeniyle, zorunlu olarak iptal edildiği, bu iptalin doğuracağı hukuki boşluk öngörülerek yasama organına yeni bir yasal düzenleme yapılması amacıyla süre verildiği anlaşılmaktadır.
Anılan Anayasa Mahkemesi kararı; 29/06/2000 günlü, 24094 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmış ve bugün itibarıyla altı aylık süre dolmuş ise de, henüz oluşan hukuki boşluğu doldurmak amacıyla herhangi bir yasal düzenleme yapılmamıştır.
Anayasa Mahkemesince verilen iptal kararı ve bu iptal kararının doğurduğu hukuki boşluğu giderecek yeni bir yasal düzenlemenin halen yapılmaması sonucunda ortaya çıkan mevcut hukuksal durumda, bir yandan, imar planlarında kamunun kullanımına ayrılmış taşınmazlar üzerinde, maliklerin ne gibi tasarruflarda bulunacağı ya da bulunamayacağı konusu belirsiz hale gelmiş; diğer yandan, kamunun kullanımına ayrılmış olmakla birlikte henüz kamulaştırılmamış olan taşınmazlarla ilgili olarak da malikler tamamen güvenceden yoksun kalmıştır. Her ne kadar, 3194 sayılı Yasanın yukarıda metnine yer verilen 10 maddesinde, imar planlarının yürürlüğe girmesinden itibaren en geç 3 ay içinde, bu planı tatbik etmek üzere 5 yıllık imar programlarının hazırlanacağı ve program kapsamındaki taşınmazların ilgili kamu kuruluşlarınca kamulaştırılacağı öngörülmüş ise de, yukarıda yer verilen Anayasa Mahkemesi kararında da açıklandığı gibi, imar programlarının; dayanağı imar planlarının tümünü kapsaması hukuken zorunlu olmadığından; imar programı dışında kalan taşınmazların hukuki durumu, bu taşınmazların kamulaştırılacağı zaman, malikin mülkiyet hakkı üzerindeki kısıtlamaların süresi konularındaki belirsizliğin uzun süre devam etmesi olasıdır.
Nitekim, uygulamaya bakıldığında; imar planlarında kamunun kullanımına ayrılmış olan yerlerde kalan taşınmazlar üzerinde, maliklerin ileriye dönük tasarruflarda bulunamadıkları, taşınmazları kamulaştırma işlemine konu teşkil edeceğinden satış değerlerinin düştüğü, bu arsaların rayiç değerinden satılamadığı, ancak kamulaştırma bedelini almak suretiyle yarar sağlamalarının mümkün olduğu; diğer taraftan, Belediyelerin veya ilgili kamu kurum ve kuruluşlarının, ödenek yetersizliği gibi nedenlerle, kamunun kullanımına ayrılmış taşınmazları kamulaştırmada uzun süre geciktikleri; ayrıca, kamu hizmeti gereklerine uygun olarak ikame edecek başka bir yeri belirleme ve yer değişikliği için ilgili yatırımcı kuruluşun görüşünü alma mükellefiyetinden dolayı, belediyelerin uzun süre kamulaştırılmayan özel mülkiyetteki taşınmazları, imar planlarında değişiklik yapmak suretiyle plandan çıkarmayı istemedikleri görülmektedir.
Aktarılan hukuksal durum ve uygulamada karşılaşılan diğer sorunların, kişilerin mülkiyet hakkını kısıtladığı ve bu nedenle, Türkiye tarafından 18.05.1954 tarihinde onaylanan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Eki 1. Protokolün 1. maddesinin 1. bendinde “Her gerçek ve tüzel kişi, maliki olduğu şeyleri barışçıl bir biçimde kullanma hakkına sahiptir. Kamu yararı gerektirmedikçe ve uluslararası hukukun genel ilkeleri ile hukukun aradığı koşullara uyulmadıkça, hiç kimse mülkiyetinden yoksun bırakılamaz.” hükmüne aykırı durumların ortaya çıkmasına yol açabileceği açıktır.
Nitekim, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin, benzer bir mülkiyet hakkı ihlali iddiasıyla açılmış olan, Hakan Arı/Türkiye Davasında (Başvuru No:13331/07) 11.01.2011 gününde verdiği kararda , “…. başvuran mülkiyet hakkına karşı orantısız bir müdahalenin yapıldığını öne sürmektedir.
Hükümet mülkiyetten yoksun bırakma gibi bir durumun söz konusu olmadığını ve başvuranın arazisini kullanmaya ve fidanlık olarak ekip biçmeye devam edebileceğini savunmaktadır.
AİHM’ye göre başvuranın mülkiyet hakkına yönelik bir müdahale söz konusudur. Taşınmazın şehir imar planında okul yapımı için öngörülmesi yalnızca imar yasağından etkilenmesine yol açmamış, aynı zamanda araziden istifade edilmesini de olanaksız hale getirmiştir. Geriye Ek 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesinin ihlal edilip edilmediğini tespit etmek kalmaktadır.
AİHM başvuranın taşınmazına el atılmaması nedeniyle re’sen gerçekleşmiş bir müdahalenin olmadığını gözlemlemektedir. AİHM bunun yanı sıra mülkiyetin transferinin gerçekleşmemiş olduğu ihtilaf konusu davayı görünenlerin ötesine geçerek gerçek yüzüyle inceleyeceğini belirtmektedir (…). AİHM bu bağlamda, başvuran tarafından öne sürülen durumun etkilerinin mülkiyet hakkına yönelik kısıtlamalardan ileri geldiğini, gayrimenkulün değeri ile ilintili olduğunu ve sonucu itibarıyla bütün olarak taşınmazın kullanılabilirliğini azalttığını anımsatır. AİHM buna karşın, özüne yönelik kayba uğrasa da mezkur hakkın kaybolmadığını not etmektedir. Dile getirilen bütün bu tedbirlerden başvuranın mülkiyet hakkından yoksun bırakıldığı gibi bir çıkarımda bulunulamamaktadır. Başvuran ne taşınmazına erişim hakkını ne de onun maliki olmayı kaybetmiş, esasen taşınmazın satışı konusunda sıkıntı yaşamıştır.
AİHM yine de başvuran tarafından dile getirilen durumun Ek 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesinin ilk cümlesi kapsamına girdiğini ifade etmektedir (….).
AİHM kamu yararının gerekleri ile başvuranın temel haklarının korunması arasında hüküm sürmesi gereken adil dengenin gözetilip gözetilmediğini incelemeye alacaktır (…..)……
Başvuranın imar iznini elde etme konusunda meşru bir beklentisi bulunmaktadır. Zira okul inşaatının öngörüldüğü şehir imar planını müteakip kamulaştırma amacıyla sonradan araziye imar yasağı getirilmiştir. Bu yasak halen sürmektedir….
AİHM başvuranın ilgili bütün bu dönem boyunca mülkiyetinin akıbeti konusunda bir belirsizliğe itildiğini gözlemlemektedir. İlk etapta idari bütçe kaynaklarının yetersizliği nedeniyle mezkur arazi kamulaştırılamamış, ikinci süreçte belediyenin 22 Eylül 2005 tarihinde kabul ettiği yeni şehir imar planına göre başvuranın taşınmazı bir kez daha okul yapımı kararından etkilenmiştir.
AİHM bu bağlamda, Hükümet tarafından iç hukukta başvuranın taşınmazının belirsizliğini telafi edecek herhangi bir hukuki kararın alındığı dile getirilmemiştir.
AİHM söz konusu bu durumun başvuranın mülkiyet hakkından tam anlamıyla yararlanması önünde engel teşkil ettiğine ve arazinin satış şansı da dahil, sonucu itibarıyla taşınmazın değerini hatırı sayılır ölçüde azalttığına itibar etmektedir.
Ayrıca başvuranın uğradığı kayıp hiçbir tazminat miktarı ile giderilmemiştir. Bütün bu sözü edilenler AİHM’yi başvuranın, kamu yararının gerekleri ile mülkiyet hakkı arasında gözetilmesi gereken adil dengeyi bozan alışılmışın dışında ve ölçüsüz bir yüke katlanmak zorunda kaldığı yönünde düşünmeye sevk etmektedir ….
AİHM bu nedenle Ek 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesinin ihlal edildiği sonucuna varmaktadır.” gerekçesiyle Türkiye’yi tazminat ödemeye mahkum etmiştir.
Gelinen bu noktada, ortaya çıkan hukuki boşluğun doğurduğu uyuşmazlıklar, bu uyuşmazlıklarla ilgili olarak verilen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları; Anayasa Mahkemesi kararından sonra ortaya çıkan hukuki boşluğun, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 1. maddesinde yer alan “Kanun’da uygulanabilir bir hüküm yoksa, hakim, örf ve adet hukukuna göre, bu da yoksa kendisi kanun koyucu olsaydı nasıl bir kural koyacak idiyse ona göre karar verir.” kuralı gereğince, idari yargı organlarınca doldurulmasını zorunlu kılmaktadır.
Bu nedenle, uyuşmazlık, açıklanan çerçevede incelenmiştir.
Anayasa’nın 35. maddesinde; “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.” hükmü yer almış; yine Anayasa’nın 13. maddesinde ” Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasa’nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasa’nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” hükmüne yer verilmiştir.
Anayasa’nın 90/4. maddesi uyarınca, iç hukukumuz bakımından da bağlayıcı olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 1 No’lu ek Protokolünün 1. maddesinde de, “Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir. Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek (…) için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez.” düzenlemesi yer almıştır.
Dosyanın incelenmesinden; davacıya ait parselin imar planında 1978 yılında yeşil alan olarak ayrıldığı, Milli Eğitim Bakanlığının talebi üzerine taşınmazın imar planındaki tahsis amacının 1993 yılında anadolu öğretmen lisesi olarak değiştirildiği, bu kez Milli Eğitim Bakanlığının 05/06/2006 günlü, 3256 sayılı işlemi ile dava konusu taşınmaza ihtiyaç duyulmadığı ve imar planındaki okul yapımına yönelik tahsisin kaldırılması yolunda olur verildiği, davacılarca anılan olura istinaden taşınmazın konut alanına dönüştürülmesi yolundaki başvurunun Nazilli Belediye Meclisi kararı ile reddedilmesi üzerine bakılmakta olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır.
Davacıya ait söz konusu parselin, imar planında kamunun kullanımı için Anadolu Öğretmen Lisesi alanı olarak ayrılması nedeniyle bu parselde artık yapılaşmaya gidilemeyeceği ve bu nedenle maliklerinin tasarruf haklarının kısıtlandığı açıktır. İdareye başvuru tarihi itibarıyla aradan yirmi yıldan fazla bir süre geçmiş olmasına karşın idarece kamulaştırma yapılmadığı gibi ne zaman yapılabileceği konusunda da davacıya bir bilgi de verilmemiştir. Ayrıca, Anadolu Öğretmen Lisesi alanı olarak ayrılan parseli yatırımcı kuruluş olarak kamulaştırma yetkisi bulunan Milli Eğitim Bakanlığı da, bölgede böyle bir okula ihtiyaç bulunmadığını ve kamulaştırmadan vazgeçtiğini belirtmiştir. İmar planında Anadolu Öğretmen Lisesi alanı olarak ayrılan bu parseli davalı belediyenin kamulaştırması da hukuken mümkün değildir. Tüm bu nedenlerle, davacının maliki olduğu parselin durumu ve mülkiyet hakkından yararlanma olanağı belirsizlik içindedir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, yukarıda da yer verilen, Hakan Arı/Türkiye Davasında (Başvuru No:13331/07) verdiği kararda, söz konusu bu durumun başvuranın mülkiyet hakkından tam anlamıyla yararlanması önünde engel teşkil ettiği ve arazinin satış şansı da dahil, sonucu itibarıyla taşınmazın değerini hatırı sayılır ölçüde azalttığı değerlendirmesinde bulunarak, malikin, kamu yararının gerekleri ile mülkiyet hakkı arasında gözetilmesi gereken adil dengeyi bozan alışılmışın dışında ve ölçüsüz bir yüke katlanmak zorunda kaldığı sonucuna varmış ve Türkiye’nin ilgili kişinin mülkiyet hakkını ihlal ettiğine karar vermiştir.
Bu bağlamda, uyuşmazlık konusu olayda da, davacıların mülkiyet haklarının belirsiz bir süre ile kısıtlandığı açık olup bu kısıtlamanın kaldırılmaması sonucunu doğuran işlemde bu yönüyle hukuka uyarlık bulunmadığı sonucuna varılmıştır.
Öte yandan, davacının idareye başvurusunun, parselin kullanım amacının konut alanı olarak değiştirilmesi isteğini içerdiği görülmekte olup, davalı idarece bu isteğin aynen yerine getirilmesinin hukuken zorunlu olup olmadığının ayrıca incelenmesi gereklidir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin yukarıda yer verilen kararında, böylesi karmaşık ve düzenleme yapılmasını gerektiren alanlarda devletlerin şehir planlamasına yönelik politikalarında belirli bir takdir payından yararlanmalarının doğal olduğunu, güdülen amaç çerçevesinde, mülkiyet hakkına yönelik müdahalede genel kamu menfaatlerine riayet edildiği değerlendirmesinde de bulunmuştur.
Bu bağlamda, davacının mülkiyet hakkını ihlal eden kısıtlamanın kaldırılması hukuken zorunlu olmakla birlikte, bu amaçla yapılacak imar planı değişikliğinde davacıya ait parselin kullanım amacının konut olarak belirlenip belirlenemeyeceğini ortaya koymak için, şehircilik ilkeleri ve planlama esasları çerçevesinde bir inceleme yapılması zorunludur. Yapılacak böyle bir inceleme sonucunda, davacının mülkiyet hakkını kısıtlama olmadan kullanımını ve taşınmazı üzerinde kısıtlama olmadan tasarruf etmesini sağlayacak farklı kullanım amaçlarının, şehircilik ilkeleri ve planlama esasları çerçevesinde belirlenmesinde ve planlanmasında yetkinin davalı idarede bulunduğu açıktır. Sonuç olarak, dava konusu işlemde hukuka uyarlık görülmemiştir.
Açıklanan nedenle, davalı idarenin temyiz isteminin reddine, Aydın 1. İdare Mahkemesinin 20/05/2010 günlü E:2010/665 K:2010/802 sayılı kararının yukarıda yer verilen gerekçeyle onanmasına, kararın tebliğ tarihini izleyen 15 (onbeş) gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 16/12/2013 gününde gerekçede ve esasta oyçokluğu ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay İDDK E: 2004/79, K:2005/175
Danıştay İDDK E: 2004/741 K: 2004/1854 T. 11.11.2004
Danıştay İDDK E: 2015/1433 K: 2017/2366 T: 31.05.2017
Danıştay 6. Dairesi E: 2014/7813 K: 2015/4418
Danıştay 6. Dairesi E: 2015/9088 K: 2016/486
Tazminat davasının niteliği gereği davalı idareye taşınmazdaki kısıtlılığın giderilmesi veya tazminat ödenmesi için başvuru yapılması gerekli olmakla birlikte birden çok kez başvuru yapılmak suretiyle davacının iradesini ortaya koyduğu, davacılara ait taşınmazın, imar planı icra edilerek kısıtlılık halinin giderilmediği, dolayısıyla, süregelen zarar olduğundan yeni bir başvuru aranmadan, idari eylem veya işlem daha önce öğrenilmiş olsa bile, kısıtlılık hali devam ettikçe dava açma süresinin geçmeyeceğinin kabulü gerektiği hakkında.
TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı Dairesince Tetkik Hakiminin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin gereği görüşüldü:
Dava, Yalova İli, Çınarcık İlçesi, Çınarcık Mahallesi, … pafta, … parsel sayılı taşınmazın maliki olan davacılar tarafından, taşınmazın 1/1000 ölçekli imar planında park alanı olarak belirlendiği halde uzun süre boyunca herhangi bir işlem yapılmaması nedeniyle uğranıldığı iddia olunan 1.500.000,00 TL maddi zararın dava tarihinden itibaren işletilecek yasal faiziyle birlikte tazminine karar verilmesi istemiyle açılmış; İdare Mahkemesince, davacılardan Selma Tekten tarafından, dava konusu taşınmazın park alanından çıkarılması yada kamulaştırılarak bedelinin tarafına ödenmesi istemiyle 12.5.2014 tarihinde davalı idareye başvuruda bulunduğu, davalı idareye yapılan 12.5.2014 tarihli başvuruya cevap verilmemesi nedeniyle zımnen reddin 11.07.2014 tarihinde olduğu dikkate alındığında, bu tarihi takip eden günden itibaren işlemeye başlayan dava açma süresinin son günü olan 9.9.2014 tarihine kadar dava açılması gerekirken, bu süre geçirildikten çok sonra 16.3.2015 tarihinde açılan davanın süre aşımı nedeniyle esasını inceleme olanağı bulunmadığı gerekçesi ile davanın süre aşımı nedeniyle reddine karar verilmiş, bu karar davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.
2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun “İptal ve tam yargı davaları” başlıklı 12. maddesinde: “İlgililer haklarını ihlal eden bir idari işlem dolayısıyla Danıştaya ve idare ve vergi mahkemelerine doğrudan doğruya tam yargı davası veya iptal ve tam yargı davalarını birlikte açabilecekleri gibi, ilk önce iptal davası açarak bu davanın karara bağlanması üzerine, bu husustaki kararın veya kanun yollarına başvurulması halinde verilecek kararın tebliği veya bir işlemin icrası sebebiyle doğan zararlardan dolayı icra tarihinden itibaren dava süresi içinde tam yargı davası açabilirler. Bu halde de ilgililerin 11‟nci madde uyarınca idareye başvurma hakları saklıdır.” kuralına yer verilmiştir. Bu maddede göndermede bulunulan 11. maddede ise: “1) İlgililer tarafından idari dava açılmadan önce, idari işlemin kaldırılması, geri alınması değiştirilmesi veya yeni bir işlem yapılması üst makamdan, üst makam yoksa işlemi yapmış olan makamdan, idari dava açma süresi içinde istenebilir. Bu başvurma, işlemeye başlamış olan idari dava açma süresini durdurur. 2) Altmış gün içinde bir cevap verilmezse istek reddedilmiş sayılır. 3) İsteğin reddedilmesi veya reddedilmiş sayılması halinde dava açma süresi yeniden işlemeye başlar ve başvurma tarihine kadar geçmiş süre de hesaba katılır.” kuralı yer almıştır.
Yukarıda içeriğine yer verilen düzenlemelere göre, ilgililerin haklarını ihlal eden bir idari işlemden dolayı dört farklı aşamada, dört ayrı şekilde ve birbirinden bağımsız olarak tam yargı davası açılması mümkündür. Buna göre; 1- Hakları ihlal eden idari işleme karşı iptal davası için öngörülen dava açma süresi içerisinde doğrudan tam yargı davası açabilirler. 2- Hakları ihlal eden idari işleme karşı dava açma süresi içerisinde iptal ve tam yargı davalarını birlikte açabilirler. 3- Hakları ihlal eden idari işleme karşı açılan iptal davasının karara bağlanması üzerine kararın tebliğinden itibaren dava açma süresi içerisinde tam yargı davası açabilirler. 4- Hakları ihlal eden idari işlemin icrası nedeniyle doğan zararlardan dolayı icra tarihinden itibaren dava açma süresi içerisinde dava açılabilirler veya bu dört ayrı tam yargı davası açma süresi içerisinde, 2577 sayılı Yasanın 11. maddesinde öngörülen başvuru yolları da kullanılmak suretiyle sözü geçen tam yargı davaları açılabilir.
Hakları ihlal eden idari işlemin icrası nedeniyle doğan zararlardan dolayı icra tarihinden itibaren dava açma süresi içerisinde dava açılabilmesine olanak sağlayan 2577 sayılı Yasanın 12. maddesi uyarınca dava açacak kişiler için en son dava açma süresi, kısıtlılık halini oluşturan planın icra edileceği tarihi olup, en geç icra tarihinden itibaren altmış gün içinde doğrudan ya da 2577 sayılı Yasanın 11. maddesine göre yapılacak başvuru üzerine dava açılması mümkün olan tarihten önce yapılan başvuru üzerine açılacak dava süresinde olacaktır.
Ayrıca, hakları ihlal eden idari işleme karşı açılan iptal davasının karara bağlanması üzerine kararın tebliğinden itibaren dava açma süresi içerisinde tam yargı davası açılabilmesine olanak sağlayan 2577 sayılı Yasanın 12. maddesi uyarınca dava açacak kişiler için en son dava açma süresi, iptal davasına ilişkin kararın kesinleştiği tarih olup, en geç iptal davasının kesinleşme tarihinden itibaren altmış gün içinde doğrudan ya da 2577 sayılı Yasanın 11. maddesine göre yapılacak başvuru üzerine dava açılması mümkün olan tarihten önce yapılan başvuru üzerine açılacak dava da süresinde açılmış dava olacaktır.
Hak arama özgürlüğünün gereği olarak, Yasanın davacı lehine en son dava açma süresine imkan veren düzenlemesi esas alınarak dava açma süresinin hesaplanması gerekir.
Aksine yapılacak bir değerlendirme, Anayasanın idarenin eylem ve işlemlerinden doğan zararları ödemekle yükümlü kılan düzenlemesini hayata geçiren Yasanın anılan kuralının uygulanmasını sınırlandırarak kişilerin hak arama özgürlüğünü engelleyeceği gibi adil ve aleni olarak yargılanma hakkını öngören Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesindeki adil yargılanma ilkesiyle de çelişecektir.
Uyuşmazlık konusu tazminat davasının niteliği gereği davalı idareye taşınmazdaki kısıtlılığın giderilmesi veya tazminat ödenmesi için başvuru yapılması gerekli olmakla birlikte birden çok kez başvuru yapılmak suretiyle davacının iradesini ortaya koyduğu, davacılara ait taşınmazın, imar planı icra edilerek kısıtlılık halinin giderilmediği, dolayısıyla, süregelen zarar olduğundan yeni bir başvuru aranmadan, idari eylem veya işlem daha önce öğrenilmiş olsa bile, kısıtlık hali devam ettikçe dava açma süresinin geçmeyeceğinin kabulü gerekir.
Bu durumda, davacı tarafça davalı idareye yapılan başvurunun zımnen reddi üzerine altmış gün içinde dava açılmadığından bahisle davanın süre aşımı yönünden reddi yolunda verilen temyize konu kararda hukuki isabet görülmemiştir.
Açıklanan nedenlerle, Bursa 1. İdare Mahkemesince verilen 25/05/2015 tarihli E:2015/329 K:2015/651 sayılı kararın bozulmasına, dosyanın adı geçen Mahkemeye gönderilmesine, bu kararın tebliğ tarihini izleyen günden itibaren 15 gün içerisinde kararın düzeltilmesi yolu açık olmak üzere, 10/02/2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2014/7813 K: 2015/4418
Danıştay 6. Dairesi E: 2015/361 K: 2015/3486
Danıştay 6. Dairesi E: 2014/2387 K: 2014/4122
Danıştay 6. Dairesi E: 2010/750 K: 2014/718
Danıştay 6. Dairesi E: 2015/361 K: 2015/3486
Davacının uyuşmazlık konusu taşınmazı edindiği tarih itibari ile taşınmaz için kısıtlılık durumun mevcut olduğu, yukarıda belirtilen Avrupa İnsan Mahkemesi kararında belirtilen mülkiyet hakkının geçmişte belirli bir süre engellenmiş olma durumunun eski malikler açısından gerçekleşmiş olmasına karşın, 17.07.2012 tarihli satış işlemi sonucu mülkiyet sahibi olan davacı açısından kısıtlılık halinden kaynaklanan ve tazminatı gerektirir mağduriyetinin henüz bulunmadığı açıktır.
Dava, Afyonkarahisar İli, Merkez, Fatih Mahallesi, 19L-1C pafta, 2350 ada, 2 parsel sayılı 2390 m2 alanlı taşınmazın 1986 yılında yapılan imar planı uyarınca ilkokul alanı olarak ayrıldığı ve amacına uygun kullanılmadığı, 08.11.2012tarihinde davalı Afyonkarahisar Belediye Başkanlığına başvuruda bulunularak söz konusu taşınmazın tahsis amacının dışına çıkarılmasını veya eşdeğer bir taşınmaz ile takas edilmesinin talep edildiği ancak bu talebin reddedilmesi üzerine mülkiyet hakkının ihlal edildiği ileri sürülerek 371.884,00 TL bedelin dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte tahsili ile dava konusu taşınmazın davalı idareler adına tesciline karar verilmesi istemiyle açılmış;
İdare Mahkemesince, uyuşmazlık konusu parselin, imar planında kamunun kullanımı için ilkokul alanı olarak ayrılması nedeniyle bu parselde artık yapılaşmaya gidilemeyeceği ve bu nedenle malikin tasarruf hakkının kısıtlandığı, 3194 sayılı İmar Kanununun 10. maddesi uyarınca imar planının yürürlüğe girmesinden itibaren en geç 3 ay içinde bu planı tatbik etmek üzere 5 yıllık imar programının belediyece hazırlanmaması ve bunun sonucunda taşınmazının kamulaştırılmaması nedeniyle davacının mülkiyet hakkının belirsiz bir süre ile kısıtlandığı ve bu kısıtlamanın idarece bir karar alınarak kaldırılmadığının sabit olması karşısında, taşınmaz malın değerinin hesaplanarak ilgilisine ödenmesi dışında başka bir yol kalmadığı, bilirkişi incelemesi sonucu düzenlenen raporda taşınmazın bedelinin 371.884,00 TL olduğunun tespit edildiği, bu doğrultuda tazminata ilişkin istemin kabulü ile 371.884,00 TL’nin dava açma tarihi olan 29.03.2013 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalı idarelerden müştereken ve müteselsilen alınarak davacıya verilmesine karar verilmiş, bu karar davalı idare vekilleri tarafından temyiz edilmiştir.
Anayasanın 35. maddesinde: “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.” kuralına yer verilmiş, temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasını düzenleyen 13. maddesinde ise, temel hak ve hürriyetlerin, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabileceği, bu sınırlamaların, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı belirtilmiştir.
Keza Anayasanın 90. maddesi uyarınca uygun bulunan ve iç hukukun bir parçası halini alan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 1 nolu Ek Protokolünün “Mülkiyetin korunması” başlıklı 1. maddesinde de: “Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.” hükmü yer almıştır.
Öte yandan, Anayasa Mahkemesinin 29.12.1999 gün ve E:1999/33 K:1999/51 sayılı kararıyla; 3194 sayılı İmar Kanununun 13. maddesinin birinci ve üçüncü fıkraları iptal edilmiş, iptal kararının gerekçesinde: “Çağdaş demokrasiler, temel hak ve özgürlüklerin en geniş ölçüde sağlanıp güvence altına alındığı rejimlerdir. Temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunup onları büyük ölçüde kısıtlayan veya tümüyle kullanılamaz hale getiren sınırlamaların demokratik toplum düzeninin gerekleriyle bağdaştığı kabul edilemez. Demokratik hukuk devletinin amacı kişilerin hak ve özgürlüklerden en geniş biçimde yararlanmalarını sağlamak olduğundan yasal düzenlemelerde insanı öne çıkaran bir yaklaşımın esas alınması gerekir. Bu nedenle getirilen sınırlamaların yalnız ölçüsü değil, koşulları, nedeni, yöntemi, kısıtlamaya karşı öngörülen kanun yolları hep demokratik toplum düzeni kavramı içinde değerlendirilmelidir. Özgürlükler, ancak ayrık durumlarda ve demokratik toplum düzeninin sürekliliği için zorunlu olduğu ölçüde sınırlandırılabilmelidir.
Demokratik bir toplumda temel hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamanın, bu sınırlamayla güdülen amacın gerektirdiğinden fazla olması düşünülemez.
Demokratik hukuk devletinde güdülen amaç ne olursa olsun, kısıtlamaların, bu rejimlere özgü olmayan yöntemlerle yapılmaması ve belli bir özgürlüğün kullanılmasını önemli ölçüde zorlaştıracak ya da ortadan kaldıracak düzeye vardırılmaması gerekir.
3194 sayılı Yasanın 13. maddesinin itiraz konusu birinci fıkrasında imar planlarında, resmi yapı, okul, cami, yol, meydan gibi umumi hizmetlere ayrılan yerlerin, imar programına alınıncaya kadar mevcut kullanma şeklinin devam edeceği öngörülmüştür. Yasa’nın 10. maddesinde de belediyelerin, imar plânlarının yürürlüğe girmesinden en geç 3 ay içinde bu planı uygulamak üzere 5 yıllık imar programlarını hazırlayacakları belirtilmiş, ancak Yasa’da bu plânların tümünün hangi süre içinde programa alınarak uygulanacağına ilişkin bir kurala yer verilmemiştir. 13. maddenin birinci fıkrası uyarınca imar planlarında umumi hizmetlere ayrılan yerlerin mevcut kullanma şekillerinin ne kadar devam edeceği konusundaki bu belirsizliğin, kişilerin mülkiyet hakları üzerinde süresi belli olmayan bir sınırlamaya neden olduğu açıktır.
İmar plânlarının uygulamaya geçirilmesindeki kamusal yarar karşısında mülkiyet hakkının sınırlanmasının demokratik toplum düzeninin gerekleriyle çelişen bir yönü bulunmamakta ise de, itiraz konusu kuralın neden olduğu belirsizliğin kişisel yarar ile kamu yararı arasındaki dengeyi bozarak mülkiyet hakkını kullanılamaz hale getirmesi, sınırlamayı aşan hakkın özüne dokunan bir nitelik taşımaktadır.
İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi de 23.9.1981 günlü Sporrong ve Lonnroth kararında, kamulaştırma izni ile inşaat yasağının uzun bir süre için öngörülmüş olmasının, toplumsal yarar ile bireysel menfaat arasındaki dengeyi bozduğu sonucuna varmıştır.
Açıklanan nedenlerle, itiraz konusu kural Anayasa’nın 13. ve 35. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.” nitelemelerine yer verilmiştir.
Diğer taraftan, Anayasa Mahkemesinin sözü edilen kararında da atıf yapılan İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin 23.09.1982 gün ve 7151/75 sayılı Sporrong ve Lönnroth – İsveç kararında ise Mahkeme; başvurucuların taşınmazlarının uzun bir süre inşaat yasağı kapsamında tutulmasını ve bu sürede kamulaştırma yapılmamasını mülkiyet hakkına müdahale olarak kabul etmiş, bu durumun müdahaleyi ağırlaştırdığı kanaatine vararak, kararın devamında, başvurucuların mülkiyet haklarını kullanmalarının Sporrong Miras Şirketi olayında toplam 25 yıl, Bayan Lönnroth olayında on iki yıl engellendiğini, bu bağlamda uzatılmış yasakların mülk sahipleri üzerinde yarattığı olumsuz sonuçları hukukun üstünlüğü ile yönetilen bir Devlette olması gereken durumla bağdaştırılabilir görmediğini kaydetmiş, bu yasakların yarattığı durumun mülkiyet hakkının korunması ile genel menfaatin gerekleri arasında sağlanması gereken dengeyi bozduğunu, başvurucuların hukuki durumlarının gerekli dengenin bulunmamasına yol açtığını vurgulamış, sonuçları inşaat yasakları ile ağırlaştırılmış olan kamulaştırma izinlerinde (izin verilmemesi) her iki başvurucu yönünden Birinci Protokolün 1. maddesinin ihlal edildiği sonucuna ulaşmıştır.
Yukarıda özetlenen Anayasa Mahkemesi kararında atıf yapılan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin 23.09.1982 gün ve 7151/75 sayılı Sporrong ve Lönnroth – İsveç kararı incelendiğinde, zarar/tazminat olgusunun mülkiyet hakkının geçmişte belirli bir süre engellenmiş olması ile ileriye yönelik olarak belirsiz bir süre engelleme durumunun mülkiyet sahibinde meydana getirdiği mağduriyet çerçevesinde şekillendiği, başka bir deyişle mülkiyet hakkının kısıtlanmasının malikler üzerindeki manevi etkisinin nazara alınması sonucu başvurucular yönünden ihlal kararı verildiği anlaşılmaktadır.
Dava dosyasının incelenmesinden, Afyonkarahisar İli, Merkez, Fatih Mahallesi, 19L-1C pafta, 2350 ada, 2 parsel sayılı 2390 m2 alanlı taşınmazın 1986 yılında yapılan imar planı uyarınca ilkokul alanı olarak ayrıldığı, 1989 yılında yapılan 3194 sayılı kanunun 18. Maddesi uygulaması sonucunda KOP (Kamu ortaklık payı) olarak 873/2390 hisse ile Cemil Dilek, 874/2390 Sıddıka Ballık, 643/2390 hisse ile de Lütfiye Pekiner adına tescil edildiği, davacının uyuşmazlık konusu taşınmazla mülkiyet bağının ise 17.07.2012 tarihli satış işlemi ile kurulduğu anlaşılmaktadır.
Bakılan davada, davacının mülkiyet hakkını kullanamamaktan yakınarak, tazminat talebinde bulunduğu anlaşılmakta ise de; esasen davacının uyuşmazlık konusu taşınmazı edindiği tarih itibari ile taşınmaz için kısıtlılık durumun mevcut olduğu, yukarıda belirtilen Avrupa İnsan Mahkemesi kararında belirtilen mülkiyet hakkının geçmişte belirli bir süre engellenmiş olma durumunun eski malikler açısından gerçekleşmiş olmasına karşın, 17.07.2012 tarihli satış işlemi sonucu mülkiyet sahibi olan davacı açısından kısıtlılık halinden kaynaklanan ve tazminatı gerektirir mağduriyetinin henüz bulunmadığı açıktır.
Bu durumda, İdare Mahkemesince davanın reddine karar verilmesi gerekirken, tazminat talebinin kabulüne ilişkin temyize konu mahkeme kararında hukuki isabet bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, Afyonkarahisar İdare Mahkemesince verilen 20/11/2014 tarihli E:2013/577 K:2014/934 sayılı kararın BOZULMASINA, dosyanın adı geçen Mahkemeye gönderilmesine, bu kararın tebliğ tarihini izleyen günden itibaren 15 gün içerisinde kararın düzeltilmesi yolu açık olmak üzere, 27/05/2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 2014/7813 K: 2015/4418
Danıştay 6. Dairesi E: 2015/9088 K: 2016/486
Danıştay 6. Dairesi E: 2014/2387 K: 2014/4122
Danıştay 6. Dairesi E: 2010/750 K: 2014/718
Danıştay 6. Dairesi E: 2014/7813 K: 2015/4418
Kesin yapılaşma yasağı bulunan I. derece doğal sit alanında kalan taşınmazın uzun müddet kamulaştırılmadığından bahisle kamulaştırmasız el atma nedeniyle tazminat talebi
Dava, Aydın İli, Söke İlçesi, Doğanbey Köyü, 84 ve 127 parsel sayılı taşınmazların maliki olan davacının, taşınmazın sit alanı olarak belirlenmesi nedeniyle kamulaştırmasız el konulan taşınmazlar için toplam 252.000,00 TL’nin dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte tazmini istemiyle açılmış; İdare Mahkemesince, davacının taşınmazları İzmir 2 numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulunun 14.12.1994 tarihli ve 4448 sayılı kararıyla 1.Derece Doğal Sit Alanı olarak tespit edilmesine rağmen kamulaştırılmaması nedeniyle davacının mülkiyet hakkının zedelendiği, taşınmazın değerini önemli ölçüde düşürdüğü, kamu yararının gerekleri ile mülkiyet hakkı arasında gözetilmesi gereken adil dengeyi bozduğu, davacının alışılmışın dışında ve ölçüsüz yüke katlanmak zorunda kaldığı hususu dikkate alındığında, taşınmazın kamulaştırma değerinin davalı idarece davacıya ödenmesi gerektiği gerekçesiyle davacının tazminat talebinin 75.000 TL’lik kısmının kabulüne, fazlaya ilişkin talebin reddine karar verilmiş, bu karar davacı ve davalı idare tarafından temyiz edilmiştir.
Anayasanın 35. maddesinde: “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.” kuralına yer verilmiş; temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasını düzenleyen 13. maddesinde ise, temel hak ve hürriyetlerin, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabileceği, bu sınırlamaların, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı vurgulanmıştır.
Keza Anayasanın 90. maddesi uyarınca uygun bulunan ve iç hukukun bir parçası halini alan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 1 nolu Ek Protokolünün “Mülkiyetin korunması” başlıklı 1. maddesinde de: “Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.” hükmü yer almıştır.
Öte yandan, Anayasa Mahkemesinin 29.12.1999 tarihli E:1999/33 K:1999/51 sayılı kararıyla; 3194 sayılı İmar Kanununun 13. maddesinin birinci ve üçüncü fıkraları iptal edilmiş, iptal kararının gerekçesinde, “Çağdaş demokrasiler, temel hak ve özgürlüklerin en geniş ölçüde sağlanıp güvence altına alındığı rejimlerdir. Temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunup onları büyük ölçüde kısıtlayan veya tümüyle kullanılamaz hale getiren sınırlamaların demokratik toplum düzeninin gerekleriyle bağdaştığı kabul edilemez. Demokratik hukuk devletinin amacı kişilerin hak ve özgürlüklerden en geniş biçimde yararlanmalarını sağlamak olduğundan yasal düzenlemelerde insanı öne çıkaran bir yaklaşımın esas alınması gerekir. Bu nedenle getirilen sınırlamaların yalnız ölçüsü değil, koşulları, nedeni, yöntemi, kısıtlamaya karşı öngörülen kanun yolları hep demokratik toplum düzeni kavramı içinde değerlendirilmelidir. Özgürlükler, ancak ayrık durumlarda ve demokratik toplum düzeninin sürekliliği için zorunlu olduğu ölçüde sınırlandırılabilmelidir.
Demokratik bir toplumda temel hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamanın, bu sınırlamayla güdülen amacın gerektirdiğinden fazla olması düşünülemez.
Demokratik hukuk devletinde güdülen amaç ne olursa olsun, kısıtlamaların, bu rejimlere özgü olmayan yöntemlerle yapılmaması ve belli bir özgürlüğün kullanılmasını önemli ölçüde zorlaştıracak ya da ortadan kaldıracak düzeye vardırılmaması gerekir.
3194 sayılı Yasanın 13. maddesinin itiraz konusu birinci fıkrasında imar planlarında, resmi yapı, okul, cami, yol, meydan gibi umumi hizmetlere ayrılan yerlerin, imar programına alınıncaya kadar mevcut kullanma şeklinin devam edeceği öngörülmüştür. Yasanın 10. maddesinde de belediyelerin, imar plânlarının yürürlüğe girmesinden en geç 3 ay içinde bu planı uygulamak üzere 5 yıllık imar programlarını hazırlayacakları belirtilmiş, ancak Yasada bu plânların tümünün hangi süre içinde programa alınarak uygulanacağına ilişkin bir kurala yer verilmemiştir. 13. maddenin birinci fıkrası uyarınca imar planlarında umumi hizmetlere ayrılan yerlerin mevcut kullanma şekillerinin ne kadar devam edeceği konusundaki bu belirsizliğin, kişilerin mülkiyet hakları üzerinde süresi belli olmayan bir sınırlamaya neden olduğu açıktır.
İmar plânlarının uygulamaya geçirilmesindeki kamusal yarar karşısında mülkiyet hakkının sınırlanmasının demokratik toplum düzeninin gerekleriyle çelişen bir yönü bulunmamakta ise de, itiraz konusu kuralın neden olduğu belirsizliğin kişisel yarar ile kamu yararı arasındaki dengeyi bozarak mülkiyet hakkını kullanılamaz hale getirmesi, sınırlamayı aşan hakkın özüne dokunan bir nitelik taşımaktadır.
İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi de 23.09.1981 günlü Sporrong ve Lönnroth kararında, kamulaştırma izni ile inşaat yasağının uzun bir süre için öngörülmüş olmasının, toplumsal yarar ile bireysel menfaat arasındaki dengeyi bozduğu sonucuna varmıştır.
Açıklanan nedenlerle, itiraz konusu kural Anayasanın 13. ve 35. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.” nitelemelerine yer verilmiştir.
Diğer taraftan, Anayasa Mahkemesinin sözü edilen kararında da atıf yapılan İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin 23.09.1981 tarihli, 7151/75 sayılı Sporrong ve Lönnroth – İsveç kararında ise Mahkeme; başvurucuların taşınmazlarının uzun bir süre inşaat yasağı kapsamında tutulmasını ve bu sürede kamulaştırma yapılmamasını mülkiyet hakkına müdahale olarak kabul etmiş, bu durumun müdahaleyi ağırlaştırdığı kanaatine vararak, kararın devamında, başvurucuların mülkiyet haklarını kullanmalarının Sporrong Miras Şirketi olayında toplam 25 yıl, Bayan Lönnroth olayında on iki yıl engellendiğini, bu bağlamda uzatılmış yasakların mülk sahipleri üzerinde yarattığı olumsuz sonuçları hukukun üstünlüğü ile yönetilen bir Devlette olması gereken durumla bağdaştırılabilir görmediğini kaydetmiş, bu yasakların yarattığı durumun mülkiyet hakkının korunması ile genel menfaatin gerekleri arasında sağlanması gereken dengeyi bozduğunu, başvurucuların hukuki durumlarının gerekli dengenin bulunmamasına yol açtığını vurgulamış, sonuçları inşaat yasakları ile ağırlaştırılmış olan kamulaştırma izinlerinde (izin verilmemesi) her iki başvurucu yönünden 1 nolu Ek Protokolün 1. maddesinin ihlal edildiği sonucuna ulaşmıştır.
2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nun “Tanımlar ve Kısaltmalar” başlıklı 3. maddesinde: “Bu Kanunda geçen tanımlar ve kısaltmalar şunlardır: a) Tanımlar:
“Kültür varlıkları”; tarih öncesi ve tarihi devirlere ait bilim, kültür, din ve güzel sanatlarla ilgili bulunan veya tarih öncesi ya da tarihi devirlerde sosyal yaşama konu olmuş bilimsel ve kültürel açıdan özgün değer taşıyan yer üstünde, yer altında veya su altındaki bütün taşınır ve taşınmaz varlıklardır.
“Tabiat varlıkları”; jeolojik devirlerle, tarih öncesi ve tarihi devirlere ait olup ender bulunmaları veya özellikleri ve güzellikleri bakımından korunması gerekli, yer üstünde, yer altında veya su altında bulunan değerlerdir.
“Sit”; tarih öncesinden günümüze kadar gelen çeşitli medeniyetlerin ürünü olup, yaşadıkları devirlerin sosyal, ekonomik, mimari ve benzeri özelliklerini yansıtan kent ve kent kalıntıları, kültür varlıklarının yoğun olarak bulunduğu sosyal yaşama konu olmuş veya önemli tarihi hadiselerin cereyan ettiği yerler ve tespiti yapılmış tabiat özellikleri ile korunması gerekli alanlardır.
“Doğal (tabii) sit”; jeolojik devirlere ait olup, ender bulunmaları nedeniyle olağanüstü özelliklere sahip yer üstünde, yer altında veya su altında bulunan korunması gerekli alanlardır.” hükmüne yer verilmiştir.
Aynı Kanun’un 6. maddesinde korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının neler olduğu belirlenmiştir. Kanuna göre, korunması gerekli tabiat varlıkları ile 19. uncu yüzyıl sonuna kadar yapılmış taşınmazlar, belirlenen tarihten sonra yapılmış olup önem ve özellikleri bakımından Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca korunmalarında gerek görülen taşınmazlar, sit alanı içinde bulunan taşınmaz kültür varlıkları, milli tarihimizdeki önlemleri sebebiyle zaman kavramı ve tescil söz konusu olmaksızın Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda büyük tarihi olaylara sahne olmuş binalar ve tesbit edilecek alanlar ile Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından kullanılmış evler korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlığı olarak sayılmıştır. Anılan maddenin devam eden fıkralarında, sayma suretiyle korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlığı örnekleri sıralanmıştır.
Anılan Kanun’un 7. maddesinde korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının tespit ve tesciline ilişkin hükümler getirilmiş, 8. maddesinde korunma alanlarının tespiti ve bu alanlarda inşaat ve tesisat yapılıp yapılmayacağı konusunda koruma kurullarının yetkili olduğu belirtilmiş, 9. maddesinde de korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıkları, koruma alanları ve sit alanlarında inşai ve fiziki müdahalede bulunma yasağı getirilmiş, hangi eylemlerininşai ve fiziki müdahale olduğu hükümlerine yer verilmiştir.
2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nun “Kamulaştırma” başlıklı 15. maddesinin (a) bendinde “Taşınmaz kültür varlıkları ve bunların korunma alanları, aşağıda belirlenen esaslara göre kamulaştırılır: Kısmen veya tamamen gerçek ve tüzelkişilerle mülkiyetine geçmiş olan korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıkları ile korunma alanları Kültür ve Turizm Bakanlığınca hazırlanacak programlara uygun olarak kamulaştırılır. Bu maksat için, Kültür ve Turizm Bakanlığı bütçesine yeterli ödenek konur. Kamu kurum ve kuruluşları, belediyeler, il özel idareleri ve mahallî idare birlikleri tescilli taşınmaz kültür varlıklarını, koruma bölge kurullarının belirlediği fonksiyonda kullanılmak kaydıyla kamulaştırabilirler.” hükmü yer almaktadır.
Kültür Ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’nun doğal (tabii) sitler, koruma ve kullanma koşulları ile ilgili 19.06.2007 tariihli ve 728 sayılı ilke kararı’nda:
“1- I. Derece Doğal (Tabii) Sit: Bilimsel muhafaza açısından evrensel değeri olan,
ilginç özellik ve güzelliklere sahip olması ve ender bulunması nedeniyle kamu yararı açısından mutlaka korunması gerekli olan, korumaya yönelik bilimsel çalışmalar dışında aynen korunacak alanlardır.
Bu alanlarda, bitki örtüsü, topografya, silüet etkisini bozabilecek, tahribata yönelik hiçbir eylemde bulunulamayacağına, ancak;
1. Kesin yapı yasağı olmakla birlikte, resmi ve özel kuruluşlarca zorunlu olan alanlarda, teknik altyapı hizmetleri (kanalizasyon, açık otopark, telesiyej, teleferik, içme suyu, enerji nakil hattı, telefon hattı, doğalgaz hattı, GSM baz istasyonu ve benzeri) uygulamalarının koruma bölge kurulunun uygun göreceği şekliyle yapılabileceğine,
2.1/25.000 ölçekli Çevre Düzeni Planı veya 1/5000 ölçekli Nazım İmar Planı doğrultusunda hazırlanacak projesine göre ilgili koruma kurulundan izin almak koşulu ile halka açık rekreasyon amaçlı günübirlik tesisler (lokanta, büfe, kafeterya, soyunma kabinleri, wc, gezi yolu, açık otopark ve benzeri) ile alanın ve çevrenin özelliklerinden kaynaklanan faaliyetlerin korunması ve geliştirilmesi amacına yönelik yapıların (iskele, balıkçı barınağı, bekçi kulübesi ve benzeri) yapılabileceğine,
f) Doğal dengenin devamlılığının sağlanması amacıyla ilgili kamu kurum ve kuruluşlarının görüşleri doğrultusunda alanın özelliğinden kaynaklanan faaliyetlerin koruma kurulu izni doğrultusunda sürdürülebileceğine ” karar verilmiştir. Bu kararda taşınmazdan bu haliyle ne şekilde yararlanılıp yararlanılamayacağına yönelik ilkeler belirlenmiştir.
Aynı Kanun’un 648 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile değişik 17. maddesinin a bendinin ikinci fıkrasında ” Koruma amaçlı imar planı yapılıncaya kadar, koruma bölge kurulu tarafından üç ay içinde geçiş dönemi koruma esasları ve kullanma şartları belirlenir. Belediyeler, valilikler ve ilgili kurumlar söz konusu alanda üç yıl içinde koruma amaçlı imar planı hazırlatıp incelenmek ve sonuçlandırılmak üzere koruma bölge kuruluna vermek zorundadır. (değişiklik öncesinde bu süre iki yıl olarak düzenlenmişti) Üç yıllık süre içinde zorunlu nedenlerle plan yapılamadığı takdirde koruma bölge kurulunca gerekçeli olarak bu süre uzatılabilir. Uzatılan süre içerisinde geçiş dönemi koruma esasları ve kullanma şartları uygulanır.” hükmüne; aynı maddenin b bendinde ” Koruma amaçlı imar plânlarıyla kesin yapılanma yasağı getirilen sit alanlarında bulunan gerçek ve özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetindeki taşınmazlar malikin başvurusu üzerine, belediye ve il özel idaresine ait taşınmazlarla takas edilebilir.” hükmüne; aynı Kanun’un 15. Maddesinin (f) bendinde ” (Ek: 17/6/1987 – 3386/5 md.; Değişik: 25/6/2009-5917/24 md.) Sit alanı ilan edilen ve 1/1000 ölçekli onanlı koruma amaçlı imar planında kesin inşaat yasağı getirilen korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının bulunduğu parseller, (…) başka Hazine arsa veya arazileri ile müstakil veya hisseli olarak değiştirilebilir. Sit alanı ilan edildiği tapu kütüğüne şerh edilen taşınmazları, miras ve ölüme bağlı tasarruflar dışında, sonradan edinenlerin talepleri değerlendirilmez. Ancak, Bakanlık izniyle gerçekleştirilen kazıların yapıldığı alanlarda bulunan parsellerde, maliklerin başvurusu ve kabulüne ilişkin koşul parsele yönelik uygulanır ve 1/1000 ölçekli onanlı koruma amaçlı imar planı şartı aranmaz. Bu parsellerin üzerinde bina veya tesis varsa malikinin başvurusu üzerine rayiç bedeli, 2942 sayılı Kanunun 11 inci maddesi hükümlerine göre belirlenerek ödenir. Bu bentle ilgili usul ve esaslar Maliye Bakanlığının uygun görüşü alınarak Bakanlıkça çıkarılan yönetmelikle belirlenir. Bu hükümle ilgili usul ve esaslar yönetmelikle belirlenir.” hükmüne yer verilmiştir.
Yukarıda yer verilen kuralların birlikte değerlendirilmesinden, kısmen veya tamamen özel mülkiyete geçmiş olan taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının ve koruma alanlarının Bakanlığın hazırlayacağı bir program dahilinde kamulaştırılacağı, uygulama imar planına göre hazırlanacak projelerin gerçekleştirilmesi amacıyla kamulaştırma yapılacağı, ayrıca bu statüde bulunan taşınmazların kullanılmasından yararlanmak hususunda yasal sınırlamalar yanında belli koşullar dahilinde kullanıma izin verildiği, sit alanı ilan edilen ve koruma amaçlı imar planında kesin inşaat yasağı getirilen taşınmazlar için takas talebinde bulunulabileceği, takas işlemine ilişkin usul ve esasların yönetmelikte düzenleneceği, takas talebinin kabul edilebilmesi için taşınmazın sit alanında olması ve 1/1000 ölçekli koruma amaçlı imar planında kesin inşaat yasağı bulunmasının gerektiği, kanun hükmü gereği plan yapmaya yetkili idarelere sit alanı ilanından itibaren belirli bir sürede koruma amaçlı imar planını yapma zorunluluğu getirildiği görülmektedir.
Öncelikle, korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıkları ile bunların korunma alanları, sit alanlarından farklılık arz etmektedir. Korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlığı örnekleri 2863 sayılı Kanun’un ilgili maddesinde ayrı ayrı sayılarak (örneğin, kaya mezarlıkları, höyükler, tümülüsler ) somutlaştırılmış, ancak sit alanları koruma statü ve dereceleri farklılık arz etmekle birlikte hazırlanacak bilimsel raporlar doğrultusunda tarihi, kültürel veya tabiat güzelliklerinin alanın bütünselliğiyle beraber koruma altına alındığı alanı ifade etmektedir. Bu ayrımın bir sonucu olarak gerçek veya tüzel kişilerin mülkiyetine geçmiş olan korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıkları için Kanun’un 15. maddesinin a fıkrasında taşınmazların program dahilinde kamulaştırılması esası getirilmiş,ancak sit alanında bulunan ve gerçek veya tüzel kişilerin mülkiyetine geçmiş olan taşınmazlar için kamulaştırma esası benimsenmemiş, bunun yerine aynı maddenin (f) bendinde takas imkanı getirilmiştir.
Yukarıda yer verilen mevzuat hükümleri uyarınca, taşınmaz kültür varlığı, taşınmaz tabiat varlığı ve bu varlıkların korunma alanları ayrı ayrı tanımlanmış, korunması gereken taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının koruma kurullarınca tescil edileceği belirlenmiş, bu eserlerin ve üzerinde bulunduğu arzın Bakanlıkça hazırlanacak programlar doğrultusunda kamulaştırılacağı hüküm altına alınmıştır. Kısmen veya tamamen özel mülkiyete geçmiş olan taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının ve korunma alanlarının korunmasındaki kamu yararı, tarihi ve kültürel öneme sahip eserlerin sergilenerek tanıtılması, milli değerlerin korunarak gelecek nesillere bilgi aktarılması ve kültür turizmine katkı sağlayarak ülke ekonomisine fayda getirmesidir. Sit alanının korunmasındaki kamu yararında ise alanın görsel bütünlüğüyle beraber ele alınarak tarih öncesinden günümüze gelen medeniyetlerin yaşadıkları çağın sosyal, ekonomik ve mimari özelliklerini yansıtan kent veya kent kalıntıları, kültür varlıklarının yoğun olarak görüldüğü ve önemli tarihi hadiselerin cereyan ettiği yerleri veya çevre, ekoloji veya jeoloji gibi bilim dallarında uzmanlaşan kişiler tarafından alanın tabiat güzelliğinin korunması gerektiğine dair bilimsel raporlar ışığında açıklanan mekansal durumu ifade eder. Sonuç itibariyle korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının bir değeri ifade ettiği, sit alanının ise arz üzerindeki statüyü ifade ettiği söylenebilir.
Bu durumda, kesin inşaat yasağı bulunan ve I. derece doğal sit alanı ilan edilen, özel mülkiyete konu taşınmazların malikleri tarafından nasıl kullanılacağı, tarımsal faaliyetler gibi gelir getirici faaliyetlerde bulunup bulunulmadığı, taşınmazın satışı, kiraya verilmesi gibi özel hukuktan kaynaklanan hak ve menfaatlerin kullanılıp kullanılmadığı gibi hususların olayın özelliğine göre ortaya konulması gerekmektedir. Dolayısıyla, taşınmazdan hiçbir şekilde tasarruf etme imkanı kalmadığı ortaya konulan hususlarda mülkiyet hakkının kamu otoritesi tarafından süresi belirsiz biçimde kısıtlandığında şüphe yoktur. Ancak, hukuki ve filli durumu itibariyle taşınmazın hiçbir şekilde sit statüsünde olmadığı varsayımında, mülkiyet hakkının kullanılması ve taşınmazdan yararlanma imkanı olmayan ve sit alanının bütünselliği nedeniyle sit alanından çıkarılması uygun olmayan taşınmazlarda mülkiyet hakkının ihlal edilip edilmediğinin olaya göre değerlendirilmesi gerekmektedir.
Uyuşmazlık, kesin yapılaşma yasağı bulunan I. derece doğal sit alanında kalan taşınmazın uzun müddet kamulaştırılmadığından bahisle kamulaştırmasız el atma nedeniyle tazminat talebinin reddine ilişkin işlemden kaynaklanmaktadır. Böyle bir durumda, dava konusu olayın içeriğine göre kamulaştırmasız el atmanın şartlarının oluşup oluşmadığının ve dava konusu taşınmazın statüsü de ortaya konulmak suretiyle taşınmazın kamulaştırması zorunlu bir taşınmaz olup olmadığının ortaya konulması suretiyle tazminat istemi hakkında bir karar verilmesi gerekmektedir.
Olayda, davacının dava konusu taşınmazları 06.09.1990 günlü tapuda satış işlemiyle satın alındığı, anılan taşınmazların da bulunduğu alanın İzmir II. nolu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun 14.12.1994 tarihli ve 4448 sayılı kararıyla I. Derece doğal sit olarak belirlendiği ve anılan kararın 22.02.1995 tarihli ve 953 sayılı yevmiye numarasıyla tapuya şerh edildiği, sit alanı ilanından bu yana koruma amaçlı imar planı yapılmadığı, davacı tarafından 23.12.2002 ve 27.06.2011 gününde yapılan başvurularıyla birlikte en son 31.05.2012 gününde yapılan başvuruların birlikte değerlendirilmek üzere Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na iletilmesine karar verildiği, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü’nün 26.07.2012 tarihli ve 5406 sayılı kararıyla yönetmelik çalışmalarının devam ettiği, trampa ve kamulaştırmaya ilişkin taleplerin yapılacak çalışmalar soncunda program dahilinde değerlendirileceğine karar verildiği, bu karar üzerine dava konusu taşınmaza hukuken (kamulaştırmasız) el atma nedeniyle oluşan zararın tazmini istemiyle bakılmakta olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır.
Taşınmazların değerinin tespiti amacıyla yaptırılan keşif ve bilirkişi incelemesinde, Aydın ili, Söke ilçesi, Doğanbey Köyü, 84 parsel Acısu mevkiinde, 127 parsel ise Sülüklü mevkiinde olduğu, taşınmazların 1.derece doğal sit alanı içinde kaldığı, taşınmaz ve yakın çevresinde hiçbir alt yapı (yol,elektrik,su vb) bulunmadığı, taşınmazların cinsinin tapu kaydındatarla olduğu, keşif anında tamamen boş ve tarım arazileri gibi bakımlı olmadığı, düz zemin olan, 84 parselin denizin gelgit alanında kalabileceği, 127 parsel ise düz olup, dere yatağına teğet olduğu, su taşkın riskine maruz kalabileceği, her iki parselde de tarımsal faaliyetin yapılmadığı, taşınmazın sit alanında kaldığının belirlenmesinin taşınmazın değerini olumsuz yönde etkileyen bir durum yarattığı, şeklinde tespit ve değerlendirmelerde bulunulmuştur. Bu tespitler dikkate alındığında davacının taşınmazlardan yeryüzü şartlarından dolayı tasarruf etme imkanının bulunmadığı, tarım arazisi vasfında olmayan, denizin gelgit alanında bulunan ve su taşkın riskinin bulunduğu alanda davacı tarafın nasıl bir zarara uğradığını ispat etme yükümlülüğünde olduğu, bu yükümlülüğünün yerine getirlemediği, taşınmazın kullanılmamasından kaynaklanan bir zarardan bahsedilemeyeceği, bilirkişi raporunda taşınmazın sit alanı olmasından bağımsız düşünülerek civardaki metrekare fiyatları ile taşınmazın yüz ölçümünün çarpılması suretiyle bir değere ulaşıldığı görülmektedir.
Bu durumda, yukarıda yer verilen mevzuat hükümleri uyarınca idarelerin sit alanlarında kamulaştırma yapma zorunluluğunun bulunmadığı, ancak bu statüde bulunan taşınmazlar için hazine taşınmazlarıyla takas imkanının sunulması için koruma amaçlı imar planı bulunması gerektiği, koruma amaçlı imar planı yapımı için idarelere sit ilanından bu yana belli bir yasal süre tanındığı, esasen uyuşmazlığa konu taşınmazın kamulaştırılması zorunlu bir statüde bulunmadığı ve bu nedenle kamulaştırmasız el atma nedeniyle oluşan bir zarardan bahsedilemeyeceğinden davanın reddine karar verilmesi gerekirken aksi yönde verilen kararda hukuki isabet görülmemiştir.
Benzer İçtihatlar:
Danıştay 6. Dairesi E: 1993/2945 K: 1994/1389 T. 14.4.1994
Danıştay 6. Dairesi E: 2015/361 K: 2015/3486
Danıştay 6. Dairesi E: 2015/9088 K: 2016/486
Danıştay 6. Dairesi E: 2014/2387 K: 2014/4122