MEDENİ HUKUK: ORTAKLIĞIN GİDERİLMESİ YARGITAY KARARLARI
Ortaklığın giderilmesi davalarının, tapuda paydaş bulunanların tamamına husumet yöneltilerek yürütülmesi gerekir. Müşterek mülkiyet üzere olan taşınmazda, bir paydaşın ölümü sonucu yalnızca onun iştirak halinde mülkiyet durumuna dönüşen payı ile ilgili olarak, ortaklığın giderilmesi mümkün değildir.
Taraflar arasındaki “ortaklığın giderilmesi” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Mersin 2. Sulh Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 9.9.1992 gün ve 1322-1193 sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine,
Yargıtay 6. Hukuk Dairesinin 11.3.1993 gün ve 3085-3225 sayılı ilamı; (.. Davacı vekili tarafların murisi A… G…’ün paydaş olduğu 418 ada 8 parsel özel parselasyona bölünerek hisseli satışı sonucu üzerinde yapılaşma ve bir mahalle oluştuğundan bu parsellerin tüm paydaşlar arasında ortaklığın giderilmesi 2981 sayılı Kanun hükmü ve fiili duruma göre mümkün olmadığından, yalnız A… G…’den intikal eden 78/28366 payın ortaklığının giderilmesine karar verilmesini istemiştir. Mahkeme istem gibi payın paydaşlar arasında satışına karar vermiştir.
Ortaklığın giderilmesi davalarında tapuda paydaş olanların sağ ise kendilerinin, ölü ise tüm mirasçılarının ibraz edilecek veraset belgesine göre davaya dahil edilmesi ve bunların huzuru ile davanın görülmesi gerekir. Paylı taşınmazlarda sadece bir payın paydaşları ortaklığın giderilmesini isteyemezler. Mahkemece yapılacak iş yukarıda belirtildiği üzere tüm tapu paydaşlarına davanın yöneltilmesi için davacıya mehil verilmesi, gereği yerine getirilirse işin esasına girilmesine aksi takdirde davanın reddine karar verilmesi icabederken yazılı şekilde payın satışı suretiyle ortaklığın giderilmesine karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır..) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
K: Dava, taşınmaz malda satış suretiyle ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Bu istekle açılan davalar, tapuda paydaş bulunanların tamamına husumet yöneltilerek yürütülebilir, müşterek mülkiyet üzere olan taşınmazda bir paydaşın ölümü nedeniyle yalnızca onun iştirak halinde mülkiyet durumuna dönüşen payı ile ilgili olarak ortaklığın giderilmesi mümkün değildir. O itibarla mahkemece, bu ilkeler çerçevesinde fiili kullanmaya ilişkin Özel parselasyon anlaşması yapılan müşterek mülkiyet halinde bulunan taşınmazda, yalnızca bir pay yönünden ortaklığın giderilmesinin istenemeyeceğine işaret eden ve Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken önceki kararda direnilmesi doğru değildir. O halde usul ve yasaya uygun bulunmayan direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı (BOZULMASINA), 16.2.1994 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2012/1076 K: 2013/381 T: 20.03.2013
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1990/520 K: 1991/11 T: 30.01.1991
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2014/38 K: 2015/1657 T: 17.06.2015
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/1166 K: 2001/1164 T: 26.12.2001
İmar planı uygulaması gereği, bir taşınmazın diğer bir taşınmaza şuyulandırılması kararının kesinleşip kesinleşmediğinin saptanması, kesinleşmişse kesin kararın tapuya intikali için yetkililere süre verilmesi ve müşterek mülkiyet hükümlerine tabi parsel kaydının tapudan getirilerek incelemenin o parselin oluşumundaki paydaş ve pay oranları dikkate alınarak yapılması gereklidir.
Mahalli Mahkemesinden verilmiş bulunan yukarıda tarih ve numarası yazılı İzalei Şuyu davasına dair karar bir kısım davalılar tarafından süresi içinde temyiz edilmiş olmakla dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği görüşülüp düşünüldü:
Dava taşınmaz ortaklığının giderilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece istem gibi karar verilmiş ve hüküm davalılar M…, S… ve M… vekillerince temyiz edilmiştir.
Davacı, Yatağan Yeni mahalledeki 84 ada 48 parsel sayılı taşınmazın maliki olduğunu, kendisinin bu parseli ile davalılara ait parsellerin şuyulu olduğunun Belediyece bildirildiğini ve aralarında bu şekilde oluşan ortaklığın giderilmediğini iddia ederek ortaklığın giderilmesini istemiştir.
Tapudan gelen kayıt örneklerinden, 48 parsel sayılı taşınmazın bağımsız olarak davacı, 46 parselin davacı dışındaki bir kısım davalılar adlarına müştereken, 47 parselin ise bir kısım davalılar murisi Ş… K: .. adına kayıtlı olduğu, bu parsellerin şuyulandırma suretiyle kayıtlarının kapatılmadığı anlaşılmaktadır. Belediyenin davacıya hitaben verdiği cevapta ise sözü edilen parsellerin şuyulu olduğu bildirilmiş ve şuyulandırmanın ne şekilde parsel oluşturduğu imar durum belgesinde gösterilmiştir.
Mahallinde yapılan keşifte, mütalaası alınan teknik bilirkişi şuyulandırılacak parsellerin ne şekilde yeni parsel oluşturacağını belirtmiştir.
Bu durumda, davacının sadece kendisine ait olan kadastro parseli ile davalılar parselinin İmar Kanunu hükümleri çerçevesinde şuyulandırma ya da düzenleme suretiyle ortaklaştırılmalarının tapuya intikal etmediği, ortak şuyulu bir parsel oluşmadığı tapu kayıt örnekleri ve keşifteki uygulamadan anlaşılmaktadır. Bu itibarla, Belediyenin bildirdiği şekilde alınmış şuyulandırma kararının kesinleşip kesinleşmediğinin saptanması, kesinleşmişse o kesin kararın tapuya intikal ettirilmesi için ilgililere yetki ve mehil verilmesi, böylece şuyulandırılmış şekliyle oluşan ve müşterek mülkiyet hükümlerine tabi parsel kaydının tapudan getirtilmesi ve incelemenin o parselin oluşumundaki miktar paydaş ve pay oranları dikkate alınarak yapılması gereklidir. Şuyulandırmanın kesinleştiği ve fakat tapuya geçmediği kabul edilse dahi tasarrufi işlem sonucu doğuracak bu dava için şuyulandırma durumunun tapuya tescil edilmesi zorunluluğunun gözönünde bulundurulması icap eder. Açıklanan esaslardan zuhul olunarak ve idarece yapılması gereken işlemlerin de hükme bağlanması suretiyle yazılı şekilde ortaklığın giderilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Hüküm bu nedenle bozulmalıdır.
Sonuç: Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz itirazlarının kabulü ile H.U.M.K: nun 428. maddesi uyarınca hükmün BOZULMASINA, 3.4.1995 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 6. Hukuk Dairesi E: 2002/3255 K: 2002/3406 T: 16.05.2002
- Yargıtay 6. Hukuk Dairesi E: 2005/10986 K: 2005/535 T: 03.02.2005
- Yargıtay 6. Hukuk Dairesi E: 1988/16876 K: 1989/923 T: 26.01.1989
- Yargıtay 6. Hukuk Dairesi E: 1996/5202 K: 1996/5414 T: 30.05.1996
Ortaklığın giderilmesi davaları yenilik doğurucu nitelikte olduğundan, bu tip davalara bakmak Kadastro Mahkemesinin görevi dışındadır.
Taraflar arasında kadastro tesbitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün Yargıtayca incelenmesi istenilmekle; temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldı, inceleme raporu ve dosyadaki belgeler okundu, gereği görüşüldü:
KARAR: Kadastro sırasında 114 ada 3 parsel sayılı taşınmaz Sulh Hukuk Mahkemesinde dava konusu olduğundan sözedilerek yüzölçümü ve malikhanesi açık bırakılmak suretiyle tesbit edilmiştir. Davacılar tarafından davalılar aleyhine Sulh Hukuk Mahkemesinde açılan ortaklığın giderilmesi davası davaya konu olan parsel hakkında tutanak düzenlenmiş olması nedeniyle Kadastro Mahkemesine aktarılmıştır. Kadastro Mahkemesinde çekişmeli parsel tutanağı ile dava dosyası birleştirilerek yapılan yargılama sonunda bir kısım davacıların feragat, bir kısım davacılarında sübut bulmaması nedeniyle davalarının reddine, davacı M…’in davasının kabulüne ve çekişmeli 114 ada 3 parselde kayıtlı iki katlı kargir binasının M… adına tesciline karar verilmiş; hüküm, davacılardan S… tarafından temyiz edilmiştir.
Nizalı taşınmazın kadastro tutanağı tanzim edilirken davalı olduğundan söz edilerek malikhanesi ve miktarı açık bırakılmak suretiyle tesbit edilmiştir. Sözü edilen dava K: .. Sulh Hukuk Mahkemesinin 1982/83 sayılı dava dosyasıdır. Bu dava dosyası hakkındaki hüküm Yargıtay Altıncı Hukuk Dairesince bozulduktan sonra 1997/12 esasını almıştır. Dava ortaklığın giderilmesine ilişkin olup, 31.3.1997 tarihli kararla davanın açılmamış sayılmasına karar verilmiştir. 3402 sayılı Yasanın 27/2. maddesi gereğince müracaata kalmış olup yenilenmiyen davalar görülmekte olan dava sayılamaz. Kaldıki bu nev’i davalar yenilik doğurucu davalar olduğundan, bu davalara bakmak 3402 sayılı Yasa’nın 25/son maddesi gereğince Kadastro Mahkemesinin görevi dışındadır. Bu itibarla anılan dava nedeniyle taşınmaza ait tutanağın malikhanesi ve yüzölçümünün açık bırakılması mümkün bulunmamaktadır.
SONUÇ: Olağan usule göre kadastro işleminin tamamlanması ve tutanağın malikhanesinin doldurulması ile yüzölçümünün belirlenmesi için Kadastro Müdürlüğüne gönderilmesine karar verilmesi gerekirken işin esası hakkında hüküm kurulması isabetsiz, temyiz itirazının kabulü ile hükmün (BOZULMASINA), 12.6.2000 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2019/5466 K: 2020/3510 T: 28.09.2020
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1996/1113 E: 1996/1050 T: 7.3.1996 3194/11
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2004/8607 K: 2004/11467 T: 25.10.2004
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1994/654 K: 1994/5645 T: 30.5.1994
Aynen bölünerek paylaştırma halinde teknik bilirkişiye ifraz (taksim) projesi düzenlettirilerek bu projeye göre taşınmaz belediye veya mücavir alan hudutları içerisinde ise belediye encümeninden karar alınmak suretiyle, belediye dışında ise il idare kurulundan imar yasası ve yönetmeliğine göre bölüşmenin mümkün olup olmadığı sorulur.
Mahalli mahkemesinden verilmiş bulunan paydaşlığın giderilmesi davasına dair karar davalılar tarafından süresi içinde temyiz edilmiş olmakla dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği görüşülüp düşünüldü:
Dava bir parça taşınmazın paylaşılmasına ilişkindir. Mahkeme satış kararı vermiş, hüküm bir kısım davalılar tarafından temyiz edilmiştir.
Davacılar vekili dava dilekçesinde, dava konusu taşınmazdaki paydaşlığın satış suretiyle giderilmesini istemiş, bir kısım davalılar ise taksim suretiyle paydaşlığın giderilmesini savunmuşlardır.
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları iki taraflı, taraflar için benzer sonuçlar doğuran davalardır. Bu davalarda davalı da davacı gibi aynı haklara sahiptir. Bu nedenle davacının satış suretiyle paylaşma istemesi davalıların aynen paylaşma istemesine engel teşkil etmez.
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davalarında mahkemece malın aynen bölünerek paylaştırılmasına karar verilebilmesi için taşınmazın yüzölçümü, niteliği, pay ve paydaş sayısı ile imar mevzuatına göre aynen bölüşmenin mümkün olup olmadığının araştırılması gerekir.
Taşınmazın önemli ölçüde bir değer kaybına uğraması söz konusu ise aynen bölünerek paylaştırılmasına karar verilemez. Keza paydaşlar rıza göstermedikleri takdirde taşınmazın bir bölümü paylı bırakılamaz.
Aynen bölünerek paylaştırmanın (taksimin) mümkün olması durumunda bölünen parçaların değerlerinin birbirine denk düşmemesi halinde eksik değerdeki parçaya para (ivaz) eklenerek denkleştirme sağlanır. Davada paydaşlar arasında anlaşma olmadıkça hakim kendiliğinden bazı taşınmazların bir kısım paydaşlara, kalanın diğer paydaşlara verilmesi şeklinde aynen bölünerek paylaştırmaya karar veremez.
Aynen bölünerek paylaştırma (taksim) halinde teknik bilirkişiye ifraz (taksim) projesi düzenlettirilerek bu projeye göre taşınmaz Belediye veya mücavir alan hudutları içerisinde ise Belediye Encümeninden karar alınmak suretiyle, Belediye dışında ise İl İdare Kurulundan İmar Yasası ve Yönetmeliğine göre bölüşmenin (taksimin) mümkün olup olmadığı sorulur. İfraz projesinde kimlere nerelerin verileceği konusunda paydaşlar anlaşamazlar ise hakim huzurunda kura çekilerek belirlenir.
Onay makamından olumsuz cevap gelmesi halinde paydaşlığın (ortaklığın) satış suretiyle giderilmesine karar verilmesi gerekir.
Somut olayda; Dava konusu edilen ve satışına karar verilen 280 nolu parsel tapu kaydında tarla vasfında ve 40.600 m2 yüzölçümünde tarafların murisi adına kayıtlıdır. Muris Musa’nın 25.8.1965 tarihinde öldüğü ve yedi mirasçısı bulunduğu dosya içindeki mirasçılık belgesinden anlaşılmaktadır.
Mahallinde bilirkişi marifetiyle yapılan keşifte bilirkişi Recep Fevzi’nin verdiği raporda taşınmazın 3194 sayılı İmar Kanununun 62. maddesi gereğince imar planı olmayan yerlerde ancak beş parçaya bölünebileceğini, ziraatçı bilirkişi Turhan ise vermiş olduğu raporda dava konusu yerin 3194 sayılı İmar Kanununun 62. maddesine istinaden imar planı dışında kaldığı ve ilgili madde gereğince bölünen her parçanın 10.000 m2 den az olamayacağından söz edilip taksimin mümkün olmadığını bildirmişler ise de 26.1.2003 gün ve 25005 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan Tarım işletmelerinin Yeterli Tarımsal Varlığa Sahip Olup Olmadığının Tespitine Dair Yönetmelik kapsamında tarımsal işletme niteliğinde bulunmadığı anlaşılmaktadır. 3194 sayılı İmar Kanununun Plansız Alanlar İmar Yönetmeliğinin 62. maddesinde “üst ölçek planı bulunmayan iskan dışı alanlarda yapılacak ifrazlardan sonra elde edilecek bir parsel 5.000 m2 den küçük olamaz. Bu parsellerin tapu kadastro veya tapulama haritasında bulunan kamu eline geçmiş bir yola, yapılan ifrazdan sonra 25 metre cephesi bulunması zorunludur” hükmüne yer verilmiştir.
Dava konusu parselin krokisinde iki cephesinde yol bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda dava konusu yerin yukarıda belirlenen esaslar doğrultusunda 3194 sayılı Kanunun Plansız Alanlar İmar Yönetmeliğinin 62. maddesine göre taksimi mümkün olup olmadığı üzerinde durularak sonucuna göre bir karar vermek gerekirken bu husus gözardı edilerek yazılı şekilde karar verilmesi hatalı olduğundan hükmün bozulması gerekmiştir.
Sonuç: Hükmün yukarıda açıklanan nedenle BOZULMASINA, 25.4.2005 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 6. Hukuk Dairesi E: 2001/7961 K: 2001/8148 T: 17.10.2001
- Yargıtay 6. Hukuk Dairesi E: 1998/5535 K: 1998/5462 T: 22.06.1998
- Yargıtay 6. Hukuk Dairesi E: 2005/11193 K: 2005/12201 T: 26.12.2005
- Yargıtay 6. Hukuk Dairesi E: 2005/10232 K: 2005/11586 T: 13.12.2005
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/7690 K: 2017/771 T: 07.02.2017
Satışına karar verilen taşınmaz; a)Paylı mülkiyet hükümlerine konu ise satış bedelinin paydaşların tapudaki payları oranında, b)Elbirliği mülkiyeti hükümlerine tabi olması halinde satış bedelinin mirasçılık belgesindeki paylar oranında, c)Hem paylı, hem de elbirliği mülkiyeti halinin bir arada bulunması halinde ise satış bedelinin tapudaki ve mirasçılık belgesindeki paylar nazara alınarak dağıtılmasına karar verilmesi gerekir.
Davacı vekili, … köyü, … mevkii, 975 parsel sayılı taşınmazın 1/2 payının maliki olan …’ın müvekkilinin büyükannesi olduğunu, diğer 1/2 payın ise davalıların müşterek miras bırakanı … adına tapuya kayıtlı olduğunu, davacı gayrireşit …’in annesi…’nin 2005 yılında vefat ettiğini, …’nin başka mirasçısı olmadığı için onun annesi olan ….’den gelen taşınmazdaki payının …l’e intikal ettiğini, ortaklığın aynen taksim mümkün olmazsa satış yoluyla giderilmesini, elde edilen bedelin payları nispetinde paylaştırılmasını talep etmiştir.
Davalılar tarafından cevap dilekçesi verilmemiştir. Davalı …, … ve … ilk celseye katılarak aynen taksim istediklerini, davayı kabul etmeyip satış istemediklerini beyan etmişlerdir. Mahkemece, davanın kabulü ile satış suretiyle ortaklığın giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, taraf vekilleri temyiz etmişlerdir.
Dava, ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları, paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallarda paydaşlar (ortaklar) arasında mevcut birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirip ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalardır.
Mahkemece paydaşlığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmesi halinde satışın nasıl yapılacağının ve satış bedelinin ne şekilde dağıtılacağının hüküm sonucunda gösterilmesi gerekir.
Satışına karar verilen taşınmaz; a)Paylı mülkiyet hükümlerine konu ise satış bedelinin paydaşların tapudaki payları oranında, b)Elbirliği mülkiyeti hükümlerine tabi olması halinde satış bedelinin mirasçılık belgesindeki paylar oranında, c)Hem paylı, hem de elbirliği mülkiyeti halinin bir arada bulunması halinde ise satış bedelinin tapudaki ve mirasçılık belgesindeki paylar nazara alınarak dağıtılmasına karar verilmesi gerekir.
Somut olayda; dava konusu taşınmazın tapu kaydında davacının murisi … ve davalıların murisi…. olarak görünmesine rağmen veraset ilamında ve nüfus kayıtlarında davacının murisinin … ve davalıların murisinin … … şeklinde yazıldığı anlaşılmakla; davacıya tapu kaydındaki isimlerin nüfus kayıtlarına uygun hale getirilmesi için yetki ve süre verilmesi, tapu kayıtları ve nüfus kayıtları uyumlu hale getirildikten sonra bir karar verilmesi gerekirken bu hususun gözardı edilerek dava konusu parsellerin satışına karar verilmesi doğru görülmemiş, kararın bozulması gerekmiştir.
Kabule göre de, karar ve ilam harcının, yargılama giderlerinin, vekalet ücretinin ve satış bedelinin tarafların tapu kaydı ve mirasçılık belgesindeki paylarına göre paylaştırılması gerekirken yalnızca tapudaki payları oranında paylaştırılması doğru görülmemiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/15622 K: 2016/285 T: 13.01.2016
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/265 K: 2018/2827 T: 09.04.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3351 K: 2014/6425 T: 15.05.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/446 K: 2020/2388 T: 27.02.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/818 K: 2014/3248 T: 11.03.2014
Hakim tarafların iddia ve savunmaları ile bağlı olup, ondan fazlasına veya başka bir şeye hüküm veremez. Davacı ve davalılar ortaklığın aynen taksim yoluyla giderilmesini istemişler, bu istemlerini yargılama sırasında ıslah yoluyla da değiştirmemişlerdir. Böyle durumlarda aynen paylaşma mümkün değil ise hakim davanın reddine karar verir.
Davacı, murislerinden intikal eden 24 adet taşınmazın paylaşımı konusunda davalılar ile aralarında sözleşme bulunduğunu, davalıların bu sözleşme uyarınca tapu kayıtlarını devretmediklerini ileri sürerek, taşınmazlardaki ortaklığın aynen taksim yoluyla giderilmesini istemiştir.
Davalılar, taşınmazları kendi aralarında yaptıkları paylaşıma uygun biçimde kullandıklarını, ancak davacının sunduğu belgeye uygun olup olmadığını bilmediklerini, ortaklığın satış yoluyla giderilmesini istemediklerini savunmuşlardır. Mahkemece, taşınmazlardaki ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davacı ile davalı S.. A.. temyiz etmiştir.
Dava, taşınmazlardaki ortaklığın aynen taksim yoluyla giderilmesi istemine ilişkindir. Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları, paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallarda paydaşlar (ortaklar) arasında mevcut birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirip ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalardır.
Somut uyuşmazlıkta, davacı ve davalılar dava konusu taşınmazlardaki ortaklığın aynen taksim yoluyla giderilmesini istemişlerdir. Hükme esas alınan 06.06.2013 günlü ziraat bilirkişi raporunda, 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu’nun 8.maddesi gereğince dava konusu taşınmazların bölünebilir büyüklükte olmadığı gerekçesiyle ortaklığın aynen taksim yoluyla giderilmeyeceğinden satış yoluyla giderilmesi gerektiği belirtilmiştir. HMK’nın “Taleple bağlılık ilkesi” başlığını taşıyan 26. maddesi uyarınca hakim tarafların iddia ve savunmaları ile bağlı olup, ondan fazlasına veya başka bir şeye hüküm veremez. Davacı ve davalılar ortaklığın aynen taksim yoluyla giderilmesini istemişler, bu istemlerini yargılama sırasında ıslah yoluyla da değiştirmemişlerdir.
Mahkemece, tarafların taşınmazlardaki ortaklığın aynen taksim yoluyla giderilmesi istemleri 5403 sayılı yasanın 8. Maddesine uygun bulunmadığından davanın reddi gerekirken, talepleri aşılarak ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmesi doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/2101 K: 2020/7721 T: 25.11.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/10780 K: 2014/11156 T: 14.10.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/7491 K: 2014/11413 T: 20.10.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/16198 K: 2014/1699 T: 10.04.2014
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/11563 K: 2015/1764 T: 20.02.2015
Satışına karar verilen taşınmaz; a) Paylı mülkiyet hükümlerine konu ise satış bedelinin paydaşların tapudaki payları oranında, b)Elbirliği mülkiyeti hükümlerine tabi olması halinde satış bedelinin mirasçılık belgesindeki paylar oranında, c)Hem paylı, hem de elbirliği mülkiyeti halinin bir arada bulunması halinde ise satış bedelinin tapudaki ve mirasçılık belgesindeki paylar nazara alınarak dağıtılmasına karar verilmesi gerekir.
Dava, ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Duruşmaya katılan bir kısım davalılar davayı kabul etmişlerdir. Mahkemece, davanın kabulü ile dava konusu taşınmazın satış suretiyle ortaklığının giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalı … temyiz etmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları, paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallarda paydaşlar (ortaklar) arasında mevcut birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirip ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalardır.
Mahkemece paydaşlığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmesi halinde satışın nasıl yapılacağının ve satış bedelinin ne şekilde dağıtılacağının hüküm sonucunda gösterilmesi gerekir.
Satışına karar verilen taşınmaz; a) Paylı mülkiyet hükümlerine konu ise satış bedelinin paydaşların tapudaki payları oranında, b)Elbirliği mülkiyeti hükümlerine tabi olması halinde satış bedelinin mirasçılık belgesindeki paylar oranında, c)Hem paylı, hem de elbirliği mülkiyeti halinin bir arada bulunması halinde ise satış bedelinin tapudaki ve mirasçılık belgesindeki paylar nazara alınarak dağıtılmasına karar verilmesi gerekir.
Somut olayda; mahkemece satış suretiyle ortaklığın giderilmesine karar verilmiş ise de satış bedelinin hüküm sonucunun 2 numaralı fıkrasında dosyada bulunan veraset ilamlarındaki hisseleri oranında paylaştırılmasına, 4 numaralı fıkrasında ise hissedarlara hisseleri oranında paylaştırılmasına şeklinde dağıtılacağının yazılması doğru görülmemiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) satış yoluyla giderilmesi halinde dava konusu taşınmaz üzerinde bina, ağaç v.s. gibi bütünleyici parçalar (muhdesat) varsa bunların arzla birlikte satılması gerekir. Ancak muhdesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiği yüzdelik (%…) oran kurulmak suretiyle belirlenir. Satış sonunda elde edilecek bedelin bölüştürülmesi de bu oranlar esas alınarak yapılır. Muhdesata isabet eden kısım muhdesat sahibi paydaşa, geri kalan bedel ise payları oranında paydaşlara (ortaklara) dağıtılır.
Davaya konu olaya gelince; 2339 ada 5 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydında E 3, E 4, E 5, E 6 ve E 7 ile gösterilen yapıların …, …, …, …, …, …, … E2 işaretli evin … ve Şerife Ger’e ait olduğuna ilişkin şerh bulunduğu halde yukarıda açıklandığı şekilde bilirkişi tarafından belirlenecek oranlardan muhdesata isabet eden kısmın muhdesat sahibi paydaşlara, geri kalan bedelin ise payları oranında paydaşlara (ortaklara) dağıtılması gerektiğinin düşünülmemesi de doğru görülmemiş, bu sebeplerle hükmün bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/7491 K: 2014/11413 T: 20.10.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3351 K: 2014/6425 T: 15.05.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/6765 K: 2014/9930 T: 15.09.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/15599 K: 2014/1412 T: 04.02.2014
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/13983 K: 2015/1053 T: 03.02.2015
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları iki taraflı, taraflar için benzer sonuçlar doğuran davalardır. Bu nedenle davacı davasından feragat etse bile davalının davaya devam etmek istemesi halinde mahkemece davaya devam edilerek işin esası hakkında karar verilmelidir.
Davacı davalılarla paydaş olduğu 124 parsel sayılı taşınmazın aynen paylaşımı olanaklı olmadığından ortaklığın satış yoluyla giderilmesini istemiştir. Davalılardan … davanın reddini savunmuş, diğer davalılar süresinde yanıt vermemişlerdir. Mahkemece, ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalı … vekili temyiz etmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları iki taraflı, taraflar için benzer sonuçlar doğuran davalardır. Bu davalarda davalı da davacı gibi aynı haklara sahiptir. Bu nedenle davacının paydaşlığın satış suretiyle giderilmesini istemesi davalıların aynen paylaşma istemesine engel teşkil etmez.
Davacı davasından feragat etse bile davalının davaya devam etmek istemesi halinde mahkemece davaya devam edilerek işin esası hakkında karar verilmelidir. Bu nedenle davacının davadan feragat beyanına karşı hazır bulunan davalılardan diyecekleri sorulmalı, davaya devam etmeyi istemeleri halinde yargılamaya devam edilmelidir.
Somut olayda; mahkemece ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmesinden sonra davacı 30.12.2014 günlü dilekçeyle davadan feragat etmiştir. Yukarıda açıklanan ilkeler uyarınca davacının feragatı hakkında davalılardan diyecekleri sorularak sonucuna göre bir karar verilmesi gerektiğinden hükmün bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/402 K: 2020/1970 T: 19.02.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/15218 K: 2020/3039 T: 11.03.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/821 K: 2020/3674 T: 15.06.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/3566 K: 2017/7503 T: 11.10.2017
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/7744 K: 2017/774 T: 07.02.2017
Muhdesat bir kısım paydaşlara ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiği yüzdelik oran kurulmak suretiyle belirlenir.
Davacı vekili, müvekkilinin davalılar ile birlikte …. mahallesi, 9567 ada 1 parsel sayılı taşınmazda hissedar olduğunu, taşınmazın imar parseli olup üzerinde birkaç tane gecekondu şeklinde bina bulunduğunu, taksimi mümkün olmadığından ortaklığın satış yoluyla giderilmesini talep etmiştir.
Davalı …, …, … ve … tarafından verilen cevap dilekçelerinde; davacı müteahhidin uzlaşmacı davranmadığını, hisseleri ucuza kapatmak istediğini, kendilerini mağdur etmeyecek şekilde karara bağlanmasını ve davacıyla uzlaştırılmalarını talep etmişlerdir.
Davalı …, …, …, …, …, …, …, … ve … tarafından verilen cevap dilekçelerinde; dava konusu taşınmaz üzerinde iki bina olduğunu, oturdukları bina davacı müteahhit tarafından gecekondu olarak nitelendirilse dahi binanın rahmetli babaları ve kardeşlerinin alın teriyle yaptırdığı bir saray olduğunu, davacı müteahhidin uzlaşmacı tavır sergilemeyip ucuza kapatmak istediğini, kendilerini, ailelerini ve kardeşlerini mağdur etmeyecek şekilde karara bağlanmasını ve davacıyla uzlaştırılmalarını talep etmişlerdir.
Davalı … vekili tarafından verilen cevap dilekçesinde; davacının imar parselinin ele geçirerek daha fazla kazanç elde etmek istediğini, davanın zamansız açıldığını, müteahhit olan davacı ile anlaşarak her paydaşa müstakil bir daire veya dükkan verilerek ortaklığın giderilebileceğini belirterek davanın reddini talep etmiştir.
Davalı … tarafından verilen cevap dilekçesinde; imar çalışmalarından önce davalı …, ….’in müstakil yapılar inşa ettiklerini, davacı ile imar çalışmaları sonrasında malik olduklarını, davanın reddini, aksi takdirde aynen taksim edilmesini talep etmiştir.
Dava, ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulü ile satış suretiyle ortaklığın giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davacı vekili, bir kısım davalılar vekili ve davalı … vekili temyiz etmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) satış yoluyla giderilmesi halinde dava konusu taşınmaz üzerinde bina, ağaç v.s. gibi bütünleyici parçalar (muhdesat) varsa bunların arzla birlikte satılması gerekir. Ancak muhdesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiği yüzdelik (%…) oran kurulmak suretiyle belirlenir. Satış sonunda elde edilecek bedelin bölüştürülmesi de bu oranlar esas alınarak yapılır. Muhdesata isabet eden kısım muhdesat sahibi paydaşa, geri kalan bedel ise payları oranında paydaşlara (ortaklara) dağıtılır.
Bütünleyici parçanın (muhdesat) arzın paydaşlarına (ortaklarına) değil de üçüncü şahsa ait olduğunun anlaşılması halinde bu kimseyi muhdesat sahibi olarak davaya dahil etmek ve ona satış bedelinden pay vermek mümkün değildir.
Somut olaya gelince; bilirkişi tarafından yukarıda değinilen ilkelere göre muhdesatın değeri ve arzın değeri belirlenerek oran kurulması gerekirken bu husus gözardı edilerek karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Ayrıca, tapu kaydına göre paydaşlara düşen arsa payı da eklenmek suretiyle muhdesat oranı hesaplanan 16/05/2013 tarihli bilirkişi raporu da hatalıdır. Muhdesat oranının yukarıda değinilen şekilde hesaplanması gerekmektedir.
Öte yandan 9567 ada 1 parsel sayılı taşınmaz imar uygulamasıyla 9567 ada 2 parsele dönüşmesine rağmen, 9567 ada 2 imar parseli üzerinden karar verilmesi gerekirken işlerliğini yitiren (kapatılan) 9567 ada 1 parsel üzerinden hüküm kurulması doğru değildir.
Bunun yanı sıra satış bedelinin paydaşların tapu kaydındaki payları ve mirasçılık belgesindeki payları oranında dağıtılmasına karar verilmesi gerekirken yalnızca tapudaki payları yönünden karar verilmesi de isabetsizdir.
Yine yargılama giderleri ve vekalet ücretine paydaşların tapu kaydındaki ve mirasçılık belgesindeki payları oranında yüklenmesi gerekirken yalnızca tapu kaydındaki payları oranında sorumlu tutulmaları doğru değildir.
Ayrıca, kendisini vekille temsil ettiren davacı yararına karar tarihinde yürürlükte olan A.A.Ü.T. gereğince vekalet ücretine hükmedilmesi gerektiğinin düşünülmemesi ve kendisini vekille temsil ettiren …, …, …, …, …, … yararına ve yine kendisini vekille temsil ettiren … yararına paydaşların tapu kaydındaki ve mirasçılık belgesindeki payları oranında ayrı ayrı vekalet ücretine hükmedilmesi gerekirken davalıların tamamına tek şekilde vekalet ücretine hükmedilmesi doğru görülmemiş, anılan sebeplerle kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/7491 K: 2014/11413 T: 20.10.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3351 K: 2014/6425 T: 15.05.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/6765 K: 2014/9930 T: 15.09.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/15599 K: 2014/1412 T: 04.02.2014
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/11492 K: 2013/11674 T: 17.09.2013
Taşınmazdaki ortaklığın satış yoluyla giderilmesine ve satış bedeli üzerinden tarafların hisseleri oranında binde 9,9 harç alınmasına karar verilmiştir. Karar tarihi itibariyle, 492 sayılı Harçlar Kanuna bağlı (1) sayılı tarife gereğince binde 11,38 oranında harç alınması yerine binde 9,9 oranında harç alınmasına karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 25.05.2012 gününde verilen dilekçe ile ortaklığın giderilmesi istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; ortaklığın satış yoluyla giderilmesine dair verilen 15.05.2013 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı … tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
Davacı, davalılar ile paydaş oldukları 3 parsel sayılı taşınmazın paylaşımı konusunda anlaşamadıklarını ileri sürerek, taşınmazdaki ortaklığın satış yoluyla giderilmesini istemiştir. Davalılar … ve …, ortaklığın satış yoluyla giderilmesini istemişler; diğer davalılar yanıt vermemişlerdir. Mahkemece, ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalı … temyiz etmiştir.
Yapılan yargılamaya, toplanan deliller ve dosya içeriğine göre, davalının aşağıdaki bendin kapsamı dışındaki temyiz itirazları yerinde görülmemiş, reddi gerekmiştir.
Dava, bir adet taşınmazdaki ortaklığının giderilmesi istemine ilişkindir. Harç, özel ve tüzel kişilerin özel çıkarlarına ilişkin olarak kamu kuruluşlarının hizmetlerinden yararlanmaları karşılığında yaptıkları ödemelerdir. Yargı harçları da davanın konusu veya müddeabihin değerine göre taraflardan alınır. 492 sayılı Harçlar Kanuna bağlı (1) sayılı tarifenin “Yargı Harçları” başlıklı (A) bendinin III fıkrasının 1/b maddesinde ortaklığın giderilmesine ilişkin davalarda ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmesi halinde alınacak harç oranı düzenlenmiştir.
Somut olayda, 3 parsel sayılı taşınmazdaki ortaklığın satış yoluyla giderilmesine ve satış bedeli üzerinden tarafların hisseleri oranında binde 9,9 harç alınmasına karar verilmiştir. Karar tarihi itibariyle, 492 sayılı Harçlar Kanuna bağlı (1) sayılı tarife gereğince binde 11,38 oranında harç alınması yerine binde 9,9 oranında harç alınmasına karar verilmesi doğru görülmemiş ise de bu husus kararın bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden HUMK’nın 438/7 maddesi gereğince hüküm sonucunun aşağıdaki şekilde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda (1.) bentte açıklanan nedenlerle davalının diğer temyiz itirazlarının reddine; (2.) bentte açıklanan nedenlerle davalının temyiz itirazlarının kabulü ile hüküm fıkrasının üçüncü bendinde yer alan “9,9” rakamının çıkartılarak yerine “11,38” yazılmasına, hükmün DÜZELTİLMİŞ ve değiştirilmiş bu şekli ile ONANMASINA, peşin yatırılan harcın istek halinde yatırana iadesine, 17.09.2013 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/15622 K: 2016/285 T: 13.01.2016
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/265 K: 2018/2827 T: 09.04.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3351 K: 2014/6425 T: 15.05.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/446 K: 2020/2388 T: 27.02.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/529 K: 2014/3245 T: 11.03.2014
Ancak muhdesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir.
Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 14.10.2010 gününde verilen dilekçe ile taşınmazlardaki ortaklığın giderilmesi istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; taşınmazlardaki ortaklığın satış yoluyla giderilmesine dair verilen 03.07.2013 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı H.. Ö.. vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
Davacı Mustafa, murislerinden intikal eden .., .., .. ve .. parsel sayılı taşınmazların tasarrufu konusunda davalılar ile anlaşamadıklarını ileri sürerek, taşınmazlardaki ortaklığın satış yoluyla giderilmesini istemiştir.
Birleştirilen davada davacı Halil, murislerinden intikal eden .. parsel sayılı taşınmazın tasarrufu konusunda davalılar ile anlaşamadıklarını ileri sürerek, taşınmazdaki ortaklığın satış yoluyla giderilmesini istemiştir.
Mahkemece, asıl ve birleştirilen davanın kabulüyle taşınmazlardaki ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalı H.. Ö.. vekili temyiz etmiştir. Yapılan yargılamaya, toplanan deliller ve tüm dosya içeriğine göre davalı vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışındaki temyiz itirazları yerinde görülmemiş, reddi gerekmiştir.
Dava, taşınmazlardaki ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları, paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallarda paydaşlar (ortaklar) arasında mevcut birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirip ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalardır.
Paydaşlığın (ortaklığın) satış yoluyla giderilmesi halinde dava konusu taşınmaz üzerinde bina, ağaç v.s. gibi bütünleyici parçalar (muhdesat) varsa bunların arzla birlikte satılması gerekir. Ancak muhdesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiği oran kurulmak suretiyle belirlenir. Satış sonunda elde edilecek bedelin bölüştürülmesi de bu oranlar esas alınarak yapılır. Muhdesata isabet eden kısım muhdesat sahibi paydaşa, geri kalan bedel ise payları oranında paydaşlara (ortaklara) dağıtılır.
Somut uyuşmazlıkta, dava konusu tarla niteliğindeki .. parsel sayılı taşınmazın 1/4 payı M.. oğlu, M.. Ö.., 1/4 payı Z.. oğlu, M.. Ö.. ve 1/2 payı da H.. Ö.. adına kayıtlıdır. Taşınmazın muhdesat bilgileri sütununda “Üzerindeki ev M.. oğlu, H.. Ö..’e aittir” yazılı olduğu görülmektedir. Mülk bilirkişisinin 21.06.2013 günlü raporunda .. parsel sayılı taşınmazın zeminin 39.400 TL; üzerindeki binanın ise 25.000 TL değerinde olduğu ve satış sonrası elde edilecek gelirin % 68,20’sinin muhdesat maliki M.. oğlu, H.. Ö..’e verilmesi gerektiği belirtilmiştir.
Mahkemece, tapu kaydındaki muhdesat şerhi ve bilirkişi raporunda belirlenen oran dikkate alınmadan satış bedelinin tapu kaydı ile veraset ilamındaki paylar oranında taraflara ödenmesine karar verilmesi doğru görülmemiş, kararın bu nedenle bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/265 K: 2018/2827 T: 09.04.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3871 K: 2014/7902 T: 12.06.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/8167 K: 2014/9035 T: 07.07.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/7744 K: 2017/774 T: 07.02.2017
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2012/1809 K: 2013/754 T: 22.05.2013
Taşınmazın muhtelif hisselerde sekiz hissedarı olduğu ve ivaz eklenmek suretiyle her bir paydaşa en az bir bağımsız bölüm düşebileceği, bağımsız bölümlerden birinin ise satışının söz konusu olabileceği, ayrıca taşınmaz üzerindeki yapının Kat Mülkiyeti Kanunu’nun 50/2. maddesi hükmüne uygun nitelikte olduğu belirlenmiştir. Şu hale göre, mahkemece öncelikle yapılacak iş, taleple bağlı kalınmaksızın, paylı malın önemli bir değer kaybına uğramadan aynen taksiminin mümkün olup olmadığı, yönünde tahkikatın ikmal edilmesi olmalıdır.
Taraflar arasındaki “ortaklığın giderilmesi” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Eyüp 1. Sulh Hukuk Mahkemesi’nce davanın kabulüne dair verilen 01.10.2009 gün ve 2008/1044 E- 2009/1195 K. sayılı kararın incelenmesi davalılar Emrah Elbir ve Akın Sezer tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 18. Hukuk Dairesi’nin 02.05.2011 gün ve 2011/4793 E.-2011/5919 K. sayılı ilamı ile;
(…Dava, taşınmaz mal ortaklığının giderilmesi istemine ilişkindir. Davacı dava dilekçesinde taşınmaz üzerindeki ortaklığın mümkünse taksim yoluyla, değilse satış yoluyla giderilmesini istemiş, yargılama sırasında ise satış yoluyla ortaklığın giderilmesini istemiş, mahkemece ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmiş, davalı Emrah Elbir temyiz dilekçesinde binanın bölünmesi konusunun araştırılmadığını belirtmiştir.
Kat Mülkiyeti Yasası’nın 10. maddesi hükmüne göre kat mülkiyetine konu olmaya elverişli bir taşınmaz üzerindeki ortaklığın giderilmesi davasında, ortak maliklerden birinin yargılamanın herhangi bir aşamasında paylaşmanın kat mülkiyeti kurulması yoluyla yapılmasını istemesi durumunda, hakim, Kat Mülkiyeti Yasası’ndaki yasal koşulların oluşması halinde ve 12. maddedeki belgeleri de tamamlattırıp taşınmaz mülkiyetinin kat mülkiyetine çevrilmesine ve paylar denkleştirilmek suretiyle bağımsız bölümlerin ortaklara ayrı ayrı özgülenmesine karar vermelidir.
Dosyada toplanan belge ve bilgilere, özellikle bilirkişi raporu içeriğine göre dava konusu taşınmazın üzerinde beş katlı yapı mevcut olup, biri işyeri sekizi mesken nitelikli ve müstakil kullanılmaya elverişli toplam dokuz adet bölüm bulunmaktadır. Bu taşınmaz tapuda tarafların murisleri adlarına kayıtlıdır. Paydaş ve bağımsız bölümlerin sayısı itibariyle her bir paydaşa en az bir bağımsız bölüm düştüğü, taşınmaz üzerindeki yapının Kat Mülkiyeti Yasası’nın 50/2. maddesi hükmüne uygun nitelikte olduğu anlaşılmaktadır.
Kat Mülkiyeti Yasası hükümlerine uygun olarak, üzerinde kat mülkiyetine elverişli yapı bulunan ortak taşınmazda kat mülkiyetine geçilebilmesi için, üzerindeki yapının mimari projesine uygun biçimde tamamlanmış ya da projesi olmamakla birlikte fiili durumuna göre çizdirilmiş imara ve fenne uygunluğu ilgili makamca onaylanmış projesinin olması, bağımsız bölümlerinin başlı başına kullanmaya elverişli bulunması (M.1), yapının tümünün kagir olması (M.50/2) ve her bir paydaşa en az bir bağımsız bölüm düşmesi, ayrıca 12. maddede yazılı belgelerin (belediyeden onaylı proje, yapı kullanma izin belgesi ve yönetim planı) tamamlattırılması gerekmektedir. Bu koşulların gerçekleşmesi durumunda anılan Yasanın 10. maddesi hükmünce taşınmazda kat mülkiyetine geçilebilecek ve açılan davada ortaklığın bu yolda giderilmesine karar verilebilecektir.
Dava konusu taşınmazın üzerindeki yapı kagir olup paydaşlardan her birine en az bir bağımsız bölüm özgülenecek sayıda ve niteliktedir. Taşınmaz bu yönüyle üzerinde kat mülkiyeti kurulmasına elverişli ise de, kat mülkiyetine geçiş için bunlar yeterli olmayıp, yukarıda açıklanan diğer tüm koşulların (12. maddede yazılı belgelerin) varlığını da aramak gerekir.
Yargıtay’ın yerleşmiş uygulamalarında, tamamlanmış yapının fiili durumu ile onaylı projesi arasında aykırılıklarının bulunması ya da yapının imara uygun ancak projesiz inşa edilmiş olması gibi kat mülkiyeti kurulmasına engel oluşturan eksikliklerin mevcut olduğu durumlarda hemen kat mülkiyeti kurulamayacağı sonucuna varılmayarak, bu eksikliklerin giderilip yasal koşullara uygun hale getirilmesi mümkün ise bunun isteyen tarafa tamamlattırılması yoluna gidilmesi gerektiği kabul edilmektedir.
Bu bakımdan somut olayda da mahkemece öncelikle davaya konu taşınmaz üzerindeki yapının onaylı projesinin ve sonradan değişiklik yapılmış ise buna ilişkin tadilat projesinin olup olmadığının taraflara ve ilgili belediyeye sorulup etraflıca araştırılması, proje mevcut değilse, ilgili belediyeden alınacak ön bilgiye göre yapının mevcut haliyle imar mevzuatına ve bulunduğu yerin imar durumu ile fenne aykırılık oluşturmadığı veya imara ya da projeye aykırılıklar giderildiği takdirde onay verilebileceğinin saptanması halinde, öncelikle aykırılıkların giderilmesi daha sonra yapının fiili durumunu yansıtan projenin hazırlattırılıp, ilgili İmar Müdürlüğünün onayının ve buna bağlı olarak yapı kullanma izin belgesinin alınması, ayrıca Kat Mülkiyeti Yasasının 12. maddesinde sayılan diğer belgelerin tamamlattırılması için kat mülkiyetine geçiş suretiyle ortaklığın giderilmesini isteyen davalı tarafa yetki ve yeterli süre verilmesi, bu hususlar eksiksiz yerine getirildiği takdirde de; dava konusu taşınmaz üzerindeki yapıda her bir bağımsız bölümün (konumu, yüzölçümü, kullanım amacı ve eklentileri yerinde incelenip irdelenerek) değeri ve bu değere göre özgülenecek arsa payı uzman bilirkişi aracılığıyla saptanıp varsa fiili taksime göre, taksim yoksa çekilecek kura ile önce her bir paydaşa birer bağımsız bölüm özgülendikten sonra gerekiyorsa değer farkı nedeni ile ödenecek ivaz da belirlenmek suretiyle payların denkleştirilmesi, yönetim planı gibi belgeleri paydaşların (tanınan süreye rağmen) imzalamaktan kaçınması halinde bunların imzalanmış sayılması suretiyle tahkikatın ikmal edilmesinden sonra kat mülkiyetine geçiş yoluyla ortaklığın giderilmesine; belirtilen koşulların oluşmaması halinde ancak, satışa karar verilmesi gerekir.
Yukarıda açıklanan hususlar yerine getirilmeden yetersiz araştırma ve eksik inceleme ile ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmiş olması doğru görülmemiştir.
Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar göz önünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsizdir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: Dava; taşınmaz mal ortaklığının giderilmesi istemine ilişkindir.
Davacı; iştirak halinde malik olduğu 227 ada, 34 parsel sayılı taşınmazdaki ortaklığın aynen taksim, mümkün olmazsa satış suretiyle giderilmesine karar verilmesini istemiş, yargılama aşamasında isteğini satış yoluyla ortaklığın giderilmesine hasretmiştir.
Mahkemece; ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmiş, davalı Emrah Elbir ve Akın Sezer’in temyizi üzerine karar Özel Dairece, yukarıda başlık bölümünde gösterilen nedenlerle bozulmuştur.
Yerel Mahkemece, önceki gerekçeler genişletilmek suretiyle direnme kararı verilmiş, direnme kararı davalı Emrah Elbir tarafından temyiz edilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; terditli talepten sonra davanın satış suretiyle taksim talebine hasredilmesi sonucu mahkemenin, satış yoluyla ortaklığın giderilmesine dair verdiği kararın yargılama aşamasında beyanda bulunmayan bir kısım davalılar tarafından binanın bölünmesi konusunun araştırılmadığı belirtilerek temyiz edilmiş olması durumunda, kat mülkiyeti kurulmak suretiyle aynen taksim koşullarının araştırılmasına ve bu yönde karar verilebilip verilemeyeceği noktasında toplanmaktadır.
Bilindiği üzere; ortaklığın giderilmesi davaları, paylı veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallar ile haklarda, paydaş yada ortaklar arasında yürürlükte olan tapulu mülkiyet ilişkisini sona erdirip, bireysel mülkiyete geçişi sağlayan, iki taraflı yanlar için benzer sonuçlar doğuran davalardır. Bu tür davalarda, davayı ortak ya da paydaşlardan biri ya da bir kaçı diğer ortak ya da paydaşlara karşı açabilir. Davada bütün paydaş veya ortakların yer alması zorunlu olup, davalı da davacı gibi aynı haklara sahiptir. Bu nedenle, davacının satış suretiyle paylaşma istemesi, davalının aynen paylaşma istemesine engel oluşturmaz. Davayı açanın feragati halinde bile diğer paydaşların davayı takip hakkı vardır.
Diğer taraftan; 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 699. maddesi gereğince paylaşmanın, malın aynen taksimi veya pazarlık ya da artırmayla satılarak bedelinin bölüşülmesi biçiminde gerçekleştirileceği, paylaşma biçiminde uyuşma sağlanamazsa, paydaşlardan birinin istemi üzerine hakim; malın aynen bölünerek paylaştırılmasına, bölünen parçaların değerlerinin birbirine denk düşmemesi halinde eksik değerdeki parçaya para eklenerek denkleştirme sağlanmasına karar verebilecek, bölme istemi durum ve koşullara uygun görülmezse ve özellikle paylı malın önemli bir değer kaybına uğramadan bölünmesine olanak yoksa son çare olarak açık artırmayla satışa karar verilebilecektir.
Somut olayda, mahkemece alınan bilirkişi raporu içeriğine göre; dava konusu taşınmazın üzerinde beş katlı yapı mevcut olup, biri işyeri sekizi mesken nitelikli ve müstakil kullanılmaya elverişli toplam dokuz adet bölüm bulunmaktadır. Taşınmazın muhtelif hisselerde sekiz hissedarı olduğu ve ivaz eklenmek suretiyle her bir paydaşa en az bir bağımsız bölüm düşebileceği, bağımsız bölümlerden birinin ise satışının söz konusu olabileceği, ayrıca taşınmaz üzerindeki yapının Kat Mülkiyeti Kanunu’nun 50/2. maddesi hükmüne uygun nitelikte olduğu belirlenmiştir. Şu hale göre, mahkemece öncelikle yapılacak iş, taleple bağlı kalınmaksızın, paylı malın önemli bir değer kaybına uğramadan aynen taksiminin mümkün olup olmadığı, yönünde tahkikatın ikmal edilmesi olmalıdır.
Bu durumda, tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/1753 K: 2020/279
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2012/1076 K: 2013/381 T: 20.03.2013
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/76 K: 2002/96 T: 13.02.2002
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1993/809 K: 1994/59 T: 16.2.1994
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/301 K: 2006/297 T: 24.05.2006
Bütünleyici parçanın (muhtesat) arzın paydaşlarına (ortaklarına) değil de üçüncü şahsa ait olduğunun anlaşılması halinde bu kimseyi muhtesat sahibi olarak davaya dahil etme ve ona satış bedelinden pay verme mümkün değildir.
Taraflar arasındaki “izale-i şüyu” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Kartal Sulh 2.Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 07.07.2004 gün ve 2003/1031-2004/782 sayılı kararın incelenmesi davalı Vakıflar İdaresi vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 6.Hukuk Dairesinin 13.12.2004 gün ve 2004/8561-9087 sayılı ilamı ile; (…Uyuşmazlık, bir adet taşınmazın paydaşlığının giderilmesine ilişkindir. Mahkemece taşınmazın satışına karar verilmiş, hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Davacı vekili, dava dilekçesinde, tarafların dava konusu edilen 13 No’lu parsele birlikte malik olduklarını, üzerindeki binanın müvekkili tarafından yapıldığını belirterek, taşınmazın satışı suretiyle paydaşlığın giderilmesini talep etmiştir. Davalı vekili, taşınmazın 3/4 payının Atik Sultan Vakfı’na ait olduğunu, mazbut vakıf sebebiyle idarenin %20 taviz bedelinin ödenmesini, satış kararı verilmesi halinde de idarenin satış hissesinin belirlenmesini talep etmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) satış yoluyla giderilmesi halinde dava konusu taşınmaz üzerinde bina, ağaç vs. gibi bütünleyici parça (muhtesat) varsa bunların arzla birlikte satılması gerekir. Ancak muhtesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta tüm paydaşlar (ortaklar) ittifak ediyorlarsa ve muhtesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa, bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhtesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza, ne kadarının muhtesata isabet ettiği oran kurulmak suretiyle belirlenir. Satış sonunda elde edilecek bedelin bölüştürülmesi de bu oranlar esas alınarak yapılır. Muhtesata isabet eden kısım muhtesat sahibi paydaşa, geri kalan bedel ise payları oranında paydaşlara (ortaklara) dağıtılır.
Bütünleyici parçanın (muhtesat) arzın paydaşlarına (ortaklarına) değil de üçüncü şahsa ait olduğunun anlaşılması halinde bu kimseyi muhtesat sahibi olarak davaya dahil etme ve ona satış bedelinden pay verme mümkün değildir.
Olayımıza gelince; dava konusu edilen ve satışına karar verilen 13 No’lu parsel üzerinde bulunan 20 kapı No’lu zemin + üç normal katlı binanın davacıya ait olduğu hususu uyuşmazlık konusu değildir. Ancak yerinde yapılan keşif sonrasında düzenlenen 19.01.2004 tarihli bilirkişi raporunda taşınmazın zemin değeri hesaplanırken parselin konumu piyasa koşulları ve emsaller itibariyle m2’sinin 400.000.000 TL, 10.05.2004 tarihli bilirkişi raporunda ise aynı gerekçelerle 200.000.000 TL olduğu belirtilmiş, mahkemece oran kurulurken 10.05.2004 tarihli bilirkişi raporu esas alınmıştır. Bilirkişi raporları arasındaki taşınmazın arsa değerine ilişkin çelişki giderilmeden oran kurularak satış kararı verilmesi doğru olmadığı gibi, satıştan elde edilecek bedelin %20’sinin taviz bedeli olarak davalı Vakıflar Bölge Müdürlüğü’ne verilmemesi de hatalı görüldüğünden hükmün bozulması gerekmiştir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI: Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: Dava, izale-i şüyu istemine ilişkindir.
Davacı, müşterek mülkiyete konu taşınmazda 1/4 pay sahibi gerçek kişi olup, davalı aynı taşınmazda 3/4 pay sahibi Atik Valide Sultan Vakfı Mütevelli Heyetine izafeten Vakıflar Genel Müdürlüğü adına İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğüdür.
Davacı ortaklığın satış suretiyle giderilmesini, satışın önce hissedarlar arasında yapılmasını, olmadığı takdirde üçüncü kişilerin iştirakini, taşınmaz üzerindeki muhtesatın davacı tarafından yapıldığı dikkate alınarak paylaşımın yapılmasını istemiştir.
Davalı yan diğer cevap hakları saklı kalmak üzere paylaşım sırasında mazbut vakıf vasfı da nazara alınarak gayrimenkul mükellefiyeti mahiyetindeki taviz alacaklarının taşınmazın satış tarihindeki değerinin %20’si nisbetinde hesaplanarak, vakıf adına ödenmesini, bunun dışında idarenin satış hissesinin ayrıca belirlenmesini istemiştir.
Mahkemece davanın kabulüne, taşınmazın satışı suretiyle ortaklığın giderilmesine, elde edilecek bedelin taşınmaz üzerindeki muhtesatın davacıya ait olduğu anlaşılmakla 10.05.2004 tarihli bilirkişi raporunda (ki raporda taviz bedeline ilişkin bir açıklama ya da değerlendirme yoktur) belirtilen oranlara göre taraflara dağıtılmasına, ..karar verilmiş; davalı tarafça temyiz edilmiştir.
Özel Dairece; “..bilirkişi raporları arasında taşınmazın arsa değerine ilişkin çelişki giderilmeden oran kurularak satış kararı verilemesi doğru olmadığı gibi, satıştan elde edilecek bedelin %20 sinin taviz bedeli olarak davalı Vakıflar Bölge Müdürlüğüne verilmemesi de hatalı görüldüğünden” gerekçesiyle hüküm bozulmuş; mahkemece bozma sonrası dosyada daha önce de bulunan tapu kaydı taviz şerhinin varlığı yönünden yeniden getirildikten sonra bilirkişi raporları yönünden bozma nedenine uyulmuş; taviz bedeli yönünden önceki kararda direnilmiştir.
Davalı vekili hükmü temyize getirmektedir. Mahkemece araştırmaya yönelik bozmaya uyulup, sadece taviz bedeli yönünden direnilmiştir.
1- Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; satıştan elde edilecek bedelden davalı vakfa taviz bedelinin verilip verilmeyeceği, noktasındadır.
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, mahkeme kararında açıklanan gerektirici nedenlere, delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik bulunmamasına ve özellikle dosyada bulunan tapu kaydı kapsamlarından tapuda vakıf lehine şerh bulunmadığının anlaşılması karşısında taviz bedeline hükmedilemeyeceğinin açık bulunmasına göre, taviz bedeli yönünden usul ve yasaya uygun bulunan direnme kararının onanması gerekir.
2- Bozmaya uyularak verilen karara yönelik temyize gelince; Mahkemece, bozma ilamının “bilirkişi raporları arasındaki çelişki giderilmeden hüküm kurulmasının doğru olmadığına ilişkin” bölümüne açıkça uyularak verilen karar yeni hüküm niteliğinde bulunmasına göre bu yöne ilişen temyiz itirazlarının Özel Dairesince incelenmesi için dosyanın Özel Dairesine gönderilmesi gerekir.
SONUÇ: Davalı Vakıflar İdaresi vekilinin; 1- Direnmeye konu taviz bedeli yönünden temyiz itirazlarının reddi ile, direnme kararının yukarıda (1). maddede açıklanan nedenlerle ONANMASINA, gerekli temyiz ilam harcı peşin alınmış olduğundan başkaca harç alınmasına mahal olmadığına, 2- Yukarıda (2). maddede açıklanan yeni hükme yönelik temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 6.HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE, 24.05.2006 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1988/6585 K: 1988/870 T: 02.11.1988
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/2000 K: 2021/690
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2018/161 K: 2021/1063 T: 22.09.2021
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2012/1809 K: 2013/754 T: 22.05.2013
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/514 K: 2003/512 T: 24.09.2003
Alacaklı İcra Dairesinden İİK.nun 94/2 maddesi gereğince haczedilen taşınmaz payının borçlu adına intikali için gereken işlemleri yapmak üzere yetki alıp, Tapu Sicil Müdürlüğünde taşınmaz payının borçlu adına intikalini gerçekleştirmesi ve tapuda müşterek (ortak) mülkiyet haline gelen borçlu payının satılarak alacağını almak üzere İİK.m.123 ve devamında açıklanan gayrimenkul payının satışına ilişkin usulü izlemesi gerekir.
Taraflar arasındaki “ortaklığın giderilmesi” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Alaşehir Sulh Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 27.1.2003 gün ve 318-68 sayılı kararın incelenmesi davalı Fadime K. vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 6.Hukuk Dairesinin 25.3.2003 gün ve 1703-1829 sayılı ilamı ile; (…Dava 1 adet taşınmazın paylaşımına ilişkindir. Mahkemece satış suretiyle paylaşıma karar verilmiş ve hüküm davalı Fadime K. (Emre) tarafından temyiz edilmiştir.
Paylaşma davaları, paylı ve elbirliği mülkiyetine konu mallarda paydaşlar ya da ortaklar arasındaki hukuki ilişkiyi sona erdiren, birlikte mülkiyetten ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı yanlar için benzer sonuçlar doğuran davalardır. Dava açma yetkisi, paylı mülkiyette paydaşa, elbirliği mülkiyetinde ortağa aittir. Paydaşlardan veya ortaklardan biri yalnız başına dava açabileceği gibi birden fazla paydaş veya ortak da dava açabilir. Paylı mülkiyet ve elbirliği mülkiyetinin bir arada bulunması halinde paydaş veya ortaklardan biri veya bir kaçı dava açabilirler. Husumet de davacı dışında kalan paydaş veya ortaklara yöneltilir.
Türk Kanunu Medenisinin 588. maddesinde elbirliği mülkiyetine tabi mallarda bir ortağın hisselerini haczettiren alacaklının, hakimin ortak yerine kaim olarak, taksime iştirakini isteyebileceği hükmü yer almakta iken 1.1.2002 tarihinde yürürlüğe giren 4721 Sayılı Türk Medeni Kanununda, anılan maddenin karşılığı olan 648. maddesi, yukarıda belirtilen hallerde alacaklının, sulh hakiminden mirasçının yerine paylaşmaya katılmak üzere bir kayyım atanmasını isteyebileceği hükmünü getirmiştir. Yasanın gerekçesinde de vurgulandığı gibi eski metinde hakimin mirasçı yerine kaim olarak taksime iştirak edeceği belirtilmiştir. Ancak hakim, mirasçılar uyuşmadığı zaman paylaştırmayı gerçekleştirmekle de görevlidir. Aynı hakimin hem paylaştırmayı gerçekleştirmesi hem de mirasçılardan biri yerine onun (dolayısıyla alacaklının) yararlarını korumak için paylaştırmaya katılması uygun bir çözüm değildir. Bu sebeple maddede, sulh hakiminden koşullar gerçekleştiğinde paylaşmaya katılmak üzere bir kayyım atanmasının istenebileceği kabul edilmiştir.
Yeni yasal düzenlenme karşısında elbirliği mülkiyetine, elbirliği mülkiyeti ile birlikte paylı mülkiyete tabi mallarda borçlu mirasçının alacaklısı olan kişinin paylaştırma davası açabilmesi için alacaklı veya borçlunun yararlarını da korumak amacı ile Medeni Kanunun 648. maddesi gereğince kayyım atanması istemesi, kayyım atandığında davanın kayyım tarafından açılıp kayyım huzuru ile davaya devam edilmesi gerekir. Yukarıda belirtilen hususlar dikkate alınmadan yazılı şekilde karar verilmesi doğru değildir …) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI: Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, alacaklının alacağını elde edebilmesi amacıyla, 743 sayılı Türk Kanuni Medenisinin 588 ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 648. maddesine göre açılmış ortaklığın giderilmesi davasından ibarettir.
Davacı, borçlu hakkında giriştiği icra takibinde borçlu tarafından borç ödenmediğini dava konusu 48 ada 7 nolu parselin ½’sinin borçlunun murisi Mustafa üzerine kayıtlı olduğunu, buradaki borçluya intikal edecek pay üzerine haciz konulduğunu, icra tetkik merciinden ortaklığın izale-i şuyu yoluyla giderilmesi hususunda yetki aldığını belirterek, taşınmaz üzerindeki ortaklığın satış suretiyle giderilmesini istemiştir.
Mahkemece her ne kadar taşınmazın ½’si borçlunun murisi adına kayıtlı ise de, aynen taksimin mümkün olmaması nedeniyle, taşınmazın tamamının satılarak, taşınmazdaki ortaklığın giderilmesine ilişkin olarak kurulan hüküm Özel Dairece yukarıda açıklanan nedenlerle 1.1.2002 tarihinde yürürlüğe giren Türk Medeni Yasasının 648. maddesine göre, alacaklı tarafından borçlu ortak yerine kaim olmak üzere bir kayyım atanmasını istemesi ve davanın kayyım tarafından açılıp kayyımın huzuru ile davaya devam edilmesi gerektiği gerekçesiyle bozulmuştur.
Yerel mahkeme ile Özel Daire arasındaki uyuşmazlık 4721 sayılı Yasanın 648. maddesinde öngörülen kayyım atanmasına dair hükmün emredici olup olmadığı, somut olayda izlenmesi gereken usulün ne olduğu noktasında toplanmaktadır.
Bu tür davalarda, davayı ortak yada paydaşlardan biri yada bir kaçı diğer ortak yada paydaşlara karşı açar. Davada bütün paydaş veya ortakların yer alması zorunludur. Yukarıda açıklandığı üzere dava hakkı kural olarak malik olan paydaş yada elbirliği ortağına aittir.
Bu kuralın istisnası alacaklı durumunda olan gerçek veya özel hukuk tüzel kişilerinin dava açabilmeleridir. Mirasçılardan birinden alacağı olan gerçek veya özel hukuk tüzel kişisi bu alacağın tahsili amacıyla, terekeye dahil bulunan taşınır veya taşınmaz malların, paylaşma yada satış suretiyle ortaklığın giderilmesi için dava açabilir. Böyle bir durumda davanın açılabilmesi için;borçlu mirasçının hakkının elbirliği mülkiyetine konu olması, borçlu mirasçı aleyhine bir icra takibi yapılmış olması ve takibin sonuçsuz kalması gereklidir. Dava açıldıktan sonra mahkeme, öncelikle aynen bölüştürülmenin mümkün olup olmadığını araştırır. Aynen bölünme mümkün ise, o şekilde bölünme yapar, olanak yoksa satışa karar verir ve satış bedelini payları oranında paydaşlara dağıtır. Bu haliyle dava iki safhadan oluşur. İlki paydaşlar arasındaki hukuksal ilişkinin aynen bölme ve satım kararı ile son verilmesi yolu ile paylaşma safhasıdır. Aynen bölünmesi mümkün ise, bölünen parçaların paydaşlara tahsisi yapılır. Bu durumda dava konusu olan taşınmaza, yapılan ifraza göre yeni tapu oluşturulur. Borçlu mirasçıya düşen kısım onun adına tapuya tescil ettirilir; alacaklı onu sattırarak alacağına kavuşur. Aynen bölünme mümkün olmadığı takdirde satış kararı verilir. Hükmün kesinleşmesi ile satış memurundan infazı istenir. Mahkeme satış kararı verirken satışın ne şekilde yapılacağını hüküm fıkrasında göstermek zorundadır. Aksi bozma nedenidir. Dolayısıyla satışın ne şekilde yapılacağı konusunda kararda bir belirsizlik olmayacaktır. Satış sonunda elde edilen bedelden alacaklının alacağının tahsili yoluna gidilir.
Paylaşma istemi başlığını taşıyan Medeni Kanunun 642. maddesi, mirasçılardan her biri sözleşme veya yasa gereğince ortaklığı sürdürmekle yükümlü olmadıkça, her zaman, mirasın paylaşılmasını isteyebilir. Paylı mülkiyetin sona ermesini düzenleyen ve paylaşma istemi başlığını ihtiva eden 698. maddesi ise; “hukuki bir işlem gereğince veya paylı malın sürekli bir amaca özgülenmiş olması sebebiyle, paylı mülkiyeti devam ettirme yükümlülüğü bulunmadıkça, paydaşların her biri malın paylaşılmasını isteyebilir” hükmüne yer vermiştir. Aynı yasanın 703/son maddesi de; “elbirliği mülkiyetinde paylaşma, aksine hüküm bulunmadıkça paylı mülkiyet hükümlerine göre yapılır” kuralını öngörür. Yasanın 644. maddesi de açıkça paylaşma davasından söz eder. 743 sayılı Kanunu Medeninin 627. maddesinin kenar başlığında “Taksim davasından” söz edilirken, 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 698. maddesinin başlığı ise, paylaşma istemi şeklinde kaleme alınmıştır. Yeni yasada “dava” sözcüğü yerine istem sözcüğü yazılmıştır. İstem sözcüğü davayı da içine alır.
Bu yasal düzenlemeden anlaşılacağı üzere paylaşma isteme hakkı kural olarak paylı mülkiyette paydaşa, elbirliği mülkiyetinde ise mirasçıya tanınmıştır. Malik olmayan kimseye paylaşma isteme ve paylaşmaya katılma hakkı tanınmamıştır.Örneğin 743 sayılı Kanunu Medeninin 612, 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 677. maddeleri miras payının temliki konusunda üçüncü kişi ile sözleşme yapma imkanı vermesine karşın, bu kimseye paylaşmaya katılma yetkisi vermemektedir.
Borçlunun bir mirasçı makamına kaim olması başlığını taşıyan 743 sayılı Medeni Kanunun 588. maddesinde, bir mirasçıya düşen hisseyi devralan haczeden yahut mirasçı aleyhine borcunu ödemekten aciz belgesi alan alacaklı, hakimin mirasçı yerine geçerek (kaim olarak) paylaşmaya katılmasını isteyebileceği açıklanmıştır. Taksime iştirak mirasın paylaşılmasını (davayı) isteme hakkını da kapsar.
01.01.2002 tarihin de yürürlüğe giren 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 648. maddesi paylaşmaya kayyımın katılması başlığını taşımakta olup, açılmış bir mirasta bir mirasçının payını devralmış veya haczettirmiş olan yada elinde mirasçıya karşı alınmış borç ödemeden aciz belgesi bulunan alacaklının, sulh hakiminden, bu mirasçının payını temsilen paylaşmaya katılmak üzere bir kayyım atanmasını isteyebileceği açıklanmıştır.
Yasanın gerekçesinde; 743 sayılı Kanunun 588. maddesinde hakimin, mirasçı yerine kaim olarak taksime iştirak edeceğinden belirtildiği, mirasçılar uyuşamadığı zaman ise paylaştırmayı gerçekleştirmek ile de görevli olduğu, aynı hakimin hem paylaştırmayı gerçekleştirmesi, hem de mirasçılardan biri yerine onun(dolayısıyla alacaklının) yararlarını korumak için paylaşmaya katılmasının uygun bir çözüm olmadığı, bu nedenle, Sulh Hakiminden, maddedeki koşullar gerçekleştiğinde, paylaşmaya katılmak üzere bir kayyım atanmasının istenmesi gerektiği kuralı konulmuştur.
4721 sayılı Kanunun 648. maddesiyle yeni getirilen düzenleme ile Hakimin mirasçı yerine paylaşmaya iştiraki uygun görülmeyerek, alacaklıya Sulh Hakiminden bu mirasçının yerine paylaşmaya katılmak üzere bir kayyım atanması yoluyla davanın görülmesi sistemi benimsenmiştir. Bunda güdülen amaç, madde gerekçesinde açıklandığı üzere; Hakimin hem paylaştırmayı, gerçekleştirmesi hem de mirasçı yerine geçmesi uygun görülmediğinden alacaklının ve borçlunun menfaatlerinin dengelenmesidir.
Yukarıda değinildiği gibi iştirak halinde mülkiyette pay söz konusu olmadığından her ortak malın tamamı üzerinde diğer ortaklarla birlikte mülkiyet hakkına sahiptir. Bununla beraber, iştirak halinde mülkiyette de ortakların bir katılma payı veya hakkından bahsetmek mümkündür. Ortakların, ortaklığın sona ermesi halinde tasfiye sonucuna (tasfiye payına) iştirak hakkına “katılma payı” denir.
Bu genel açıklamadan sonra borçlu mirasçıya düşen taşınmazdaki payın cebri icra yolu ile satışının mümkün olup olmadığının da çözümlenmesi gerekir. İİK.nun 94 ve 121. maddelerinde Medeni Kanunu’nun kabul ettiği kurallara uygun hükümler kabul edilmiştir. 94 maddeye göre “ortaklardan birinin alacaklısı, yalnız borçlu ortaklığın katılma hakkını, yani tasfiye sonucunu haczettirebilir.” Bunun için de borçlu ortağın alacaklısı, ortaklığın sona erip tasfiye edilerek borçlu ortağa düşecek tasfiye payının haczini isteyebilir.121 maddeye göre de “tasfiye edilmemiş bir miras hissesinin haczi üzerine icra memuru satışın ne şekilde yapılacağını Tetkik Merciinden sorar”. Maddedeki (açık arttırma ile satışa karar verebilir) şeklindeki hükmün MK.ile kabul edilmiş olan “pay satışının mümkün olmadığı” kuralını ortadan kaldıran bir hüküm niteliğinde değildir. Maddede mahcuzlar üzerindeki iştirak halindeki mülkiyet münasebetine son verilmesini sağlamak için takip alacaklısına şuyuu’nun giderilmesi davası açması yetkisini verir. Açılacak davanın sonuna kadar icra müdürü bir işlem yapamayacak, bu dava sonucunda borçluya belirli bir mal isabet etmiş ise bu mal satılarak alacaklının hakkı verilecektir. (14.4.1943 gün E:1940/48 K:1943/15 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı)
Böylece elbirliği mülkiyetine tabi bir malda payı bulunan borçludan alacaklı olan kişi, anlatıldığı şekilde İcra Tetkik Merciinden alacağı yetkiye dayanarak borçlunun da içinde bulunacağı tüm elbirliği ortaklarına karşı dava açıp bu davayı sonuçlandıracaktır. Buradaki dava açmak hakkı hakime ya da başka bir kişiye tanınmamış, yalnızca mirasçıya ya da Tetkik Merciinden ortaklığın giderilmesi davasını açma yetkisini alan alacaklıya tanınmıştır.
Öyleyse, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 648 maddesi ile alacaklıya yeni tanınan imkan, borçlu mirasçının payının temsilcisi olarak bir kayyım atanmasını isteyebilmesi hususudur.
Bu gibi durumlarda ortaklığın giderilmesi davasının kim tarafından açılacağının açıklığa kavuşturulması gerekir.
İİK. 94, 121, Türk Medeni Kanunu’nun hükümleri birlikte değerlendirildiğinde, paylaşma davasının 4721 sayılı yasada yazılı “açılmış mirasta, bir mirasçının payını devralmış veya haczettirmiş olan ya da elinde mirasçıya karşı alınmış borç ödemeden aciz belgesi bulunan alacaklının açacağı açıktır. Maddede açıkca paylaşmaya katılmaktan söz edilmiştir. Borçlu borcunu ödemekte temerrüt halindedir. Borcunu ödemediği için Kanun özel bir yöntem benimseyerek ve borçlunun kendi aleyhine dava açmayacağını düşünerek alacaklıya dava açma hakkını vermiştir. Yasa uyarınca atanacak kayyım da elbette tarafların haklarının denkleştirilmesi için alacaklının kendisine başvurması üzerine paylaştırma davası açabilecektir. Ancak Yasa koyucunun bu davayı sadece atanan kayyımın açacağını kabul ettiğini ileri sürmenin mevcut yasal düzenleme karşısında mümkün olmadığı açıktır.
Görüldüğü gibi eski yasanın 588. maddesi ile yeni yasanın 648. maddesi sanıldığı gibi temelde bir farklılık arz etmemektedir. Yasalardaki durum (İİK.94 ve 121) aynen korunmakta, eski 588 den farklı olarak eskiden ortaklığın giderilmesi davasında hakim, mirasçı yerine geçerek (kaim olarak) paylaşmaya katılırken, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 648 maddesi hakimi bu katılmanın dışında bırakmakta, hakimin yerine özel duruma münhasır olmak üzere mirasçının payını temsilen paylaşmaya katılmak üzere bir kayyımın atanacağını öngörmektedir.
Burada sözü edilen kayyımlık (Yasal Danışmanlık), temsilci kayyımlığı, belirli bir işin (somut olayda paylaşma davasında borçlu mirasçının payının) temsilcisi olarak atanacağı için bu tür kayyımlığa “temsilci kayyımlığı” denilmektedir. (Prof.Dr. Aydın Zevkliler, Medeni Hukuka Giriş ve Başlangıç hükümleri, Kişiler Hukuku 1989 s.1037). Atanan Kayyım paylaşma davasında, borçlunun yararına en uygun çözümün belirlenmesi ve bununla birlikte alacaklının alacağına en kısa zamanda kavuşması konusunda üzerine düşen görevi yapacağı açıktır.Öte yandan yasanın bir amacıda; tarafların iradesine üstünlük tanıyarak öncelikle iradi paylaşma yollarını denemektir. Bu amaçla kayyım, borçlu dışındaki diğer mirasçılarla anlaşıp rızaya dayalı paylaşmayı gerçekleştirebilir.
Borçluya intikal edecek tasfiye edilmemiş bir miras payının haczedilmesi ve sonuçta ortaklığın satış yoluyla giderilmesinde izlenecek yol bu olmasına karşın, somut olayda bu hükümlerin uygulama yeri bulunmamaktadır.
Şöyle ki, somut olayda davacı alacaklı alacağına kavuşmak için 10.11.2000 tarihinde icra takibine başlandığı borçluya intikal edecek tasfiye edilmemiş miras hissesi üzerine 9.11.2000 tarihinde ihtiyati haciz konulduğu ve 14.5.2000 tarihinde ise, görülmekte olan ortaklığın giderilmesi yoluyla satışına karar verilen taşınmazın tapu kaydı ½ pay oranında borçlunun murisi Mustafa Emre, ½ pay oranında ise üçüncü kişi konumundaki Fadime Karsavuran adına kayıtlı olup, muris Mustafa 6.12.1995 tarihinde öldüğü geriye borçlunun manevi evladı Arif ve eşi Adile’yi bıraktığı, Adile’nin de 6.2.1999 tarihinde geride borçlu Arif’i bırakarak vefat ettiği ve bu şekilde, takip tarihinden önce muris Mustafa Emre adına kayıtlı taşınmaz payı üzerinde elbirliği ortaklığı ilişkisinin fiilen sona erdiği, bu payın tek başına borçluya intikal ettiği, ancak tapuda gerekli intikal işlemi yaptırılmadığından, taşınmaz payının muris Mustafa üzerine kayıtlı göründüğü anlaşılmaktadır.
Hal böyle olunca, somut olayda uygulanması gereken usul Türk Kanuni Medenisinin 588 ve İcra İflas Yasasının 121 maddesi ile Türk Medeni Yasasının 648. maddesinde öngörülen usul olmayıp, İcra İflas Yasasının 94. maddesinde açıklanan usuldür.
Buna göre; alacaklı İcra Dairesinden İİK.nun 94/2 maddesi gereğince haczedilen taşınmaz payının borçlu adına intikali için gereken işlemleri yapmak üzere yetki alıp, Tapu Sicil Müdürlüğünde taşınmaz payının borçlu adına intikalini gerçekleştirmesi ve tapuda müşterek (ortak) mülkiyet haline gelen borçlu payının satılarak alacağını almak üzere İİK.m.123 ve devamında açıklanan gayrimenkul payının satışına ilişkin usulü izlemesi gerekir.
Önemle belirtelim ki, davacı alacaklının ortaklığın giderilmesi davası açmasının koşulu iştirak (elbirliği) halinde mülkiyet hükümlerine tabi bir taşınmaz yada taşınmaz payı söz konusu olmasıdır. Paylı mülkiyette payın haczi ve satışı mümkün olduğundan paydaşın alacaklısının paylaşma davası açması doğru olmayıp, davanın görülebilme imkanı yoktur. Mahkemece davanın reddine karar verilmesi gerekirken davanın kabulüne ilişkin hükümde direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/253 K: 2003/270 T: 02.04.2003
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/4288 K: 2019/960 T: 06.02.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3380 K: 2014/6446 T: 15.05.2014
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1988/6585 K: 1988/870 T: 02.11.1988
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/2218 K: 2021/646 T: 01.06.2021
Ön alım hakkı söz konusu olan parselde ortaklığın giderilmesi davası açılıp açılamayacağı hakkında.
Davacı İstemi: Davacı vekili dava dilekçesinde; dava konusu 45 ada 3 parsel sayılı taşınmazda müvekkilinin 1/10 oranında hissedar olduğunu, diğer hissedarlardan Ayşe Türseven’in 2/10 hissesini 06.10.2011 tarihinde 150.000TL bedelle, Mustafa Kurt’un 2/10 hissesini 21.12.2011 tarihinde 170.000TL bedelle, Hasan Kurt’un 2/10 hissesini 21.11.2011 tarihinde 170.000TL bedelle, Hurşit Kurt’un 2/10 hissesini 11.05.2012 tarihinde 170.000TL bedelle davalıya sattıklarını, bu satımlara ilişkin olarak müvekkiline bildirim yapılmadığını, yapılan satış işlemlerinde müvekkilinin önalım hakkını önlemek için satış bedelinin yüksek gösterildiğini ileri sürerek önalım hakkı kullandırılarak belirlenen satış bedeli ve tapu masrafları karşılanmak suretiyle taşınmazda davalı adına kayıtlı 8/10 hissenin tapu kaydının iptali ile müvekkili adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı Cevabı: Davalı vekili cevap dilekçesinde; davanın süresinde açılmadığını, müvekkilinin davaya konu hisseleri satın almasından sonra Düzce 2. Sulh Hukuk Mahkemesinin 2012/860 E., 2013/397 K. sayılı dosyası ile ortaklığın giderilmesi davası açtığını ve davacının bu dava ile satışı öğrendiğini, yine davacı tarafından müvekkiline gönderilen Beyoğlu 17. Noterliğinin 06.03.2013 tarihli ve 04305 yevmiye numaralı ihtarname ile şufa hakkını kullanacağının ihtar edildiğini, bu ihtarname üzerinden beş buçuk ay geçtiğini, tapu kaydında gösterilen satış bedellerinin gerçek satış değeri olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkeme Kararı: Düzce 3. Asliye Hukuk Mahkemesinin 24.12.2013 tarihli ve 2013/132 E., 2013/73 K. sayılı kararı ile; davacının önalım kullanacağından bahisle gönderdiği ihtarname içeriğine göre dava konusu pay satışlarını öğrendiği sabit ise de; Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 2005/6-358 E., 2005/470 K. sayılı ve Yargıtay 6. Hukuk Dairesinin 08.12.2009 tarihli ve 2009/7141 E., 2009/10701 K. sayılı içtihatları gereğince davanın hak düşürücü sürenin geçtiğinden bahisle reddedilemeyeceği, ancak davalı tarafından dava konusu taşınmaz hakkında 12.11.2012 tarihinde ortaklığın giderilmesi davası sırasında, davacının şufa davası açılacağından bahisle itirazda bulunmadığı, bu dava sonuçlanmadan önce şufa davası açarak ortaklığın giderilmesi davasında bekletici mesele yaptırmadığı, ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmesinden dört ay sonra eldeki davayı açtığı nazara alındığında davacının iyi niyetli olmadığı ve şufa hakkını açıkça kötüye kullandığı, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (TMK)’nun 2. maddesi gereğince herkes haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorunda olup, bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeninin korumayacağı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı: Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur. Yargıtay 14. Hukuk Dairesince 24.06.2014 tarihli ve 2014/4002 E., 2014/8471 K. sayılı kararı ile; “…TMK’nın 733/3. maddesinde yapılan satışın alıcı veya satıcı tarafından diğer paydaşlara noter aracılığıyla bildirilmesi yükümlülüğü getirildiğinden yasal önalım hakkının kullanılması için gerekli sürenin başlaması konusunda geçerli olan kural; “öğrenme” olgusu değil noter aracılığıyla bildirimdir. Madde metninde “bildirilir” şeklinde kullanılan ifade kesinlik taşıdığı gibi, sürenin “bildirimden” başlayacağı da devamı fıkrada açıkça ve kesin olarak ifade edilmiştir. Bu açık düzenleme karşısında süre mutlaka bildirimden itibaren başlayacaktır. Önalım hakkı sahibinin satışı kesin olarak başka bir şekilde öğrenmiş olması sürenin işlemesine yol açmaz. Bu hüküm emredici nitelikte olup Hukuk Genel Kurulu’nun 21.09.2005 gün ve 2005/6-358 Esas, 2005/470 Karar sayılı kararı da bu doğrultudadır.
Hal böyle olunca; Kanun’un verdiği bir hakkın kullanılması nedeniyle yani davacının önalım hakkını kullanmasında kötüniyetli olduğu söylenemeyeceği gibi TMK’nın 733/3. maddesi uyarınca 06.10.2011, 21.11.2011, 21.12.2011 ve 11.05.2012 tarihlerinde yapılan pay satışları ile ilgili davalı tarafından davacıya yapılmış bir bildirimde bulunmadığından davanın 2 yıllık hak düşürücü süre içersinde açıldığı gözetilmeksizin yazılı gerekçe ile istemin reddi doğru görülmemiş, hükmün bozulması gerekmiştir…” gerekçesiyle karar oyçokluğuyla bozulmuştur.
Direnme Kararı: Düzce 3. Asliye Hukuk Mahkemesinin 25.06.2015 tarihli ve 2014/507 E., 2015/283 K. sayılı kararı ile; ilk hükümdeki gerekçeler tekrar edilmek suretiyle direnme kararı verilmiştir. Direnme kararı süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
UYUŞMAZLIK: Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; önalım hakkı sahibi davacının, çekişmeli hisselerin satışını taraflar arasında görülen ortaklığın giderilmesi davasında öğrendiği hâlde ortaklığın satış yoluyla giderilmesi kararı verilmesinden sonra eldeki davayı açmasının önalım hakkının açıkça kötüye kullanılması niteliğinde kabul edilip edilmeyeceği noktasında toplanmaktadır.
GEREKÇE: Uyuşmazlığın çözümünde, konu ile ilgili yasal düzenleme ve kavramlara ilişkin açıklama yapılmasında yarar vardır.
Bilindiği üzere paylı mülkiyette paydaşlar arasında ortak idare ve kullanma durumu söz konusu olduğundan paydaşların birbirlerini bilmeleri ve tanımaları önem taşımaktadır. Bu ihtiyacın gereği olarak paydaşlar arasına yabancı bir kişinin girişini engellemek, taşınmazın daha küçük parçalara ayrılmasını önleyebilmek, hisselerin mümkün olduğu kadar hissedar elinde toplanmasını temin etmek amacıyla paylı taşınmazlarda hissedarların temlik hakkı sınırlandırılarak yasal önalım hakkı tanınmıştır.
Önalım hakkı taşınmaz mal mülkiyetinin kanundan doğan takyitlerinden biri olup 26.12.1951 tarihli ve 1/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında yenilik doğuran bir hak olduğu belirtilmiştir.
Öte yandan 20.06.1951 tarihli ve 13/5 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında ise önalım hakkının hukukî niteliği, “Şufa hakkı, mefşu hissenin üçüncü şahsa satılması ve satışa ıttıladan itibaren bir ay içinde kullanılmış olması gibi muayyen şartlar altında kullanılacak yenilik doğurucu bir haktır ki, şefinin bu hakkı kullandığı yolundaki tek taraflı irade beyanının müşteriye vasıl olmasıyla yeni bir hukuki vaziyet meydana getirilmesine yarar. Bu hakkın kullanılmasıyla şefi yeni bir akit yapmaya hacet kalmaksızın müşteriye halef olur” şeklinde açıklanmıştır.
Önalım (şuf’a) hakkı, TMK ile yürürlükten kaldırılmış bulunan 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi’nde 658. (Sözleşmeden kaynaklanan şufa) ve 659. (Kanuni şufa hakkı) maddelerinde düzenlenmişti. 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi’nin kabul ettiği sisteme göre, ön alım (şuf’a) hakkı satışı ve onun esaslı unsurlarını öğrenen paydaş tarafından kullanılan yenilik doğurucu bir haktır ve sahibinin kullanma beyanıyla vücut bulmaktadır. Bu hak dava açılarak kullanılabildiği gibi önalım (şuf’a) hakkının kullanılacağını ortaya koyan ve herhangi bir surette muhatabına iletilen bir irade açıklaması ile de kullanılabilmektedir. Beyanın herhangi bir şekli yoktur ancak ispat yönünden yazılı olması yeterlidir. Önalım (şuf’a) ile ilgili bu eski yasal düzenlemede, a) hakkın devamı süresi, b) hakkın kullanım süresi ve c)hakkın korunma süresi olmak üzere üç tür süre söz konusu olup; hakkın devamı süresi, müşterek mülkiyet hâlinin devam ettiği süre içinde hakkın varlığını korumasını; hakkın kullanım süresi, satışı öğrenmeyle başlayan ve hakkın kullanılması gereken yasal hak düşürücü süreyi; hakkın korunma süresi ise satış tarihinden başlayarak hakkın kullanılabileceği en fazla süreyi ifade etmektedir. Önalım (şuf’a) hakkı sahibinin bu hakkı kullandığını yasal süresi içinde karşı tarafa açık irade beyanı ile bildirmiş olması hâlinde, satış tarihini takip eden on yıllık süre içinde dava açabileceği kabul edilmektedir. Sürenin başlaması için önalım olayının gerçekleşmesi ve sınırlı önalım hakkı söz konusu ise içeriği hakkında emin bir bilgi edinilmesi gerekir.
Eski kanunda kabul edilen bu sistemin ortaya çıkardığı aksaklıklar nedeniyle Medeni Kanunu’nun değişiklik çalışmaları sırasında önalım (şuf’a ) hakkı üzerinde özellikle durulmuş ve bir sistem değişikliğine gidilmesi yolunda düzenlemeler yapılmış; en son hâliyle de 4721 sayılı TMK’daki şeklini almıştır.
Yasal önalım hakkı, TMK’nın “Taşınmaz Mülkiyetinin İçeriği ve Kısıtlamaları” başlıklı ikinci ayrımında, “II. Devir hakkının kısıtlamaları 1. Yasal önalım hakkı” alt başlıkları altında “a. Önalım hakkı sahibi” başlıklı 732; “b. Kullanma yasağı, feragat ve hak düşürücü süre” başlıklı 733 ve “c. Kullanılması” başlıklı 734. maddelerinde önceki kanundan farklı içerikte düzenlenmiştir.
Yürürlükte bulunan bu hükümlerle; yasal önalım hakkının, paylı mülkiyette paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması hâlinde kullanılabileceği, önalım hakkından feragatin yöntem ve koşullarının neler olduğu, satışın diğer paydaşlara bildirilmesi gereği, bu bildirimden ve satış tarihinden itibaren uygulanacak yasal sürelerin neler olduğu, bu hakkın dava açılarak kullanılabileceği, önalım bedelinin ve giderlerin nakden yatırılması gerektiği düzenleme altına alınmıştır.
TMK’nın 732. maddesi; “Paylı mülkiyette bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması hâlinde, diğer paydaşlar önalım hakkını kullanabilirler” hükmünü içermektedir. Madde gerekçesinde ise: “Maddede paylı mülkiyette herhangi bir paydaşın kendi payını ister tamamen ister kısmen bir başkasına satması hâlinde, diğer paydaşların önalım haklarını kullanabilecekleri öngörülmüştür. Bu suretle, önalım hakkının, bir payın üçüncü kişiye tamamen veya kısmen satılması durumunda da kullanılabileceği vurgulanmıştır” ifadelerine yer verilmiştir. Anılan düzenlemede önalım hakkının açık bir tarifi yapılmamakla birlikte temel prensibin mülkiyet serbestisi ve tasarruf yetkisi olduğu gözetilerek paydaşın temlik hakkı sınırlandırılırken bu sınırlandırma sınırlı tutularak sadece satım akitleri için önalım hakkı öngörülmüştür.
Yasal önalım hakkı, paylı mülkiyete konu bir taşınmazın paydaşlarından birinin payını bir üçüncü kişiye satması hâlinde diğer paydaşlara aynı şartlarla bu payın alıcısı olabilme yetkisini veren yenilik doğuran bir haktır. Payın tamamının veya bir kısmının satılması arasında bir fark yoktur. Kişiye değil paya bağlı bir haktır ve kim paydaş olursa bu hakka sahiptir. Önalım hakkı kullanılınca paydaş payını yasal ön alım hakkını kullanan diğer paydaşa devretme yükümlülüğü altına girmektedir. Böylece önalım hakkı taşınmaz mülkiyetinin dolaylı sınırlama biçimlerinden birisidir. Bu hak kullanılmadığı sürece ortada bir kısıtlama olmayıp, önalım hakkının kullanılmasıyla birlikte ortaya çıkar. Yasal önalım hakkının kullanılması, ancak paydaş olmayan birisine yapılan satışta söz konusu olur. Önalım hakkı eskisi gibi irade bildirimi ile değil ancak alıcıya karşı dava açılarak kullanılabilir. Bu hakkın dava dışında kullanılması olanaklı değildir. Önalım davası yenilik doğuran bir dava, kararı da yenilik doğuran bir karardır.
Yasal önalım hakkının kullanılmasında yasal sürelerin neler olduğu TMK’nın 733. maddesinde düzenlenmiştir. TMK’nın 733. maddesinin ilgili 3 ve 4. fıkraları;
“Yapılan satış, alıcı veya satıcı tarafından diğer paydaşlara noter aracılığıyla bildirilir.
Önalım hakkı, satışın hak sahibine bildirildiği tarihin üzerinden üç ay ve her hâlde satışın üzerinden iki yıl geçmekle düşer” şeklinde düzenlenmiştir. Maddenin gerekçesinde ise; “…Maddenin üçüncü fıkrası satışın alıcı ya da satıcı tarafından diğer paydaşlara bildirilmesi yükümü getirmiştir. Bu bildirimin noter aracılığı ile yapılması öngörülmüştür. 1984 tarihli ön tasarının 653 üncü maddesinin beşinci fıkrasında da yer alan bu hüküm sayesinde uygulamada en büyük sıkıntıya neden olan, “önalım hakkı sahibinin, satıştan haberdar olmadığı iddiasıyla bu hakkın kullanılabileceği üst süre olan 10 yılın bitimine kadar” bu hakkını kullanmasının önlenmesi amaçlanmıştır.
Maddenin dördüncü fıkrası önalım hakkının kullanılma süresiyle ilgilidir. Yürürlükteki 658 inci maddenin son fıkrası satışın öğrenilmesinden itibaren bir ay, satıştan itibaren on yıllık bir süre öngörmüştür. İsviçre Medenî Kanununda 1991 yılında yapılan değişiklikle yeni 681a maddesiyle bu süreler bir ay ve iki yıl olarak düzenlenmiştir.
Yürürlükteki metinde önalım hakkının kullanılması için öngörülen on yılın uzun, İsviçre’de yapılan değişiklikte kabul edilen iki yılın ise kısa bir süre olduğu düşünülerek, 1984 tarihli Öntasarının 653 üncü maddesinin altıncı fıkrasında olduğu gibi, bu süre beş yıla indirilmiştir. Yürürlükteki metinde bu konuda on yıllık sürenin başlangıcı olarak öngörülen “herhâlde sicile şerh verildiği tarihten itibaren” ifadesi yerine daha anlaşılır ve açık bir anlatım olarak beş yıllık sürenin başlangıcı olarak “her hâlde satışın üzerinden” ifadesine yer verilmiştir” şeklinde açıklamalar yapılmıştır.
Böylece, Kanun önalım hakkının kullanılmasını hak düşürücü sürelere tâbi tutmuştur. Üç aylık hak düşürücü süre; madde metninde açıkça yer verildiği üzere “pay satışının hak sahibine bildirildiği tarihten” itibaren işlemeye başlar. Bu bildirim de Kanun’da özel bir şekle tabi tutulmuş; noter aracılığıyla bildirim öngörülmüştür. Noter bildirisinin paydaşa tebliğ tarihini izleyen günden itibaren üç aylık hak düşürücü süre işleyecektir. İki yıllık süre ise, yapılan pay satışı tarihini izleyen günden başlar. Süresinde önalım hakkını kullanmayan paydaşın sadece o pay satışı için önalım hakkı düşer, başka pay satışları için önalım hakkı ise sona ermez.
Şu durumda; 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi’nin kabul ettiği sistem de “öğrenmeyi” esas almakta iken, TMK’da bundan vazgeçilerek “bildirim” esasına geçilmiştir. Bu bildirim de herhangi bir bildirim değil, noter vasıtasıyla yapılacak bildirimdir. O hâlde; yasal önalım hakkının kullanılması için öngörülen üç aylık hak düşürücü süre, satışın, önalım hakkı sahibine alıcı veya satıcı tarafından noter aracılığıyla bildirildiği tarihten itibaren işlemeye başlar. Önalım hakkı sahibinin satışı kesin olarak başka bir şekilde öğrenmiş olması sürenin işlemesine yol açmaz.
Nitekim aynı ilkeler Hukuk Genel Kurulunun 21.09.2005 tarihli ve 2005/6-358 E., 2005/470 K. sayılı kararında da benimsenmiştir.
Öte yandan bütün hakların kullanılmasında uyulması gereken temel kural, TMK’nın 2. maddesinde düzenlenmiş olup anılan madde; “Herkes, haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorundadır.
Bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz” şeklindedir.
TMK’nın 2. maddesinde, hukuk düzeninin kişilere tanıdığı bütün hakların kullanılmasında göz önünde tutulması ve uyulması gereken iki genel ilkeye yer verilmektedir: Dürüstlük kuralı ve hakkın kötüye kullanılması yasağı. Hukuk düzeni, kişilere tanıdığı her bir hakkın kapsamı ile bunların kullanılmasının şartlarını ve şeklini ilgili hak yönünden özel olarak düzenlemiştir. Ancak, hayatın sonsuz ihtimallerinin önceden öngörülmesinin ve bunların en küçük ayrıntılara kadar düzenlenmesinin imkânsızlığı karşısında, bütün hakların kullanılmasında dikkate alınacak genel bir sınırlama koyma ihtiyacı duyulmuştur. Dürüstlük kuralı ve hakkın kötüye kullanılması yasağı, bu açıdan uyulması gerekecek genel kurallar olarak karşımıza çıkmaktadır (Dural, M./ Sarı, S.: Türk Özel Hukuku 14. Baskı İstanbul 2019, s. 243).
Dürüstlük kuralı, herkesin uyması gerekli olan genel ve objektif bir davranış kuralıdır. Genel olarak dürüstlük kuralı kişilerin tarafı oldukları hukukî ilişkilerde dürüst, namuslu, ahlâklı ve diğer kişilerde yaratılan güvenle tutarlı şekilde davranmalarını ifade eder. Buna göre belirli bir hukukî ilişkide dürüstlük kuralına uygun davranış; toplumdaki dürüst, namuslu ve orta zekâlı bir kişinin, genel ahlâk, doğruluk ve karşılıklı güven esaslarına uygun davranış biçimidir. Dürüstlük kuralına uygun bu davranışın belirlenmesinde, toplumda geçerli olan genel ahlâk kuralları, günün adet ve uygulamaları, davranışın söz konusu olduğu hukukî ilişkilerin içerik ve amaçları da dikkate alınacaktır (Dural / Sarı, s. 244-245).
Diğer bir anlatımla dürüst davranma “bir hak sahibinin hakkını kullanırken veya bir borçlunun borcunu yerine getirirken iyi ve doğru hareket etmesi yani dürüst, namuslu, makul, fiilinin neticesini bilen, orta zekâlı her insanın benzer hadiselerde takip edecek olduğu yolda hareket etmesi” anlamındadır.
TMK’nın 2. maddesinde, hakların dürüstlük kuralına uygun kullanılması gerektiği ifade edilmiş, ardından hakların açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeninin korumayacağı belirtilmiştir. Bu ifade şeklinden yola çıkarak; bir hakkın kullanılmasında dürüstlük kuralına uyulmamasının müeyyidesinin, bu hakkın açıkça kötüye kullanılmış sayılması ve hukuken korunmaması olduğu kabul edilebilir (Dural/Sarı, s. 243).
Bir hakkın dürüstlük kuralına aykırı olarak kullanılması suretiyle başkasına bir zarar verilmesi hakkın kötüye kullanımını oluşturur. TMK’nın 2. maddesi, herkesin haklarını, toplumda geçerli doğruluk, dürüstlük ve iş ilişkilerinin gerektirdiği karşılıklı güven anlayışına uygun olarak kullanmasını emreder. Hakkın kullanımı ölçütünü Türk Medeni Kanunu’na göre dürüstlük kuralları verir. Bunun yanında ayrıca hak sahibinin başkasını ızrar kastıyla hareket etmiş olup olmadığını araştırmaya gerek yoktur. Önemli olan başkasına zarar vermek kastı değil, hakkın dürüstlük kurallarına aykırı olarak kullanılması sonucunda başkasının zarar görmüş olmasıdır.
Medeni Kanun, kötüye kullanılan hakkın hukuk düzeni tarafından korunmayacağını belirtmiş olmakla beraber, bir hakkın ne zaman kötüye kullanılmış sayılacağı konusunda bir açıklamaya yer vermemiştir. Esasen, önceden hangi durumlarda hakkın kötüye kullanılmış sayılacağını belirlemek ve belirtmek mümkün de değildir. Daha önce de ifade edildiği gibi, dürüstlük kuralı ve hakkın kötüye kullanılması yasağı, hayatın sonsuz ihtimallerinin önceden öngörülerek, düzenlenmesindeki imkânsızlık sonucu oluşturulmuş kurallardır. Düzenlemenin bu amacı karşısında, önceden hakkın kötüye kullanılmasının varlığını tespitte esas alınacak unsur ve ölçütleri belirlemek isabetli bir tutum da olmayacaktır. Bu nedenle, hakkın kötüye kullanılıp kullanılmadığının her somut olayda, olayın özellikleri dikkate alınarak hâkim tarafından belirlenmesi ihtiyacı ve gerekliliği vardır. Bununla beraber, belirli olguların varlığı bir hakkın kötüye kullanılmış olduğunun göstergesi olabilir. Nitekim, hakkın kötüye kullanıldığının kabul edildiği olaylar göz önünde tutularak, hakkın kötüye kullanılmış olduğunu gösteren bazı olgular ortaya konulmaktadır. Ancak, hakkın kötüye kullanılıp kullanılmadığının belirlenmesine yardım eden bu olguların, somut olayda bulunması kesin olarak bir hakkın kötüye kullanıldığını göstermeyeceği gibi, bulunmaması da hakkın kötüye kullanılmamış olduğu anlamını taşımaz (Dural/Sarı, s. 257-258).
Bir başka anlatımla, kullanılan hak soyut değil somut olaylara dayanmalıdır. Eğer bir olayda, objektif iyi niyet kurallarına aykırılık varsa, burada hakkın kötüye kullanımı söz konusudur. Objektif iyi niyet kurallarını, her olayda geçerli kabul edilebilecek bir ölçü bulmak mümkün değildir. Hak sahibinin hakkını kullanmada iyi ya da kötü niyetli olduğunu saptamak kullananın iç dünyası ile ilgili olduğundan bunu belirlemek oldukça güçtür. Dolayısıyla her somut olayda, iyi niyet kurallarına aykırılığın olup olmadığının kendi şartları içerisinde değerlendirilmesi gerekir.
Diğer yandan, hakkın kötüye kullanılıp kullanılmadığı belirlenirken; o kişinin hakkın kullanılmasında geçerli ve haklı bir yararının varlığı, hakkın kullanılmasının sağlayacağı yarar ile başkalarına vereceği zarar arasında aşırı oransızlığın olmaması, bir kimsenin kendi ahlâka aykırı davranışına dayanmaması ve uyandırılan güvene aykırı davranışta bulunmaması gibi ölçütler hakkın kötüye kullanılıp kullanılmadığını belirler (Dural/Sarı, s. 258-261, Oğuzman, M .K./Barlas, N.: Medeni Hukuk-Temel Kavramlar, 20. B., İstanbul 2014, s. 260-270 vd).
Hakkın kötüye kullanılmış olduğunu kabul etmek için hakkın amacına aykırı olarak kullanılması ve hakkı kullananın bu kullanmada çıkarının olmaması gerekir. “Hak” tanımının “hukukun tanıdığı ve koruduğu menfaat” olduğunu hatırlayarak, bir hakkın kullanılması sırasında kullananın bu “hak”kı, amacına aykırı olarak ve korunacak bir “menfaat” olmaksızın kullanması durumunda biçimsel mantığa göre, bu durumda hukukun himayesini esirgemek gerektiği sonucuna varılır (Akyol, Ş.: Dürüstlük Kuralı ve Hakkın Kötüye Kullanılması Yasağı, İstanbul 1995, s. 21).
Bununla birlikte, Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 25.1.1984 tarihli ve 1983/3 E., 1984/1 K. sayılı kararında da ifade edildiği üzere, TMK’nın 2. maddesinin 2. fıkrasında düzenlenen, hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralının amacı, hâkime özel ve istisnai hâllerde (adalete uygun düşecek şekilde) hüküm verme olanağını sağlamaktadır. Bir hakkın kullanılmasının açıkça adaletsizlik oluşturduğu, gerçek hakkın tanınması ve bireyin korunması için tüm hukukî yolların kapalı bulunduğu zorunluluk hâllerinde, TMK’nın 2. maddesi uygulama alanı bulur ve olağanüstü bir imkân sağlar; haksızlığı düzeltici, yasadaki kuralları tamamlayıcı fonksiyonunu yerine getirir. TMK’nın 2. maddesinin 2. fıkrasındaki kuralla kanunun ve hakkın mutlaklığı ilkesine istisna getirilmiştir. Ancak, bu kuralın taliliği (ikincilliği) de gözetilerek, öncelikle her meseleye ona ilişkin kanun hükümleri tatbik edilmeli; uygulanan kanun hükümlerinin adalete aykırı olabileceği bazı istisnai durumlarda da, 2. maddedeki kural, haksızlığı tashih edici bir şekilde uygulanabilmelidir.
Diğer taraftan, 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (Anayasa)’nın 36. maddesi uyarınca herkes, yargı mercileri önünde hak arama özgürlüğüne sahip olup, bu özgürlüğün en yaygın kullanma şekli dava hakkıdır. Anayasa’nın 13. maddesine göre de, temel hak ve hürriyetler özlerine dokunulmasızın yalnızca Anayasa’nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplerle bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlandırılabilir.
Yapılan açıklamalar ışığında somut olayın incelenmesine gelince; davacı vekili tarafından müvekkilinin paydaşı olduğu 45 ada 3 parsel sayılı taşınmazda bir kısım paydaşların toplamda 8/10 paylarını davalıya sattıklarını belirterek yasal önalım hakkının kullandırılmasının talep edildiği, dosya arasında mevcut tapu kayıtları ve satışa ilişkin resmî senetlerin incelenmesinden, bir kısım paydaşlar tarafından çekişmeli hisselerin 06.10.2011, 21.11.2011, 21.12.2011 ve 11.05.2012 tarihinde davalıya satıldığı, davalı tarafından davacıya satışa ilişkin noterden bildirim yapılmadığı, yine davalı tarafından payların satın alınmasından sonra 12.11.2012 tarihinde Düzce 2. Sulh Hukuk Mahkemesinde dava konusu taşınmazda ortaklığın satış yoluyla giderilmesi talepli dava açıldığı, Düzce 2. Sulh Hukuk Mahkemesinin 24.04.2013 tarihli ve 2012/860 E., 2013/397 K. sayılı kararı ile taşınmazın üzerindeki haciz şerhleri ile yükümlü olarak ortaklığın satış yolu ile giderilmesine karar verildiği, kararın temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin 20.09.2013 tarihli ve 2013/11421 E., 2013/11896 K. sayılı kararı ile onanarak 20.09.2013 tarihinde kesinleştiği, eldeki davanın 26.08.2013 tarihinde açıldığı ve mahkemenin 14.02.2014 tarihli ara kararı ile Düzce 2. Sulh Hukuk Satış Memurluğunun 2014/2 sayılı satış dosyası üzerinden yürütülen satış işlemlerinin dava hakkında verilecek nihai karar kesinleşinceye kadar durdurulmasına karar verildiği görülmüştür.
Yukarıda ayrıntısıyla ifade edildiği üzere, TMK’nın 733/3. maddesinde yasal önalım hakkının kullanılması için gerekli sürenin başlaması konusunda geçerli olan kuralın “öğrenme” olgusu değil “noter aracılığıyla bildirim” olduğunun fıkrada açıkça ve kesin olarak ifade edildiği, 06.10.2011, 21.11.2011, 21.12.2011 ve 11.05.2012 tarihlerinde yapılan pay satışları ile ilgili davalı tarafından davacıya yapılmış bildirim bulunmadığından davanın kanunun öngördüğü 2 yıllık hak düşürücü süre içerisinde açıldığı, yine yukarıda açıklandığı gibi hakkın kötüye kullanılmış olduğunu kabul etmek için hakkın amacına aykırı olarak kullanılması ve hakkı kullananın bu kullanmada çıkarının olmaması gerektiği, bu bağlamda mahkeme gerekçesinde belirtilen “davacının taraflar arasında görülen ortaklığın giderilmesine ilişkin davada satışı öğrendiği halde itirazda bulunmaması, dava sonuçlanmadan önalım davası açarak bekletici mesele yapmaması ve dava sonuçlandıktan dört ay sonra eldeki davayı açmasının” hakkın kötüye kullanılması olarak değerlendirilemeyeceği, nitekim davacının kanunun öngördüğü süre içerisinde önalım hakkını kullanmak üzere dava açmasında hukukî menfaati bulunduğu, başka bir ifadeyle, davacının mülkiyet hakkına dayalı olarak yasada öngörülen koşullar içerisinde ve yasal süresinde önalım hakkını kullanması nedeniyle somut olayda dürüstlük kurallarına aykırılıktan ve dava hakkının kötüye kullanılmasından söz edilmeyeceği, dolayısıyla TMK’nın 2. maddesi gerekçe yapılarak davanın reddine karar verilmesinin yerinde olmadığı sonucuna varılmıştır.
Hâl böyle olunca; yerel mahkemece Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2012/1076 K: 2013/381 T: 20.03.2013
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1990/520 K: 1991/11 T: 30.01.1991
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2014/38 K: 2015/1657 T: 17.06.2015
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/514 K: 2003/512 T: 24.09.2003
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/1166 K: 2001/1164 T: 26.12.2001
Satış yoluyla ortaklığın giderilmesi istenilen taşınmaz üzerinde bina ağaç vesaire gibi muhdesat varsa bunlar MK. 619. maddesi uyarınca arzın mütemmim cüz-ü sayıldığından arzla birlikte satışına karar verilir. Ancak bunların bir kısım paydaşlara aidiyetine ilişkin tapuda şerh varsa veya bu hususta tüm paydaşlar ittifak ediyorsa o takdirde değerlere göre oran kurulması ve satış parasının bu oran esas alınarak dağıtılması gerekir.
Taraflar arasındaki “ortaklığın giderilmesi” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Urla Sulh Hukuk Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 20.2.2001 gün ve 1999/206, 2001/80 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 6. Hukuk Dairesinin 31.5.2001 gün ve 2001/4318-4509 sayılı ilamı ile; (…Dava, 1 parça taşınmaz mal ortaklığının giderilmesi istemine ilişkin olup, mahkemece satış suretiyle ortaklığın giderilmesine karar verilmiş, hükmü davacı vekili reddi hakim talebinin reddine ve esasa ilişkin olarak temyiz etmiştir.
1-Dosya kapsamına, toplanan delillere, hükmün dayandığı gerekçelere, satış kararı verilmesinde, reddi hakim talebinin reddine karar verilmesinde bir usulsüzlük olmamasına göre aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde değildir.
2- Satış yoluyla ortaklığın giderilmesi istenilen taşınmaz üzerinde bina ağaç vesaire gibi muhdesat varsa bunlar MK. 619. maddesi uyarınca arzın mütemmim cüz-ü sayıldığından arzla birlikte satışına karar verilir. Ancak bunların bir kısım paydaşlara aidiyetine ilişkin tapuda şerh varsa veya bu hususta tüm paydaşlar ittifak ediyorsa o takdirde değerlere göre oran kurulması ve satış parasının bu oran esas alınarak dağıtılması gerekir. Oran kurulurken muhdesatın ve arzın dava tarihi itibariyle ayrı ayrı değeri takdir ettirilir, bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri saptanır, bulunan tüm değer muhtesat bedeline ve arzın kıymetine ayrı ayrı oranlanarak yüzde itibariyle ne kadarının muhdesata ne kadarının arza isabet ettiği belirlenir. Satış bedelinin dağıtımında da, bulunan bu yüzde nisbetler gözönünde tutularak muhdesata isabet eden kısmın sadece muhdesat sahibine veya paylan nisbetinde sahiplerine, arza isabet eden kısmında payları oranında tüm paydaşlara verilmesi icap eder.
Muhdesatın arzın paydaşlarına değil de 3. Şahsa aidiyetinin anlaşılması halinde bu şahsı muhdesat nedeniyle davaya dahil etme ve ona satış bedelinden pay verme mümkün değildir.
Olayımızda: Ortaklığın giderilmesi istenilen taşınmaz üzerindeki 4 katil binanın davacıya ait olduğu hususunda taraflar ittifak ettiğine göre, yukarıda belirtildiği şekilde oran kurularak satış bedelinin bu oran dahilinde dağıtılmasına karar verilmesi gerekirken, bundan zühul ile karar verilmesi hatalı olmuştur.
Hüküm bu nedenlerle bozulmalıdır…)gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI: Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere, çekişmeli taşınmaz üzerinde davacıya aidiyeti tartışmasız olan ve fiilen kullanılan binanın ekonomik bir değer taşımasına ve yıkım halinde diğer paydaşların sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre dava açma hakkına sahip bulunmalarına göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı HUMK.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine 26.12.2001 gününde, bozmada oybirliği gerekçesinde oyçokluğu ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2000/904 K: 2000/920 T: 24.05.2000
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/140 K: 2004/135 T: 03.03.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/2791 K: 2021/875 T: 29.06.2021
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/514 K: 2003/512 T: 24.09.2003
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/1256 K: 2020/706 T: 30.09.2020
Taşınmazın kullanım biçimi tüm paydaşlar arasında varılan bir sözleşmeyle belirlenmiş ya da fiili bir kullanma biçimi oluşmuş ise bu sözleşme yahut fiili taksime göre taşınmazı kullanan paydaştan ecrimisil istenemez. Bu itibarla paydaşlar arasındaki ecrimisil davalarında, tüm paydaşları bağlayan harici bir taksim sözleşmesi ya da fiili taksimin bulunup bulunmadığı hususu oldukça önemlidir.
Davacılar İstemi: Davacılar vekili; dava konusu 282 parsel sayılı taşınmazın büyüklüğünün 19.750 m2 olup, boş bulunan 5000 m2’lik bölümünün paydaşlar arasındaki taksime göre dava dışı paydaş …mirasçılarına ait olup, taşınmazın geri kalanında ise şeftali ağaçları dikili olduğunu, bu bölümün 13.166 m2’sinin davacılar ile davalı paydaşa ait olduğunu, davacılar murisinin uzun yıllar önce kendisine ait payı bedelsiz bir şekilde davalının kullanımına bıraktığını, ancak ölümünden sonra davacıların ortaklığın giderilmesi davası açtıklarını ve bu şekilde intifadan men koşulunun gerçekleştiğini, buna rağmen davalının müvekkillerinin taşınmazdaki payını herhangi bir bedel ödemeden kullanmaya devam ettiğini, hatta eşi tarafından hile hukuksal nedenine dayalı olarak tapu iptali ve tescil davası açıldığını, ancak yerinde görülmeyen davanın reddedildiğini, ortaklığın giderilmesi davası öncesinde 16-17 yıl boyunca taşınmazı bedelsiz bir şekilde kullanan davalının sonrasında da şeftali ürününden davacıların payını vermediğini ileri sürerek, ecrimisil isteminde bulunmuştur.
Davalı Cevabı: Davalı vekili cevap dilekçesinde; davaya konu yerin davalının eşi tarafından davacıların murisinden satın alındığını, ancak tapu işlemleri sırasındaki hata ve hile sonucunda başka bir taşınmazın tapusunun verildiğini, bu nedenle taşınmazın uzun yıllardır davalının eşi … tarafından malik sıfatıyla kullanıldığını ve şeftali bahçesi hâline getirildiğini, davacıların iyi niyetli olmadıkları gibi talep edilen ecrimisil miktarının da fahiş olduğunu, iddia kabul edilse dahi şeftali ağaçları müvekkili tarafından dikildiğinden ecrimisilin boş tarla üzerinden hesaplanması gerektiğini savunarak, davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
İlk Derece Mahkemesi Kararı: Bursa 7. Asliye Hukuk Mahkemesinin 28.11.2013 tarihli ve 2012/61E., 2013/651 K. sayılı kararı ile; kural olarak intifadan men edilmedikçe paydaşlar birbirlerinden ecrimisil talep edemezler ise de dava konusu taşınmazın 2004 yılından beri davacılar tarafından açılan ortaklığın giderilmesi davasına konu olması nedeniyle intifadan men koşulunun oluştuğu gerekçesi ile taşınmazın net geliri üzerinden hesaplanan 10.300,00TL tazminattan 7.500,00TL’nin dava tarihinden, 2.800,00TL’nin ise ıslah tarihinden itibaren işleyecek faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı: Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur. Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 20.10.2014 tarihli ve 2014/11751 E., 2014/16058 K. sayılı kararı ile;
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/76 K: 2002/96 T: 13.02.2002
İlke olarak satış yoluyla ortaklığın giderilmesi istenen taşınmaz üzerinde bina ağaç vesaire gibi muhtesat varsa bunlar olay tarihinde yürürlükte bulunan Medeni Yasanın 619 arzın mütemmin cüzü sayıldığından arz ile birlikte satışına karar verilir. Ancak, bunların bir kısım paydaşlara aidiyetine ilişkin tapuda şerh varsa veya bu hususta tüm paydaşlar ittifak ediyorlarsa, o takdirde o değere göre oran kurulması ve satış parasının bu oran esas alınarak dağıtılması gerekir.
Taraflar arasındaki “ortaklığın giderilmesi” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Kuyucak Sulh Hukuk Mahkemesi’nce davanın kabulüne dair verilen 18.07.2001 gün ve 2001/80 E- 214 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 6.Hukuk Dairesi’nin 11.10.2001 gün ve 2001/7538-7848 sayılı ilamiyle; (…Dava bir parça taşınmaz mal ortaklığının giderilmesine ilişkin olup, mahkemece ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmiş, hükmü davalı vekili temyiz etmiştir.
Satış yoluyla ortaklığın giderilmesi istenen taşınmaz üzerinde bina ağaç vesaire gibi muhtesat varsa bunlar MK 619. maddesi uyarınca arzın mütemmim cüz-ü sayıldığından arz ile birlikte satışına karar verilir.Ancak bunların bir kısım paydaşlara aidiyetine ilişkin tapuda şerh varsa veya bu hususta tüm paydaşlar ittifak ediyorsa, o takdirde değerlere göre oran kurulması ve satış parasının bu oran esas alınarak dağıtılması gerekir.Oran kurulurken muhtesatın ve arzın dava tarihi itibarıyla ayrı ayrı değeri takdir ettirilir, bu değer toplanarak taşınmazın tüm değeri saptanır, bulunan tüm değer muhtesat bedeline ve arzın kıymetine ayrı ayrı oranlanarak yüzde itibarıyla ne kadarının muhtesata ne kadarının arza isabet ettiği belirlenir. Satış bedelinin dağıtımında da bulunan bu yüzde nispetler göz önünde tutularak muhtesata isabet eden kısmın sadece muhtesat sahibine veya payları nisbetinde sahiplerine arza isabet eden kısmın da payları oranında tüm paydaşlara verilmesi icap eder.
Muhtesatın arzın paydaşlarına değil de 3. şahsa aidiyetinin anlaşılması halinde bu şahsı muhtesat nedeniyle davaya dahil etme ve ona satış bedelinden pay verme mümkün değildir.
Olayımızda: Ortaklığın giderilmesi istenen taşınmazda yapılan keşif sırasında davalı vekili, ağaçların müvekkil tarafından yetiştirildiğini ileri sürdüğüne ve davacı vekili de bu savunmaya ve bilirkişi raporuna itiraz etmediğine göre ağaçların davalıya ait olduğunun kabulü gerekir. Bu durumda yukarıda açıklanan şekilde oran kurularak satış bedelinin bu oran dahilinde dağıtılması gerekirken, yazılı şekilde satış kararı verilmesi hatalı olmuştur.
Hüküm bu nedenle bozulmalıdır…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: Dava ortaklığın giderilmesine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulüne dair verilen karar Özel Dairece yukarıda bozma ilamında açıklanan nedenlerle bozulmuştur.
İlke olarak satış yoluyla ortaklığın giderilmesi istenen taşınmaz üzerinde bina ağaç vesaire gibi muhtesat varsa bunlar olay tarihinde yürürlükte bulunan Medeni Yasanın 619 arzın mütemmin cüzü sayıldığından arz ile birlikte satışına karar verilir. Ancak, bunların bir kısım paydaşlara aidiyetine ilişkin tapuda şerh varsa veya bu hususta tüm paydaşlar ittifak ediyorlarsa, o takdirde o değere göre oran kurulması ve satış parasının bu oran esas alınarak dağıtılması gerekir.
Olayımızda tapuda muhtesatların aidiyeti konusunda her hangi bir şerh olmadığı gibi, tarafların muhtesatın bir paydaş aidiyeti konusunda ittifak bulunmadığı gibi muhtesatın davalıya ait olduğu kanıtlanamamıştır.
Bu durumda, tarafların karşılıklı iddia ve savunmaları, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, mahkeme kararında açıklanan gerektirici nedenlere ve özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre, usul ve yasaya uygun bulunan direnme kararının onanması gerekir.
S O N U Ç : Davalı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile, direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, satış bedeli üzerinden hesaplanan %09 oranındaki ilam harcının temyiz edenden alınmasına, 5.410.000 TL. temyiz peşin harcının mahsubuna, 13.02.2002 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2000/904 K: 2000/920 T: 24.05.2000
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/1753 K: 2020/279
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2012/1076 K: 2013/381 T: 20.03.2013
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/1166 K: 2001/1164 T: 26.12.2001
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2012/1076 K: 2013/381 T: 20.03.2013
Yargıtay’ın yerleşmiş uygulamalarında, tamamlanmış yapının fiili durumu ile onaylı projesi arasında aykırılıklarının bulunması ya da yapının imara uygun ancak projesiz inşa edilmiş olması gibi kat mülkiyeti kurulmasına engel oluşturan eksikliklerin mevcut olduğu durumlarda hemen kat mülkiyeti kurulamayacağı sonucuna varılmayarak, bu eksikliklerin giderilip yasal koşullara uygun hale getirilmesi mümkün ise bunun isteyen tarafa tamamlattırılması yoluna gidilmesi gerektiği kabul edilmektedir.
Taraflar arasındaki “Ortaklığın giderilmesi” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Beyoğlu 2. Sulh Hukuk Mahkemesince asıl davanın kabulü ile karşı davanın reddine dair verilen 29.12.2010 gün ve 2007/447 E- 2010/989 K. sayılı kararın incelenmesi davalılar-karşı davacılar vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 18.Hukuk Dairesinin 28.11.2011 gün ve 2011/8549 E.,2011/11950 sayılı ilamı ile; (…Dava, taşınmaz mal ortaklığının satış yoluyla giderilmesi istemine ilişkin olup, birleştirilen davada ortaklığın taksim suretiyle giderilmesi istenilmiş, mahkemece satış yoluyla ortaklığın giderilmesine karar verilmiştir.
Kat Mülkiyeti Yasasının 10. maddesinin son fıkrası hükmüne göre kat mülkiyetine konu olmaya elverişli bir taşınmaz üzerindeki ortaklığın giderilmesi davasında, ortak maliklerden birinin yargılamanın herhangi bir aşamasında paylaşmanın kat mülkiyeti kurulması yoluyla yapılmasını istemesi durumunda, hakim, 12. maddedeki belgeleri de tamamlattırıp taşınmaz mülkiyetinin kat mülkiyetine çevrilmesine ve paylar denkleştirilmek suretiyle bağımsız bölümlerin ortaklara ayrı ayrı özgülenmesine karar vermelidir.
Dosyada toplanan belge ve bilgilere, özellikle bilirkişi raporu içeriğine göre dava konusu taşınmazın üzerinde sekiz bağımsız bölümden oluşan kargir yapı mevcut olup, bu taşınmaz tapuda davacı ve davalılar adlarına kayıtlıdır. Paydaş ve bağımsız bölümlerin sayısı itibariyle her bir paydaşa en az bir bağımsız bölüm düştüğü, taşınmaz üzerindeki yapının Kat Mülkiyeti Yasasının 50/2. maddesi hükmüne uygun nitelikte olduğu, onaylı mimari projesinin ve yapı kullanma izin belgesinin bulunduğu ancak çatı katının ve üzerine yapılmış odanın ruhsatının bulunmadığı anlaşılmaktadır.
Yargıtay’ın yerleşmiş uygulamalarında, tamamlanmış yapının fiili durumu ile onaylı projesi arasında aykırılıklarının bulunması ya da yapının imara uygun ancak projesiz inşa edilmiş olması gibi kat mülkiyeti kurulmasına engel oluşturan eksikliklerin mevcut olduğu durumlarda hemen kat mülkiyeti kurulamayacağı sonucuna varılmayarak, bu eksikliklerin giderilip yasal koşullara uygun hale getirilmesi mümkün ise bunun isteyen tarafa tamamlattırılması yoluna gidilmesi gerektiği kabul edilmektedir.
Bu bakımdan somut olayda da mahkemece öncelikle davaya konu taşınmaz üzerindeki yapının mevcut haliyle imar mevzuatına ve bulunduğu yerin imar durumu ile fenne aykırılık oluşturmadığı veya imara ya da projeye aykırılıklar giderildiği takdirde onay verilebileceğinin saptanması halinde, öncelikle aykırılıkların giderilmesi daha sonra yapının fiili durumunu yansıtan projenin hazırlattırılıp, ilgili imar müdürlüğünün onayının ve buna bağlı olarak oturma izin belgesinin alınması, ayrıca Kat Mülkiyeti Yasasının 12. maddesinde sayılan belgelerin tamamlattırılması için kat mülkiyetine geçiş suretiyle ortaklığın giderilmesini isteyen davalı tarafa yetki ve yeterli süre verilmesi, bu hususlar eksiksiz yerine getirildiği takdirde de; dava konusu taşınmaz üzerindeki yapıda her bir bağımsız bölümün (konumu, yüzölçümü, kullanım amacı ve eklentileri yerinde incelenip irdelenerek) değeri ve bu değere göre özgülenecek arsa payı uzman bilirkişi aracılığıyla saptanıp varsa fiili taksime göre, taksim yoksa çekilecek kura ile önce her bir paydaşa birer bağımsız bölüm özgülendikten sonra arta kalan bağımsız bölümlerin pay oranları da gözetilmek suretiyle yine kura ile paydaşlara özgülenerek, gerekiyorsa bedel farkı nedeni ile ödenecek ivaz da belirlenmek suretiyle payların denkleştirilmesi ve mimari proje ile yönetim planı gibi belgeleri paydaşların (tanınan süreye rağmen) imzalamaktan kaçınması halinde bunların imzalanmış sayılması suretiyle tahkikatın ikmal edilmesinden sonra kat mülkiyetine geçiş yoluyla ortaklığın giderilmesine; belirtilen koşulların oluşmaması halinde satışa karar verilmesi gerekir.
Yukarıda açıklanan hususlar yerine getirilmeden yetersiz araştırma ve eksik inceleme ile satış yoluyla ortaklığın giderilmesine karar verilmiş olması doğru görülmemiştir.
Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar göz önünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsizdir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve direnme kararının verildiği tarih itibariyle H.U.M.K.2494 sayılı Yasa ile değişik 438/II. fıkrası hükmü gereğince duruşma isteğinin reddine karar verilip dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü.
Davacı-karşı davalı vekili; tarafların müşterek murisi Mustafa Şevket Muslubaş’ın 09.08.1998 tarihinde vefat ettiğini, murisin İstanbul ili, Beyoğlu ilçesi, Fındıklı Mebusan cad. No: 155 adresinde bulunan tapuda 84 pafta, 1486 ada, 42 parsel numarasında kayıtlı taşınmazı miras olarak bıraktığı, taraflar arasında bu taşınmazın paylaşması konusunda anlaşma olmadığını, taşınmazın satılması suretiyle ortaklığın giderilmesine, ve satış bedelinin payları oranında paydaşlar arasında taksimine karar verilmesi dava ve talep etmiştir.
Davalılar-karşı davacılar vekili; Mahkeme, taleple bağlı olduğu için yapılacak bilirkişi incelemesi sonunda dava konusu gayrimenkulün paydaşları arasında 634 sayılı kat mülkiyeti yasasına göre kat irtifakına dönüştürülmesi suretiyle taksimi mümkün olduğunun rapor alınması halinde belli olacağını, bu bakımdan taşınmazın satış suretiyle ortaklığın giderilmesi talebinin reddini, müstakil katlardan oluşan iş merkezi niteliğindeki gayrimenkulün, 634 sayılı yasaya göre kat mülkiyetine dönüşerek müstakil bağımsız bölümler halinde ivazlı veya ivazsız şekilde paydaşlar arasında taksimin mümkün olduğunu ve taksim sureti ile paydaşlığın sonuçlandırılabileceğini belirtmiştir. Beyoğlu 3 Sulh Hukuk mahkemesinin 2007/624 esas sayılı dosyasında, davalılar-karşı davacılar vekili, davacı aleyhine açtıkları dava ile dava konusu taşınmazın hissedarları arasında miras hisseleri nispetinde aynen taksimine karar verilmesini istemiş, bahsi geçen dava da birleştirilerek birlikte sonuçlandırılmıştır.
Yerel mahkemece; taşınmaz üzerindeki yapının tapu kaydında görülmediği ve iki dükkanı olan kargir ev niteliğinde olduğu, bilirkişi raporu ile de taşınmazın aynen taksiminin mümkün olmadığı, yapının mevcut hali ile imar mevzuatına ve imar durumuna uygun olmayıp kaçak katların mevcut olduğu, davalıların da mahkemece verilen süreye rağmen taşınmazın mevcut hali ile kullanımı yönünde zımni irade sergileyip her hangi bir şekilde 634 sayılı kat mülkiyeti kanununa uygun işlemler yapılması konusunda en azından ilgili kurumlara başvuruda bulunmadıkları, taşınmazın imar işlem dosyasında kat mülkiyetine geçmek hususunda bir dilekçenin mevcut olmadığı, Beyoğlu Belediyesinin 10.04.1995 tarih ve 0952 tarihli yapı tadil tutanağı ile ruhsatsız yapılaşma nedeni ile binaya kat mülkiyeti tesis edilemeyeceği, bu nedenlerle bir hakkın kötüye kullanılmasını kanun himaye edemeyeceğinden davalı tarafın taşınmazın hali hazır durumu ile kullanılması yolunda bir tutum sergileyip, 634 sayılı yasa gereği kat mülkiyeti kurulması yolunda ciddi bir irade sergilemediği, kaldı ki yürürlükteki imar mevzuatı ve taşınmazın imar durumu ve fiziki halinin taşınmaz üzerindeki ortaklığın aynen taksiminin mümkün kılmadığı, gerekçesiyle taşınmazda 634 sayılı yasa uyarınca kat mülkiyeti kurulamayacağından ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmiştir.
Davalılar-karşı davacılar vekilince temyiz edilen karar, Özel Daire’ce yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuştur.
Yerel Mahkeme; önceki gerekçelerle ve taşınmazın durumunun fenne aykırı olup kaçak yapı olduğu, oturma izin belgesinin ve kat mülkiyetinin kurulamayacağının Belediye ve resmi kurumlarca bildirildiği, KMK 12. maddesinde sayılan belgeleri tamamlamadıkları gibi, teş, bu halin dürüstlük ve iyi niyet kurallarına uymadığı gerekçesi ile taşınmazda usulüne uygun kat mülkiyeti kurulamayacağı gerekçesiyle, ilk kararında direnmiştir.
Direnme kararını davalılar-karşı davacılar vekilleri temyiz etmiştir. Hukuk Genel Kurulu’nun önüne gelen uyuşmazlık; üzerinde bina bulunun taşınmazda kat mülkiyeti kurulmak suretiyle aynen taksim koşullarının, mahkemece yeterince araştırılıp araştırılmadığı noktasında toplanmaktadır.
634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanunu’nun 10. maddesinin dördüncü fıkrasına göre; “Kat mülkiyetine konu olmaya elverişli bir gayrimenkul üzerindeki ortaklığın giderilmesi davalarında, mirasçılardan veya ortak maliklerden biri, paylaşmanın, kat mülkiyeti kurulması ve bağımsız bölümlerin tahsisi suretiyle yapılmasını isterse, hakim, o gayrimenkulün mülkiyetinin, 12 nci maddede yazılı belgelere dayanılarak kat mülkiyetine çevrilmesine ve paylar denkleştirilmek suretiyle bağımsız bölümlerin ortaklara ayrı ayrı tahsisine karar verebilir.” Denilmekte;
Yine aynı Kanunun “Kat maliklerinin kurulması” ana başlığı altında, “İstem ve belgeler” alt başlığı ile yer alan 12. maddesinde ise: “Kat mülkiyetinin kurulması için, anagayrimenkulün kat mülkiyetine çevrilmesi hususunda o gayrimenkulün maliki veya bütün paydaşlarının aşağıda yazılı belgeler ile birlikte tapu idaresinde istemde bulunması gerekir: a) (Değişik bend:23.06.2009 – 5912 S.K./2.mad) Anagayrimenkulde, yapı veya yapıların dış cepheler ve iç taksimatı bağımsız bölüm, eklenti, ortak yerlerinin ölçüleri ve bağımsız bölümlerin konum ve büyüklüklerine göre hesaplanan değerleriyle oranlı arsa payları, kat, daire, iş bürosu gibi nevi ile bunların birden başlayıp sırayla giden numarası ve bağımsız bölümlerin yapı inşaat alanı da açıkça gösterilmek suretiyle, proje müellifi mimar tarafından yapılan ve anagayrimenkulün maliki veya bütün paydaşları tarafından imzalanan, yetkili kamu kurum ve kuruluşlarınca onaylanan mimari proje ile yapı kullanma izin belgesi. b) Bağımsız bölümlerin kullanılış tarzına, birden çok yapının varlığı halinde bu yapıların özelliğine göre 28 inci maddedeki esaslar çerçevesinde hazırlanmış, kat mülkiyetini kuran malik veya malikler tarafından imzalanmış bir yönetim planı.” Şeklinde düzenleme bulunmaktadır.
Bu hükümler göstermektedir ki, ortaklığın giderilmesi davalarında, gayrimenkulün paylaştırılmasının, kat mülkiyeti kurularak giderilmesini mirasçılar ya da ortak maliklerden birinin istemesi ve gayrimenkulün kat mülkiyeti kurulmaya elverişli olduğunun mahkemece belirlenmesi halinde, KMK’nun 12. maddesinde belirtilen belgelerin ibrazı halinde, gayrimenkul kat mülkiyetine çevirip, payların denkleştirilip, bağımsız bölümlerin ortaklara ayrı ayrı tahsisine karar vermesi mümkündür.
Bu durumda tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/1753 K: 2020/279
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/2791 K: 2021/875 T: 29.06.2021
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/1256 K: 2020/706 T: 30.09.2020
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1993/809 K: 1994/59 T: 16.2.1994
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2014/38 K: 2015/1657 T: 17.06.2015
Yargıtay’ın yerleşmiş uygulamalarında, tamamlanmış yapının fiili durumu ile onaylı projesi arasında aykırılıkların bulunması ya da yapının imara uygun ancak projesiz inşa edilmiş olması gibi kat mülkiyeti kurulmasına engel oluşturan eksikliklerin mevcut olduğu durumlarda hemen kat mülkiyeti kurulamayacağı sonucuna varılmayarak, bu eksikliklerin giderilip yasal koşullara uygun hale getirilmesi mümkün ise bunun isteyen tarafa tamamlattırılması yoluna gidilmesi gerektiği kabul edilmektedir.
Taraflar arasındaki “ortaklığın giderilmesi” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Vize Sulh Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 05.10.2012 gün ve E:2012/166, K:2012/321 sayılı kararın incelenmesi davalı İlhan Taşkan vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 18. Hukuk Dairesinin 14.03.2013 gün ve E:2013/3022, K:2013/3786 sayılı ilamıyla;
(…Davacı dava dilekçesinde, 153 ada 14 parsel ve 154 ada 20 parsel sayılı taşınmazlar üzerindeki ortaklığın mümkünse aynen, değilse satış yoluyla giderilmesini istemiş, mahkemece satış yoluyla ortaklığın giderilmesine karar verilmiştir.
Kat Mülkiyeti Yasasının 10. maddesinin son fıkrası hükmüne göre kat mülkiyetine konu olmaya elverişli bir taşınmaz üzerindeki ortaklığın giderilmesi davasında, ortak maliklerden birinin yargılamanın herhangi bir aşamasında paylaşmanın kat mülkiyeti kurulması yoluyla yapılmasını istemesi durumunda, hakim, 12. maddedeki belgeleri de tamamlattırıp taşınmaz mülkiyetinin kat mülkiyetine çevrilmesine ve paylar denkleştirilmek suretiyle bağımsız bölümlerin ortaklara ayrı ayrı özgülenmesine karar vermelidir.
Dosyada toplanan belge ve bilgilere, özellikle bilirkişi raporu içeriğine göre; dava konusu 154 ada 20 parsel sayılı taşınmazdaki binada 6 daire, 1 ticarethane, bir adet tek katlı ev, 153 ada 14 parselde ise zemin katında 2 ticarethane, üst iki katta ise 16 odalı otel olan kargir binaların bulunduğu taşınmazların tapuda davacı ve davalılar adlarına kayıtlı bulunduğu, paydaş ve bağımsız bölümlerin sayısı itibariyle her paydaşa en az bir bağımsız bölüm düştüğü, taşınmaz üzerindeki yapının Kat Mülkiyeti Yasasının 50/2. maddesi hükmüne uygun nitelikte olduğu anlaşılmaktadır.
Kat Mülkiyeti Yasası hükümlerine uygun olarak, üzerinde kat mülkiyetine elverişli yapı bulunan ortak taşınmazda kat mülkiyetine geçilebilmesi için, üzerindeki yapının mimari projesine uygun biçimde tamamlanmış ya da projesi olmamakla birlikte fiili durumuna göre çizdirilmiş imara ve fenne uygunluğu ilgili makamca onaylanmış projesinin olması, bağımsız bölümlerinin başlı başına kullanmaya elverişli bulunması (M.1), yapının tümünün kargir olması (M.50/2) ve her paydaşa en az bir bağımsız bölüm düşmesi, ayrıca 12. maddede yazılı belgelerin (belediyeden onaylı proje, yapı kullanma belgesi ve yönetim planı) tamamlattırılması gerekmektedir. Bu koşulların gerçekleşmesi durumunda anılan Yasanın 10. maddesinin son fıkrası hükmünce taşınmazda kat mülkiyetine geçilebilecek ve açılan davada ortaklığın bu yolda giderilmesine karar verilebilecektir.
Yargıtay’ın yerleşmiş uygulamalarında, tamamlanmış yapının fiili durumu ile onaylı projesi arasında aykırılıkların bulunması ya da yapının imara uygun ancak projesiz inşa edilmiş olması gibi kat mülkiyeti kurulmasına engel oluşturan eksikliklerin mevcut olduğu durumlarda hemen kat mülkiyeti kurulamayacağı sonucuna varılmayarak, bu eksikliklerin giderilip yasal koşullara uygun hale getirilmesi mümkün ise bunun isteyen tarafa tamamlattırılması yoluna gidilmesi gerektiği kabul edilmektedir.
Bu bakımdan somut olayda da mahkemece öncelikle davaya konu taşınmaz üzerindeki yapının onaylı projesinin ve sonradan değişiklik yapılmış ise buna ilişkin tadilat projesinin olup olmadığının taraflara ve ilgili belediyeye sorulup etraflıca araştırılması, proje mevcut değilse, ilgili belediyeden alınacak ön bilgiye göre yapının mevcut haliyle imar mevzuatına ve bulunduğu yerin imar durumu ile fenne aykırılık oluşturmadığı veya imara ya da projeye aykırılıklar giderildiği takdirde onay verilebileceğinin saptanması durumunda, öncelikle aykırılıkların giderilmesi daha sonra yapının fiili durumunu yansıtan projenin hazırlattırılıp, ilgili imar müdürlüğünün onayının ve buna bağlı olarak oturma izin belgesinin alınması, ayrıca Kat Mülkiyeti Yasasının 12. maddesinde sayılan diğer belgelerin tamamlattırılması için kat mülkiyetine geçiş suretiyle ortaklığın giderilmesini isteyen davalı tarafa yetki ve yeterli süre verilmesi, bu hususlar eksiksiz yerine getirildiği takdirde de; dava konusu taşınmaz üzerindeki yapıda her bir bağımsız bölümün (konumu, yüzölçümü, kullanım amacı ve eklentileri yerinde incelenip irdelenerek) değeri ve bu değere göre özgülenecek arsa payı uzman bilirkişi aracılığıyla saptanıp varsa fiili taksime göre, taksim yoksa çekilecek kura ile önce her paydaşa birer bağımsız bölüm özgülendikten sonra arta kalan bağımsız bölümlerin pay oranları da gözetilmek suretiyle yine kura ile paydaşlara özgülenerek, gerekiyorsa bedel farkı nedeni ile ödenecek ivaz da belirlenmek suretiyle payların denkleştirilmesi, yönetim planı gibi belgeleri paydaşların (tanınan süreye rağmen) imzalamaktan kaçınması halinde bunların imzalanmış sayılması suretiyle araştırmanın tamamlanmasından sonra kat mülkiyeti kurulmak suretiyle ortaklığın giderilmesine; belirtilen koşulların oluşmaması durumunda ancak, satışa karar verilmesi gerekir.
Yukarıda açıklanan hususlar yerine getirilmeden yetersiz araştırma ve eksik inceleme ile satış yoluyla ortaklığın giderilmesine karar verilmiş olması doğru görülmemiştir …) gerekçesiyle karar bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2000/904 K: 2000/920 T: 24.05.2000
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/140 K: 2004/135 T: 03.03.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/2791 K: 2021/875 T: 29.06.2021
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/514 K: 2003/512 T: 24.09.2003
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2010/4362 K: 2010/5324 T: 06.05.2010
Paylı mülkiyete konu taşınmazda paydaşlığın giderilmesi için dava açıldığında paydaşlardan bir ya da bir kaçının payı üzerinde üçüncü kişi yararına intifa hakkı tesis ettirdiği uygulamada sık rastlanan bir olgudur. Türk Medeni Kanununun 2. maddesi ile getirtilen kural gereği herkes haklarını kullanırken dürüstlük kuralına uymak zorundadır. Bu kurala aykırılık iddiası ile de intifa hakkının terkini istenebilmektedir.
Davacılar, 28167 ada 2 parsel sayılı taşınmazı ortaklığın giderilmesi davasında verilen satış kararı sonucu yapılan ihaleden satın aldıklarını, taşınmazın önceki paydaşlarından İlyapı A.Ş.nin 3980/11341 payında 10/11341 pay için davalı lehine intifa hakkı tesis ettirdiğini, çok küçük bir pay üzerinde intifa hakkı tesis ettirilmesinin Türk Medeni Kanununun 2. maddesinde yer alan dürüst davranma kuralına aykırı olduğunu, intifa hakkının sağladığı yararın taşınmaza yüklediği külfete göre çok az olduğunu ileri sürerek Türk Medeni Kanununun 785. maddesi uyarınca terkin isteğinde bulunmuşlardır.
Davalı, dava konusu taşınmazın intifa hakkı ile yükümlü olarak satılmasına karar verildiğini, davacının da taşınmazı bu hakla yükümlü olarak ihaleden satın aldığını, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, intifa hakkının danışıklı tesis edildiği iddiasının kanıtlanamadığı, davada Türk Medeni Kanununun 785. maddesi gereğince bedeli karşılığı terkin isteğinin de bulunmadığı gerekçesiyle dava reddedilmiştir. Hükmü, davacı temyiz etmiştir.
Dava, intifa hakkının terkini isteğine ilişkindir. Bilindiği üzere; Türk Medeni Kanununun 794.maddesi gereğince intifa hakkı hak sahibine konusu üzerinde tam yararlanma yetkisi sağlayan, tapu kütüğüne tescil ile kurulan tescil işlemi tamamlanınca da herkese karşı ileri sürülebilen, kişi ile sıkı sıkıya ilişkili haklardandır.
İntifa hakkının sona ermesinin nedenleri Türk Medeni Kanununun 796. maddesinde sıralanmıştır. İntifa hakkı bir süre ile sınırlı olarak kurulmuşsa sürenin dolması veya bu süreden önce intifa hakkı sahibinin hakkından vazgeçmesi, intifa hakkı sahibinin ölümü ya da tüzel kişi ise tüzel kişiliğin sona ermesi, konusu olan şeyin bütünü ile harap olması sebebiyle artık ondan yararlanmanın mümkün bulunmaması durumlarında sona erer.
Kanuni intifa hakları hariç (TMK.m.495 vd.) intifa hakkı tesisi daima bir sözleşmeye dayanır. Taraflarına hak ve borçlar yükleyen bu sözleşmeyle intifa hakkı sahibi ile malik hakkın konusu olan şeydeki yararlanmanın nasıl sürdürüleceğini kararlaştırılabilir. Şayet intifa hakkının tesisine neden olan sözleşmedeki edimler yerine getirilmemiş, intifa hakkının devamı malike yüklediği külfete göre çok az yarar sağlar hale gelmişse veya yarar ortadan kalkmış ise malik bu hususları ileri sürerek hakimden sözleşmeye müdahale edilmesini, intifa hakkının süresinden önce sona erdirilmesini isteyebilir. Kaldı ki, bu gibi durumlarda intifa hakkı sahibinin hakkın sürdürülmesini istemesi hakkın kötüye kullanılmasıdır. Her ne kadar intifa hakkının sona erme sebeplerini sayan Türk Medeni Kanununun 796 vd. maddelerinde eşyaya bağlı irtifak haklarında olduğu gibi şahsi bir irtifak hakkı olan intifa hakkının sona erdirilmesini malikin talep edebileceğine ilişkin (TMK.m.785) bir hüküm yoksa da burada Türk Medeni Kanununun 785. maddesinin kıyasen uygulanması gerekir. Doktrindeki hakim görüş de bu doğrultudadır. (Oğuzman-Seliçi, Eşya Hukuku, İstanbul 2002, s.591 vd).
Yukarıda değinilen intifa hakkının sona erme sebepleri ve bu sebepler söz konusu olmasa dahi hakkın malike yüklediği külfetin ağırlığı nedeniyle sona erdirilmesini isteme olanakları dışında, daha sözleşmenin kuruluşu aşamasındaki irade sakatlıkları, danışıklı işlem iddiası ya da ehliyetsizlik iddiası ile de kayıttaki intifa hakkının terkini istenebilir.
Hemen belirtmek gerekir ki intifa hakkının paylı mülkiyete konu taşınmazlarda da paydaşlar tarafından kendi payları üzerinde intifa hakkı tesis ettirmesi olanağı vardır (TMK. m.688/3). Ancak paydaş, payı üzerinde intifa hakkı tesis ettirirken diğer paydaşların mülkiyet haklarına zarar vermemesi ve onların yararını da gözetmesi gerektiği, Türk Medeni Kanunun 693.maddesi hükmü gereğidir. Anılan madde gereği paydaşın bu hakkını kötüye kullanması halinde diğer paydaşların hakimin müdahalesini isteme hakları vardır(m.697).
Paylı mülkiyete konu taşınmazda paydaşlığın giderilmesi için dava açıldığında paydaşlardan bir ya da bir kaçının payı üzerinde üçüncü kişi yararına intifa hakkı tesis ettirdiği uygulamada sık rastlanan bir olgudur. Türk Medeni Kanununun 2. maddesi ile getirtilen kural gereği herkes haklarını kullanırken dürüstlük kuralına uymak zorundadır. Bu kurala aykırılık iddiası ile de intifa hakkının terkini istenebilmektedir.
Somut olayda; dava konusu taşınmazda ihale ile satıştan önce paydaş olan İlyapı A.Ş. 21.06.2001 tarihli resmi senetle dava konusu taşınmazla birlikte 12 parça taşınmazında payları üzerine 5 ve 10 gibi küçük hisselerle davalı lehine intifa hakkı tesis ettirmiştir. Bunlardan bir kısmı terkin edilmiştir. Dava konusu intifa hakkı halen kayıtta bulunmaktadır. Davacılar taşınmazı intifa hakkı ile yükümlü olarak satın almışlardır. Şimdi bu intifa hakkının taşınmaza ağır külfet yüklediğini ileri sürmektedirler. Dava dilekçesinde intifa hakkının diğer paydaşların zararına konulduğunu ve bu hususun hakkın kötüye kullanılması anlamına geldiğini belirterek ve ayrıca taşınmaza yüklediği külfetin hakkın sağlayacağı yarardan daha fazla olduğu iddiasıyla doğrudan Türk Medeni Kanununun 785.maddesi uyarınca terkin talep etmişlerdir.
Gerçekten de, paydaşların zararına konulduğu ve 2. madde uyarınca hakkın kötüye kullanılması olarak değerlendirildiği için terkin edilebilecek intifa hakkının gerek paydaşlığın giderilmesi davası sırasında, gerekse intifa hakkı ile yükümlü olarak satış kararı verilmesine rağmen satış yapılıncaya kadar diğer paydaşlar tarafından terkinini isteyebilme olanağı vardır. Bu olanağı kullanmayan paydaşın taşınmazın intifa hakkı ile yükümlü olarak satılmasının sağlayacağı düşük bedelle satış veya başka alıcı çıkmaması gibi durumlardan yararlandıktan sonra intifa hakkının terkinini istemesi yine yukarıda sözü edilen Türk Medeni Kanununun 2. maddesindeki dürüst davranma kuralına aykırıdır. Bu durumda taşınmaza malik olan kişi ancak Türk Medeni Kanununun 785. maddesindeki koşullar gerçekleştiğinden intifa hakkının terkinini isteyebilir. Diğer bir anlatımla; lehine intifa hakkı bulunan kişiye göre kendisinin çok ağır külfete maruz kaldığının intifa hakkının devam etmesinin onun için çekilmez hal aldığının kanıtlanmış olması gerekir. Bunların dışında malik sözleşmeye bağlılık (ahde vefa) kuralı gereği sözleşmenin yapıldığı andaki gibi hükümlerine aynen uymak zorundadır.
Davaya konu olayda, paydaşlığın giderilmesi davasında davacılar da taraftırlar. Diğer bir anlatımla intifa hakkı tesis edildiğinde davacılar taşınmazın paydaşıdırlar. Gerek dava açılmadan önce gerekse dava sırasında bu hakkın terkinini istememişler, taşınmazın intifa hakkı ile yükümlü olarak satışından sonra terkin talebinde bulunmuşlardır. Şimdi, intifa hakkının taşınmaza yüklediği külfetin ağır olduğunu ileri sürmekte ve bu hakkın tesisinin de iyiniyet kurallarıyla bağdaşmadığını belirtmektedirler. Mahkemece uyuşmazlığın bu açıklamalar çerçevesinde değerlendirilerek sonuçlandırılması gerekir. Kısaca söylemek gerekirse, 3980/11341 paya sahip olan malik 11341 m2’lik taşınmazda 10 m2 yer için intifa hakkı tesis ettirmiştir. Bu kadar küçük bir payda intifa hakkı tesis ettirilmesi ve ayrıca resmi senet içeriğinden de anlaşıldığı gibi bu yöntemi 12 parça taşınmazı için kullanması hakkın kötüye kullanıldığının açık göstergesi kabul edilmelidir. Davacılar da taşınmazı kayıttaki intifa hakkı nedeniyle daha düşük bir bedelle satın aldıklarına göre intifa hakkına konu taşınmazın bedeli belirlenerek bu bedel depo ettirildikten sonra davanın kabulüne karar verilmelidir. Tüm bu yönler göz ardı edilerek davacıların dayandığı vakıaların yanlış nitelendirilmesi sonucu davanın reddine karar verilmesi doğru görülmediğinden kararın bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz olunan hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan temyiz harcının istek halinde yatıranlara iadesine, 06.05.2010 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/15622 K: 2016/285 T: 13.01.2016
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/265 K: 2018/2827 T: 09.04.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3351 K: 2014/6425 T: 15.05.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/446 K: 2020/2388 T: 27.02.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/14598 K: 2015/9620 T: 03.11.2015
Paydaşlığın giderilmesi davalarında mahkemece malın aynen bölünerek paylaştırılmasına karar verilebilmesi için taşınmazın yüzölçümü, niteliği, pay ve paydaş sayısı ve tarım arazilerinin niteliği ile imar mevzuatına göre aynen taksimin mümkün olup olmadığının araştırılması gerekir. Taşınmazın önemli ölçüde bir değer kaybına uğraması söz konusu ise aynen bölünerek paylaştırılmasına karar verilemez. Keza paydaşlar rıza göstermedikleri takdirde taşınmazın bir bölümü paylı bırakılamaz.
Dava, taşınmazdaki ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları iki taraflı, taraflar için benzer sonuçlar doğuran davalardır. Bu davalarda davalı da davacı gibi aynı haklara sahiptir. Bu nedenle davacının satış suretiyle paylaşma istemesi davalıların aynen paylaşma istemesine engel teşkil etmez.
Paydaşlığın giderilmesi davalarında mahkemece malın aynen bölünerek paylaştırılmasına karar verilebilmesi için taşınmazın yüzölçümü, niteliği, pay ve paydaş sayısı ve tarım arazilerinin niteliği ile imar mevzuatına göre aynen taksimin mümkün olup olmadığının araştırılması gerekir. Taşınmazın önemli ölçüde bir değer kaybına uğraması söz konusu ise aynen bölünerek paylaştırılmasına karar verilemez. Keza paydaşlar rıza göstermedikleri takdirde taşınmazın bir bölümü paylı bırakılamaz.
5578 sayılı Kanunla değiştirilen 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununun 8. maddesi gereğince bölünemez büyüklükteki tarım arazilerinin mirasa konu olmaları ve üzerlerinde her ne sebeple gerçekleşmiş olursa olsun birlikte mülkiyetin mevcut olması durumunda bu arazilerin ifraz edilemeyeceği, payların 3. şahıslara satılamayacağı, devredilemeyeceği hükmü mevcutken, 5403 sayılı Kanunun 8. maddesinde 30.04.2014 tarihli ve 6537 sayılı Kanunun 4. maddesi ile yapılan değişiklikle “Tarım arazileri Bakanlıkça belirlenen büyüklüklerin altında ifraz edilemez, hisselendirilemez. Hazine taşınmazlarının satış işlemleri hariç olmak üzere pay ve paydaş adedi artırılamaz….” şeklinde düzenleme yapıldığından artık asgari tarımsal arazi büyüklüklerinin altındaki arazilerde de payın üçüncü şahıslara satışı ve devri mümkün hale gelmiştir.
Somut uyuşmazlıkta, 37.760 m2 yüzölçümlü tarla niteliğindeki dava konusu 19 parsel sayılı taşınmazda davacılar ile davalılar paylı maliktir. Fen bilirkişinin 19.11.2012 günlü raporunda taşınmazın aynen taksiminin mümkün olmadığı belirtilmiştir. Dava konusu taşınmazda seraların bulunduğu keşfe katılan fen ve ziraat bilirkişilerin raporlarından anlaşılmaktadır. Ancak, davaya konu tarım arazisinin hangi sınıfa girdiği Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Fethiye Tarım İlçe Müdürlüğünden sorulmadığı gibi taraflarca da niteliği belgelendirilmemiştir. Bu nedenle, öncelikle davaya konu taşınmazın tarımsal niteliğinin Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Fethiye İlçe Müdürlüğünden sorularak saptanması gerekir. Tarımsal niteliğinin belirlenmesinden sonra 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununun 5578 sayılı kanunla değişik 8. maddesi ile taşınmazdaki pay ve paydaş adedi ile zemindeki kullanım durumu da dikkate alınarak aynen taksiminin mümkün olup olmadığının belirlenmesi gerekir. Aynen taksiminin olanaklı olması halinde teknik bilirkişiye ifraz projesi düzenlettirilerek bu projeye göre taşınmaz belediye ve mücavir alan sınırları içerisinde ise ilgili belediyeden, belediye dışında ise il idare kurulundan bölüşmenin (taksimin) mümkün olup olmadığı sorulması gerekir. Onay makamından olumsuz cevap gelmesi halinde paydaşlığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmelidir.
Mahkemece, yukarıda açıklanan bu araştırmalar yapılmadan taşınmazdaki ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmesi doğru görülmemiş, kararın bu nedenle bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/13782 K: 2020/2493 T: 02.03.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/4288 K: 2019/960 T: 06.02.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3380 K: 2014/6446 T: 15.05.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/16337 K: 2014/1848 T: 12.02.2014
ORTAKLIĞIN GİDERİLMESİ AYNEN TAKSİM YARGITAY KARARLARI
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/14598 K: 2015/9620 T: 03.11.2015
Paydaşlığın giderilmesi davalarında mahkemece malın aynen bölünerek paylaştırılmasına karar verilebilmesi için taşınmazın yüzölçümü, niteliği, pay ve paydaş sayısı ve tarım arazilerinin niteliği ile imar mevzuatına göre aynen taksimin mümkün olup olmadığının araştırılması gerekir. Taşınmazın önemli ölçüde bir değer kaybına uğraması söz konusu ise aynen bölünerek paylaştırılmasına karar verilemez. Keza paydaşlar rıza göstermedikleri takdirde taşınmazın bir bölümü paylı bırakılamaz.
Dava, taşınmazdaki ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları iki taraflı, taraflar için benzer sonuçlar doğuran davalardır. Bu davalarda davalı da davacı gibi aynı haklara sahiptir. Bu nedenle davacının satış suretiyle paylaşma istemesi davalıların aynen paylaşma istemesine engel teşkil etmez.
Paydaşlığın giderilmesi davalarında mahkemece malın aynen bölünerek paylaştırılmasına karar verilebilmesi için taşınmazın yüzölçümü, niteliği, pay ve paydaş sayısı ve tarım arazilerinin niteliği ile imar mevzuatına göre aynen taksimin mümkün olup olmadığının araştırılması gerekir. Taşınmazın önemli ölçüde bir değer kaybına uğraması söz konusu ise aynen bölünerek paylaştırılmasına karar verilemez. Keza paydaşlar rıza göstermedikleri takdirde taşınmazın bir bölümü paylı bırakılamaz.
5578 sayılı Kanunla değiştirilen 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununun 8. maddesi gereğince bölünemez büyüklükteki tarım arazilerinin mirasa konu olmaları ve üzerlerinde her ne sebeple gerçekleşmiş olursa olsun birlikte mülkiyetin mevcut olması durumunda bu arazilerin ifraz edilemeyeceği, payların 3. şahıslara satılamayacağı, devredilemeyeceği hükmü mevcutken, 5403 sayılı Kanunun 8. maddesinde 30.04.2014 tarihli ve 6537 sayılı Kanunun 4. maddesi ile yapılan değişiklikle “Tarım arazileri Bakanlıkça belirlenen büyüklüklerin altında ifraz edilemez, hisselendirilemez. Hazine taşınmazlarının satış işlemleri hariç olmak üzere pay ve paydaş adedi artırılamaz….” şeklinde düzenleme yapıldığından artık asgari tarımsal arazi büyüklüklerinin altındaki arazilerde de payın üçüncü şahıslara satışı ve devri mümkün hale gelmiştir.
Somut uyuşmazlıkta, 37.760 m2 yüzölçümlü tarla niteliğindeki dava konusu 19 parsel sayılı taşınmazda davacılar ile davalılar paylı maliktir. Fen bilirkişinin 19.11.2012 günlü raporunda taşınmazın aynen taksiminin mümkün olmadığı belirtilmiştir. Dava konusu taşınmazda seraların bulunduğu keşfe katılan fen ve ziraat bilirkişilerin raporlarından anlaşılmaktadır. Ancak, davaya konu tarım arazisinin hangi sınıfa girdiği Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Fethiye Tarım İlçe Müdürlüğünden sorulmadığı gibi taraflarca da niteliği belgelendirilmemiştir. Bu nedenle, öncelikle davaya konu taşınmazın tarımsal niteliğinin Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Fethiye İlçe Müdürlüğünden sorularak saptanması gerekir. Tarımsal niteliğinin belirlenmesinden sonra 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununun 5578 sayılı kanunla değişik 8. maddesi ile taşınmazdaki pay ve paydaş adedi ile zemindeki kullanım durumu da dikkate alınarak aynen taksiminin mümkün olup olmadığının belirlenmesi gerekir. Aynen taksiminin olanaklı olması halinde teknik bilirkişiye ifraz projesi düzenlettirilerek bu projeye göre taşınmaz belediye ve mücavir alan sınırları içerisinde ise ilgili belediyeden, belediye dışında ise il idare kurulundan bölüşmenin (taksimin) mümkün olup olmadığı sorulması gerekir. Onay makamından olumsuz cevap gelmesi halinde paydaşlığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmelidir.
Mahkemece, yukarıda açıklanan bu araştırmalar yapılmadan taşınmazdaki ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmesi doğru görülmemiş, kararın bu nedenle bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/13782 K: 2020/2493 T: 02.03.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/4288 K: 2019/960 T: 06.02.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3380 K: 2014/6446 T: 15.05.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/16337 K: 2014/1848 T: 12.02.2014
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/17914 K: 2020/6000 T: 08.10.2020
Taşınmazın aynen taksiminin mümkün olduğundan söz edilebilmesi için taşınmazın yüzölçümü, niteliği, pay ve paydaş sayısı ile imar mevzuatına göre aynen bölüşmenin mümkün olup olmadığının araştırılması, taşınmazın önemli ölçüde bir değer kaybına uğrayıp uğramayacağının değerlendirilmesi gerekir.
Dava, ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Davacı vekili, 33 ada 127 parsel sayılı arsa vasfındaki taşınmazın paylı malikleri olduklarını, taşınmazın aynen taksiminin mümkün olduğunu ileri sürerek dava konusu taşınmazdaki ortaklığın aynen taksim suretiyle giderilmesini talep etmiştir.
Davalı vekili, davanın reddini savunmuştur. Mahkemece, davanın kabulü ile 33 ada 127 parsel sayılı taşınmazın harita bilirkişisi raporunda ve krokisinde A harfiyle belirtilen kısmının davacı, B harfiyle belirtilen kısmının davalı adına olacak şekilde aynen taksimine karar verilmiştir. Hükmü, davalı vekili temyiz etmiştir.
Taşınmazın aynen taksiminin mümkün olduğundan söz edilebilmesi için taşınmazın yüzölçümü, niteliği, pay ve paydaş sayısı ile imar mevzuatına göre aynen bölüşmenin mümkün olup olmadığının araştırılması, taşınmazın önemli ölçüde bir değer kaybına uğrayıp uğramayacağının değerlendirilmesi gerekir.
Aynen bölünerek paylaştırmanın (taksimin) mümkün olması durumunda bölünen parçaların değerlerinin birbirine denk düşmemesi halinde eksik değerdeki parçaya para (ivaz) eklenerek denkleştirme sağlanır. Davada paydaşlar arasında anlaşma olmadıkça hakim kendiliğinden bazı taşınmazların bir kısım paydaşlara, kalanın diğer paydaşlara verilmesi şeklinde aynen bölünerek paylaştırmaya karar veremez.
Ayrıca aynen bölünerek paylaştırma (taksim) halinde teknik bilirkişiye ifraz (taksim) projesi düzenlettirilerek bu projeye göre taşınmaz Belediye veya mücavir alan hudutları içerisinde ise Belediye Encümeninden karar alınmak suretiyle belediyeden, Belediye dışında ise İl Özel İdaresinden İmar Yasası ve Yönetmeliğine göre bölüşmenin (taksimin) mümkün olup olmadığı sorulmalıdır. Onay makamınca aynen taksimin mümkün olduğunun belirtilmesi halinde, taşınmazın aynen taksimine karar verilebilir. İfraz projesinde kimlere nerelerin verileceği konusunda paydaşlar anlaşamazlar ise hakim huzurunda kura çekilerek belirlenir.
Onay makamından olumsuz cevap gelmesi halinde paydaşlığın (ortaklığın) satış suretiyle giderilmesine karar verilmesi gerekir.
Somut olaya gelince; mahallinde teknik bilirkişi vasıtasıyla yapılan keşif sonrasında alınan fen bilirkişi raporuna göre, aynen taksiminin mümkün olduğu bildirilmiş ise de bilirkişi tarafından düzenlenen ifraz (taksim) projesinin, … Belediyesine gönderilerek aynen taksimin mümkün olup olmadığı hususunda görüş sorulduğu ancak bu konuda onay makamı olan Belediye Encümeninden karar alınmadığı anlaşılmıştır.
Bu durumda mahkemece, yukarıda değinilen ilkeler gözetilmek suretiyle araştırma ve inceleme yapılması mümkünse dava konusu taşınmazın aynen taksimi konusunda birden fazla ihtimalli ifraz projesinin hazırlanması, tarafların ifraz projeleri hakkında beyanlarının alınması, hükme esas alınacak projenin Belediye Encümeni tarafından onaylanmasından sonra aynen taksim konusunda hüküm kurulması gerekirken eksik inceleme ile yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş, bu nedenle hükmün bozulması gerekmiştir.
Kabule göre de mahkemece, 492 sayılı Harçlar Yasası ve Harçlar Yasasının Genel Tebliği’nin 1 sayılı Tarifesi gereğince aynen taksim suretiyle ortaklığın giderilmesine karar verilen taşınmaz yönünden bu taşınmazın değeri üzerinden karar tarihi itibariyle binde 4,55 oranında harç alınmasına karar verilmesi gerekirken hüküm sonucunda maktu harca hükmedilmesi doğru değildir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/4413 K: 2019/1273 T: 13.02.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/37 K: 2014/2405 T: 24.02.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/4203 K: 2014/7743 T: 10.06.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/14859 K: 2014/504 T: 13.01.2014
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/6319 K: 2014/10044 T: 17.09.2014
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları iki taraflı, taraflar için benzer sonuçlar doğuran davalardır. Bu davalarda davalı da davacı gibi aynı haklara sahiptir. Bu nedenle davacının satış suretiyle paylaşma istemesi davalıların aynen paylaşma istemesine engel teşkil etmez.
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davalarında mahkemece malın aynen bölünerek paylaştırılmasına karar verilebilmesi için taşınmazın yüzölçümü, niteliği, pay ve paydaş sayısı ile imar mevzuatına göre aynen bölüşmenin mümkün olup olmadığının araştırılması gerekir. Taşınmazın önemli ölçüde bir değer kaybına uğraması söz konusu ise aynen bölünerek paylaştırılmasına karar verilemez. Keza paydaşlar rıza göstermedikleri takdirde taşınmazın bir bölümü paylı bırakılamaz.
Aynen bölünerek paylaştırmanın (taksimin) mümkün olması durumunda bölünen parçaların değerlerinin birbirine denk düşmemesi halinde eksik değerdeki parçaya para (ivaz) eklenerek denkleştirme sağlanır. Davada paydaşlar arasında anlaşma olmadıkça hakim kendiliğinden bazı taşınmazların bir kısım paydaşlara, kalanın diğer paydaşlara verilmesi şeklinde aynen bölünerek paylaştırmaya karar veremez.
Aynen bölünerek paylaştırma (taksim) halinde teknik bilirkişiye ifraz (taksim) projesi düzenlettirilerek bu projeye göre taşınmaz Belediye veya mücavir alan hudutları içerisinde ise Belediye Encümeninden karar alınmak suretiyle belediyeden, Belediye dışında ise İl İdare Kurulundan İmar Yasası ve Yönetmeliğine göre bölüşmenin (taksimin) mümkün olup olmadığı sorulur. İfraz projesinde kimlere nerelerin verileceği konusunda paydaşlar anlaşamazlar ise hakim huzurunda kura çekilerek belirlenir.
Somut olayda; .. ada..parsel sayılı taşınmaz yönünden aynen taksime esas alınan 09.12.2013 havale tarihli bilirkişi raporu ve eki ifraz krokisi belediye ve mücavir alan sınırları içerisinde ise Belediye Encümeninden karar alınmak suretiyle Belediyeden, Belediye sınırları dışında ise İl İdare Kurulundan İmar Kanunun ve Yönetmeliğine göre bölüşmenin (taksimin) mümkün olup olmadığı sorulmadan Elmadağ Belediyesi İmar ve Şehircilik Müdürlüğünün 10.02.2014 tarihli yazısı ile yetinilerek aynen taksime karar verilmesi doğru görülmemiş bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/13782 K: 2020/2493 T: 02.03.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/6765 K: 2014/9930 T: 15.09.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/7387 K: 2014/11377 T: 20.10.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/16638 K: 2014/2058 T: 18.02.2014
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/5045 K: 2014/8420 T: 23.06.2014
Paydaşlığın giderilmesi davalarında mahkemece malın aynen bölünerek paylaştırılmasına karar verilebilmesi için taşınmazın yüzölçümü, niteliği, pay ve paydaş sayısı ve tarım arazilerinin niteliği ile imar mevzuatına göre aynen bölüşmenin mümkün olup olmadığının araştırılması gerekir. Taşınmazın önemli ölçüde bir değer kaybına uğraması söz konusu ise aynen bölünerek paylaştırılmasına karar verilemez. Keza paydaşlar rıza göstermedikleri takdirde taşınmazın bir bölümü paylı bırakılamaz.
Aynen bölünerek paylaştırmanın (taksimin) mümkün olması durumunda bölünen parçaların değerlerinin birbirine denk düşmemesi halinde eksik değerdeki parçaya para (ivaz) eklenerek denkleştirme sağlanır. Davada paydaşlar arasında anlaşma olmadıkça hakim kendiliğinden bazı taşınmazların bir kısım paydaşlara, kalanın diğer paydaşlara verilmesi şeklinde aynen bölünerek paylaştırmaya karar veremez.
Aynen bölünerek paylaştırma (taksim) halinde teknik bilirkişiye ifraz (taksim) projesi düzenlettirilerek bu projeye göre taşınmaz Belediye Veya mücavir alan hudutları içerisinde ise Belediye Encümeninden karar alınmak suretiyle belediyeden, Belediye dışında ise İl İdare Kurulundan İmar Yasası ve Yönetmeliğine göre bölüşmenin (taksimin) mümkün olup olmadığı sorulur. İfraz projesinde kimlere nerelerin verileceği konusunda paydaşlar anlaşamazlar ise hakim huzurunda kura çekilerek belirlenir.
Onay makamından olumsuz cevap gelmesi halinde paydaşlığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmesi gerekir.
Somut olaya gelince; dava konusu ..parsel sayılı taşınmazın ikiye ifrazının mümkün olduğu bilirkişi tarafından bildirilmiştir. Mahkemece taşınmazın aynen taksiminin mümkün olup olmadığı hususunun yukarıda açıklanan ilkeler uyarınca araştırılıp sonucuna uygun karar verilmesi gerektiği halde, eksik inceleme ile yazılı şekilde ortaklığın satış sureti ile giderilmesine karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Ayrıca, paydaşlığın giderilmesi davalarında, sonuçta kazanan ve kaybeden taraftan söz edilemeyeceğinden yargılama giderlerinin taraflara mirasçılık belgesindeki payları oranında yükletilmesi gerekirken yargılama giderlerinin davalıdan alınarak davacıya verilmesine karar verilmesi de doğru görülmemiş, hükmün açıklanan nedenlerle bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/14768 K: 2020/2626 T: 04.03.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/3595 K: 2017/6782 T: 25.09.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/15690 K: 2014/2171 T: 26.02.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/6319 K: 2014/10044 T: 17.09.2014
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3824 K: 2014/6395 T: 14.05.2014
Aynen bölünerek paylaştırma (taksim) halinde teknik bilirkişiye ifraz (taksim) projesi düzenlettirilerek bu projeye göre taşınmaz Belediye Veya mücavir alan hudutları içerisinde ise Belediye Encümeninden karar alınmak suretiyle belediyeden, Belediye dışında ise İl İdare Kurulundan İmar Yasası ve Yönetmeliğine göre bölüşmenin (taksimin) mümkün olup olmadığı sorulur. İfraz projesinde kimlere nerelerin verileceği konusunda paydaşlar anlaşamazlar ise hakim huzurunda kura çekilerek belirlenir.
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları iki taraflı, taraflar için benzer sonuçlar doğuran davalardır. Bu davalarda davalı da davacı gibi aynı haklara sahiptir. Bu nedenle davacının satış suretiyle paylaşma istemesi davalıların aynen paylaşma istemesine engel teşkil etmez.
Paydaşlığın giderilmesi davalarında mahkemece malın aynen bölünerek paylaştırılmasına karar verilebilmesi için taşınmazın yüzölçümü, niteliği, pay ve paydaş sayısı ve tarım arazilerinin niteliği ile imar mevzuatına göre aynen bölüşmenin mümkün olup olmadığının araştırılması gerekir. Taşınmazın önemli ölçüde bir değer kaybına uğraması söz konusu ise aynen bölünerek paylaştırılmasına karar verilemez. Keza paydaşlar rıza göstermedikleri takdirde taşınmazın bir bölümü paylı bırakılamaz.
Aynen bölünerek paylaştırmanın (taksimin) mümkün olması durumunda bölünen parçaların değerlerinin birbirine denk düşmemesi halinde eksik değerdeki parçaya para (ivaz) eklenerek denkleştirme sağlanır. Davada paydaşlar arasında anlaşma olmadıkça hakim kendiliğinden bazı taşınmazların bir kısım paydaşlara, kalanın diğer paydaşlara verilmesi şeklinde aynen bölünerek paylaştırmaya karar veremez.
Aynen bölünerek paylaştırma (taksim) halinde teknik bilirkişiye ifraz (taksim) projesi düzenlettirilerek bu projeye göre taşınmaz Belediye Veya mücavir alan hudutları içerisinde ise Belediye Encümeninden karar alınmak suretiyle belediyeden, Belediye dışında ise İl İdare Kurulundan İmar Yasası ve Yönetmeliğine göre bölüşmenin (taksimin) mümkün olup olmadığı sorulur. İfraz projesinde kimlere nerelerin verileceği konusunda paydaşlar anlaşamazlar ise hakim huzurunda kura çekilerek belirlenir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/13782 K: 2020/2493 T: 02.03.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/6765 K: 2014/9930 T: 15.09.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/7387 K: 2014/11377 T: 20.10.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/16638 K: 2014/2058 T: 18.02.2014
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/2896 K: 2014/5008 T: 14.04.2014
Elbirliği mülkiyetinde borçlu ortağın alacaklısı yetki belgesine dayanarak borçlunun ortağı olduğu taşınmaz için ortaklığın giderilmesi davası açabilir. Paylı mülkiyette ise, borçlu paydaşın alacaklısı, borçlunun bağımsız payının haczini ve satışını isteyebileceğinden yetki belgesine dayanarak taşınmazın paydaşlığının giderilmesini istemesi yasa koyucunun amacına uygun değildir.
Ancak, 5403 sayılı Kanunun 8. maddesi hükmü gereğince, pay satışı mümkün olmayan paylı mülkiyete tabi tarımsal nitelikli taşınmazlarda ise, alacaklı yetki belgesine dayalı olarak taşınmazın tamamının satılması suretiyle paydaşlığın giderilmesini isteyebilir.
.Somut olaya gelince; dava konusu taşınmazlarda davalı borçlu N… Üretim Sist. San. Tic. Ltd. Şti.’nin müstakil payı olduğu görülmektedir. Kural olarak borçlunun müstakil payı olduğundan bu payın haczi ve cebri satışı suretiyle alacaklının alacağını elde etmesi mümkün ise de 5403 sayılı Kanunun 8. maddesi uyarınca dava konusu payın icra yoluyla satışına engel bir durumun bulunup bulunmadığı araştırılmamıştır.
Mahkemece, dava konusu taşınmazların tarımsal niteliğinin tarım müdürlüğünden sorularak, davalı borçluya ait payın cebri icra yoluyla satışının mümkün olup olmadığı araştırılmak suretiyle sonucuna uygun bir karar verilmesi gerekirken, eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/3878 K: 2019/610 T: 21.01.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/8167 K: 2014/9035 T: 07.07.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/10780 K: 2014/11156 T: 14.10.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/15250 K: 2014/792 T: 17.01.2014
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/1092 K: 2014/3376 T: 13.03.2014
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları iki taraflı, taraflar için benzer sonuçlar doğuran davalardır. Bu davalarda davalı da davacı gibi aynı haklara sahiptir. Bu nedenle davacının satış suretiyle paylaşma istemesi davalıların aynen paylaşma istemesine engel teşkil etmez.
Paydaşlığın giderilmesi davalarında mahkemece malın aynen bölünerek paylaştırılmasına karar verilebilmesi için taşınmazın yüzölçümü, niteliği, pay ve paydaş sayısı ve tarım arazilerinin niteliği ile imar mevzuatına göre aynen bölüşmenin mümkün olup olmadığının araştırılması gerekir. Taşınmazın önemli ölçüde bir değer kaybına uğraması söz konusu ise aynen bölünerek paylaştırılmasına karar verilemez. Keza paydaşlar rıza göstermedikleri takdirde taşınmazın bir bölümü paylı bırakılamaz.
Aynen bölünerek paylaştırmanın (taksimin) mümkün olması durumunda bölünen parçaların değerlerinin birbirine denk düşmemesi halinde eksik değerdeki parçaya para (ivaz) eklenerek denkleştirme sağlanır. Davada paydaşlar arasında anlaşma olmadıkça hakim kendiliğinden bazı taşınmazların bir kısım paydaşlara, kalanın diğer paydaşlara verilmesi şeklinde aynen bölünerek paylaştırmaya karar veremez.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/17282 K: 2020/4519 T: 08.07.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/565 K: 2018/5597 T: 12.09.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/10005 K: 2017/1934 T: 13.03.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/4203 K: 2014/7743 T: 10.06.2014
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/539 K: 2014/2709 T: 03.03.2014
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları iki taraflı, taraflar için benzer sonuçlar doğuran davalardır. Bu davalarda davalı da davacı gibi aynı haklara sahiptir. Bu nedenle davacının satış suretiyle paylaşma istemesi davalıların aynen paylaşma istemesine engel teşkil etmez.
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davalarında mahkemece malın aynen bölünerek paylaştırılmasına karar verilebilmesi için taşınmazın yüzölçümü, niteliği, pay ve paydaş sayısı ile imar mevzuatına göre aynen bölüşmenin mümkün olup olmadığının araştırılması gerekir. Taşınmazın önemli ölçüde bir değer kaybına uğraması söz konusu ise aynen bölünerek paylaştırılmasına karar verilemez. Keza paydaşlar rıza göstermedikleri takdirde taşınmazın bir bölümü paylı bırakılamaz.
Aynen bölünerek paylaştırmanın (taksimin) mümkün olması durumunda bölünen parçaların değerlerinin birbirine denk düşmemesi halinde eksik değerdeki parçaya para (ivaz) eklenerek denkleştirme sağlanır. Davada paydaşlar arasında anlaşma olmadıkça hakim kendiliğinden bazı taşınmazların bir kısım paydaşlara, kalanın diğer paydaşlara verilmesi şeklinde aynen bölünerek paylaştırmaya karar veremez.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/4413 K: 2019/1273 T: 13.02.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/37 K: 2014/2405 T: 24.02.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/4203 K: 2014/7743 T: 10.06.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/14859 K: 2014/504 T: 13.01.2014
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/16632 K: 2014/2043 T: 18.02.2014
Aynen bölünerek paylaştırma halinde teknik bilirkişiye ifraz projesi düzenlettirilerek bu projeye göre taşınmaz belediye veya mücavir alan hudutları içerisinde ise belediye encümeninden karar alınmak suretiyle belediyeden, belediye dışında ise il idare kurulundan İmar Yasası ve Yönetmeliğine göre bölüşmenin (taksimin) mümkün olup olmadığı sorulur. İfraz projesinde kimlere nerelerin verileceği konusunda paydaşlar anlaşamazlar ise hakim huzurunda kura çekilerek belirlenir.
Davacı, 1/2 payının tarafına, 1/2 payının ise davalıların murisine ait .. parsel sayılı taşınmazın, davalılara ait bölümünde bina bulunduğunu, kendisine ait bölüme inşaat izni alamadığından taşınmazda tasarruf edemediğini ileri sürerek, taşınmazdaki ortaklığın aynen taksim yoluyla giderilmesini istemiştir.
Davalılardan Nagihan, Tufan, Zühriye, davayı kabul etmişler; davalı Tayfun savunmada bulunmamış; davalı Tamer ise taşınmazda bina bulunduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur. Mahkemece, taşınmazdaki ortaklığın aynen taksim yoluyla giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalı T.. K.. temyiz etmiştir. Dava, taşınmazdaki ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir.
Paydaşlığın giderilmesi davalarında mahkemece malın aynen bölünerek paylaştırılmasına karar verilebilmesi için taşınmazın yüzölçümü, niteliği, pay ve paydaş sayısı ile imar mevzuatına göre aynen bölüşmenin mümkün olup olmadığının araştırılması gerekir. Taşınmazın önemli ölçüde bir değer kaybına uğraması söz konusu ise aynen bölünerek paylaştırılmasına karar verilemez. Keza paydaşlar rıza göstermedikleri takdirde taşınmazın bir bölümü paylı bırakılamaz.
Aynen bölünerek paylaştırma halinde teknik bilirkişiye ifraz projesi düzenlettirilerek bu projeye göre taşınmaz belediye veya mücavir alan hudutları içerisinde ise belediye encümeninden karar alınmak suretiyle belediyeden, belediye dışında ise il idare kurulundan İmar Yasası ve Yönetmeliğine göre bölüşmenin (taksimin) mümkün olup olmadığı sorulur. İfraz projesinde kimlere nerelerin verileceği konusunda paydaşlar anlaşamazlar ise hakim huzurunda kura çekilerek belirlenir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/265 K: 2018/2827 T: 09.04.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3871 K: 2014/7902 T: 12.06.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/8167 K: 2014/9035 T: 07.07.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/14249 K: 2014/307 T: 08.01.2014
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/16337 K: 2014/1848 T: 12.02.2014
Aynen bölünerek paylaştırmanın (taksimin) mümkün olması durumunda bölünen parçaların değerlerinin birbirine denk düşmemesi halinde eksik değerdeki parçaya para (ivaz) eklenerek denkleştirme sağlanır. Davada paydaşlar arasında anlaşma olmadıkça hakim kendiliğinden bazı taşınmazların bir kısım paydaşlara, kalanın diğer paydaşlara verilmesi şeklinde aynen bölünerek paylaştırmaya karar veremez.
Dava, ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Davalı, davanın reddini savunmuştur. Mahkemece, ortaklığın satılarak giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalı temyiz etmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları iki taraflı, taraflar için benzer sonuçlar doğuran davalardır. Bu davalarda davalı da davacı gibi aynı haklara sahiptir. Bu nedenle davacının satış suretiyle paylaşma istemesi davalıların aynen paylaşma istemesine engel teşkil etmez.
Paydaşlığın giderilmesi davalarında mahkemece malın aynen bölünerek paylaştırılmasına karar verilebilmesi için taşınmazın yüzölçümü, niteliği, pay ve paydaş sayısı ve tarım arazilerinin niteliği ile imar mevzuatına göre aynen bölüşmenin mümkün olup olmadığının araştırılması gerekir. Taşınmazın önemli ölçüde bir değer kaybına uğraması söz konusu ise aynen bölünerek paylaştırılmasına karar verilemez. Keza paydaşlar rıza göstermedikleri takdirde taşınmazın bir bölümü paylı bırakılamaz.
Aynen bölünerek paylaştırmanın (taksimin) mümkün olması durumunda bölünen parçaların değerlerinin birbirine denk düşmemesi halinde eksik değerdeki parçaya para (ivaz) eklenerek denkleştirme sağlanır. Davada paydaşlar arasında anlaşma olmadıkça hakim kendiliğinden bazı taşınmazların bir kısım paydaşlara, kalanın diğer paydaşlara verilmesi şeklinde aynen bölünerek paylaştırmaya karar veremez.
Aynen bölünerek paylaştırma (taksim) halinde teknik bilirkişiye ifraz (taksim) projesi düzenlettirilerek bu projeye göre taşınmaz Belediye Veya mücavir alan hudutları içerisinde ise Belediye Encümeninden karar alınmak suretiyle belediyeden, Belediye dışında ise İl İdare Kurulundan İmar Yasası ve Yönetmeliğine göre bölüşmenin (taksimin) mümkün olup olmadığı sorulur. İfraz projesinde kimlere nerelerin verileceği konusunda paydaşlar anlaşamazlar ise hakim huzurunda kura çekilerek belirlenir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/4143 K: 2019/651 T: 22.01.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/15584 K: 2016/286 T: 13.01.2016
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/1092 K: 2014/3376 T: 13.03.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/529 K: 2014/3245 T: 11.03.2014
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/14859 K: 2014/504 T: 13.01.2014
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları iki taraflı, taraflar için benzer sonuçlar doğuran davalardır. Bu davalarda davalı da davacı gibi aynı haklara sahiptir. Bu nedenle davacının satış suretiyle paylaşma istemesi davalıların aynen paylaşma istemesine engel teşkil etmez.
Dava, ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Davalı, Şerefiye bedeli karşılığında A ile gösterilen bölümün davacıya verilmesi kaydıyla ortaklığın taksim suretiyle giderilmesini savunmuştur.
Mahkemece, davanın kabulüne, Karasu ilçesi, … Mahallesi 3 sayılı parsel, 592 m2 ahşap dam ve samanlık ve bahçe cinsli taşınmaz üzerindeki ortaklığın taksim suretiyle giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davacı vekili temyiz etmiştir.
Dosya kapsamına, toplanan delillere ortaklığın giderilmesi davalarının iki taraflı davalardan olmasına ve davalı tarafından aynen taksim suretiyle ortaklığın giderilmesinin talep edilmesine göre davacının aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan sair temyiz itirazları yerinde değildir.
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları iki taraflı, taraflar için benzer sonuçlar doğuran davalardır. Bu davalarda davalı da davacı gibi aynı haklara sahiptir. Bu nedenle davacının satış suretiyle paylaşma istemesi davalıların aynen paylaşma istemesine engel teşkil etmez.
Paydaşlığın giderilmesi davalarında mahkemece malın aynen bölünerek paylaştırılmasına karar verilebilmesi için taşınmazın yüzölçümü, niteliği, pay ve paydaş sayısı ve tarım arazilerinin niteliği ile imar mevzuatına göre aynen bölüşmenin mümkün olup olmadığının araştırılması gerekir. Taşınmazın önemli ölçüde bir değer kaybına uğraması söz konusu ise aynen bölünerek paylaştırılmasına karar verilemez. Keza paydaşlar rıza göstermedikleri takdirde taşınmazın bir bölümü paylı bırakılamaz.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/17282 K: 2020/4519 T: 08.07.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/565 K: 2018/5597 T: 12.09.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/10005 K: 2017/1934 T: 13.03.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/4203 K: 2014/7743 T: 10.06.2014
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/15690 K: 2014/2171 T: 26.02.2014
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davalarında mahkemece malın aynen bölünerek paylaştırılmasına karar verilebilmesi için taşınmazın yüzölçümü, niteliği, pay ve paydaş sayısı ile imar mevzuatına göre aynen bölüşmenin mümkün olup olmadığının araştırılması gerekir. Taşınmazın önemli ölçüde bir değer kaybına uğraması söz konusu ise aynen bölünerek paylaştırılmasına karar verilemez. Keza paydaşlar rıza göstermedikleri takdirde taşınmazın bir bölümü paylı bırakılamaz.
Dava, iki adet taşınmazda paydaşlığın giderilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece …… parselde bulunan ortaklığın satış suretiyle giderilmesine ;…. parsele ilişkin davanın ise rızai taksim bulunduğu gerekçesiyle reddine karar verilmiş, hüküm davacı tarafından 1186 parsel yönünden temyiz edilmiştir.
Uyuşmazlık konusu ……. parsel sayılı taşınmaz, paylı mülkiyete konu olup, 19320 m2 yüzölçümlü ve incir bahçesi niteliğindedir. Taşınmazın 1/7’şer hissesi davacılar ile davalılar M.. U.. ve N.. U..’a; 2/7 hissesi davalı N.. U..’a aittir. Davacılar,taşınmaz üzerindeki paydaşlığın mümkünse aynen değilse satılarak giderilmesini talep etmiş, davalılar M.. U.. ile N.. U.. aynen davalı N.. U.. ise satış suretiyle taksimini istemiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları iki taraflı, taraflar için benzer sonuçlar doğuran davalardır. Bu davalarda davalı da davacı gibi aynı haklara sahiptir. Bu nedenle davacının satış suretiyle paylaşma istemesi davalıların aynen paylaşma istemesine engel teşkil etmez.
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davalarında mahkemece malın aynen bölünerek paylaştırılmasına karar verilebilmesi için taşınmazın yüzölçümü, niteliği, pay ve paydaş sayısı ile imar mevzuatına göre aynen bölüşmenin mümkün olup olmadığının araştırılması gerekir. Taşınmazın önemli ölçüde bir değer kaybına uğraması söz konusu ise aynen bölünerek paylaştırılmasına karar verilemez. Keza paydaşlar rıza göstermedikleri takdirde taşınmazın bir bölümü paylı bırakılamaz.
Olayımıza gelince; Dava konusu ortaklığın giderilmesi istenen …… parsel sayılı taşınmaz tapuda incir bahçesi niteliğinde kayıtlı olup, mahkemece yerinde yapılan keşif sonucu düzenlenen fenni bilirkişi raporunda ise, taşınmazın aynen bölünmesinin mümkün olmadığı, ortaklığın satış suretiyle giderilebileceğinin bildirdiği görülmüştür. Mahkemece taşınmazın taraflar arasında fiili taksim edilerek kullanıldığı belirtilmişse de, paylı mülkiyete tabi taşınmazlarda harici taksim geçersiz olduğundan, fiili kullanım durumuna hukuken geçerlilik tanınamaz. Mahkemece, taşınmazın satışı suretiyle ortaklığının giderilmesine karar verilmesi gerekirken, taraflar arasında rızai taksim bulunduğu gerekçesi ile davanın reddine karar verilmesi doğru değildir. Hüküm bu nedenle bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/14768 K: 2020/2626 T: 04.03.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/3595 K: 2017/6782 T: 25.09.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/16632 K: 2014/2043 T: 18.02.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/6319 K: 2014/10044 T: 17.09.2014
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/4203 K: 2014/7743 T: 10.06.2014
Dava, taşınmazın aynen taksim suretiyle ortaklığının giderilmesi isteğine ilişkindir. Hakim taleple bağlıdır. Talep edilmeyen bir konuda inceleme yapıp, karar vermesi mümkün değildir. Taşınmazın taksiminin mümkün olmadığı bilirkişi raporu ile belirlendiğine göre mahkemece davanın reddine karar verilmesi gerekir.
Dava, taşınmazın aynen taksim suretiyle ortaklığının giderilmesi isteğine ilişkindir. Mahkemece, ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, bir kısım davalılar vekili ile davalı M.. K.. temyiz etmiştir.
Davacı vekili .. ada ..parsel sayılı taşınmazın aynen taksim suretiyle ortaklığının giderilmesini istemiş, bir kısım davalılar davanın reddini savunmuşlardır. Mahallinde yapılan keşif neticesinde bilirkişi raporları ile taşınmazın aynen taksiminin mümkün olmadığı anlaşılmıştır.
6100 sayılı HMK.’nun 26. maddesi uyarınca hakim taleple bağlıdır. Talep edilmeyen bir konuda inceleme yapıp, karar vermesi mümkün değildir. Taşınmazın taksiminin mümkün olmadığı bilirkişi raporu ile belirlendiğine göre mahkemece davanın reddine karar verilmesi gerekirken, talep dışına çıkılarak satış suretiyle ortaklığın giderilmesine karar verilmesi doğru olmadığından hükmün bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/14768 K: 2020/2626 T: 04.03.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/3595 K: 2017/6782 T: 25.09.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/16632 K: 2014/2043 T: 18.02.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/6319 K: 2014/10044 T: 17.09.2014
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/16585 K: 2014/2231 T: 20.02.2014
Dava konusu .. ada .. parsel sayılı taşınmazın tapu kaydında A ve B bloklar halinde kat irtifakı kurulu onbir adet bağımsız bölümden oluştuğu, B blokta bulunan beş adet bağımsız bölümün davacıya, A blokta bulunan altı adet bağımsız bölümün ayrı ayrı tam hisse ile davalılar adına kayıtlı olduğu anlaşılmaktadır. Yukarıda açıklanan ortaklığın giderilmesi davalarının niteliği gereği, B blokta bulunan bağımsız bölümlerin maliki olan davacı tarafından, A blokta bulunan bağımsız bölümlerin malikleri aleyhine taşınmazın A ve B bloklar halinde ifraz edilerek ortaklığın taksim suretiyle giderilmesi istenemez.
Dava, ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Davacı vekili, dava konusu .. ada .. sayılı parsel üzerinde A ve B blokların bulunduğunu, parsel üzerindeki B bloğun davacıya, A bloğun davalılara ait olduğunu, dava konusu parselin A ve B blok arasında bölünmesi gerektiğini belirterek ortaklığın taksim suretiyle giderilmesini talep etmiştir. Bir kısım davalılar, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, dava konusu .. ada.. parsel sayılı taşınmazın B harfi ile gösterilen 248.95 m2’lik bölümünün davacı Elazığ Özel Hastanesi A.Ş’ye, A harfi ile gösterilen 193,32 m2’lik bölümünün davalılara ait olmak üzere ortaklığın aynen taksim suretiyle giderilmesine karar verilmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları, paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallarda paydaşlar (ortaklar) arasında mevcut birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirip ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalardır.
Somut olaya gelince; dava konusu .. ada .. parsel sayılı taşınmazın tapu kaydında A ve B bloklar halinde kat irtifakı kurulu onbir adet bağımsız bölümden oluştuğu, B blokta bulunan beş adet bağımsız bölümün davacıya, A blokta bulunan altı adet bağımsız bölümün ayrı ayrı tam hisse ile davalılar adına kayıtlı olduğu anlaşılmaktadır. Yukarıda açıklanan ortaklığın giderilmesi davalarının niteliği gereği, B blokta bulunan bağımsız bölümlerin maliki olan davacı tarafından, A blokta bulunan bağımsız bölümlerin malikleri aleyhine taşınmazın A ve B bloklar halinde ifraz edilerek ortaklığın taksim suretiyle giderilmesi istenemez. Mahkemece, bu husus gözardı edilerek yazılı şekilde aynen taksim suretiyle ortaklığın giderilmesine karar verilmesi doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/4143 K: 2019/651 T: 22.01.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/15584 K: 2016/286 T: 13.01.2016
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/1092 K: 2014/3376 T: 13.03.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/529 K: 2014/3245 T: 11.03.2014
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/2196 K: 2017/1112 T: 14.06.2017
İmar uygulaması nedeniyle şuyulandırılan arsalar arasında değer farkı varsa bu durumda her bir parselin değeri ayrı ayrı tespit edilip oran kurularak elde edilen paranın dağıtımının buna göre yapılması gerektiği, paydaşlarım payları oranında dağıtım yapılması halinde değerli olan taşınmaz malikleri olan paydaşlar aleyhine hukuki olmayan sonuç doğacağı.
Yerel Mahkemece davanın kabulü ile dava konusu 408 ada 323 parsel sayılı taşınmazda ortaklığın umum arasında açık artırma usulü ile satış suretiyle giderilmesine ve satış bedelinin taşınmazların şüyuu öncesi değerleri ile taşınmazların şüyulandırılması nedeniyle oluşan değer artışından paylarına düşen miktarın toplanmasıyla bulunan miktarın taşınmazın toplam değerine oranlanması ile bulunan yüzde uyarınca dağıtılmasına karar verilmiştir.
Hüküm davacılar vekili ile bir kısım davalılar vekilince temyiz edilmiş, Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde yazılı gerekçe ile bozulmuştur.
Mahkemece imar uygulaması nedeniyle şuyulandırılan arsalar arasında değer farkı varsa bu durumda her bir parselin değeri ayrı ayrı tespit edilip oran kurularak elde edilen paranın dağıtımının buna göre yapılması gerektiği, paydaşlarım payları oranında dağıtım yapılması halinde değerli olan taşınmaz malikleri olan paydaşlar aleyhine hukuki olmayan sonuç doğacağı gerekçesi ile direnme kararı verilmiştir. Direnme hükmünü davacılar vekili temyize getirmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık dava konusu taşınmazın satış bedelinin maliklerine payları oranında mı yoksa imar parselini oluşturan kadastro parsellerine şüyulandırmadan önceki mevki ve durumlarına göre ayrı ayrı kıymet takdir ettirilip oran kurulmak suretiyle mi dağıtılacağı noktasında toplanmaktadır.
Öncelikle konuya ilişkin yasal düzenlemeler ile hukuki kavram ve kurumların ortaya konulmasında yarar vardır.
Paylı mülkiyete tabi taşınmazların nasıl paylaşılacağı 4721 sayılı Türk Medeni Kanunun 698. maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre “Hukuki bir işlem gereğince veya paylı malın sürekli bir amaca özgülenmiş olması sebebiyle paylı mülkiyeti devam ettirme yükümlülüğü bulunmadıkça, paydaşlardan her biri malın paylaşılmasını isteyebilir. Paylaşmayı isteme hakkı, hukuki bir işlemle en çok on yıllık süre ile sınırlandırılabilir. Taşınmazlarda paylı mülkiyetin devamına ilişkin sözleşmeler, resmi şekle bağlıdır ve tapu kütüğüne şerh verilebilir. Uygun olmayan zamanda paylaşma isteminde bulunulamaz.”
Paydaşlığın giderilmesi davasını paydaşlardan biri veya birkaçı diğer paydaşlara karşı açar. Paydaşlığın giderilmesi davaları, paylaşamın ne şekilde yapılacağının araştırılması ve paylaşma olarak iki safhadan oluşur. Paylaşma aynen ya da satış suretiyle olabilir. Aynen paylaşma halinde her bir paydaşa dava konusu edilen malın belli kesimi verilmek suretiyle yapılır.
Belde içi kamusal hizmetlerin planlanması, tasarrufa bağlanması, uygulanması kentin “şehircilik bilim dalı” esaslarına uygun hale getirilmesi amacıyla imar uygulamaları yapılmaktadır. İmar uygulaması yapılırken mülkiyeti başka kişilere ait olan kadastro parselleri tamamen veya kısmen bir araya getirilmekte yahut büyük parsel parçalara ayrılmaktadır. İmar ile oluşan bu yeni parsellerin bir taşınmazın birden fazla kişiye tahsis edilmesi halinde kanundan dolayı paylı mülkiyet oluşur İmar ile oluşan paylı mülkiyette paydaşlığın giderilmesi talep edildiğinde aynen taksim mümkün olmadığı için ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmelidir.
Paylı mülkiyete tabi taşınmazlarda kural satış bedelinin paydaşlara payları oranında dağıtılmasıdır. Ancak bu kuralın mutlak olarak uygulanması imar ile şuyulandırılan taşınmazlar arasında değer farkı varsa hakkaniyete ve adalete uygun olmayan sonuçlar doğuracaktır. Çünkü satış bedelinin paylara göre dağıtılması halinde daha az değerli taşınmaz maliki daha değerli taşınmaz maliki aleyhine olmak üzere haksız menfaat elde edecektir. İşte bu halde imar parselinin satış bedelinin paylara göre dağıtımının talep edilmesi hakkın kötüye kullanımını oluşturacağı gibi daha değerli olan parsel maliklerinin mal varlığının daha az değerli parsel maliklerine geçmesine yol açacaktır. Hakkaniyete aykırı durumu önlemek için her bir kadastro parselinin imar parseline kattığı değer nispetinde satış bedelinden faydalanması esasına dayalı bir paylaşım yapılmalıdır. Zira imar hukukunda mülkiyetin korunması asıldır.
O halde mahkemece imar uygulamasına tabi tutulan kadastro parsellerinin imar öncesi ön, arka ve yan cephede oluşu göz önünde tutularak her birine konumları itibariyle her birinin değeri ayrı ayrı tespit edilip bunların tüm imar parseli satış bedeline olan oranını bularak, satış bedeli bu orana göre paylaştırılmalıdır. Nitekim Hukuk Genel Kurulunun 12.10.1968 gün ve 1966/6-651 E., 1968/654 K.; 13.10.1971 gün ve 1967/6 E., 1971/587 K. sayılı kararlarında da aynı sonuca varılmıştır.
Somut olaya gelince, satılmak suretiyle paydaşlığın giderilmesi istenen taşınmaz 408 ada 323 parsel sayılı taşınmaz olup kadastronun 408 ada 76, 142, 143, 219, 262 ve arktan oluşan parsellerde 3194 sayılı İmar Kanununun 18. maddesi uyarınca imar uygulaması yapılmak suretiyle oluşturulmuş ve imar uygulamasının iptali için açılan davanın İdare mahkemesince reddine karar verilmiş ve bu kararın Danıştay tarafından onanarak kesinleşmiştir.
Tescile esas dağıtım cetvelinden bu oluşma sırasında payların yüzölçümüne göre tespit edildiği, kadastro parsellerinin parasal değerinin nazara alınmadığı anlaşılmaktadır. Bununla birlikte bilirkişiler davalılara ait 142 numaralı kadastro parselinin yola cepheli ve daha değerli olduğuna ve davacılara ait 148 numaralı parsel dahil olmak üzere imar uygulamasına tabi tutulan diğer parsellerin caddeye cephesi olmayan ve boş arsa niteliğinde daha az değerli taşınmazlar olduklarına dair görüş bildirmişlerdir. Dava konusu taşınmazdaki payların belirlenme şekli ve imar öncesi değer farkı dikkate alındığında taşınmazın satış bedelinin payları oranında paylaştırılması her bir kadastro parselinin imar parseline kattığı değer oranında faydalanması ilkesine aykırılık oluşturacaktır. O halde arsaya isabet edecek satış bedelinin arsa malikleri arasında payları oranında değil, her bir kadastro parselinin imar uygulamasından önceki değeri oranında paylaştırılması kabul edildiğinden ve mahkemece satış bedelinin bu esasa göre dağıtılmasına dair verilen kararda direnilmesi yerindedir.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında imar uygulaması ile paylı mülkiyete tabi yeni parsel oluştuğunu ve paylı mülkiyete tabi taşınmazlarda her bir paydaşın payına isabet eden yerin değil pay miktarının belli olduğunu bu itibarla satış bedelinin payları oranında dağıtılmasının gerektiği ve bozma kararının yerinde olduğu görüşü ileri sürülmüş ise de bu görüş Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir.
Ne var ki, Özel Dairece taşınmazın ortaklığının satış yoluyla giderilmesine ve satış bedelinin paydaşlara dağıtılmasına dair hükmün miktarına yönelik diğer temyiz itirazları incelenmemiş olup, bu inceleme yapılmak üzere dosyanın Özel Dairesine gönderilmesi gerekir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1988/6585 K: 1988/870 T: 02.11.1988
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/2000 K: 2021/690
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2018/161 K: 2021/1063 T: 22.09.2021
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2012/1809 K: 2013/754 T: 22.05.2013
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2018/161 K: 2021/1063 T: 22.09.2021
Dava konusu taşınmazların ifrazının (aynen paylaşmanın) mümkün olduğuna/olmadığına ilişkin Belediye Encümeninin kararının iptali istemiyle açılan dava, görülmekte olan ortaklığın giderilmesi davası için bekletici mesele teşkil eder. Mahkemece sözü geçen dava bekletici mesele yapılarak sonucuna göre bir karar verilmesi gerekmektedir.
Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; dava konusu 1683 ve 1684 parsel sayılı taşınmazların ifrazının mümkün olduğuna ilişkin Mudanya Belediye Encümeninin 01.07.2014 tarihli ve 2014/288 sayılı kararının iptali istemiyle Bursa 2. İdare Mahkemesine açılan davanın, eldeki ortaklığın giderilmesi davasında bekletici mesele yapılmasının gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.
Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle ortaklığın giderilmesi ile ilgili yasal düzenlemelere değinmekte yarar vardır.
Ortaklığın giderilmesi davaları, paylı mülkiyetin yahut elbirliği mülkiyetinin konusunu oluşturan taşınır ya da taşınmaz mal ya da hakların, paydaşlar veya ortaklar arasındaki birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirmek suretiyle ferdi mülkiyete geçmesini sağlayan davalardır. Niteliği itibariyle iki taraflı ve dava tarafları için benzer sonuçlar meydana getiren ortaklığın giderilmesi davaları, bu özelliği itibariyle diğer dava türlerinden ayrılmakta ve farklı usul işlemlerine tabî tutulmaktadır. Bu davalarda davalı da davacı gibi aynı haklara sahip olduğundan davacının satış suretiyle paylaşma istemesi, davalının aynen paylaşma istemesine engel teşkil etmeyecektir.
Paydaşlar arasında yapılmış bir hukukî işlem ya da malın sürekli bir amaca özgülenmiş olması nedeniyle paylı mülkiyeti sürdürme zorunluluğunun bulunmadığı durumda [4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (TMK) m. 698], her paydaş malın paylaşılmasını talep edebilir. Her bir paydaşa paylı mülkiyeti sona erdirebilmesi için tanınmış bir hak olan paylaşmayı isteme hakkı, yenilik doğuran ve paya bağlı bir haktır (Oğuzman, M.Kemal/ Seliçi, Özer/Oktay-Özdemir, Saibe.: Eşya Hukuku, 22. Baskı, İstanbul 2020, s. 378).
Bir paydaş tarafından bu hakkın kullanılması, bütün paydaşların paylaşmayı yerine getirme borcunu doğurur. Paylaşmanın nasıl yapılacağı TMK’nın 699. maddesinde düzenlenmiş olup, bir veya birkaç paydaşın geçerli şekilde paylaşma istemleri ile paylaşma borcu doğunca, bu borcun rızaen yerine getirilmesi (rızai paylaşma) durumunda paylaşma, aynen bölüşme veya bedelini paylaşmak üzere malın pazarlık veya arttırma ile satılması (bedelin bölüşülmesi) ile gerçekleşebilir (TMK m. 699/1). Şayet bir veya birkaç paydaşın paylaşmaya yanaşmaması ya da paylaşmanın tarzında anlaşamaması durumunda mahkeme tarafından paylaşmanın sağlanması (kazai paylaşma) için dava açılır. Bu davada paydaşlardan birinin istemi üzerine hâkim, malın aynen bölünmesi mümkün oldukça malın aynen bölünerek paylaştırılmasına karar verecektir (TMK m. 699/2).
Paydaşlığın giderilmesi davalarında mahkemece malın aynen bölünerek paylaştırılmasına karar verilebilmesi için taşınmazın yüzölçümü, pay-paydaş sayısı ve tarım arazilerinin niteliği ile imar mevzuatına göre aynen taksimin mümkün olup olmadığının araştırılması gerekir. Bunun için öncelikle taşınmazın son tapu kayıtlarının ve eğer varsa çaplarının getirtilip incelenmesi, bu kayıtların taşınmazla uyuşup uyuşmadığının ve tapu kayıtlarında düzeltilmesi gereken bir durumun bulunup bulunmadığının taşınmaz üzerinde keşif yapılarak aynen taksim yolu ile ortaklığın giderilmesi istenen taşınmazın yürürlükteki kanun ve yönetmelik hükümlerine göre aynen bölüşme yoluyla paydaşlığının giderilmesine uygun olup olmadığının saptanması, ondan sonra da karar verilmesi gerekir.
Uyuşmazlığın çözümünde 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 16. maddesinin irdelenmesi yerinde olacaktır. Anılan maddede; “…Belediye ve mücavir alan hudutları içindeki gayrimenkullerin re’sen veya müracaat üzerine tevhid veya ifrazı, bunlar üzerinde irtifak hakkı tesisi veya bu hakların terkini, bu Kanun ve yönetmelik hükümlerine uygunluğu belediye encümenleri veya il idare kurullarınca onaylanır.
Onaylama işlemi, müracaatın belediyelere veya valiliklere intikalinden itibaren en geç 30 gün içinde sonuçlandırılır ve tescil veya terkini için 15 gün içinde tapuya bildirilir.
Tapu dairesi, tescil veya terkin işlemini bir ay içinde sonuçlandırmak zorundadır.
Bu Kanun hükümlerine göre şüyulandırılan gayrimenkullerin sahipleri ilgili idarenin tebliği tarihinden itibaren altı ay içinde aralarında anlaşamadıkları veya şüyuun izalesi için, mahkemeye müracaat edilmediği takdirde ilgili idare hissedarmış gibi, şüyuun izalesi davası açabilir.
Tarafların rızası veya mahkeme kararı ile şüyuun izalesi ve arazi taksimi de yukarıdaki hükümlere tabidir,…” şeklinde düzenleme mevcuttur.
3194 sayılı İmar Kanunu’nun 16. maddesinde de düzenlendiği üzere, aynen bölünerek paylaştırma (taksim) hâlinde teknik bilirkişiye ifraz (taksim) projesi düzenlettirilerek bu projeye göre taşınmaz Belediye veya mücavir alan hudutları içerisinde ise Belediye Encümeninden karar alınmak suretiyle belediyeden, Belediye dışında ise İl Özel İdaresinden İmar Kanunu ve Yönetmeliğine göre bölüşmenin (taksimin) mümkün olup olmadığı sorulur.
İmar düzenlemeleri kamu düzenine ilişkin olduğundan onay makamından olumsuz cevap gelmesi hâlinde ve istek varsa paydaşlığın (ortaklığın) satış suretiyle giderilmesine karar verilmesi gerekir.
Yukarıda anlatılanlar ışığında somut olaya gelince, dava konusu 1683 ve 1684 parsel sayılı taşınmazlarda davacı ile davalının ½’şer payının olduğu görülmüş, davacı ortaklığın satış suretiyle, davalı ise aynen taksim suretiyle giderilmesini talep etmiştir.
Mahkemece, bilirkişi tarafından hazırlanan ifraz krokisi Mudanya Belediye Başkanlığına gönderilmek suretiyle taşınmazların ifrazının uygun olup olmadığı sorulmuş… Belediye Encümeninin 01.07.2014 tarihli ve 2014/288 sayılı kararı ile taşınmazların krokideki şekilde ifrazının uygun olduğuna karar verilmiştir. Bunun üzerine davacı tarafından Mudanya Belediye Encümeninin 01.07.2014 tarihli ve 288 sayılı kararının iptali istemiyle Bursa 2. İdare Mahkemesine dava açılmış, Bursa 2. İdare Mahkemesinin 26.12.2014 tarihli ve 2014/1366 E. sayılı kararı ile; ifrazın imar yönünden uygun olup olmadığı yönündeki belediye encümeni kararının mahkemeye bildirilen görüş açıklaması niteliğinde olduğu, kesin ve yürütülmesi gereken bir işlem olmadığı gerekçesiyle davanın incelenmeksizin reddine temyiz yolu açık olmak üzere karar verilmiştir.
Bu noktada “Bekletici sorun” başlığını taşıyan 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 165. maddesine değinilmelidir. HMK’nın 165. maddesi; “…(1) Bir davada hüküm verilebilmesi, başka bir davaya, idari makamın tespitine yahut dava konusuyla ilgili bir hukuki ilişkinin mevcut olup olmadığına kısmen veya tamamen bağlı ise mahkemece o davanın sonuçlanmasına veya idari makamın kararına kadar yargılama bekletilebilir.
(2) Bir davanın incelenmesi ve sonuçlandırılması başka bir davanın veya idari makamın çözümüne bağlı ise mahkeme, ilgili tarafa görevli mahkemeye veya idari makama başvurması için uygun bir süre verir. Bu süre içinde görevli mahkemeye veya idari makama başvurulmadığı takdirde, ilgili taraf bu husustaki iddiasından vazgeçmiş sayılarak esas dava hakkında karar verilir…” hükmünü içermekte olup, madde metninden de anlaşılacağı üzere, bir davada hüküm verilmesi, başka bir davada incelenmekte ve kesin olarak karara bağlanacak olan bir hukukî ilişkinin mevcut olup olmadığına kısmen veya tamamen bağlı ise, mahkeme o davanın sonuçlanmasını beklemek üzere yargılamayı erteleyebilir. O davanın sonuçlanmasını kendi bakmakta olduğu dava için bekletici sorun yapabilir. Davaların aynı sebepten doğması veya biri hakkında verilecek kararın diğerini etkileyecek nitelikte bulunması hâlinde iki dava arasında bağlantı var sayılır.
Bu nedenle Bursa 2. İdare Mahkemesinin 2014/1366 E. 2014/1330 K. sayılı dosyasında, dava konusu 1683 ve 1684 parsel sayılı taşınmazların ifrazının mümkün olduğuna ilişkin Mudanya Belediye Encümeninin 01.07.2014 tarihli ve 2014/288 sayılı kararının iptali istemiyle açılan dava, 6100 sayılı HMK’nın 165/1. maddesi gereğince görülmekte olan ortaklığın giderilmesi davası için bekletici mesele teşkil eder. Mahkemece sözü geçen dava bekletici mesele yapılarak sonucuna göre bir karar verilmesi gerekmektedir.
Ancak davalı vekilinin eldeki dosyanın temyizi aşamasında; Bursa 2. İdare Mahkemesi kararının, Danıştay 6. Dairesinin 25.10.2017 tarihli kararı ile onandığını, onama kararına karşı davacı tarafından karar düzeltme talebinde bulunulması üzerine, aynı Dairenin 02.10.2020 tarihli kararı ile karar düzeltme talebinin reddine karar verildiğini ve hükmün 02.10.2020 tarihinde kesinleştiğini bildirir dilekçe sunduğu görülmüş, dilekçe ekinde bekletici mesele yapılması gereken Bursa 2. İdare Mahkemesinin mezkur kararının 02.10.2020 tarihinde kesinleştiği anlaşılmıştır. Bu nedenle dava konusu taşınmazların ifrazlarının uygun olduğuna ilişkin belediye encümen kararı iptal edilmemiş olup, geçerliliğini koruduğu, başka bir anlatımla askıda olmayıp ayakta olduğu gözetildiğinde ve usul ekonomisi ilkesi gereğince direnme kararının Kurul çoğunluğunca bu değişik gerekçe ile yerinde olduğu kabul edilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, mahkeme kararında idari yargıdaki dava hakkına ilişkin iptal davasında değerlendirilebilecek hususların tartışıldığı, bu gerekçenin adli yargıdaki davada bekletici sorun konusunda esas alınabilecek gerekçeler olmadığı, henüz iptal edilmeyen idari işleme ilişkin iptal davasının bekletici sorun yapılmaması yönündeki direnme kararının yerinde olduğu, bu nedenle farklı değişik gerekçe ile direnme uygun bulunup işin esasının incelenmek üzere dosyanın Özel Daireye gönderilmesi gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de, bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.
Hâl böyle olunca, bekletici mesele yapılması gereken Bursa 2. İdare Mahkemesi kararının eldeki dosyanın temyizi aşamasında kesinleştiği anlaşılmakla, usul ekonomisi ilkesi gereği mevcut durum itibariyle yerel mahkemece verilen direnme kararı, yukarıda anlatılan değişik gerekçe ve nedenlerle yerindedir.
Ne var ki, işin esasına yönelik temyiz incelemesi yapılmadığından dosyanın Özel Daireye gönderilmesi gerekir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1988/6585 K: 1988/870 T: 02.11.1988
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/2000 K: 2021/690
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/2196 K: 2017/1112 T: 14.06.2017
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2012/1809 K: 2013/754 T: 22.05.2013
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/4203 K: 2014/7743 T: 10.06.2014
Aynen taksim suretiyle ortaklığının giderilmesi talep edilmiş ise ve taşınmazın aynen taksiminin mümkün olmadığı anlaşılır ise hakim taleple bağlıdır. Talep edilmeyen bir konuda inceleme yapıp, karar vermesi mümkün değildir. Taşınmazın taksiminin mümkün olmadığı bilirkişi raporu ile belirlendiğine göre mahkemece davanın reddine karar verilmesi gerekir
Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 23.07.2007 gününde verilen dilekçe ile ortaklığın giderilmesi istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 28.02.2012 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi bir kısım davalılar vekili ve davalı M.. K.. tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
K A R A R Dava, taşınmazın aynen taksim suretiyle ortaklığının giderilmesi isteğine ilişkindir. Mahkemece, ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, bir kısım davalılar vekili ile davalı M.. K.. temyiz etmiştir.
Davacı vekili .. ada ..parsel sayılı taşınmazın aynen taksim suretiyle ortaklığının giderilmesini istemiş, bir kısım davalılar davanın reddini savunmuşlardır. Mahallinde yapılan keşif neticesinde bilirkişi raporları ile taşınmazın aynen taksiminin mümkün olmadığı anlaşılmıştır.
6100 sayılı HMK.’nun 26. maddesi uyarınca hakim taleple bağlıdır. Talep edilmeyen bir konuda inceleme yapıp, karar vermesi mümkün değildir. Taşınmazın taksiminin mümkün olmadığı bilirkişi raporu ile belirlendiğine göre mahkemece davanın reddine karar verilmesi gerekirken, talep dışına çıkılarak satış suretiyle ortaklığın giderilmesine karar verilmesi doğru olmadığından hükmün bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/5082 K: 2018/5689 T: 17.09.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/392 K: 2016/2248 T: 26.02.2016
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/4203 K: 2014/7743 T: 10.06.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/2896 K: 2014/5008 T: 14.04.2014
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, E: 1990/520, K: 1991/11, T: 30.01.1991
Ortaklığın giderilmesi davası, büyük özelliği olan davalardandır. Öncelikle çift taraflı (actio duplex) bir davadır. Verilecek karardan her iki taraf da yararlanacaktır. Bu itibarla da, davacının yalnız satış yoluyla ortaklığın giderilmesini istemesine karşın eğer davalı aynen taksim talep eder ve koşullarının da mevcut bulunduğu anlaşılırsa mahkemece taksim suretiyle ortaklığın giderilmesine karar verilebileceği kuşkusuzdur.
Taraflar arasındaki “ortaklığın giderilmesi” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, (Dursunbey Sulh Hukuk Mahkemesi)nce davanın reddine dair verilen 22.11.1989 gün ve 317-353 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay Altıncı Hukuk Dairesi’nin 22.1.1990 gün ve 134-425 sayılı ilamıyla; (..Davacı, dava konusu taşınmazın mümkünse aynen taksimi, olmadığı taktirde satış suretiyle ortaklığın giderilmesini istemiştir.
Davalılar, taşınmazın davacı tarafından parsellenerek kendilerine belli yerler şeklinde satıldığını savunarak davanın reddini istemişler ve daha sonra imar planında yapılan değişiklik karşısında aynen taksimin mümkün olduğunu savunmuşlardır.
Mahallinde yapılan keşifte, taşınmazın imar edası ortasında bulunması ve yola cephesi olmaması yüzünden taksimin mümkün olmadığı saptanmıştır. Belediye başkanlığınca imar planında yapılan değişiklik sonunda, imar yolunun zemine uygun şekle getirildiği ve bu hali ile ifrazın mümkün olduğu bildirilmiştir.
Tarafların taksim projesi hazırlanması hususunda görüşmeleri sırasında anlaşamamaları sonucu davacının satışta ısrar etmesi sebebiyle davacının kötü niyetinden söz edilerek dava reddedilmiştir.
Davacının hiç taksim istememesi, satışta ısrarlı olması ve hatta talebinde değişmeler yapması ve çelişkilere düşmesi, doğrudan onun kötü niyetli olduğunu göstermez. Özellikle davanın niteliği sebebiyle davalıların taleplerinin de dikkate alınması icap eder. Bu itibarla son belediye cevabı karşısında, yeni imar planı örneği de getirtilerek, mahallinde uzman bilirkişi marifetiyle keşif yapılması, gerektiğinde bilirkişiye taksim projesi yaptırılması, o şekilde taksimin mümkün olup olmadığının belediyeden sorulması varılacak sonucu taksimen veya satış suretiyle ortaklığın giderilmesine karar verilmesi gerekirken, yazılı gerekçe ile davanın reddine karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır…) gerekçesiyle bozularak, dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek, direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Ortaklığın giderilmesi davası, büyük özelliği olan davalardandır. Öncelikle çift taraflı (actio duplex) bir davadır. Verilecek karardan her iki taraf da yararlanacaktır. Bu özelliği gereği de davada taraflar hem davacı, hem de davalı durumunda oldukları gibi, uygulanacak usul hükümleri de HUMK.nun 561/570. maddeleri ile özel olarak belirtilmiştir. Nitekim, doktrinde de Usulün 561 ila 568. maddelerinde toplanmış bulunan bu kuralların 569. madde uyarınca açılacak davalara uygulanacak özel usul kuralları olarak kabul edilmesi gerektiği ileri sürülmektedir (Prof. Dr. Baki Kuru, HUMK., Cilt: IV, Sayfa: 4154; Cilt: III, Sayfa: 2610 ve Prof. Dr. Aydın Aybay, Taksim, 1966, Sayfa: 51)
Bu itibarla da, davacının yalnız satış yoluyla ortaklığın giderilmesini istemesine karşın eğer davalı aynen taksim talep eder ve koşullarının da mevcut bulunduğu anlaşılırsa mahkemece taksim suretiyle ortaklığın giderilmesine karar verilebileceği kuşkusuzdur. O nedenle, davanın bu özelliğine işaretle davalının talebinin gözetilmesi ve sonucuna göre bir karar verilmesi gereğine değinen ve Hukuk Genel Kurulu’nca da aynen benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken, önceki kararda direnilmesi doğru değildir. O halde direnme kararı bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1988/6585 K: 1988/870 T: 02.11.1988
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/2000 K: 2021/690
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2012/1076 K: 2013/381 T: 20.03.2013
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1993/809 K: 1994/59 T: 16.2.1994
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/2791 K: 2021/875 T: 29.06.2021
Ortaklığın giderilmesi davasına konu mal üzerinde mülkiyete ilişkin bir uyuşmazlık bulunması hâlinde, ortaklığın giderilmesi davasının sonlandırılmasından önce mülkiyet konusundaki uyuşmazlığın çözümlenmesi gerekir. Böyle bir durumda uyuşmazlık konusu sulh hukuk mahkemesinin görev alanına giriyorsa uyuşmazlık dava içinde çözümlenecek, aksi hâlde başka mahkemede açılan/açılacak olan dava 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK)’nun 165/1. maddesi gereğince görülmekte olan ortaklığın giderilmesi davası için bekletici mesele yapılması gerekecektir.
Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; taraflar adına paylı mülkiyet hükümlerine göre kayıtlı olan çekişme konusu 15, 17 ve 18 numaralı bağımsız bölümlere ilişkin mimarî proje ile tapu kayıtları arasında çelişki bulunması karşısında ortaklığın satış sureti ile giderilmesine karar verilip verilemeyeceği noktasında toplanmaktadır.
Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle ortaklığın giderilmesi ile ilgili yasal düzenlemelere değinmekte yarar vardır.
Ortaklığın giderilmesi davaları, paylı mülkiyetin yahut elbirliği mülkiyetinin konusunu oluşturan taşınır ya da taşınmaz mal ya da hakların, paydaşlar veya ortaklar arasındaki birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirmek suretiyle ferdi mülkiyete geçmesini sağlayan davalardır. Niteliği itibariyle iki taraflı ve dava tarafları için benzer sonuçlar meydana getiren ortaklığın giderilmesi davaları, bu özelliği itibariyle diğer dava türlerinden ayrılmakta ve farklı usul işlemlerine tabi tutulmaktadır.
Paydaşlar arasında yapılmış bir hukukî işlem ya da malın sürekli bir amaca özgülenmiş olması nedeniyle paylı mülkiyeti sürdürme zorunluluğu bulunmadığı durumda [4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (TMK) m. 698], her paydaş malın paylaşılmasını talep edebilir. Her bir paydaşa paylı mülkiyeti sona erdirebilmesi için tanınmış bir hak olan paylaşmayı isteme hakkı, yenilik doğuran ve paya bağlı bir haktır (Oğuzman, M.K./ Seliçi, Ö./Oktay-Özdemir, S.: Eşya Hukuku, İstanbul 2020, s. 378).
Bir paydaş tarafından bu hakkın kullanılması, bütün paydaşların paylaşmayı yerine getirme borcunu doğurur. Paylaşmanın nasıl yapılacağı TMK’nın 699. maddesinde düzenlenmiş olup, bir veya birkaç paydaşın geçerli şekilde paylaşma istemleri ile paylaşma borcu doğunca, bu borcun rızaen yerine getirilmesi (rızai paylaşma) durumunda paylaşma, aynen bölüşme veya bedelini paylaşmak üzere malın pazarlık veya arttırma ile satılması (bedelin bölüşülmesi) ile gerçekleşebilir (TMK 699/1). Şayet bir veya birkaç paydaşın paylaşmaya yanaşmaması ya da paylaşmanın tarzında anlaşamaması durumunda mahkeme tarafından paylaşmanın sağlanması (kazai paylaşma) için dava açılır. Bu davada hâkim, malın aynen bölünmesi mümkün oldukça malın aynen bölünerek paylaştırılmasına karar verecektir (TMK m. 699/2). Bu hâlde aynen paylaşmanın mümkün olup olmadığı araştırılmalıdır. Aynen paylaşmanın mümkün olduğu anlaşıldığı takdirde, satış yoluyla paylaşma kararı verilemeyecektir. Aynen paylaşmanın mümkün görülmediği durumda talep olması hâlinde satış yoluyla ortaklığın giderilmesine karar verilecektir.
Mahkemece, özellikle bir taşınmazda paydaşlığın giderilebilmesi için öncelikle taşınmazın son tapu kayıtlarının ve eğer varsa çaplarının getirtilip incelenmesi, bu kayıtların taşınmazla uyuşup uyuşmadığının araştırılması, tapu kayıtlarında düzeltilmesi gereken bir durum varsa belirlenmesi için taşınmaz üzerinde keşif yapılması, bundan sonra paydaşlığın giderilmesi istenen taşınmazın yürürlükteki kanun ve yönetmeliklere göre aynen bölüşme yoluyla paydaşlığının giderilmesine uygun olup olmadığı saptanarak karar verilmesi gereklidir.
Diğer taraftan, ortaklığın giderilmesi davasına konu mal üzerinde mülkiyete ilişkin bir uyuşmazlık bulunması hâlinde, ortaklığın giderilmesi davasının sonlandırılmasından önce mülkiyet konusundaki uyuşmazlığın çözümlenmesi gerekir. Böyle bir durumda uyuşmazlık konusu sulh hukuk mahkemesinin görev alanına giriyorsa uyuşmazlık dava içinde çözümlenecek, aksi hâlde başka mahkemede açılan/açılacak olan dava 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK)’nun 165/1. maddesi gereğince görülmekte olan ortaklığın giderilmesi davası için bekletici mesele yapılması gerekecektir.
Yapılan açıklamalar ışığında somut olayın incelenmesine gelince; davacı tarafından dava konusu 4983 ada 6 parsel sayılı taşınmazda tarafların paylı mülkiyet hükümlerine göre paydaş oldukları (37/100, 33/100, 30/100) dükkan niteliğindeki 15 ve 17 numaralı bağımsız bölümler ile depo niteliğindeki 18 numaralı bağımsız bölümdeki ortaklığın mümkün ise aynen, mümkün olmadığı hâlde satış suretiyle giderilmesinin talep edildiği, davalılarca taşınmazların satışının istenmediği, yargılama sırasında Ankara 8. Sulh Hukuk Mahkemesinin 2014/119 E. sayılı dosyasında davacının paydaşlıktan çıkarılmasına ilişkin dava açtıklarını bildirdikleri görülmüştür.
Davalılar tarafından Ankara 8. Sulh Hukuk Mahkemesinin 2014/119 E. sayılı dosyasında açılan davada, mahkemece görevsizlik kararı verilmesi üzerine, Ankara 4. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2014/130 E. sayılı dosyası üzerinden yargılamaya devam edildiği, bu dosyada da görevsizlik kararı verilmesi üzerine, Yargıtay (Kapatılan) 20. Hukuk Dairesinin 15.12.2015 tarihli 2015/13245 E., 2015/12615 K. sayılı merci tayini kararı ile, Ankara 4. Asliye Hukuk Mahkemesinin yargı yeri olarak belirlenmesine karar verildiği, yargılamanın Ankara 4. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2016/167 E. sayılı dosyası ile derdest olduğu anlaşılmıştır.
Hemen belirtilmelidir ki, Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “Bekletici sorun” başlıklı 165. maddesine göre, bir davada hüküm verilmesi, başka bir davada incelenmekte ve kesin olarak karara bağlanacak olan bir hukukî ilişkinin mevcut olup olmadığına kısmen veya tamamen bağlı ise, mahkeme o davanın sonuçlanmasını beklemek üzere yargılamayı erteleyebilir. O davanın sonuçlanmasını kendi bakmakta olduğu dava için bekletici sorun yapabilir. Davaların aynı sebepten doğması veya biri hakkında verilecek kararın diğerini etkileyecek nitelikte bulunması hâlinde iki dava arasında bağlantı var sayılır.
Somut olayda da, dava konusu taşınmazlar hakkında paydaşlıktan çıkarma davasının sonucunda pay ve paydaş durumu değişebileceğinden ortaklığın giderilmesi davasının sonucu da etkilenecektir. Bu nedenle, davalılar tarafından açılan paydaşlıktan çıkarma davasının HMK’nın 165/1. maddesi gereğince görülmekte olan ortaklığın giderilmesi davası için bekletici mesele yapılması gerekir.
Öte yandan, her ne kadar mahkemece “mevcut duruma göre tapu kaydı ile mimari projenin çeliştiği, taraflara süre verilmiş ise de, çelişkinin giderilemediği, tapu kaydına göre satışı istenen dükkanların değerlerinin tespitinin mümkün olmadığı, bu koşullarda ortaklığın giderilmesine karar verilemeyeceği” gerekçeleriyle davanın reddine karar verilmiş ise de, dava konusu 4983 ada 6 parsel sayılı taşınmaz üzerinde bulunan binanın zemin katında tarafların paydaş olduğu 15 ve 17 numaralı dükkanlar ile dava dışı kişiler adına kayıtlı 14 ve 16 nolu dükkanlar olmak üzere toplam 4 dükkanın ayrı bağımsız bölüm olarak tescil edilmiş olduğu, dosya kapsamında 25.08.1967 onay tarihli mimarî proje bulunmakla birlikte yapılan keşif sonucu alınan bilirkişi raporunda “mimari proje üzerinde 08.11.1968 tarihli tadilat”tan söz edildiği, bu hususun Çankaya Belediye Başkanlığı İmar ve Şehircilik Müdürlüğünden sorulması üzerine 12.03.2013 havale tarihli cevabi yazısı ile “dava konusu binaya ait 25.08.1967 onay tarihli mimari projesine 16.09.1967 tarihli ve 614 sayı ile yapı izin belgesi, 11.11.1968 tarihli ve 68/46-827 sayılı yapı kullanma izin belgesi alındığı, herhangi bir tadilat/tashihat başvurusunun ve bağımsız bölüm listesinin bulunmadığı…” bildirilmesine rağmen bilirkişiler raporunda belirtilen “mimari projede üzerindeki 08.11.1968 tarihli tadilat” hususu üzerinde durularak bu konu açıklığa kavuşturulmadığı gibi, dava konusu taşınmazda 03.07.1970 tarihinde kat mülkiyeti tesis edildiği gözetilerek, kat mülkiyeti tesisine esas mimarî proje de getirtilerek incelenip değerlendirilmeksizin mimarî proje ile tapu kayıtlarının çelişkili olduğu sonucuna varılması da doğru görülmemiştir.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, kat mülkiyeti kurulu taşınmazda 3 adet bağımsız bölümün ortaklığının giderilmesinin talep edildiği, bağımsız bölümlerin aynen taksimi mümkün olamayacağından satış yolu ile ortaklığın giderilmesine karar verilmesi gerektiği, bu nedenle taraflar arasında görülen paydaşlıktan çıkarma davasının bekletici mesele yapılmasına gerek olmadığı, mahkemece dava konusu binaya ait 25.08.1967 onay tarihli mimarî proje dosya arasına alınmış ise de, bilirkişi raporunda belirtilen “mimarî projede üzerindeki 08.11.1968 tarihli tadilat” hususunun açıklığa kavuşturulmadığı gibi dava konusu taşınmazda 03.07.1970 tarihinde kat mülkiyeti tesis edildiği gözetilerek kat mülkiyeti tesisine esas mimarî proje de getirtilerek incelenip değerlendirilmeksizin karar verilmesinin yerinde olmadığı, direnme kararının bu farklı değişik gerekçe ile bozulması gerektiği ileri sürülmüş ise de, bu görüş Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir.
Hâl böyle olunca direnme kararının yukarıda açıklanan değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1988/6585 K: 1988/870 T: 02.11.1988
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/2000 K: 2021/690
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2018/161 K: 2021/1063 T: 22.09.2021
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/301 K: 2006/297 T: 24.05.2006
MUHDESATIN AİDİYETİ DAVASI YARGITAY KARARLARI
Yargıtay Ondördüncü Hukuk Dairesi E: 2013/14249 K: 2014/307 T: 08.01.2014
Dava ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Bir kısım davalılar davanın reddini savunmuşlardır. Mahkemece, davanın kabulüyle dava konusu taşınmazda ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalılardan E.. D.. ve M.. A.. temyiz etmişlerdir.
Paydaşlığın (ortaklığın) satış yoluyla giderilmesi halinde dava konusu taşınmaz üzerinde bina, ağaç v.s. gibi bütünleyici parçalar (muhdesat) varsa bunların arzla birlikte satılması gerekir. Ancak muhdesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiği yüzdelik (%…..) oran kurulmak suretiyle belirlenir. Satış sonunda elde edilecek bedelin bölüştürülmesi de bu oranlar esas alınarak yapılır. Muhdesata isabet eden kısım muhdesat sahibi paydaşa, geri kalan bedel ise payları oranında paydaşlara (ortaklara) dağıtılır.
Bütünleyici parçanın (muhdesat) arzın paydaşlarına (ortaklarına) değil de üçüncü şahsa ait olduğunun anlaşılması halinde bu kimseyi muhdesat sahibi olarak davaya dahil etmek ve ona satış bedelinden pay vermek mümkün değildir.
Somut olaya gelince; davalılar vekili dava konusu taşınmaz üzerindeki muhdesatla ilgili aidiyet iddiasında bulunmuş dava açmak için 09.05.2013 günlü celsede süre talep etmiş, dava açılmadan aynı gün hüküm kurulmuştur. Davacı vekili ise aynı tarihli celsede muhdesatla ilgili her hangi bir talebi bulunmadığını imzalı beyanıyla teyit etmiştir.
Mahkemece 04.03.2013 havale tarihli bilirkişi raporunda belirtilen muhdesatın dava konusu taşınmazda meydana getirdiği değer artışı dikkate alınarak tapu kaydındaki en son paydaşlar ve pay durumu gözetilerek oran kurmak suretiyle satış bedelinin dağıtımına karar vermek gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulmuş olması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/2101 K: 2020/7721 T: 25.11.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/10780 K: 2014/11156 T: 14.10.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/7491 K: 2014/11413 T: 20.10.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/7690 K: 2017/771 T: 07.02.2017
Yargıtay Ondördüncü Hukuk Dairesi E: 2013/15250 K: 2014/792 T: 17.01.2014
Dava, ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Mahkemece, dava konusu taşınmazın ortaklığının satış suretiyle giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalı Hazine vekili ve davalı V.. M.. vekili temyiz etmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları paylı ve elbirliği mülkiyeti hükümlerine tabi mallarda paydaşlar veya ortaklar arasındaki hukuki ilişkiyi sona erdiren, birlikte mülkiyetten ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan iki taraflı, taraflar için benzer sonuçlar doğuran davalardır.
Paydaşlığın (ortaklığın) satış yoluyla giderilmesi halinde dava konusu taşınmaz üzerinde bina, ağaç vs. gibi bütünleyici parça (muhdesat) varsa bunların arzla birlikte satılması gerekir. Ancak muhdesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar (ortaklar) ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiği oran kurulmak suretiyle belirlenir. Satış sonunda elde edilecek bedelin bölüştürülmesinde bu oranlar esas alınarak yapılır. Muhdesata isabet eden kısım muhdesat sahibi paydaşa, geri kalan bedel ise payları oranında paydaşlara (ortaklara) dağıtılır.
Bütünleyici parçanın (muhdesat) arzın paydaşlarına (ortaklarına) değil de üçüncü şahsa ait olduğunun anlaşılması halinde bu kimseyi muhdesat sahibi olarak davaya dahil etme ve ona satış bedelinden pay vermek mümkün değildir.
Somut olaya gelince; mahkemece hükme esas alınan 30.03.2013 tarihli bilirkişi kurulu raporuna göre, ortaklığının giderilmesi istenen davalıların paydaşı olduğu 406 ada 11 parsel sayılı taşınmaz üzerindeki muhdesatın bir kısmının komşu 12 parsel sayılı taşınmaza tecavüzlü olduğu anlaşılmakta olup binanın dava konusu taşınmazda kalan kısmının dava konusu taşınmaza katacağı değer belirlenerek yukarıda açıklandığı şekilde oran kurulmak suretiyle satış bedelinin taraflara paylaştırılmasına karar vermek gerekirken tecavüzlü kısmın değerinin de dahil edilerek yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Kabule göre de; infazda tereddüte neden olacak şekilde 6100 sayılı HMK’nın “Hükmün kapsamı” başlıklı 297. maddesine aykırı olarak yargılama giderleri ile karar ve ilam harcının kime hangi oranda yükletildiği anlaşılamadığı gibi karar ve ilam harcı oranının da bine 11,38 yerine “0% 11,38” olarak yazılması yerinde değildir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/4413 K: 2019/1273 T: 13.02.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/37 K: 2014/2405 T: 24.02.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/4203 K: 2014/7743 T: 10.06.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/14859 K: 2014/504 T: 13.01.2014
Yargıtay Ondördüncü Hukuk Dairesi E: 2013/15599 K: 2014/1412 T: 04.02.2014
Dava, ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalı vekili temyiz etmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) satış yoluyla giderilmesi halinde dava konusu taşınmaz üzerinde bina, ağaç vs. gibi bütünleyici parça (muhdesat) varsa bunların arzla birlikte satılması gerekir. Ancak muhdesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar (ortaklar) ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiği oran kurulmak suretiyle belirlenir. Satış sonunda elde edilecek bedelin bölüştürülmesinde bu oranlar esas alınarak yapılır. Muhdesata isabet eden kısım muhdesat sahibi paydaşa, geri kalan bedel ise payları oranında paydaşlara (ortaklara) dağıtılır.
Somut olaya gelince; dava konusu taşınmaz üzerinde bulunan muhdesatların aidiyeti hususunda taraflar arasında ihtilaf bulunmamaktadır.
Mahkemece bilirkişi raporunda belirtilen muhdesatların dava konusu taşınmazda meydana getirdiği değer artışı dikkate alınarak tapu kaydındaki en son paydaşlar ve pay durumu gözetilerek oran kurmak suretiyle satış bedelinin dağıtımına karar verilmesi gerekirken satış bedelinin tapu kaydındaki payları oranında taraflara ödenmesine karar verilerek, ayrı bir bent olarak da; oran belirlenmediği halde muhdesat bedellerinin taşınmazın bedeline orantılı olarak sahiplerine ayrıca ödenmesine karar verilmesi doğru görülmemiş, bu nedenle hükmün bozulması gerekmiştir .
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/3878 K: 2019/610 T: 21.01.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/8167 K: 2014/9035 T: 07.07.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/10780 K: 2014/11156 T: 14.10.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/15250 K: 2014/792 T: 17.01.2014
Yargıtay Ondördüncü Hukuk Dairesi E: 2013/16638 K: 2014/2058 T: 18.02.2014
Dava, ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Davacı vekili, dava konusu ..ada .. ve .. ada .. parsel sayılı taşınmazların aynen taksim suretiyle mümkün olmadığı takdirde satış suretiyle ortaklığının giderilmesini istemiştir.
Davalı vekili, .. ada .. parsel sayılı taşınmazda bulunan ağaçların müvekkili tarafından yetiştirildiğini savunmuştur. Davacı vekili, müvekkilinin rızası dışında dikilen ağaçların davalıya ait olduğunu kabul etmiştir. Mahkemece, dava konusu taşınmazların ortaklığının satış suretiyle giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalı vekili temyiz etmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) satış yoluyla giderilmesi halinde dava konusu taşınmaz üzerinde bina, ağaç v.s. gibi bütünleyici parçalar (muhdesat) varsa bunların arzla birlikte satılması gerekir. Ancak muhdesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiği yüzdelik (%…) oran kurulmak suretiyle belirlenir. Satış sonunda elde edilecek bedelin bölüştürülmesi de bu oranlar esas alınarak yapılır. Muhdesata isabet eden kısım muhdesat sahibi paydaşa, geri kalan bedel ise payları oranında paydaşlara (ortaklara) dağıtılır.
Bütünleyici parçanın (muhdesat) arzın paydaşlarına (ortaklarına) değil de üçüncü şahsa ait olduğunun anlaşılması halinde bu kimseyi muhdesat sahibi olarak davaya dahil etmek ve ona satış bedelinden pay vermek mümkün değildir.
Somut olaya gelince; davalı vekili tarafından dava konusu .. ada .. parsel sayılı taşınmazda bulunan havuzlar ve damlama su sisteminin aidiyetinin tespiti hususunda açılan ve bekletici mesele yapılan dosyada verilen hükmün temyizi üzerine Yargıtay 7. Hukuk Dairesinin 2011/1409-3247 sayılı bozma ilamı ile teferruat niteliğinde bulunan bu yapılar hakkında açılan davanın reddi gerektiği ve taşınmaz üzerindeki meyve ağaçlarının dava konusu edilmediği belirtilerek bozulmasına karar verilmiş ve akabinde dava takipsiz bırakıldığından açılmamış sayılmasına karar verilmiştir. Ancak dava konusu taşınmazda bulunan muhdesat niteliğinde olan ağaçlar konusunda davalı tarafça açılmış bir dava mevcut değil ise de ağaçların davalıya ait olduğu hususunda paydaşlar arasında bir uyuşmazlık bulunmamaktadır. Bu durumda taşınmazda bulunan ağaçların arzın değerinde bir artış meydana getirdiği bilirkişi raporundan anlaşıldığından bilirkişiden yukarıda açıklandığı şekilde ek rapor alınmak suretiyle taşınmazın tüm değerinden muhdesata (ağaçlara) isabet eden oranın davalıya, arza isabet eden oranın paydaşlara tapu kaydındaki hisseleri oranında paylaştırılmasına karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir.
Ayrıca, paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları iki taraflı, taraflar için benzer sonuçlar doğuran davalar olup, sonuçta kazanan ve kaybeden taraftan söz edilemeyeceğinden yargılama giderleri ve vekalet ücretinin taraflara payları oranında yükletilmesi gerekir. Dava konusu her iki taşınmazın satışına karar verildiği halde satış bedelinden alınması gereken karar ve ilam harcının ne şekilde kimden tahsil edileceğinin gösterilmemesi doğru görülmemiş, bu sebeplerle hükmün bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/5082 K: 2018/5689 T: 17.09.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/392 K: 2016/2248 T: 26.02.2016
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/16585 K: 2014/2231 T: 20.02.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/1092 K: 2014/3376 T: 13.03.2014
Yargıtay Ondördüncü Hukuk Dairesi E: 2013/16198 K: 2014/1699 T: 10.04.2014
Dava, ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalılar vekili temyiz etmiştir.
Davalı dava konusu .. ada ..parsel sayılı taşınmazın imar ile oluştuğunu ve imar planının iptal edildiğini bu nedenle davanın reddini savunmuş ise de belediye başkanlığı tarafından mahkemeye gönderilen yazıdan yeni plan yapılacağı ve parsel hakkında geri dönüşüm yapılmadığı, tarafların da geri dönüşüm için bir dava açmadıkları anlaşıldığından diğer temyiz itirazları yerinde değildir.
Ancak paydaşlığın (ortaklığın) satış yoluyla giderilmesi halinde dava konusu taşınmaz üzerinde bina, ağaç vs. gibi bütünleyici parça (muhdesat) varsa bunların arzla birlikte satılması gerekir. Ancak muhdesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar (ortaklar) ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiği oran kurulmak suretiyle belirlenir. Satış sonunda elde edilecek bedelin bölüştürülmesinde bu oranlar esas alınarak yapılır. Muhdesata isabet eden kısım muhdesat sahibi paydaşa, geri kalan bedel ise payları oranında paydaşlara (ortaklara) dağıtılır.
Somut olayda, dava konusu taşınmaz üzerinde davalı R.B.’a ait binalar bulunduğu hususunda taraflar arasında bir uyuşmazlık bulunmamaktadır. Davalı R.B. hükmü bu yönden de temyiz ettiğinden mahkemece muhdesat yönünden bu davalı yararına oran kurulmak suretiyle satış bedelinin dağıtımına karar vermek gerekirken yazılı şekilde oran kurulmadan karar verilmesi doğru görülmemiş, bu sebeple hükmün bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/13782 K: 2020/2493 T: 02.03.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/6765 K: 2014/9930 T: 15.09.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/7387 K: 2014/11377 T: 20.10.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/15250 K: 2014/792 T: 17.01.2014
Yargıtay Ondördüncü Hukuk Dairesi E: 2014/3239 K: 2014/6392 T: 14.05.2014
Asıl dava ve birleştirilen dava ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Mahkemece, ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalı A. S. vekili temyiz etmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) satış yoluyla giderilmesi halinde dava konusu taşınmaz üzerinde bina, ağaç v.s. gibi bütünleyici parçalar (muhdesat) varsa bunların arzla birlikte satılması gerekir. Ancak muhdesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiği yüzdelik (%…..) oran kurulmak suretiyle belirlenir. Satış sonunda elde edilecek bedelin bölüştürülmesi de bu oranlar esas alınarak yapılır. Muhdesata isabet eden kısım muhdesat sahibi paydaşa, geri kalan bedel ise payları oranında paydaşlara (ortaklara) dağıtılır.
Bütünleyici parçanın (muhdesat) arzın paydaşlarına (ortaklarına) değil de üçüncü şahsa ait olduğunun anlaşılması halinde bu kimseyi muhdesat sahibi olarak davaya dahil etmek ve ona satış bedelinden pay vermek mümkün değildir.
Somut olaya gelince; dava konusu taşınmazın tapu kaydı incelendiğinde bir kısım paydaşlar lehine muhdesat şerhi bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu durum karşısında muhdesat üzerinde hak sahibi oldukları anlaşılan şahıslara muhdesatlara isabet eden payın oran kurulmak suretiyle satış bedelinden ödenmesine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/2101 K: 2020/7721 T: 25.11.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/10780 K: 2014/11156 T: 14.10.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/7491 K: 2014/11413 T: 20.10.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/16638 K: 2014/2058 T: 18.02.2014
Yargıtay Ondördüncü Hukuk Dairesi E: 2014/3351 K: 2014/6425 T: 15.05.2014
Dava, ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Mahkemece, ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalı N.. S.. temyiz etmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) satış yoluyla giderilmesi halinde dava konusu taşınmaz üzerinde bina, ağaç v.s. gibi bütünleyici parçalar (muhdesat) varsa bunların arzla birlikte satılması gerekir. Ancak muhdesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiği yüzdelik (%…..) oran kurulmak suretiyle belirlenir. Satış sonunda elde edilecek bedelin bölüştürülmesi de bu oranlar esas alınarak yapılır. Muhdesata isabet eden kısım muhdesat sahibi paydaşa, geri kalan bedel ise payları oranında paydaşlara (ortaklara) dağıtılır.
Bütünleyici parçanın (muhdesat) arzın paydaşlarına (ortaklarına) değil de üçüncü şahsa ait olduğunun anlaşılması halinde bu kimseyi muhdesat sahibi olarak davaya dahil etmek ve ona satış bedelinden pay vermek mümkün değildir.
Somut olaya gelince; dava konusu 22588 ada 10 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydının beyanlar hanesinde “E23KA:1 N.. S..’e aittir” şerhi bulunmaktadır. Dosya içerisindeki 18.02.2012 tarihli bilirkişi raporunda davalı N.. S.. ait yapıların bedelinin 44.545,87 TL olduğu belirtilmiştir. Bu durumda davalı N.. S.. lehine muhdesat şerh olduğundan yukarda açıklandığı şekilde oran kurmak suretiyle satış bedelinin dağıtılmasına karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/15622 K: 2016/285 T: 13.01.2016
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/265 K: 2018/2827 T: 09.04.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3239 K: 2014/6392 T: 14.05.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/2613 K: 2021/3023 T: 22.04.2021
Yargıtay Ondördüncü Hukuk Dairesi E: 2014/3871 K: 2014/7902 T: 12.06.2014
Dava, ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Mahkemece, ortaklığın satış yoluyla giderilmesine, satış bedelinin tapu kaydındaki payları oranında dağıtılmasına karar verilmiştir. Hükmü, davacı vekili temyiz etmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları, paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallarda paydaşlar (ortaklar) arasında mevcut birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirip ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalardır.
Paydaşlığın (ortaklığın) satış yoluyla giderilmesi halinde dava konusu taşınmaz üzerinde bina, ağaç v.s. gibi bütünleyici parçalar (muhdesat) varsa bunların arzla birlikte satılması gerekir. Ancak muhdesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiği oran kurulmak suretiyle belirlenir. Satış sonunda elde edilecek bedelin bölüştürülmesi de bu oranlar esas alınarak yapılır. Muhdesata isabet eden kısım muhdesat sahibi paydaşa, geri kalan bedel ise payları oranında paydaşlara (ortaklara) dağıtılır.
Somut uyuşmazlıkta; dava konusu 655 m2 yüzölçümlü arsa vasıflı taşınmazın 831/1310 payı davacıya, 277/1310 payı davalı A.. AŞ’ne ve 101/655 payı davalı K.. B.. adına kayıtlıdır. Dava konusu taşınmaz üzerinde bina ve ağaçlar bulunduğu anlaşılmakta olup davacı taraf muhdesatların kendilerine ait olduğunu ileri sürmüştür. Davalılar muhdesat iddiasına karşı çıkmamış olup taşınmaz üzerinde kendilerine ait muhdesat bulunmadığını belirtmişlerdir.
Bu durumda mahkemece, tarafların muhdesata ilişkin beyanları ve bilirkişi raporunda belirlenen oranlar dikkate alınarak satış bedelinden muhdesata isabet eden kısmın davacı paydaşa, geri kalan bedelin ise tapudaki payları oranında ortaklara dağıtılmasına karar vermek gerekirken yazılı şekilde tapu kaydına göre dağıtılmasına karar verilmesi doğru görülmemiş, kararın bu nedenle bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/2101 K: 2020/7721 T: 25.11.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/10780 K: 2014/11156 T: 14.10.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/7491 K: 2014/11413 T: 20.10.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/16638 K: 2014/2058 T: 18.02.2014
Yargıtay Ondördüncü Hukuk Dairesi E: 2014/8167 K: 2014/9035 T: 07.07.2014
Dava ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Davalı vekili taşınmaz üzerindeki muhdesatın davalıya ait olduğuna dair mülkiyet tespiti kararının kesinleştiğini değerinin oran kurularak verilmesini istemiştir.
Mahkemece davanın kabulüne, 102 ada 34 parsel sayılı 8250 m2 tarla cinsli taşınmazın satışı suretiyle ortaklığın giderilmesine, satış bedelinin % 53,9 oranında davalı M.. P..’a kalan bedelin diğer hissedarlara tapu kaydındaki payları oranında paylaştırılmasına, karar verilmiştir. Hükmü davacılar vekili temyiz etmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) satış yoluyla giderilmesi halinde dava konusu taşınmaz üzerinde bina, ağaç v.s. gibi bütünleyici parçalar (muhdesat) varsa bunların arzla birlikte satılması gerekir. Ancak muhdesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiği yüzdelik (%…..) oran kurulmak suretiyle belirlenir. Satış sonunda elde edilecek bedelin bölüştürülmesi de bu oranlar esas alınarak yapılır. Muhdesata isabet eden kısım muhdesat sahibi paydaşa, geri kalan bedel ise payları oranında paydaşlara (ortaklara) dağıtılır.
Bütünleyici parçanın (muhdesat) arzın paydaşlarına (ortaklarına) değil de üçüncü şahsa ait olduğunun anlaşılması halinde bu kimseyi muhdesat sahibi olarak davaya dahil etmek ve ona satış bedelinden pay vermek mümkün değildir.
Somut olaya gelince; dava konusu 102 ada 34 parsel sayılı taşınmaz üzerinde bulunan ağaçların davalı M.. P..’a ait olduğu Gaziantep 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2010/38 Esas, 2011/228 Karar sayılı ilamında ağaçların bedeli 3.135 TL olarak belirlenmiş mahkemece yapılan keşif sonucunda ise ağaçların bedeli 68.147 TL olarak belirlenmiş ve bu bedel esas alınarak oran kurulmuştur. Ancak iki rapor arasında ağaçların bedeli bakımından aşırı farklılık bulunduğundan mahkemece ağaçların değerinin (dava konusu taşınmazda meydana getirdiği değer artışının) tespit edilerek yeniden oran kurulmak suretiyle satış bedelinin dağıtılmasına karar verilmesi için hükmün bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/15622 K: 2016/285 T: 13.01.2016
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/265 K: 2018/2827 T: 09.04.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3239 K: 2014/6392 T: 14.05.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/2613 K: 2021/3023 T: 22.04.2021
Yargıtay Ondördüncü Hukuk Dairesi E: 2014/6765 K: 2014/9930 T: 15.09.2014
Dava, ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Davalılar, davanın reddini savunmuşlardır. Mahkemece davanın kabulü ile taşınmaz üzerindeki ortaklığın satış suretiyle giderilmesine, karar verilmiştir. Hüküm, davalı Kazım Haydar tarafından temyiz edilmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) satış yoluyla giderilmesine karar verilmesi halinde, dava konusu taşınmaz üzerinde bina, ağaç vs gibi bütünleyici parça (muhdesat) varsa bunların arzla birlikte satılması gerekir. Ancak muhdesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar (ortaklar) ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiği oran kurulmak suretiyle belirlenir. Satış sonunda elde edilecek bedelin bölüştürülmesi de bu oranlar esas alınarak yapılır. Muhdesata isabet eden kısım muhdesat sahibi paydaşlara, geri kalan bedel ise payları oranında paydaşlara (ortaklara) dağıtılır.
Bütünleyici parçanın (muhdesat) arzın paydaşlarına (ortaklarına) değil de üçüncü şahsa ait olduğunun anlaşılması halinde bu kimseyi muhdesat sahibi olarak davaya dahil etme ve ona satış bedelinden pay verme mümkün değildir.
Paydaş olmayan muhdesat sahibi veya mirasçıları ancak paydaşlar aleyhine sebepsiz zenginleşme hükümlerine dayanarak tazminat yahut alacak davası açabilir.
Somut olaya gelince, Karaisalı Asliye Hukuk Mahkemesinin 2010/71 Esas, 2011/81 Karar sayılı ilamı ile dava konusu.. parsel sayılı taşınmazda bulunan kümesin ve … parsel sayılı taşınmazda bulunan iki katlı betonarme evin davalı K. H.a ait olduğunun tespitine karar verildiği anlaşılmaktadır.
Mahkemece, davanın kabulü ile taşınmaz üzerindeki ortaklığın satış suretiyle giderilmesine, satıştan elde edilecek gelirin Fen Bilirkişisi İbrahim Barukcu’nun 10.12.2012 tarihli ek raporunda belirttiği gibi, dava konusu .. sayılı parselin satışından elde edilecek gelirden taşınmaz üzerinde bulunan iki katlı betonarme evin değerinin % 79,66 oranında ev sahibi M.S. oğlu K. H.’a ödenmesine karar verilmiş ancak … sayılı parsel üzerinde bulunan muhdesata isabet eden kısım hakkında hüküm kurulmamıştır. Fen Bilirkişisi İbrahim Barukcu’nun 10.12.2012 tarihli ek raporunda belirttiği gibi 277 parselin satışından elde edilecek gelirden muhdesata isabet eden % 67,17 oranında muhdesat sahibi M. S. oğlu K. H.a ödenmesine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir.
Kabule göre de, Harçlar Kanunu Genel Tebliğinin 1 sayılı Tarifesine göre, taşınmazların satış bedeli üzerinden “binde 11,38” nispi karar harcı alınması gerekirken “binde 9,9” harç alınması da doğru görülmemiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/821 K: 2020/3674 T: 15.06.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/3566 K: 2017/7503 T: 11.10.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/11027 K: 2017/2876 T: 10.04.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/15632 K: 2016/291 T: 13.01.2016
Yargıtay Ondördüncü Hukuk Dairesi E: 2014/10780 K: 2014/11156 T: 14.10.2014
Dava, ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, dava konusu 4671 ada 2 parsel sayılı taşınmaz üzerindeki ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmiş, hüküm bir kısım davalılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dosya kapsamına, toplanan delillere, hükmün dayandığı gerekçelere göre davalılar vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde görülmemiş, reddi gerekmiştir.
Mahkemece paydaşlığın (ortaklığın) satış suretiyle giderilmesine karar verilmesi halinde satışın nasıl yapılacağının ve satış bedelinin ne şekilde dağıtılacağının karar yerinde gösterilmesi gerekir. Satış bedelinin, satışına karar verilen taşınmaz paylı mülkiyet hükümlerine konu ise paydaşların tapudaki payları oranında, elbirliği halinde mülkiyet hükümlerine tabi olması halinde mirasçılık belgesindeki payları oranında hem paylı, hem de elbirliği mülkiyet halinin bir arada bulunması halinde ise tapudaki ve mirasçılık belgesindeki paylar nazara alınarak dağıtılmasına karar verilmesi gerekir.
Paydaşlığın (ortaklığın) satış yoluyla giderilmesi halinde dava konusu taşınmaz üzerinde bina, ağaç v.s. gibi bütünleyici parçalar (muhdesat) varsa bunların arzla birlikte satılması gerekir. Ancak muhdesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiği yüzdelik (%…) oran kurulmak suretiyle belirlenir. Satış sonunda elde edilecek bedelin bölüştürülmesi de bu oranlar esas alınarak yapılır. Muhdesata isabet eden kısım muhdesat sahibi paydaşa, geri kalan bedel ise payları oranında paydaşlara (ortaklara) dağıtılır.
Somut olaya gelince; yukarıdaki ilkelere uygun olarak satış bedelinin oran kurulmak suretiyle dağıtılmasına karar verilmesi gerekirken bu husus nazara alınmaksızın muhdesatın bedelinin muhdesat sahiplerine ödenmesine karar verilmesi doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/265 K: 2018/2827 T: 09.04.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3871 K: 2014/7902 T: 12.06.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3871 K: 2014/7902 T: 12.06.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/2101 K: 2020/7721 T: 25.11.2020
Yargıtay Ondördüncü Hukuk Dairesi E: 2014/7491 K: 2014/11413 T: 20.10.2014
Dava, ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Taraf vekilleri, taşınmaz üzerindeki muhdesatın kendilerine ait olduğunu bildirmiştir. Mahkemece ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalı vekili temyiz etmiştir.
Yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve dosya içeriğine göre davalı vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışındaki temyiz itirazları yerinde görülmemiş, reddi gerekmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) satış suretiyle giderilmesine ilişkin davalarda taşınmaz üzerinde bulunan bina, ağaç v.s. gibi bütünleyici parçaların (muhdesat) kime ait olduğu konusunda uyuşmazlık olup da bunlar üzerinde bazı paydaşların (ortaklar) hak iddia etmeleri ve öncelikle bu uyuşmazlığın giderilmesini istemeleri halinde o paydaşa görevli mahkemede dava açmak üzere HMK’nın 165. maddesi uyarınca uygun bir süre verilmelidir. Mahkemece verilen süre içerisinde dava açıldığı takdirde sonucunun beklenmesi, açılmadığı takdirde o konuda uyuşmazlık yokmuş gibi davaya devam edilmesi gerekir.
Somut olaya gelince; davacı ve davalı taraf dava konusu taşınmaz üzerindeki muhdesatın kendilerine ait olduğunu savunduğuna göre taraflara muhdesatın aidiyetinin tespiti için dava açmak üzere uygun bir süre verilerek süresi içerisinde dava açıldığı takdirde sonucunun beklenmesi, açılmadığı takdirde o konuda uyuşmazlık yokmuş gibi davaya devam edilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, hükmün bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/7744 K: 2017/774 T: 07.02.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/3878 K: 2019/610 T: 21.01.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3351 K: 2014/6425 T: 15.05.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/446 K: 2020/2388 T: 27.02.2020
Yargıtay Ondördüncü Hukuk Dairesi E: 2014/7387 K: 2014/11377 T: 20.10.2014
Dava, yetki belgesine dayalı ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Davalı borçlu M.. T.. davaya cevap vermemiştir. Davalı H.. E..vekili tapuda tek katlı evin H.. E..’na ait olduğuna dair şerh bulunduğu gibi diğer muhdesatlar (ağaçlar ve artezyen kuyusunun) kendisine ait olduğunu beyan etmiş, taksim istemiştir.
Mahkemece, ortaklığın satış suretiyle giderilmesine, taşınmaz üzerindeki tek katlı evin davalı H.. E..’na ait olduğu tapu kaydına şerh edildiğinden taşınmazın toplam satış parasının % 8,13’ünün H.. E..’na ödenmesine geri kalan satış parasının tapuda hisseleri oranında hissedarlara ödenmesine satış bedeli üzerinden binde 11,38 harç alınmasına, satışın İcra ve İflas Kanununa göre açık artırma yolu ile yapılmasına karar verilmiştir. Hükmü, davalı H.. E.. vekili temyiz etmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) satış suretiyle giderilmesi halinde dava konusu taşınmaz üzerinde bina, ağaç v.s. gibi bütünleyici parçalar (muhdesat) varsa bunların arzla birlikte satılması gerekir. Ancak muhdesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiği yüzdelik (%…..) oran kurulmak suretiyle belirlenir. Satış sonunda elde edilecek bedelin bölüştürülmesi de bu oranlar esas alınarak yapılır. Muhdesata isabet eden kısım muhdesat sahibi paydaşa, geri kalan bedel ise payları oranında paydaşlara (ortaklara) dağıtılır.
Somut olayda dava konusu 1243 sayılı parsel üzerindeki ağaçların ve su kuyusunun hükmü temyiz eden H.. E..’na ait olduğu beyan edildiğinden bu hususun açıklığa kavuşturulması gerekir. Tüm paydaşlar bu hususu kabul ettikleri takdirde, hüküm kısmında belirlenen muhdesat bedeli yönünden oran kurulmak suretiyle satış bedeli dağıtılmalıdır. Aksi halde davalıya bu hususda dava açmak üzere süre verilmeli ve dava açılırsa sonucuna göre bir karar verilmelidir. Verilen süre içinde dava açılmaz ise iddiasını ispat edememiş olduğundan yazılı olduğu şekilde karar verilmelidir. Sadece tapudaki ev şerhi dikkate alınarak eksik inceleme ve araştırma ile karar verilmesi doğru görülmemiş, bu sebeple hükmün bozulması gerekmiştir.
Ayrıca, harcın paydaşlardan (ortaklardan) satış bedelinin dağıtılmasındaki oranlara göre tahsil edileceğinin hüküm sonucunda belirtilmesi
gerekir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/7744 K: 2017/774 T: 07.02.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/15690 K: 2014/2171 T: 26.02.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/5045 K: 2014/8420 T: 23.06.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/13983 K: 2015/1053 T: 03.02.2015
Yargıtay Ondördüncü Hukuk Dairesi E: 2015/7744 K: 2017/774 T: 07.02.2017
Davacı vekili, müvekkilinin davalılar ile birlikte …. mahallesi, 9567 ada 1 parsel sayılı taşınmazda hissedar olduğunu, taşınmazın imar parseli olup üzerinde birkaç tane gecekondu şeklinde bina bulunduğunu, taksimi mümkün olmadığından ortaklığın satış yoluyla giderilmesini talep etmiştir.
Davalı …, …, … ve … tarafından verilen cevap dilekçelerinde; davacı müteahhidin uzlaşmacı davranmadığını, hisseleri ucuza kapatmak istediğini, kendilerini mağdur etmeyecek şekilde karara bağlanmasını ve davacıyla uzlaştırılmalarını talep etmişlerdir.
Davalı …, …, …, …, …, …, …, … ve … tarafından verilen cevap dilekçelerinde; dava konusu taşınmaz üzerinde iki bina olduğunu, oturdukları bina davacı müteahhit tarafından gecekondu olarak nitelendirilse dahi binanın rahmetli babaları ve kardeşlerinin alın teriyle yaptırdığı bir saray olduğunu, davacı müteahhidin uzlaşmacı tavır sergilemeyip ucuza kapatmak istediğini, kendilerini, ailelerini ve kardeşlerini mağdur etmeyecek şekilde karara bağlanmasını ve davacıyla uzlaştırılmalarını talep etmişlerdir.
Davalı … vekili tarafından verilen cevap dilekçesinde; davacının imar parselinin ele geçirerek daha fazla kazanç elde etmek istediğini, davanın zamansız açıldığını, müteahhit olan davacı ile anlaşarak her paydaşa müstakil bir daire veya dükkan verilerek ortaklığın giderilebileceğini belirterek davanın reddini talep etmiştir.
Davalı … tarafından verilen cevap dilekçesinde; imar çalışmalarından önce davalı …, ….’in müstakil yapılar inşa ettiklerini, davacı ile imar çalışmaları sonrasında malik olduklarını, davanın reddini, aksi takdirde aynen taksim edilmesini talep etmiştir.
Dava, ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulü ile satış suretiyle ortaklığın giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davacı vekili, bir kısım davalılar vekili ve davalı … vekili temyiz etmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) satış yoluyla giderilmesi halinde dava konusu taşınmaz üzerinde bina, ağaç v.s. gibi bütünleyici parçalar (muhdesat) varsa bunların arzla birlikte satılması gerekir. Ancak muhdesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiği yüzdelik (%…) oran kurulmak suretiyle belirlenir. Satış sonunda elde edilecek bedelin bölüştürülmesi de bu oranlar esas alınarak yapılır. Muhdesata isabet eden kısım muhdesat sahibi paydaşa, geri kalan bedel ise payları oranında paydaşlara (ortaklara) dağıtılır.
Bütünleyici parçanın (muhdesat) arzın paydaşlarına (ortaklarına) değil de üçüncü şahsa ait olduğunun anlaşılması halinde bu kimseyi muhdesat sahibi olarak davaya dahil etmek ve ona satış bedelinden pay vermek mümkün değildir.
Somut olaya gelince; bilirkişi tarafından yukarıda değinilen ilkelere göre muhdesatın değeri ve arzın değeri belirlenerek oran kurulması gerekirken bu husus gözardı edilerek karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Ayrıca, tapu kaydına göre paydaşlara düşen arsa payı da eklenmek suretiyle muhdesat oranı hesaplanan 16/05/2013 tarihli bilirkişi raporu da hatalıdır. Muhdesat oranının yukarıda değinilen şekilde hesaplanması gerekmektedir.
Öte yandan 9567 ada 1 parsel sayılı taşınmaz imar uygulamasıyla 9567 ada 2 parsele dönüşmesine rağmen, 9567 ada 2 imar parseli üzerinden karar verilmesi gerekirken işlerliğini yitiren (kapatılan) 9567 ada 1 parsel üzerinden hüküm kurulması doğru değildir.
Bunun yanı sıra satış bedelinin paydaşların tapu kaydındaki payları ve mirasçılık belgesindeki payları oranında dağıtılmasına karar verilmesi gerekirken yalnızca tapudaki payları yönünden karar verilmesi de isabetsizdir.
Yine yargılama giderleri ve vekalet ücretine paydaşların tapu kaydındaki ve mirasçılık belgesindeki payları oranında yüklenmesi gerekirken yalnızca tapu kaydındaki payları oranında sorumlu tutulmaları doğru değildir.
Ayrıca, kendisini vekille temsil ettiren davacı yararına karar tarihinde yürürlükte olan A.A.Ü.T. gereğince vekalet ücretine hükmedilmesi gerektiğinin düşünülmemesi ve kendisini vekille temsil ettiren …, …, …, …, …, … yararına ve yine kendisini vekille temsil ettiren … yararına paydaşların tapu kaydındaki ve mirasçılık belgesindeki payları oranında ayrı ayrı vekalet ücretine hükmedilmesi gerekirken davalıların tamamına tek şekilde vekalet ücretine hükmedilmesi doğru görülmemiş, anılan sebeplerle kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/265 K: 2018/2827 T: 09.04.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3871 K: 2014/7902 T: 12.06.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3871 K: 2014/7902 T: 12.06.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/2101 K: 2020/7721 T: 25.11.2020
Yargıtay Ondördüncü Hukuk Dairesi E: 2018/265 K: 2018/2827 T: 09.04.2018
Özet: Bütünleyici parçanın (muhdesat) arzın paydaşlarına (ortaklarına) değil de üçüncü şahsa ait olduğunun anlaşılması halinde bu kimseyi muhdesat sahibi olarak davaya dahil etmek ve ona satış bedelinden pay vermek mümkün değildir. Somut olaya gelince; dava konusu, 117 Ada 13 Parsel sayılı taşınmazın tapu kaydında, ”parsel üzerindeki kargir iki katlı ev parsel maliklerinden …’e aittir” şerhi bulunmaktadır. Bu durumda mahkemece bilirkişiler tarafından hazırlanan 11.12.2013 tarihli rapordaki oran esas alınarak muhdesat bedelinin muhdesat sahibi davacıya, geri kalanının tüm paydaşlara dağıtılması gerekir
Dava, ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir. Hükmü, davacı vekili ve davalı … vekili temyiz etmiştir. Paydaşlığın (ortaklığın) satış yoluyla giderilmesi halinde dava konusu taşınmaz üzerinde bina, ağaç v.s. gibi bütünleyici parçalar (muhdesat) varsa bunların arzla birlikte satılması gerekir. Ancak muhdesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiği yüzdelik (%…) oran kurulmak suretiyle belirlenir. Satış sonunda elde edilecek bedelin bölüştürülmesi de bu oranlar esas alınarak yapılır. Muhdesata isabet eden kısım muhdesat sahibi paydaşa, geri kalan bedel ise payları oranında paydaşlara (ortaklara) dağıtılır. Bütünleyici parçanın (muhdesat) arzın paydaşlarına (ortaklarına) değil de üçüncü şahsa ait olduğunun anlaşılması halinde bu kimseyi muhdesat sahibi olarak davaya dahil etmek ve ona satış bedelinden pay vermek mümkün değildir. Somut olaya gelince; dava konusu, 117 Ada 13 Parsel sayılı taşınmazın tapu kaydında, ”parsel üzerindeki kargir iki katlı ev parsel maliklerinden …’e aittir” şerhi bulunmaktadır. Bu durumda mahkemece yukarıda değinilen ilkeler uyarınca bilirkişiler tarafından hazırlanan 11.12.2013 tarihli rapordaki oran esas alınarak muhdesat bedelinin muhdesat sahibi davacı …’e, geri kalanının tüm paydaşlara dağıtılması gerekirken, yanılgılı gerekçeyle yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, hükmün bu nedenle bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/3878 K: 2019/610 T: 21.01.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/8167 K: 2014/9035 T: 07.07.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/6765 K: 2014/9930 T: 15.09.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/15599 K: 2014/1412 T: 04.02.2014
Yargıtay Ondördüncü Hukuk Dairesi E: 2016/3878 K: 2019/610 T: 21.01.2019
Özet: Dava, ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Paydaşlığın (ortaklığın) satış suretiyle giderilmesine ilişkin davalarda taşınmaz üzerinde bulunan bina, ağaç v.s. gibi bütünleyici parçaların (muhdesat) kime ait olduğu konusunda uyuşmazlık olup da bunlar üzerinde bazı paydaşların (ortaklar) hak iddia etmeleri ve öncelikle bu uyuşmazlığın giderilmesini istemeleri halinde o paydaşa görevli mahkemede dava açmak üzere HMK’nın 165. maddesi uyarınca uygun bir süre verilmelidir. Mahkemece verilen süre içerisinde dava açıldığı takdirde sonucunun beklenmesi, açılmadığı takdirde o konuda uyuşmazlık yokmuş gibi davaya devam edilmesi gerekir.
Davacı vekili tarafından, davalı aleyhine 09.07.2010 gününde verilen dilekçe ile ortaklığın giderilmesi talebi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 15.10.2014 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi dahili davalılardan … ve … tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
Dava, ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Davacı, davalılarla paydaş olduğu …, Köyünde kain 13, 14, 15, 16, 17, 18 ve 568 parsel sayılı taşınmazlar ile …, … Mahallesi 311 ada 2 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydındaki muhdesat bilgilerinde A harfi ile gösterilen kargir ev niteliğindeki taşınmazın ve aynı mahkemede görülen 2012/207 Esas sayılı dosyası ile …, … mahallesi 311 ada 2 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydındaki muhdesat bilgilerinde B harfi ile gösterilen kargir ev niteliğindeki taşınmazın ortaklığının satış yoluyla giderilmesini talep etmiş; mahkeme, iki dava arasında bağlantı bulunması sebebiyle davalar birleştirmiştir. Davalılardan … ve …, ortaklığın aynen taksim suretiyle giderilmesi istemişlerdir.
Mahkemece, asıl dava ile birleştirilen davanın kabulü ile …, Köyünde kain 13, 14, 15, 16, 17, 18 ve 568 parsel sayılı taşınmazlar ile …, … Mahallesi 311 ada 2 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydındaki muhdesat bilgilerinde A ve B harfleri ile gösterilen kargir ev niteliğindeki taşınmazlarda ortaklığının satış yoluyla giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalılar … ve … vekili temyiz etmiştir.
1)Yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve dosya içeriğine göre, mahkeme kararı ve dayandığı gerekçeler usul ve yasaya uygun bulunduğundan yerinde olmayan temyiz itirazlarının reddiyle, hükmün dava konusu …, Merkez, … Köyünde kain 13, 14, 15, 16, 17, 18 ve 568 parsel sayılı taşınmazlar yönünden ONANMASINA,
2)Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları, paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallarda paydaşlar (ortaklar) arasında mevcut birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirip ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalardır.
Paydaşlığın giderilmesi davasını paydaşlardan biri veya birkaçı diğer paydaşlara karşı açar. HMK’nin 27. maddesi uyarınca davada bütün paydaşların yer alması zorunludur. Paydaşlardan veya ortaklardan birinin ölümü halinde alınacak mirasçılık belgesine göre mirasçılarının davaya katılmaları sağlandıktan sonra işin esasının incelenmesi gerekir.
Paydaşlığın (ortaklığın) satış yoluyla giderilmesi halinde dava konusu taşınmaz üzerinde bina, ağaç v.s. gibi bütünleyici parçalar (muhdesat) varsa bunların arzla birlikte satılması gerekir. Ancak muhdesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiği yüzdelik (%…) oran kurulmak suretiyle belirlenir. Satış sonunda elde edilecek bedelin bölüştürülmesi de bu oranlar esas alınarak yapılır. Muhdesata isabet eden kısım muhdesat sahibi paydaşa, geri kalan bedel ise payları oranında paydaşlara (ortaklara) dağıtılır.
Bütünleyici parçanın (muhdesat) arzın paydaşlarına (ortaklarına) değil de üçüncü şahsa ait olduğunun anlaşılması halinde bu kimseyi muhdesat sahibi olarak davaya dahil etmek ve ona satış bedelinden pay vermek mümkün değildir.
Paydaşlığın (ortaklığın) satış suretiyle giderilmesine ilişkin davalarda taşınmaz üzerinde bulunan bina, ağaç v.s. gibi bütünleyici parçaların (muhdesat) kime ait olduğu konusunda uyuşmazlık olup da bunlar üzerinde bazı paydaşların (ortaklar) hak iddia etmeleri ve öncelikle bu uyuşmazlığın giderilmesini istemeleri halinde o paydaşa görevli mahkemede dava açmak üzere HMK’nın 165. maddesi uyarınca uygun bir süre verilmelidir. Mahkemece verilen süre içerisinde dava açıldığı takdirde sonucunun beklenmesi, açılmadığı takdirde o konuda uyuşmazlık yokmuş gibi davaya devam edilmesi gerekir.
Somut olayda; mahkemece davanın kabulü ile satış suretiyle ortaklığın giderilmesine karar verilmiş ise de; 311 ada 2 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydındaki muhdesat bilgilerinde A ve B harfleri ile gösterilen kargir ev niteliğindeki taşınmazların kimlere ait olduğu ile ilgili muhdesat şerhi olmasına rağmen taşınmazın toplam bedeli üzerinden, bedelin ne kadarının arza ne kadarının muhdesatlara isabet ettiği yüzdelik oran kurulmak suretiyle gösterilip bu oranlar doğrultusunda bedelin dağıtılmasına karar verilmesi gerekirken, muhdesatlara ilişkin oranlama yapılmadığı görülmüştür.
O halde mahkemece yukarıda açıklanan ilkeler ışığında; A ve B harfleri ile gösterilen kargir ev niteliğindeki taşınmazlar yönünden mahallinde yeniden keşif icra edilip, uzman bilirkişilerden yukarıda açıklanan yönteme uygun şekilde muhdesat oranlaması yapılması istenerek bilirkişilerden açık, denetime uygun rapor alınması, satıştan elde edilecek gelirin bu oranlara göre paylaştırılması ve bu hususun açıkça hükümde gösterilmesi gerekir; belirtilen hususlar gözetilmeden eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/265 K: 2018/2827 T: 09.04.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3871 K: 2014/7902 T: 12.06.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3871 K: 2014/7902 T: 12.06.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/2101 K: 2020/7721 T: 25.11.2020
Yargıtay Ondördüncü Hukuk Dairesi E: 2014/3351 K: 2014/6425 T: 15.05.2014
Dava, ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Mahkemece, ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalı N.. S.. temyiz etmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) satış yoluyla giderilmesi halinde dava konusu taşınmaz üzerinde bina, ağaç v.s. gibi bütünleyici parçalar (muhdesat) varsa bunların arzla birlikte satılması gerekir. Ancak muhdesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiği yüzdelik (%…..) oran kurulmak suretiyle belirlenir. Satış sonunda elde edilecek bedelin bölüştürülmesi de bu oranlar esas alınarak yapılır. Muhdesata isabet eden kısım muhdesat sahibi paydaşa, geri kalan bedel ise payları oranında paydaşlara (ortaklara) dağıtılır.
Bütünleyici parçanın (muhdesat) arzın paydaşlarına (ortaklarına) değil de üçüncü şahsa ait olduğunun anlaşılması halinde bu kimseyi muhdesat sahibi olarak davaya dahil etmek ve ona satış bedelinden pay vermek mümkün değildir.
Somut olaya gelince; dava konusu 22588 ada 10 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydının beyanlar hanesinde “E23KA:1 N.. S..’e aittir” şerhi bulunmaktadır. Dosya içerisindeki 18.02.2012 tarihli bilirkişi raporunda davalı N.. S.. ait yapıların bedelinin 44.545,87 TL olduğu belirtilmiştir. Bu durumda davalı N.. S.. lehine muhdesat şerh olduğundan yukarda açıklandığı şekilde oran kurmak suretiyle satış bedelinin dağıtılmasına karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/14768 K: 2020/2626 T: 04.03.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/3595 K: 2017/6782 T: 25.09.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/15690 K: 2014/2171 T: 26.02.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/5045 K: 2014/8420 T: 23.06.2014
Yargıtay Ondördüncü Hukuk Dairesi E: 2014/3871 K: 2014/7902 T: 12.06.2014
Dava, ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Mahkemece, ortaklığın satış yoluyla giderilmesine, satış bedelinin tapu kaydındaki payları oranında dağıtılmasına karar verilmiştir. Hükmü, davacı vekili temyiz etmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları, paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallarda paydaşlar (ortaklar) arasında mevcut birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirip ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalardır.
Paydaşlığın (ortaklığın) satış yoluyla giderilmesi halinde dava konusu taşınmaz üzerinde bina, ağaç v.s. gibi bütünleyici parçalar (muhdesat) varsa bunların arzla birlikte satılması gerekir. Ancak muhdesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiği oran kurulmak suretiyle belirlenir. Satış sonunda elde edilecek bedelin bölüştürülmesi de bu oranlar esas alınarak yapılır. Muhdesata isabet eden kısım muhdesat sahibi paydaşa, geri kalan bedel ise payları oranında paydaşlara (ortaklara) dağıtılır.
Somut uyuşmazlıkta; dava konusu 655 m2 yüzölçümlü arsa vasıflı taşınmazın 831/1310 payı davacıya, 277/1310 payı davalı A.. AŞ’ne ve 101/655 payı davalı K.. B.. adına kayıtlıdır. Dava konusu taşınmaz üzerinde bina ve ağaçlar bulunduğu anlaşılmakta olup davacı taraf muhdesatların kendilerine ait olduğunu ileri sürmüştür. Davalılar muhdesat iddiasına karşı çıkmamış olup taşınmaz üzerinde kendilerine ait muhdesat bulunmadığını belirtmişlerdir.
Bu durumda mahkemece, tarafların muhdesata ilişkin beyanları ve bilirkişi raporunda belirlenen oranlar dikkate alınarak satış bedelinden muhdesata isabet eden kısmın davacı paydaşa, geri kalan bedelin ise tapudaki payları oranında ortaklara dağıtılmasına karar vermek gerekirken yazılı şekilde tapu kaydına göre dağıtılmasına karar verilmesi doğru görülmemiş, kararın bu nedenle bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/265 K: 2018/2827 T: 09.04.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/3878 K: 2019/610 T: 21.01.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3871 K: 2014/7902 T: 12.06.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/7744 K: 2017/774 T: 07.02.2017
Yargıtay Ondördüncü Hukuk Dairesi E: 2014/8167 K: 2014/9035 T: 07.07.2014
Dava ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Davalı vekili taşınmaz üzerindeki muhdesatın davalıya ait olduğuna dair mülkiyet tespiti kararının kesinleştiğini değerinin oran kurularak verilmesini istemiştir.
Mahkemece davanın kabulüne, 102 ada 34 parsel sayılı 8250 m2 tarla cinsli taşınmazın satışı suretiyle ortaklığın giderilmesine, satış bedelinin % 53,9 oranında davalı M.. P..’a kalan bedelin diğer hissedarlara tapu kaydındaki payları oranında paylaştırılmasına, karar verilmiştir. Hükmü davacılar vekili temyiz etmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) satış yoluyla giderilmesi halinde dava konusu taşınmaz üzerinde bina, ağaç v.s. gibi bütünleyici parçalar (muhdesat) varsa bunların arzla birlikte satılması gerekir. Ancak muhdesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiği yüzdelik (%…..) oran kurulmak suretiyle belirlenir. Satış sonunda elde edilecek bedelin bölüştürülmesi de bu oranlar esas alınarak yapılır. Muhdesata isabet eden kısım muhdesat sahibi paydaşa, geri kalan bedel ise payları oranında paydaşlara (ortaklara) dağıtılır.
Bütünleyici parçanın (muhdesat) arzın paydaşlarına (ortaklarına) değil de üçüncü şahsa ait olduğunun anlaşılması halinde bu kimseyi muhdesat sahibi olarak davaya dahil etmek ve ona satış bedelinden pay vermek mümkün değildir.
Somut olaya gelince; dava konusu 102 ada 34 parsel sayılı taşınmaz üzerinde bulunan ağaçların davalı M.. P..’a ait olduğu Gaziantep 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2010/38 Esas, 2011/228 Karar sayılı ilamında ağaçların bedeli 3.135 TL olarak belirlenmiş mahkemece yapılan keşif sonucunda ise ağaçların bedeli 68.147 TL olarak belirlenmiş ve bu bedel esas alınarak oran kurulmuştur. Ancak iki rapor arasında ağaçların bedeli bakımından aşırı farklılık bulunduğundan mahkemece ağaçların değerinin (dava konusu taşınmazda meydana getirdiği değer artışının) tespit edilerek yeniden oran kurulmak suretiyle satış bedelinin dağıtılmasına karar verilmesi için hükmün bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/7491 K: 2014/11413 T: 20.10.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3871 K: 2014/7902 T: 12.06.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/8167 K: 2014/9035 T: 07.07.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/14249 K: 2014/307 T: 08.01.2014
Yargıtay Ondördüncü Hukuk Dairesi E: 2014/6765 K: 2014/9930 T: 15.09.2014
Dava, ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Davalılar, davanın reddini savunmuşlardır. Mahkemece davanın kabulü ile taşınmaz üzerindeki ortaklığın satış suretiyle giderilmesine, karar verilmiştir. Hüküm, davalı Kazım Haydar tarafından temyiz edilmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) satış yoluyla giderilmesine karar verilmesi halinde, dava konusu taşınmaz üzerinde bina, ağaç vs gibi bütünleyici parça (muhdesat) varsa bunların arzla birlikte satılması gerekir. Ancak muhdesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar (ortaklar) ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiği oran kurulmak suretiyle belirlenir. Satış sonunda elde edilecek bedelin bölüştürülmesi de bu oranlar esas alınarak yapılır. Muhdesata isabet eden kısım muhdesat sahibi paydaşlara, geri kalan bedel ise payları oranında paydaşlara (ortaklara) dağıtılır.
Bütünleyici parçanın (muhdesat) arzın paydaşlarına (ortaklarına) değil de üçüncü şahsa ait olduğunun anlaşılması halinde bu kimseyi muhdesat sahibi olarak davaya dahil etme ve ona satış bedelinden pay verme mümkün değildir. Paydaş olmayan muhdesat sahibi veya mirasçıları ancak paydaşlar aleyhine sebepsiz zenginleşme hükümlerine dayanarak tazminat yahut alacak davası açabilir.
Somut olaya gelince, Karaisalı Asliye Hukuk Mahkemesinin 2010/71 Esas, 2011/81 Karar sayılı ilamı ile dava konusu.. parsel sayılı taşınmazda bulunan kümesin ve … parsel sayılı taşınmazda bulunan iki katlı betonarme evin davalı K. H.a ait olduğunun tespitine karar verildiği anlaşılmaktadır.
Mahkemece, davanın kabulü ile taşınmaz üzerindeki ortaklığın satış suretiyle giderilmesine, satıştan elde edilecek gelirin Fen Bilirkişisi İbrahim Barukcu’nun 10.12.2012 tarihli ek raporunda belirttiği gibi, dava konusu .. sayılı parselin satışından elde edilecek gelirden taşınmaz üzerinde bulunan iki katlı betonarme evin değerinin % 79,66 oranında ev sahibi M.S. oğlu K. H.’a ödenmesine karar verilmiş ancak … sayılı parsel üzerinde bulunan muhdesata isabet eden kısım hakkında hüküm kurulmamıştır. Fen Bilirkişisi İbrahim Barukcu’nun 10.12.2012 tarihli ek raporunda belirttiği gibi 277 parselin satışından elde edilecek gelirden muhdesata isabet eden % 67,17 oranında muhdesat sahibi M. S. oğlu K. H.a ödenmesine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir.
Kabule göre de, Harçlar Kanunu Genel Tebliğinin 1 sayılı Tarifesine göre, taşınmazların satış bedeli üzerinden “binde 11,38” nispi karar harcı alınması gerekirken “binde 9,9” harç alınması da doğru görülmemiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/7387 K: 2014/11377 T: 20.10.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/7491 K: 2014/11413 T: 20.10.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/16198 K: 2014/1699 T: 10.04.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/818 K: 2014/3248 T: 11.03.2014
Yargıtay Ondördüncü Hukuk Dairesi E: 2014/10780 K: 2014/11156 T: 14.10.2014
Özet: Paydaşlığın (ortaklığın) satış yoluyla giderilmesi halinde dava konusu taşınmaz üzerinde bina, ağaç v.s. gibi bütünleyici parçalar (muhdesat) varsa bunların arzla birlikte satılması gerekir. Ancak muhdesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiği yüzdelik (%…) oran kurulmak suretiyle belirlenir. Satış sonunda elde edilecek bedelin bölüştürülmesi de bu oranlar esas alınarak yapılır. Muhdesata isabet eden kısım muhdesat sahibi paydaşa, geri kalan bedel ise payları oranında paydaşlara (ortaklara) dağıtılır.
Davacılar vekili tarafından, davalılar aleyhine 23.06.2009 gününde verilen dilekçe ile ortaklığın giderilmesi istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 13.12.2013 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi bir kısım davalılar vekilleri tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün evrak incelenerek gereği düşünüldü:
Dava, ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, dava konusu 4671 ada 2 parsel sayılı taşınmaz üzerindeki ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmiş, hüküm bir kısım davalılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dosya kapsamına, toplanan delillere, hükmün dayandığı gerekçelere göre davalılar vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde görülmemiş, reddi gerekmiştir.
Mahkemece paydaşlığın (ortaklığın) satış suretiyle giderilmesine karar verilmesi halinde satışın nasıl yapılacağının ve satış bedelinin ne şekilde dağıtılacağının karar yerinde gösterilmesi gerekir. Satış bedelinin, satışına karar verilen taşınmaz paylı mülkiyet hükümlerine konu ise paydaşların tapudaki payları oranında, elbirliği halinde mülkiyet hükümlerine tabi olması halinde mirasçılık belgesindeki payları oranında hem paylı, hem de elbirliği mülkiyet halinin bir arada bulunması halinde ise tapudaki ve mirasçılık belgesindeki paylar nazara alınarak dağıtılmasına karar verilmesi gerekir.
Paydaşlığın (ortaklığın) satış yoluyla giderilmesi halinde dava konusu taşınmaz üzerinde bina, ağaç v.s. gibi bütünleyici parçalar (muhdesat) varsa bunların arzla birlikte satılması gerekir. Ancak muhdesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiği yüzdelik (%…) oran kurulmak suretiyle belirlenir. Satış sonunda elde edilecek bedelin bölüştürülmesi de bu oranlar esas alınarak yapılır. Muhdesata isabet eden kısım muhdesat sahibi paydaşa, geri kalan bedel ise payları oranında paydaşlara (ortaklara) dağıtılır.
Somut olaya gelince; yukarıdaki ilkelere uygun olarak satış bedelinin oran kurulmak suretiyle dağıtılmasına karar verilmesi gerekirken bu husus nazara alınmaksızın muhdesatın bedelinin muhdesat sahiplerine ödenmesine karar verilmesi doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/15622 K: 2016/285 T: 13.01.2016
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/7744 K: 2017/774 T: 07.02.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3239 K: 2014/6392 T: 14.05.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/2613 K: 2021/3023 T: 22.04.2021
Yargıtay Ondördüncü Hukuk Dairesi E: 2014/7491 K: 2014/11413 T: 20.10.2014
Davacı vekili tarafından, davalı aleyhine 17.01.2013 gününde verilen dilekçe ile ortaklığın giderilmesi istenmesi üzerine yapılan yargılama sonunda; davanın kabulüne dair verilen 01.04.2014 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı vekili tarafından istenmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
Dava, ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Taraf vekilleri, taşınmaz üzerindeki muhdesatın kendilerine ait olduğunu bildirmiştir. Mahkemece ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalı vekili temyiz etmiştir.
Yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve dosya içeriğine göre davalı vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışındaki temyiz itirazları yerinde görülmemiş, reddi gerekmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) satış suretiyle giderilmesine ilişkin davalarda taşınmaz üzerinde bulunan bina, ağaç v.s. gibi bütünleyici parçaların (muhdesat) kime ait olduğu konusunda uyuşmazlık olup da bunlar üzerinde bazı paydaşların (ortaklar) hak iddia etmeleri ve öncelikle bu uyuşmazlığın giderilmesini istemeleri halinde o paydaşa görevli mahkemede dava açmak üzere HMK’nın 165. maddesi uyarınca uygun bir süre verilmelidir. Mahkemece verilen süre içerisinde dava açıldığı takdirde sonucunun beklenmesi, açılmadığı takdirde o konuda uyuşmazlık yokmuş gibi davaya devam edilmesi gerekir.
Somut olaya gelince; davacı ve davalı taraf dava konusu taşınmaz üzerindeki muhdesatın kendilerine ait olduğunu savunduğuna göre taraflara muhdesatın aidiyetinin tespiti için dava açmak üzere uygun bir süre verilerek süresi içerisinde dava açıldığı takdirde sonucunun beklenmesi, açılmadığı takdirde o konuda uyuşmazlık yokmuş gibi davaya devam edilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, hükmün bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/13782 K: 2020/2493 T: 02.03.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/8167 K: 2014/9035 T: 07.07.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/10780 K: 2014/11156 T: 14.10.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/15250 K: 2014/792 T: 17.01.2014
Yargıtay Ondördüncü Hukuk Dairesi E: 2014/7387 K: 2014/11377 T: 20.10.2014
Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 10.05.2013 gününde verilen dilekçe ile ortaklığın giderilmesi istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 24.01.2014 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı H.. E.. vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
Dava, yetki belgesine dayalı ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Davalı borçlu M.. T.. davaya cevap vermemiştir. Davalı H.. E..vekili tapuda tek katlı evin H.. E..’na ait olduğuna dair şerh bulunduğu gibi diğer muhdesatlar (ağaçlar ve artezyen kuyusunun) kendisine ait olduğunu beyan etmiş, taksim istemiştir.
Mahkemece, ortaklığın satış suretiyle giderilmesine, taşınmaz üzerindeki tek katlı evin davalı H.. E..’na ait olduğu tapu kaydına şerh edildiğinden taşınmazın toplam satış parasının % 8,13’ünün H.. E..’na ödenmesine geri kalan satış parasının tapuda hisseleri oranında hissedarlara ödenmesine satış bedeli üzerinden binde 11,38 harç alınmasına, satışın İcra ve İflas Kanununa göre açık artırma yolu ile yapılmasına karar verilmiştir. Hükmü, davalı H.. E.. vekili temyiz etmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) satış suretiyle giderilmesi halinde dava konusu taşınmaz üzerinde bina, ağaç v.s. gibi bütünleyici parçalar (muhdesat) varsa bunların arzla birlikte satılması gerekir. Ancak muhdesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiği yüzdelik (%…..) oran kurulmak suretiyle belirlenir. Satış sonunda elde edilecek bedelin bölüştürülmesi de bu oranlar esas alınarak yapılır. Muhdesata isabet eden kısım muhdesat sahibi paydaşa, geri kalan bedel ise payları oranında paydaşlara (ortaklara) dağıtılır.
Somut olayda dava konusu 1243 sayılı parsel üzerindeki ağaçların ve su kuyusunun hükmü temyiz eden H.. E..’na ait olduğu beyan edildiğinden bu hususun açıklığa kavuşturulması gerekir. Tüm paydaşlar bu hususu kabul ettikleri takdirde, hüküm kısmında belirlenen muhdesat bedeli yönünden oran kurulmak suretiyle satış bedeli dağıtılmalıdır. Aksi halde davalıya bu hususda dava açmak üzere süre verilmeli ve dava açılırsa sonucuna göre bir karar verilmelidir. Verilen süre içinde dava açılmaz ise iddiasını ispat edememiş olduğundan yazılı olduğu şekilde karar verilmelidir. Sadece tapudaki ev şerhi dikkate alınarak eksik inceleme ve araştırma ile karar verilmesi doğru görülmemiş, bu sebeple hükmün bozulması gerekmiştir.
Ayrıca, harcın paydaşlardan (ortaklardan) satış bedelinin dağıtılmasındaki oranlara göre tahsil edileceğinin hüküm sonucunda belirtilmesi gerekir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/7491 K: 2014/11413 T: 20.10.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3871 K: 2014/7902 T: 12.06.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/8167 K: 2014/9035 T: 07.07.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/14249 K: 2014/307 T: 08.01.2014
Yargıtay Ondördüncü Hukuk Dairesi E: 2014/15622 K: 2016/285 T: 13.01.2016
Paydaşlığın (ortaklığın) satış yoluyla giderilmesi halinde dava konusu taşınmaz üzerinde bina, ağaç v.s. gibi bütünleyici parçalar (muhdesat) varsa bunların arzla birlikte satılması gerekir. Ancak muhdesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiği yüzdelik (%…..) oran kurulmak suretiyle belirlenir. Satış sonunda elde edilecek bedelin bölüştürülmesi de bu oranlar esas alınarak yapılır. Muhdesata isabet eden kısım muhdesat sahibi paydaşa, geri kalan bedel ise payları oranında paydaşlara (ortaklara) dağıtılır.
Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 27.09.2010 gününde verilen dilekçe ile ortaklığın giderilmesi istenmesi üzerine Yargıtay 6. Hukuk Dairesinin bozma ilamına uyularak yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 14.05.2013 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalılar E.. Ü.. ve A.. Y.. tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
Dava, ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Davacı, …parsel sayılı taşınmazdaki ortaklığın satış sureti ile giderilmesine karar verilmesini talep etmiştir. Mahkemece, ortaklığın satış sureti ile giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalılar E.. Ü.. ve A.. Y.. temyiz etmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) satış yoluyla giderilmesi halinde dava konusu taşınmaz üzerinde bina, ağaç v.s. gibi bütünleyici parçalar (muhdesat) varsa bunların arzla birlikte satılması gerekir. Ancak muhdesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiği yüzdelik (%…..) oran kurulmak suretiyle belirlenir. Satış sonunda elde edilecek bedelin bölüştürülmesi de bu oranlar esas alınarak yapılır. Muhdesata isabet eden kısım muhdesat sahibi paydaşa, geri kalan bedel ise payları oranında paydaşlara (ortaklara) dağıtılır.
Bütünleyici parçanın (muhdesat) arzın paydaşlarına (ortaklarına) değil de üçüncü şahsa ait olduğunun anlaşılması halinde bu kimseyi muhdesat sahibi olarak davaya dahil etmek ve ona satış bedelinden pay vermek mümkün değildir.
Somut olaya gelince; dava konusu … parsel (imar uygulaması sonucu … parsel) sayılı taşınmazın tapu kaydına göre, muhdesat bilgileri kısmında, krokisinde A3 ile gösterilen binanın davalı E.. Ü..’a ait olduğu anlaşıldığından, Dairemizin yukarıda belirtilen ilkeleri doğrultusunda araştırma yapılması gerekirken eksik inceleme sonucu yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş, hükmün bu nedenle bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/2101 K: 2020/7721 T: 25.11.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/6765 K: 2014/9930 T: 15.09.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/7387 K: 2014/11377 T: 20.10.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/16638 K: 2014/2058 T: 18.02.2014
Yargıtay Ondördüncü Hukuk Dairesi E: 2015/7744 K: 2017/774 T: 07.02.2017
Özet: Paydaşlığın (ortaklığın) satış yoluyla giderilmesi halinde dava konusu taşınmaz üzerinde bina, ağaç v.s. gibi bütünleyici parçalar (muhdesat) varsa bunların arzla birlikte satılması gerekir. Ancak muhdesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiği yüzdelik (%…..) oran kurulmak suretiyle belirlenir. Satış sonunda elde edilecek bedelin bölüştürülmesi de bu oranlar esas alınarak yapılır.
Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 09/12/2011 gününde verilen dilekçe ile ortaklığın giderilmesi istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 10/12/2013 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davacı vekili, bir kısım davalılar vekili ve davalı … vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçelerinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
Davacı vekili, müvekkilinin davalılar ile birlikte …. mahallesi, 9567 ada 1 parsel sayılı taşınmazda hissedar olduğunu, taşınmazın imar parseli olup üzerinde birkaç tane gecekondu şeklinde bina bulunduğunu, taksimi mümkün olmadığından ortaklığın satış yoluyla giderilmesini talep etmiştir.
Davalı …, …, … ve … tarafından verilen cevap dilekçelerinde; davacı müteahhidin uzlaşmacı davranmadığını, hisseleri ucuza kapatmak istediğini, kendilerini mağdur etmeyecek şekilde karara bağlanmasını ve davacıyla uzlaştırılmalarını talep etmişlerdir.
Davalı …, …, …, …, …, …, …, … ve … tarafından verilen cevap dilekçelerinde; dava konusu taşınmaz üzerinde iki bina olduğunu, oturdukları bina davacı müteahhit tarafından gecekondu olarak nitelendirilse dahi binanın rahmetli babaları ve kardeşlerinin alın teriyle yaptırdığı bir saray olduğunu, davacı müteahhidin uzlaşmacı tavır sergilemeyip ucuza kapatmak istediğini, kendilerini, ailelerini ve kardeşlerini mağdur etmeyecek şekilde karara bağlanmasını ve davacıyla uzlaştırılmalarını talep etmişlerdir.
Davalı … vekili tarafından verilen cevap dilekçesinde; davacının imar parselinin ele geçirerek daha fazla kazanç elde etmek istediğini, davanın zamansız açıldığını, müteahhit olan davacı ile anlaşarak her paydaşa müstakil bir daire veya dükkan verilerek ortaklığın giderilebileceğini belirterek davanın reddini talep etmiştir.
Davalı … tarafından verilen cevap dilekçesinde; imar çalışmalarından önce davalı …, ….’in müstakil yapılar inşa ettiklerini, davacı ile imar çalışmaları sonrasında malik olduklarını, davanın reddini, aksi takdirde aynen taksim edilmesini talep etmiştir.
Dava, ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulü ile satış suretiyle ortaklığın giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davacı vekili, bir kısım davalılar vekili ve davalı … vekili temyiz etmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) satış yoluyla giderilmesi halinde dava konusu taşınmaz üzerinde bina, ağaç v.s. gibi bütünleyici parçalar (muhdesat) varsa bunların arzla birlikte satılması gerekir. Ancak muhdesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiği yüzdelik (%…) oran kurulmak suretiyle belirlenir. Satış sonunda elde edilecek bedelin bölüştürülmesi de bu oranlar esas alınarak yapılır. Muhdesata isabet eden kısım muhdesat sahibi paydaşa, geri kalan bedel ise payları oranında paydaşlara (ortaklara) dağıtılır.
Bütünleyici parçanın (muhdesat) arzın paydaşlarına (ortaklarına) değil de üçüncü şahsa ait olduğunun anlaşılması halinde bu kimseyi muhdesat sahibi olarak davaya dahil etmek ve ona satış bedelinden pay vermek mümkün değildir.
Somut olaya gelince; bilirkişi tarafından yukarıda değinilen ilkelere göre muhdesatın değeri ve arzın değeri belirlenerek oran kurulması gerekirken bu husus gözardı edilerek karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Ayrıca, tapu kaydına göre paydaşlara düşen arsa payı da eklenmek suretiyle muhdesat oranı hesaplanan 16/05/2013 tarihli bilirkişi raporu da hatalıdır. Muhdesat oranının yukarıda değinilen şekilde hesaplanması gerekmektedir.
Öte yandan 9567 ada 1 parsel sayılı taşınmaz imar uygulamasıyla 9567 ada 2 parsele dönüşmesine rağmen, 9567 ada 2 imar parseli üzerinden karar verilmesi gerekirken işlerliğini yitiren (kapatılan) 9567 ada 1 parsel üzerinden hüküm kurulması doğru değildir.
Bunun yanı sıra satış bedelinin paydaşların tapu kaydındaki payları ve mirasçılık belgesindeki payları oranında dağıtılmasına karar verilmesi gerekirken yalnızca tapudaki payları yönünden karar verilmesi de isabetsizdir.
Yine yargılama giderleri ve vekalet ücretine paydaşların tapu kaydındaki ve mirasçılık belgesindeki payları oranında yüklenmesi gerekirken yalnızca tapu kaydındaki payları oranında sorumlu tutulmaları doğru değildir.
Ayrıca, kendisini vekille temsil ettiren davacı yararına karar tarihinde yürürlükte olan A.A.Ü.T. gereğince vekalet ücretine hükmedilmesi gerektiğinin düşünülmemesi ve kendisini vekille temsil ettiren …, …, …, …, …, … yararına ve yine kendisini vekille temsil ettiren … yararına paydaşların tapu kaydındaki ve mirasçılık belgesindeki payları oranında ayrı ayrı vekalet ücretine hükmedilmesi gerekirken davalıların tamamına tek şekilde vekalet ücretine hükmedilmesi doğru görülmemiş, anılan sebeplerle kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/2101 K: 2020/7721 T: 25.11.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/6765 K: 2014/9930 T: 15.09.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/7387 K: 2014/11377 T: 20.10.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/16638 K: 2014/2058 T: 18.02.2014
Yargıtay Ondördüncü Hukuk Dairesi E: 2018/265 K: 2018/2827 T: 09.04.2018
Özet: Bütünleyici parçanın (muhdesat) arzın paydaşlarına (ortaklarına) değil de üçüncü şahsa ait olduğunun anlaşılması halinde bu kimseyi muhdesat sahibi olarak davaya dahil etmek ve ona satış bedelinden pay vermek mümkün değildir. Somut olaya gelince; dava konusu, 117 Ada 13 Parsel sayılı taşınmazın tapu kaydında, ”parsel üzerindeki kargir iki katlı ev parsel maliklerinden …’e aittir” şerhi bulunmaktadır. Bu durumda mahkemece bilirkişiler tarafından hazırlanan 11.12.2013 tarihli rapordaki oran esas alınarak muhdesat bedelinin muhdesat sahibi davacıya, geri kalanının tüm paydaşlara dağıtılması gerekir
MAHKEMESİ :Sulh Hukuk Mahkemesi Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 25.09.2012 gününde verilen dilekçe ile ortaklığın giderilmesi talebi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 12.05.2015 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
Dava, ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir. Hükmü, davacı vekili ve davalı … vekili temyiz etmiştir. Paydaşlığın (ortaklığın) satış yoluyla giderilmesi halinde dava konusu taşınmaz üzerinde bina, ağaç v.s. gibi bütünleyici parçalar (muhdesat) varsa bunların arzla birlikte satılması gerekir. Ancak muhdesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiği yüzdelik (%…) oran kurulmak suretiyle belirlenir. Satış sonunda elde edilecek bedelin bölüştürülmesi de bu oranlar esas alınarak yapılır. Muhdesata isabet eden kısım muhdesat sahibi paydaşa, geri kalan bedel ise payları oranında paydaşlara (ortaklara) dağıtılır. Bütünleyici parçanın (muhdesat) arzın paydaşlarına (ortaklarına) değil de üçüncü şahsa ait olduğunun anlaşılması halinde bu kimseyi muhdesat sahibi olarak davaya dahil etmek ve ona satış bedelinden pay vermek mümkün değildir. Somut olaya gelince; dava konusu, 117 Ada 13 Parsel sayılı taşınmazın tapu kaydında, ”parsel üzerindeki kargir iki katlı ev parsel maliklerinden …’e aittir” şerhi bulunmaktadır. Bu durumda mahkemece yukarıda değinilen ilkeler uyarınca bilirkişiler tarafından hazırlanan 11.12.2013 tarihli rapordaki oran esas alınarak muhdesat bedelinin muhdesat sahibi davacı …’e, geri kalanının tüm paydaşlara dağıtılması gerekirken, yanılgılı gerekçeyle yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, hükmün bu nedenle bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/10780 K: 2014/11156 T: 14.10.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/7491 K: 2014/11413 T: 20.10.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/16198 K: 2014/1699 T: 10.04.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/818 K: 2014/3248 T: 11.03.2014
Yargıtay Ondördüncü Hukuk Dairesi E: 2016/3878 K: 2019/610 T: 21.01.2019
Özet: Paydaşlığın (ortaklığın) satış suretiyle giderilmesine ilişkin davalarda taşınmaz üzerinde bulunan bina, ağaç v.s. gibi bütünleyici parçaların (muhdesat) kime ait olduğu konusunda uyuşmazlık olup da bunlar üzerinde bazı paydaşların (ortaklar) hak iddia etmeleri ve öncelikle bu uyuşmazlığın giderilmesini istemeleri halinde o paydaşa görevli mahkemede dava açmak üzere HMK’nın 165. maddesi uyarınca uygun bir süre verilmelidir. Mahkemece verilen süre içerisinde dava açıldığı takdirde sonucunun beklenmesi, açılmadığı takdirde o konuda uyuşmazlık yokmuş gibi davaya devam edilmesi gerekir.
Davacı vekili tarafından, davalı aleyhine 09.07.2010 gününde verilen dilekçe ile ortaklığın giderilmesi talebi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 15.10.2014 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi dahili davalılardan … ve … tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
Dava, ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Davacı, davalılarla paydaş olduğu …, Köyünde kain 13, 14, 15, 16, 17, 18 ve 568 parsel sayılı taşınmazlar ile …, … Mahallesi 311 ada 2 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydındaki muhdesat bilgilerinde A harfi ile gösterilen kargir ev niteliğindeki taşınmazın ve aynı mahkemede görülen 2012/207 Esas sayılı dosyası ile …, … mahallesi 311 ada 2 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydındaki muhdesat bilgilerinde B harfi ile gösterilen kargir ev niteliğindeki taşınmazın ortaklığının satış yoluyla giderilmesini talep etmiş; mahkeme, iki dava arasında bağlantı bulunması sebebiyle davalar birleştirmiştir.
Davalılardan … ve …, ortaklığın aynen taksim suretiyle giderilmesi istemişlerdir. Mahkemece, asıl dava ile birleştirilen davanın kabulü ile …, Köyünde kain 13, 14, 15, 16, 17, 18 ve 568 parsel sayılı taşınmazlar ile …, … Mahallesi 311 ada 2 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydındaki muhdesat bilgilerinde A ve B harfleri ile gösterilen kargir ev niteliğindeki taşınmazlarda ortaklığının satış yoluyla giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalılar … ve … vekili temyiz etmiştir.
1)Yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve dosya içeriğine göre, mahkeme kararı ve dayandığı gerekçeler usul ve yasaya uygun bulunduğundan yerinde olmayan temyiz itirazlarının reddiyle, hükmün dava konusu …, Merkez, … Köyünde kain 13, 14, 15, 16, 17, 18 ve 568 parsel sayılı taşınmazlar yönünden ONANMASINA,
2)Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları, paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallarda paydaşlar (ortaklar) arasında mevcut birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirip ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalardır.
Paydaşlığın giderilmesi davasını paydaşlardan biri veya birkaçı diğer paydaşlara karşı açar. HMK’nin 27. maddesi uyarınca davada bütün paydaşların yer alması zorunludur. Paydaşlardan veya ortaklardan birinin ölümü halinde alınacak mirasçılık belgesine göre mirasçılarının davaya katılmaları sağlandıktan sonra işin esasının incelenmesi gerekir.
Paydaşlığın (ortaklığın) satış yoluyla giderilmesi halinde dava konusu taşınmaz üzerinde bina, ağaç v.s. gibi bütünleyici parçalar (muhdesat) varsa bunların arzla birlikte satılması gerekir. Ancak muhdesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiği yüzdelik (%…) oran kurulmak suretiyle belirlenir. Satış sonunda elde edilecek bedelin bölüştürülmesi de bu oranlar esas alınarak yapılır. Muhdesata isabet eden kısım muhdesat sahibi paydaşa, geri kalan bedel ise payları oranında paydaşlara (ortaklara) dağıtılır.
Bütünleyici parçanın (muhdesat) arzın paydaşlarına (ortaklarına) değil de üçüncü şahsa ait olduğunun anlaşılması halinde bu kimseyi muhdesat sahibi olarak davaya dahil etmek ve ona satış bedelinden pay vermek mümkün değildir.
Paydaşlığın (ortaklığın) satış suretiyle giderilmesine ilişkin davalarda taşınmaz üzerinde bulunan bina, ağaç v.s. gibi bütünleyici parçaların (muhdesat) kime ait olduğu konusunda uyuşmazlık olup da bunlar üzerinde bazı paydaşların (ortaklar) hak iddia etmeleri ve öncelikle bu uyuşmazlığın giderilmesini istemeleri halinde o paydaşa görevli mahkemede dava açmak üzere HMK’nın 165. maddesi uyarınca uygun bir süre verilmelidir. Mahkemece verilen süre içerisinde dava açıldığı takdirde sonucunun beklenmesi, açılmadığı takdirde o konuda uyuşmazlık yokmuş gibi davaya devam edilmesi gerekir.
Somut olayda; mahkemece davanın kabulü ile satış suretiyle ortaklığın giderilmesine karar verilmiş ise de; 311 ada 2 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydındaki muhdesat bilgilerinde A ve B harfleri ile gösterilen kargir ev niteliğindeki taşınmazların kimlere ait olduğu ile ilgili muhdesat şerhi olmasına rağmen taşınmazın toplam bedeli üzerinden, bedelin ne kadarının arza ne kadarının muhdesatlara isabet ettiği yüzdelik oran kurulmak suretiyle gösterilip bu oranlar doğrultusunda bedelin dağıtılmasına karar verilmesi gerekirken, muhdesatlara ilişkin oranlama yapılmadığı görülmüştür.
O halde mahkemece yukarıda açıklanan ilkeler ışığında; A ve B harfleri ile gösterilen kargir ev niteliğindeki taşınmazlar yönünden mahallinde yeniden keşif icra edilip, uzman bilirkişilerden yukarıda açıklanan yönteme uygun şekilde muhdesat oranlaması yapılması istenerek bilirkişilerden açık, denetime uygun rapor alınması, satıştan elde edilecek gelirin bu oranlara göre paylaştırılması ve bu hususun açıkça hükümde gösterilmesi gerekir; belirtilen hususlar gözetilmeden eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/7387 K: 2014/11377 T: 20.10.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/7744 K: 2017/774 T: 07.02.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3239 K: 2014/6392 T: 14.05.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/2613 K: 2021/3023 T: 22.04.2021
Yargıtay Ondördüncü Hukuk Dairesi E: 2016/13782 K: 2020/2493 T: 02.03.2020
Özet: Muhdesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiği yüzdelik (%…) oran kurulmak suretiyle belirlenir. Satış sonunda elde edilecek bedelin bölüştürülmesi de bu oranlar esas alınarak yapılır. Muhdesata isabet eden kısım muhdesat sahibi paydaşa, geri kalan bedel ise payları oranında paydaşlara (ortaklara) dağıtılır.
Davacılar vekili tarafından, davalılar aleyhine 20.11.2013 gününde verilen dilekçe ile ortaklığın giderilmesi talebi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 15.06.2016 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı … vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
Dava, paydaş tarafından açılan ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Davacı vekili, 259 ada 13 parsel sayılı taşınmazda ortaklığın satış suretiyle giderilmesini talep ve dava etmiştir. Mahkemece, davanın kabulü ile dava konusu taşınmazda bulunan ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalı … vekili temyiz etmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) satış yoluyla giderilmesi halinde dava konusu taşınmaz üzerinde bina, ağaç v.s. gibi bütünleyici parçalar (muhdesat) varsa bunların arzla birlikte satılması gerekir. Ancak muhdesatın bir kısım paydaşlara (ortaklara) ait olduğu konusunda tapuda şerh varsa veya bu hususta bütün paydaşlar ittifak ediyorlarsa ve muhdesat arzın değerinde bir artış meydana getiriyorsa bu artışın belirlenmesi için dava tarihi itibariyle arzın ve muhdesatın değerleri ayrı ayrı tespit edilir. Belirlenen bu değerler toplanarak taşınmazın tüm değeri bulunur. Bulunan bu değerin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiği yüzdelik (%…) oran kurulmak suretiyle belirlenir. Satış sonunda elde edilecek bedelin bölüştürülmesi de bu oranlar esas alınarak yapılır. Muhdesata isabet eden kısım muhdesat sahibi paydaşa, geri kalan bedel ise payları oranında paydaşlara (ortaklara) dağıtılır.
Bütünleyici parçanın (muhdesat) arzın paydaşlarına (ortaklarına) değil de üçüncü şahsa ait olduğunun anlaşılması halinde bu kimseyi muhdesat sahibi olarak davaya dahil etmek ve ona satış bedelinden pay vermek mümkün değildir.
Somut olayda; dava konusu 259 ada 13 parsel sayılı taşınmazda bulunan muz bahçesi, ahır ve konutun davalılardan …’ya ait olduğu taraflarca kabul edilmiştir. Mahkemece, yukarıda yazılı olan ilkeler doğrultusunda bilirkişiden ek rapor alınarak dava konusu taşınmazın tespit edilen toplam değerinin ne kadarının arza ne kadarının muhdesata isabet ettiğinin yüzdelik oran kurulmak suretiyle belirlenmesi ve muhdesata isabet eden kısmın muhdesat sahibi paydaşa, geri kalan bedelin ise tapu kaydı ve mirasçılık belgesindeki payları oranında tüm paydaşlara dağıtılması gerekirken, yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş hükmün bu nedenle bozulmasına karar vermek gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/7744 K: 2017/774 T: 07.02.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/3878 K: 2019/610 T: 21.01.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3871 K: 2014/7902 T: 12.06.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/2101 K: 2020/7721 T: 25.11.2020
ORTAKLIĞIN GİDERİLMESİ FİİLİ TAKSİM YARGITAY KARARLARI
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/1256 K: 2020/706
Taşınmazın kullanım biçimi tüm paydaşlar arasında varılan bir sözleşmeyle belirlenmiş ya da fiili bir kullanma biçimi oluşmuş ise bu sözleşme yahut fiili taksime göre taşınmazı kullanan paydaştan ecrimisil istenemez. Bu itibarla paydaşlar arasındaki ecrimisil davalarında, tüm paydaşları bağlayan harici bir taksim sözleşmesi ya da fiili taksimin bulunup bulunmadığı hususu oldukça önemlidir.
Davacılar İstemi: Davacılar vekili; dava konusu 282 parsel sayılı taşınmazın büyüklüğünün 19.750 m2 olup, boş bulunan 5000 m2’lik bölümünün paydaşlar arasındaki taksime göre dava dışı paydaş …mirasçılarına ait olup, taşınmazın geri kalanında ise şeftali ağaçları dikili olduğunu, bu bölümün 13.166 m2’sinin davacılar ile davalı paydaşa ait olduğunu, davacılar murisinin uzun yıllar önce kendisine ait payı bedelsiz bir şekilde davalının kullanımına bıraktığını, ancak ölümünden sonra davacıların ortaklığın giderilmesi davası açtıklarını ve bu şekilde intifadan men koşulunun gerçekleştiğini, buna rağmen davalının müvekkillerinin taşınmazdaki payını herhangi bir bedel ödemeden kullanmaya devam ettiğini, hatta eşi tarafından hile hukuksal nedenine dayalı olarak tapu iptali ve tescil davası açıldığını, ancak yerinde görülmeyen davanın reddedildiğini, ortaklığın giderilmesi davası öncesinde 16-17 yıl boyunca taşınmazı bedelsiz bir şekilde kullanan davalının sonrasında da şeftali ürününden davacıların payını vermediğini ileri sürerek, ecrimisil isteminde bulunmuştur.
Davalı Cevabı: Davalı vekili cevap dilekçesinde; davaya konu yerin davalının eşi tarafından davacıların murisinden satın alındığını, ancak tapu işlemleri sırasındaki hata ve hile sonucunda başka bir taşınmazın tapusunun verildiğini, bu nedenle taşınmazın uzun yıllardır davalının eşi … tarafından malik sıfatıyla kullanıldığını ve şeftali bahçesi hâline getirildiğini, davacıların iyi niyetli olmadıkları gibi talep edilen ecrimisil miktarının da fahiş olduğunu, iddia kabul edilse dahi şeftali ağaçları müvekkili tarafından dikildiğinden ecrimisilin boş tarla üzerinden hesaplanması gerektiğini savunarak, davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
İlk Derece Mahkemesi Kararı: Bursa 7. Asliye Hukuk Mahkemesinin 28.11.2013 tarihli ve 2012/61E., 2013/651 K. sayılı kararı ile; kural olarak intifadan men edilmedikçe paydaşlar birbirlerinden ecrimisil talep edemezler ise de dava konusu taşınmazın 2004 yılından beri davacılar tarafından açılan ortaklığın giderilmesi davasına konu olması nedeniyle intifadan men koşulunun oluştuğu gerekçesi ile taşınmazın net geliri üzerinden hesaplanan 10.300,00TL tazminattan 7.500,00TL’nin dava tarihinden, 2.800,00TL’nin ise ıslah tarihinden itibaren işleyecek faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı: Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur. Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 20.10.2014 tarihli ve 2014/11751 E., 2014/16058 K. sayılı kararı ile;
“… Dava, paydaşlar arasında ecrimisil talebine ilişkindir. Davacılar dava konusu taşınmazın paydaşlar arasında yapılan harici taksime göre dava dışı paydaşın payına isabet eden 5.000 m2 sinin boş tarla niteliğinde olup kullanılmadığını, davacı ve davalı paylarına isabet eden ve üzerinde şeftali ağaçları bulunan 14.750 m2’lik bölümünün davalı tarafından kullanıldığını ileri sürerek 5 yıllık ecrimisilin davalıdan tahsilini istemişlerdir. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; dava konusu 282 Parselin 19750 m2 yüzölçümünde olduğu, 1/3’er payla dava dışı Saadet Avcı, davacıların mirasbırakanı… ve davalı … adına kayıtlı olduğu anlaşılmaktadır.
Hemen belirtilmelidir ki, dava konusu taşınmazda taraflar paydaştırlar. Paylı mülkiyette taşınmazdan yararlanamayan paydaş, engel olan öteki paydaş veya paydaşlardan her zaman payına vaki elatmanın önlenilmesini ve/veya ecrimisil istiyebilir. Elbirliği mülkiyetinde de paydaşlardan biri öteki paydaşların olurlarını almadan veya miras şirketine temsilci atanmadan tek başına ortak taşınmazdan yararlanmasına engel olan ortaklar aleyhine ecrimisil davası açabilir. Ancak, o paydaşın, payına karşılık çekişmesiz olarak kullandığı bir kısım yer varsa açacağı ecrimisil davasının dinlenme olanağı yoktur. Yerleşmiş Yargıtay içtihatlarına ve aynı doğrultudaki bilimsel görüşlere göre payından az yer kullandığını ileri süren paydaşın sorununu, kesin sonuç getiren taksim veya ortaklığın satış yoluyla giderilmesi davası açmak suretiyle çözümlemesi gerekmektedir.
Somut olaya gelince; yapılan araştırma ve incelemenin hüküm kurmaya elverişli olduğunu söyleyebilme olanağı yoktur.
Şöyle ki; çekişme konusu taşınmazda pay sahibi olan tüm paydaşlar arasında harici bir taksimin olup olmadığının ve harici taksim var ise çekişmeli bölümün kime özgülendiği saptanmamış, taksim bulunmuyor ise yine tüm paydaşlarca uzunca bir zaman için her bir paydaşın kullandığı yer bulunacak şekilde bir fiili durumun yaratılıp yaratılmadığı böyle bir fiili durum yaratılmış ise çekişmeli yerin zilyedinin kim olduğu tespit edilmediği gibi taşınmazda davacıların kullandıkları veya kullanabilecekleri yer olup olmadığı hususu da açıklığa kavuşturulmamıştır.
Hal böyle olunca, yukarıdaki ilke ve olgular doğrultusunda gerekli araştırma ve incelemenin yapılması hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile yetinilerek yazılı şekilde karar verilmesi doğru değildir…” gerekçesi ile hüküm bozulmuştur.
Direnme Kararı: Bursa 7. Asliye Hukuk Mahkemesinin 16.06.2015 tarihli ve 2015/185 E., 2015/303 K. sayılı kararı ile davalının cevap dilekçesinde savunmasının temelini, davacıların payını temlik ettiği ve buna bağlı olarak şeftali ağaçlarını diktiği, ecrimisile karar verilecekse boş tarlayı kendisi şeftali bahçesi haline getirdiğinden ecrimisilin tarla üzerinden hesaplanması gerektiği hususuna dayandırdığı, esasen taşınmazın kullanım biçiminde ihtilaf yokken davalı vekilinin taşınmazda davacıların kullanabileceği boş alan itirazını keşif ve bilirkişi aşamasından sonra ileri sürdüğü, ancak tarafların iddia ve savunmaları ile bağlı olduğu, davalı taraf davacıların miras payını muristen satın alarak kullandığını savunduğu için taşınmazın taksim edilip edilmediği, davacı kullanımına terk edilen alan bulunup bulunulmadığı hususunun iddia ve savunma ile bağlılık ilkesi kapsamında araştırma konusu yapılmadığı, bu hususun temlik hakkına dayalı kullanma savunması ile çeliştiği gibi temliken tescil davasında da davacıların payı ile birlikte davalının payına şeftali ağaçları dikildiğinin ileri sürüldüğü, davacılar ile davalının tapudaki pay toplamının davalının zeminde kullandığı miktar ile de örtüştüğü, bu durumda davalı savunmasının ileri sürülüş tarzına göre taşınmazda bulunan 1/3 oranındaki boş alanın tapuda 1/3 oranında paydaş olan dava dışı Saadet Avcı’ya ait pay karşılığı olduğu gerekçesi ile önceki kararda direnilmiştir.
1.UYUŞMAZLIK: Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olayda, tarafların iddia ve savunmaları ile dosya kapsamı uyarınca mahkemece yapılan araştırmanın hüküm kurmaya yeterli olup olmadığı,varılacak sonuca göre çekişme konusu taşınmazda pay sahibi olan tüm paydaşlar arasında harici veya fiili bir taksimin olup olmadığı hususunun araştırılarak, davacıların taşınmazda kullandıkları veya kullanabilecekleri bir yer olup olmadığının belirlenmesi sonucunda oluşacak duruma göre bir karar verilmesinin gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.
III. GEREKÇE: Dava paydaşlar arasında ecrimisil istemine ilişkin olup, konu ile ilgili yasal düzenleme ve kavramların kısaca açıklanmasında yarar vardır.
Mecelle’den aktarılmak suretiyle günümüz hukukunda da kullanılan ecrimisil kavramı, güncelliğini yitirmeyen bir kavramdır. Eski hukukta “emsal mal kıymeti karşılığı” olarak kullanılan ecrimisil, haksız işgal nedeniyle tazminat olarak nitelendirilen özel bir zarar giderim biçimidir. Gerek öğreti ve gerekse yargısal uygulamalarda ifade edildiği üzere, hak sahibinin kötü niyetli zilyetten isteyebileceği bir tür tazminattır.
Yargıtay Büyük Genel Kurulunun 08.03.1950 tarih ve 22/4 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında; fuzuli işgalin tarafların karşılıklı ve birbirine uygun iradeleri ile kurduğu kira sözleşmesine benzetilemeyeceği, niteliği itibarı ile bir haksız eylem sayılması gerektiği, başkasının taşınmazını haksız olarak işgal edip kullanmış olan kötü niyetli kimsenin taşınmazı haksız olarak elinde tutmuş olmasından doğan zararları ve elde ettiği veya elde etmeyi ihmal ettiği semereleri tazmin ile mükellef olduğu vurgulanmıştır.
Nitekim Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 995. maddesinin birinci fıkrasında, iyi niyetli olmayan zilyedin geri vermekle yükümlü olduğu şeyi haksız alıkoymuş olması yüzünden hak sahibine verdiği zararlar ve elde ettiği veya elde etmeyi ihmal eylediği ürünler karşılığında tazminat ödemek zorunda olduğu hüküm altına alınmıştır.
Bu zararın en azı kira geliri karşılığı olan zarardır. Ancak, haksız işgalden doğan zarar her zaman kira geliri karşılığı olan zarar kadar olmayıp çok daha kapsamlı olabilir. Bu nedenle, haksız işgalden doğan normal veya hor kullanma sonucu eskime şeklinde oluşan olumlu zarar ile malik ya da zilyedin yoksun kaldığı fayda şeklinde tanımlanan olumsuz zarar ecrimisilin kapsamını belirler.
Eldeki davada ise paylı mülkiyete konu taşınmaz nedeniyle paydaşlar arasında ecrimisil isteminde bulunulmuştur.
Paydaşlar arasında çıkan uyuşmazlıklar çoğu kez paylı taşınmazdan yararlanma ve taşınmazı kullanma biçimine ilişkindir. Bu nedenle 4721 sayılı TMK’nın paylı mülkiyete ilişkin 688 ile 700. maddeleri arasında bu tür mülkiyette yönetim, tasarruf, yararlanma, koruma, giderlere katılma ve bu konuda paydaşlarca verilen kararların etkisi düzenleme altına alınmış ve paydaşların mülkiyet haklarını bir çekişmeye meydan vermeden, uyum ve düzen içerisinde kullanmaları temin edilmek istenmiştir.
Paylı mülkiyette birden çok kimse, maddi olarak bölünmüş olmayan bir şeyin tamamına belli paylarla maliktir. Başka türlü belirlenmedikçe, paylar eşit sayılır. Paydaşlardan her biri kendi payı bakımından malik hak ve yükümlülüklerine sahip olup, bu pay üzerinde tek başına dilediği gibi tasarrufta bulunabilir. Her paydaş kendi payını başkasına devredilebileceği gibi payı üzerinde rehin hakkı da kurabilir. Yine paydaşlardan birinin payı, kendi alacaklıları tarafından haczettirilebilir. Bir paydaşın vefatı üzerine de payı miras yoluyla kendi mirasçılarına intikal eder.
Kanunun “Yararlanma, Kullanma ve Koruma” başlıklı 693. maddesi; “Paydaşlardan her biri, diğerlerinin hakları ile bağdaştığı ölçüde paylı maldan yararlanabilir ve onu kullanabilir.
Uyuşmazlık hâlinde yararlanma ve kullanma şeklini hakim belirler. Bu belirleme, paylı malın kullanılmasının zaman veya yer itibarıyla paydaşlar arasında bölünmesi biçiminde de olabilir.
Paydaşlardan her biri, bölünemeyen ortak menfaatlerin korunmasını diğer paydaşları temsilen sağlayabilir” hükmünü taşımaktadır.
Bu hüküm uyarınca, her paydaş diğerlerinin haklarına zarar vermemek kaydıyla taşınmazı kullanabilir. Paylı maldan yararlanma veya kullanma hakkı bütün malı kapsar. Ancak bu kullanma ve yararlanma yetkisi, diğer paydaşların hakları ile bağdaştığı ölçüde olanaklıdır.
Bu nedenle paydaşlardan birinin, diğer paydaşın kullanma hakkını engellemesi ya da ihlal etmesi durumunda paylı taşınmazdan yararlanamayan paydaşın giderim hakkı doğar. Engel olan öteki paydaş veya paydaşlardan her zaman payına yönelik el atmanın önlenmesini isteyebileceği gibi ecrimisil de isteyebilir. Ancak, o paydaşın payına karşılık olarak taşınmazda çekişmesiz olarak kullandığı veya kullanabileceği bir kısım yer varsa açacağı ecrimisil davasının dinlenme olanağı yoktur. Çünkü, ecrimisil isteyebilmesi için yararlanma ve kullanma hakkının engellenmiş olması gerekir.
Ayrıca, paydaşlardan birinin diğerinden ecrimisil (işgal tazminatı) isteyebilmesi, kural olarak yararlanmadan men isteğine karşı konulması hâlinde mümkündür. İntifadan men koşulunun gerçekleşmesi ise ecrimisil istenen süreden önce davacı paydaşın davaya konu taşınmazdan ya da gelirinden yararlanmak isteğini davalı paydaşa bildirilmiş olmasına bağlıdır. Ancak, bu kuralın yerleşik yargısal uygulamalarla ortaya çıkmış bir takım istisnaları vardır. Bunlar; davaya konu taşınmazın kamu malı olması, ecrimisil istenen taşınmazın (bağ, bahçe gibi) doğal ürün veren yada (işyeri, konut gibi) kiraya verilerek hukuksal semere elde edilen yerlerden olması, paylı taşınmazı işgal eden paydaşın bu yerin tamamında hak iddiası ve diğerlerinin paydaşlığını inkar etmesi, paydaşlar arasında yapılan kullanım anlaşması sonucu her paydaşın yararlanacağı ortak taşınmaz veya bölümlerinin belirli bulunması, davacı tarafından diğer paydaşlar aleyhine daha önce bu taşınmaza ilişkin elatmanın önlenmesi, ortaklığın giderilmesi, ecrimisil ve benzeri davalar açılması veya icra takibi yapılmış olması hâlleridir.
Paydaşlar, TMK’nın 689/1. maddesine göre kendi aralarında oybirliğiyle anlaşarak yararlanma, kullanma ve yönetime ilişkin konularda kanun hükümlerinden farklı bir düzenleme yapabilirler.
Bu bağlamda, paylı malın maddi varlığı bölünmeye elverişli ise her paydaşa belli bölümlerin özgülenmesi suretiyle kullanılması konusunda anlaşabilirler. Böyle bir kullanım şekli sözleşmeyle kararlaştırılabileceği gibi eylemli olarak da oluşabilir. Taşınmazda eylemli (fiili) bir kullanma biçimi oluşmuş ve paydaşlar uzun süre bu durumu benimsemişlerse, bu oluşumun tapuda yapılacak resmi taksime veya ortaklığın satış suretiyle giderilmesine yahut o yerde bir imar uygulaması yapılmasına kadar korunması “ahde vefa” kuralının yanında Türk Medeni Kanunu’nun 2. maddesinde düzenlenen iyi niyet kuralının da bir gereğidir.
Taşınmazın kullanım biçimi tüm paydaşlar arasında varılan bir sözleşmeyle belirlenmiş ya da fiili bir kullanma biçimi oluşmuş ise bu sözleşme yahut fiili taksime göre taşınmazı kullanan paydaştan ecrimisil istenemez. Bu itibarla paydaşlar arasındaki ecrimisil davalarında, tüm paydaşları bağlayan harici bir taksim sözleşmesi ya da fiili taksimin bulunup bulunmadığı hususu oldukça önemlidir. Keza, böyle bir sözleşme ya da fiili taksimin bulunması hâlinde uyuşmazlık bu taksime göre, bulunmaması hâlinde ise TMK’nın paylı mülkiyete ilişkin hükümlerine göre çözümlenecektir.
Tüm bu açıklamalar kapsamında somut olaya gelindiğinde; dava konusu 282 parsel sayılı taşınmaz 19.750,00 m2 büyüklüğünde olup, 1/3 oranındaki paylarla davacıların murisi…, davalı … ve dava dışı …adlarına kayıtlıdır. Davacılar, tarla niteliğindeki taşınmazda fiili taksim bulunduğunu, kendi paylarına isabet eden bölümün miras bırakanları tarafından uzun yıllar önce bedelsiz olarak davalı paydaşın kullanımına bırakıldığını, taşınmazda boş bir alan varsa da bu bölümün dava dışı …payına düşen yer olduğunu ileri sürerek eldeki davayı açmışlardır. Davalı taraf ise fiili taksim iddiasına karşı, davacılara ait payın muris…’tan satın alındığını ve bu nedenle şeftali bahçesi hâline getirilerek kullanıldığını savunulmuştur.
Gerçekten de dosya kapsamı ve cevap dilekçesi içeriğinden; taşınmazın 2/3’üne şeftali ağacı dikilerek davalı paydaş Sükriye Savaş’a teb’an eşi … tarafından kullanıldığı anlaşılmaktadır. Bu bölümdeki şeftali ağaçlarının 16-17 yaşlarında olduğu gözetildiğinde, bu kullanım şeklinin uzun yıllardır devam ettiği açıktır. Kaldı ki, … tarafından daha önce açılan iki ayrı davada, davacılara ait pay üzerinde hak iddiasında bulunularak şeftali bahçesi haline getirildiği için temliken tescil talep edilmiştir. Belirtmek gerekir ki, davalı tarafın davacılara ait payı fiilen kullandığını kabul etmesi dışında dava konusu taşınmazın büyüklüğü, maliklerin eşit paylara sahip olması ve taşınmazda bahçe yapılan bölüm ile tarla olarak bırakılan bölümün birbirlerine oranı da açık bir şekilde paydaşlar arasında paylarıyla orantılı olacak şekilde fiili bir kullanma biçiminin oluştuğunu ve şeftali ağacı dikilen bölümün eylemli olarak davacılar ile davalıya ait paylara özgülenen bölüm olduğunu göstermektedir.
Hâl böyle olunca, yerel mahkemece yukarıdaki gerekçeler kapsamında paydaşlar arasında fiili kullanma biçiminin oluştuğu kabul edilerek verilen direnme kararı usul ve yasaya uygun olup, yerindedir.
Ne var ki, hükmedilen ecrimisilin miktarına ilişkin temyiz itirazları Özel Dairece incelenmediğinden bu konuda inceleme yapılmak üzere dosya Özel Daireye gönderilmelidir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1988/6585 K: 1988/870 T: 02.11.1988
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/335 K: 2001/409 T: 25.04.2001
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/620 K: 2001/678 T: 03.10.2001
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/301 K: 2006/297 T: 24.05.2006
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2020/220 K: 2020/726
Taksim sözleşmesinin geçerli olabilmesi için miras bırakanın ölümünden sonra bütün mirasçıların veya temsilcilerinin iradelerinin birleşmesi asıl olduğundan, her birinin kendi payına düşeni aldığı ve diğer mirasçıların paylarına düşenler bakımından da karşılıklı olarak vazgeçtikleri açık ve kesin şekilde belirlenmedikçe taksimin sabit olduğu kabul edilemeyecektir
Davacı İstemi: 4. Davacı vekili 06.01.2010 harç tarihli dava dilekçesinde; davalı borçlu … hakkında müvekkiline olan borcundan dolayı Beyoğlu 2. İcra Dairesinin 2005/1664 takip sayılı dosyası ile başlatılan takip kesinleşince borçlunun kendisine babasından kalan ve diğer davalıların da iştiraken malik oldukları Güngören İlçesi 2 pafta 9130 parsel sayılı arsa niteliğinde olan üzerinde üç katlı yapı bulunan taşınmaza haciz şerhi işlendiğini, borçlunun hissesinin satışı amacıyla Beyoğlu 2. İcra Mahkemesinin 2007/718 E. sayılı dosyasında ortaklığın giderilmesi amacıyla yetki alındığını, yetkiye istinaden açılan Bakırköy 6. Sulh Hukuk Mahkemesinin 2007/1800 E. sayılı dosyanın temyiz incelemesinde olduğunu, yine davalı … tarafından ikame edilen Bakırköy 2. Sulh Hukuk Mahkemesinin 2008/189 E. sayılı dosyasına ilişkin yargılama devam ederken davalıların kendi aralarında kat irtifakı konusunda anlaşarak taşınmazı mirasa göre taksim ettiklerini, yapılan taksim sonucunda davalı …’nin kıymet olarak çok düşük bir bağımsız bölüme razı olduğunu, kat irtifakı kurulurken davalı …’in vekil vasıtasıyla imza attığını, yapılan taksim neticesinde davalı …’nin çok düşük bir paya alacaklı olan davacıyı zarara uğratmak ve mal kaçırmak gayesi ile razı olduğunu, müvekkilinin kaybına yol açan taksimin muvazaalı olduğunu ileri sürerek taksimin iptaline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı Cevabı: 5. Davalılar İsmail, … ve … vekili 29.03.2010 havale tarihli cevap dilekçesinde; alacağın tahsili için tüm hukuki yolların tüketilmesi gerektiğinden dava açmakta hukuki menfaatin bulunmadığını, davacının, alacağından ötürü …’ye yönelik olarak icra takibi başlattığını ve bu davalının miras hissesine haciz koydurduğunu, davacı tarafın Bakırköy 6. Sulh Hukuk Mahkemesini 2007/1800 E. sayılı dosyası ile müvekkilleri aleyhine paydaşlığın giderilmesi davası açmasına rağmen davayı takip etmediğini, davalılardan …’nin müvekkilleri aleyhine açtığı Bakırköy 2. Sulh Hukuk Mahkemesinin 2008/189 E. sayılı paydaşlığın giderilmesi davasında da müvekkilleri ile davalı …’in sulh olduğunu ve ödenecek fark bedelleri ile karşılıklı ödemeler yapılarak gayrimenkulde kat irtifakı tesis edildiğini belirterek davanın reddine karar verilmesi gerektiğini savunmuştur. 6. Davalı … cevap dilekçesi sunmamış ve yargılamaya katılmamıştır.
Mahkeme Kararı: 7. Bakırköy 9. Asliye Hukuk Mahkemesinin 24.11.2011 tarihli ve 2010/4 E., 2011/439 K. sayılı kararı ile; dava konusu olan taşınmaz üzerine icra dairesince 24.05.2005 tarihinde ihtiyati haciz konulduğu, davalı …’nin diğer davalılar aleyhine açtığı paydaşlığın giderilmesi davasında 28.11.2006 tarihinde ortaklığın giderilmesine karar verildiği, kararın temyiz incelemesinde bozulduğu, mahkemece taraflara kat mülkiyeti kurmaları hususunda süre verildiği ve bundan sonra da davanın takipsiz bırakılarak açılmamış sayılmasına karar verildiği, davalıların dava konusu olan taşınmazda kendi aralarında yaptıkları 14.05.2009 tarihli anlaşmaya istinaden davalı borçluyu da kapsayacak şekilde kat irtifakı tesis edildiği, diğer davalıların davalı borçlu …’ye 35.000,00TL ivaz bedeli vererek binanın bodrum katındaki 1/4 arsa paylı 1 nolu bağımsız bölümü verdikleri hususunun tapu kaydından anlaşıldığı, davalı …’nin kardeşi olan diğer davalıların bu davalının borca batık olduğunu bilebilecek durumda oldukları, İİK’nın 278/3. maddesi uyarınca da özellikle yasa koyucunun bazı tasarrufları bağışlama hükmünde sayarak aksi ispat edilmeyen kesin karine kabul etmesi ve davalı … ile diğer davalılar arasında kardeşlik bağı bulunması nedeniyle … dışındaki diğer davalıların iyi niyet iddiasının dikkate alınmadığı, ortada ivazsız nitelikte bir tasarruf bulunduğu gerekçesiyle davalı borçlu …’nin diğer davalı üçüncü kişiler ile dava konusu taşınmazla ilgili olarak kat irtifakı kurulmasına ilişkin yapmış oldukları 05.06.2009 tarihli tasarruf işleminin takip konusu alacak ve ferileri ile sınırlı olarak iptaline, alacaklıya bu taşınmazın haciz ve satışını isteme yetkisi tanınmasına karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı: 8. Bakırköy 9. Asliye Hukuk Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalılar …, … ve … vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
Yargıtay 17. Hukuk Dairesince 27.03.2014 tarihli ve 2014/1298 E., 2014/4385 K. sayılı kararı ile; “…Dava İİK. nın 277 ve devamı maddeleri uyarınca açılan tasarrufun iptali isteğine ilişkindir. İİK. nın 277 ve izleyen maddelerinde düzenlenen tasarrufun iptali davalarında amaç, borçlunun haciz yada iflasından önce yaptığı ve aslında geçerli olan bazı tasarrufların geçersiz ya da “iyiniyet kurallarına aykırılık” nedeniyle alacaklıya karşı sonuçsuz kalmasını ve dolayısıyla o mal üzerinden cebri icraya devamla alacağın tahsilini sağlamaktır. Davacı, iptal davası sabit olduğu takdirde, tasarruf konusu mal üzerinde cebri icra yolu ile hakkını almak yetkisini elde eder ve tasarruf konusu taşınmaz mal ise, davalı üçüncü şahıs üzerindeki kaydın düzeltilmesine gerek olmadan o taşınmazın haciz ve satışını isteyebilir (İİK. md 283/1). Bu yasal nedenle iptal davası, alacaklıya alacağını tahsil olanağını sağlayan, nisbi nitelikte yasadan doğan bir dava olup; tasarrufa konu malların aynı ile ilgili değildir.
4721 Sayılı Türk Medeni Kanunun 676/son maddesi uyarınca mirasçılar arasındaki paylaşımın yazılı şekilde yapılması yeterlidir. Mirasçılar arasında yapılan rızai taksim bir sözleşme olup tarafların iradesi ne biçimde birleşmişse o biçimde gerçekleşir. Bu nedenle paylaşımda eşitlik şart değildir.
Somut olayda davacı vekili, davalıların murisleri olan…’den intikal eden 9130 sayılı parsel üzerindeki arsa ve binayı taksim ettiklerini ancak borçlu davalıya daha az değerli olan dükkanın isabet ettiğini öne sürerek davalılar arasında yapılan muvazaalı taksimin iptalini talep etmiştir. Dosya içeriğinden de dava konusu 9130 parsel sayılı arsa niteliğindeki taşınmazın …’ye ait iken 06.05.1998 tarihinde ölümü ile mirasçıları olan davalılara intikal ettiği, davalıların kendi aralarında yaptıkları 14.05.2009 tarihli anlaşma ile taşınmazı taksim ettikleri bu taksim sonucu taşınmaz üzerindeki 1 nolu dükkanın borçlu davalı …’ye kaldığı ve davalıların kat irtifakı talep etmeleri sonucu sözü edilen dükkanın borçlu davalı adına tapuya tescil edildiği anlaşılmıştır. Bu durumda davalılar arasında yapılan rızai taksim sonucu mirasın taksim edildiği ve rızai taksimde mutlak eşitlik şart olmadığından mahkemece davanın reddine karar verilmesi gerekirken yanlış değerlendirme sonucu davanın kabulüne karar verilmiş olması doğru bulunmamıştır…” gerekçesi ile karar bozulmuştur.
Direnme Kararı: 10. Bakırköy 9. Asliye Hukuk Mahkemesinin 10.06.2015 tarihli ve 2015/144 E., 2015/224 K. sayılı kararı ile; önceki gerekçeye ilave olarak taraflarca rızai taksim sözleşmesinin eşitlik gayesi güdülerek yapıldığının anlaşıldığı ve taksim olunan bağımsız bölümlere bakıldığında taksimin amacını aşan fark bulunduğunun saptandığı, davalıların kendi aralarında yaptıkları 14.05.2009 tarihli anlaşmaya istinaden davalı borçluyu da kapsayacak şekilde kat irtifakı tesis edildiği, davalı borçlu …’ye diğer davalıların 35.000,00TL ivaz bedeli vererek binanın bodrum katındaki 1/4 arsa paylı 1 nolu bağımsız bölümü verdikleri, davalıların kardeş oldukları, davalı …’in borca batık olduğunu bilebilecek durumda oldukları, Bakırköy 5. İcra Hukuk Mahkemesinin 2013/108 E., 2013/427 K. sayılı ilamına göre de iş bu davaya dayanak olan ve davacının davalı borçlu … hakkında başlatmış olduğu İstanbul 32. İcra Dairesinin 2005/1664 E. sayılı dosyasında icra takip dosyasından haczedilen ve satışı istenilen taşınmazın tapuda haciz tarihi itibariyle …, …, … ve borçlu …’nin miras bırakanı babası adına kayıtlı olduğu, haciz tarihinden sonra tarafların bir araya gelerek iştirak hâlinde olan taşınmazın mülkiyet durumunu kat irtifakına çevirip tapuya tescil ettikleri, borçlu ve 3. şahısların hacizli taşınmazlar üzerindeki haczi yok sayarak kat irtifakı tesis ettirmesinin hukuka aykırı olduğu, Bakırköy 7. İcra Dairesinin 2010/1524 talimat sayılı dosyasında yapılan ihalenin feshine karar verildiği ve iş bu kararın Yargıtay’dan geçmek suretiyle de onandığı gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi: 11. Direnme kararı süresi içinde davalılar …, … ve … vekili tarafından temyiz edilmiştir.
UYUŞMAZLIK 12. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; yapılan taksim sözleşmesinin muvazaalı olduğu iddiasının 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 676/son maddesi uyarınca davalılar arasında yazılı şekilde yapılan 14.05.2009 tarihli anlaşma belgesi ve dosya kapsamında bulunan diğer belgeler karşısında yerinde olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
GEREKÇE 13. Dava, 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu’nun (İİK) 277 vd. maddeleri uyarınca açılan tasarrufun iptali istemine ilişkindir.
Tasarrufun iptali davaları İİK’nın 277 ve devamı maddelerinde düzenlenmiş; 277. madde de; bu davayı elinde muvakkat yahut kati aciz vesikası bulunan her alacaklının, iflas idaresinin yahut 245. maddede ve 255. maddenin 3. fıkrasında yazılı hâllerde alacaklıların kendilerinin açabileceği belirtilmiştir.
Tasarrufun iptali davasından maksat, 278, 279 ve 280. maddelerde yazılı tasarrufların butlanına hükmettirmek (m. 277) olduğundan, uyuşmazlığın çözümü için öncelikle Kanun’un öngördüğü iptal sebepleri üzerinde durularak, davanın amacı ve niteliği açıklanmalıdır.
“İvazsız Tasarrufların Butlanı” başlıklı 278. maddede; mutat hediyeler hariç olmak üzere, hacizden veya haczedilecek mal bulunmaması sebebiyle acizden yahut iflasın açılmasından haczin veya aciz vesikası verilmesinin sebebi olan yahut masaya kabul olunan alacaklardan en eskisinin tesis edilmiş olduğu tarihe kadar geriye doğru olan müddet içinde yapılan bütün bağışlamaların ve ivazsız tasarrufların batıl olduğu belirtilmiş, ancak bu sürenin haciz veya aciz yahut iflastan evvelki iki seneyi geçemeyeceği hüküm altına alınmıştır.
Maddede ivazlı olduğu hâlde bağışlama gibi geçersiz olan tasarruflar ise “1.Karı ve koca ile usul ve füru, sıhren üçüncü dereceye kadar (bu derece dahil) hısımlar, evlat edinenle evlatlık arasında yapılan ivazlı tasarruflar, 2. Akdin yapıldığı sırada, kendi verdiği şeyin değerine göre borçlunun ivaz olarak pek aşağı bir fiyat kabul ettiği akitler, 3. Borçlunun kendisine yahut üçüncü bir şahıs menfaatine kaydı hayat şartiyle irat ve intifa hakkı tesis ettiği akitler ve ölünceye kadar bakma akitleri” olarak üç bent hâlinde yer almıştır. Yeri gelmiş iken hemen belirtmek gerekir ki; Anayasa Mahkemesinin 11.07.2018 tarihli ve 2018/9 E., 2018/84 K. sayılı kararı ile daha önce 278. maddenin 3. fıkrasının 1 numaralı bendinde yer alan “…neseben veya…” ibarelerinin “…mülkiyet hakkına müdahale teşkil eden itiraz konusu kuralda; neseben üçüncü dereceye kadar (bu derece dâhil) hısımlar arasında yapılan ivazlı tasarrufların başka hiçbir koşula bağlı bulunmaksızın bağışlama gibi olduğu, aksinin iddiası ve ispatı mümkün olmayan bir olgu olarak kabul edilmiştir. Bu bakımdan tasarruf konusu malın değerinin tam olarak veya fazlasıyla ödenmiş olması, tasarruf işleminin borçlunun alacaklılarının da menfaatine bulunması, alacaklıların tasarruf işlemi dolayısıyla zarar görmemesi, alacaklıların alacağı tahsil ve cebri icra imkânlarının zorlaştırılmamış hatta kolaylaştırılmış olması sonucu değiştirmeyecektir. Neseben üçüncü dereceye kadar (bu derece dâhil) hısımlar arasında gerçekleşen ivazlı tasarruflara kesin olarak bağışlama sonucunu bağlayan itiraz konu düzenleme, taraflara belirtilen hususlarda iddia ve savunmada bulunma, bu hususların ispatı yönünden delil, bilgi ve belge sunma imkânı vermemektedir. Bu yönüyle mülkiyet hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında gözetilmesi gereken makul dengeyi malik aleyhine bozan düzenlemenin ulaşılmak istenen amaç ile orantılı olduğu söylenemez…” gerekçesiyle Anayasa’ya aykırı olduğundan iptaline, kararın Resmî Gazete’de yayımlanmasından başlayarak dokuz ay sonra yürürlüğe girmesine karar verilmiştir.
Kanunda yer alan diğer iptal sebepleri ise “Acizden Dolayı Butlan” başlıklı 279. maddede; “Aşağıdaki tasarruflar borcunu ödemiyen bir borçlu tarafından hacizden veya mal bulunmaması sebebile acizden yahut iflasın açılmasından evvelki bir sene içinde yapılmışsa yine batıldır:
1 – Borçlunun teminat göstermeği evvelce taahhüt etmiş olduğu haller müstesna olmak üzere borçlu tarafından mevcut bir borcu temin için yapılan rehinler;
2 – Para veya mutat ödeme vasıtalarından gayrı bir suretle yapılan ödemeler;
3 – Vadesi gelmemiş borç için yapılan ödemeler.
4- Kişisel hakların kuvvetlendirilmesi için tapuya verilen şerhler.
Bu tasarruflardan istifade eden kimse borçlunun hal ve vaziyetini bilmediğini ispat eylerse iptal davası dinlenmez.” ve
“Zarar verme Kastından dolayı İptal” başlıklı 280. maddede;
“Malvarlığı borçlarına yetmeyen bir borçlunun, alacaklılarına zarar verme kastıyla yaptığı tüm işlemler, borçlunun içinde bulunduğu malî durumun ve zarar verme kastının, işlemin diğer tarafınca bilindiği veya bilinmesini gerektiren açık emarelerin bulunduğu hâllerde iptal edilebilir. Şu kadar ki, işlemin gerçekleştiği tarihten itibaren beş yıl içinde borçlu aleyhine haciz veya iflâs yoluyla takipte bulunulmuş olmalıdır (Mülga ikinci fıkra: 17/7/2003-4949/103 md.).
Üçüncü şahıs, borçlunun karı veya kocası, usul veya füruu ile üçüncü dereceye kadar (bu derece dahil) kan ve sıhri hısımları, evlat edineni veya evlatlığı ise borçlunun birinci fıkrada beyan olunan durumunu bildiği farz olunur. Bunun hilafını üçüncü şahıs, ancak 279 uncu maddenin son fıkrasına göre isbat edebilir.
Ticari işletmenin veya işyerindeki mevcut ticari emtianın tamamını veya mühim bir kısmını devir veya satın alan yahut bir kısmını iktisapla beraber işyerini sonradan işgal eden şahsın, borçlunun alacaklılarını ızrar kasdını bildiği ve borçlunun da bu hallerde ızrar kasdiyle hareket ettiği kabul olunur. Bu karine, ancak iptal davasını açan alacaklıya devir, satış veya terk tarihinden en az üç ay evvel keyfiyetin yazılı olarak bildirildiğini veya ticari işletmenin bulunduğu yerde görülebilir levhaları asmakla beraber Ticaret Sicili Gazetesiyle; bu mümkün olmadığı takdirde bütün alacaklıların ıttılaını temin edecek şekilde münasip vasıtalarla ilan olunduğunu ispatla çürütülebilir…” şeklinde düzenlenmiştir.
Görüldüğü gibi, borçlunun aciz ya da iflasından önce yaptığı iptale tabi tasarruflar üç grup altında ve 278, 279 ve 280. maddelerinde düzenlenmiş, ancak bu maddelerde iptal edilebilecek bütün tasarruflar sınırlı olarak sayılmış değildir. Kanun, iptale tabi bazı tasarruflar için genel bir tanımlama yaparak hangi tasarrufların iptale tabi olduğu hususunun tayinini hâkimin takdirine bırakmıştır (İİK. m. 281). Bu yasal nedenle de davacı tarafından İİK’nın 278, 279 ve 280. maddelerden birine dayanılmış olsa dahi mahkeme bununla bağlı olmayıp diğer maddelerden birine göre iptal kararı verebilir. Nitekim aynı ilkeler Hukuk Genel Kurulunun 25.11.1987 tarihli ve 1987/15-385 E., ve 1987/872 K.; 08.10.2019 tarihli ve 2017/17-2248 E., 2019/998 K. sayılı kararlarında da kapsamlı bir biçimde açıklanmıştır.
İİK.’daki düzenlemeler karşısında tasarrufun iptali davası; “Borçlunun alacaklısını zarara uğratmak kastıyla mal varlığından çıkarmış olduğu, mal ve hakların veya bunların yerine geçen değerlerin tasarruftan zarar gören alacaklının alacağını elde etmesi amacıyla dava açarak tekrar borçlunun mal varlığına geçmesini sağlayan bir dava,” kısaca borçlunun alacaklılarından mal kaçırmak için yaptığı tasarruflarını, alacaklının alacağı ile sınırlı olarak hükümsüzleştirmeye yönelik bir dava şeklinde tanımlanabilir. İptal davasının amacı bir alacağı ödememek için, mal varlığını azaltıcı veya artışını önleyici nitelikte, borçlu tarafından yapılan bir taraflı hukuki işlemler ve fiillerle, borçlunun amacını bilen veya bilmesi gereken kişilerle yaptığı tüm hukuki işlemleri, alacaklının alacağı ile sınırlı olarak hükümsüz sayarak işlem konusu mal veya hakkı hâlen borçluya aitmiş gibi, cebrî icra yolu ile alacaklının alacağını almasına olanak sağlamaktır (Güneren, A: İcra ve İflas Hukukunda Tasarrufun İptali Davaları, Ankara 2012, s: 39, 40). Davacı, iptal davası sabit olduğu takdirde, tasarruf konusu mal üzerinde cebri icra yolu ile hakkını almak yetkisini elde eder ve tasarruf konusu taşınmaz mal ise, davalı üçüncü şahıs üzerindeki kaydın düzeltilmesine gerek olmadan o taşınmazın haciz ve satışını isteyebilir (İİK. m 283/1). Bu yönüyle iptal davası hukuki niteliği itibariyle malın aynına ilişkin değil, şahsi bir davadır.
Borçlunun, alacaklılarına zarar vermek amacıyla kendisine miras yoluyla intikal eden ve hissedar olduğu mal varlığını, resmi taksim sözleşmesi ile diğer mirasçılara devretmesi işlemi de tasarrufun iptali davasına konu olabilmektedir. Somut olayda da davacı vekilince, davalıların murisleri olan…’den intikal eden parsel üzerindeki arsa ve binayı taksim ettikleri, ancak borçlu davalıya daha az değerli olan dükkânın isabet ettiği, yapılan işlemin muvazaalı olduğu ve mal kaçırmak amacıyla yapıldığı ileri sürüldüğünden uyuşmazlığın çözümü için taksim sözleşmesi üzerinde de durmakta yarar bulunmaktadır.
Taksim kanunda düzenlenmiş müşterek mülkiyeti sona erdiren özel bir yoldur. Taksim ile bütün paydaşlar bakımından müşterek mülkiyet sonra erer. Paydaşlar anlaşarak taksim yapabilecekleri gibi, taksime dava yoluyla da ulaşılabilir. Tarafların anlaşarak yaptıkları taksime rızai taksim, hâkim kararı ile yapılan taksime ise kazai taksim denir. Müşterek mülkiyetin sona erdirilmesi rızai taksimle veya kazai taksimle olabileceği gibi, müşterek malın taksim edilmeyip satılması suretiyle de olabilir (Kılıç, H: Gayrimenkul Davaları, Ankara, 2007, C I, s. 566 vd.).
4721 sayılı TMK’nın 676 maddesinde “Mirasçılar arasında payların oluşturulması ve fiilen alınması veya aralarında yapacakları paylaşma sözleşmesi mirasçıları bağlar. Paylaşma sözleşmesiyle mirasçılar, tereke mallarının tamamı veya bir kısmı üzerindeki elbirliği mülkiyetinin miras payları oranında paylı mülkiyete dönüştürülmesini de kabul edebilirler. Paylaşma sözleşmesinin geçerliliği yazılı şekilde yapılmasına bağlıdır.” hükmüne yer verilmiştir. Maddeye göre, taksim sözleşmesinin geçerli olabilmesi için miras bırakanın ölümünden sonra bütün mirasçıların veya temsilcilerinin iradelerinin birleşmesi asıl olduğundan, her birinin kendi payına düşeni aldığı ve diğer mirasçıların paylarına düşenler bakımından da karşılıklı olarak vazgeçtikleri açık ve kesin şekilde belirlenmedikçe taksimin sabit olduğu kabul edilemeyecektir. Bu nedenle TMK’nın 676. maddesinde sözleşmenin geçerliliği yazılı şekle bağlanmış, 10.12.1952 tarihli ve 1950/2 E., 1952/4 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında da taksim sözleşmesine tüm mirasçıların katılımı ve yazılı olması taksimin geçerliliği için yeterli kabul edilmiş, taksimde mutlak eşitlik aranmamıştır.
Yukarıdaki açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; alacaklı davacı … tarafından borçlu davalı … aleyhine 86.038,64TL asıl alacak yönünden 24.05.2005 tarihinde icra takibi başlatılmış olup, davalı borçlu 14.02.2006 tarihinde icra dairesine müracaat ederek takibe konu alacağı kabul etmiştir. İcra dairesince dava konusu taşınmaz üzerine 24.05.2005 tarihinde ihtiyati haciz konulmuştur. Davacı tarafça alınan yetkiye istinaden açılan ortaklığın giderilmesi davasında davanın takip edilmemesi ve süresi içinde de yenilenmemesi nedeniyle davanın açılmamış sayılmasına karar verilmiş, verilen karar Yargıtay (Kapatılan) 6. Hukuk Dairesinin 23.03.2010 tarihli ve 2009/11830 E., 2010/3204 K. sayılı kararıyla onanmıştır. Borçlu … tarafından dosyanın diğer davalılarına yönelik olarak açılan ortaklığın giderilmesi davasında ise, satış suretiyle ortaklığın giderilmesine dair verilen karar, Yargıtay (kapatılan) 18. Hukuk Dairesinin 19.11.2007 tarihli ve 2007/6976 E., 2007/9858 K. sayılı kararı ile bozulmuş, uyulan bozma ilamı sonucu yapılan yargılamada ise davanın açılmamış sayılmasına karar verilmiştir. Dava konusu 9130 parsel sayılı arsa niteliğindeki taşınmazın …’ye ait iken 06.05.1998 tarihinde ölümü ile mirasçıları olan davalılara intikal ettiği, davalıların kendi aralarında yaptıkları 14.05.2009 tarihli yazılı paylaştırma anlaşması ile taşınmazı taksim ettikleri, bu taksim sonucu taşınmaz üzerindeki 1 nolu dükkanın borçlu davalı …’ye kaldığı ve davalıların kat irtifakı talep etmeleri sonucu sözü edilen dükkanın borçlu davalı adına tapuya tescil edildiği anlaşılmıştır. Paylaştırmada arazi ve üzerindeki bina değeri toplamda 420.000,00TL olarak kabul edilmiş ve tüm davalıların fark bedeli olarak davalı borçluya 35.000,00TL ödeyecekleri kararlaştırılmıştır. 05.06.2009 tarihli makbuz karşılıklı belgeye göre davalı borçlu 35.000,00TL fark bedelini aldığını belirtmiştir. Dosya kapsamında bedelin ödenmediğine dair bir iddia bulunmamaktadır. Hükme esas alınan bilirkişi raporunda davalı borçluya ait ¼ arsa paylı 1 nolu dükkanın arsa payı dahil akit tarihindeki değeri 68.500,00TL olarak belirtilmiş, diğer bağımsız bölümlere ise 100.000,00 ve 110.000,00’er TL değer biçilmiştir.
TMK’nın 676. maddesi uyarınca terekeye tabi taşınmazların yazılı olmak koşuluyla mirasçılar arasında taksimi geçerli olup, taksimin geçerli olması için tüm mirasçılar arasında eşit bir paylaşım gerekli değildir. Somut olayda yapılan paylaşımda hisselerin parasal değerine göre açık bir bedel farkı da bulunmamaktadır. Eş söyleyişle edimler arasında bir oransızlık bulunduğu, varsa bu oransızlığın ciddi ve objektif olarak makul karşılanmasının beklenemeyeceği bir durum yoktur. Takip konusu alacak miktarı ve paylaşım sonucu borçluya düşen oran dikkate alındığında, davalı borçlunun mal kaçırma kastıyla hareket ettiğine dair somut deliller sunulamadığı gibi, aksine yukarıda açıklanan tüm aşamalarda borçlu davalının borçlarını ödemek gayesiyle hareket ettiği ve yapılan işlemlerin mal kaçırmak için değil, taksim gayesiyle yapıldığı ortaya konulmuştur. Bu durumda mahkemece davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ve hatalı gerekçeyle yazılı şekilde hüküm kurulması yerinde görülmemiştir.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, hükme esas alınan bilirkişi raporunda borçlu …’e verilen dükkânın değerinin 68.500,00TL, diğer davalılara verilen dükkân ve meskenlerin değerlerinin 100.000,00TL, 110.000,00TL. 110.000,00TL ve değer farkları toplamının ise 31.500,00TL, 41.500,00TL, 41.500,00TL’nin toplamı 114.500,00TL olduğunun tespit edildiği, taksim sözleşmesinde mirasçılar arasında açık bir nispetsizlik olduğu, Medeni Kanun hükümlerine göre açılacak davalarda aranan eşitliğin şart olmaması hususunun İİK’nın 278/ 3-2. maddesinde göz önüne alınmayacağı, davalılar kardeş olduğundan borçlunun mal kaçırma ve ızrar kastıyla hareket ettiğini de bilebilecek durumda olduklarından direnme kararının onanması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de; bu görüş yukarıda açıklanan nedenlerle Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir.
Hâl böyle olunca Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uymak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. 27. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Açıklanan nedenlerle; Davalılar …, … ve … vekillerinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3. maddesi atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA,
İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatıranlara geri verilmesine, Aynı Kanun’un 440. maddesi gereğince kararın tebliğinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 06.10.2020 tarihinde oy çokluğuyla karar verildi.
KARŞI OY
Tasarrufun iptal davaları ile güdülen amaç bir alacağın tamamının ya da bir kısmının tahsiline olanak bırakmamak amacı ile borçlu tarafından yapılan hukuksal işlemlerle borçlunun amacını bilen veya bilmesi gereken kimselerle yapılan bütün hukuksal işlemlerin iptalini sağlamak ve bu yol ile alacağı tahsil etmektir. Davacı iptal davası sabit olduğu takdirde tasarrufa konusu mal üzerinde cebri icra yolu ile hakkını alma yetkisi elde eder ve tasarruf konusu taşınmaz mal ise davalı üçüncü kişi üzerindeki kaydın düzeltilmesine gerek olmadan o taşınmazın haciz ve satışını isteyebilir (İİK 283/1). İptal edilmiş olan tasarruf, iptal davası açmış ve kazanmış olan alacaklıya karşı hüküm ifade etmez.
Somut olayda borçlu … hakkındaki takip kesinleşince, borçlu …’e babasından intikal eden diğer davalıların da iştiraken malik oldukları tapuda 2 pafta 9130 parselde kayıtlı arsa niteliğinde üzerinde 3 katlı yapı bulunan taşınmaza muristen borçluya intikal edecek hisse üzerine haciz şerhi konulmuştur.
Davalıların 14.05.2009 tarihli taksim sözleşmesi yaptıkları 9130 parsel üzerindeki binada olan daireleri aralarında paylaşıp üzerlerinde kat irtifakı tesis ettikleri, binanın bodrum katındaki dükkanı borçlu …’in, katlardaki daireleri diğer davalı mirasçıların aldığı, fark bedeli olarak 35.000TL’yi diğer davalıların …’ye ödemelerinin kararlaştırıldığı, … imzalı 05.06.2009 tarihli adi yazılı belgede …’nin fark bedeli 35.000TL’yi davalılar …, …, …’den aldığını beyan ettiği görülmektedir.
Davacı alacaklı, borçlu … hakkındaki takipte borçlunun borca yetecek haczi kabil malının bulunmadığını ancak alacaklıdan mal kaçırma amacı ile murisinden kendisine kalan taşınmazı diğer paydaşlarla yaptığı taksimde daha az değerli taşınmazın borçluya kaldığını ileri sürerek, davalıların …’nin feragat ettiği hak kadar mal varlıklarında artış olduğundan taksim tasarrufun iptaline karar verilmesini talep etmiştir.
Mahkemece yaptırılan bilirkişi incelemesi sonucu verilen raporda sözleşme tarihi itibariyle borçlu …’e verilen bodrum kat dükkanın değeri 68.500TL, diğer davalılara verilen dükkan ve meskenlerin değerleri 100.000TL, 110.000TL, 110.000TL olup toplam değerin 388.500TL olduğu değer farkları toplamının 31.500+41.500+41.500=114.500TL olduğu tespit edilmiştir.
Davalılar kardeş olup, borçlu …’in borca batık olduğunu bilebilecek durumdadırlar.
İİK 278/3-2. bendinde “Akdin yapıldığı sırada kendi verdiği şeyin değerine göre borçlunun ivaz olarak pek aşağı bir fiyat kabul ettiği akitler” şeklinde hüküm düzenlenmiş olup, bu tür tasarrufların bağışlama gibi olduğu ve iptali gerekeceği öngörülmüştür.
Taksim sözleşmesinde mirasçılar arasında açık bir nispetsizlik bulunduğu, taksimde hisselerin parasal değerine göre aşırı bedel farkı bulunduğu, davalıların kardeş olduğundan borçlu …’in alacaklısından mal kaçırma ve ızrar kastı ile hareket ettiğini bilebilecek durumda olduğundan tasarrufun iptali gerekmektedir.
TMK 676/son maddesi uyarınca mirasçılar arasındaki paylaşımda eşitliğin şart olmaması hususu Medeni Kanun hükümlerine göre açılan miras taksim sözleşmesinin iptali davasında geçerli bir husus olup İİK 278/3-2. bendi hükmü karşısında göz önüne alınamaz.
Öte yandan alacaklının hacizi sonrası yapılan taksim sözleşmesinden sonraki tarihi taşıyan 06.02.2009 tarihli makbuz, her zaman düzenlenecek adi belge olup, borçlunun aralarında bulunduğu mirasçıların alacaklıdan mal kaçırma kastı ile muvazaalı olarak düzenlenebileceği gerçeği karşısında davacı alacaklıya karşı bir delil oluşturmaz. Kaldı ki bu fark bedelin diğer mirasçı davalılarca alacaklıya verildiği ispat edilse dahi fark bedel kadar alacaklıdan mal kaçırdığını ortaya koyar.
Yukarıda açıklanan nedenlerle direnme kararının onanması görüşünde olduğumuzdan, Genel Kurulun bozma yönündeki çoğunluk görüşüne katılamıyoruz.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2000/904 K: 2000/920 T: 24.05.2000
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/140 K: 2004/135 T: 03.03.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1990/520 K: 1991/11 T: 30.01.1991
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2014/38 K: 2015/1657 T: 17.06.2015
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/2000 K: 2021/690
Yargıtay uygulamalarında da istikrarlı bir şekilde kabul edildiği üzere tamamlanmış yapının fiili durumu ile onaylı projesi arasında aykırılıkların bulunması ya da yapının imara uygun ancak projesiz inşa edilmiş olması gibi kat mülkiyeti kurulmasına engel oluşturan eksikliklerin mevcut olduğu durumlarda hemen kat mülkiyeti kurulamayacağı sonucuna varılmayarak, bu eksikliklerin giderilip yasal koşullara uygun hâle getirilmesi mümkün ise bunun isteyen tarafa tamamlattırılması yoluna gidilmesi gerekmektedir.
Davacı İstemi: 4. Davacı vekili dava dilekçesinde; müvekkili ile davalının İzmir ili Karşıyaka ilçesi … 371 ada 144 parselde kayıtlı taşınmazın maliki olduklarını, ortaklığın giderilmesi zorunluluğunun doğduğunu ileri sürerek dava konusu taşınmazın satış sureti ile ortaklığın giderilmesine karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı Cevabı: 5. Davalı vekili cevap dilekçesinde; taraflar arasında yapılan mal paylaşımı ve miras taksim sözleşmesinde “… adına kayıtlı 329 m2 yüzölçümlü taşınmaz üzerindeki yapının 1. katı Naile… adına, 2. katı Şafak… adına geçirilecektir” şeklinde ifadenin bulunduğunu, tarafların sözleşmeye aykırı davranma haklarının bulunmadığını, bu sözleşme gereği birbirinden bağımsız 2 kat olan taşınmazın kat mülkiyeti tesisi için ilgili Belediye ve Tapu Müdürlüğüne müzekkere yazılması gerektiğini belirterek öncelikle davanın reddine karar verilmesini savunmuş, mümkün olmazsa aynen taksimine ve kat mülkiyetine geçirilmesine karar verilmesini istemiştir.
Mahkeme Kararı: 6. Karşıyaka 2. Sulh Hukuk Mahkemesinin 08.10.2013 tarihli ve 2012/1221 E. 2013/1121 K. sayılı kararı ile; bilirkişi kurulunun vermiş olduğu rapor ve ek raporda, parsel üzerinde yer alan eski 2 adet meskene ait belediye arşiv dosyasında yapı kullanma izinlerinin bulunmadığının, ayrıca keşif esnasında görülen ve imar mevzuatına aykırı olarak inşa edilen ikinci kattan dolayı, dava konusu parselde kat irtifakı/kat mülkiyetinin kurulamayacağının, bu nedenle aynen taksiminin mümkün olmadığının bildirildiği gerekçesiyle davanın kabulü ile dava konusu İzmir ili, Karşıyaka ilçesi, Aksoy Mahallesinde kain tapunun 371 ada 144 parselinde kayıtlı taşınmazın açık arttırma sureti ile satılarak ortaklığın giderilmesine karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı: 7. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
Yargıtay (Kapatılan) 18. Hukuk Dairesince 03.11.2014 tarihli ve 2014/5765 E. 2014/15357 K. sayılı kararı ile; “…Dava, taşınmaz mal ortaklığının giderilmesi istemine ilişkindir. Davacı taşınmaz üzerindeki ortaklığın satış yoluyla giderilmesini talep etmiş, mahkemece satış yoluyla ortaklığın giderilmesine karar verilmiştir.
Kat Mülkiyeti Yasası’nın 10. maddesinin son fıkrası hükmüne göre, kat mülkiyetine konu olmaya elverişli bir taşınmaz üzerindeki ortaklığın giderilmesi davasında, ortak maliklerden birinin yargılamanın herhangi bir aşamasında paylaşmanın kat mülkiyeti kurulması yoluyla yapılmasını istemesi durumunda hakim 12. maddedeki belgeleri de tamamlattırıp taşınmaz mülkiyetinin kat mülkiyetine çevrilmesine ve paylar denkleştirilmek suretiyle bağımsız bölümlerin ortaklara ayrı ayrı özgülenmesine karar vermelidir.
Dosyada toplanan belge ve bilgilere, özellikle bilirkişi raporu içeriğine göre; dava konusu taşınmazın üzerinde iki kat ve çekme kattan oluşan ve mesken olarak kullanılan kargir yapı mevcut olup, bu taşınmaz tapuda davacı ve davalı adlarına kayıtlıdır. Paydaş ve bağımsız bölümlerin sayısı itibariyle her paydaşa en az bir bağımsız bölüm düştüğü, taşınmaz üzerindeki yapının Kat Mülkiyeti Yasası’nın 50/2. maddesi hükmüne uygun nitelikte olduğu anlaşılmaktadır.
Kat Mülkiyeti Yasası hükümlerine uygun olarak, üzerinde kat mülkiyetine elverişli yapı bulunan ortak taşınmazda kat mülkiyetine geçilebilmesi için, üzerindeki yapının mimari projesine uygun biçimde tamamlanmış ya da projesi olmamakla birlikte fiili durumuna göre çizdirilmiş imara ve fenne uygunluğu ilgili makamca onaylanmış projesinin olması, bağımsız bölümlerinin başlı başına kullanmaya elverişli bulunması (M.1), yapının tümünün kargir olması (M.50/2) ve her paydaşa en az bir bağımsız bölüm düşmesi, ayrıca 12. maddede yazılı belgelerin (belediyeden onaylı proje, yapı kullanma belgesi ve yönetim planı) tamamlattırılması gerekmektedir. Bu koşulların gerçekleşmesi durumunda anılan Yasanın 10. maddesinin son fıkrası hükmünce taşınmazda kat mülkiyetine geçilebilecek ve açılan davada ortaklığın bu yolla giderilmesine karar verilebilecektir.
Dava konusu taşınmazın üzerindeki yapı kargir olup paydaşlardan her birine en az bir bağımsız bölüm özgülenecek sayıda ve niteliktedir. Taşınmaz bu yönüyle üzerinde kat mülkiyeti kurulmasına elverişli ise de, kat mülkiyetine geçiş için bunlar yeterli olmayıp, yukarıda açıklanan diğer tüm koşulların (12. maddede yazılı belgelerin) varlığını da aramak gerekir.
Yargıtay’ın yerleşmiş uygulamalarında, tamamlanmış yapının fiili durumu ile onaylı projesi arasında aykırılıkların bulunması ya da yapının imara uygun ancak projesiz inşa edilmiş olması gibi kat mülkiyeti kurulmasına engel oluşturan eksikliklerin mevcut olduğu durumlarda hemen kat mülkiyeti kurulamayacağı sonucuna varılmayarak, bu eksikliklerin giderilip yasal koşullara uygun hale getirilmesi mümkün ise bunun isteyen tarafa tamamlattırılması yoluna gidilmesi gerektiği kabul edilmektedir.
Bu bakımdan somut olayda mahkemece; davaya konu taşınmaz üzerindeki yapının onaylı projesinin ve sonradan değişiklik yapılmış ise buna ilişkin tadilat projesinin olup olmadığının taraflara ve ilgili belediyeye sorulup etraflıca araştırılması, proje mevcut değil ise ilgili belediyeden alınacak ön bilgiye göre yapının mevcut haliyle imar mevzuatına ve bulunduğu yerin imar durumu ile fenne aykırılık oluşturmadığı veya imara ya da projeye aykırılıklar giderildiği takdirde onay verilebileceğinin saptanması halinde, öncelikle aykırılıkların giderilmesi daha sonra yapının fiili durumunu yansıtan projenin hazırlattırılıp ilgili imar müdürlüğünün onayının ve buna bağlı olarak yapı kullanma izin belgesinin alınması, ayrıca Kat Mülkiyeti Yasası’nın 12. maddesinde sayılan diğer belgelerin tamamlattırılması için (aynen taksim talebi de dahil) kat mülkiyetine geçiş suretiyle ortaklığın giderilmesini isteyen taraflara yetki ve yeterli süre verilmesi, bu hususlar eksiksiz yerine getirildiği takdirde de, dava konusu taşınmaz üzerindeki yapıda her bir bağımsız bölümün (konumu, yüzölçümü, kullanım amacı ve eklentileri yerinde incelenip irdelenerek) değeri ve bu değere göre özgülenecek arsa payı uzman bilirkişi aracılığıyla saptanıp varsa fiili taksime göre taksim yoksa çekilecek kura ile önce her paydaşa birer bağımsız bölüm özgülendikten ve gerekiyorsa bedel farkı nedeni ile ödenecek ivaz da belirlenmek suretiyle payların denkleştirilmesi, yönetim planının paydaşlar (tanınan süreye rağmen) tarafından imzalanmaktan kaçınılması halinde imzalanmış sayılması suretiyle tahkikatın ikmal edilmesinden sonra kat mülkiyetine geçiş yoluyla ortaklığın giderilmesine, belirtilen koşulların oluşmaması halinde ise taşınmazın satışına karar verilmesi gerekirken açıklanan hususlar yerine getirilmeden yetersiz araştırma ve eksik inceleme ile ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmiş olması doğru görülmemiştir…” gerekçesi ile karar bozulmuştur.
Direnme Kararı: 9. Karşıyaka 2. Sulh Hukuk Mahkemesinin 07.07.2015 tarihli ve 2014/1405 E. 2015/780 K. sayılı kararı ile; önceki gerekçelere ek olarak dava konusu taşınmazın yapı kullanma izin belgelerinin bulunmaması, kat irtifakı ve kat mülkiyetinin kurulamayacağının belirlenmesi karşısında taşınmazın taraflar arasında taksiminin mümkün olmadığı, davacının da dava dilekçesinde taşınmazın satış suretiyle ortaklığın giderilmesini talep ettiği gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi: 10. Direnme kararı süresi içinde davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
UYUŞMAZLIK: 11. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olay yönünden dava konusu taşınmazda kat mülkiyetine geçiş suretiyle ortaklığın giderilmesi koşullarının mahkemece yeterince araştırılıp araştırılmadığı noktasında toplanmaktadır.
GEREKÇE: 12. Konunun açıklığa kavuşturulması için öncelikle yasal düzenlemeler üzerinde durulmasında yarar bulunmaktadır.
634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanunu’nun (KMK) 1. maddesinde; “…Tamamlanmış bir yapının kat, daire, iş bürosu, dükkan, mağaza, mahzen, depo gibi bölümlerinden ayrı ayrı ve başlı başına kullanılmaya elverişli olanları üzerinde, o gayrimenkulün maliki veya ortak malikleri tarafından, bu kanun hükümlerine göre, bağımsız mülkiyet hakları kurulabilir.
Yapılmakta veya ileride yapılacak olan bir yapının, birinci fıkrada yazılı nitelikteki bölümleri üzerinde, yapı tamamlandıktan sonra geçilecek kat mülkiyetine esas olmak üzere, arsa maliki veya arsanın ortak malikleri tarafından, bu kanun hükümlerine göre irtifak hakları kurulabilir…” şeklinde ifadeye yer verilmiştir.
Aynı Kanun’un 10. maddesinin 7. fıkrası ise kat mülkiyetinin doğrudan mahkeme kararı ile kurulması hükmünü içermektedir. Bu fıkra hükmü; “Kat mülkiyetine konu olmaya elverişli bir gayrimenkul üzerindeki ortaklığın giderilmesi davalarında, mirasçılardan veya ortak maliklerden biri, paylaşmanın, kat mülkiyeti kurulması ve bağımsız bölümlerin tahsisi suretiyle yapılmasını isterse, hakim, o gayrimenkulün mülkiyetinin, 12 nci maddede yazılı belgelere dayanılarak kat mülkiyetine çevrilmesine ve paylar denkleştirilmek suretiyle bağımsız bölümlerin ortaklara ayrı ayrı tahsisine karar verebilir.” şeklindedir.
“Kat mülkiyetinin kurulması” ana başlığı altında, “İstem ve belgeler” alt başlığı ile yer alan 12. maddesi: “Kat mülkiyetinin kurulması için, anagayrimenkulün kat mülkiyetine çevrilmesi hususunda o gayrimenkulün maliki veya bütün paydaşlarının aşağıda yazılı belgeler ile birlikte tapu idaresinde istemde bulunması gerekir:
(Değişik Bent Kanun No: 7099/5) a) Anagayrimenkulde, yapı veya yapıların dış cepheler ve iç taksimatı bağımsız bölüm, eklenti, ortak yerlerinin ölçüleri ve bağımsız bölümlerin konum ve büyüklüklerine göre hesaplanan değerleriyle oranlı arsa payları, kat, daire, iş bürosu gibi nevi ile bunların birden başlayıp sırayla giden numarası ve bağımsız bölümlerin yapı inşaat alanı da açıkça gösterilmek suretiyle, proje müellifi mimar tarafından yapılan, yetkili kamu kurum ve kuruluşlarınca anagayrimenkulün maliki veya bütün paydaşlarının imzaları alınarak onaylanan ve elektronik ortamda tapu müdürlüğüne gönderilen mimarî proje ile yapı kullanma izin belgesi.
- b) Bağımsız bölümlerin kullanılış tarzına, birden çok yapının varlığı halinde bu yapıların özelliğine göre 28 inci maddedeki esaslar çerçevesinde hazırlanmış, kat mülkiyetini kuran malik veya malikler tarafından imzalanmış bir yönetim plânı.” hükmünü, 50. maddesinin 2. fıkrası ise “…Tümü kargir olmıyan yapılarda kat mülkiyeti kurulamaz…” hükmünü içermektedir.
Bu hükümler göstermektedir ki, ortaklığın giderilmesi davalarında, kat mülkiyeti kurulmak suretiyle ortaklığın giderilmesini mirasçılar ya da ortak maliklerden birinin istemesi, taşınmazın üzerinde bulunan yapı veya yapıların kat mülkiyeti kurulmasına elverişli bulunması, bu yapı veya yapıların bağımsız bölümleri içermesi, bağımsız bölümlerin sayısının her paydaşa en az bir bağımsız bölüm tahsis edilmesine olanak vermesi ve KMK’nın 12. maddesinde belirtilen belgelerin ibrazı hâlinde, gayrimenkulün kat mülkiyetine çevrilerek payların denkleştirilmek suretiyle bağımsız bölümlerin ortaklara ayrı ayrı tahsisine karar verilmesi mümkündür.
Yargıtay uygulamalarında da istikrarlı bir şekilde kabul edildiği üzere tamamlanmış yapının fiili durumu ile onaylı projesi arasında aykırılıkların bulunması ya da yapının imara uygun ancak projesiz inşa edilmiş olması gibi kat mülkiyeti kurulmasına engel oluşturan eksikliklerin mevcut olduğu durumlarda hemen kat mülkiyeti kurulamayacağı sonucuna varılmayarak, bu eksikliklerin giderilip yasal koşullara uygun hâle getirilmesi mümkün ise bunun isteyen tarafa tamamlattırılması yoluna gidilmesi gerekmektedir.
Hâl böyle olunca tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. 19. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Açıklanan nedenlerle; Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerle 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA,
İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, Aynı Kanunun 440. maddesi uyarınca kararın tebliğinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 03.06.2021 tarihinde oy birliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1988/6585 K: 1988/870 T: 02.11.1988
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/253 K: 2003/270 T: 02.04.2003
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2020/220 K: 2020/726
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2012/1809 K: 2013/754 T: 22.05.2013
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2012/4841 K: 2012/6479 T: 29.05.2012
Kat Mülkiyeti Yasasının 12. maddesinde sayılan diğer belgelerin tamamlattırılması için kat mülkiyetine geçiş suretiyle ortaklığın giderilmesini isteyen davacı tarafa yetki ve yeterli süre verilmesi, bu hususlar yerine getirildiği takdirde de; taşınmaz üzerindeki yapıda her bir bağımsız bölümün değeri ve bu değere göre özgülenecek arsa payı uzman bilirkişi aracılığıyla saptanıp varsa fiili taksime göre, taksim yoksa çekilecek kura ile önce her paydaşa birer bağımsız bölüm özgülendikten sonra gerekiyorsa bedel farkı nedeni ile ödenecek ivaz da belirlenmek suretiyle payların denkleştirilmesi, yönetim planını imzalamaktan kaçınması halinde imzalanmış sayılması suretiyle tahkikatın ikmal edilmesinden sonra kat mülkiyetine geçiş yoluyla ortaklığın giderilmesine; belirtilen koşulların oluşmaması halinde ancak, satışa karar verilmesi gerekir.
Dava, taşınmaz mal ortaklığının giderilmesi istemine ilişkindir. Davacılar vekili dava dilekçesinde, dava konusu Çapar Köyü 525 parsel sayılı ve Osmaniye Mahallesi 533 ada 150 parsel sayılı taşınmazların aynen taksimi veya mümkün olmadığı takdirde satış yoluyla ortaklığının giderilmesini istemiş, davalı taraf ise miras taksim sözleşmesi uyarınca aynen taksim suretiyle ortaklığın giderilmesini istemişler, mahkemece her iki taşınmaz yönünden ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmiştir.
Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı kanıtlarla yasal gerektirici nedenlere ve özellikle kanıtların takdirinde bir isabetsizlik görülmemesine göre sair temyiz itirazları yerinde değildir.
Ancak; Dava konusu Osmaniye Mahallesi 533 ada 150 parsel sayılı taşınmaz yönünden; Kat Mülkiyeti Yasası’nın 10. maddesi hükmüne göre kat mülkiyetine konu olmaya elverişli bir taşınmaz üzerindeki ortaklığın giderilmesi davasında, ortak maliklerden birinin yargılamanın herhangi bir aşamasında paylaşmanın kat mülkiyeti kurulması yoluyla yapılmasını istemesi durumunda, hakim, Kat Mülkiyeti Yasası’ndaki yasal koşulların oluşması halinde ve 12. maddedeki belgeleri de tamamlattırıp taşınmaz mülkiyetinin kat mülkiyetine çevrilmesine ve paylar denkleştirilmek suretiyle bağımsız bölümlerin ortaklara ayrı ayrı özgülenmesine karar vermelidir.
Dosyada toplanan belge ve bilgilere, özellikle bilirkişi raporları içeriğine göre; dava konusu Osmaniye Mahallesi 533 ada 150 parsel sayılı taşınmazın üzerinde zemin+2 normal katlı yapı mevcut olup, ikisi dükkan, üçü mesken nitelikli ve müstakil kullanılmaya elverişli toplam beş adet bağımsız bölüm bulunmakta, taşınmazın tapuda tarafların murisi adına kayıtlı olup paydaş ve bağımsız bölümlerin sayısı itibariyle her paydaşa en az bir bağımsız bölüm düştüğü, taşınmaz üzerindeki yapının Kat Mülkiyeti Yasası’nın 50/2. maddesi hükmüne uygun nitelikte olduğu anlaşılmaktadır.
Kat Mülkiyeti Yasası hükümlerine uygun olarak, üzerinde kat mülkiyetine elverişli yapı bulunan ortak taşınmazda kat mülkiyetine geçilebilmesi için, üzerindeki yapının mimari projesine uygun biçimde tamamlanmış ya da projesi olmamakla birlikte fiili durumuna göre çizdirilmiş imara ve fenne uygunluğu ilgili makamca onaylanmış projesinin olması, bağımsız bölümlerinin başlı başına kullanmaya elverişli bulunması (M.1), yapının tümünün kargir olması (M.50/2) ve her paydaşa en az bir bağımsız bölüm düşmesi, ayrıca 12. maddede yazılı belgelerin (belediyeden onaylı proje, yapı kullanma izin belgesi ve yönetim planı) tamamlattırılması gerekmektedir. Bu koşulların gerçekleşmesi durumunda anılan Yasanın 10. maddesi hükmünce taşınmazda kat mülkiyetine geçilebilecek ve açılan davada ortaklığın bu yolda giderilmesine karar verilebilecektir.
Yargıtay’ın yerleşmiş uygulamalarında, tamamlanmış yapının fiili durumu ile onaylı projesi arasında aykırılıkların bulunması ya da yapının imara uygun ancak projesiz inşa edilmiş olması gibi kat mülkiyeti kurulmasına engel oluşturan eksikliklerin mevcut olduğu durumlarda hemen kat mülkiyeti kurulamayacağı sonucuna varılmayarak, bu eksikliklerin giderilip yasal koşullara uygun hale getirilmesi mümkün ise bunun isteyen tarafa tamamlattırılması yoluna gidilmesi gerektiği kabul edilmektedir.
Dava konusu taşınmazın üzerindeki yapı kagir olup paydaşlardan her birine en az bir bağımsız bölüm özgülenecek sayıda ve niteliktedir. Taşınmaz bu yönüyle üzerinde kat mülkiyeti kurulmasına elverişli ise de, kat mülkiyetine geçiş için bunlar yeterli olmayıp, yukarıda açıklanan diğer tüm koşulların (12. maddede yazılı belgelerin) varlığını da aramak gerekir.
Bu bakımdan somut olayda da mahkemece davaya konu taşınmaz üzerindeki yapının onaylı projesinin ve sonradan değişiklik yapılmış ise buna ilişkin tadilat projesinin olup olmadığının taraflara ve ilgili belediyeye sorulup etraflıca araştırılması, proje mevcut değilse, ilgili belediyeden alınacak ön bilgiye göre yapının mevcut haliyle imar mevzuatına ve bulunduğu yerin imar durumu ile fenne aykırılık oluşturmadığı veya imara ya da projeye aykırılıklar giderildiği takdirde onay verilebileceğinin saptanması halinde, öncelikle aykırılıkların giderilmesi daha sonra yapının fiili durumunu yansıtan projenin hazırlattırılıp, ilgili imar müdürlüğünün onayının ve buna bağlı olarak yapı kullanma izin belgesinin alınması, ayrıca Kat Mülkiyeti Yasasının 12. maddesinde sayılan diğer belgelerin tamamlattırılması için kat mülkiyetine geçiş suretiyle ortaklığın giderilmesini isteyen davacı tarafa yetki ve yeterli süre verilmesi, bu hususlar eksiksiz yerine getirildiği takdirde de; dava konusu taşınmaz üzerindeki yapıda her bir bağımsız bölümün (konumu, yüzölçümü, kullanım amacı ve eklentileri yerinde incelenip irdelenerek) değeri ve bu değere göre özgülenecek arsa payı uzman bilirkişi aracılığıyla saptanıp varsa fiili taksime göre, taksim yoksa çekilecek kura ile önce her paydaşa birer bağımsız bölüm özgülendikten sonra gerekiyorsa bedel farkı nedeni ile ödenecek ivaz da belirlenmek suretiyle payların denkleştirilmesi, yönetim planını paydaşların (tanınan süreye rağmen) imzalamaktan kaçınması halinde imzalanmış sayılması suretiyle tahkikatın ikmal edilmesinden sonra kat mülkiyetine geçiş yoluyla ortaklığın giderilmesine; belirtilen koşulların oluşmaması halinde ancak, satışa karar verilmesi gerekir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2002/6218 K: 2002/7186 T: 24.06.2002
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2004/9838 K: 2005/1350 T: 28.02.2005
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/10996 K: 2006/774 T: 09.02.2006
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2004/7246 K: 2004/8379 T: 09.11.2004
ORTAKLIĞIN GİDERİLMESİ DAVALARI VEKALET ÜCRETİNE İLİŞKİN YARGITAY KARARLARI
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/5320 K: 2014/9899 T: 15.09.2014
Özet: Dava konusu taşınmaz elbirliği mülkiyeti halinde olduğundan taşınmazın satış bedeli, yargılama giderleri ve vekalet ücretinin paydaşlara mirasçılık belgesindeki payları dikkate alınarak dağıtılması gerekir.
Dava, ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulüne, dava konusu taşınmaz üzerindeki ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalı … vekili temyiz etmiştir.
Yapılan yargılamaya, toplanan deliller ve dosya içeriğine göre davalı … vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışındaki temyiz itirazları yerinde görülmemiş, reddi gerekmiştir.
Mahkemece paydaşlığın (ortaklığın) satış suretiyle giderilmesine karar verilmesi halinde satışın nasıl yapılacağının ve satış bedelinin ne şekilde dağıtılacağının karar yerinde gösterilmesi gerekir. Satış bedelinin, satışına karar verilen taşınmaz paylı mülkiyet hükümlerine konu ise paydaşların tapudaki payları oranında, elbirliği halinde mülkiyet hükümlerine tabi olması halinde mirasçılık belgesindeki payları oranında hem paylı, hem de elbirliği mülkiyet halinin bir arada bulunması halinde ise tapudaki ve mirasçılık belgesindeki paylar nazara alınarak dağıtılmasına karar verilmesi gerekir.
Somut olayda, satışına karar verilen dava konusu taşınmaz elbirliği mülkiyeti halinde olduğundan taşınmazın satış bedeli, yargılama giderleri ve vekalet ücretinin paydaşlara mirasçılık belgesindeki payları dikkate alınarak dağıtılması gerekirken tapu kaydına göre dağıtılması, öte yandan 492 Sayılı Harçlar Kanunu ve eki Tarifenin karar ve ilam harcına ilişkin hükmü uyarınca karar tarihi itibariyle gayrimenkulün satış bedeli üzerinden alınacak harcın “binde 11,38” olması gerekirken hüküm sonucunda “binde 9,9” olarak gösterilmesi doğru görülmemiş ise de bu hususlar kararın bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden HUMK’nın 438/7. maddesi uyarınca hüküm sonucunun aşağıdaki şekilde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda (1) numaralı bentte açıklanan nedenlerle … vekilinin diğer temyiz itirazlarının reddine, (2) numaralı bent uyarınca hüküm sonucunun harçla ilgili 4 no’lu bendin hüküm yerinden çıkarılarak yerine “Taşınmazın satış bedeli üzerinden binde 11,38 oranında karar ve ilam harcının dosya içerisindeki Diyarbakır Sulh Hukuk Mahkemesinin 20.05.2004 tarihli 2004/729-859 sayılı veraset belgesindeki payları oranında paydaşlardan alınmasına” ibaresinin eklenmesi, diğer yandan 3, 6, 7, 8 ve 9 no’lu benlerdeki “… tapu kaydındaki …” sözcüklerin hüküm yerinden çıkarılarak yerine “… Diyarbakır Sulh Hukuk Mahkemesinin 20.05.2004 tarihli 2004/729-859 sayılı veraset belgesindeki …” sözcüklerin eklenmesi suretiyle düzeltilmesine, hükmün DÜZELTİLMİŞ ve DEĞİŞTİRİLMİŞ bu şekli ile ONANMASINA, peşin harcın istek halinde yatırana iadesine, 15.09.2014 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/16 K: 2020/6803 T: 03.11.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/4309 K: 2021/30 T: 18.01.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2021/1280 K: 2021/2538 T: 06.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/13342 K: 2020/1394 T: 06.02.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/12525 K: 2015/3011 T: 18.03.2015
Özet: Dava, ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları iki taraflı, taraflar için benzer sonuçlar doğuran davalar olup, sonuçta kazanan ve kaybeden taraftan söz edilemeyeceğinden vekalet ücretinin taraflara payları oranında yükletilmesi gerekir. Avukatlık Asgari Ücret Tarifesinin 5. maddesine göre, hangi aşamada olursa olsun dava ve icra takibini kabul eden avukat, tarifeler hükümleri ile belirli ücretin tamamına hak kazanır. Avukatın celselere katılması avukatlık ücretinin verilmesi için ön koşul olmayıp, taraf vekili olarak vekaletnamesini sunması tarifeler uyarınca hak ettiği ücretin tamamını kazanması için yeterlidir.
Dava, ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, dava konusu 453 ada 24 parsel sayılı taşınmaz üzerindeki ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalılar … ve … vekili temyiz etmiştir. Yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve dosya içeriğine göre davalılar vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde görülmemiş, reddi gerekmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları iki taraflı, taraflar için benzer sonuçlar doğuran davalar olup, sonuçta kazanan ve kaybeden taraftan söz edilemeyeceğinden vekalet ücretinin taraflara payları oranında yükletilmesi gerekir.
Avukatlık Asgari Ücret Tarifesinin 5. maddesine göre, hangi aşamada olursa olsun dava ve icra takibini kabul eden avukat, tarifeler hükümleri ile belirli ücretin tamamına hak kazanır. Avukatın celselere katılması avukatlık ücretinin verilmesi için ön koşul olmayıp, taraf vekili olarak vekaletnamesini sunması tarifeler uyarınca hak ettiği ücretin tamamını kazanması için yeterlidir.
Somut olayda, davalılar … ve … kendilerini vekille temsil ettirdikleri halde, vekillerinin duruşmalara katılmamış olması ve yazılı bir beyanda bulunmamış olması nedeniyle lehlerine vekalet ücreti takdir edilmemesi doğru görülmemiş ise de, bu husus kararın bozularak yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden HUMK’nın 438/7. maddesi gereğince hüküm sonucunun aşağıdaki şekilde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda (1) numaralı bentte açıklanan nedenlerle davalılar … ve … vekilinin diğer temyiz itirazlarının reddine, (2) numaralı bent uyarınca kabulü ile hükmün sonuç kısmında altıncı bendin tamamen hükümden çıkarılarak yerine “6-Karar tarihinde yürürlükte bulunan AAÜT gereğince 1.100,00 TL maktu vekalet ücretinin veraset ilamındaki payları oranında paydaşlardan tahsili ile davalılar … ve …’a verilmesine” cümlesi eklenmek suretiyle hükmün DÜZELTİLMİŞ ve değiştirilmiş bu şekli ile ONANMASINA, peşin yatırılan temyiz harcının istek halinde yatırana iadesine, 18.03.2015 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/2101 K: 2020/7721 T: 25.11.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/1302 K: 2020/4323 T: 02.07.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/1577 K: 2020/4652 T: 08.09.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/402 K: 2020/1970 T: 19.02.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/3552 K: 2021/796 T: 10.02.2021
Dava, ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, bozmaya uyularak yapılan yargılama sonunda; davanın kabulü ile dava konusu 359, 413, 453 ve 1034 parsel sayılı taşınmazlar üzerindeki ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalı … vekili temyiz etmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları, paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallarda paydaşlar (ortaklar) arasında mevcut birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirip ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalar olup, sonuçta kazanan ve kaybeden taraftan söz edilemeyeceğinden yargılama giderleri ve vekalet ücretinin taraflara payları oranında yükletilmesi gerekir.
Somut olayda; taraflardan kendisini vekil ile temsil ettiren … yararına Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi uyarınca vekalet ücreti takdiri gerekirken dava dışı …a vekalet ücreti takdir edilmesi doğru görülmemiştir. Ancak bu husus kararın bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 438/7. maddesi gereğince hüküm sonucunun aşağıdaki şeklinde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle, davalı … vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile; hüküm sonucunun 7. bendindeki “hisseleri alınarak” sözcüklerinden sonra gelen “davalı …a” sözcüklerinin hüküm sonucundan çıkartılarak yerine “davalı …’a” sözcüklerinin yazılmasına, hükmün DEĞİŞTİRİLMİŞ ve DÜZELTİLMİŞ bu şekliyle ONANMASINA, peşin alınan harcın yatırana iadesine, 10.02.2021 tarihinde oy birliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/2101 K: 2020/7721 T: 25.11.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/135 K: 2021/2455 T: 05.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/3375 K: 2021/3072 T: 27.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/1511 K: 2020/4809 T: 10.09.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2019/3769 K: 2020/3166 T: 01.06.2020
Dava, İİK’nun 121. maddesi uyarınca alınan yetki belgesine dayalı olarak alacaklı tarafından açılan ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir.
Davacı vekili, davalı …’nun davacıya olan borcundan dolayı icra takibi başlatıldığını, borçlunun murisi …’in mülkiyetinde olan … ili, Merkez ilçesi, 3313 ada 2 parsel sayılı taşınmaz ile 3313 ada 3 parsel sayılı taşınmazda bulunan 7 numaralı bağımsız bölüme borçlunun hissesine alacak nedeniyle haciz konulduğunu ve icra mahkemesinden iş bu davayı açmak üzere yetki verildiğini ileri sürerek, dava konusu taşınmazlarda ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmesini talep etmiştir. Bir kısım davalılar davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davanın kabulü ile dava konusu taşınmazlardaki ortaklığın satış suretiyle giderilmesine dair verilen kararın davalılardan … vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Dairemizin 17.12.2018 günlü 2016/4334 Esas, 2018/9137 K sayılı ilamı ile “…. dava konusu kargir ev ve arsa niteliğindeki 3313 ada 2 parsel sayılı taşınmaz ve 3313 ada 3 parsel sayılı taşınmazda bulunan 7 No’lu bağımsız bölüm üzerindeki elbirliği mülkiyeti 04.11.2015 tarihi itibari ile sona erdirilerek paylı mülkiyete dönüştürülmüştür. Borçlu davalı …’nun dava konusu taşınmazlarda 1/4’er pay sahibi olduğundan ve paylı mülkiyete konu taşınmazlarda alacaklı davacı tarafından haczedilen payların doğrudan icra yoluyla satışı istenebileceğinden; davacının bu davayı açmakta hukuki yararı kalmamıştır.” gerekçesiyle bozulmuştur.
Mahkemece bozmaya uyularak yapılan yargılama sonunda; davanın reddine karar verilmiştir. Hükmü, davacı vekili temyiz etmiştir.
Borçlunun elbirliği halinde ortak olduğu taşınmazlarda borçlu ortağın alacaklısı icra hakimliğinden İcra İflas Kanununun 121. maddesine göre alacağı yetki belgesine dayanarak borçlunun ortağı olduğu taşınmaz için ortaklığın giderilmesi davası açabilir.
İcra mahkemesinden alınan yetkiye dayalı olarak açılan davalarda kural olarak borçlu ortağın mülkiyet hakkının elbirliği mülkiyetine konu olması gerekir.
Bu şekilde açılacak davalarda borçlu ortak (paydaş) dahil tüm ortakların (paydaşların) davaya dahil edilmeleri zorunludur.
Somut olaya gelince; davanın açıldığı tarihte davalıların dava konusu taşınmazlarda elbirliği halinde malik olduğu, dava tarihinden sonra davalılardan … tarafından 17.03.2015 tarihinde … 1. Sulh Hukuk Mahkemesinin 2015/185 Esas sayılı dosyası ile açtığı elbirliği mülkiyetinin paylı mülkiyete dönüştürülmesi istemli dava kabul edilmiş, iş bu davanın 2015/418 Karar sayılı 14.05.2015 tarihli kararının 01.07.2015 tarihinde kesinleşmesi üzerine hüküm infaz edilmiştir. 04.11.2015 tarihinde intikallerin yapıldığı ve davalı borçlu…’nun dava konusu taşınmazlarda paylı malik haline geldiği anlaşılmıştır. Bu durumda, davanın açıldığı tarihte davacının hukuki yararı bulunduğundan, davacı lehine vekalet ücretine hükmedilmesi, yargılama giderlerinin borçlu davalı üzerinde bırakılması ve davalı lehine vekalet ücretine hükmedilmemesi gerekirken, davacı lehine vekalet ücretine hükmedilmemesi, davacı alacaklının yargılama giderlerinden sorumlu tutulması, davalı lehine vekalet ücretine hükmedilmesi doğru görülmemiş ise de belirtilen hususlar hükmün bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden HUMK’nun 438/7. maddesi gereğince hüküm sonucunun aşağıdaki şekilde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle; davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün 3 ve 6 numaralı bentlerinin hükümden çıkarılmasına, ayrı birer bent olarak “Davacı tarafından yapılan 888,40TL yargılama giderinin (350,00TL bilirkişi ücreti, 195,40TL keşif harcı, 343,00TL müzekkere ve tebligat masrafı) davalı borçlu …’ndan alınarak davacıya verilmesine”, “Davacı kendisini vekil ile temsil ettirdiğinden karar tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi gereğince 2.268,00TL vekalet ücretinin davalı borçlu …’ndan alınarak davacıya verilmesine” kelimelerinin yazılmasına, hükmün DEĞİŞTİRİLMİŞ ve DÜZELTİLMİŞ bu şekliyle ONANMASINA, peşin yatırılan harcın yatırana iadesine, 01.06.2020 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Dava, İİK’nun 121. maddesi uyarınca alınan yetki belgesine dayalı olarak alacaklı tarafından açılan ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir.
Davacı vekili, davalı …’nun davacıya olan borcundan dolayı icra takibi başlatıldığını, borçlunun murisi …’in mülkiyetinde olan … ili, Merkez ilçesi, 3313 ada 2 parsel sayılı taşınmaz ile 3313 ada 3 parsel sayılı taşınmazda bulunan 7 numaralı bağımsız bölüme borçlunun hissesine alacak nedeniyle haciz konulduğunu ve icra mahkemesinden iş bu davayı açmak üzere yetki verildiğini ileri sürerek, dava konusu taşınmazlarda ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmesini talep etmiştir. Bir kısım davalılar davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davanın kabulü ile dava konusu taşınmazlardaki ortaklığın satış suretiyle giderilmesine dair verilen kararın davalılardan … vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Dairemizin 17.12.2018 günlü 2016/4334 Esas, 2018/9137 K sayılı ilamı ile “…. dava konusu kargir ev ve arsa niteliğindeki 3313 ada 2 parsel sayılı taşınmaz ve 3313 ada 3 parsel sayılı taşınmazda bulunan 7 No’lu bağımsız bölüm üzerindeki elbirliği mülkiyeti 04.11.2015 tarihi itibari ile sona erdirilerek paylı mülkiyete dönüştürülmüştür. Borçlu davalı …’nun dava konusu taşınmazlarda 1/4’er pay sahibi olduğundan ve paylı mülkiyete konu taşınmazlarda alacaklı davacı tarafından haczedilen payların doğrudan icra yoluyla satışı istenebileceğinden; davacının bu davayı açmakta hukuki yararı kalmamıştır.” gerekçesiyle bozulmuştur.
Mahkemece bozmaya uyularak yapılan yargılama sonunda; davanın reddine karar verilmiştir. Hükmü, davacı vekili temyiz etmiştir.
Borçlunun elbirliği halinde ortak olduğu taşınmazlarda borçlu ortağın alacaklısı icra hakimliğinden İcra İflas Kanununun 121. maddesine göre alacağı yetki belgesine dayanarak borçlunun ortağı olduğu taşınmaz için ortaklığın giderilmesi davası açabilir.
İcra mahkemesinden alınan yetkiye dayalı olarak açılan davalarda kural olarak borçlu ortağın mülkiyet hakkının elbirliği mülkiyetine konu olması gerekir. Bu şekilde açılacak davalarda borçlu ortak (paydaş) dahil tüm ortakların (paydaşların) davaya dahil edilmeleri zorunludur.
Somut olaya gelince; davanın açıldığı tarihte davalıların dava konusu taşınmazlarda elbirliği halinde malik olduğu, dava tarihinden sonra davalılardan … tarafından 17.03.2015 tarihinde … 1. Sulh Hukuk Mahkemesinin 2015/185 Esas sayılı dosyası ile açtığı elbirliği mülkiyetinin paylı mülkiyete dönüştürülmesi istemli dava kabul edilmiş, iş bu davanın 2015/418 Karar sayılı 14.05.2015 tarihli kararının 01.07.2015 tarihinde kesinleşmesi üzerine hüküm infaz edilmiştir. 04.11.2015 tarihinde intikallerin yapıldığı ve davalı borçlu…’nun dava konusu taşınmazlarda paylı malik haline geldiği anlaşılmıştır. Bu durumda, davanın açıldığı tarihte davacının hukuki yararı bulunduğundan, davacı lehine vekalet ücretine hükmedilmesi, yargılama giderlerinin borçlu davalı üzerinde bırakılması ve davalı lehine vekalet ücretine hükmedilmemesi gerekirken, davacı lehine vekalet ücretine hükmedilmemesi, davacı alacaklının yargılama giderlerinden sorumlu tutulması, davalı lehine vekalet ücretine hükmedilmesi doğru görülmemiş ise de belirtilen hususlar hükmün bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden HUMK’nun 438/7. maddesi gereğince hüküm sonucunun aşağıdaki şekilde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle; davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün 3 ve 6 numaralı bentlerinin hükümden çıkarılmasına, ayrı birer bent olarak “Davacı tarafından yapılan 888,40TL yargılama giderinin (350,00TL bilirkişi ücreti, 195,40TL keşif harcı, 343,00TL müzekkere ve tebligat masrafı) davalı borçlu …’ndan alınarak davacıya verilmesine”, “Davacı kendisini vekil ile temsil ettirdiğinden karar tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi gereğince 2.268,00TL vekalet ücretinin davalı borçlu …’ndan alınarak davacıya verilmesine” kelimelerinin yazılmasına, hükmün DEĞİŞTİRİLMİŞ ve DÜZELTİLMİŞ bu şekliyle ONANMASINA, peşin yatırılan harcın yatırana iadesine, 01.06.2020 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/2101 K: 2020/7721 T: 25.11.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/1302 K: 2020/4323 T: 02.07.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/1577 K: 2020/4652 T: 08.09.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/402 K: 2020/1970 T: 19.02.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/15218 K: 2020/3039 T: 11.03.2020
Dava, ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulü ile dava konusu taşınmazlar üzerindeki ortaklığın satış sureti ile giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalılar temyiz etmiştir.
Mahkemece paydaşlığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmesi halinde, kararının infazı için satış memuru görevlendirilmesi gerekli olmakla birlikte, isim belirtilmemesi ve vekalet ücretinin taraflardan hangi oranlarda tahsil edileceğinin hüküm sonucunda gösterilmesi gerekmektedir.
Somut olayda; mahkemece, satış için yazı işleri müdürünün görevlendirilmesi ibaresi gerekli ve yeterli iken, satış memurunun ismen gösterilmesi, vekalet ücretinin kimlerden hangi oranda alınacağının belirtilmemesi doğru görülmemiş ise de, belirtilen hususlar kararın bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden hüküm sonucunun aşağıdaki şekilde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davalıların temyiz itirazlarının kabulü ile, hükmün 4. bendinde bulunan “Müdürü …’ın” ibaresinin hükümden çıkartılarak yerine “Müdürünün” ibaresinin eklenmesine, hükmün 9. bendinde bulunan “Davalılardan tahsili ile” ibaresinin hükümden çıkartılarak yerine “Tapudaki payları oranında taraflardan alınarak” ibaresinin eklenmesine, hükmün değiştirilmiş ve DÜZELTİLMİŞ bu şekliyle ONANMASINA, peşin yatırılan harcın istek halinde yatırana iadesine, 11.03.2020 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/2101 K: 2020/7721 T: 25.11.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/1302 K: 2020/4323 T: 02.07.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/1577 K: 2020/4652 T: 08.09.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/402 K: 2020/1970 T: 19.02.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/13342 K: 2020/1394 T: 06.02.2020
Asıl ve birleşen dava, 448 parsel sayılı taşınmaz üzerindeki ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulü ile ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davacı vekili, davalılar-birleştirilen davada davacılar vekili ile davalı Hazine vekili temyiz etmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları iki taraflı, taraflar için benzer sonuçlar doğuran davalar olup, sonuçta kazanan ve kaybeden taraftan söz edilemeyeceğinden yargılama giderleri ve vekalet ücretinin taraflara payları oranında yükletilmesi gerekir.
Somut olaya gelince; dava konusu 448 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydında kamulaştırma şerhi olduğu bulunduğundan yukarıda açıklanan ilkeler ışığında, mahkemece kamulaştırmaya ilişkin belgeler getirtilerek kamulaştırma işlemlerinin kesinleşip kesinleşmediğinin araştırılması, kamulaştırma işlemleri kesinleşmiş ise kamulaştırılan kısmın ifrazı için davacı tarafa uygun bir süre verilmesi ve taşınmazın kalan kısmının ortaklığının giderilmesine karar verilmesi gerekmektedir.
Öte yandan, dava konusu taşınmaz üzerinde davalı … lehine intifa hakkı bulunduğu anlaşıldığından 4721 sayılı TMK’nın yürürlüğe girdiği 01.01.2002 tarihinden sonra kurulan bu intifa hakkı ile ilgili TMK’nun 700.maddesi çerçevesinde araştırma ve değerlendirme yapıldıktan sonra oluşacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken bu konuda herhangi bir hüküm kurulmaması doğru değildir.
Taşınmazda pay sahibi olan davalı Hazine 492 sayılı Harçlar Kanununun 13/j maddesi gereğince harçtan muaf olduğu halde başvurma harcı ve peşin harç ile satış bedeli üzerinden alınacak binde 11,38 oranındaki harçtan taraflarla birlikte sorumlu tutulması doğru görülmemiştir.
Yargılama giderleri ve vekalet ücretinin taraflara satış bedelinin dağıtılmasındaki oranlarda yükletilmesi gerekirken yazılı olduğu şekilde tapu kaydındaki payları oranında yükletilmesi doğru de değildir.
Mahkemece, değinilen hususlar gözetilmeksizin yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/2101 K: 2020/7721 T: 25.11.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/1302 K: 2020/4323 T: 02.07.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/1577 K: 2020/4652 T: 08.09.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/402 K: 2020/1970 T: 19.02.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2019/2442 K: 2020/2972 T: 10.03.2020
Dava, ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece bozma ilamına uyularak davanın kabulüne karar verilmiştir. Hükmü, davalılar … vekili, … vekili ile davalı … temyiz etmişlerdir.
Yapılan yargılamaya, toplanan delillere, dosya kapsamına göre davalı … vekili ile…tüm, davalı … vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışındaki temyiz itirazlarının reddine,
Davalı … vekilinin vekalet ücreti bakımından temyiz itirazına gelince; davalı … kendisini vekille temsil ettirdiğinden, karar tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesine göre maktu vekalet ücretine hükmedilmesi gerekirken, vekalet ücretine hükmedilmemiş olması doğru değil ise de, bu husus kararın bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden HMK’nun 370/II. maddesi gereğince hüküm sonucunun aşağıdaki şekilde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle hüküm sonucuna 11. bent olarak ”Davalı … kendisini bir vekille temsil ettirdiğinden karar tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi uyarınca 2.268,00TL maktu vekalet ücretinin paydaşlardan payları oranında alınarak davalı …’e verilmesine” cümlesinin eklenmesi suretiyle düzeltilmesine, hükmün DEĞİŞTİRİLMİŞ VE DÜZELTİLMİŞ BU ŞEKLİYLE ONANMASINA, peşin yatırılan harcın istek halinde yatırana iadesine, 10.03.2020 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/2101 K: 2020/7721 T: 25.11.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/135 K: 2021/2455 T: 05.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/3375 K: 2021/3072 T: 27.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/1511 K: 2020/4809 T: 10.09.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/7287 K: 2014/8274 T: 19.06.2014
Davacı vekili tarafından, davalı aleyhine 22.01.2013 gününde verilen dilekçe ile ortaklığın giderilmesi istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 07.11.2013 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı kayyum vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
Dava, ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Mahkemece ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü davalı kayyum vekili temyiz etmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları, paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallarda paydaşlar (ortaklar) arasında mevcut birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirip ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalardır. Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları iki taraflı, taraflar için benzer sonuçlar doğuran davalar olup, sonuçta kazanan ve kaybeden taraftan söz edilemeyeceğinden yargılama giderleri ve vekalet ücretinin taraflara payları oranında yükletilmesi gerekir.
Somut olaya gelince; dava konusu.. ve.. parsel sayılı taşınmazlar yargılama sırasında yenileme sonucu ..ada..ve..parsel numarasını almışlardır. Mahkemece hükümden önce oluşan bu ada ve parsel numaraları üzerinden karar verilmesi gerekirken son tapu kaydı dikkate alınmaksızın kapalı kayıt üzerinden ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Bu hususun yanında davalı kayyum kendisini vekille temsil ettirmiş olduğu halde yararına vekalet ücreti takdir edilmemesi de isabetli olmamıştır. Hükmün açıklanan nedenlerle bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda yazılı nedenlerle davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, istek halinde peşin alınan temyiz harcının temyiz edene iadesine, 19.06.2014 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/446 K: 2020/2388 T: 27.02.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/18762 K: 2020/5922 T: 07.10.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/336 K: 2021/2489 T: 05.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2021/751 K: 2021/1659 T: 10.03.2021
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/817 K: 2020/6849 T: 04.11.2020
Dava, ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın kısmen kabulü, kısmen reddi ile dava konusu 169 ada, 33 ve 34 parseldeki taşınmazlar üzerindeki ortaklığın satış sureti ile giderilmesine, davalı … yönünden ise davanın reddine karar verilmiştir. Hükmü, davalı … vekili vekalet ücreti yönünden temyiz etmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları paylı ve elbirliği mülkiyeti hükümlerine tabi mallarda paydaşlar veya ortaklar arasındaki hukuki ilişkiyi sona erdiren, birlikte mülkiyetten ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan iki taraflı, taraflar için benzer sonuçlar doğuran davalardır.
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davasını paydaşlardan (ortaklardan) biri veya birkaçı diğer paydaşlara (ortaklara) karşı açar. Taraf teşkili kamu düzenine ilişkin olup, re’sen yargılamanın her aşamasında göz önünde bulundurulması gerekir. HMK.’nun 27. maddesi hükmü uyarınca, davanın tarafları, müdahiller ve yargılamanın diğer ilgilileri, kendi haklarıyla bağlı olarak hukuki dinlenilme hakkına sahiptirler. Hukuki dinlenilme hakkı, Anayasının 36. maddesinde ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesinde düzenlenen adil yargılama hakkının en önemli unsurudur. Bu itibarla, paydaşlardan veya ortaklardan birisinin ölmesi halinde alınacak mirasçılık belgesine göre mirasçılarının davaya katılmaları sağlandıktan sonra işin esasının incelenmesi gerekir.
Mahkemece paydaşlığın (ortaklığın) satış suretiyle giderilmesine karar verilmesi halinde ise, satışın nasıl yapılacağının ve satış bedelinin ne şekilde dağıtılacağının hüküm sonucunda gösterilmesi gerekir. Satış bedelinin, satışına karar verilen taşınmaz paylı mülkiyet hükümlerine konu ise paydaşların tapudaki payları oranında, elbirliği halinde mülkiyet hükümlerine tabi olması halinde mirasçılık belgesindeki payları oranında hem paylı hem de elbirliği mülkiyet halinin bir arada bulunması halinde ise tapudaki ve mirasçılık belgesindeki paylar nazara alınarak dağıtılmasına karar verilmesi gerekir.
Somut olaya gelince, Dava konusu taşınmazda paydaş olan …’ın ve …’ın mirasçılık belgeleri temin edilmeden karar verildiği anlaşılmıştır. Dosya kapsamında bulunan nüfus kaydına göre, …’ın kızı olan ve evlenerek B…..l ilçesi, …Köyü, cilt 103, hane 1’de nüfusa tescil edilmiş olan …. isimli mirasçı bulunmaktadır. Mahkemece … ve ….’a ilişkin mirasçılık belgeleri temin edilerek, tüm mirasçıların davada taraf olmalarının sağlanması gerekirken taraf teşkili sağlanmadan ve mirasçı … yönünden davanın husumet yokluğu nedeni ile reddine karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Kabule göre, mahkemece, ortaklığın “Genel açık arttırma yöntemi ile yapılacak satışla” giderilmesine karar verilmesi ve davalılardan …, … ve … kendilerini ayrı ayrı vekiller tarafından temsil ettirdikleri için her bir taraf lehine ayrı vekalet ücretine hükmedilmesi gerekirken tek vekalet ücretine hükmedilmesi doğru görülmemiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/2101 K: 2020/7721 T: 25.11.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/135 K: 2021/2455 T: 05.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/3375 K: 2021/3072 T: 27.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/1511 K: 2020/4809 T: 10.09.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/12522 K: 2020/9 T: 03.01.2020
Dava, İcra ve İflas Kanunu’nun 121. maddesi uyarınca alınan yetki belgesine dayalı olarak alacaklı tarafından açılan ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir. Hükmü, davacı vekili temyiz etmiştir.
Borçlunun elbirliği halinde ortak olduğu taşınmazlarda borçlu ortağın alacaklısı icra hakimliğinden İcra İflas Kanununun 121. maddesine göre alacağı yetki belgesine dayanarak borçlunun ortağı olduğu taşınmaz için ortaklığın giderilmesi davası açabilir. İcra mahkemesinden alınan yetkiye dayalı olarak açılan davalarda kural olarak borçlu ortağın mülkiyet hakkının elbirliği mülkiyetine konu olması gerekir. Bu şekilde açılacak davalarda borçlu ortak (paydaş) dahil tüm ortakların (paydaşların) davaya dahil edilmeleri zorunludur.
Somut olaya gelince; davanın açıldığı tarihte davalıların dava konusu taşınmazda elbirliği halinde malik olduğu, dava açıldıktan sonra 24.12.2015 tarihinde intikallerin yapıldığı ve davalı borçlu …’ın paylı malik haline geldiği anlaşılmıştır. Bu durumda, davanın açıldığı tarihte davacının hukuki yararı bulunduğundan, yargılama giderlerinin davalılar üzerinde bırakılması ve davalılar lehine vekalet ücretine hükmedilmemesi gerekirken, davacı alacaklının yargılama giderlerinden sorumlu tutulması, davalılar lehine vekalet ücretine hükmedilmesi ve alacaklı olan davacının Bursa 3. İcra Müdürlüğünün 2014/2483 Esas sayılı dosyası ile icra takibi yapmasına rağmen, mahkemenin gerekçeli kararında icra dairesinin “6. İcra Müdürlüğü” olarak yazılması doğru görülmemiş ise de belirtilen hususlar hükmün bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden HUMK’nun 438/7. maddesi gereğince hüküm sonucunun aşağıdaki şekilde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/2613 K: 2021/3023 T: 22.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2021/750 K: 2021/2635 T: 08.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/3652 K: 2020/7165 T: 11.11.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2019/3618 K: 2020/3393 T: 04.06.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2019/3618 K: 2020/3393 T: 04.06.2020
Dava, ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulü ile dava konusu taşınmaz üzerindeki ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalı Hazine vekili temyiz etmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları, paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallarda paydaşlar (ortaklar) arasında mevcut birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirip ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalar olup, sonuçta kazanan ve kaybeden taraftan söz edilemeyeceğinden yargılama giderleri ve vekalet ücretinin taraflara payları oranında yükletilmesi gerekir.
492 sayılı Harçlar Kanunu’nun 13/j maddesi gereğince taşınmazda pay sahibi olan Maliye Hazinesi harçtan muaftır.
Somut olayda; vekil ile temsil olunan davalı Hazine yararına Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi uyarınca vekalet ücreti takdir olunmaması ve 492 sayılı Harçlar Kanununun 13/j maddesi gereğince taşınmazda pay sahibi olan Maliye Hazinesi harçtan muaf olduğu halde, hükmün 3. bendinde satış bedeli üzerinden alınacak binde 11,38 oranında harç ile yükümlü tutulması doğru görülmemiş olup, bu hususlar kararın bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 438/7. maddesi gereğince hüküm sonucunun aşağıdaki şeklinde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/2101 K: 2020/7721 T: 25.11.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/1302 K: 2020/4323 T: 02.07.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/1577 K: 2020/4652 T: 08.09.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/402 K: 2020/1970 T: 19.02.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2021/751 K: 2021/1659 T: 10.03.2021
Dava, ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulü ile dava konusu taşınmaz üzerindeki ortaklığın satış sureti ile giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalı vekili temyiz etmiştir.
1)Yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve dosya kapsamına göre davalı vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde görülmemiş, reddi gerekmiştir.
2)Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları, paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallarda paydaşlar (ortaklar) arasında mevcut birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirip ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalar olup, sonuçta kazanan ve kaybeden taraftan söz edilemeyeceğinden yargılama giderleri ve vekalet ücretinin taraflara payları oranında yükletilmesi gerekir.
Somut olaya gelince; mahkemece, dava konusu taşınmaz hakkında satış suretiyle ortaklığın giderilmesine karar verildiğinden yargılama giderleri ve vekalet ücretinin taraflara payları oranında yükletilmesi gerekirken satış bedelinden alınarak taraflara verilmesine dair hüküm kurulması doğru görülmemiş ise de; bu husus kararın bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden, 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 438/7 maddesi gereğince hüküm sonucunun aşağıdaki şekilde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/2101 K: 2020/7721 T: 25.11.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/135 K: 2021/2455 T: 05.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/3375 K: 2021/3072 T: 27.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/1511 K: 2020/4809 T: 10.09.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/402 K: 2020/1970 T: 19.02.2020
Dava, İİK’nun 121. maddesi uyarınca alınan yetki belgesine dayalı olarak alacaklı tarafından açılan ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulü ile 267 ada 52 parsel sayılı taşınmaz üzerindeki ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davacı vekili temyiz etmiştir.
Borçlunun elbirliği halinde ortak olduğu taşınmazlarda borçlu ortağın alacaklısı İcra Hakimliğinden İcra İflas Kanununun 121. maddesine göre alacağı yetki belgesine dayanarak borçlunun ortağı olduğu taşınmaz için ortaklığın giderilmesi davası açabilir.
Somut olaya gelince; dava İİK’nun 121. maddesine göre dava konusu taşınmaza ortak olmayan alacaklının … İcra Hukuk Mahkemesi’nden 2014/12 E. 2014/15 K. sayılı ilamı ile aldığı yetkiye dayanarak açtığı ortaklığın giderilmesi davasıdır. Davacının dava konusu 267 ada 52 parsel sayılı taşınmazda payı bulunmadığından kabulüne karar verilen davada yargılama giderleri ve vekalet ücreti yönünden sorumluluğu bulunmamaktadır. Mahkemece, hükmün 6. ve 7. bendinde davacı vekilinin yargılama gideri ve vekalet ücreti ile sorumlu tutulması doğru görülmemiş ise de belirtilen hususlar kararın bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden hüküm sonucunun aşağıdaki şekilde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/2613 K: 2021/3023 T: 22.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2021/750 K: 2021/2635 T: 08.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/3652 K: 2020/7165 T: 11.11.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/12522 K: 2020/9 T: 03.01.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2021/1280 K: 2021/2538 T: 06.04.2021
Dava, ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulüne ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmiştir.
1)Yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve tüm dosya içeriğine göre davalı vekilinin aşağıdaki (2) numaralı bendin kapsamı dışında kalan diğer temyiz itirazları yerinde görülmemiş, reddi gerekmiştir.
2)Davalı vekilinin diğer temyiz itirazlarına gelince; Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları, paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallarda paydaşlar (ortaklar) arasında mevcut birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirip ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalar olup, sonuçta kazanan ve kaybeden taraftan söz edilemeyeceğinden yargılama giderleri ve vekalet ücretinin taraflara payları oranında yükletilmesi; karar ve ilam harcının ise dava konusu taşınmazın satış bedeli üzerinden hesap edilip taraflardan payları oranında tahsiline karar verilmesi gerekir.
Taraflar arasında Hazine’nin bulunması halinde ise; 492 sayılı Harçlar Kanununun 13/j maddesi gereğince Hazine harçtan muaf olduğundan bu hususun göz önünde bulundurulması gerekmektedir.
Öte yandan; mahkemece, ortaklığın “genel açık arttırma yöntemi ile yapılacak satışla” ortaklığın giderilmesine karar verilirken, satış yönteminin de belirtilmesi gereklidir.
Somut olaya gelince; mahkemece ortaklığın giderilmesine karar verilmesinde bir isabetsizlik bulunmamakla birlikte ortaklığın giderilmesine karar verilirken satış yönteminin belirtilmemesi doğru değildir. Yine, 764 ada 12 parsel, 766 ada 3 parsel sayılı taşınmazlarda hissedar olan Hazine’nin 492 sayılı Harçlar Kanununun 13/j maddesi gereğince harçtan muaf olduğu halde peşin ve başvuru harcı ile birlikte satış bedeli üzerinden alınması gereken binde 11,38 oranındaki harçtan yükümlü tutulması ve ortaklığın giderilmesi davasının kabulüne karar verildiği halde kendisini vekille temsil ettiren davalı … yararına vekalet ücreti hükmedilmemesi doğru görülmemiş ise de bu hususlar kararın bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 438/7. maddesi gereğince hüküm sonucunun aşağıdaki şekilde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/702 K: 2020/2433 T: 28.02.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/2663 K: 2020/5364 T: 23.09.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/17352 K: 2020/4675 T: 08.09.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/817 K: 2020/6849 T: 04.11.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/18275 K: 2020/6067 T: 12.10.2020
Dava, ortaklığın giderilmesi ve ecrimisil istemlerine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulüne ve dava konusu 271 ada 74 parsel sayılı taşınmaz üzerindeki 2 ve 4 numaralı bağımsız bölümlerdeki ortaklığın satış suretiyle giderilmesine, davacının tazminat talebine yönelik davasının harç yatırılmamış olması nedeniyle HMK m.150 gereğince açılmamış sayılmasına karar verilmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları, paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallarda paydaşlar (ortaklar) arasında mevcut birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirip ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalar olup, sonuçta kazanan ve kaybeden taraftan söz edilemeyeceğinden yargılama giderleri ve vekalet ücretinin taraflara payları oranında yükletilmesi gerekir.
Paydaşlığın giderilmesi davasını paydaşlardan biri veya birkaçı diğer paydaşlara karşı açar. 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 27. maddesi uyarınca davada bütün paydaşların yer alması zorunludur. Paydaşlardan veya ortaklardan birinin ölümü halinde alınacak mirasçılık belgesine göre mirasçılarının davaya katılmaları sağlandıktan sonra işin esasının incelenmesi gerekir.
Somut olayda; Dava konusu taşınmazlarda tapu kayıt maliki görünen … ile davalı …’ın aynı kişi olup olmadığı anlaşılamadığından, mahkemece adı geçen tapu malikiyle davalının aynı kişi olup olmadığının belirlenmesi, aynı kişi olması halinde tapuda isim tashihi için süre verilmesi aksi halde sağ ise kendisinin, ölü ise ibraz ettirilecek mirasçılık belgesine göre tespit edilecek mirasçılarının davada yer almasının sağlanması gerekir.
Ortaklığın giderilmesi davaları iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalardan olup, sonuçta kazanan ve kaybeden taraftan söz edilemeyeceğinden yargılama giderleri ve vekalet ücretinin taraflara payları oranında yükletilmesi gerekir. Mahkemece, vekil ile temsil olunan bir kısım davalılar yararına Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi uyarınca vekalet ücreti takdir olunmaması ve davacılar kendilerini vekil ile temsil ettirdiğinden davacılar lehine tek vekalet ücreti takdiri gerekirken her bir davacı için vekil lehine vekalet ücreti takdiri de doğru görülmemiştir.
Mahkemece, eksik taraf teşkili ile yukarıda değinilen hususlar gözetilmeden işin esasına yönelik hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeplerle kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/2613 K: 2021/3023 T: 22.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2021/750 K: 2021/2635 T: 08.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/3652 K: 2020/7165 T: 11.11.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/12522 K: 2020/9 T: 03.01.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/12612 K: 2020/500 T: 16.01.2020
Dava, İcra ve İflas Kanunu’nun 121. maddesi uyarınca alınan yetki belgesine dayalı olarak alacaklı tarafından açılan ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulü ile dava konusu taşınmazlar üzerindeki ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmiştir.
1)Yapılan yargılamaya, toplanan delillere, dosya kapsamına göre davalı … Belediye Başkanlığı vekili ile davalı … vekilinin tüm, bir kısım davalılar vekilinin ise aşağıdaki bendin kapsamı dışındaki temyiz itirazlarının reddine,
2)Bir kısım davalılar vekilinin diğer temyiz itirazlarına gelince;
6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 330. maddesi uyarınca davayı vekil ile takip eden taraf yararına vekalet ücretine hükmedilmesi gerekmektedir. HMK’nin 332 /1 ve 2 maddesi gereği yargılama giderlerine mahkemece re’sen hükmedilir. Yargılama gideri tutarı, hangi tarafa ve hangi oranda yükletildiği ve dökümü hüküm altında gösterilir. Bu yargılama giderleri, hem davayı kazanan tarafça daha önce peşin olarak ödenen hem de dava sonunda ödenmesi gereken harç ve masraflar ile yargılama gideri olan vekalet ücretidir. Davada haklı çıkan taraf kendisini vekille temsil ettirmiş ise vekalet ücreti diğer yargılama giderleri gibi haksız çıkan taraftan alınarak haklı çıkan “Tarafa” verilir. Ancak paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları iki taraflı, taraflar için benzer sonuçlar doğuran davalar olup, sonuçta kazanan ve kaybeden taraftan söz edilemeyeceğinden yargılama giderleri ve vekalet ücretinin “Taraflara” payları oranında yükletilmesi gerekir.
Somut olayda; mahkemece davalılardan … vd. kendilerini bir vekil ile temsil ettirdikleri göz önüne alınarak 6100 Sayılı HMK’nin 330. maddesi uyarınca davayı vekil ile takip eden davalılar yararına vekalet ücretine hükmedilmesi gerekirken yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş ise de bu husus kararın bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden HUMK’nun 438/7. maddesi gereğince hüküm sonucunun aşağıdaki şekilde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2021/339 K: 2021/1122 T: 22.02.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/18111 K: 2020/5534 T: 28.09.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2021/1280 K: 2021/2538 T: 06.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/13342 K: 2020/1394 T: 06.02.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/17352 K: 2020/4675 T: 08.09.2020
Dava, ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir, Mahkemece, davanın kabulüne dava konusu taşınmaz üzerindeki ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalı kayyım vekili ve davalı … vekili temyiz etmişlerdir.
Davalı kayyım vekilinin temyiz itirazlarına gelince; Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları, paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallarda paydaşlar (ortaklar) arasında mevcut birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirip ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalar olup, sonuçta kazanan ve kaybeden taraftan söz edilemeyeceğinden yargılama giderleri ve vekalet ücretinin taraflara payları oranında yükletilmesi gerekir.
Somut olayda; vekil ile temsil olunan davalı kayyım yararına Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi uyarınca vekalet ücreti takdir olunmaması doğru görülmemiştir. Ancak bu husus kararın bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 438/7. maddesi gereğince hüküm sonucunun aşağıdaki şeklinde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/16 K: 2020/6803 T: 03.11.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/4309 K: 2021/30 T: 18.01.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/402 K: 2020/1970 T: 19.02.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/15218 K: 2020/3039 T: 11.03.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/1511 K: 2020/4809 T: 10.09.2020
Dava, ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Davacı, dava konusu altı adet taşınmaz üzerindeki ortaklığın satış yoluyla giderilmesini talep ve dava etmiştir. Bir kısım davalılar vekili, muhdesat iddiasında bulunmuştur. Mahkemece, davanın kabulü ile dava konusu taşınmazlar üzerindeki ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, bir kısım davalılar vekili temyiz etmiştir.
Bir kısım davalılar vekilinin diğer temyiz itirazlarına gelince, Ortaklığın giderilmesi davaları, paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallarda paydaşlar (ortaklar) arasında mevcut birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirip ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalardır.
Mahkemece paydaşlığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmesi halinde satışın nasıl yapılacağının, satış bedeli, harç ve yargılama giderlerinin ne şekilde dağıtılacağının hüküm sonucunda gösterilmesi gerekir.
6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 332/1 ve 2. maddesi gereği yargılama giderlerine mahkemece re’sen hükmedilir. Yargılama gideri tutarı, hangi tarafa ve hangi oranda yükletildiği ve dökümü hüküm altında gösterilir. Bu yargılama giderleri, hem davayı kazanan tarafça daha önce peşin olarak ödenen hem de dava sonunda ödenmesi gereken harç ve masraflar ile yargılama gideri olan vekalet ücretidir. Davada haklı çıkan taraf kendisini vekille temsil ettirmiş ise vekalet ücreti diğer yargılama giderleri gibi haksız çıkan taraftan alınarak haklı çıkan “Tarafa” verilir. Ancak paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları iki taraflı, taraflar için benzer sonuçlar doğuran davalar olup, sonuçta kazanan ve kaybeden taraftan söz edilemeyeceğinden yargılama giderleri ve vekalet ücretinin “Taraflara” payları oranında yükletilmesi gerekir.
Somut olayda; mahkemece, vekil ile temsil olunan bir kısım davalılar yararına Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi uyarınca vekalet ücreti takdir olunmaması ve dava konusu bir kısım taşınmazlar için satış bedelinin ne şekilde dağıtılacağının hükümde gösterilmemiş olması doğru görülmemiş ise de; belirtilen hususlar kararın bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 438/7. maddesi gereğince hüküm sonucunun aşağıdaki şekilde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/702 K: 2020/2433 T: 28.02.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/2663 K: 2020/5364 T: 23.09.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/12612 K: 2020/500 T: 16.01.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/817 K: 2020/6849 T: 04.11.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/3652 K: 2020/7165 T: 11.11.2020
Dava, ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulü ile dava konusu taşınmazlar ile araç üzerindeki ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü; davalı …, davalılar … vd. vekili ve dahili davalı … vekili temyiz etmişlerdir.
Yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve dosya içeriğine göre aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde görülmemiş, reddi gerekmiştir. Diğer temyiz itirazlarına gelince;
Ortaklığın giderilmesi davaları, paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallarda paydaşlar (ortaklar) arasındaki mevcut birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirip ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalardır.
Ortaklığın giderilmesi davaları iki taraflı, taraflar için benzer sonuçlar doğuran davalar olup, sonuçta kazanan ve kaybeden taraftan söz edilemeyeceğinden yargılama giderleri ve vekalet ücretinin taraflara payları oranında yükletilmesi gerekir.
Dava konusu olaya gelince; dahili davalı … vekili, karar tarihi olan 03.05.2016 tarihinden sonra, 04.05.2016 tarihinde vekaletname sunduğundan lehine vekalet ücreti takdir edilmemesinde hukuka aykırılık görülmemiştir. Ancak yargılama aşamasında kendisini ortak vekil ile temsil ettiren davalılar … vd. yararına vekalet ücreti takdir edilmesi gerekirken, lehlerine vekalet ücreti takdir edilmemesi, satış bedeli ve harcın dağıtılmasında ve yargılama giderleri ile vekalet ücretinin alınmasında esas alınan mirasçılık belgesi bilgilerinin yanlış gösterilmiş olması doğru görülmemiş ise de bu hususlar, kararın bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden HUMK’nın 438/7 maddesi gereğince hüküm sonucunun aşağıdaki şekilde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/2101 K: 2020/7721 T: 25.11.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/1302 K: 2020/4323 T: 02.07.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/1577 K: 2020/4652 T: 08.09.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2021/751 K: 2021/1659 T: 10.03.2021
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/336 K: 2021/2489 T: 05.04.2021
Dava, İcra ve İflas Kanununun 121. maddesi uyarınca alınan yetki belgesine dayalı olarak, alacaklı tarafından açılan, ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulü ile; … ili, … ilçesi, … Köyü, 121 ada, 8 parsel, 121 ada, 4 parsel ve 121 ada, 2 parsel sayılı taşınmazların üzerindeki muhtesat ve varsa yükümlülükleri ile birlikte satış suretiyle ortaklığının giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davacı vekili temyiz etmiştir.
Borçlunun elbirliği halinde ortak olduğu taşınmazlarda borçlu ortağın alacaklısı icra hakimliğinden İcra İflas Kanununun 121. maddesine göre alacağı yetki belgesine dayanarak borçlunun ortağı olduğu taşınmaz için ortaklığın giderilmesi davası açabilir.
İcra mahkemesinden alınan yetkiye dayalı olarak açılan davalarda kural olarak borçlu ortağın mülkiyet hakkının elbirliği mülkiyetine konu olması gerekir. Bu şekilde açılacak davalarda borçlu ortak (paydaş) dahil tüm ortakların (paydaşların) davaya dahil edilmeleri zorunludur.
Ayrıca 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 330. maddesi uyarınca davayı vekil ile takip eden taraf yararına vekalet ücretine hükmedilmesi gerekmektedir. HMK’nin 332 /1 ve 2 maddesi gereği yargılama giderlerine mahkemece re’sen hükmedilir. Yargılama gideri tutarı, hangi tarafa ve hangi oranda yükletildiği ve dökümü hüküm altında gösterilir. Bu yargılama giderleri, hem davayı kazanan tarafça daha önce peşin olarak ödenen hem de dava sonunda ödenmesi gereken harç ve masraflar ile yargılama gideri olan vekalet ücretidir. Davada haklı çıkan taraf kendisini vekille temsil ettirmiş ise vekalet ücreti diğer yargılama giderleri gibi haksız çıkan taraftan alınarak haklı çıkan “Tarafa” verilir. Ancak paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları iki taraflı, taraflar için benzer sonuçlar doğuran davalar olup, sonuçta kazanan ve kaybeden taraftan söz edilemeyeceğinden yargılama giderleri ve vekalet ücretinin “Taraflara” payları oranında yükletilmesi gerekir.
Somut olayda; mahkemece davacı …’in davada kendisini bir vekil ile temsil ettirdiği göz önüne alınarak 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 330. maddesi uyarınca davayı vekil ile takip eden davacı yararına vekalet ücretine hükmedilmesi gerekirken yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş ise de; bu husus kararın bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 438/7. maddesi gereğince hüküm sonucunun aşağıdaki şekilde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/2613 K: 2021/3023 T: 22.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2021/750 K: 2021/2635 T: 08.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/1511 K: 2020/4809 T: 10.09.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/12522 K: 2020/9 T: 03.01.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/1577 K: 2020/4652 T: 08.09.2020
Dava, ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir. Hükmü, davalı … vekili ve davalı … temyiz etmişlerdir.
1)Yapılan yargılamaya toplanan deliller ve dosya içeriğine göre davalı …’in temyiz itirazları yerinde görülmemiş, reddi gerekmiştir.
2)Davalı … vekilinin temyiz itirazlarına gelince; paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları, paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallarda paydaşlar (ortaklar) arasında mevcut birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirip ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalar olup, sonuçta kazanan ve kaybeden taraftan söz edilemeyeceğinden yargılama giderleri ve vekalet ücretinin taraflara payları oranında yükletilmesi gerekir.
Somut olaya gelince; davacı …’in, yargılama sırasında 07.10.2012 tarihinde vefat ettiği, mirasçılarından …in vefat eden davacı … vekiline vekaletname vererek davayı takip ettikleri halde karar başlığında davacı olarak gösterilmeyip yargılama sırasında vefat eden …’in davacı olarak gösterilmesi mahallinde düzeltilebilecek maddi hata olduğu anlaşılmaktadır. Ancak hükmün 5. bendinde vefat eden mirasçı yararına vekalet ücreti takdir edilmesi ve hükmün 6. bendinde ise davacı olarak davayı takip eden … mirasçılarından …r’in davalı olarak gösterilerek lehlerine vekalet ücreti takdirine karar verilmesinin infazda tereddüte yol açacağı anlaşılmaktadır. Öte yandan davalı … kendisini vekil ile temsil ettirdiği halde yararına vekalet ücreti takdir edilmemesi doğru görülmemiş ise de, bu husus kararın bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden HUMK’nın 438/7 maddesi gereğince hüküm sonucunun aşağıdaki şekilde düzelterek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/2101 K: 2020/7721 T: 25.11.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/135 K: 2021/2455 T: 05.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/3375 K: 2021/3072 T: 27.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/17352 K: 2020/4675 T: 08.09.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/4309 K: 2021/30 T: 18.01.2021
Dava, ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulü ile 7663 parsel sayılı taşınmazda ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, bir kısım davalılar vekili vekalet ücreti yönünden temyiz etmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları, paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallarda paydaşlar (ortaklar) arasında mevcut birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirip ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalar olup, sonuçta kazanan ve kaybeden taraftan söz edilemeyeceğinden yargılama giderleri ve vekalet ücretinin taraflara payları oranında yükletilmesi gerekir.
Somut olayda; vekil ile temsil olunan bir kısım davalılar yararına Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi uyarınca vekalet ücreti takdir olunmaması doğru görülmemiştir. Ancak bu husus kararın bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 438/7. maddesi gereğince hüküm sonucunun aşağıdaki şeklinde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/2613 K: 2021/3023 T: 22.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2021/750 K: 2021/2635 T: 08.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/1511 K: 2020/4809 T: 10.09.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/12522 K: 2020/9 T: 03.01.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/18111 K: 2020/5534 T: 28.09.2020
Dava, ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece; davanın kabulü ile;…, 647 parsel sayılı taşınmazda bulunan ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları, paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallarda paydaşlar (ortaklar) arasında mevcut birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirip ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalar olup, sonuçta kazanan ve kaybeden taraftan söz edilemeyeceğinden yargılama giderleri ve vekalet ücretinin taraflara payları oranında yükletilmesi gerekir.
Somut olayda; mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş olup, hüküm tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesinin 6. maddesi uyarınca yargılamada kendisini vekille temsil ettiren davalı … yararına 1.500,00 TL maktu vekalet ücreti takdiri gerekirken vekalet ücretine hükmedilmemesi doğru görülmemiş ise de, bu husus kararın bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 438/7. maddesi uyarınca hüküm sonucunun aşağıdaki şekilde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/16 K: 2020/6803 T: 03.11.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/1577 K: 2020/4652 T: 08.09.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/402 K: 2020/1970 T: 19.02.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/15218 K: 2020/3039 T: 11.03.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/794 K: 2020/7210 T: 12.11.2020
Dava, İcra ve İflas Kanununun 121.maddesi uyarınca açılan ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulü ile ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davacı vekili temyiz etmiştir.
Yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve tüm dosya içeriğine göre aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde görülmemiş, reddi gerekmiştir.
HMK’nın 332 /1 ve 2 maddesi gereği yargılama giderlerine mahkemece re’sen hükmedilir. Yargılama gideri tutarı, hangi tarafa ve hangi oranda yükletildiği ve dökümü hüküm altında gösterilir. Bu yargılama giderleri, hem davayı kazanan tarafça daha önce peşin olarak ödenen hem de dava sonunda ödenmesi gereken harç ve masraflar ile yargılama gideri olan vekalet ücretidir. Davada haklı çıkan taraf kendisini vekille temsil ettirmiş ise vekalet ücreti diğer yargılama giderleri gibi haksız çıkan taraftan alınarak haklı çıkan “tarafa” verilir. Ancak paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları iki taraflı, taraflar için benzer sonuçlar doğuran davalar olup, sonuçta kazanan ve kaybeden taraftan söz edilemeyeceğinden yargılama giderleri ve vekalet ücretinin “taraflara” payları oranında yükletilmesi gerekir. İİK’nın 121. maddesi uyarınca yetki belgesine dayalı olarak açılan ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkin davalarda, davacı alacaklının taşınmazda payı bulunmadığından ve alacağını tahsile yönelik olarak dava açıldığından mahkemece alacaklı davacı yönünden yargılama giderlerine HMK’nin 332. maddesi gereğince hükmedilmelidir
Somut olaya gelince; mahkemece, yargılama giderleri ile vekalet ücretinin paydaşlardan satış bedelinin dağıtılmasındaki oranlarda tahsiline karar verilmesi gerekirken davacı aleyhine yargılama gideri ve vekalet ücretine hükmedilmesi doğru görülmemiş ise de belirtilen hususlar kararın bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden HUMK’nin 438/7. maddesi gereğince hüküm sonucunun aşağıdaki şekilde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/244 K: 2020/6856 T: 04.11.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/18111 K: 2020/5534 T: 28.09.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/18275 K: 2020/6067 T: 12.10.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2019/2442 K: 2020/2972 T: 10.03.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/2663 K: 2020/5364 T: 23.09.2020
Asıl ve birleştirilen davalar, ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece bozma ilamına uyularak asıl davanın reddine, birleştirilen davaların kabulüne, dava konusu 2098 ada 21 parsel sayılı taşınmaz üzerindeki ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, bir kısım davalılar vekili temyiz etmişlerdir.
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları, paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallarda paydaşlar (ortaklar) arasında mevcut birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirip ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalardır.
Mahkemece paydaşlığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmesi halinde satışın nasıl yapılacağının ve satış bedelinin ne şekilde dağıtılacağının ve harcın taraflardan hangi oranlarda tahsil edileceğinin hüküm sonucunda gösterilmesi gerekir.
Satışına karar verilen taşınmaz; a) Paylı mülkiyet hükümlerine konu ise satış bedelinin ve harcın paydaşların tapudaki payları oranında, b) Elbirliği mülkiyeti hükümlerine tabi olması halinde satış bedelinin ve harcın mirasçılık belgesindeki paylar oranında, c) Hem paylı, hem de elbirliği mülkiyeti halinin bir arada bulunması halinde ise satış bedelinin ve harcın tapudaki ve mirasçılık belgesindeki paylar nazara alınarak dağıtılmasına ve tahsil edilmesine karar verilmesi gerekir.
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları iki taraflı, taraflar için benzer sonuçlar doğuran davalar olup, sonuçta kazanan ve kaybeden taraftan söz edilemeyeceğinden yargılama giderleri ve vekalet ücretinin taraflara payları oranında yükletilmesi gerekir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/2101 K: 2020/7721 T: 25.11.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/1302 K: 2020/4323 T: 02.07.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/336 K: 2021/2489 T: 05.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2021/751 K: 2021/1659 T: 10.03.2021
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/3375 K: 2021/3072 T: 27.04.2021
Dava, ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulüne dava konusu 24 parsel sayılı taşınmaz üzerindeki ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmiştir. Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları, paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallarda paydaşlar (ortaklar) arasında mevcut birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirip ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalardır.
Paydaşlığın giderilmesi davasını paydaşlardan biri veya birkaçı diğer paydaşlara karşı açar. 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunun 27. maddesi uyarınca davada bütün paydaşların yer alması zorunludur. Paydaşlardan veya ortaklardan birinin ölümü halinde alınacak mirasçılık belgesine göre mirasçılarının davaya katılmaları sağlandıktan sonra işin esasının incelenmesi gerekir.
Bunun yanı sıra; davacı taraf dava dilekçesinde, 15 parsel sayılı taşınmazın da ortaklığının giderilmesini talep ettiği halde mahkemece, söz konusu taşınmaz hakkında olumlu veya olumsuz bir karar verilmemiştir.
Kabule göre de; paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları iki taraflı, taraflar için benzer sonuçlar doğuran davalar olup, sonuçta kazanan ve kaybeden taraftan söz edilemeyeceğinden, yargılama giderlerinin davalılar üzerinde bırakılması, davalı … davada vekille temsil edildiği halde lehine vekalet ücretine hükmedilmemesi; karar tarihi itibariyle satış bedeli üzerinden hesaplanacak binde 9 harcın paydaşlardan satış bedelinin dağıtılmasına ilişkin oranlarda tahsiline karar verilmekle yetinilmesi gerekirken, hüküm sonucunun 3. bendinde, taşınmazın inşaat bilirkişisi tarafından belirlenen değeri üzerinden karar ve ilam harcı hesaplanmak suretiyle taraflardan tahsiline karar verilmesi ve Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi uyarınca ortaklığın giderilmesi davalarında maktu vekalet ücretine hükmedilmesi gerektiği halde nispi vekalet ücretine hükmedilmesi de doğru görülmemiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2021/339 K: 2021/1122 T: 22.02.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/4309 K: 2021/30 T: 18.01.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2021/1280 K: 2021/2538 T: 06.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/13342 K: 2020/1394 T: 06.02.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2021/750 K: 2021/2635 T: 08.04.2021
Dava, ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, bozmaya uyularak yapılan yargılama sonucu, davanın kabulü ile ortaklığın satış yoluyla giderilmesine dair verilen 29.09.2015 tarihli ikinci kararın, davalı Hazine vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine bu kez Dairemizin 20.09.2016 tarihli ve 2016/3353 Esas, 7089 Karar sayılı ilamı ile özetle; dosya içerisindeki bilgi ve belgelerden davalı …’ün ölü olduğu, ancak bu durumun nüfus kayıtlarına işlenmediği anlaşıldığından, davacı vekiline yetki ve süre verilerek davalının ölü olduğunun nüfus kayıtlarına işlenmesinin sağlanması ve temin edilecek mirasçılık belgesine göre yasal mirasçılarının davaya dahil edilerek taraf teşkili sağlandıktan sonra işin esası hakkında bir karar verilmesi gereğine değinilerek hükmün bozulmasına karar verilmiştir.
Mahkemece, bozmaya uyularak davacı vekiline verilen sürede, davalı …’ün ölümünün nüfus kayıtlarına işlenmesi sağlanmış ve verasete esas nüfus kaydına göre tespit edilen yasal mirasçılarına tebligat çıkarılmış; mirasçılardan … ile … duruşmaya katılarak davanın reddini savunmuşlardır.
Davacı …’nun 23.10.2017 tarihinde ölümü üzerine de davacı vekili tarafından, müteveffaya ait mirasçılık belgesi ile mirasçılarından alınan vekaletnamenin sunulduğu anlaşılmıştır.
Mahkemece, yapılan yargılama sonucunda, davanın kabulü ile dava konusu 516 ada 5 parsel sayılı taşınmaz üzerindeki ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmiştir.
Yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve tüm dosya içeriğine göre, dahili davalı … vekilinin tüm; davalı Hazine vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde görülmemiş, bu nedenle reddine karar vermek gerekmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) satış suretiyle giderilmesine karar verilmesi halinde, satışın nasıl yapılacağının ve satış bedelinin ne şekilde dağıtılacağının hüküm sonucunda gösterilmesi gerekir. Bunun yanı sıra, yargılamada kendisini vekille temsil ettiren taraflar yararına vekalet ücretine hükmedilmeli ve satış bedelinin dağıtılmasındaki oranlarda paydaşlardan tahsiline karar verilmelidir.
Somut olaya gelince, dava konusu taşınmazda paydaş olan davalı Hazine, yargılamada vekille temsil edilmesine rağmen lehine vekalet ücreti hükmedilmemesi doğru görülmemiş ise de, bu husus kararın bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden, HUMK’nun 438/7 maddesi gereğince hüküm sonucunun aşağıdaki şekilde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/702 K: 2020/2433 T: 28.02.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/794 K: 2020/7210 T: 12.11.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/12612 K: 2020/500 T: 16.01.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/817 K: 2020/6849 T: 04.11.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/18762 K: 2020/5922 T: 07.10.2020
Dava, 2004 sayılı İcra ve İflas Kanununun 121. maddesi uyarınca yetki belgesine dayalı olarak açılan ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, elbirliği mülkiyeti müşterek mülkiyete çevrildiğinden konusu kalmayan davanın esası hakkında karar verilmesine yer olmadığına karar verilmiştir. Hükmü, bir kısım davalılar vekili temyiz etmiştir.
Borçlunun elbirliği halinde ortak olduğu taşınmazlarda borçlu ortağın alacaklısı İcra Hakimliğinden 2004 sayılı İcra ve İflas Kanununun 121. maddesine göre alacağı yetki belgesine dayanarak borçlunun ortağı olduğu taşınmaz için ortaklığın giderilmesi davası açabilir. Bunun için icra hakiminden yetki belgesi alınması zorunludur. İcra hakiminden yetki belgesi almadan doğrudan doğruya veya yetkisi olmayan icra müdürünün verdiği yetki belgesine dayanılarak dava açılması halinde dava hemen reddedilmeyip davacı tarafa icra hakiminden yetki belgesi almak üzere süre verilmelidir.
İcra mahkemesinden alınan yetkiye dayalı olarak açılan davalarda kural olarak borçlu ortağın mülkiyet hakkının elbirliği mülkiyetine konu olması gerekir.
6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 331. maddesinin 1. fıkrasına göre; “Davanın konusuz kalması sebebiyle davanın esası hakkında bir karar verilmesine gerek bulunmayan hâllerde, hâkim, davanın açıldığı tarihteki tarafların haklılık durumuna göre yargılama giderlerini takdir ve hükmeder.”
Somut olaya gelince; mahkemece yargılama sırasında davalı borçlunun payı müşterek mülkiyete çevrildiğinden davanın konusuz kalması sebebiyle esas hakkında karar verilmesine yer olmadığına, yargılama giderlerinin ve vekalet ücretinin davalılardan tahsili ile davacıya verilmesine karar verilmiş ise de; davacı alacaklının dava tarihi itibariyle dava açmakta hukuki yararının bulunduğu, öte yandan dava açılmasına davalı borçlu dışında kalan diğer davalıların da sebebiyet vermediği anlaşıldığından, dava tarihindeki haklılık durumuna göre yargılama gideri ve bu gider içerisinde yer alan vekalet ücretinin sadece davalı borçlu … üzerinde bırakılması gerekirken davalıların tamamına yükletilmesi doğru görülmemiş, bu husus kararın bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 438/7 maddesi gereğince hüküm sonucunun aşağıdaki şeklinde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/2613 K: 2021/3023 T: 22.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/3375 K: 2021/3072 T: 27.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/1511 K: 2020/4809 T: 10.09.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/12522 K: 2020/9 T: 03.01.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/1302 K: 2020/4323 T: 02.07.2020
Dava, İİK’nun 121. maddesi uyarınca alınan yetki belgesine dayalı olarak alacaklı tarafından açılan ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, dava konusu taşınmazlardaki ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmiştir.
Yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve tüm dosya içeriğine göre davalı … vekilinin tüm, davalı Hazine vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde görülmemiş ve reddi gerekmiştir
Davalı … vekilinin diğer temyiz itirazlarına gelince; Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları, paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallarda paydaşlar (ortaklar) arasında mevcut birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirip ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalar olup, sonuçta kazanan ve kaybeden taraftan söz edilemeyeceğinden yargılama giderleri ve vekalet ücretinin taraflara payları oranında yükletilmesi; karar ve ilam harcının ise dava konusu taşınmazın satış bedeli üzerinden hesap edilip taraflardan payları oranında tahsiline karar verilmesi gerekir.
Taraflar arasında Hazine’nin bulunması halinde ise; 492 sayılı Harçlar Kanununun 13/j maddesi gereğince Hazine harçtan muaf olduğundan bu hususun göz önünde bulundurulması gerekmektedir.
Somut olaya gelince; mahkemece ortaklığın giderilmesine karar verilmesinde bir isabetsizlik bulunmamakla birlikte 220 ada 4 parsel sayılı taşınmazda hissedar Hazine’nin 492 sayılı Harçlar Kanununun 13/j maddesi gereğince harçtan muaf olduğu halde harçla yükümlü tutulması ve harcın kimlerden ve ne nispette alınacağının belirtilmemesi doğru değil ise de; bu husus kararın bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 438/7. maddesi gereğince hüküm sonucunun aşağıdaki şekilde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/446 K: 2020/2388 T: 27.02.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2021/750 K: 2021/2635 T: 08.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/3652 K: 2020/7165 T: 11.11.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2019/3618 K: 2020/3393 T: 04.06.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/16 K: 2020/6803 T: 03.11.2020
Dava, ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulüne ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalı Hazine vekili temyiz etmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları, paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallarda paydaşlar (ortaklar) arasında mevcut birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirip ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalar olup, sonuçta kazanan ve kaybeden taraftan söz edilemeyeceğinden yargılama giderleri ve vekalet ücretinin taraflara payları oranında yükletilmesi; karar ve ilam harcının ise dava konusu taşınmazın satış bedeli üzerinden hesap edilip taraflardan payları oranında tahsiline karar verilmesi gerekir. Taraflar arasında Hazinenin bulunması halinde ise, 492 Sayılı Harçlar Kanununun 13/j maddesi gereğince Hazine harçtan muaf olduğundan bu hususun göz önünde bulundurulması gerekmektedir.
Somut olayda; dava konusu 144 ada 79 parsel sayılı taşınmazda pay sahibi davalı …, Harçlar Kanununun 13/j maddesi gereğince harçtan muaf olduğundan hazine payına düşen harca ilişkin hüküm kurulmaz. Bu nedenle hüküm fıkrasının; 9. bendinin hükmünden çıkartılmasına, 6. bendindeki satış bedeli üzerinden alınacak binde 11,38 oranındaki ilam harcının tahsilinde tarafların sorumluluğunun gösterilmemesi Maliye Hazinesinin de yükümlü tutulması sonucunu doğuracağından doğru görülmemiş ise de; bu husus, kararın bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 438/7. maddesi gereğince hüküm sonucunun aşağıdaki şekilde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/1302 K: 2020/4323 T: 02.07.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/1577 K: 2020/4652 T: 08.09.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/402 K: 2020/1970 T: 19.02.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/15218 K: 2020/3039 T: 11.03.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2021/339 K: 2021/1122 T: 22.02.2021
Dava, ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Mahkemece davanın kabulü ile; …Mahallesi, 4388 ada, 7 parsel sayılı taşınmazın üzerindeki ortaklığın satış sureti ile giderilmesine, satışın umum arasında açık artırma yolu ile yapılmasına” karar verilmiş; davacı vekilinin kararı tavzih etmesi üzerine ise “30/06/2016 tarihli gerekçeli kararın davalılar kısmında 2, 3, 4, 7, 8 ve 12 No’lu maddelerde davalı olarak gösterilen kişilerin hüküm fıkrasından çıkarılmalarına şeklinde gerekçeli kararın düzeltilmesine ve diğer taraflara tebliğine” karar verilmiştir. Hükmü ve tashih kararını davalılardan Maliye Hazinesi vekili temyiz etmiştir.
1) Yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve dosya kapsamına göre davalılardan Maliye Hazinesi vekilinin aşağıdaki bendin dışında kalan temyiz itirazları yerinde görülmemiş, reddi gerekmiştir.
2) Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları, paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallarda paydaşlar (ortaklar) arasında mevcut birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirip ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalar olup, sonuçta kazanan ve kaybeden taraftan söz edilemeyeceğinden yargılama giderleri ve vekalet ücretinin taraflara payları oranında yükletilmesi; karar ve ilam harcının ise dava konusu taşınmazın satış bedeli üzerinden hesap edilip taraflardan payları oranında tahsiline karar verilmesi gerekir. Taraflar arasında Hazinenin bulunması halinde ise, 492 Sayılı Harçlar Kanununun 13/j maddesi gereğince Hazine harçtan muaf olduğundan bu hususun göz önünde bulundurulması gerekmektedir.
Somut olayda; Harçlar Kanununun 13/j maddesi gereğince, taşınmazda 34/149 oranında pay sahibi olan davalılardan Maliye Hazinesi harçtan muaf olduğu halde, hükmün 3. bendindeki satış bedeli üzerinden alınacak binde 11,38 oranındaki ilam harcından Maliye Hazinesinin yükümlü tutulması doğru görülmemişse de; bu husus, kararın bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden 1086 Sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 438/7. maddesi gereğince hüküm sonucunun aşağıdaki şekilde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/16 K: 2020/6803 T: 03.11.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/4309 K: 2021/30 T: 18.01.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2021/1280 K: 2021/2538 T: 06.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/13342 K: 2020/1394 T: 06.02.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/244 K: 2020/6856 T: 04.11.2020
Dava, ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulü ile dava konusu 10 adet taşınmaz üzerindeki ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmiştir.
Dava konusu diğer taşınmazlar yönünden yapılan temyiz incelenmesinde; Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları, paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallarda paydaşlar (ortaklar) arasında mevcut birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirip ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalardır.
Sonuçta kazanan ve kaybeden taraftan söz edilemeyeceğinden yargılama giderleri ve vekalet ücretinin taraflara payları oranında yükletilmesi; karar ve ilam harcının ise dava konusu taşınmazın satış bedeli üzerinden hesap edilip taraflardan payları oranında tahsiline karar verilmesi gerekir.
Öte yandan; 492 sayılı Harçlar Kanunu ve eki Tarifenin, “Karar ve ilam harcı başlıklı” 1. maddesinin (c) fıkrası hükmü uyarınca paydaşlığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmesi halinde, gayrimenkulün satış bedeli üzerinden binde 11,38 oranında karar ve ilam harcı alınması gerekir.
Somut olayda mahkemece; dava konusu taşınmazlar üzerindeki ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verildiğine göre, yargılama giderlerinin paydaşlardan payları oranında alınmasına karar verilmesi ve taşınmazların satış bedeli üzerinden binde 11,38 oranında nispi harç alınmasına karar verilmesi gerekirken bu yönde hüküm kurulmaması sadece peşin harcın paydaşlara yükletilmesi doğru görülmemişse de, bu hususlar kararın bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 438/7. maddesi gereğince 42, 52, 110, 388, 1270, 1280, 1301, 1310 ve 1313 parsel sayılı taşınmazlar yönünden hüküm sonucunun aşağıdaki şekilde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/2613 K: 2021/3023 T: 22.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/3375 K: 2021/3072 T: 27.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/1511 K: 2020/4809 T: 10.09.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/12522 K: 2020/9 T: 03.01.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/702 K: 2020/2433 T: 28.02.2020
Dava, ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Davalı Hazine vekili, Hazine payının davacılara taşınmazdaki hisseleri oranında rayiç değer üzerinden satışının mümkün olduğunu, bu şekilde uzlaşma sağlanabileceğini belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davanın kabulüne dair verilen kararın davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Dairemizin 31.10.2017 tarihli 2017/4042 Esas, 2017/7914 Karar sayılı ilamı ile “….Dava konusu taşınmazda davacıların 1/2’şer pay sahibi olduğu taşınmazın tapu kaydında beyanlar hanesinde “1783 m2 fazlalık, 27.02.1954 tarih ve 224 sayılı tezkere ile Defterdarlık makamına bildirilmiştir.” şeklinde şerh bulunmaktadır. … 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 25.09.2014 tarihli, 2014/34 Esas, 2014/346 sayılı Kararı ile “2095 ada 2 parseldeki Hazine fazlalığı şerhinin terkini ve paya dönüştürülmesi talebinin kabulü ile … hissesinin 466025/984400, … hissesinin 466025/984400 ve davalı Hazine hissesinin 52350/984400 pay olarak tapuya tesciline” karar verildiği, kararın henüz kesinleşip tapuya tescil edilmediği anlaşılmaktadır. Mahkemece, belirtilen kararın kesinleşmesinin beklenilmesi ve ondan sonra işin esası hakkında karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiştir” gerekçesiyle hükmün bozulmasına karar verilmiştir.
Mahkemece, bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonucunda; davanın kabulüne karar verilmiştir. Hükmü, davalı Hazine vekili kararı harç yönünden temyiz etmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları, paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallarda paydaşlar (ortaklar) arasında mevcut birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirip ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalar olup, sonuçta kazanan ve kaybeden taraftan söz edilemeyeceğinden yargılama giderleri ve vekalet ücretinin taraflara payları oranında yükletilmesi; karar ve ilam harcının ise dava konusu taşınmazın satış bedeli üzerinden hesap edilip taraflardan payları oranında tahsiline karar verilmesi gerekir. Taraflar arasında Hazinenin bulunması halinde ise, 492 Sayılı Harçlar Kanununun 13/j maddesi gereğince Hazine harçtan muaf olduğundan bu hususun göz önünde bulundurulması gerekmektedir.
Somut olayda; Harçlar Kanununun 13/j maddesi gereğince, taşınmazda 1047/19688 oranında pay sahibi olan davalı … harçtan muaf olduğu halde, hükmün 4. bendindeki satış bedeli üzerinden alınacak binde 11,38 oranındaki ilam harcından Maliye Hazinesinin yükümlü tutulması doğru görülmemiş ise de; bu husus, kararın bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 438/7. maddesi gereğince hüküm sonucunun aşağıdaki şekilde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/2101 K: 2020/7721 T: 25.11.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/135 K: 2021/2455 T: 05.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/2663 K: 2020/5364 T: 23.09.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/17352 K: 2020/4675 T: 08.09.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/135 K: 2021/2455 T: 05.04.2021
Dava, ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir Mahkemece, davanın kabulü ile dava konusu taşınmazlarda ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmiştir.
1)Yapılan yargılamaya, toplanan deliller ve tüm dosya içeriğine göre davalı … vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışındaki temyiz itirazları yerinde görülmemiş, reddi gerekmiştir.
2)Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları, paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallarda paydaşlar (ortaklar) arasında mevcut birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirip ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalardır.
Mahkemece paydaşlığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmesi halinde satışın nasıl yapılacağının ve satış bedelinin ne şekilde dağıtılacağının ve harcın taraflardan hangi oranlarda tahsil edileceğinin hüküm sonucunda gösterilmesi gerekir.
Satışına karar verilen taşınmaz; a) Paylı mülkiyet hükümlerine konu ise satış bedelinin ve harcın paydaşların tapudaki payları oranında, b) Elbirliği mülkiyeti hükümlerine tabi olması halinde satış bedelinin ve harcın mirasçılık belgesindeki paylar oranında, c) Hem paylı, hem de elbirliği mülkiyeti halinin bir arada bulunması halinde ise satış bedelinin ve harcın tapudaki ve mirasçılık belgesindeki paylar nazara alınarak dağıtılmasına ve tahsil edilmesine karar verilmesi gerekir.
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları iki taraflı, taraflar için benzer sonuçlar doğuran davalar olup, sonuçta kazanan ve kaybeden taraftan söz edilemeyeceğinden yargılama giderleri ve vekalet ücretinin taraflara payları oranında yükletilmesi gerekir.
Somut olaya gelince; satış bedelinin paydaşlara tapu kaydı ve mirasçılık belgesindeki payları oranında dağıtılmasına karar verilmesi gerekirken mahkemece yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş ise de; bu husus, kararın bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden 1086 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 438/7. maddesi gereğince hüküm sonucunun aşağıdaki şekilde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/16 K: 2020/6803 T: 03.11.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/4309 K: 2021/30 T: 18.01.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2021/1280 K: 2021/2538 T: 06.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/13342 K: 2020/1394 T: 06.02.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/2613 K: 2021/3023 T: 22.04.2021
Dava, ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir Mahkemece, davanın kabulü ile dava konusu taşınmazlarda ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davacılar vekili temyiz etmiştir.
1)Yapılan yargılamaya, toplanan deliller ve tüm dosya içeriğine göre davacılar vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışındaki temyiz itirazları yerinde görülmemiş, reddi gerekmiştir.
2)Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları, paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallarda paydaşlar (ortaklar) arasında mevcut birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirip ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalardır.
Mahkemece paydaşlığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmesi halinde satışın nasıl yapılacağının ve satış bedelinin ne şekilde dağıtılacağının ve harcın taraflardan hangi oranlarda tahsil edileceğinin hüküm sonucunda gösterilmesi gerekir.
Satışına karar verilen taşınmaz; a) Paylı mülkiyet hükümlerine konu ise satış bedelinin ve harcın paydaşların tapudaki payları oranında, b) Elbirliği mülkiyeti hükümlerine tabi olması halinde satış bedelinin ve harcın mirasçılık belgesindeki paylar oranında, c) Hem paylı, hem de elbirliği mülkiyeti halinin bir arada bulunması halinde ise satış bedelinin ve harcın tapudaki ve mirasçılık belgesindeki paylar nazara alınarak dağıtılmasına ve tahsil edilmesine karar verilmesi gerekir.
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları iki taraflı, taraflar için benzer sonuçlar doğuran davalar olup, sonuçta kazanan ve kaybeden taraftan söz edilemeyeceğinden yargılama giderleri ve vekalet ücretinin taraflara payları oranında yükletilmesi gerekir.
Somut olaya gelince; satış bedelinin paydaşlara tapu kaydı ve mirasçılık belgesindeki payları oranında dağıtılmasına karar verilmesi gerekirken mahkemece yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş ise de; bu husus, kararın bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden 1086 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 438/7. maddesi gereğince hüküm sonucunun aşağıdaki şekilde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/1302 K: 2020/4323 T: 02.07.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/1577 K: 2020/4652 T: 08.09.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/402 K: 2020/1970 T: 19.02.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/15218 K: 2020/3039 T: 11.03.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/446 K: 2020/2388 T: 27.02.2020
Dava, ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulü ile dava konusu taşınmaz üzerindeki ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar vermiştir.
1)Yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve tüm dosya içeriğine göre davalı … vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde görülmemiş reddi gerekmiştir.
2)Davalı … vekilinin diğer temyiz itirazlarına gelince;
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları, paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallarda paydaşlar (ortaklar) arasında mevcut birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirip ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalar olup, sonuçta kazanan ve kaybeden taraftan söz edilemeyeceğinden yargılama giderleri ve vekalet ücretinin taraflara payları oranında yükletilmesi; karar ve ilam harcının ise dava konusu taşınmazın satış bedeli üzerinden hesap edilip taraflardan payları oranında tahsiline karar verilmesi gerekir.
Öte yandan, 492 sayılı Harçlar Kanununun 13/j maddesi gereğince taşınmazda hak sahibi olan davalı Hazine harçtan muaftır.
Somut olayda, Hazine harçtan muaf olduğu halde hükmün 4. bendinde satış bedeli üzerinden alınacak binde 11,38 oranındaki harçtan taraflarla birlikte yükümlü tutulması doğru görülmemiş ise de bu husus hükmün bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 438/7 maddesi gereğince hüküm sonucunun aşağıdaki şekilde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/16 K: 2020/6803 T: 03.11.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/4309 K: 2021/30 T: 18.01.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2021/1280 K: 2021/2538 T: 06.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/13342 K: 2020/1394 T: 06.02.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/2101 K: 2020/7721 T: 25.11.2020
Borçlunun elbirliği halinde ortak olduğu taşınmazlarda borçlu ortağın alacaklısı İcra Hakimliğinden İcra ve İflas Kanunu’un 121. maddesine göre alacağı yetki belgesine dayanarak borçlunun ortağı olduğu taşınmaz için ortaklığın giderilmesi davası açabilir.
1)Dava konusu taşınmazların tapu kayıtlarında …bulunduğu halde bu kişinin Nüfus kayıtlarında ve dosya içerinde yer alan mirasçılık belgesinde Hasan kızı Zülfiye Korkmaz olduğu anlaşılmakla tapu kayıt maliki ve mirasçılık belgesinde yer alan mirasçının aynı kişi olup olmadığı anlaşılamadığından mahkemece taraf teşkilinin sağlanabilmesi için davacıya tapu kaydında idari yoldan düzeltme yapılması, mümkün olmadığı takdirde tapuda isim tashihi davası açmak üzere yetki ve makul süre verilerek çelişki giderildikten sonra eğer aynı kişi değillerse taraf teşkili sağlanarak ortaklığın giderilmesi talebi hakkında karar verilmesi gerekir.
2)Dava konusu 106 ada 18 parsel, 110 ada 13 parsel ve 113 ada 20 parsel sayılı taşınmazlar yönünden; taşınmazın tapu kaydında Türkiye Elektrik Kurumu lehine kamulaştırma şerhinin bulunduğu görülmüştür. İlgili kurumdan kamulaştırmanın akibeti sorularak kamulaştırma işlemleri tamamlanmışsa taşınmazlardan ifrazının sağlanması ve kalan kısmın satışına karar verilmesi gerekir.
3)Mahkemece paydaşlığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmesi halinde satış bedelinin ve harcın ne şekilde dağıtılacağının hüküm sonucunda gösterilmesi gerekir.
Satışına karar verilen taşınmaz; a) Paylı mülkiyet hükümlerine konu ise satış bedelinin ve harcın paydaşların tapudaki payları oranında, b) Elbirliği mülkiyeti hükümlerine tabi olması halinde satış bedelinin ve harcın mirasçılık belgesindeki paylar oranında, c) Hem paylı, hem de elbirliği mülkiyeti halinin bir arada bulunması halinde ise satış bedelinin ve harcın tapudaki ve mirasçılık belgesindeki paylar nazara alınarak dağıtılmasına ve tahsil edilmesine karar verilmesi gerekir.
Dava konusu taşınmazlarda; tapuda intikal yapılmış olduğundan satış bedelinin tapu kaydı ve mirasçılık belgesindeki paylar oranında dağıtımına karar verilmesi gerekirken sadece mirasçılık belgesindeki paylar oranında dağıtılmasına karar verilmesi doğru değildir.
Kabule göre de; dava İcra ve İflas Kanununun 121. maddesine göre dava konusu taşınmaza ortak olmayan alacaklının Zara İcra Hukuk Mahkemesinden 2014/12 Esas 2014/15 Karar sayılı ilamı ile aldığı yetkiye dayanarak açtığı ortaklığın giderilmesi davasıdır. Davacının dava konusu 267 ada 52 parsel sayılı taşınmazda payı bulunmadığından kabulüne karar verilen davada yargılama giderleri ve vekalet ücreti yönünden sorumluluğu bulunmamaktadır. Mahkemece, hükmün 6. ve 7. bendinde davacı vekilinin yargılama gideri ve vekalet ücreti ile sorumlu tutulması doğru görülmemiş
Eksik araştırma ve inceleme ile yazılı şekilde hüküm tesisi doğru görülmemiş hükmün bu nedenlerle bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/244 K: 2020/6856 T: 04.11.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/794 K: 2020/7210 T: 12.11.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/12612 K: 2020/500 T: 16.01.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/817 K: 2020/6849 T: 04.11.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/2101 K: 2020/7721 T: 25.11.2020
Borçlunun elbirliği halinde ortak olduğu taşınmazlarda borçlu ortağın alacaklısı İcra Hakimliğinden İcra ve İflas Kanunu’un 121. maddesine göre alacağı yetki belgesine dayanarak borçlunun ortağı olduğu taşınmaz için ortaklığın giderilmesi davası açabilir.
1)Dava konusu taşınmazların tapu kayıtlarında …bulunduğu halde bu kişinin Nüfus kayıtlarında ve dosya içerinde yer alan mirasçılık belgesinde Hasan kızı Zülfiye Korkmaz olduğu anlaşılmakla tapu kayıt maliki ve mirasçılık belgesinde yer alan mirasçının aynı kişi olup olmadığı anlaşılamadığından mahkemece taraf teşkilinin sağlanabilmesi için davacıya tapu kaydında idari yoldan düzeltme yapılması, mümkün olmadığı takdirde tapuda isim tashihi davası açmak üzere yetki ve makul süre verilerek çelişki giderildikten sonra eğer aynı kişi değillerse taraf teşkili sağlanarak ortaklığın giderilmesi talebi hakkında karar verilmesi gerekir.
2)Dava konusu 106 ada 18 parsel, 110 ada 13 parsel ve 113 ada 20 parsel sayılı taşınmazlar yönünden; taşınmazın tapu kaydında Türkiye Elektrik Kurumu lehine kamulaştırma şerhinin bulunduğu görülmüştür. İlgili kurumdan kamulaştırmanın akibeti sorularak kamulaştırma işlemleri tamamlanmışsa taşınmazlardan ifrazının sağlanması ve kalan kısmın satışına karar verilmesi gerekir.
3)Mahkemece paydaşlığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmesi halinde satış bedelinin ve harcın ne şekilde dağıtılacağının hüküm sonucunda gösterilmesi gerekir.
Satışına karar verilen taşınmaz;
a)Paylı mülkiyet hükümlerine konu ise satış bedelinin ve harcın paydaşların tapudaki payları oranında,
b)Elbirliği mülkiyeti hükümlerine tabi olması halinde satış bedelinin ve harcın mirasçılık belgesindeki paylar oranında,
c)Hem paylı, hem de elbirliği mülkiyeti halinin bir arada bulunması halinde ise satış bedelinin ve harcın tapudaki ve mirasçılık belgesindeki paylar nazara alınarak dağıtılmasına ve tahsil edilmesine karar verilmesi gerekir.
Dava konusu taşınmazlarda; tapuda intikal yapılmış olduğundan satış bedelinin tapu kaydı ve mirasçılık belgesindeki paylar oranında dağıtımına karar verilmesi gerekirken sadece mirasçılık belgesindeki paylar oranında dağıtılmasına karar verilmesi doğru değildir.
Kabule göre de; dava İcra ve İflas Kanununun 121. maddesine göre dava konusu taşınmaza ortak olmayan alacaklının Zara İcra Hukuk Mahkemesinden 2014/12 Esas 2014/15 Karar sayılı ilamı ile aldığı yetkiye dayanarak açtığı ortaklığın giderilmesi davasıdır. Davacının dava konusu 267 ada 52 parsel sayılı taşınmazda payı bulunmadığından kabulüne karar verilen davada yargılama giderleri ve vekalet ücreti yönünden sorumluluğu bulunmamaktadır. Mahkemece, hükmün 6. ve 7. bendinde davacı vekilinin yargılama gideri ve vekalet ücreti ile sorumlu tutulması doğru görülmemiş, Eksik araştırma ve inceleme ile yazılı şekilde hüküm tesisi doğru görülmemiş hükmün bu nedenlerle bozulması gerekmiştir.
Borçlunun elbirliği halinde ortak olduğu taşınmazlarda borçlu ortağın alacaklısı İcra Hakimliğinden İcra ve İflas Kanunu’un 121. maddesine göre alacağı yetki belgesine dayanarak borçlunun ortağı olduğu taşınmaz için ortaklığın giderilmesi davası açabilir.
1)Dava konusu taşınmazların tapu kayıtlarında …bulunduğu halde bu kişinin Nüfus kayıtlarında ve dosya içerinde yer alan mirasçılık belgesinde Hasan kızı Zülfiye Korkmaz olduğu anlaşılmakla tapu kayıt maliki ve mirasçılık belgesinde yer alan mirasçının aynı kişi olup olmadığı anlaşılamadığından mahkemece taraf teşkilinin sağlanabilmesi için davacıya tapu kaydında idari yoldan düzeltme yapılması, mümkün olmadığı takdirde tapuda isim tashihi davası açmak üzere yetki ve makul süre verilerek çelişki giderildikten sonra eğer aynı kişi değillerse taraf teşkili sağlanarak ortaklığın giderilmesi talebi hakkında karar verilmesi gerekir.
2)Dava konusu 106 ada 18 parsel, 110 ada 13 parsel ve 113 ada 20 parsel sayılı taşınmazlar yönünden; taşınmazın tapu kaydında Türkiye Elektrik Kurumu lehine kamulaştırma şerhinin bulunduğu görülmüştür. İlgili kurumdan kamulaştırmanın akibeti sorularak kamulaştırma işlemleri tamamlanmışsa taşınmazlardan ifrazının sağlanması ve kalan kısmın satışına karar verilmesi gerekir.
3)Mahkemece paydaşlığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmesi halinde satış bedelinin ve harcın ne şekilde dağıtılacağının hüküm sonucunda gösterilmesi gerekir.
Satışına karar verilen taşınmaz;
a)Paylı mülkiyet hükümlerine konu ise satış bedelinin ve harcın paydaşların tapudaki payları oranında,
b)Elbirliği mülkiyeti hükümlerine tabi olması halinde satış bedelinin ve harcın mirasçılık belgesindeki paylar oranında,
c)Hem paylı, hem de elbirliği mülkiyeti halinin bir arada bulunması halinde ise satış bedelinin ve harcın tapudaki ve mirasçılık belgesindeki paylar nazara alınarak dağıtılmasına ve tahsil edilmesine karar verilmesi gerekir.
Dava konusu taşınmazlarda; tapuda intikal yapılmış olduğundan satış bedelinin tapu kaydı ve mirasçılık belgesindeki paylar oranında dağıtımına karar verilmesi gerekirken sadece mirasçılık belgesindeki paylar oranında dağıtılmasına karar verilmesi doğru değildir.
Kabule göre de; dava İcra ve İflas Kanununun 121. maddesine göre dava konusu taşınmaza ortak olmayan alacaklının Zara İcra Hukuk Mahkemesinden 2014/12 Esas 2014/15 Karar sayılı ilamı ile aldığı yetkiye dayanarak açtığı ortaklığın giderilmesi davasıdır. Davacının dava konusu 267 ada 52 parsel sayılı taşınmazda payı bulunmadığından kabulüne karar verilen davada yargılama giderleri ve vekalet ücreti yönünden sorumluluğu bulunmamaktadır. Mahkemece, hükmün 6. ve 7. bendinde davacı vekilinin yargılama gideri ve vekalet ücreti ile sorumlu tutulması doğru görülmemiş, Eksik araştırma ve inceleme ile yazılı şekilde hüküm tesisi doğru görülmemiş hükmün bu nedenlerle bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/135 K: 2021/2455 T: 05.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/3375 K: 2021/3072 T: 27.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/1511 K: 2020/4809 T: 10.09.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/12522 K: 2020/9 T: 03.01.2020
OLAĞANÜSTÜ ZAMANAŞIMI YARGITAY KARARLARI
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/592 K: 1999/786 T: 06.10.1999
Kazandırıcı zamanaşımı zilyedliğine dayalı tescil isteminin aynı zamanda imar ve ihya nedeniyle tescil talebi de içerir. Çekişmeli taşınmazın imar ihya yoluyla elde edinilen bir yer olduğunun belirlenmesi halinde dahi 3402 sayılı Kanunun 17/2 maddesinde öngörüldüğü üzere imar planı dışında olması gerekir. Somut olayda; çekişmeli taşınmaz imar planı içinde olduğu açıktır. O nedenle anılan yasa karşısında imar ihya koşullarının oluşmadığının kabulü gerekir.
Taraflar arasındaki “tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda;Silifke Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 2.12.1997 gün ve 1996/739-1997/770 sayılı kararın incelenmesi Davalı Hazine vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin 22.10.1998 gün ve 1998/7587-10697 sayılı ilamı ile; (… Davacı tarafından Hazine ve Taşucu Belediye Başkanlığı aleyhine açılan tevzih davasının kabulüne ilişkin hüküm Hazinenin temyizi üzerine dairece onanmıştı. Hazine vekili tarafından verilen 11.8.1998 günlü karar düzeltme dilekçesi ile onama kararının kaldırılarak yerel mahkeme hükmünün bozulması istenmiştir.
Davacı, genel kadastro çalışmaları sırasında tespit dışı bırakılan taşınmazın kazanmayı sağlayan zilyedliğe dayanarak adına tesciline karar verilmesini istemiştir. Bir yerin MK. nun 639/1. maddesi hükmü uyarınca zilyedlik yoluyla kazanılabilmesi için bu maddede belirtilen koşulları oluşmuş olması gerekir. Yasada belirtilen diğer koşulların yanında taşınmazın kazandırıcı zamanaşımı ve zilyedlik yolu ile edinilecek özel mülkiyet yerlerinden olması gerekir. Dava konusu taşınmazın kayalık bir yer olduğu, davacının bu yeri imar ve ihya ederek kısmen sebze ve meyve bahçesi ve kısmen de üzerine bina yapmak suretiyle tasarrufta bulunduğu yerel bilirkişi ve tanıklar tarafından ifade edilmiş, ziraatçı bilirkişi Şengül Coşkun tarafından düzenlenen 6.6.1997 günlü raporda dışarıdan toprak taşınmak suretiyle taşınmazın ihya edildiğini, zeminin kayalık olduğunu açıklamıştır. Az önce açıklandığı üzere davacı imar ve ihya sebebine dayanmamıştır. Davacı böyle bir sebebe dayanmış olsa dahi zemini kayalık olan bir yerin üzerine dışarıdan toprak taşımak suretiyle tarım arazisi haline getirilmesi 3402 sayılı Kadastro Kanununun 17. maddesi karşısında ihya sayılmaz. Kayalık olan bir yerin gerek imar ve ihya yoluyla gerekse kazandırıcı zamanaşımı ve zilyedlik yolu ile edinilmesi mümkün olmaz. Mahkemece kayalık olan bir yerin üzerine toprak taşınmak suretiyle ihya edildiği görüşünden hareketle davanın kabulüne karar verilmiş olması doğru değildir….) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, kazandırıcı zamanaşımı zilyedliğine dayalı tescil istemine ilişkindir. Kazandırıcı zamanaşımı zilyedliğine dayalı tescil isteminin aynı zamanda imar ve ihya nedeniyle tescil talebi de içerdiği, Hukuk Genel Kurulunun kararlılık kazanmış içtihatlarında benimsenmiş bulunmaktadır. (12.3.1997 gün 1996/8-813 E. 1997/184 K., 4.6.1997 gün 1997/8-218 E., 484 K. 26.5.1999 gün ve 1999/8-318 E. 466 K.)
Yerel mahkeme, genel kadastro çalışmaları sırasında tespit dışı bırakılan taşınmazın kazanmayı sağlayan zilyedlikle mülk edinme koşullarının oluştuğu…gerekçesiyle davacı adına tapuya tesciline karar vermiştir. Bu karar davalı Hazine vekili tarafından temyiz edilmiş ve Özel Dairenin yukarıya metni aynen alınan ilamıyla bozulmuştur. Ancak, mahkeme eski kararda direnmiştir.
Çekişmeli taşınmazın imar ihya yoluyla elde edinilen bir yer olduğunun belirlenmesi halinde dahi 3402 sayılı Kanunun 17/2 maddesinde öngörüldüğü üzere imar planı dışında olması gerekir.
Somut olayda; çekişmeli taşınmaz imar planı içinde olduğu açıktır. O nedenle anılan yasa karşısında imar ihya koşullarının oluşmadığının kabulü gerekir. Bu nedenle Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davalı Hazine vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı HUMK.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, 6.10.1999 gününde oyçokluğuyla karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/7-174 K: 2004/161 T: 24.3.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/714 K: 2012/78 T: 15.02.2012
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/73 K: 2006/67 T: 15.03.2006
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/681 K: 2001/711 T: 10.10.2001
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/80 K: 2001/99 T: 07.02.2001
Tespit dışı bırakılan bir yerin Medeni Kanun ve Kadastro Kanununa göre tapuya tescil edilebilmesi için bu yer üzerindeki tasarruf ve zilyetliğin en erken tespit dışı bırakılma tarihinde başlayacağının kabulü ile tespit dışı bırakılma işleminin yapıldığı tarihten dava tarihine kadar 20 yıldan fazla süre ile Yasada belirtilen koşullar altında zilyetliğin sürdürülmesi gerekir. Nizalı taşınmazın hukuki niteliğinin belirlendiği tespit dışı bırakılma tarihinde Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olup henüz imar, ihya ve zilyetlik yoluyla tasarrufa başlanılmadığı ziraate elverişli hale getirilmediği tespit dışı bırakma işlem ve nedeninden ve davacı zilyedin bu işleme karşı hak iddiasıyla itirazda bulunmadığı anlaşılmakla zilyetliğin ancak en erken tespit tarihinde başladığının kabulü gerekir.
Taraflar arasındaki “tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Gaziantep Asliye 3. Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 8.2.2000 gün ve 1999/225 E. 2000/68 K. sayılı kararın incelenmesi davalı Hazine vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin 22.5.2000 gün ve 2000/3939 E-4256 K sayılı ilamı ile; (…davacı Kadastro sırasında tespit dışı bırakılan dava konusu yerin MK.nun 639/1.maddesi hükmü uyarınca tescilini istemiştir. Dava konusu taşınmaz, kadastro işlemi sırasında hukuksal niteliği belirlenerek Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olması nedeniyle tespit dışı bırakılmıştır. Tespit dışı bırakılma işlemide bir tapulama işlemidir. Taşınmazın özel mülkiyete konu olamıyacağı gerekçesi ile tespit dışı bırakıldığı tarihte, hak iddiasında bulunan davacının yürürlükte bulunan yasa hükmü uyarınca bir itirazda bulunmadığı anlaşılmaktadır.
Bu tür yerler hakkında hak iddiasında bulunanlar tarafından; tespit dışı bırakılma işlemine karşı 3402 SK.nun 7/4. maddesi hükmüne dayanarak taşınmazın kadastroya tabi olması gerektiği şeklindeki iddia ile komisyona itirazda bulunulabileceği gibi kadastro mahkemelerinde itiraz davası açabilir. Tespit dışı bırakılan yer üzerinde hak iddiasında bulunan kişi tarafından takip edilecek yol yürürlükten kaldırılan 766 SK.nun 2 ve 3402 SK.nun da 7/4.maddesinde belirtilmiştir. Anılan 7.maddenin 4.fıkrasına göre, kadastro tutanağı düzenlenmeyen yerlerin kadastroya tabi olması yolunda iddia vaki olursa, bu kanun gereğince tahdit ve tespiti yapılarak tutanak düzenlenir ve iddia sebepleri açıklanarak kadastro komisyonuna tevdi edilir”. Komisyonca yapılacak işlem ve incelemenin şekli ve süreside 10. maddede açıklanmıştır. Bu maddelerde öngörülen süreler içerisinde hak iddiasında bulunmadıkça yani tespit dışı kalma işlemi yönünden uyuşmazlık çıkarılıp tutanak düzenlenmedikçe tespit dışı bırakılma yolunda yapılan kadastro işlemi üzerinden uzun süre geçtikten sonra tespit dışı bırakılma tarihindeki niteliğin aksini iddia etmek o tarihte kadastro işlemi ile belirlenen fiili duruma aykırı düşer. Davacının dava konusu taşınmazın tespit dışı bırakılma işlemine karşı hak iddiasıyla itirazda bulunduğu iddia ve ispat edilmemiştir.
Yargıtay’ın kararlılık kazanan uygulamalarına göre, tespit dışı bırakılan bir yerin MK.nun 639/1 ve 3402 SK.nun 14 ve 17.maddelerine göre tapuya tescil edilebilmesi için bu yer üzerindeki tasarruf ve zilyetliğin en erken tespit dışı bırakılma tarihinde başlayacağının kabulü ile tespit dışı bırakılma işleminin yapıldığı tarihten dava tarihine kadar 20 yıldan fazla süre ile Yasada belirtilen koşullar altında zilyetliğin sürdürülmesi gerekir. (HGK: 22.3.1995 T. 1994/8-873 E 1995/216 K. 19.2.1997 T. 1996/8-768 E.1997/100 K.18.2.1998 T 1998/8-15-129; 3.2.1999 T.1999/8-7 E.33 K.)
Nizalı taşınmazın hukuki niteliğinin belirlendiği tespit dışı bırakılma tarihinde Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olup henüz imar,ihya ve zilyetlik yoluyla tasarrufa başlanılmadığı ziraate elverişli hale getirilmediği tespit dışı bırakma işlem ve nedeninden ve davacı zilyedin bu işleme karşı hak iddiasıyla itirazda bulunmadığı anlaşılmakla zilyetliğin ancak en erken tespit tarihinde başladığının kabulü gerekir.
Davaya ve temyize konu somut olayda tespit dışı bırakma işleminin yapıldığı 17.07.1992 tarihi ile davanın açıldığı 08.04.1999 tarihi arasında (20)yıllık kazandırıcı zaman aşımı ile iktisap süresi dolmadığı ve böylece MK.nun 639/1 ile 3402 sayılı Kanunun 14.maddesinde açıklanan tescil davasının zilyetlik süresi ile ilgili iktisap koşulu tamamlanmadığından davanın reddine karar verilmesi gerekirken değişik sebep ve gerekçe ile kabulüne karar verilmesi isabetsizdir..)gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
YARGITAY HUKUK GENEL KURULU KARARI Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere ve özellikle H.G.K.nun 11.10.2000 gün, 2000/8-1264 Esas 2000/1250 Karar sayılı kararında etraflıca açıklandığı şekilde pafta tarihi esas alındığında zilyetlik süresinin dolmadığının saptanmasına göre Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davalı Hazine vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı H.U.M.K.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, 7.2.2001 gününde, oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/8-249 K: 2005/276 T: 27.4.2005
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/287 K: 2007/322 T: 30.05.2007
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/327 K: 2004/348 T: 09.06.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1997/218 K: 1997/484 T: 04.06.1997
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1997/218 K: 1997/484 T: 04.06.1997
Kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayalı tescil isteminin aynı zamanda imara ihya nedeniyle tescil talebini de kapsadığının kabulü gerekir.
Taraflar arasındaki “tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Antalya Asliye 2. Hukuk Mahkemesi’nce davanın kabulüne dair verilen 18.10.1994 gün ve 1994/44-731 sayılı kararın incelenmesi davalı Hazine ve DSİ. vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin 14.6.1996 gün ve 1996/4381-6068 sayılı ilamıyla; (…Davacı tarafından Hazine, Köy Tüzel Kişiliği ve DSİ Genel Müdürlüğü aleyhine açtığı tescil davasının kabulüne ilişkin hüküm Dairece onanmıştı, Hazine vekili tarafından verilen 16.4.1996 günlü dilekçe ile belirtilen sebeplerle onama kararının kaldırılarak yerel mahkeme hükmünün bozulmasını istemiştir. Davacı, dava dilekçesinde mevki ve sınırları yazılı taşınmazın kazanmayı sağlayan zilyetlik nedeniyle MK.nun 639/1. maddesi hükmü uyarınca adına tesciline karar verilmesini istemiştir. Fen bilirkişisi tarafından düzenlenen 20.6.1990 günlü raporda tescil konusu taşınmazın çay yatağı olması nedeniyle tesbit dışı bırakıldığı açıklanmıştır. Yerel bilirkişi ve tanıklar taşınmazın davacı tarafından imar ve ihya edilerek 1950 yılından dava tarihine kadar tasarruf edildiğini, ziraatçı bilirkişi tarafından düzenlenen raporda da bu yerin çay yatağından imar ve ihya edilerek kültür arazisi haline getirildiğini bildirmiştir. Mahkemece yerel bilirkişi, tanık sözleri ve ziraatçı bilirkişinin raporundaki açıklamalara dayanılarak davanın kabulü yönüne gidilmiştir. Çay yatakları MK.nun 641. maddesinin kapsamına giren devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerdendir. Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan bir yerin 3402 sayılı Kadastro Kanununun 17. maddesinde belirtildiği üzere imar ve ihya edilmedikçe kazandırıcı zamanaşımı ve zilyetlik yolu ile edinilmesi mümkün bulunmamaktadır.
Genel kural bu olmakla beraber Yargıtay uygulamalarına göre çay yatakları bakımından durum farklılık arzetmektedir. Çay yatağı olan bir yer, çayın aktif yatağı olmaktan çıktığı veya çayın etkisi altında kalmayan bir yer olupta 20 yıldan fazla süre ile tarım arazisi olarak tasarruf edilmiş ise böyle bir yerin zilyetlik yolu ile edinilmesi mümkün olabilir. Öncesi itibariyle çay yatağı olup da tarım arazisi olarak ortaya çıkmayan, ancak imar ve ihya yolu ile kazanılacak türden bir yer ise, bu taktirde böyle bir yerin kazandırıcı zamanaşımı ve zilyetlik yolu ile edinilmesi mümkün olamaz.
Davacı dilekçesinde, kazanmayı sağlayan zilyetlik olgusuna dayanmıştır. Taşınmazın tesbit dışı bırakılma tarihindeki niteliği, yerel bilirkişi, tanık sözleri ve ziraatçı bilirkişi raporundaki açıklamalara göre bu yerin kazandırıcı zamanaşımı ve zilyetlik yolu ile edinilmesi mümkün bulunmamaktadır. Davacı vekili 13.3.1990 günlü keşif tutanağında taşınmazın vekil edeni tarafından imar ve ihya edildiğini ileri sürmüş ise de, hazine vekili iddianın değiştirilmesine karşı koyarak bu yerin ihya yolu ile kazanılacak yerlerden olmadığını kamu hizmetine tahsis edildiğini, davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.
HUMK.nun 185/1. maddesi hükmüne göre davalının rızası olmaksızın, davacı iddiasını değiştiremez ve genişletemez. Hazine vekilinin keşif tutanağına geçen beyanları iddianın değiştirilmesine karşı koyma niteliğindedir. Bu durumda uyuşmazlığın dava dilekçesinde ileri sürülen sebep karşısında çözüme kavuşturulması gerekmektedir. HUMK.nun 74, 75 ve 76. maddesi hükümlerine göre hakimin hükmüne temel yapacağı maddi vakıaların taraflarca getirilmesi gerekmektedir. Kanun, taraflarca getirilme prensibini kabul ettiğine göre ancak taraflarca ileri sürülen vakıalar dikkate alınabilir. HUMK.nun 74, 75 ve 76. maddelerinden çıkan anlam ve sonuca göre hakim davacının bildirdiği maddi olay ve istek ile (neticei talep) bağlıdır.
Somut olayda davada kazanmayı sağlayan zilyetliğe dayanılmıştır. Dava sebebi bakımından kazanmayı sağlayan zilyetlik ve imar ve ihya olguları birbirlerinden ayrı maddi olaylar ve sebeplerdir. Zilyetlik sebebine dayanılarak ileri sürülen tescil isteği, imar ve ihya olgusunu kapsamaz. Dayanılan sebep gözönünde tutularak uyuşmazlığın çözüme kavuşturulması gerekirken, karşı konulan imar ve ihya olgusuna dayanılarak bu yerin kazanıldığı kabul edilerek davanın kabul edilmesi doğru değildir. Hükmün bu nedenlerle bozulması gerekirken, Dairece yanlışa düşülerek yazılı şekilde onanmış olması yasaya aykırıdır.
Kabul şekline göre de taşınmazın davacı adına tesciline karar verilmiş olması Yasaya aykırıdır. Dava konusu taşınmaz ile çevredeki toplam 267500 m2 yüzölçüme sahip taşınmazların tümünün 22.12.1988 tarihinde şantiye, kanalet ve depo olarak kullanılmak üzere DSİ Genel Müdürlüğüne tahsis edildiği bildirilmiştir. 3402 sayılı Kadastro Kanununun 17. maddesi hükmüne göre kamu hizmetine tahsis edilen bir yerin imar ve ihya yolu ile kazanılması mümkün olmaz.
Ancak bu maddede belirtilen diğer olumlu veya olumsuz koşulların tahsis tarihine kadar oluşması halinde bu taktirde mülkiyet hakkının tesbitine karar verilebilir. Tahsis ile kamu emlakine dönüştürülen bir yerin özel mülkiyet şeklinde davacı adına tapuya tescil edilmiş olması da doğru değildir. Açıklanan nedenlerle Hazinenin karar düzeltme isteği yerinde ve yasal bulunduğundan kabulü ile Dairenin hatalı değerlendirme sonucu verilen 18.3.1996 gün ve 1995/8278 esas 1996/2542 sayılı onama kararının kaldırılmasına, yerel mahkeme hükmünün açıklanan nedenlerle bozulmasına…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, hukuksal nitelikçe tescil istemine ilişkindir. Yerel Mahkeme’ce, bozmaya uyularak kurulan tescil davasının kabulüne dair hüküm, bu kez Özel Daire’ce, kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği sebebine dayanılarak ileri sürülen tescil isteğinin imar ve ihya olgusunu kapsamayacağı gerekçesiyle bozulmuştur.
Oysa, Hukuk Genel Kurulu’nun 12.3.1997 gün 1996/8-813 E- 1997/184 K. sayılı ilamında da açıkça vurgulandığı üzere kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayalı tescil isteminin, aynı zamanda imar ihya istemini de kapsadığının kabulü gerekir. O halde yerel mahkemenin, kazanmayı sağlayan zilyetliğin, imar ihyayı da kapsadığına dair direnmesi yerindedir. Ne varki mahkemece kurulan hükmün esasına yönelik temyiz itirazları incelenmediğinden, dosya gerekli tetkikatın yapılması için Özel Dairesi’ne gönderilmelidir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle direnme kararı yerinde bulunduğundan işin esası incelenmek üzere dosyanın 8. Hukuk Dairesine gönderilmesine, 4.6.1997 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/8-249 K: 2005/276 T: 27.4.2005
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/287 K: 2007/322 T: 30.05.2007
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/220 K: 2007/217 T: 18.04.2007
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/327 K: 2004/348 T: 09.06.2004
Yargıtay Büyük Genel Kurul E: 2004/1 K: 2010/1 T: 30.04.2010
5831 sayılı Yasa’nın 5. maddesi ile 6831 sayılı Orman Yasası’na eklenen ek 10. madde hükmünün maki tespit komisyonlarınca 5653 sayılı Yasa uyarınca maki olarak tefrik edilen yerlere de uygulanması gerektiğine ve bunun sonucu olarak bu yerlerin tespit tarihinden itibaren imar, ihya ve zilyetlik yoluyla kazanılmasına olanak bulunmadığı.
I- GİRİŞ
1- İÇTİHATLARI BİRLEŞTİRME KONUSUNDA BAŞVURULAR
Rasih ve arkadaşları vekili Av. Mehmet’in 21.03.2003 tarihli dilekçesi ile “Maki komisyonlarınca haritaya bağlandıkları tarihten itibaren orman sayılmayan ve böylece Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki taşınmaz niteliğini kazanan tapusuz makilik alanlar olarak belirlenen taşınmazların kazanmayı sağlayan zilyetlik, imar ve ihya yoluyla kazanılmasının olanaklı olup olmadığı konusunda 16, 20, 1, 7. Hukuk Daireleri ve HGK kararları arasında görüş ayrılığı bulunduğu” ileri sürülerek içtihatların birleştirilmesi yoluyla bu aykırılığın giderilmesi istenmiş; daha sonra Av. İsmail’in 22.11.2004 tarihli dilekçesi ile aynı konuda talepte bulunulması üzerine her iki talep birleştirilerek ele alınarak değerlendirilmiştir.
2- GÖRÜŞ AYKIRILIĞININ GİDERİLMESİ İSTEMİNE KONU KARARLAR
- HD.nin, 03.07.1998 T. 1998/2781 E. 1998/2699 K.
- HD.nin, 20.05.2002 T. 2002/2254 E. 2002/4808 K.
- HD.nin, 18.09.1996 T. 1996/8925 E. 1996/10021 K. 13.11.1996 T. 1996/12541 E. 1996/13343 K.
20.09.1996 T. 1996/7053 E. 1996/10205 K.
- HD.nin, 25.09.1997 T. 1997/4757 E. 1997/4296 K. 16.11.1998 T. 1998/3265 E. 1998/4940 K.
HGK.nun, 26.11.1997 T. 1997/1-715 E. 1997/982 K.
26.11.1997 T. 1997/1-716 E. 1997/983 K.
3- GÖRÜŞ AYKIRILIĞININ GİDERİLMESİ İSTEMİNDE DAYANILAN KARARLARDA BELİRTİLEN GÖRÜŞLERİN ÖZETİ
Konuyla ilgili Yargıtay’ın Hukuk Daireleri arasında görüş farklılığı bulunmaktadır.
Önceleri 16 ve 20. Hukuk Daireleri kararlılıkla makiye ayrılan alanların zilyetlikle iktisabı kabul etmezken, 16. Hukuk Dairesi bu konudaki yaklaşımını değiştirmiş, 20. Hukuk Dairesi ise, kararlı uygulamasını sürdürdüğünü bildirmiştir.
1, 7, 8, 17. Hukuk Daireleri ve daha sonra görüş yazıları ile bu Daireler görüşüne katılan 16. Hukuk Dairesi, makiye ayrılan içtihadı birleştirmeye konu alanların makiye ayırma işleminin kesinleştiği tarihten itibaren 20 yıllık kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği ile kazanılabileceği görüşünü benimsemişlerdir.
Hukuk Genel Kurulu kararları ağırlıkla 1, 7, 8, 17. Hukuk Daireleri görüşleri yönünde olmakla birlikte bu görüşlerden ayrılan kararları da bulunmaktadır.
Hukuk Genel Kurulu’nun konuya ilişkin bildirdiği görüş yazısında ise, yurdumuzdaki makilerin ikincil (sekonder) makilik olması ve bu nedenle eskiden orman iken müdahaleler veya doğa olayları sonucu yok olan orman örtüsü yerine gelişmiş olmaları vurgulanarak, bu yerlerin orman toprağı olduğunun kabulü ile zilyetlikle kazanılmalarının kural olarak olanaklı olmadığı, maki tefrik komisyonu işlemlerinin tespit mahiyetinde olup, usulünce yapılmış orman tahdit işlemiyle tamamlanması gerektiği, ayrıca 27.01.2009 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak aynı tarihte yürürlüğe giren 5831 sayılı Kanun’un 5. maddesi ile 6831 sayılı Orman Yasası’na eklenen ek 10. madde hükmü başta olmak üzere yeni yasal düzenlemelerin varılacak sonuca etkisi üzerinde durulması gerektiği belirtilmiştir.
4- İÇTİHATLARI BİRLEŞTİRME YOLUYLA GÖRÜŞ AYKIRILIĞININ GİDERİLMESİ GEREKTİĞİNE İLİŞKİN BİRİNCİ BAŞKANLAR KURULUNUN KARARLARI VE İÇTİHATLARI BİRLEŞTİRMENİN KONUSU
Birinci Başkanlık Kurulu’nun 23.09.2004 tarih ve 118 sayılı Kararı ile “Maki Komisyonlarınca haritaya bağlandıkları tarihten itibaren orman sayılmayan ve böylece Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki taşınmaz niteliğini kazanan tapusuz makilik alanlar olarak belirlenen taşınmazların iktisabı sağlayan zilyetlik, imar ve ihya yoluyla kazanılmasının olanaklı olup olmadığı konusunda 16, 20, 1, 7. Hukuk Daireleri ve HGK kararları arasında görüş ayrılığı bulunduğuna ve bu aykırılığın Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nca giderilmesi gerektiğine, görüşme tarihinin daha sonra belirlenmek üzere raportör üye görevlendirilmesine”, Birinci Başkanlık Kurulu’nun 12.02.2007 tarih ve 16 sayılı kararıyla, raportör üye değişikliğine gidilerek, 2004/1 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının kapsamı, Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nun 03.11.2006 tarihli Kararı da gözetilerek, bu karar çerçevesinde; “3116 sayılı Orman Kanunu’nun yürürlükte bulunduğu dönemde orman kadastro komisyonlarınca yapılarak kesinleşen ve tapuya tescil edilmeyen orman tahdidi alanlarında, maki tefrik komisyonlarınca olarak belirlenen yerlerin imar-ihya yoluyla mülk edinilip edinilemeyeceği”
Şeklinde belirlenmiştir.
Bu konuda yeniden görüş alınmasına ve yeniden rapor düzenlenmesine karar verilmiştir.
Birinci Başkanlık Kurulu’nun 27.01.2009 tarih ve 13 sayılı kararıyla da raportör üye değişikliği yoluna gidilerek, yeni bir raportör üye görevlendirilmiştir.
II- İÇTİHADI BİRLEŞTİRMEYLE İLGİLİ KAVRAM, KURUM VE YASAL DÜZENLEMELER
1- MAKİLER İLE İLGİLİ GENEL AÇIKLAMALAR
Öncelikle içtihadı birleştirmenin konusu olan makiler hakkında genel bir bilgi sunmak gerekir.
1/1- Tanımlar
Maki;
Osmanlıca/Türkçe Sözlükte coğrafi terim grubundan olmak üzere “çalı ve küçük ağaçlarla kaplı arazi” (Abdullah Yeğin/Abdulkadir Badıllı/Hekimoğlu İsmail/İlham Çalım, Osmanlıca-Türkçe Büyük Lügat, Aralık 1978, s. 878);
Türkçe Sözlükte (TDK-Ankara 1969, 5. Bası, sh. 506) iki tanımdan birincisinde (Madagaskar yerlilerinin dilinden açıklaması ile) coğrafya terimi olarak “çalı ve ağaççıklarla örtülü arazi”;
Yine, Türkçe Sözlüğün (Türk Dil Kurumu Yayınları Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Dil Kurumu’nun Ankara, 2005 tarih, 10. Baskı) 1332. sahifesinde yer alan birinci tanımında da İtalyanca “macchia bot” kaynak gösterilerek; “Akdeniz dolaylarında yaygın bodur ağaç ve çalılardan oluşan bitki örtüsü”
Makilik ise;
“Maki yetişen yerdir”
Şeklinde tanımlanmaktadır.
Makiler, kserofit bünyeli, her dem yeşil, sert ve çoğu zaman dikenli yapraklı ağaç ve ağaççıkların teşkil ettiği bitki formasyonudur.
Barındırdığı 40’dan fazla ağaççık ve çalı türü ile biyolojik çeşitlilik bakımından olağanüstü zengin ve tipik bir Akdeniz bitki örtüşüdür.
Tanımda geçen ağaç ve ağaççıklara gelince;
Ağaç, çam, göknar, ladin, sedir, ardıç, porsuk vs. (ibreliler); meşe, kayın, gürgen, ıhlamur, dişbudak, karaağaç, kızılağaç, akçaağaç, kestane, kavak, söğüt, çınar vs. (yapraklılar) olarak sıralanabilir.
Ağaççıklar ise; (ibreli) bodur adi ardıç, (yapraklı) taflan, kurtbağrı, karayemiş, mürver, leylak, şimşir, orman asması, kızılcık, fındık, dağ muşmulası, muşmula, alıç, hanımeli, cehri, orman gülü, Frenk üzümü, sandal, kocayemiş, akçakesme, iğde, çobanpüskülü-ışılgan, salkım, defne, gül, üvez olarak sayılabilir.
Yurdumuzda makiler; mersin, defne, sandal, kocayemiş, pirnal meşesi, kermes meşesi, katran ardıcı, katırtırnağı, kurtbağrı, keçiboğan, erguvan, teşbih çalısı, karaçalı, herdem taze, keçiboynuzu, peruka çalısı, akçakesme, geniş yapraklı akçakesme, menengiç, terebentin ağacı, sakız, boyacı sumağı, yabani zeytin-delice, kokarçalı, zakkum, pembe çiçekli laden, beyaz çiçekli laden, tüylü laden, ılgın nevileri, yaprağını döken somak nevileri, badem yapraklı ahlat, yabani kuşkonmaz ve benzeri bitkiler olarak bulunur.
Bunlardan elde edilen orman emvali, genellikle odun veya kömürlük odun olarak kullanılır.
Ormanlarımızın büyük bölümünü örten bu bitki türleri ağırlıkla Akdeniz, Ege ve özellikle Güney Ege bölgesinde bulunmakta hatta birçok yayında da Akdeniz iklimi orman bitkisi olarak tanımlanmaktadır.
Ne var ki, son zamanlarda iç kesimler ve Karadeniz bölgesinde de ormanların gerek doğal olarak gerekse insan ya da doğa olayı kaynaklı çeşitli nedenlerle azaldığı alanlarda maki özelliği gösteren vejetasyonların gelişim göstermeye başladığı yönünde tespitler içeren bilimsel yayınlar da vardır.
Makiler, tarihsel süreç içinde, önceleri kesin orman sayılan yerlerden iken, 1950 yılından sonra orman rejimi içindeki yeri koşullara bağlanmıştır. Gerek yasal değişiklikler gerek makilik sahaların tespitine ilişkin yönetmelik hükümleri ile toprak muhafaza karakteri ve yapısal özelliklerine göre bir kısmı kesin orman rejimine tabi olurken, bir kısmı da bu rejim dışında tutulmuştur.
1/2- Makilerin Ülkemizde Bulunduğu Alanlar ve Tipleri
Makiler, ağırlıkla Akdeniz ve Ege’de yer almaktadır.
Bunun dışında, Türkiye’nin kuzeyinde tüm Karadeniz kıyı kesimlerinde çoğunlukla yalancı maki olarak bulunur. Kuzeydoğuda Yeşilırmak, Kelkit ve Çoruh vadileri yoluyla iç kesimlere doğru sokulur. Yine Trabzon’da Değirmendere ve Kalenema dereleri, Samsun’da Kızılırmak, Zonguldak’ta Filyos çayı ve Sakarya’da Sakarya nehri ile iç kesimlere doğru uzandığı gözlenir.
Orta Karadeniz bölgesinde Kelkit’te ve Erbaa-Niksar arasında özellikle kızılcam ormanlarının arasında çalı toplulukları bulunmaktadır Bunlar, Karadeniz kıyı şeridindeki yalancı makiden farklı olup, Akdeniz kökenli kalıntı (relikt) maki topluluklarıdır. Erbaa-Toptepe yöresinde 700-1300 arasında Akdeniz kökenli kalıntı sarıçam-karaçam-sedir (Pinus sylvestris-Pinus nigra-Cedrus libani) ormanı bulunmaktadır. Burada 100 yaşının üzerinde 15-20 m. boyunda sedir ağaçları bulunmaktadır. Sedir ağaçlarının tohumundan gelen gençlik otlatma nedeniyle yok olmakta; yerine makilikler gelişmektedir. Yayılışı ise, yüksek kesimlerde karaçam (Pinus nigra) ormanıyla, aşağı kesimlerde kızılcam (Pinus brutia) ormanıyla ilişkili olmaktadır.
Niksar yöresindeki 650-900 metre arasındaki kalıntı sedir ormanları genellikle sapsız meşe (Gjuercus petraea ssp. İberica) karışık ormanlarında ara ve alt katta bulunmaktadır. Kalıntı kızılcam (Pinus brutia) ormanına ve makiye bitişik konumdadır.
Doğu Karadeniz’deki Borçka-Artvin arsındaki Çoruh vadisinde derin boğazlar içinde (100-200 m.) zeytin-nar (Olea europea var. sylvestris-Punica granatum) yalancı makisi, ardıç-menengiç (Juniperus communis-Pistacia terbinthus) çalılığı bulunmaktadır. Bunun yanında fıstık çamı (Pinus pinea) topluluklarına da rastlanmaktadır.
Trabzon Değirmen Dere’de Esiroğlu-Maçka arasında (200-300 m.), koca yemiş (Arbutus unedo), sandal (Arbutus andrachne); Trabzon Düzköy’de ise, fıstık çamı (Pinus pinea) topluluklarına rastlanmaktadır. Sakarya nehrinin iç taraflarına doğru, Alifuatpaşa-Pamukova arasından Orhaneli-Bilecik’e doğru kızılcamın (Pinus brutia) yayılışıyla birlikte Akdeniz kökenli maki toplulukları görülür.
Marmara Bölgesi’nde ise, maki, Marmara Denizi’nin kıyı kesimlerinde, Tekirdağ, Ganos Dağı’nın alçak ve denize dönük yamaçlarında, Armutlu Yarımadası’nda, Gemlik körfezinde, İznik gölü çevresinde yayılışını yapar. Burada makinin yayılışının zeytin (Olea europea var. sylvestris) makisi belirlemektedir.
Ege bölgesinde hem Ege denizine kıyı kesimlerinde bulunmakta hem de, bu bölgede Karadeniz ve Akdeniz bölgesinin aksine dağlar denize paralel değil, dik olduğundan dolayı Gediz, Büyük ve Küçük Menderes nehirleri ile iç kesimlere doğru sokulmaktadır. Örneğin, Kermes meşesi (Quercus coccifera) makisi üst Menderes havzasında bulunan Akdağ (Çivril-Denizli)’ın güneybatı yamaçlarında 830-1000 m. arasında ve Ege’yi İç Anadolu’ya bağlayan Kufi çayı vadisinde yayılışını yaparak (Sandıklı-Afyon) İç Anadolu stepine kadar uzanmaktadır. Ege denizinden bu bölgenin uzaklığı 300 km içeridedir.
Güneyde Akdeniz bölgesinde, Akdeniz’in kıyı kesimlerinde, Göller bölgesinde (Burdur, Isparta), Seyhan ve Ceyhan nehirleri ile iç kesimlere doğru sokularak Kahramanmaraş’ta ve Amanos dağlarında yayılış yapmaktadır.
Bunun yanında İç Anadolu’da üst Sakarya havzasında Sarıyar baraj gölü çevresinde, Aladağ çayı vadisinde Seben (Bolu)-Nallıhan (Ankara)’da kızılcam (Pinus brutia) ile lokal olarak yayılış yapmaktadır.
Maki vejetasyonunun toprak koruma ve erozyonu önleme gibi yararları yanında, deri sanayiinde kullanılan tanen maddeleri, parfümeride kullanılan reçineleri, çeşitli alkolitleri, boya sanayiinde kullanılan birçok glikozitleri, ayrıca yenen tohum ve meyve gibi çok sayıda yan ürün verecek ekonomik yararları bulunmaktadır.
Arbutus unedo (koca yemiş)’in meyveleri yenilir, likör yapımında kullanılır ve odunları yakacak olarak kullanılır. Calluna vulgaris (süpürge çalısı)’in çiçeklerinde nektar maddesi bol olduğundan arıcılıkta kullanılır, sürgünleri boya maddesi içerir ve tanenli maddeler içerdiğinden İkinci Dünya Savaşı’nda şerbetçi otunun yerine biracılıkta kullanılmıştır. Gövdesi süpürge yapımında kullanılmaktadır. Erica arborea (funda)’nın, kök odunundan pipo başları yapılmaktadır. Erica manipliflora (pembe çiçekli funda)’nın sürgün ve dalları daha sık olduğundan süpürge yapımında kullanımı yaygındır. Örneğin, İstanbul’un Asya yakasında bulunan fundalık alanlarında süpürge yapımı için Erica manipliflora’nın kullanımı oldukça yaygındır.
Ortalama iklim şartlarıyla Akdeniz bölgesinin karakteristik bitki örtüsünü, pırnal meşesinin (Quercus ilex) baskın olduğu doğal maki birlikleri oluşturmaktadır.
Pırnal meşesi, yarı Akdeniz iklimi özelliği gösteren nispeten soğuk bölgelere kadar sokulmuş olsa da, böyle alanların kurak kesimlerinde yerini karaçam (Pinus nigra), sedir (Cedrus libani), Juniperus excelsa (boylu ardıç) ve kokulu ardıçtan (Juniperus foetidissima) oluşan ormanlara bırakmaktadır. Nemli ve soğuk bölgelerde pırnal meşesi, Castanea sativa (kestane) ve kayın (Fagus orientalis) gibi türlerin baskın olduğu yaprak döken ormanlarla yer değiştirmektedir.
Akdeniz’in aşırı sıcak ve kurak bölgelerinde ise daha çok kermes meşesinin (Quercus coccifera) yaygın olduğu kurakçıl maki birlikleri uzanmakta; bunun yanında, nemli ve sıcak iklim tipinde pırnal meşesi makisinin yüksek sıcaklığa ihtiyacı olan, aynı zamanda kuraklığa dayanamayan formları bulunmakta ve böyle alanlarda pırnal meşesine yer yer fıstık çamı (Pinus pinea) eşlik etmektedir.
Yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı üzere, iklimsel farklılaşmalara göre pırnal meşesi yerini ormanlara veya makiyi oluşturan başka çalı türlerine bırakabilmektedir.
İklimsel değişimin çok uç düzeyde olmadığı durumlarda, toprak yapısındaki farklılıkların da devreye girmesiyle, değişik maki tiplerinin oluştuğu gözlenmektedir.
Boylu maki: Bu maki, içerisinde boyları 4-5 metreye ulaşabilen çalıların bulunuşu ile tanınır. Boylu maki’de genellikle kocayemiş (Arbutus unedo), sandal (A. Andrachne), Fenike ardıcı (Juniperus phoenica), pırnal meşesi (Quercus ilex), erguvan (Cercis siliquatrum), zeytin (Olea europea), Halep çamı (Pinus halepensis), funda (Erica arbirea), akçakesme (Phillyrea latifolia), katırtırnağı (Sparteum junceum) gibi türler bulunur.
Doğal maki vejetasyonu; insan kaynaklı (antropojen) etki ile doğal yapısı bozulmaz ise; maki vejetasyonunu oluşturan odunsu taksonlar çalıdan (gövde çapı 10 cm’den, boyu 5 m’den küçük), ağaç (gövde çapı 10 cm’den, boyu 5 m’den büyük) formunda yapıları bulunmaktadır. Karabük Yenice’deki Sandal (Arbutus andrachne) makisi, Isparta Eğirdir Kovada’da bulunan Kermes meşesi (Quercus coccifera) makisi buna örnek olarak verilebilir.
Alçak maki; 1.5-2 metre boyunda nispeten kısa çalılardan oluşur. İçinde sakız ağacı (Pistacia lentiscus), biberiye (Rosmarinus officinalis), akçakesme (Phillyrea latifolia), şalba (Phlomis fruticosa), farekulağı (Ruscus aculeatus), karaçalı (Paliurus spina-christii), adaçayı yapraklı laden (Cistus salviifolius), tüylü laden (C. Creticus) ve funda (Erica arborea) gibi türler bulunur. Ege bölgesinde ve Ege adalarında yoğun olarak bulunmaktadır. Garig vejetasyonuna yapı bakımından benzemektedir. İzmir Foça’da, Muğla Ula-Karaböğürtlen’de ve Yunanistan’ın Sakız Adası’nda görülmektedir.
Kermes meşesi (Quercus coccifera) makisi; 300 ile 1200 m. yükseklikler arasında kırmızı renkli Akdeniz topraklarında yayılır ve kermes meşesinin yanı sıra akçakesme (Phillyrea latifolia), tüylü laden (Cistus creticus), dafne (Daphne sericea), menengiç (Pistacia terbinthus), sandal (Arbutus andrachne), teşbih çalısı (Sytrax officinalis) gibi boylu çalılardan oluşur. Genellikle Ege bölgesinde İzmir, Samsun ve Nif Dağında, Manisa Sipil Dağında, Denizli Honaz Dağında, Aydın Dağlarında alçak kermes meşesi makisi yer almaktadır.
Alçak maki olarak bulunmasının nedeni ise aşırı hayvan (keçi) otlatmasından kaynaklanmaktadır. Akdeniz bölgesinde, Antalya-Adana arasında geniş bir yayılışa sahiptir. İç Akdeniz’de Burdur ve Isparta’da özellikle Isparta Eğirdir Kovada Gölü etrafında tahrip edilmemiş alanlarda boylu kermes meşesi makisi bulunmaktadır.
Zeytin (Olea europea) makisi; kırmızı renkli topraklar üstünde 0-700 (1000) m. arasında yayılır. Yabani zeytinin veya delicenin (Olea europea var. Sylvestris) yanında, akçakesme (Phillyrea latifolia), menengiç (Pistacia terbinthus ssp. Palaestina), karaçalı (Palirus spina-christii), keçi boğan (Calycotome villosa) gibi bitki taksonlarını içerir. Yabani zeytinin yayılışı, Akdeniz ikliminin ve vejetasyonunun göstergesi olup ve sınırlarını çizmektedir. Kocaeli’nde Körfez bölgesinin güney yamaçlarında, İznik Gölü çevresinde, Edremit’te Kaz Dağları’nın güneyinde, İzmir Çeşme’de, Feke ve Köprülü Kanyon Milli Parkı’nda boylu ve alçak zeytin makisi bulunmaktadır. Karadeniz’de Düzce Akçakoca’da, Zonguldak, Ereğli, Amasra, Kastamonu İnebolu ve Cide’de, Sinop, Samsun, Tirebolu’da, Trabzon’da kıyıya yakın alanlarda; yalancı maki (pseudomaki) içerisinde boylu ve alçak zeytin makisi varlık göstermektedir.
Keçiboynuzu (Cerotonia silqua)-Defne (Laurus nobilis) makisi, Akdeniz kırmızı toprağı üzerinde 50-850 m. arasında bulunur. Akçakesme (Phillyrea latifolia), kermes meşesi (Cjuercus coccifera), menengiç (Pistacia terbinthus ssp. Palaestina), dafne (Daphne sericea), karaçalı (Palirus spina-christii), katran ardıcı (Juniperus oxycedrus) gibi bitki taksonlarını içermektedir. Aydın Dilek Yarımadası Milli Parkı’nın Ege denizine bakan yamaçlarında, Adana ve Tarsus’ta Torosların güney yamaçlarındaki korunaklı vadilerde keçiboynuzu-defne makisi bulunmaktadır.
Sandal (Arbutus andrachne) makisi; Akdeniz kırmızı toprakları üstünde 300-900 m. arasında yayılış gösterir. Bu tür makide sandal ağacına, kermes meşesi (Cjuercus coccifera), akçakesme (Phillyrea latifolia), teşbih çalısı (Sytrax officinalis), tüylü laden (Cistus creticus), cehri (Rhamnus oleoides), kayacık (Ostrya carpinifolia), mazı meşesi (Cjuercus infectoria ssp. Boissieri) gibi bitki türleri eşlik eder. Türkiye’de tahrip olmamış yapıda sandal makisi; Denizli-Muğla arasındaki Sadras Dağının güney yamaçlarında bulunmaktadır. Bunun yanında Karabük’te Yenice ırmağı vadisinde ve Yenice ormanlarının önemli bir kısmını oluşturan Çit Dere bölgesinin aşağı kısımlarında boylu sandal makisi bulunmaktadır.
Garig; Akdeniz bölgesinde makinin çeşitli faktörler etkisi ile (aşırı otlatma, yangın vb.) bozulması sonucunda ortamı çoğunlukla her dem yeşil ve bodur çalı formunda olan kurakçıl bir bitki örtüsü kaplar. Garig olarak adlandırılan bu bitki örtüsü tipi Akdeniz bölgesinin farklı kısımlarında içerdiği türlere ve fiziksel görünüşüne göre değişik adlar alır. Örneğin, özellikle kekik (Thymus spp.) türlerinin hakim olduğu İspanya gariğine tomillares, Yunanistan ve Türkiye’de yaygın olan ve daha kurakçıl özellikteki yuvarlak ve dikenli türlerden ibaret gariğe “phrygana-firigana” adı verilir. Garig kurakçıl alanlarda bulunduğundan, toprak-su ilişkisini dengede tutabilmek için, bitkilerin kökleri derine inebilen kazık kök şeklinde gelişmiştir. Bitkilerin gövdelerinde dikenler ve yapraklarında ise buharlaşmayı azaltan yüzey küçülmesi, beyaz keçemsi tüyler ve deri gibi sertleşmeler görülür. Bu bitkilerin çoğu, bodur çalı ile çok yıllık, küçük boylu yarı odunsu yapıdadır. Gariği oluşturan türlere abdes bozan (Sarcopoterium spinosumn), beyaz kekik (Coriodotymus capitatum), adaçayı yapraklı laden (Cistus salviifolius), tüylü laden (C. Creticus), küçük yapraklı laden (C. Parviolius), kaya kekiği (Satureja tymbra), boyacı katırtırnağı (Genista acanthoclados), şalba (Phlomis viscosa), keçi boğan (Calicotome villosa), pembe çiçekli funda (Erica manipuliflora), biberiye (Rosmarinus officinalis), lavanta (Lavandula stoechas), adaçayı (Salvia triloba), acı yavşan (Teucrium divaricatum) gibi bitki türleri örnek verilebilir. Küçük kümeler veya yastık formunda diz boyunu geçmeyen bodur çalılar genellikle Ege ve Akdeniz bölgesinde, özellikle Gelibolu Yarımadası’nda, Ayvalık’ta, İzmir, Menemen, Bergama’da, Manisa’da, Antalya, Manavgat, Adana ve Tarsus’ta maki alanları içerisinde bulunmaktadır. Gökçeada ve Bozcaada’da garig vejetasyonu bulunmaktadır.
Yalancı maki; bunların yanında Akdeniz kökenli her dem yeşil bitki türlerin bulunmadığı, hayvan veya insan etkisiyle tahrip olarak çalılığa dönüşmüş bitki topluluklarına Anadolu’da sıklıkla rastlanır. Bu bitki örtüsüne yalancı maki denilir. Yalancı maki kuraktan hoşlanan, Akdeniz dağlık alanlarında ve Akdeniz Bölgesi ardında yaygın bir çalı formasyonudur. Makinin kış soğuklarına dayanıklı olup tüm yıl boyunca gelişme göstermesine karşın, yalancı maki bitkilerinde belirgin kış dinlemesi görülür. Makide yaprağını döken bitkiler azınlıkta olmasına karşın, yalancı makide yaprağını döken çalılar hakimdir. Ova akça ağacı (Acer campestre), sandal (Arbutus andrachne), kocayemiş (Arbutus unedo), şimşir (Buxus sempervirens), süpürge çalısı (Calluna yulgaris), kiraz (Cerasus avium), erguvan (Cercis siliquastrum), alıç (Crataegus monogyna), kızılcık (Cornus mas), fındık (Corylus avellana), tüylü laden (Cistus creticus), dafne (Dafne pontica), funda (Erica arborea), ardıç (Juniperus communis), defne (Laurus nobilis), akçakesme (Phillyrea latifolia), kurtbağrı (Ligustrum vulgare), katırtırnağı (Sparteum junceum), ateş dikeni (Pyracantha coccinea), delice (Olea europea var. Sylvestris), incir (Ficus carica), diken ucu (Similax excelsa) gibi türler bulunmaktadır. İstanbul Boğazı’nın Karadeniz ile buluştuğu yerlerde, Sarıyer sırtlarında, boğaz içlerinde Şile, Ağva, Kefken, Adapazarı Karasu’da, Düzce Akçakoca’da, Zonguldak, Ereğli, Bartın, Amasra, Kastamonu, İnebolu ve Cide’de, Ayancık, Gerze, Sinop, Samsun, Ünye, Tirebolu, Trabzon’da Mersin Köyü’nde, Sürmene-Çamburnu’nda, Çoruh Vadisi ile Artvin bölgesinde yaygın olarak görülmektedir.
1/3- Makilerin Bitki Coğrafyası Yönünden Anlamı ve Ülkemiz Açısından Önemi
Açıklandığı üzere, ülkemizin birçok bölgesinde bazen tekil, bazen ormanları oluşturan ağaçların diplerinde gelişmek üzere bulunan makiler ağırlıkla ve kural olarak, bitki coğrafyası yönünden Akdeniz rejyonunun özel bir vejetasyon tipi olarak kabul edilmekte, bu bitki formasyonunun Türkiye’nin Akdeniz rejyonu içinde kalan Ege bölgesinde, 600-700 metre ve Akdeniz bölgesinde de 900 metre yüksekliklere kadarki sahil yörelerinde mevcut olduğu bilim çevrelerince açıklanmaktadır.
Makinin orijinine ilişkin ise, iki ayrı temel görüş bulunmaktadır.
Birinci görüş; makinin Akdeniz iklim koşullarının dikte ettiği primer (birincil) nitelikte bir klimaks olduğu (primer maki)
İkinci görüş; Akdeniz iklim tipinin hakim olduğu bu yerlerdeki palamut meşesi, kızılcam, fıstık çamı ve servi gibi yayvan ve iğne yapraklı ağaç türlerinin oluşturduğu ormanlardaki aşırı insan müdahaleleri (yangın, açma, otlatma gibi) sonucunda tabii olarak bu orman örtüsü altında bulunan maki elemanlarının sahada yalnız kaldığı ve daha sonradan varlığını artırarak hakim duruma geçtiği (ikincil/sekonder maki)
Şeklindedir.
Bugün ülkemizin Ege ve Akdeniz bölgelerindeki kızılcam, fıstıkçamı ve palamut meşesi ormanları bu yönden incelendiğinde, maki formasyonunu oluşturan türlerden birçoğunun bu ormanlarda mevcut bulunması, Türkiye’de maki alanlarının çoğunlukla sekonder nitelikte olabileceğini gösteren bir olgu olarak görülmektedir.
Primer veya sekonder olsun, floristik kombinasyon bakımından maki; yaz kuraklığının bariz olarak görüldüğü çok sıcak ve kurak yerleşme bölgesi koşullarına intibak eden deri gibi sert yapraklı, çoğunluğu herdem yeşil ve kserofit karakterdeki elemanlardan oluşmakta; su tutma ve doğal dengeyi koruma konusunda önemli etkiye sahip bulunmaktadır.
İklim bakımından geçiş zonlarındaki kışın yaprağını döken yapraklı ağaç ormanlarında açıklanan maki elemanlarının intikal iklimine sahip yörelerde, kışın yaprağını döken yayvan yapraklı ağaç türlerinden oluşan orman kuruluşları hakim duruma geçmekte ve orman örtüsü altında maki elemanları da değişik oranlarda görülmektedir. Bu oluşum çeşitli etkenlerle ormanda yer alan ağaç ve çalıların tahribi, buna karşılık mevcut maki elemanlarının çoğalarak %50 ve daha fazla orana sahip olması şeklinde görüldüğü takdirde, bitki coğrafyacıları tarafından Pseudomaki (yalancı maki) olarak isimlendirilmektedir.
Bu tespite göre, yalancı maki örtüsüne sahip alanların da orijini itibariyle yayvan yapraklı orman olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır.
Görülmektedir ki, iyi bir inceleme ve ayrım yapılmaması halinde, yayvan yapraklı orman niteliğindeki sekonder maki ve yalancı maki alanlarının (orman orijinli yerlerin) primer maki olarak nitelendirilmesi ve yanlış değerlendirme ile gerçekte orman olan sahaların yok edilmesi söz konusu olabilmektedir.
Öyle ise, Orman Kanunu’nun öngördüğü şekilde orman ve toprak koruma karakteri taşımayacak ve ormandan başka kullanmaya tahsis suretiyle değerlendirilmesi mümkün olabilecek funda ve makilik alanlar ile gerçekte orman orijinli olup, doğal yapıları gereği orman ve muhafaza karakteri taşıyan alanların sağlıklı bir biçimde ayrımının yapılması gerekir.
2- İMAR-İHYA KAVRAMLARI VE UNSURLARI
2/1- Günlük Dilde İhya Kavramı
İhya, konuşma dilinde ve sözlükte, genel olarak, “diriltme”, “canlandırma”, “diri kılma”, “yeniden hayat verme”, “toprağı taze can verircesine şenlendirme”, “faydalı, kullanılabilir hale getirme”, “şan ve şeref kazandırma”, “bir kimseye umut, güç ve mutluluk verme” anlamına gelen bir kavramdır (Eren, F., Toprak Hukuku, Ankara-1991, s. 55).
2/2- Teknik Dilde İhya Kavramı
Mecelle’de ihya, imar anlamında kullanılmakta ve bir araziyi tarıma elverişli hale getirme biçiminde tanımlanmaktaydı (Mecelle, mad. 1051). Arazi Kanunu’nda ise ihya, tarıma elverişli olmayan bir yerin kültür arazisi haline getirilmesiyle o arazi üzerinde yararlanma hakkı sağlayan bir fiil olarak kabul edilmiştir (Arazi K. mad. 6, 103; Ozanalp, Nusret; Tapulama Kanunu Şerhi, 2. baskı, Ankara-1976, sh. 542).
766 sayılı Tapulama Kanunu’nun 37. maddesinde, ihya edilecek yerlerin bazı nitelikleri belirtilmiştir. Adı geçen maddede, ihya edilen yerlerin öncesinin, taşlık, delicelik, pırnallık gibi yerlerden olması gerekli idi. Bu gibi yerlerin ihya edilmiş sayılması için, bağ, bahçe, meyvelik, zeytinlik, tarla haline getirilmesi gerekli idi. Böylece kanun koyucu, uygulamada nelerin ihya sayılacağı konusunda belirlemede bazı ilkeler belirlemiş olmaktaydı.
Kadastro Kanunu’nda ihyanın tanımı yapılmadığı gibi, nelerin ihya sağlayacağı da belirtilmiş değildir. Ne var ki; Kanunun ilk tasarısında, ihya edilecek yerlerin “taşlık, çalılık, fundalık gibi” yerler olması gerektiği hükmü yer almaktaydı. Bununla birlikte, tasarının TBMM’de görüşülmesi sırasında verilen bir önerge ile söz konusu kavramlar madde metninden çıkarılmıştır (Düzceer, Ali Rıza; Kazandırıcı Zamanaşımıyla Taşınmaz İktisabı, 2. Baskı, Ankara-1994, sh. 14).
İhya, bugünkü hukukumuzda, genel olarak üzerinde ekim, dikim yapılmayan yerlerin tarım arazisi haline getirilmesi olarak anlaşılmaktadır.
Buradan hareketle, Veysel Başpınar, ihyayı teknik olarak, şu şekilde tanımlamaktadır:
“İhya, işlenmemiş araziye, masraf ve emek sarf ederek tarıma elverişli hale getiren, ekim, bakım yoluyla bitkisel ürünlerin düzenli bir işletmecilik esasına göre yapılmasına imkan veren hukuki bir fiildir… İhya ekonomik olduğu kadar hukuki bir fiildir. Zira ihyada işgal ve ihraz gibi mülkiyetin iktisabına yol açan ve hukukun bu yüzden kendisine önem ve sonuç atfettiği bir fiil söz konusudur” (Başpınar, Veysel; Türk Toprak Hukukunda İhya, Ankara-1999, sh. 13).
2/3- İhyanın Olağanüstü Zamanaşımı Yoluyla İktisaptan Farkı
Taşınmazların olağanüstü zamanaşımı yoluyla iktisabının şartları, 743 s. TMK.nın 639. maddesi ve bu maddeyi değiştiren, 4721 s. TMK.nın 713. maddesi;
“Tapu kütüğüne kayıtlı olmayan bir taşınmazı davasız ve aralıksız olarak yirmi yıl süreyle ve malik sıfatıyla zilyetliğinde bulunduran kişi, o taşınmazın tamamı, bir parçası veya bir payı üzerindeki mülkiyet hakkının tapu kütüğüne tesciline karar verilmesini isteyebilir.
Aynı koşullar altında, maliki tapu kütüğünden anlaşılmayan ve yirmi yıl önce ölmüş ya da hakkında gaiplik kararı verilmiş bir kimse adına kayıtlı bulunan taşınmazın tamamının veya bir parçasının zilyedi de o taşınmazın tamamı, bir parçası veya bir payı üzerindeki mülkiyet hakkının tapu kütüğüne tesciline karar verilmesini isteyebilir.
Tescil davası, Hazine’ye ve ilgili kamu tüzel kişilerine veya varsa tapuda malik gözüken kişinin mirasçılarına karşı açılır.
Davanın konusu, mahkemece gazeteyle bir defa ve ayrıca taşınmazın bulunduğu yerde uygun araç ve aralıklarla en az üç defa ilan olunur.
Son ilandan başlayarak, üç ay içinde yukarıdaki koşulların gerçekleşmediğini ileri sürerek itiraz eden bulunmaz ya da itiraz yerinde görülmez ve davacının iddiası ispatlanmış olursa, hakim tescile karar verir. Mülkiyet birinci fıkrada öngörülen koşulların gerçekleştiği anda kazanılmış olur.
Davalılar ve itiraz edenler, aynı davada kendi adlarına tescile karar verilmesini isteyebilirler.
Kararda, tescili istenilen taşınmazın niteliği, yeri, sınırları ve yüzölçümü belirtilir ve karara, uzmanlarca düzenlenen teknik bilgileri içeren krokisi de eklenir.
Özel kanun hükümleri saklıdır.”
Hükmü ile düzenlenmiş; ayrıca Kadastro Kanunu’nun 14. maddesinde bu hususa yer verilmiştir… Söz konusu hükümlere göre, bir taşınmazın olağanüstü zamanaşımı nedeniyle iktisabı için, tapu kütüğünde kayıtlı olmaması veya tapu kütüğünde kayıtlı olmakla birlikte, malikinin kim olduğunun anlaşılamaması ya da 20 yıl önce ölmüş olması veya gaipliğine karar verilmiş kimselere ait bulunması gerekir.
Buradan anlaşılan, olağanüstü zamanaşımı yoluyla iktisap için, taşınmazın özel mülkiyete elverişli alanlardan olması gerekir (Sungurbey, İ./İsviçre-Türk Hukukuna Göre İktisabı Müruruzaman, İstanbul-1956, sh. 9 vd., Küley, M./Müruruzamanla İktisap, İstanbul-1958, sh. 50 vd.).
İşte, 3402 s. Kadastro Kanunu’nun 17/1. maddesi, söz konusu kurala bir istisna getirmiştir (Düzceer, Ali Rıza; Kadastro Kanunu, Ankara-1996, sh. 134).
Bu hükme göre, kanundaki şartların tamamlanması halinde, özel mülkiyete elverişli olanlar, ihya yoluyla iktisabı imkan dahilinde olan yerler haline getirilmiştir. Bu durum, zamanaşımı yoluyla ihya arasındaki en büyük farktır.
Bununla birlikte, 3402 s. Kadastro Kanunu’nun 17/1. maddesi, ihyanın zilyetliğe ilişkin şartlarını zamanaşımı yoluyla iktisabın şartlarına bağlamıştır.
Bu şartlar, Türk Hukukunda ilk defa görülmektedir. Bu bakımdan Kadastro Kanunu ile kabul edilen ihya kurumu, yeni şartlara bağlanmış ve Tapu Kanunu’ndaki eski haline göre, şartları son derece ağırlaştırılmış bir şekilde ortaya çıkmıştır (Başpınar, Veysel; Türk Toprak Hukukunda İhya, Ankara-1999, sh. 16-17).
3- ORMAN İLE İLGİLİ YASAL DÜZENLEMELER VE MAKİLİK ALANLARIN TARİHSEL GELİŞİM İÇİNDE BU DÜZENLEMELER KARŞISINDAKİ DURUMU
3/1- 1982 ANAYASASI’NA KADAR OLAN DÖNEMDEKİ YASAL DÜZENLEMELER
3/1.1- Cumhuriyet Öncesi
Ülkemizde, orman ile ilgili ilk düzenleme 1856 tarihli Arazi Kanunnamesi’dir. Bu Kanunname’de gerek miri (devlet) ormanlarda, gerekse cibali mübahada kimseye tapu verilemeyeceği hükme bağlanarak, bunların kamu mülkiyetinde olduğu ve özel mülkiyete konu olamayacağı esası getirilmişti. Bu anlayış daha sonraki orman ile ilgili düzenlemelerde de kabul görmüş, zaman içinde değişen şart ve anlayışlar karşısında ise son yıllarda bu temel felsefeden uzaklaşılmıştır.
İkinci düzenleme 1870 tarihli Orman Nizamnamesi’dir. Ormanlarla ilgili ilk toplu mevzuat olan bu düzenleme padişah iradesi ile yürürlüğe girdiği için kanun hükmündedir.
Daha önce cibali mubaha olarak ayrıma tabi tutulan ormanları Devlet ormanları içine almış; ormanları “Devlete ait -Miri- ormanlar”, “Evkafa bağlı ormanlar”, “Kura ve kasabata mahsus ormanlar” ve “Eşhas uhdesinde bulunan ormanlar” şeklinde ayrıma tabi tutmuştur.
- maddesi ile devlet ormanları ile kura ve kasabata mahsus ormanların zamanaşımı yoluyla mülk edinilmesini yasaklamıştır.
1917 tarihli Devlet Ormanlarının Usulü İdare-i Fenniyeleri Hakkında Kanun orman ile ilgili düzenlemelerin üçüncüsüdür.
1920 tarihli Baltalık Kanunu dördüncü düzenleme olup, yürürlük süresi çok kısa olan bu kanun köylülere bazı baltalıkların sınırlı ölçüde olmak üzere verilmesine ilişkin düzenlemeleri içermektedir.
3/1.2- Cumhuriyet Dönemi (1982 yılına kadar olan dönem)
Cumhuriyet dönemi ile yapılan ilk düzenleme 1924 tarihli Türkiye’de Mevcut Bilumum Ormanların Fenni Usulü İdare ve İşletilmeleri Hakkında Kanun’dur. Bu kanunla 1917 tarihli Kanun yürürlükten kaldırılmış ve ormanların idare ve işletilmesine ilişkin hükümler getirilmiştir.
1926 yılında yürürlüğe giren Türk Kanunu Medenisi’nin 675 ve 742. maddelerinde ormanlarla ilgili hükümlere yer verilmiştir.
1934 yılında yürürlüğe giren 2644 sayılı Tapu Kanunu Devlet orman ve açıklıklarının el değiştirme ve özel mülkiyete geçme yollarını kapamış; tapu verilmesini yasaklamıştır.
1937 tarihinde 3116 sayılı Orman Kanunu Cumhuriyet Döneminin ormanlarla ilgili ilk toplu mevzuatı olarak yürürlüğe girmiştir. Cumhuriyet Tarihimizin ilk Orman Kanunu’dur. Ormanın hukuki tanımı ilk defa bu kanunda yapılmış; 1938 yılında 3444 sayılı Kanun’la bazı maddeleri değiştirilmiş; 1945 yılında da 4785 sayılı Kanun’la orman tanımının yer aldığı 1. maddesinde değişiklik yapılarak Devlet Ormanları dışındaki özel ormanların bazı istisnaları hariç olmak üzere devletleştirilmesi esası getirilmiştir.
1950 yılında 5653 sayılı Kanun’la 3116 sayılı Kanun’un başta orman tanımının yer aldığı 1. maddesi olmak üzere büyük bölümü değiştirilmiş, 1. maddede orman sayılmayan yerler de sıralanarak (e) bendi ile “maki cinsinden her türlü ağaççıklarla örtülü yerler orman sayılmaz” hükmü makilik alanların orman sayılamayacağı; bu Kanun’un 43. maddesi gereğince muhafaza ormanı mahiyeti taşıdığı veya devamlı orman hasılatı verdiği Tarım Bakanlığı’nca fennen belirlenecek olan makiliklerle örtülü sahaların (e) fıkrası hükmünün dışında kalacağı hükmü getirilmiştir.
5658 sayılı Kanun’la da bazı maddeler eklenerek 1. maddede de değişiklik yapılmıştır. Devletleştirilen ormanlardan belli şartları taşıyanların iadesi esası getirilmiştir.
1956 tarihinde 6831 sayılı Orman Kanunu yürürlüğe girmiştir.
Bu Kanun 1956 yılından sonra 1959 tarihinde 7095, 1968 tarihinde 1056, 1971 tarihinde 1444, 1973 tarihinde 1744, 1975 tarihinde 1906, 1982 tarihinde 2655 sayılı Kanunlarla değişikliğe uğramıştır. 1982 Anayasası’nın yürürlüğünden sonra ise, başta 1983 tarihli 2896 sayılı Yasa olmak üzere 3302, 3373, 3493, 4079, 4114, 4569, 4570, 4578, 4629, 4915, 4999, 5177, 5192, 5218, 5728 sayılı değişik tarihli çok sayıda yasa ile değişikliğe uğrayarak günümüze gelmiş; son olarak 27.01.2009 tarihli 5831 sayılı Kanun’la 7/1, 9/7, 45/1. maddeler değiştirilerek ek madde 10 ilave edilmiştir.
3/1.3- Makilerle İlgili Yasal Sürecin Değerlendirilmesi
3116 sayılı Orman Kanunu’nun 1. maddesi ormanı “kendi kendine yetişmiş olup da herhangi bir çeşit orman hasılatı veren ağaç ve ağaççıklar yerleri ile birlikte orman sayılırlar” şeklinde tanımlamış; bu tanımla makilik alanlar orman sayılan yerler tanımı içinde kalmış; fundalıklar ise orman sayılmayan yerler arasında belirtilmiştir. Orman tanımında değişikliğin yapıldığı 1950 yılına kadar makiler orman olarak kabul edilmiş ve buna göre uygulama görmüştür.
Orman tanımını yapan maddeye 1950 yılında yürürlüğe giren 5653 sayılı Kanun ile;
“Maki cinsinden her türlü ağaççıklarla örtülü yerler orman sayılmaz. Bu Kanun’un 43. maddesi gereğince muhafaza ormanı karakteri taşıdığı veya devamlı orman hasılatı verdiği Tarım Bakanlığı’nca fennen belirlenecek olan makilerle örtülü sahalar yukarıdaki hükmün dışındadır.”
Hususu eklenmiştir.
Bu hükmün uygulanması ile ilgili 17.08.1950 tarih ve 203 sayılı tamimle yayınlanan;
“Makilik ve Orman Sahalarının Birleştiği Yerlerde Orman Sınırlarının Tespitine Ait Talimat” ile; maki florası ve makilik sahalar “florya, funda nevileri, laden nevileri, akgünlük (teşbih ağacı), defne, sandal, kermes meşesi, pirnal meşesi, mersin, zakkum, ılgın nevileri, yaprağını döken sumak nevileri, çaltı ve karaçalıdan” ibaret olarak sayılmış ve “bu ağaççıklardan müteşekkil formasyonla örtülü sahalar düz ve inbat kabiliyeti fazla olan yerlerde işgal sahası alan itibariyle %10 nisbetine kadar baltalık orman teşkil eden ağaçları ihtiva etse bile maki sahası sayılır” tanımlaması getirilmiştir.
Oysa talimatnamelerin (yönetmeliklerin) Kanuna aykırı hüküm içermemesi gerekir. Bu hükümde yer alan tanımlamanın isabetli olmadığı, maki florası içinde sayılan kermes meşesi ile pirnal meşesi ağaç olup, ağaççık vasfı taşımadıkları, kanun metninde olmayan bir hükümle %10 koru ve %25 baltalık orman teşkil eden ağaç nevilerinin bulunduğu ormanlık sahalarının makilik sahalara katılmasının da orman sahasının daraltılması anlamına geldiği doktrinde belirtilmiştir (Süreyya Toygar, Eski ve Yeni Hükümlere Göre Orman Anlamı ve Ormanların Mülkiyet Yönünden Bütünlüğü, İstanbul 1964, sh. 77-78).
Öte yandan, bilimsel kaynaklara göre, 1950-1956 yılları arasında, orman kadastrosu ve ormanların sınırlandırılması çalışmaları neredeyse tümüyle durdurulmuş; “maki tefrik komisyonlarının” çalışmalarına hız verilerek; bu komisyonlar aracılığıyla bu altı yıl içinde 617 bin hektar “orman sayılmayacak”, buna karşılık yalnızca 95 bin hektar da “orman sayılabilecek” maki sınıflandırması yapılmıştır.
1956 yılında 6831 sayılı Kanun’la birlikte “funda ve makiliklerle örtülü orman ve toprak muhafaza karakteri taşımayan yerler” orman sayılmayan yer olarak tanımlanmış; ölçüt olarak “orman ve toprak muhafaza karakteri taşıyıp taşımama olgusu” getirilmiştir. 24.12.1965 günlü Orman Bakanlığı olurları ile yürürlüğe giren “Funda ve Makilik Sahaların Tespitine Ait Talimatname’sinin 24. maddesinde “17.08.1950 tarih ve 9857-203 sayılı tamimle yayınlanan maki yönetmeliği hükümsüzdür” denilmiş; bu talimatnamenin 2. maddesinde maki “fakir topraklar üzerinde bulunan kserofil bünyeli, her dem yeşil sert yapraklı ve boyları en çok üç metreyi geçmeyen ağaççıkların teşkil ettiği bir bitki formasyonudur” şeklinde tanımlanarak, hangi bitkilerin maki olduğu tek tek sayılmış ve tanım genişletilmiştir.
Talimatnamenin 3. maddesinde orman ve toprak muhafaza karakteri taşıyan funda ve makiliklere ait tanım yapılmış; burada sayılanların orman rejimi dışına çıkarılamayacağı belirtilmiştir. Örneğin, memleketin ve halkın menfaat, sıhhat ve selametine yarayacak yerler, 23. maddesi gereğince arazi kayması veya yağmurlarla yıkanma tehlikesine maruz yerlerdeki maki ve fundalar…
Talimatnamenin 5. maddesinde “üzerinde orman ağacı ve bitişiğindeki ormanların devamı şeklinde bulunan maki ve funda ile örtülü yerler orman muhafaza karakteri taşımaları dolayısıyla orman rejimi dışına çıkarılamaz” denilmiş; 6. maddesinde ise; “funda ve makilerle örtülü bir sahada:
A- Hangi derecede olursa olsun toprak erozyonu varsa (tabaka, oluk, yarıntı) toprağı uzvi kısmı kısmen veya tamamen yıkanmışsa;
B- Toprak aşınması müşahede edilmese dahi erozyon potansiyeli bakımından tehlike ve zarar vukuu melhuz ise;
C- Toprak sığ ve arazide kayma tehlikesi mevcut ise de,
D- Arazi %12’den fazla meyile haizse, bu kabil sahalar toprak muhafaza karakteri taşır ve orman dışına çıkarılamaz” düzenlemesi getirilmiştir.
Talimatnamenin 7. maddesinde “bir sahanın erozyon potansiyeli; funda ve maki formasyonu bozulup tahsis edilmesi halinde o saha dahilinde vukua gelmesi varit görülen toprak aşınması ile aynı akar ve bakar dahilinde bulunan arazinin su taşkınlarından ve teressübattan göreceği zarara göre tetkik ve mütalaa olunur.”
9.maddesinde “Toprakların muhafazası maksadıyla sahanın erozyon potansiyelinin mütalaasında gerekli tetkik yalnız funda ve maki ile örtülü sahaya inhisar ettirilmeyip, suların tanzimi ve sel zararlarının önlenmesi bakımından arazinin jeolojik, klimotolojik, topoğrafik ve edafik faktörleri de gözönünde tutulur.”
“Tespit Komisyonları, Sınırların Tespiti Sınır İşaretleri ve Bakımı” başlıklı 10. maddesinde; “funda ve maki sahalarının tespiti işi umum müdürlükçe başmüdürlük merkezlerinde vazifelendirilen, biri tercihan toprak muhafazasında yetişmiş üç yüksek orman mühendisinden müteşekkil komisyonlar marifetiyle yapılır. Komisyon reisini Orman Umum Müdürlüğü tespit eder. Zaruret halinde bu elamanlardan biri mühendis yardımcısı da olabilir. Mahalli bölge şefi ve bölümün orman muhafaza memuru müşahit sıfatıyla mıntıkada çalışan komisyonlara intibak ederler…” denilmiştir.
Bu Talimatnamenin 11. maddesinde; “Orman sayılmayan funda ve maki sahalarının tespitinde hudutlar:
A- Mümkün olduğu kadar sabit notlara istinat ettirilir.
B- Tahdit görmemiş ise, 1/25.000 mikyaslı haritaları bulunmayan sahalarda da aynı şekilde ölçüye istinat ettirilir.
C- Tahdit görmemiş 1/25.000 mikyaslı haritaları bulunan sahalarda ise arazi üzerinde tespit olunan noktalar harita üzerinde işaretlenmek ve bu noktalar arasını birleştirmek suretiyle tespit olunur.”
12.maddesinde de “Orman rejimine giren funda ve maki sahalarının hudutları, işin sürati bakımından arazi üzerinde tespit olunan noktaların 1/25.000 mikyaslı haritalar ve kati amenajman haritaları ve bu haritalar bulunmadığı takdirde birinci devre amenajman haritaları üzerinde işaretlenmesi ve bu noktalar arasının birleştirilmesi suretiyle tayin olunur” düzenlemesine yer verilmiştir.
Orman niteliğini kaybetme nedeniyle orman dışına çıkarılma kavramı, 1961 Anayasası’nın 131. maddesinde 1970 yılında 1255 sayılı Kanun’la yapılan değişiklik sonucu hukukumuza girmiş; bu değişiklikle birlikte 6831 sayılı Kanun’da da “bilim ve fen bakımından orman niteliğini yitirme” kavramı getirilmiş; bu işlemlerin orman kadastro komisyonlarınca yapılması uygulamasına geçilmiştir.
3/2- 1982 ANAYASASI’NDAN SONRAKİ DÖNEM
3/2.1- Makilerin 1982 Anayasası ve Daha Sonraki Yasal Düzenlemelerdeki Yeri
Devlete ait ormanların hepsinin devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerden olduğu ve özel mülkiyete konu olamayacağı, Türk Medeni Kanunu’nun 641. maddesi ve 1961 Anayasası’nın 130 ve 131. maddeleri ile 1982 Anayasası’nın 169 ve 170. maddelerinde yer alan temel hükümlerde belirtilmiştir.
Bu duruma göre Devlet ormanlarında kamu mülkiyeti söz konusu olup, mülkiyet devlete aittir.
Burada sahiplik kavramı üzerinde durulmalıdır.
1982 Anayasası’nın 169. maddesinde; “Devlet ormanlarının mülkiyeti devrolunamaz. Devlet ormanları kanununa göre Devletçe yönetilir ve işletilir. Bu ormanlar zamanaşımı ile mülk edinilemez ve kamu yararı dışında irtifak hakkına konu olamaz” hükmü yer almakta; maddenin son fıkrasında ise, orman olarak muhafazasında bilim ve fen bakımından hiçbir yarar görülmeyen yerler ayrık tutularak orman sınırlarında daraltma yapılamayacağı belirtilmektedir.
Orman sayılan yerlerde durum açıkken, orman sayılmayan ya da sonradan orman rejimi dışına çıkarılan yerlerde ise sahiplik kavramı çok net ortaya konulamamaktadır.
Orman kadastrosu yapılan yerlerde orman rejimi dışına çıkarılan yerler dayanağını ilgili kanunlarından almakta; usulünce ilan olunup, kesinleşme süreci gerçekleşmektedir.
Oysa, maki tefrik komisyonlarının yaptığı tefrik işlemleri uzun süre tartışma konusu olmuş; bu işlemlerin sonraki orman kadastro çalışmalarında değerlendirilebilecek, değişikliğe uğrayabilecek bir ön çalışma olduğu, hukuken geçerli olmakla birlikte tek başına bağlayıcı olmayıp, orman kadastro çalışmaları ile birlikte değerlendirilmesi gerektiği, yaklaşımı benimsenmiştir. Ancak bu konuda da görüş ayrılıkları ortaya çıkmış; eldeki içtihadı birleştirme talebine konu değişik kararlar verilmiştir.
3116 sayılı Kanun’un yürürlük tarihinden 5653 sayılı Kanun’un yürürlüğe girdiği 1950 yılına kadar makilikler orman sayılmış; 5653 sayılı Kanun ile birlikte bu yerler orman sayılmayan yer olarak tanımlanmış ve orman sınırları içinde kalan makilik alanlar maki tefrik komisyonlarınca ormandan tefrik edilerek, bir kısmı tevzi ve temlik edilerek tapuya bağlanmış; bir kısmı ise tapuya bağlanmamıştır. 1956 tarihinde yürürlüğe giren 6831 sayılı Kanun’un 1. maddesinin (j) bendi ile bir ayrıma gidilerek orman ve toprak muhafaza karakteri taşıyan makiliklerin orman sayılacağı düzenlemesi getirilmiştir. Bugün için bu yasal düzenlemenin esas alınacağı belirgindir.
Tartışma konusu, 03.04.1950 tarihinde yürürlüğe giren 5653 sayılı Kanun ile 08.09.1956 tarihinde yürürlüğe giren 6831 sayılı Kanun arasındaki dönemde, makiliklerin orman sayılmaması nedeniyle yönetmelikle görevlendirilen maki tefrik komisyonlarınca maki tespit işlemine konu olan yerlerin hukuki durumudur.
3116 sayılı ilk Orman Kanunu’ndan başlayarak bu güne kadarki orman mevzuatını düzenleyen bütün kanunlarda orman kadastrosunun orman kadastro komisyonlarınca yapılacağı öngörülmüş; başta Anayasa olmak üzere mevcut tüm mevzuatta kesinleşmiş orman sınırları içinde kalan yerlerin ancak koşulları varsa Orman Kanunu’nun 2. madde işlemi ile orman sınırları dışına çıkarılabileceği öngörülmüş; orman sınırları dışına çıkarılma işlemlerinde yetkili komisyonun orman kadastro komisyonu olduğu kabul edilmiştir.
Oysa, 5653 sayılı Kanun açıkça makilikleri orman sayılmayan yer olarak belirlemiş; ancak orman sınırları içinde kalan makiliklerin ormandan tefrik edileceğine ilişkin bir hükme yer vermemiştir. Bu nedenle, 1950-1956 tarihleri arasında yapılan maki tefrik işlemleri hukuken tartışmalı hale gelmiştir.
5653 sayılı Kanun nedeniyle maki olarak tespit edilen ve 6831 sayılı Kanun gereğince de orman sayılmayan makilik alanlarda tevzi ve temlik işlemlerinin yapılmış olması ve özel yasalarla (2510 sayılı İskan Kanunu, 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu, 3573 sayılı Zeytinciliğin Islahı Kanunu, 5658 sayılı Orman Kanunu’na Ek Kanun gibi) sınırlı hallere ilişkin olmak üzere tapuya bağlanması durumunda bunların orman sınırları dışında olduğu yargısal uygulamada kabul edilmiştir.
Ancak, maki tefrik komisyonlarınca tefrik edilip de henüz tapuya bağlanmamış yerler ortada mülkiyet yönünden kesinlik kazanmış bir hukuki durum bulunmadığından 3116 sayılı Kanun’a göre yapılan ve kesinleşen orman kadastro sınırları kapsamında kalmaktadır. Sahiplenme koşullarının buna göre değerlendirilmesi gerekmektedir.
Hemen belirtmelidir ki, maki tefrik komisyonlarının oluşumu ve verdikleri kararların hukuken geçerli olup olmaması ayrı bir olgu, bu komisyonlarca verilen kararların kesinleşmesi ve tapuya bağlanmasa da doğrudan sahiplenme olanağı getirdiğinin kabul edilip edilmemesi ise ayrı bir olgudur.
6831 sayılı Kanun’da değişiklik yapan 1983 tarihli 2896 sayılı Kanun’la, orman kadastro komisyonlarının, devlet ormanları ile evvelce sınırlaması yapılmış olup da herhangi bir nedenle orman sınırları dışında kalmış olan yerlerin kadastrosunun da orman kadastro komisyonlarınca yapılacağı hükme bağlanmıştır. Böylece esasen orman sayılan yer niteliğinde olup da herhangi bir nedenle orman sınırları dışında kalmış olan yerlerin yeniden orman sınırları içine alınması olanağı getirilmiştir. Burada herhangi bir sebeple ibaresi daha sonra 1987 yılında 3373 sayılı Kanun’la yapılan değişiklikle metinden çıkarılmıştır.
Makilik ve orman sahalarının tespiti usulü ile ilgili yıllar itibariyle birçok yönetmelik çıkarılmıştır.
Son olarak 15.07.2004 tarihli ve 25523 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan, 6831 Sayılı Orman Kanunu’na Göre Orman Kadastrosunun Uygulanması Hakkında Yönetmeliğin 20. maddesinde “Orman kadastro komisyonları, işletme müdürlüklerinden çalışma alanları ile ilgili; (k) bendi, 5653 sayılı Kanun’un 1. maddesinin (e) bendi uygulamalarını gösterir, makilik ve orman sahalarının tespitine ait yönetmelik ile 6831 sayılı Kanun’un 1. maddesinin (j) bendi uygulamasını gösteren funda ve makilik sahaların tespitine ait talimatname gereğince yapılmış tespit ve tefrik ve parselasyon işlerine ait harita ve tutanakları, …yazı ile ister” hükmü yer almış; vasıf tayinine esas olacak tanımlar başlıklı 23/o maddesinde;
“Maki ve funda; kserofil bünyeli, herdem yeşil, sert ve çoğu zaman dikenli yapraklı ağaççıkların teşkil ettiği bitki formasyonudur.
Yurdumuzda makiler; Mersin (Myrtus Communis), Defne (Laurus nobilis), Sandal (Arbutus andrachne), Kocayemiş (Arbutus unedo), Pırnal Meşesi (Quercus ilex), Kermes Meşesi (Quercus coccifera), Katran Ardıcı (Juniperus oxycedrus), Katır Tırnağı (Spartium junceum), Kurtbağı (Ligustrum vulgare), Keçiboğan (Calicotome spinosu), Erguvan (Cercissiliquastrum), Teşbih Çalısı (Styrax officinalis), Karaçalı (Paliurus acueleatus), Herdemtaze (Ruscus acuelatus), Keçiboynuzu (Ceratonia siliqua), Peruka Çalısı (Continus coggygria), Akçakesme (Phillyrea media), Geniş Yapraklı Akçakesme (Phillyrea latifolia), Menengiç (Pistacia terebinthus), Sakız (Pistacia lenttiscus), Boyacı Sumağı (Rhus cotinus), Yabani Zeytin-Delici (Olea evropea var. Oleaster), Kokarçalı (Anagyris foedita), Zakkum (Nerium oleander), Pembe Çiçekli Laden (Cistus creticus), Beyaz Çiçekli Laden (Cistus salvifolius), Tüylü Laden (Cistus villiosus), Badem Yapraklı Ahlat (Pyrus amygdaliformis), Yabani Kuşkonmaz (Asparagus acurtifolius) ve benzeri bitkiler olarak bulunur.
Funda; ağaç fundası (Erica arborea) ve pembe çiçekli funda (Erica verticillata), Erica cinsi bitkilerdir.”
Şeklinde tanımlama getirilmiş;
23/p maddesinde de “Orman ve Toprak Muhafaza Karakteri; üzerindeki bitki formasyonu ile taşkınları, şiddetli yağış sonrası oluşan zararlı akışları, toprak erozyonunu, toprağın strüktür ve tekstürünün bozulmasını önleyici, su verimini artırıcı etkisi bulunan ve eğimi yüzde oniki’den fazla olan yerlerdir” denilmiştir.
“Makilik ve Yabani Zeytinlik Sahalarda Orman Kadastrosu” başlıklı 31. maddede;
“Orman kadastro komisyonlarınca;
a- Evvelce makiye tefrik edilen fakat tevzii yapılmayan sahalarla 6831 sayılı Kanun’un 1. maddesine giren ancak istisna bentlerine girmeyen ormanlık alanlar,
Devlet ormanı olarak sınırlandırılır.
b- Evvelce makiye tefrik edilip, çiftçiyi topraklandırma ve iskan mevzuatına göre tevzii yapılan, temlik kararı verilmiş ve tapuya bağlanmış sahalar içinde kalan ve yüzölçümü bir bütün olarak üç hektardan büyük ormanlık alanlar,
Özel orman olarak sınırlandırılır.
c- 3573 sayılı Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanun ile bu Kanunu değiştiren 6777 sayılı Kanun’a göre Devlet ormanlarından tefrik edilmiş zeytinlik, sakızlık ve harnupluk sahalar için tevzi
işlemleri yapılmamış ise Devlet ormanı olarak, çiftçiyi topraklandırma ve iskan mevzuatına göre tevzi yapılan, temlik kararı verilmiş ve tapuya bağlanmış sahalar içinde kalan ve yüzölçümü bir bütün olarak üç hektardan büyük
olanlar ise özel orman olarak sınırlandırılır.
d- Evvelce makiye tefrik edilip, çiftçiyi topraklandırma ve iskan mevzuatına göre tevzii yapılan, temlik kararı verilmiş ve tapuya bağlanmış sahalar içinde kalan ve yüzölçümü bir bütün olarak üç hektardan küçük ormanlık alanlar ile delicelik sahaların tespiti, tevzii, temlik ve tapuya tescil işlemleri, o günkü mevzuata göre yapılmış ve tahsis amacına uygun olarak kullanıyor ise bu sahalar orman sınırları dışarısında bırakılır.”
Düzenlemesi yapılmıştır.
“Orman Niteliğinin Devamı” başlıklı 34. maddede;
“6831 sayılı Kanun’un 1. maddesine göre, orman sayılan yerlerdeki; yanan orman alanları, muhafaza ormanları, milli park alanları, tabiat parkları, tabiatı koruma alanları ile izin ve irtifak hakkı tesis edilen ormanlık alanlar, orman olarak kamulaştırılan ve 6831 sayılı Kanun’un 3. maddesi ile orman rejimi içine alınan yerler ile,
a -20.06.1973 tarihli ve 1744 sayılı Kanun’la değişik 2. maddesi,
b- 23.09.1983 tarihli ve 2896 sayılı, 05.06.1986 tarihli ve 3302 sayılı Kanunlarla değişik 2. maddesinin birinci fıkrasının (B) bendi,
uygulamaları ile orman sınırları dışına çıkarılan, ancak fiilen orman olduğu Genel Müdürlükçe tespit edilen ve Maliye Bakanlığı’nca Genel Müdürlüğe tahsis edilen yerler, orman sayılan yerlerden olma niteliklerini korurlar” denilmiş;
“Bilim ve Fen Bakımından Orman Niteliğinin Tam Olarak Kaybolması” başlıklı 35. maddede ; “31.12.1981 tarihinden önce üzerinde ağaç ve ağaççık toplulukları bulunmayan, ormancılık faaliyetleri ve ekonomisi yönünden orman kurulmasında yarar olmayan yerler bilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak kaybetmiş sayılır” denilmiştir.
3/2.2- Makilerle İlgili Yasal Düzenlemelerin Değerlendirilmesi ve Yargısal Uygulama
Açıklanan düzenlemeler ortaya koymaktadır ki, makiye ayırma işlemine konu olan yerler, daha sonra orman kadastrosu kapsamında ve açıklanan ölçüler dahilinde yeniden değerlendirmeye tabi tutulmuş ve yukarıda açıklanan koşullarda orman içine alınan ya da orman dışına çıkarılanlar olmuştur.
Öyle ise, 3116 sayılı Orman Kanunu’nun yürürlükte bulunduğu dönemde orman kadastro komisyonlarınca yapılarak kesinleşen ve tapuya tescil edilmeyen orman tahdidi alanlarında, sonradan maki tefrik komisyonlarınca olarak belirlenen yerlerin, daha sonra yapılan orman kadastro çalışmaları ile orman sayılan yer kapsamında kabulü de olanaklıdır. Yani maki tefrik komisyonlarınca yapılmış geçerli bir belirleme işlemi olsa dahi bu işlemler tek başına orman dışına çıkarma anlamına gelmediğinden, hukuksal durumları belirgin değildir.
Nitekim, 22.03.1996 gün ve 1993/5-1996/1 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında da;
“3116 sayılı Orman Kanunu’nun 5653 sayılı Kanun’la değişik 1/e maddesine göre çıkartılan, Makilik ve Orman Sahalarının Birleştiği Yerlerde Orman Sınırlarının Tespitine Ait Yönetmelik ile bu yönetmelik uyarınca kurulan maki tefrik komisyonları yasal olup, yaptıkları işlemler de geçerli olduğu, orman sınırlandırması kapsamında iken söz konusu komisyonlar tarafından makilik alan olarak belirlenen taşınmazlar hakkında, özel kanunlar gereğince oluşturulan tapulara değer verilmesi gerektiği” kabul edilmiştir.
Burada varılan sonuç geniş yoruma tabi tutulamayacak kadar açık olup, sadece makilik alan olarak komisyonca belirlenen yerler hakkında özel kanunlar (2510, 4753, 3573 sayılı Kanunlar vs.) gereğince oluşturulan tapulara değer verilmiş; bu özel kanunlar dışında kalan tapulara ise değer verilmemiştir. Zilyetlikle kazanma ile ilgili olarak ise, herhangi bir değerlendirmeye yer verilmemiştir.
Anayasa Mahkemesi’nin 1987/31-13 sayılı kararının gerekçesinde ise;
“a- Orman sınırı dışına çıkartılan alanlardaki tapulu yerler:
aa- Orman sınırı dışına çıkarılan yerler, o andan başlayarak orman olma niteliğini, orman olma niteliklerini yitirirler. Bu bakımdan eski, geçersiz tapulara değer vermek, (devlet ormanlarının mülkiyetinin devrolunamayacağını öngören) Anayasa’nın 169. maddesinin ikinci fıkrası hükmüne aykırı düşmektedir. Verilen orman değil, orman olmaktan çıkmış, bir kamu mülküdür…
bb- …orman sınırı dışına çıkartılan tapulu yerlerin… geçersiz tapu sahibine verilmesi Anayasa’nın 170. maddesine aykırıdır.
b- Orman sınırı içinde kalan tapulu yerler:
…Devlet ormanını ve toprağıyla birlikte orman sayılan bir yeri, yerleşim, dağıtım yoluyla özel mülkiyete konu yapmak ya da devretmek Anayasa’nın yasakladığı hususlardandır. 6831 sayılı Kanun’un 1. maddesine göre, orman içi bir yere ilişkin olarak sonradan alınan tapu gibi, orman tahdit edildikten sonra, daha önce alınmış olsa da hukuksal değerini yitirip, geçersiz duruma düşen kaydı, denetlenen üçüncü fıkra geçerli kılmakta, kayıtlarda yazılı malikleri hak sahibi saymaktadır. Sözü edilen fıkra, böylece, 6831 sayılı Yasa’nın 2896 ve 3373 sayılı Yasalarla değişik 1. maddesinin (F) ve (G) fıkralarına karşın, hiçbir koşul aramaksızın, tarım arazisi niteliği bulunmayan, tümüyle orman örtüsüyle kaplı ve orman sayılan bir yer için ne suretle alınmış olursa olsun tapuları geçerli sayarak adı yazılı kimse adına tescilini sağlamaktadır.
Anayasa’nın 169. maddesinin son fıkrasının olanaklı kıldığı durumlar dışında orman sınırlarında daraltma yapılamaz. Kime olursa olsun, orman içindeki tapulu yerlerin verilmesi bir tür daraltmadır. Üçüncü fıkranın sınırlama kararı uyarınca incelenen ibaresi, bu nedenle Anayasa’nın 169. maddesine aykırıdır.
Orman sınırı dışına çıkarılsa bile tapu malikine verilemeyecek bir yerin, orman niteliğini taşırken de verilmemesi gerekir. Yasa koyucu, bu yerleri geçersiz tapu sahiplerine mutlaka vermek istiyorsa, Anayasa’nın öngördüğü sınırlara uygun yeni bir orman tanımı yapmak zorundadır.
Açıklanan nedenlerle üçüncü fıkradaki “…tapulu yerlerle…” ibaresi iptal edilmelidir.”
Şeklinde görüşlere yer verilmiştir.
Görüldüğü gibi Anayasa Mahkemesi, kesinleşen orman kadastrosu sınırları içinde kalan yerlerdeki tapu kayıtlarına değer verilemeyeceğini kabul ettiği gibi, orman sınırları dışına çıkartılan yerlere ait tapu kayıtlarına dahi değer verilmesinin Anayasa’ya aykırı olduğunu vurgulayarak iptal kararı vermiştir.
3/3- 27.01.2009 TARİH VE 27123 SAYILI RESMİ GAZETE’DE YAYIMLANARAK YÜRÜRLÜĞE GİREN TAPU KANUNU VE BAZI KANUNLARDA DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR 5831 SAYILI KANUN
5831 sayılı Kanun’un:
- maddesi ile; 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 7. maddesinde değişiklik yapılarak birinci fıkrasının sonuna “Ancak, henüz orman kadastrosuna başlanılmamış yerlerde, 3402 sayılı Kadastro Kanunu hükümlerine göre belirlenen orman sınırı, orman kadastro komisyonunca belirlenen orman sınırı niteliğini kazanır.” cümlesi,
- maddesi ile; 6831 sayılı Kanun’un 9. maddesinin yedinci fıkrasının birinci cümlesinden sonra gelmek üzere; “3402 sayılı Kadastro Kanunu’na göre kadastrosuna başlanan çalışma alanlarında evvelce kesinleşmiş olan orman haritalarının kontrolü sonucunda tespit edilecek hesaplamalardan kaynaklanan yüzölçümü hataları 3402 sayılı Kanun’un 4. maddesine göre oluşan kadastro ekibince düzeltilir. Diğer vasıf ve mülkiyet değişikliği dışında kalan aplikasyon, ölçü ve çizimden kaynaklanan yüzölçümü ve fenni hatalar ise kadastro müdürlüğünce mahalli orman kuruluşuna bildirilir. Bildirim tarihinden itibaren onbeş günlük süre içerisinde orman kadastro komisyonu görevlendirilir.” cümleleri eklenmiş;
- maddesi ile; 6831 sayılı Kanun’un 45. maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesi; “Amme müesseselerine ait ormanların kadastrosu da bu Kanun’un 7. maddesi hükümlerine göre yapılır.” şeklinde değiştirilmiştir.
Yine aynı Kanun’un 5. maddesi ile;
6831 sayılı Kanun’a Ek Madde 10 eklenmiş; bu maddede; “Bu Kanunun; 20.06.1973 tarihli ve 1744 sayılı Kanun’la değişik 2. maddesi ile 23.09.1983 tarihli ve 2896 sayılı Kanun ve 05.06.1986 tarihli ve 3302 sayılı Kanun’la değişik 2. maddesinin birinci fıkrasının (B) bendi uygulamaları ile orman sınırları dışına çıkarılan yerler, çıkarma işleminin kesinleştiği tarihten itibaren kazandırıcı zamanaşımı yolu ile iktisap edilemez.” hükmüne yer verilmiştir.
Yine aynı Kanun’un 8. ve 9. maddesi ile 21.06.1987 tarihli ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu’na konuyla ilgili olarak aşağıdaki maddeler eklenmiştir.
Hazine adına orman sınırları dışına çıkarılan yerlerin kadastrosu ve tescili
Ek Madde 4- 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 20.06.1973 tarihli ve 1744 sayılı Kanun’la değişik 2. maddesi ile 23.09.1983 tarihli ve 2896 sayılı, 05.06.1986 tarihli ve 3302 sayılı Kanunlarla değişik 2. maddesinin (B) bendine göre orman kadastro komisyonlarınca Hazine adına orman sınırları dışına çıkarılan yerler, fiili kullanım durumları dikkate alınmak ve varsa üzerindeki muhdesatın kime veya kimlere ait olduğu ve kim veya kimler tarafından ne zamandan beri kullanıldığı kadastro tutanağının beyanlar hanesinde gösterilmek suretiyle, bu Kanun’un 11. maddesinde belirtilen askı ilanı hariç diğer ilanlar yapılmaksızın öncelikle kadastrosu yapılarak Hazine adına tescil edilir.
Bu maddeye göre yapılacak kadastro çalışmaları ikinci kadastro sayılmaz. Bu maddeye göre yapılacak kadastro sırasında orman ve Hazine adına orman sınırları dışına çıkarılan yerlerin sınır nokta ve hatları; orman kadastro tutanakları esas alınmak suretiyle orman işletme müdürlüğünce görevlendirilecek en az bir orman yüksek mühendisi ya da orman mühendisinin iştirak ettirildiği kadastro ekibince zemine aplike edilir. Bu çalışmalar sırasında kadastro veya orman haritalarında düzeltmeyi gerektiren tutanak, pafta ve zemin uyumsuzluğunun tespiti halinde, yukarıda oluşturulan kadastro ekibince teknik mevzuata uygun hale getirilir. Bu çalışmalara kadastro kontrol mühendisi de iştirak ettirilir. Çalışma sonucunda bir zabıt düzenlenir ve bu zabıt ekip görevlileri ile kontrol mühendisi tarafından birlikte imzalanır. Düzeltme işlemleri, orman mevzuatı ile tapu ve kadastro mevzuatına göre yapılmış ve bu Kanuna göre yapılacak askı ilanı ile de ilan ve tebliğ edilmiş sayılır.
Hazine adına orman sınırları dışına çıkarılan yerler, daha öncesi tescil edilmiş olduğuna bakılmaksızın Maliye Bakanlığı’nın talebi üzerine, Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü’nce fiili kullanım durumları dikkate alınmak suretiyle ifraz ve/veya tevhit de yapılabilir. Bu işlemler sırasında, orman ve kadastro haritalarında tespit edilen fenni hatalar, yukarıdaki üçüncü fıkrada belirtilen usul ve esaslara göre düzeltilir.
Bu madde kapsamındaki kadastro, ifraz ve tescil işlemleri, 3194 sayılı İmar Kanunu ile 03.07.2005 tarihli ve 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu’ndaki kısıtlamalara tabi olmaksızın yapılır.
Kadastro çalışmalarına başlanılmadan önce, Hazine adına orman sınırları dışına çıkarılan yerlerin içerisinde özel kanunlarına göre değerlendirilmesi gereken alanlar bulunup bulunmadığı kadastro müdürlüğünce ilgili kurum ve kuruluşlarına yazı ile sorulur. İlgili idarelerce 15 gün içerisinde kadastro müdürlüğüne bilgi verilir. Bu süre içinde cevap verilmediği takdirde, söz konusu alanların bulunmadığı yönünde cevap verilmiş sayılır. Bu bilgilere veya ilgili idarelerce zeminde gösterilen sınırlara göre bu yerler içindeki bu alanların sınırları ölçülerek krokisinde gösterilir ve beyanlar hanesinde belirtilir.”
3402 sayılı Kanun’un geçici 7. maddesi aşağıdaki şekilde değiştirilmiş ve Kanun’a aşağıdaki geçici maddeler eklenmiştir.
“Geçici Madde 7- Bu Kanun’a göre yapılacak çalışmalardan önce 6831 sayılı Orman Kanunu’na göre başlanan orman kadastrosu, bu Kanun’un 4. maddesine göre sonuçlandırılır.
Geçici Madde 8- Bu Kanun’un yayımı tarihinden önce yapılan tapulama veya kadastro çalışmalarında tespit dışı bırakılan tapuda kayıtlı taşınmazlar ile kamu kurum ve kuruluşlarına ait yerlerde ve çalışma alanı içinde orman olduğu gerekçesiyle tespit harici bırakılan alanlarda, daha sonra kesinleşen orman kadastrosu sonucunda orman sınırı dışında kalan tapulu ve tapusuz taşınmazların 3402 sayılı Kanun hükümleri gereğince kadastrosu yapılır.”
5831 sayılı Kanun açıkça 5653 sayılı Kanun ile değişik 3116 sayılı Kanun dönemine ilişkin açık bir düzenleme getirmemiş; makiler hakkında bu döneme ait yasal boşluk sürdürülmüşse de, kurulda yapılan görüşmeler sırasında öncelikle 27.01.2009 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak aynı tarihte yürürlüğe giren ve 5831 sayılı Yasa’nın 5. maddesi ile 6831 sayılı Orman Yasası’na eklenen ek 10. madde hükmü değerlendirilmiştir.
III- GEREKÇE
Yukarıda açıklanan tüm olgu, yasal düzenleme, yargısal uygulama ve uluslararası sözleşmeler ile en son yasal düzenlemelerle getirilen hükümler birlikte değerlendirildiğindE:
Anayasamızın 169. maddesindeki koruma hükümlerine rağmen orman ve maki alanlarının korunması mümkün olamamaktadır. Bunların korunmasında en büyük problemlerden birini, yürürlükte olan 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 1. maddesinin İ ve J bentleri ile 2. maddesinin A ve B maddesi oluşturmaktadır.
6831 sayılı Orman Kanunu’nun 1. maddesinde “funda veya makilerle örtülü orman ve toprak muhafaza karakteri taşımayan yerler” orman sayılmamakta; böylece, funda veya makiliklerin orman ve toprak muhafaza karakteri taşıyıp taşımamaları ölçüt alınarak ya orman rejiminin dışında bırakılmakta veya bu rejim içinde kabul edilmektedir. Dolayısıyla, orman ve toprak muhafaza karakteri taşıyıp taşımadığı usulünce tespit edilecek funda ve makilikler, bu karakterleri taşıyorlarsa orman tanımı içinde yer alacak; taşımıyorlarsa orman sayılmayacaklardır.
Aynı Kanun’un 2. maddesinin (A) maddesine göre tarım alanlarına dönüştürülmesinde yarar görülen funda ve makiliklerle örtülü yerler orman sınırları dışına çıkarılacaktır. Orman sınırları dışına çıkarma işlemi ise sadece 31.12.1981 tarihinden önce orman niteliğini kaybetmiş yerlerle sınırlandırılmıştır.
Burada önem taşıyan funda ve makiliklerin orman sayılıp sayılmaması olgusu ise Orman Kanunu’nun 1. maddesine göre tayin edilecektir. 1. maddenin (J) bendine göre orman ve toprak muhafaza karakteri taşıyan funda ve makilik alanlar orman sayılır. Toprak ve orman muhafaza karakteri taşımayan funda ve makiliklerin ise orman sınırı dışına çıkarılması mümkündür. Buna göre; orman ve toprak muhafaza karakteri taşıyan funda ve makilik alanların orman sayılmayan yer olarak nitelendirilmesi, Orman Kanunu’nun 1. maddesine ve Anayasa’nın 169. maddesine göre imkansızdır.
Yasalarda, maki tefrik komisyonları tarafından yapılan işlemlerin hukuki niteliği konusunda içtihatlarla bir yol çizilmeye çalışılmış; bunlar arasında ortaya çıkan görüş ayrılıkları üzerine, ilk önce İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nun 22.03.1996 tarih ve 1993/5 E. 1996/1 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile tapulu taşınmazlar yönünden konu ele alınmış; şimdi eldeki taleple de tapuya bağlanmamış alanlar yönünden ortaya çıkan aykırılıklar büyük kurul önüne gelmiştir.
– Eldeki içtihadı birleştirmenin konusu; Birinci Başkanlık Kurulu’nun görevlendirme yazılarında (3116 sayılı Orman Kanunu’nun yürürlükte bulunduğu dönemde orman kadastro komisyonlarınca yapılarak kesinleşen ve tapuya tescil edilmeyen orman tahdidi alanlarında, maki tefrik komisyonlarınca “orman sayılmayan makilik” olarak belirlenen yerlerin imar-ihya-zamanaşımı yoluyla mülk edinilip edinilemeyeceği) biçiminde belirlenmiştir.
Orman niteliğini taşımayan makilik alanların öncesi tapulu olsun veya olmasın niteliğinin ne olması gerektiği, orman sayılıp sayılmayacakları İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nun 22.03.1996 tarih ve 1993/5 E. 1996/1 K. sayılı kararı ile belirlenmiştir.
Bilindiği gibi kesinleşen orman tahdidi içerisinde kalan yerlerin orman niteliği ile Hazine adına tapuya tescilinin yapılması yasa hükmüdür.
Gerek 3116 sayılı Orman Kanunu’nun 13. maddesine, gerekse 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 11. maddesine göre kadastrosu yapılıp kesinleşen Devlete ait ormanlar, tapu dairelerince hiçbir harç, vergi ve resim alınmaksızın Hazine adına tapuya tescil olunur.
Ancak kesinleşen orman tahdidi içerisinde kalıp da tapuya orman niteliği ile tescili gerekirken her nasılsa tescili yapılmayan taşınmazlar da bulunmaktadır. İşte makiye ayrılan yerlerdeki tapulu-tapusuz ayırımı bundan kaynaklanmaktadır.
Ancak bu ayırım orman niteliği taşımayan makiliklerin hukuki durumlarının belirlenmesinde önem arz etmemektedir.
1996 tarihli İçtihatları Birleştirme Kararı’nda sonuç itibarı ile Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık makiye ayrılmadan önce Hazine adına orman niteliği ile tapuya kayıtlı yerlerle ilgili ise de; ortaya koyduğu belirlemeler, öncesi tapulu olsun veya olmasın tüm orman sayılmayan makiliklerle ilgilidir. Bu durumda, buradaki irdelemelere değinmekte yarar vardır.
Söz konusu İçtihatları Birleştirme Kararında maki komisyonlarınca belirlenen yerlerle ilgili olarak şu irdelemeler yapılmaktadır:
(…İçtihat uyuşmazlığına konu olan olayda; orman niteliğini taşıyan makilik alanlarla, orman sayılmayan makilik alanların fennen belirtilmesi görevi Tarım Bakanlığı’na verilmiştir. İdare, 5653 sayılı Kanun’dan kaynaklanan “Belirleme” görevini yönetmelikle düzenleme yaparak yerine getirmiştir. Bakanlığa verilen görevin yerine getirilmesi yönetmelikle düzenleme yapılmasını zorunlu kılmıştır. Kanunda belirleme görevinin ne şekilde yapılacağına dair hüküm olmadığından bu yön idarenin takdirine bırakılmıştır. Yönetmeliğin dayanağı olmadığına ilişkin görüş, değinilen nedenlerle yasal dayanaktan yoksun bulunmaktadır. …Makilik alanların belirlenmesi görevi Tarım Bakanlığı’na verilmiş olup, Orman Kanunu’nda bu konuda başka hiçbir hüküm bulunmamaktadır. 3116 sayılı Orman Kanunu’nun 5653 sayılı Kanun’la değişik 5. maddesi ise ormanların sınırlandırılması ile ilgili hükümleri içermektedir. Kanun’da “orman sayılmadığı” açıklanan makilik alanların tespiti ayrı bir işlem, “orman niteliği” taşıyan ormanların sınırlandırılması ise başka bir işlemdir. İşlemlerin amaçları, nitelikleri ve işlevleri değişiktir.
İçtihat uyuşmazlığı, orman sınırlandırması yapılan yerlerdeki makilik alanların tespitine ilişkindir. 3116 sayılı Orman Kanunu’nun 13. maddesi gereğince sınırlandırılması kesinleşen ormanlar Hazine adına tapuya tescil olunur. 3116 sayılı Kanun’la makilikler de orman sayıldığı için, bu alanlar da sınırlandırma kapsamına alınmıştır. 5653 sayılı Kanun, istisnalar ayrık olmak üzere makiliklerin orman sayılmayan yer olduğunu kabul etmiş, bu değişikliğe uygun olarak orman sayılmayan makilik alanların tespiti gerekmiştir. Maki komisyonlarının görevi, orman sayılmayan makilik alanları belirlemekten ibarettir. Orman sayılmayan makiliklerin tespiti yeni orman tanımına göre tapu sicilinde düzeltme yapılması niteliğindedir. Bu düzeltme sonucu “orman niteliği ile Hazine adına tescil” edilen taşınmaz, orman sayılmayan makilik alan olarak tespit edilmekle “özel mülk olarak Hazine adına tapuya tescil” edilecek, taşınmazın sadece tapudaki niteliği değişecektir. Böylece tespit işlemi ile Hazine adına tapulu olan taşınmaz tapusuz hale dönüşmeyecektir.
….. …Bilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak kaybetmiş ve tarım arazisi veya yerleşim yeri olarak kullanılmasında yarar olan ormanların, orman dışına çıkarılabileceği hükmü, gerek Anayasada ve gerekse 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 2. maddesinde yer almıştır. Orman dışına çıkarılan yerin öncesi orman olduğundan, orman kavramına “yerleri de” dahildir. Bitki örtüsünün kaldırılmış olması, o yerin orman rejimi dışına kendiliğinden çıkmasını gerektirmez. Anayasa ve Yasada öngörülen şartların oluşması halinde orman tahdit komisyonları tarafından orman dışına çıkarma işlemleri yapılmaktadır.)
Bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi maki tespit komisyonlarının işlemi sonucu orman niteliğini kaybetmiş yerler özel mülkiyete konu olabilecek yer haline gelmektedir.
Bu gibi yerlerden öncesi tapulu olanlarla ilgili uyuşmazlık, yukarıda açıklanan 1996 tarihli İçtihatları Birleştirme Kararı ile çözümlenmiştir.
– Eldeki içtihadı birleştirme talebinin konusu ise; tapuya bağlanmamış yerlerle ilgili olup; öncesi orman niteliği ile Hazine adına tapuya tescil edilmesi gerekirken, bu tescil yapılmamış yerlerin tapusuz sayılıp sayılmayacağı, bunun sonucu olarak da imar-ihya ve zamanaşımı ile kazanılıp kazanılmayacağıdır.
Yukarıda ayrıntısıyla açıklandığı üzere, ormanların bu vasıfla Hazine adına tescil edilmesi yasa gereğidir. Orman olarak tespit ve tescil görmüşken, daha sonra yine yasa gereği Orman Kanunu’nun 2/B maddesi gereğince orman sınırları dışına çıkarılan alanlar, orman rejimi dışına çıkarılmıştır.
Koruma makiliği dışındaki makilerle ilgili hukuksal durum ise bu kadar belirgin değildir.
Bu durumda bu tür taşınmazların tapulu sayılıp sayılmayacağının tartışılması gerekmekte ise de içtihadı birleştirme görüşmelerinde, konunun öncelikle 27.01.2009 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren “5831 sayılı Tapu Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un getirdiği yasal düzenleme doğrultusunda ele alınması ve inceleme yapılması kabul edildiğinden, yukarıda belirtilen hususun incelenmesine şimdilik gerek görülmemiştir.
Konuya ilişkin, 27.01.2009 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak aynı tarihte yürürlüğe giren 5831 sayılı Yasa’nın 5. maddesi ile 6831 sayılı Orman Yasası’na eklenen ek 10. maddesinde; “Bu Kanun’un; 20.06.1973 tarihli ve 1744 sayılı Kanunla değişik 2. maddesi ile 23.09.1983 tarihli ve 2896 sayılı Kanun ve 05.06.1986 tarihli ve 3302 sayılı Kanunla değişik 2. maddesinin birinci fıkrasının (B) bendi uygulamaları ile orman sınırları dışına çıkarılan yerler, çıkarma işleminin kesinleştiği tarihten itibaren kazandırıcı zamanaşımı yolu ile iktisap edilemez.” hükmü getirilmiş; kanun koyucu, orman tahdidi içinde yer alıp da orman tahdit komisyonlarınca sonradan Orman Kanunu’nun 2. maddesinin B bendi kapsamında orman dışına çıkarılan alanların dahi zilyetlikle kazanılmalarına olanak vermemiş; açıkça bu yerlerin zilyetlikle kazanılamayacağını düzenleme altına almıştır.
5831 sayılı Kanun’un 4. ve 5. maddelerinin tasarıda 5. ve 6. madde altında açıklanan gerekçesinde;
“Madde 5- 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 5304 sayılı Kanunla değişik 4. maddesinin üçüncü fıkrası ile, çalışma alanında orman bulunması ve 6831 sayılı Orman Kanunu’na göre orman kadastrosuna başlanılmamış olması halinde, orman kadastrosu ve bu ormanların içinde ve bitişiğinde her çeşit taşınmaz malların ormanlarla müşterek sınırlarının tayini ve tespitinin bu maddede belirtilen kadastro ekibi tarafından yapılacağı hüküm altına alındığından, amme müesseselerine ait ormanların da, Kadastro Kanunu’nda yapılan ‘değişiklik kapsamında kadastrolarının yapılabilmesi için bu değişiklik yapılmaktadır.
Madde 6- 6831 sayılı Kanun’un 2. maddesi uyarınca orman sınırları dışına çıkarılan yerler Hazine adına çıkarılıp Hazine adına tescil edilmektedir.
Anayasa’nın 170. maddesi de orman sınırları dışına çıkarılan yerlerin değerlendirilmesinin kanunla düzenleneceği hükmünü getirerek bu taşınmazların, Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki diğer taşınmazlardan farklı bir statüye tabi olmasını benimsemiştir. Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan taşınmazların 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 713. maddesi uyarınca kazandırıcı zamanaşımı ile mülk edinilmesi mümkün iken, Anayasa’nın 170. maddesi hükmü gereği özel kanunla düzenlenmesi öngörülen 2. madde alanlarının bu niteliği gereği kazandırıcı zamanaşımı ile mülkiyetinin elde edilmesi mümkün olmayacağı halde, Türk Medeni Kanunu’nun ilgili hükümlerine dayanarak tescil talebi ile davaların açıldığı bilinmektedir.
Orman sınırları dışına çıkarılan bu yerlerin Hazine adına tescil edilmesi yasal zorunluluk olmakla beraber, teknik ve mali zorluklar nedeniyle kısmen tescil sağlanmıştır. Ayrıca bu alanlarda orman kadastrosundan önce oluşmuş tapular da bulunduğundan bu tapuların iptali üzerine ancak tescil sağlanabileceğinden tescil işlemleri tamamen ikmal edilememiştir.
Bu nedenle; 1974 yılından beri orman dışına çıkarılan bu alanlarda, çıkarma tarihinden itibaren Türk Medeni Kanunu’ndaki kazandırıcı zamanaşımı süreleri dolan yerler için mahkemelerce zilyedi adına tescile dair kararlar verilmektedir.
Bu alanların Anayasa ve 6831 sayılı Kanun’a uygun değerlendirileni meşini sağlamak, ayrıca ormanların işgalinin özendirilmesini önlemek için bu düzenleme yapılmıştır.” açıklamalarına yer verilmiştir.
Gerek Kanun metni, gerek gerekçesi birlikte ele alındığında bu yasal düzenlemenin amacı “çalışma alanında orman bulunması ve 6831 sayılı Orman Kanunu’na göre orman kadastrosuna başlanılmamış olması halinde, orman kadastrosu ve bu ormanların İçinde ve bitişiğinde her çeşit taşınmaz malların ormanlarla müşterek sınırlarının tayini ve tespitinin bu maddede belirtilen kadastro ekibi tarafından yapılacağı hüküm altına alındığından, amme müesseselerine ait ormanların da, Kadastro Kanunu’nda yapılan değişiklik kapsamında kadastrolarının yapılabilmesi” ve sonuçta “Bu alanların Anayasa ve 6831 sayılı Kanun’a uygun değerlendirilebilmesini sağlamak, ayrıca ormanların işgalinin özendirilmesini” önlemek” şeklinde ortaya konulmuştur.
Anılan kanun hükmü ile varılmak istenen sonucun, Anayasa ve 6831 sayılı Kanun’a uygun değerlendirme ile ormanların işgalinin özendirilmesinin önlenmesi amacıyla, orman sayılmayan yer haline gelen taşınmazların bu niteliklerini kaybettikleri tarihten itibaren imar ihya ve zamanaşımı yolu ile kazanılmasının ortadan kaldırılması olduğu, anlaşılmaktadır. Böylece, öncesi orman iken orman sayılmayan yer haline gelen alanların dahi zilyetlikle kazanılması yolu kapatılmışken, koruma makiliği olmamakla birlikte, maki tefrik komisyonlarınca orman sayılmayan makilik alan olarak tespit edilen yerlerin yasa karşısındaki durumu da bu çerçevede ele alınmalıdır.
Bu nedenledir ki, Kanunun lafzı ve ortaya konulan amacı da gözetilerek, anılan bu hükmün koruma makiliği dışında kalan makilik alanlar yönünden uygulanıp uygulanamayacağı işin esasına girilmeden evvel, ele alınarak değerlendirilmiştir. Bu değerlendirmede; Kanunun bu hükmünün; kamu düzenine ilişkin olması yanında, eldeki uyuşmazlığa konu koruma makiliği dışındaki makilik alanlarla ilgili işlemlerin sadece tespitle sınırlı olmakla beraber 1996 tarihli İçtihadı Birleştirme Kararına göre orman sayılmayan yer niteliğinde olduğundan bu yerlere de uygulanacağı oybirliği ile benimsenmiştir.
Sonuç itibariyle, söz konusu yasal düzenleme yönünden yapılan incelenmede;
5831 sayılı Kanun’un 5. maddesi ile 6831 sayılı Kanun’a eklenen ek 10. maddede (Bu Kanun’un 20.06.1973 tarihli ve 1744 sayılı Kanunla değişik 2. maddesi ile 23.09.1983 tarihli ve 2896 sayılı Kanun ve 05.06.1986 tarihli ve 3302 sayılı Kanun’la değişik 2. maddesinin birinci fıkrasının “B” bendi uygulamaları ile orman sınırları dışına çıkarılan yerler, çıkarma işleminin kesinleştiği tarihten itibaren zamanaşımı yolu ile iktisap edilemez) hükmü getirildiğinden, belirtilen hallerde tapusuz taşınmazların zamanaşımı ile kazanımlarının mümkün olmadığı; Yasada her ne kadar maki tespit komisyonlarının kararı ile orman niteliğini kaybeden ve makiye ayrılan yerler ayrıca belirtilmemiş ise de; Genel Kurul görüşmelerinde Yasanın amacının orman niteliğini kaybeden tüm taşınmazların imar-ihya ve zamanaşımı yoluyla kazanımını önlemek olduğu, bu durumda öncesi tapuya kayıtlı olmayan taşınmazların zamanaşımı ile kazanılamayacağı sonucuna varılmıştır.
Böylelikle, makiye ayrılan yerin öncesi tapulu olduğu takdirde zaten zamanaşımı ile kazanılmayacağından, tapuya tescil edilmeyen yerlerin öncesi tapulu kabul edilsin veya edilmesin 5831 sayılı Kanun hükmü dikkate alındığında bu hususun sonuca etkili olmadığından içtihatların bu değişik gerekçe ile birleştirilmesine ve bu tür yerlerin zamanaşımı ile kazanılamayacağına karar verilmiştir.
Açıklanan durum karşısında; maki tefrik komisyonlarınca maki oldukları tespit edilmekle birlikte, devamında orman tahdit işlemine konu edilmemiş alanların, maki tefrik komisyonlarının tespiti tarihinden itibaren imar-ihya ve zilyetlikle kazanılmasına olanak bulunmamaktadır.
IV- SONUÇ
Yukarıda açıklanan gerekçelerle: 1- 3116 sayılı Yasa hükümlerine göre yapılıp kesinleşen ve tapuya tescil edilen orman kadastro (tahdit) sınırları içinde bulunan ve 1996/1 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile kabul edilen konunun bu içtihadı birleştirmenin kapsamı dışında olduğuna, aynı yasa hükümlerine göre yapılıp kesinleşen, ancak tapuya tescil edilmeyen yerlerde 5653 sayılı Yasa ile değişik 3116 sayılı Yasa hükümlerine göre maki komisyonlarının yaptığı işlemlerin bir tespit niteliği taşıdığına, teknik ve hukuki anlamda orman kadastro (tahdit) sınırı dışına çıkarma işlemi olmadığına,
2- 27.01.2009 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak aynı tarihte yürürlüğe giren 5831 sayılı Yasa’nın 5. maddesi ile 6831 sayılı Orman Yasası’na eklenen ek 10. madde hükmünün maki tespit komisyonlarınca 5653 sayılı Yasa uyarınca maki olarak tespit edilen yerlere de uygulanması gerektiğine ve bunun sonucu olarak bu yerlerin tespit tarihinden itibaren imar, ihya ve zilyetlik yoluyla kazanılmasına olanak bulunmadığına”
30.04.2010 tarihinde yapılan ilk toplantıda oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulu E: 1990/3 K: 1990/5 T:19.10.1990
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu E: 1996/4 K: 1998/3 T: 4.12.1998
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/20-490 K: 2003/510 T: 24.9.2003
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/75 K: 2007/90 T: 28.02.2007
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/681 K: 2001/711 T: 10.10.2001
Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki taşınmaz konumuna gelen koruma makiliği olmayan, tapusuz maki alanlarının imar ihya ve buna bağlı zilyetlik yoluyla özel mülke konu olabileceğinin kabulü gerekir. Koruma makiliği diğer bir anlatımla orman muhafaza karakterini taşıyan makilik niteliğindeki alanlarda kalan taşınmazlar için Medeni Kanunun 639/1. ve 3402 sayılı Kadastro Kanununun 17. maddelerince öngörülen zilyetlikle kazanma koşullarının gerçekleşemeyeceği açıktır ve tartışmasızdır.
Taraflar arasındaki “tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Antalya Asliye 6. Hukuk Mahkemesi´nce davanın kabulüne dair verilen 17.5.2000 gün ve 1999/603 E. 2000/902 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8. Hukuk Dairesi´nin 9.11.2000 gün ve 7577-8444 sayılı ilamiyle; (…Davacı uyuşmazlık konusu parsellerin Hazine üzerindeki kaydının iptali ile adına tapuya tesciline karar verilmesini istemiştir. Hazine davanın reddine karar verilmesini savunmuş, mahkemece davanın kabulüne karar verilmesi üzerine hüküm Hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Uyuşmazlık konusu parsellere ait kadastro tutanağında; dava konusu parsellerin 1945 yılında yapılan orman sınırlama hattının içerisinde kalması ve 1983 yılında yetkili orman kadastro komisyonu tarafından 6831 sayılı Orman Kanununun 1744 sayılı Yasa ile değişik 2/B maddesi hükmü uyarınca nitelik kaybı sebebiyle orman dışına çıkarılan yerlerden olduğu açıklanmak suretiyle hazine adına tesbit edilmiştir.
Davacı, imar ihya ile kazanmayı sağlayan zilyetliğe dayanarak iptal ve tescil isteğinde bulunmuştur. Dosya içerisindeki belgelere ve uzman bilirkişilerin raporlarındaki açıklamalara göre; dava konusu taşınmazların bulunduğu yerde 1946 yılında orman kadastro komisyonunca yapılan sınırlama çalışmaları sırasında bu yerin sınırlama haritası içerisine alındığı ve işlemin kesinleştiği, 1952 yılında maki tefrik komisyonunca yapılan çalışmalar sırasında da taşınmazların makiye tefrik edilmek suretiyle tahdit dışında bırakıldığı ve 1981 yılında da 6831 sayılı Orman Kanununun değişik 2/8 maddesi uyarınca yapılan çalışmalar sırasında nitelik kaybı sebebiyle orman dışına çıkarıldığı açıklanmıştır. Her ne kadar dava konusu taşınmaz kesinleşen sınırlama hattının içerisinde kalan bir yer ise de, 5653 sayılı Kanun hükümleri uyarınca yapılan çalışmalar sırasında dava konusu taşınmaz orman sınırları dışına çıkarılmıştır. Maki Tefrik komisyonunca orman sınırlama hattının dışına çıkarılan bir yer 6831 sayılı Orman Kanununun 1. maddesi hükmü uyarınca orman sayılmaz. Böyle bir yer maki işlemi kesinleştiği tarihten itibaren 3402 sayılı Kadastro Kanununun 17. ve MK.nun 639/1. maddesinde belirtilen koşullar altında kazanılması mümkün olabilir.
Makiye Tefrik edilen bir yerin ormanla bağlantısı kesilmiş olacağından böyie bir yerin nitelik kaybından sözedilemeyeceği gibi 1981 yılında yetkili orman kadastro komisyonlarınca bu sebeple orman dışına çıkarılmış olması hukuken bir değer taşımaz. Mahkemece taşınmazın makiye tefrik edildiği tarihten itibaren 20 yıldan fazla kazanma süresinin geçtiği görüşünden hareketle davanın kabulüne karar verilmiş ise de, yapılan araştırma ve inceleme hüküm vermeye yeterli bulunmamaktadır. 1952 yılında yapılan maki tefrik komisyonu işleminin kesinleşip kesinleşmediğinin, kesinleşme işleminden itibaren kazanma koşullarının oluşup oluşmadığının gözönünde tutulması gerekir.
Makiye tefrik edilen bir yer kural olarak MK.nun 641. maddesi kapsamında sayılır. Böyle bir yerin kazanılabilmesi için 3402 sayılı Kadastro Kanununun 17. maddesinde belirtilen koşullar altında ihya edilmesi ve ihyanın tamamlandığı tarihten itibaren 20 yıldan fazla süre ile tesbit tarihine kadar tasarruf edilmesi gerekir. Yerel bilirkişi ve tanıklar imar ihya olgusu hakkında bir açıklamada bulunmaksızın 30-40 yıllık kazanma süresinden haber vermişlerdir. Uzman ormancı bilirkişi raporunda orman sınırlama, maki tefrik harita ve tutanaklarını araziye tatbik ettiğini bildirmiş ise de, keşif tutanağındaki bilgilere göre bu uygulama yetersizdir. Bu belgelerin yerel ve teknik bilirkişi ve ormancı bilirkişiler aracılığıyla keşif yerinde sağlıklı. olarak yerine uygulanması, bu uygulamanın Yargıtay denetimi sırasında izlenebilmesi bakımından teknik bilirkişi tarafından krokisine işaret edilmesi ve bu beyanlar gözönünde tutularak raporların düzenlenmesi gerekir. Eksik incelemeye dayanılarak hüküm kurulmuş olması doğru değildir….) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulu´nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Yerel Mahkeme ile Yüksek Özel Daire arasındaki uyuşmazlık kazandırıcı zaman aşımı zilyetliğine dayalı olarak açılan davada kazanma (mülk edinme) koşulları yönünden yapılan soruşturmanın hükme yeterli olup olmadığı, kazanma koşullarının davacılar yararına gerçekleşip gerçekleşmediği noktasında toplanmaktadır.
Hukuk Genel Kurulu´ndaki müzakereler sırasında, davaya konu taşınmazın makilik alanda kaldığı ve bu taşınmazın imar ve ihya yoluyla kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanılıp iktisap edilebileceği hususu Özel Dairenin çoğunluk ve azınlığı tarafından benimsendiği anlaşılmaktadır. Daire çoğunluğu, imar ve ihya olgusu konusunda yerel mahkemesince toplanan kanıtların yeterli bulunmadığını benimserken, daire azınlığı davacının taşınmazın ihyasını 40 yıl önce tamamladığını, o tarihten dava tarihine kadar imar ve ihya ile kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği yolu ile iktisap koşullarının yerine getirildiğini başkaca bir tahkikata gerek bulunmadığını ileri sürmüşlerdir.
Hukuk Genel Kurulu´ndaki bir kısım üyeler ise, taşınmazın makilik alanda kaldığı ve makiliklerin kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanılıp iktisap edilemiyeceği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Yapılan müzakereler sonucunda beliren bu ön sorunlar aşılarak, taşınmazın imar ve ihya yoluyla kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanılıp iktisap edilebileceği ve daire çoğunluğu görüşünün doğru olduğuna aşağıdaki gerekçelerle karar verilmiştir.
Bilindiği gibi Ormanlar hakkında Osmanlı döneminde ve Cumhuriyet döneminde birçok yasalar çıkarılmış ve Anayasalarımıza hükümler konulmuştur. Cumhuriyetten önceki dönemde çıkarılan 1856 tarihli Arazi Kanunnamesinde Ormanlar dört gruba ayrılmıştır. 1- Eşhas üzerindeki Ormanlar; 2- Valey Ormanları, 3- Cibali mubaha, 4- Kura ve kasabahata mahsus Ormanlar olarak gruplandırılmıştır. Orman Nizamnamesinin 24. maddesinde sınıflandırılma yapıldıktan sonra Devlet Ormanları ile Kura ve Kasabata mahsus ormanların zamanaşımı ile kazanılamayacağı belirtilmiştir.
Cumhuriyet döneminde Ormanlar hakkında ilk kapsamlı düzenleme getiren yasal düzenleme 1/6/1937 tarihinde yürürlüğe giren 3116 sayılı Orman Kanunu´dur. Bu kanun 1. maddesinde Ormanın tarifi yapılmakla beraber orman sayılmayan yerler teker teker belirtilmediğinden makilikler orman sayılmış, o dönemde yapılan sınırlamalarda da maki alanları orman sınırları içerisine alınmıştır. Bu durum 5653 sayılı kanunun yürürlük tarihine kadar devam etmiştir. 24.3.1950 tarihinde kabul edilerek 3.4.1950 tarihinde yürürlüğe giren 3116 sayılı Orman Kanunun bazı-maddelerinin değiştirilmesine ve bu kanuna bazı maddeler eklenmesine dair söz konusu kanunun birinci maddesinin birinci fıkrasında orman yeniden tanımlanmış, orman sayılmayan yerler ayrı ayrı açıklanmış (e) fıkrasında makiliklerin orman sayılmadığı açıkça belirtilmiş bu fıkranın son bendinde ise 43. maddeye yollamada bulunularak hangi makiliklerin orman olduğu hükme bağlanmıştır.Adı geçen kanun uyarınca “makilik ve orman sahalarının birleştiği yerlerde orman sınırlarının tesbitine ait yönetmelik” çıkarılmış, oluşturulan orman-tahdit komisyonları ve maki komisyonları aracılığı ile ormanlar ile artık orman sayılmayan maki ajanlarının sınırları tesbit edilmiştir. Böylece daha önce orman niteliği ile hazine adına tapuya bağlanan maki alanları yasa gereğince nitelik değiştirerek orman olmaktan çıkmış ve hazinenin özel mülkü haline gelmiş, tapuya bağlanmamış yerler ise Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan taşınmaz durumuna dönüşmüştür. 8.9.1956 tarihinde yürürlüğe giren ve halende yürürlükte bulunan 6831 sayılı Orman Kanunun 1/j. maddesinde belirtilen ayrıcalıklar dışında makiliklerin ve fundalıkların orman sayılmadığı hükmü tekrarlanmıştır. Yukarıda değinilen yönetmelik ve bu yönetmelik uyarınca oluşturulan komisyonların ve yaptıkları işlemlerin yasal dayanaklarının bulunup bulunmadığı, geçerli olup olmadıkları yönünde içtihatlar arasında çıkan uyuşmazlıkta 22.3.1996 tarih 1993/5 esas, 1996/1 sayılı Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kararı ile giderilerek komisyonların ve yaptıkları işlemlerin yasal ve geçerli olduğu hükme bağlanmıştır.
Bu durumda 5653 sayılı kanun ile orman niteliğini kaybeden ve ilgili komisyonlarca sınırları belirtilip haritaya bağlanan 3.4.1950 tarihinden bu yanada adı geçen yasa maddelerinde sayılan ayrıcalıklar dışında hiçbir surette orman sayılmayan böylece Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki taşınmaz konumuna gelen koruma makiliği olmayan, tapusuz maki alanlarının imar ihya ve buna bağlı zilyetlik yoluyla özel mülke konu olabileceğinin kabulü gerekir. Değinilen ilkeler, Hukuk Genel Kurulu´nca benimsenmiş ve kararlılıkla uygulanmıştır. “Yargıtay içtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 22/3/1996 gün E: 1993/5, K: 1996/1, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 26/11/1997 gün E: 1997/1-715, K: 1997/982, 5/5/1999 gün E: 1999/1-262, K: 1999/257, 28/3/2001 gün E: 2001/8-260, K: 2001/315 28/3/2001 gün E: 2001/8-262, K: 2001/317”
Yineleyerek belirtilmelidir ki; “koruma makiliği” diğer bir anlatımla “orman muhafaza karakterini taşıyan makilik” niteliğindeki alanlarda kalan taşınmazlar için Medeni Kanunun 639/1. ve 3402 sayılı Kadastro Kanununun 17. maddelerince öngörülen zilyetlikle kazanma koşullarının gerçekleşemeyeceği açıktır ve tartışmasızdır.
Öte yandan, Medeni Kanunun ve bazı özel kanunların hazine adına tapu kaydı oluşturulmasına (tapu siciline tescile) olanak tanıması, 3116 sayılı kanun uyarınca gerçekleştirilen orman tahdidine tapu kaydı anlamını veremez ve bu işleme tapu kaydının doğurduğu hukuki sonuçları izafe edemez, Nitekim Medeni Kanun, Tapu Kanunu ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu tapu sicilini (tapu kaydını) oluşturmanın esas ve yöntemlerini düzenleyen hükümleri içermektedir.
O halde mahkemece Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken noksan soruşturma ile yetinilip, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırı olduğundan direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davalı Hazine vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda açıklanan ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerle BOZULMASINA, 10.10.2001 gününde ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.
KARSI OY YAZISI Yerel mahkemenin davanın kabulüne dair kararının temyizi üzerine dairece yapılan inceleme sonunda kabul kararının bozulmasına dair çoğunluk kararına karşı azınlık oyları ile onama görüşü ileri sürülmüştür. Çoğunluk ile azınlık arasındaki uyuşmazlık; devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden sayılan ve ancak imar-ihya yoluyla kazanılması mümkün olan dava konusu taşınmazın ihyasının toplanan delillere göre tamamlanıp tamamlanmadığı, iktisap koşullarının davacılar yararına gerçekleşip gerçekleşmediği ihya yönünden yeniden araştırmaya gerek bulunup bulunmadığı, üzerinde toplanmaktadır. Yüksek Genel Kuruldaki tartışmalar sırasında, dava konusu taşınmazın Maki Tefrik Komisyonu işlemi sonucu koruma makiliklerinden sayılmayan makilik alan olarak kabul edildiği, bu tür yerlerin imar-ihya yoluyla kazanılmayacağı görüşünün ortaya konulması üzerine uyuşmazlığa makilik alanların imar-ihya yoluyla kazanılıp kazanılmayacağı hususu da, eklenmiştir. Konunun iyice anlaşılabilmesi için koruma makiliği sayılmayan ve Maki Tefrik Komisyonu işlemi sonucu, makilik alan olarak belirlenen taşınmazın imar-ihya veya kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği yoluyla kazanılmasının mümkün olup olmadığı hususu iie kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği ve imar-ihya yoluyla kazanma koşullarının ve özelliklerinin açıklanmasında zaruret vardır.
Dava konusu taşınmazın, 1957 yılında yapılan Maki Tefrik Komisyonu işlemi sırasında koruma makiliklerinden sayılmayan makilik alan olarak belirlendiği dosya kapsamı ile sabit olup, bu hususta uyuşmazlık bulunmamaktadır. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulunun 22.3.1996 tarih ve 1993/5 esas, 1996/1 sayılı kararında belirtildiği gibi “3116 sayılı Orman Sahalarının Birleştiği Yerde Orman Sınırlarının Tespitine Ait Yönetmelik” ile bu yönetmelik uyarınca kurulan maki komisyonları yasal olup yaptıkları işlemlerde geçerlidir. Orman sınırlandırma kapsamında iken söz konusu komisyonlar tarafından makilik alan olarak belirlenen taşınmazlar hakkında özel kanunlar gereğince oluşturulan tapulara değer verilmek gerekir.
Maki Tefrik Komisyonu işlemi sonucu makilik alan olarak belirlenen dava konusu taşınmazın hukuksal niteliği nedir ve bu yerler ne şekilde kazanılabilir. Bu sorunun cevabını 26.11.1997 tarih, 1997/1-715-982 sayılı HGK kararı, gayet açık ve net bir şekilde vermiş ve “5553 sayılı Kanuna göre orman niteliğini kaybeden ve maki tefrik komisyonlarınca sınırları belirtilip haritaya bağlanan ve 5653 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 3.4.1950 tarihinden buyana adı geçen yasa maddelerinde sayılan ayrıcalıklar dışında hiçbir şekilde orman sayılmayan devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerler durumunda bulunan tapusuz maki alanları İMAR-İHYA YOLUYLA ÖZEL MÜLKİYETE KONU OLABİLİR. ilgili Maki Tefrik komisyonlarınca makilik olarak belirlenen ve orman sayılmayan taşınmazlar için sonraki tarihlerde yapılan orman dışına çıkarma işlemleri geçersiz olup, bunlara değer verilemez ve hiçbir hukuki sonuç bağlanamaz” denilmiştir. HGK.nun 24.3.1999 tarih 1999/1-170-167 ve 5.5.1999 tarih 1999/1-262-257 sayılı kararları da aynı mahiyette olduğu gibi mahkemeden aynı konuda verilen davanın kabulüne dair Antalya 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 30.11.2000 tarih ve 2000/8-255-275 sayılı kararı ile yerel mahkemenin kabul kararı ONANMIŞTIR. Böylece Hukuk Genel Kurulu kararları ile makilik alanların devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olup tapusuz olanların zilyetlikle kazanılabileceği hususu istikrar kazanmıştır. Buna rağmen aksi düşüncelerle varılacak sonuç, hukukta istikran bozacağı gibi Yargıtay ve HGK´a olan güveni de, sarsar. Yüce kurulun istikrar bulan kendi kararlarına sahip çıkması gerekir.
İçtihadı Birleştirme ve HGK kararlarının tarifi ve açıklaması karşısında dava konusu taşınmazın devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olup ancak imar-ihya yoluyla özel mülkiyete konu olabileceği açıktır. Bu durumda taşınmazın kazanılmasının yasal dayanağı olan imar-ihya hakkında konunun özelliğine binaen bilgi sunmakta zaruret görmekteyiz. Zira imar-ihya fiilinin tarif ve unsurları somut olaydaki özelliğe göre açıklanmadığında uyuşmazlığın çözümü zorlaşır.
İmar-ihya bilimsel eserlerde; tarıma elverişli olmayan araziyi masraf ve emek şartıyla tarıma elverişli hali getirme şeklinde tanımlanmıştır. İmar-ihya yoluyla kazanmaya imkan tanıyan Mülga 755 SK´nun 37. maddesinin son fıkrasının 26.7.1972 gün ve 1617 sayılı (TTRÖTK) kanunla kaldırılmasından sonra imar-ihya yoluyla kazanma yolu kapanmıştır. Ancak bu yasak 3402 SK´nun yürürlüğe girdiği 10.10.1987 tarihinde kalkmış ve bu yasanın 17. maddesi ile zilyetlere ihya yoluyla kazanma olanağı yeniden tanınmıştır. Anılan madde de, imar-ihya ile ilgili şartlar, arazi, ihya fiili ve iktisapla ilgili olmak üzere üç bölümde ifade edilmiştir. Arazi ile ilgili şartları, taşınmazın devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olması ve tarıma elverişli bulunması olmak üzere olumlu şartlar; Orman sayılmayan yerlerden olması, kamu hizmetine tahsis edilmemiş il, ilçe ve kasabaların imar planlarının kapsamında bulunmaması gibi olumsuz şartlar olarak açıklayabiliriz. İhya fiili ile ilgili şartları ise emek ve para harcamak, ihya ile oluşturulacak toprağın tarıma elverişli hale gelmesi ve ihya zamanı olarak tespit edebiliriz, iktisapla ilgili şartlar ise maddenin atıf yaptığı 14. maddedeki şartlardır.
Somut olayımızda arazi ile ilgili şartlarda çoğunluk ile azınlık görüşleri arasında bir uyuşmazlık söz konusu değildir. Arazi ile ilgili olarak açıklanan hususlar dosyada araştırılmıştır. Uyuşmazlık ihya fiili ile iktisap şartlarında toplanmaktadır.
Bir taşınmazın imar ve ihya edildiğinden söz edebilmek için kolayca tarım yapılması mümkün olmayan toprakta oldukça zor ve zahmetli ve gider gerektiren bir uğraş verilmiş olmalıdır. Yoksa sadece ham toprağın sürülmesi yada taşları temizlenmiş bir yerde bina ve duvar yapılması yada ağaç dikilmesi bir emek ve masrafı gerektirmesine rağmen, imar-ihya sayılmaz. Yasa taşınmazın tarıma elverişli hale getirilmiş olmasını aramıştır. (Tekinay Eşya Hukuku Sh:311)
Bu hususta HGK´nun 24.2.1999 T. 1999/8-84-118 sayılı kararında, “3402 SK´nun 17. maddesine göre imar-ihya işlemleri tarımsal amaçlı olmalıdır. Ve nitelik itibariyle devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan ve kamu hizmetine tahsis edilmeyen arazi masraf ve emek şartıyla tarıma elverişli hale getirilmelidir. Taşınmaz üzerinde ev, “ahır, samanlık yapmak gibi eylemler taşınmazı tarıma elverişli hale getiren işlemler değildir” denilmiştir.
ihyanın varlığından ve sonuçlandığından söz edebilmek için taşınmaz mal ihya edilmeye başlandığında güdülen amacın gerçekleşmiş olması gerekir. Kazandırıcı zamanaşımı süresi ihyanın tamamlandığı tarihte başlar. Bu nedenle ihyanın tamamlandığı tarihin tespiti davalarda önem kazanır.
İhyanın gerçekleştiği gün, taşınmaz malın tamamen kültür arazisi haline getirildiği, ekonomik yönden yararlanmaya başlanıldığı ve işe yarar hale getirildiği gündür.
İhya sonrası taşınmazın niteliğinin tespiti ve ihya fiilinin ispatı ile ilgili olarak değerli hukukçu Ozanalp, (Tapulama Kanunu Şerhi) adlı eserinde (Sh: 549-550) ihyanın ispatı bakımından takdiri delil ilkesinin uygulanacağını açıkladıktan ve bu iddialarda ilk planda taşınmazın ihyadan önceki durumunun tespit edilmesinin gerekli olduğunu vurguladıktan sonra, o taşınmazın gerçekten gider ve emek harcanması suretiyle tarıma elverişli hale getirilip getirilmediğinin ispatı evresinden söz eder ve geçmişte olup gitmiş maddi olaylar niteliğini taşıyan bu yönlerin tanık sözleri ile ispatının zorunlu olduğunu açıklar. Maddi olaylar hakkında bilirkişi tarım uzmanı da, olsa bu yönde düşünce bildirmeye yetkili olamaz. Bununla beraber bilimsel incelemelerde ihyanın geçmişe ilişkin evrelerinin (safhalarının) saptanması mümkün ise bu yolda incelemeye dayanan uzman bilirkişi düşüncesi delil sayılmalıdır. Aksi halde geçmişteki olaylar yönünden tanık sözlerine başvurmak zorunludur.
İhyanın gerçekleştiği günün, taşınmaz malın tamamen kültür arazisi haline getirildiği ve ekonomik yönden yararlanmaya başlanıldığı ve işe yarar hale getirildiği gün olduğunu kabulle birlikte ihya fiilini ilgilendiren ve maddi olaylardan sayılan bu olguların öncelikle tanık sözleri ile ispatının zorunlu olduğunu kabul etmek gerekir. Bu açıklamanın ışığında somut olayda hukuki niteliği itibariyle ihya fiiline muhtaç olan dava konusu taşınmazın ihyasının tamamlanıp tamamlanmadığı, tamamen kültür arazisi haline getirilip getirilmediği ve ekonomik yönden yararlı hale gelip gelmediği yönünden dinlenen tanıklar ve ziraatçi bilirkişi nasıl açıklamada bulunuyorlar. Tanıkların tamamı ittifakla taşınmazın en az 40 yıldan beri tarım ve kültür arazisi olarak kullanıldığını ifade etmişler, Ziraatçi bilirkişi de; taşınmazın en az 40 yıl öncesinden imar-ihya edilerek tarıma kazandırılmış olup, tarımsal faaliyette bulunulduğunu raporunda açıklamıştır. Dava tarihi itibariyle ifadelerde ve raporda açıklanan 40 yıl öncesi 1960 yıllarına rastlamakta olup, tespit tarihine yani 23.8.1988 tarihine kadar 28 yıldır tarım arazisi olarak kullanıldığı sabittir. Başka bir ifade ile tespit tarihinden 28 yıl önce ihya işleminin tamamlandığı, ekonomik amaca uygun yararlanmaya başlanıldığı ve taşınmazın kültür arazisine dönüştüğü tanık sözleri ve ziraatçi raporu ile sabit iken, şimdi tekrar 40 yıl öncesine dönerek tekrar ihyanın nasıl yapıldığı, ne zaman bittiği, nasıl kullanıldığını araştırmanın hiçbir faydası yoktur. Zira bütün bu araştırmaların amacı ihyanın bittiği tarihi tespittir. Bittiği tarihten amaçta kültür arazisi haline getirildiği tarihtir. Tanıklar ve ziraatçi bilirkişi bu hususu açık ve kesin bir şekilde ifade etmişlerdir.
Tanıkların bilgileri ihyası tamamlanıp tarla ve kültür arazisine dönüşen safnaya aittir. Bilgilerinin başladığı 40 yıl öncesinde taşınmaz üzerinde her hangi bir ihya işleminin devam etmekte olduğu veya ihyasına başlanmamış bir durum söz konusu olsaydı, tanıklar bu durumla ilgili bilgi verirlerdir.
İhyaya dayanılan olaylarda, ihyanın nasıl yapıldığı, nasıl emek harcandığı ve masraf yapıldığı elbette sorulup araştırılacaktır. Ancak bu araştırma ihyanın tamamlandığı açık ve kesin olarak belli olmayan ve araştırılmamış olan veya ihya işleminin başladığı ve bittiği tarihten itibaren uzun süre geçmeyen, 20 yılın dolup dolmadığı şüpheli olup tam kanıtlanamayan davalar içindir. Yoksa olayımızda olduğu gibi 40 yıla varan fiili kullanımı ve kültür arazisi niteliği belli olan ve kanıtlanan davalarda tekrar 40 yıl öncesine dönüp kanıtlanan bir olguyu tekrar araştırmaya kalkmak ve tanıklardan bildikleri fiili durumun dışında ve belki de, bilgileri olmayan hususta yeniden araştırma yapmak, amacı aştığı gibi vatandaşın adalete olan güvenini de sarsar. Mülkiyet hakkını da, tehlikeye sokar. Zira asıl olan ihyanın tamamlanıp tamamlanmadığının tespiti ve kanıtlanmasıdır.
Tüm dosya kapsamı ve açıklamaya gayret ettiğimiz nedenlerle davacının taşınmazın ihyasını 40 yıl önce tamamlandığı ve bu tarihten dava tarihine kadar imar ve ihya ile kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği yolu ile iktisap koşulları yerine getirilmiş olup ve mülkiyet hakkının doğduğu sabit olduğundan davanın kabulüne dair yerel mahkeme kararında usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle yerel mahkeme kararının onanması gerekir. Ancak Genel Kurul tartışmaları sonunda ilk oturumda Dairedeki çoğunluk ve azınlığın onama ve bozma görüşü ile birlikte taşınmazın makilik alanlardan sayılması nedeniyle kazanılmayacağına dair “kesin bozma” görüşü oylanıp yeterli oy Sağlanamayınca ikinci oturumda “onama” görüşünün bozma anlamına geldiği, zira ilk oylamada bozma ve kesin bozmanın çoğunluk kazandığı fakat oy sayısının yeterli olmadığı açıklanarak oylama yapılması nedeniyle ve bozma görüşünün aynı zamanda onama anlamına geldiği düşünce, görüşü ve kararı ile oylama yapıldığı için bozmaya dair oyumuzun (iç oylama yönetmeliğe aykırıda olsa oyumuzu bildirme zorunluğunda olduğumuz için) ONAMA anlamına geldiği düşüncesi ile oy kullanmak mecburiyetinde kaldık.
KARSI OY YAZISI Yüksek Kurulun sayın çoğunluğunun araştırmanın yetersiz olduğu konusundaki bozma kararına katılmakla birlikte mahkeme hükmünün aşağıdaki nedenlerle de bozulması gerektiği düşüncesindeyim.
1- Yüksek Kurulca birlikte incelemesi yapılan 2001/8-681-682-683 esas sayılı dosyaların konusu olan parsel tutanaklarının edinme sütunlarında 1937 tarihli vergi kaydı uygulandığı (Örneğin: 2001/581 sayılı dosyada davaya konu Gaziler Köyü 704 ve 709 numaralı parsellerin tutanağının edinme sütununda 12 adet parselin öncesi bütün iken ifrazen ayrıldığı, kadastro sırasında Ali Atik adına olan vergi kaydının uygulandığı, vergi kaydı kadar yer verildikten sonra çekişmeli parsellerin de içinde olduğu 703 ila 711 numaralı parsellerin vergi kayıt fazlası olarak Hazine adına yazıldığı belirtilmiştir.) ve çekişmeli parsellerin vergi kayıt fazlası olması nedeniyle Hazine adına tespit edildiği yazılı olduğu halde, sözü edilen vergi kayıtları getirtilip uygulanmamış ve vergi malikinin davacılarla ırsi ve akdi ilişkileri saptanmamış, vergi kaydı sınırında yazılı taşınmazların zilyetlikle kazanılabilecek yerlerden olup olmadığı da araştırılmamıştır.
2- Dava konusu parsellerin 1945 yılında kesinleşen orman tahdidi içinde kaldığı anlaşılmaktaysa da 1952 yılında makiye ayrılıp ayrılmadığı kesin olarak belirlenememiştir. Yüksek özel Daire de bozma kararında, bu konudaki uygulamanın yetersiz olduğuna işaret etmektedir. 1945 tahdit haritası, 1952 maki ve 1970-1988 yıllarında yapılan kadastro paftaları ölçekleri, bilgisayar ortamında eşitlenmek suretiyle uygulanıp, çekişmeli parsellerin orman sahasında mı, yoksa maki sahasında mı kaldığı kesinlikle belirledikten sonra bu konuda düzenlenecek rapor ve harita mahkeme ve Yargıtay´ın denetimine uygun olmalıdır. Bilirkişilerin düzenledikleri harita 1/20.000 ölçekli olup, dava konusu parsellerin yeri bu haritada nokta şeklinde işaretlenmiştir. Bu haliyle rapor yetersizdir ve Yargıtay´ın denetimine olanak vermemektedir.
3- Yine yüksek Özel Daire bozma kararında, makiye ayırma işleminin kesinleşip kesinleşmediğinin de belli olmadığını, bu konunun da araştırılmasına işaret edilmiştir. Gerçekten maki belirtme yönetmeliğinin 1. maddesi “DEVAMLI HASILAT VERMEYEN VEYA MUHAFAZA ORMANI MAHİYETİNİ TAŞIMAYAN MAKİLİKLERİN” sınırlarını belirlemeyi öngörmektedir. Maki komisyonu, yönetmelik hükümlerini gözönünde bulundurmadan belirleme yapmışsa, Orman Yönetimi tarafından yapılan işlem onaylanmayacağından, bu halde makiye ayırma işlemi kesinleşmez ve taşınmaz kesinleşmiş orman tahdidi içinde, orman olma özelliğini sürdürür.
4- 03.04.1950 tarihinde yürürlüğe giren 5653 Sayılı Yasanın 1. maddesi ile 17.08.1950 tarihli “Makilik ve Orman Sahalarının Birleştiği Yerlerde Orman Sınırla´rının Tespitine ait Yönetmeliğin” 1. ve 08.09.1956 tarihinde yürürlüğe giren 6831 Sayılı Orman Yasasının 1/J maddesinde “funda ve makilerle örtülü orman, ve toprak muhafaza karakteri taşımayan yerler orman sayılmamışsa da, MUHAFAZA ORMANI NİTELİĞİNİ TAŞIYAN ve DEVAMLI ORMAN HASILATI VEREN MAKİLİKLER orman sayılmıştır. Yine sözü edilen Yönetmeliğin 2j. maddesinde “Ancak toprağın kaymasına ve aşınmasına mani olan ve ziraat arazisini tehlikelerden koruyan meyilli yerlerde ve dağlık arazide muhafaza ormanı karakterini haiz bütün makiliklerle yıllık veya periyodik devamlı orman hasılatı vermesi mümkün meyilli veya düz arazideki makilikler orman sahası içine alınabilir.” hükmü bulunmaktadır. Bilirkişi raporlarında bu konularda bir araştırma yapılmadığı anlaşılmaktadır.
5- Bir an için dava konusu parsellerin MUHAFAZA MAKİLİĞİ olmadığı kabul edildiği takdirde, 22.03.1996 gün, 1993/5-1 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı, sadece makilik alanlarda özel yasalar uyarınca oluşturulan tapulara değer verileceği konusundadır. Aslında sözü edilen İçtihadı Birleştirme Kararının konusu makilik yerlerde zilyetliğe değer verilip verilmeyeceğiyle de ilgili değildir. İçtihadı Birleştirme Kararının gerekçesinde bu konu, bir kelime ya da cümle halinde dahi yer almamıştır. Yorum yoluyla içtihadı birleştirme kararı genişletilemez.
6- Orman tahdidinin yapılıp kesinleştiği 1945 tarihinde yürürlükte bulunan 3116 Sayılı Yasanın 13. maddesi hükmüne göre “tahdidi yapılmış ve kesinleşmiş ormanlar Hazine adına tescil olunur”. Buna paralel olan ve o maddenin yerine 08.09.1956 tarihinde yürürlüğe konulan 6831 Sayılı Orman Yasasının 11. maddesinin 4. fıkrası da “Kadastrosu yapılıp kesinleşen devlete ait ormanlar, tapu dairelerince hiçbir harç, vergi ve resim alınmaksızın Hazine adına tapuya tescil olunur” hükmünü taşımaktadır.
Bu yerde orman tahdidinin 1945 yılında kesinleşmiş olduğu mahkeme, Özel Daire ve Yüksek Kurulun kabulünde olduğuna göre, yasanın emredici hükmü gereğince, Hazine adına tapuya tescil edilmiş olması gerekir. Bu konuda bir araştırma yapılmamıştır. Tapulu devlet ormanının bir bölümünün makiye ayrılması halinde o yer orman değil ve fakat cinsi makilik yer olarak ve yine Hazinenin tapulu taşınmazı olmaya devam eder. Bu konu 22.03.1996 gün ve 1993/5-1 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu Kararı gerekçesinin 19. paragrafında aynen şu cümlelerle ifade edilmektedir. (Maki komisyonlarının görevi orman sayılmayan makilik alanları belirlemekten ibarettir. Orman Sayılmayan makiliklerin tespiti yeni orman tanımına göre tapu sicilinde düzeltme yapılması niteliğindedir. Bu düzeltme sonucu “orman niteliği ile Hazine adına tescil” edilen taşınmaz, orman sayılmayan makilik alan olarak tespit edilmekle, “özel mülk olarak Hazine adına tapuya tescil” edilecek, taşınmazın sadece tapudaki niteliği değişecektir. Böylece tespit işlemi ile Hazine adına tapulu olan TAŞINMAZ TAPUSUZ HALE DÖNÜŞMEYECEKTİR). Görüldüğü gibi, kesinleşen orman kadastrosu sınırlan içindeki makilik alanın ayrılması o yeri tapusuz hale getirmeyip, sadece niteliğini değiştirdiğinden makilik cinsi ile tapulu olma halini sürdürecek ve imar-ihya ve zilyetlik yoluyla kazanılamayacaktır.
7- Kesinleşen orman kadastrosu, yasanın emredici hükmüne rağmen her hangi bir nedenle tapuya tescil edilmemiş olsa bile; orman kadastrosunun kesinleşmesi ile taşınmazın orman niteliğiyle mülkiyet hakkı Hazineye geçer. Kesinleşen orman kadastrosunun sonradan tapuya tescil edilmesi mülkiyet hakkının doğumu için gerekli değildir, tescil işlemi, kurucu değil açıklayıcı nitelikte olduğundan durum yine değişmez. Maki komisyonlarının yaptığı işlem 6831 Sayılı Yasının 2. maddesinin öngördüğü anlamda “orman sınırı dışına çıkarma” işlemi “makilik yer olduğunu belirleme” işlemidir. Çünkü, 5653 Sayılı Yasada tahdit komisyonlarına orman sınırı dışına çıkartma yetkisi verilmemiştir. Bu komisyonların görevi orman sayılmayan maki alanları belirlemekten ibarettir.
8- Bilindiği gibi 3402 Sayılı Kadastro Yasasının 18/2 maddesi hükmüne göre “Yasaları uyarınca devlete kalan taşınmaz mallar tapuda kayıtlı olsun olmasın zilyetlikle kazanılamaz.”
Yasanın bu maddesinde “Yasaları uyarınca devlete kalan taşınmaz malların” hangi malları kapsadığı sayılmamıştır. Kanaatimce;
6831 Sayılı Orman Yasasının 2/8 madde uygulaması sonucu Hazine adına orman rejimi dışına çıkartılan yerler ile geçerli bir işlemle makiye ayrılan yerlerin de 3402 Sayılı Yasanın 18. maddesi anlamında “yasaları uyarınca Devlete kalan taşınmaz mallar” olduğunu kabul etmek gerekir.
5653 Sayılı, kısa ismiyle Makiye Ayırma Yasasının 24.03.1950 tarihinde kabulünden üç gün sonra 27.03.1950 tarihinde 4753 Sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Yasasında değişiklik yapan 5618 Sayılı Yasa kabul edilmiştir. Bilindiği gibi 5653 Sayılı Yasanın asıl amacı, makilik alanları Devlet Ormanlarından ayırarak Devletin elindeki toprak rezervini çoğaltmak ve bu alanları 4753 Sayılı Yasanın 8. maddesine göre topraksız çiftçiye dağıtmak suretiyle hem yurt ekonomisine katkı sağlamak, hem de yurt genelinde sosyal adaleti ve sosyal barışı devamlı kılmaktır. Uygulamalarda görüyoruz ki, makiye ayırma işlemlerinin kesinleşmesinden hemen sonra bu yerler topraksız çiftçilere dağıtılmak üzere Toprak Tevzi Komisyonlarının emrine verilmekte ve bu komisyonlarca gerekli tevzi işlemleri yapılarak kişiler adına özel tapular oluşturulmaktadır. 22.03.1996 tarih ve 1993/5-1 Sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı gerekçesinde açıklandığı gibi, Yüksek Kurulu; “maki komisyonlarının yaptıkları işlemlerin geçerli olduğuna” ve “bu komisyonların makilik saha olarak ayırdıkları taşınmazlar hakkında kişiler adına oluşturulan özel tapulara değer verilmesi gerektiğinin kabulüne” sevk eden ana düşünce 5653 Sayılı Yasanın çıkarılış amacına da uygundur.
Yasa koyucunun, 5653 Sayılı Yasayı, kadastrosu kesinleşmiş devlet ormanları içinde kalan makilikleri deyim yerinde ise, “kapanın elinde kalması” amacı ile yürürlüğe koyduğu düşünülemez.
Bu nedenle, kesinleşmiş orman tahdidi içinde kalan, ancak makiye ayrılan alanların ister tapuya kayıtlı olsun ister olmasın imar-ihya ve zilyetlik yoluyla kazanılmasına 3402 Sayılı Kadastro Yasasının 18/2. maddesinin engel olduğunu kabul etmek gerekir.
9- Yürürlükten kaldırılan 765. Sayılı Tapulama Yasasının 30. maddesi “Tapulama tutanaklarının tapulama müdürü tarafından tasdik tarihinin, tescil tarihi olarak gösterilmek suretiyle tapu kütüklerine geçirileceği”ni, yine aynı yasanın 31/2. maddesi “sicillerde belirtilen haklara, tescilleri tarihinden itibaren on sene geçtikten sonra, tapulamaya takaddüm eden sebeplere dayanılarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz” hükümlerini öngörmektedir. Yargıtay içtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 24.10.1983 gün, 1983/8-3 sayılı kararı ile “766 Sayılı Tapulama Yasasının 31/2. maddesinde yer alan on yıllık hak düşürücü sürenin tapulama tespitinin kesinleştiği tarihte başlayacağı” kabul edilmiştir. 3402 Sayılı Kadastro Yasasının 12/3 maddesinde sözü edilen içtihadı birleştirme kararında benimsenen ilke, yasa maddesi haline getirilmiş ve “…tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz” şeklinde düzenlenmiştir. Yasanın emredici hükmüne rağmen süresinde tapu siciline tescil edilmeyen tutanaklar, kesinleştiği tarihten 8-10 yıl sonra bile tapuya tescil edilse yasanın 12/2. maddesi hükmü gereğince “…tutanakların kesinleşme tarihleri tescil tarihi olarak gösterilmek suretiyle tapu kütüklerine kaydedilir” hükmü karşısında, hak düşürücü sürenin başlangıcı tutanağın kesinleştiği tarih olarak hesaplanacaktır. Bu olgu, kütüğe tescilin daha sonra yapılmasının geçmişe etkili sonuç doğurduğunu göstermektedir. Tespit tutanağının kesinleşmesinden sonra ve fakat tapu siciline tescil edilmesinden önce, o taşınmaza zilyet olan kişinin zilyetliğine değer verilemez. Çünkü, tespit tutanağının kesinleşmesinin tapu kaydı hükmünde olduğu kabul edilmektedir.
3116 Sayılı Yasanın 7. maddesi; orman tahdit komisyonlarının düzenledikleri TAHDİT MAZBATALARININ özetinin Resmi Gazetede yayınlanacağı, ayrıca tahdit haritası ile birlikte bir örneğinin ilgili belde ve köyde ilan edileceği, ilan tarihinden itibaren üç ay içinde itiraz edilmezse komisyon kararının yani ORMAN KADASTROSUNUN KESİNLEŞECEĞİNİ, 13. maddesi de; tahdidi (kadastrosu) yapılmış ve kesinleşmiş olan ormanların hiç bir harç ve resim alınmaksızın Hazine adına tapuya tescil edileceğini öngördüğü gibi, 3116 Sayılı Yasanın yerine 08.09.1956 tarihinde yürürlüğe konulan 6831 Sayılı Yasanın 11. maddesinde kadastro komisyonlarının tahdit tutanak özeti ile tahdit haritasının ilgili belde ve köylerde bir yıl (2836 Sayılı Yasa ile yapılan değişiklikle yine bir yıl 3302 ve 3373 Sayılı Yasalarla yapılan değişikliklerde ise ilan süresi altı aydır) süre ile ilan edileceğini ve bu süre içinde itiraz edilmezse komisyon kararının kesinleşeceğini, kadastro işlemi yapılmış ve sınırlan kesinleşmiş olan ormanların Hazine adına tescil edileceğini, yasada sözü edilen bu süreler geçtikten sonra orman kadastrosuna itiraz edilip dava açılamayacağını öngörmektedir.
Genel kadastro sırasında “tapulama” veya “kadastro” ya da “tespit tutanağı” olarak isimlendirilen tutanakları ve kadastral haritaları kadastro ekipleri düzenleyip 30 gün süre ile ilana çıkartılmakta, orman kadastrosunda ise “orman kadastro tutanağı” ya da “orman tahdit tutanağı” olarak isimlendirilen tutanaklar ile orman kadastro haritasını orman kadastro (tahdit) komisyonları tarafından düzenlenerek altı ay süre ile ilana çıkartılmaktadır. (3402 Sayılı Yasanın 7, 11 ve 6831 Sayılı Yasanın 7, 9 ve 11. maddeleri.)
Arazi ve orman kadastrosu sırasında düzenlenen haritalar, kadastral yöntemle ve ölçekli olarak düzenlenmektedir. Her iki işlem de yasalar karşısında teknik anlamda birer kadastro işlemi olduğu gibi, biri biri karşısında ikinci kadastro olduğu kabul edilemez. Her ikisinde de tapuya tescil tarihinden itibaren değil, tutanakların askı ilan süresi bitiminde başlayan 10 yıllık HAK DÜŞÜRÜCÜ süreler öngörülmüştür. Arazi kadastrosunda tespit öncesi ZİLYETLİĞE ve TAPUYA dayananlar yönünden bir ayırıma gidilmeden tutanağın kesinleştiği tarihten itibaren 10 yıllık hak düşürücü süre içinde dava açılabileceği kabul edildiği halde, orman kadastrosunda daha da ileriye gidilerek, ZİLYETLİĞE dayananların ancak altı aylık askı ilan süresi içinde orman kadastrosuna itiraz davası açılabileceği, bu altı ayın sonunda hak düşürücü süre nedeniyle artık dava açılamayacağı hükmü getirilmiştir. (3402 Sayılı Yasanın 1-12/3 ve 6831 Sayılı Yasanın 3373 Sayılı Yasa ile değişik 11/1. maddeleri.)
Kaldı ki; 3402 Sayılı Kadastro Yasasının 4. maddesi arazi ve orman kadastrosu işlemlerini birleştirmiştir. Sözü edilen bu madde hükmüne göre, Kadastro çalışma alanı sınırında orman bulunduğu takdirde, bildirini üzerine orman sınırlaması 6831 Sayılı Yasa hükümlerine göre orman kadastro komisyonlarınca tespit ve haritasına işaretlenerek tutanakları ile birlikte kadastro ekiplerine teslim edilir. iki ay içinde kadastro komisyonlarınca orman sınırlarının belirlenmemesi halinde, kadastro çalışma alanı sınırları kadastro ekiplerince belirlenir. Bu şekilde tespit ve ilan edilen yerlerde ORMAN KADASTRO İŞLEMLERİ DE İKMAL EDİLMİŞ SAYILIR.
Bu açıklamalardan sonra şu sonuca ulaşılmaktadır. Hangi yolla (ister arazi, isterse orman kadastrosu yoluyla) oluşursa oluşsun, tapu sicil hukuku tüm tapu sicillerini kapsar. Başka bir anlatımla, sicilin meydana geliş biçimi, sicilin hukuksal niteliğine etkili değildir. Aksi hükmen sabit oluncaya kadar tapu sicilleri geçerliliğini sürdürmektedir. Tapu sicilinin geçersizliği, sadece mahkeme hükmü ile mümkündür. Arazi ve orman kadastrosu yasalar karşısında birer kadastro işlemidir. Her ikisinde de tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren tapu siciline tescil öngörüldüğü ve tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren hak düşürücü sürenin başlayacağı kabul edildiğinden, tutanakların kesinleşmesi mülkiyet hakkını doğurması nedeniyle tapu hükmündedir. Orman ya da arazi kadastrosu sonucu düzenlenen ve kesinleşen tutanakların yasanın emredici hükmüne rağmen tapuya zamanında tescil edilmemiş olması sonuca etkili değildir.
Bu olgular karşısında, somut olaya hangi yönden bakılırsa bakılsın, orman kadastrosu kesinleşerek ve orman alanında kalan, ancak daha sonra makilik alan olarak ayrılan yerlerin imar-ihya ve zilyetlikle kazanılma olanağı bulunmadığından tescil davasının REDDİNE KARAR VERİLMEK üzere mahkeme kararının BOZULMASI gerekirdi.
Yüksek Kurulun sayın çoğunluğunun görüşüne açıkladığım nedenlerle katılmıyorum.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/20-490 K: 2003/510 T: 24.9.2003
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/7-174 K: 2004/161 T: 24.3.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/75 K: 2007/90 T: 28.02.2007
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/592 K: 2003/508 T: 24.09.2003
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/592 K: 2003/508 T: 24.09.2003
Uzun yıllardan beri bir taşınmaza malik sıfatıyla zilyet olan, gerek Türk Kanunu Medenisinin 639.maddesi gerekse Kadastro Yasasının 14 ve 17. maddelerindeki taşınmaz mal kazanımına ilişkin koşulların lehine gerçekleştiği kişinin cebri icra tehdidi altında Hazine tarafından istenen işgal tazminatını ödemesi aleyhine yorumlanamaz. Burada ihtirazı kayıt ileri sürüp sürmemesinin de bir önemi yoktur.
Taraflar arasındaki “tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İskenderun 2.Asliye Hukuk Mahkemesi’nce davanın kabulüne dair verilen 20.02.2002 gün ve 2000/1002 E-2002/50 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8.Hukuk Dairesi’nin 03.06.2002 gün ve 2002/3800-4529 sayılı ilamiyle; (…Davacı Şaban Çamur, dava dilekçesinde mevkii ve sınırları gösterilen 1 parça taşınmazın adına tapuya tescil edilmesini istemiştir.
Davalılardan Hazine vekili davanın reddine karar verilmesini savunmuş, diğer davalı Üçgüllük Belediye Başkanlığı yargılama oturumuna katılmamıştır.
Mahkemece davanın kabulüne karar verilmesi üzerine; hüküm, davalılardan Hazine vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Davacı, imar-ihya ve zilyetlik hukuki nedenine dayanarak dava konusu taşınmazın adına tapuya tescil edilmesini istemiştir. Davalılardan Hazine vekili davanın zilyetlikle kazanılmayacak yerlerden olduğunu ve yargılama aşamalarında uyuşmazlık konusu taşınmazla ilgili olarak davacı Şaban Çamur’un Hazineye muhtelif tarihlerde ecrimisil ödediğini bildirmiş, buna dair makbuz ve belge örneklerini dosyaya ibraz etmiştir. Davacı Şaban Çamur İskenderun Mal Müdürlüğüne hitaben yazdığı ve örneği dosya arasında bulunan 29.08.1995 günlü dilekçesinde aynen “…Üçgüllük beldesinde Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerden kulanmış olduğum 15140 m2’lik yer için, benden 14.510.000 lira istenilmektedir. Benden istenilen para çok fazladır. Kullandığım yer kıraç ve susuz olduğundan ecrimisilin düşürülmesi için gereğini arz ederim…” ifadesine yer vermiş bulunmaktadır. Görüldüğü gibi, dava açılmadan önce İskenderun Mal Müdürlüğü tarafından uyuşmazlık konusu taşınmazı kullandığından bahisle davacıya ecrimisil tahakkuk ettirilmiş, davacı ecrimisil tahakkukuna karşı koymamış, sadece tahakkuk ettirilen ecrimisil miktarının fazlalığına itiraz etmiştir. Dosya arasında bulunan tahsilat makbuz örneklerine göre davacı Şaban Çamur’un Hazine tarafından tahakkuk ettirilen 14.510.000 lira ecrimisil bedelini herhangi bir itiraz ileri sürmeden ödediği anlaşılmıştır. Uyuşmazlık konusu taşınmaz tapuda kayıtlı bulunmamaktadır. Davacı yukarıda tarihi verilen dilekçesinde taşınmazın Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerden olduğunu başka deyişle taşınmazda Hazinenin üstün hakkı bulunduğunu açıkça kabul etmiştir. Hazinenin üstün hakkı kabul edilen bu yerde davacının daha sonra zilyetlik yada imar ihya olgusuna dayanarak hak iddia etmesi dosya içeriğine uygun düşmektedir. Davacının açık ve tereddütle yer vermeyecek beyanı karşısında davacının daha önceki zilyetliğinden ve edinme koşullarının lehine doğduğundan söz etmek yasanın ruhuna aykırıdır.
Açıklanan nedenle davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde kabule karar verilmiş olması doğru değildir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, imar ihya ve zilyetlik hukuksal nedenine dayalı tescil isteğine ilişkindir. Davacı, para ve emek sarf ederek imar ve ihya ettiği, tarıma elverişli hale getirdiği taşınmazın adına tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Davalı Hazine vekili, dava konusu yerin devletin hüküm ve tasarrufu altındaki dere yatağı olduğunu, zilyetlikle iktisabının mümkün olmadığını, davanın reddini savunmuştur. Yerel mahkemece davanın kabulüne ilişki olarak verilen karar, Özel Dairece yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuştur.
Teknik bilirkişi tarafından kadastro çalışmaları sırasında taşınmazın tespit dışı bırakılan bir yer olduğu belirtilmiştir.
Davaya konu taşınmaz, tespit harici bırakılan, zilyetlik, imar ve ihya koşullarının gerçekleşmesi halinde Türk Kanunu Medenisinin madde 639 ve 3402 sayılı Kanunun 14 ve 17. maddeleri uyarınca kazanılması mümkün bulunan yerlerdendir. Keşifte dinlenilen yerel bilirkişi ve tanıklar 40-45 yılı aşkın zilyetlikten söz etmişlerdir. Jeoloji mühendisi raporuyla taşınmaz üzerinde 35-40 yıldır tarımsal faaliyet yapıldığını bildirmiştir. Ziraat mühendisi ise raporunda taşınmazın 40 yıl öncesinde para ve emek sarf edilerek tarım arazisi haline getirildiğini; üzerinde 40 yaşın üstünde ağaçlar bulunduğunu açıklamıştır.
Toplanan deliller ve tüm dosya içeriğine göre, tespit harici bırakılan taşınmazın davacı tarafından tarım arazisi olarak zilyet ve tasarruf edildiği anlaşılmaktadır. Bu konuda yerel mahkeme ile Özel Daire arasında uyuşmazlık bulunmamaktadır.
Bilindiği üzere 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu 1.1.2002 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Bu kanunun 713. maddesi her ne kadar mülkiyetin kazanım koşullarının gerçekleştiği anda doğacağını amirse de dava tarihinde bu kanun henüz yürürlüğe girmediğinden uygulama yeri bulamaz. Dava tarihinde uygulanması gereken mevzuat Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 4.12.1998 gün ve 1996/4 Esas ve 1998/3 Karar sayılı ilamıdır. Burada ise; Türk Kanunu Medenisinin 639/1. maddesine göre verilen tescil kararının yapıcı kurucu yenilik doğuran bir karar olduğu ve mülkiyet hakkının bu kararın kesinleştiği anda kazanılacağı ilkesi vurgulanmıştır.
Önemle belirtelim ki uzun yıllardan beri bir taşınmaza malik sıfatıyla zilyet olan, gerek Türk Kanunu Medenisinin 639. maddesi gerekse Kadastro Yasasının 14 ve 17. maddelerindeki taşınmaz mal kazanımına ilişkin koşulların lehine gerçekleştiği kişinin cebri icra tehdidi altında Hazine tarafından istenen işgal tazminatını ödemesi aleyhine yorumlanamaz. Burada ihtirazı kayıt ileri sürüp sürmemesinin de bir önemi yoktur. Çünkü bir taşınmazın zilyetlikle kazanım koşulları lehine gerçekleşen kişi bu taşınmazı adına tapuya tescil ettirmediği evrede Hazine tarafından istenen işgal tazminatını ödemediği takdirde hakkında Amme Alacaklarını Tahsili Usuli Hakkındaki Kanun hükümleri uygulanacak ve ödeme yapmadığı ve mal beyanında bulunmadığı durumda Hapsen Tazyik (Hapis ile Zorlama) yaptırımı ile karşı karşıya kalacaktır.
Somut olayda Hazine ilk olarak 7.8.1995 tarihinde 1.10.1992-31.7.1995 tarihleri arasındaki haksız işgal tazminatını hesaplayarak davacıya ecrimisil ihbarnamesi göndermiştir. Davacı da Hazinenin bu zorlaması karşısında, ecrimisil miktarının düşürülmesini içeren 29.8.1995 tarihli dilekçeyi vermiştir. Davacının amacı, taşınmazı elinde tutmak ve sahip olmaktır. Dosyadaki bilgi ve belgelere göre bu tarihten çok önce zilyetlik, imar ve ihya nedenine dayalı olarak taşınmaz edinme koşullarının gerçekleştiği kuşkusuzdur. O halde davacının cebri icra (zorlayıcı yaptırım) altında Hazineye ecrimisil ödemiş bulunması, ecrimisil öderken ihtirazı kayıt ileri sürmemesi Hazinenin üstün mülkiyet hakkını kabul ettiği anlamına gelmez. Üstelik, kazanım koşulları gerçekleşmiş olan mülkiyet hakkından vazgeçtiğini de göstermez. Bu durum bir kimse kendi aleyhinde beyanda bulunamaz ilkesine de aykırıdır.
Tüm bu hukuki ve somut olgular karşısında direnme kararı usul ve yasaya uygundur, onanması gerekir.
SONUÇ: Davalı Hazine vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, Harçlar Kanunun değişik 13. maddesinin “j” bendi gereğince harç alınmamasına, 24.09.2003 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/8-249 K: 2005/276 T: 27.4.2005
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/287 K: 2007/322 T: 30.05.2007
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/220 K: 2007/217 T: 18.04.2007
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/327 K: 2004/348 T: 09.06.2004
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/15 K: 2004/7 T: 21.01.2004
Devlet ormanı olarak tapuya tescil edilen bir yerin ayırma ve birleştirme işlemleri sırasında eski niteliğinin bırakılarak “hali arazi” niteliği ile tapuya tescil edilmiş olması hukuken bir değer taşımayacağı için taşınmazlar devlet ormanı niteliğini kaybetmezler. Böyle bir yerin mülkiyeti ancak Orman Kanununun değişik 2/B maddesi hükmü uyarınca bilim ve fen bakımından orman niteliğini kaybetmesi ve bu nedenle orman dışına çıkarılması, çıkarma işleminin kesinleştiği tarihten itibaren 20 yıldan fazla süre ile koşullarına uygun olarak tasarruf edilmiş olması halinde kazanılabilir.
Taraflar arasındaki “tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ümraniye 1.Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 16.4.2002 gün ve 218-62 sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8.Hukuk Dairesinin 9.12.2002 gün ve 5194-8980 sayılı ilamı ile, (..Davacı vekili, dava konusu parsele ait tapu kaydının kısmen iptali ile vekil edeni adına tapuya tesciline karar verilmesini istemiştir.
Davalı Hazine vekili, davanın reddine karar verilmesini savunmuştur. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmesi üzerine: hüküm, davalı Hazine vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu taşınmaz bölümünü kapsayan 250 parsel başka parselden ayırma sonucu oluşmuştur. Dosyaya ibraz edilen belgelere ve tapu kayıtlarına göre davalı taşınmaza ilişkin tapu kaydının kronolojik açıdan hukuki oluşumu (geldisi) ve el değiştirmesi aynen şöyledir; 1942 yılında 3116 sayılı Orman Kanununun Hükümleri uyarınca yapılan orman sınırlama çalışmaları sırasında, dava konusu ve çevresindeki tüm alanlar orman olarak sınırlanmış ve buna dayanılarak 07.12.1942 gün, 7, 13, 14. 15 ve 16 sıra numaralarında “Devlet ormanı” niteliği ile Hazine adına tapuya tescil edilmiş, kütüğün Özel sütununda “Ziraat Vekaletine tahsisli” olduğu açıklanmıştır. Taşınmazın bulunduğu çalışma alanında 1972 yılında yapılan genel kadastro çalışmaları esnasında yukarıda tarih ve sayısı yazılı tapu kayıtları 211, 212. 213. 214 ve 215 parsellere revizyon görmüş, “devlet ormanı” niteliği ile Hazine adına kadastro yolu ile tapuya tescil edildikten sonra 14.10.1996 tarihinde yapılan birleştirme sonucu 226 parsel, aynı tarihte yapılan ayırmada da 242 ile 265 parseller oluşmuştur. Son defa yapılan ayırma sonucu oluşan parsellerin “Devlet Ormanı” niteliği değiştirilerek “hali arazi” niteliği ile Hazine adına tespit edilmiş, tapu kaydının özel sütununda “2/B madde dışıdır” denilmiştir.
Davacı vekili kazanmayı sağlayan eklemeli zilyetliğe dayanarak iptal ve tescil isteğinde bulunmuştur. Mahkemece uyuşmazlık konusu taşınmaz bölümünü kapsayan 250 parselin kesinleşmiş orman sınırlama hattının dışında kalan, orman sayılmayan yerlerden olduğu, kazanma koşullarının davacı lehine gerçekleştiği gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
Bir yerin kazandırıcı zamanaşımı ve zilyetlik yolu ile edinilebilmesi için Kanunda yazılı diğer kazanma koşulları yanında taşınmazın niteliği itibariyle kazanılmaya elverişli yerlerden olması gerekir. Ayrıntıları dosya arsında bulunan yetkili Orman Kadastro Komisyonlarınca düzenlenen sınırlama haritası, tutanakları ve eklerine göre dava konusu parsel ve çevresinde bulunan tüm taşınmazlar orman sayılan yerlerden olması nedeniyle “devlet ormanı” olarak sınırlandırılmış ve itiraz olmaksızın kesinleştikten sonra yukarıda tarihi ve sayısı yazılı tapu kayıtları ile Hazine adına tapuya tescil edilmiştir. Sınırlamaya ilişkin harita, tutanaklar ve dayanak tapu kayıtlarının oluşumuna esas olan dayanak tapu kayıtlarına, teknik bilirkişiler tarafından düzenlenen krokilerdeki açıklamalara göre, 250 parsel 07.12.1944 tarih ve 7 numara ile Hazine adına tapuya tescil edilen Soğuksu, Ali Paşa Devlet Ormanı içinde kalan bir yerdir. Dayanak tapu kaydına göre, Soğuksu, Ali Paşa Devlet Ormanı’nın yüzölçümü 3.679.120 m2’dir. Yetkili Orman Kadastro Komisyonlarınca düzenlenen haritaya göre Soğuksu, Ali Paşa Devlet Ormanı, Soğuksu Vakıf Ormanı, Soğuksu Devlet Ormanı, Reşadiye Devlet Ormanı, Simitçi Yatağı Devlet Ormanı, Simitçi Yatağı Vakıf Ormanı ve Kovanpınarı Devlet Ormanları ile çevrili bulunmaktadır. Alemdağ Orman İşletme Şefliğinin 07.04.1999 gün ve 320 sayılı karşılık yazısına ekli Tapu İdaresinin 24.06.1954 gün ve 2276 yevmiye numaralı tapu kaydına göre, Alemdar-Reşadiye Köyü, Yediveren- Orta, Meşeliburun-Orta, Taşlıburun, Kovanpınarı, Domuzgölleri, Defneli, Simitçiyatağı ve Soğuksu mevkiilerindeki 8 parça taşınmazın “Atik Valide Vakfı” adına kayıtlı iken bu yerlerin birbirine bitişik olması nedeniyle birleştirilerek bir parça halinde 4785 sayılı Kanununun hükümleri uyarınca devletleştirildiği, devletleştirme nedeniyle İstanbul Devlet Ormanı İşletme Müdürlüğünün 16.04.1954 gün 5352/5033 sayılı yazılarına dayanılarak Hazine adına tescil edildiği bildirilmiştir.
Gerek orman sınırlamasının yapıldığı tarihte yürürlükte bulunan 3116 sayılı Orman Kanunun ve gerekse 1956 yılında yürürlüğe giren 6831 sayılı Orman Kanunun hükümleri uyarınca orman sayılan bir yerin kazandırıcı zamanaşımı ve zilyetlik yoluyla edinilmesi mümkün olmadığı gibi böyle bir yerin özel mülkiyet şeklinde tapuya tescil edilmesi de mümkün olmaz. Diğer taraftan 3402 sayılı Kadastro Kanununun 17. maddesi hükmüne göre orman sayılan bir yerin imar ve ihya yoluyla da kazanılması mümkün bulunmamaktadır. Orman sınırlamasının yapıldığı ve kesinleştiği tarihte yürürlükte bulunan 3116 sayılı Orman Kanununun 13. maddesi hükmüne göre sınırlanması yapılmış ve kesinleşmiş olan ormanların hiç bir harç ve resim alınmaksızın Hazine adına tescil edileceği açıklanmıştır.
Yukarıda da izah edildiği üzere, dava konusu parsel ve çevresindeki tüm taşınmazlar 1942 yılında yapılan orman sınırlamaları sırasında Devlet ormanı olarak sınırlanmış ve bu niteliğiyle Hazine adına tapuya tescil edilmiştir. Her ne kadar 14.10.1996 tarihinde yapılan ayırma sonucu taşınmazın “hali arazi” niteliği ile Hazine adına tescil edilmiş ise de, baştan itibaren “Devlet ormanı” olarak sınırlandırılan ve bu niteliği ile tapuya tescil edilen bu taşınmazların niteliğinin değiştirilme sebebi açıklanmamıştır. “Devlet ormanı” olarak tapuya tescil edilen bir yerin ayırma veya birleştirme işlemleri sırasında eski niteliğinin bırakılarak “hali arazi” niteliği ile tapuya tescil edilmiş olması hukuken bir değer taşımayacağı gibi bu nedenle de taşınmazlar devlet ormanı niteliğini yitirmezler.
Böyle bir yer ancak 6831 sayılı Orman Kanunun değişik 2/B maddesi hükmü uyarınca bilim ve fen bakımından orman niteliğini yitirmesi ve bu nedenle orman dışına çıkarılması, çıkarma işleminin kesinleştiği tarihten itibaren 20 yıldan fazla süre ile koşullarına uygun olarak tasarruf edilmiş olması halinde ancak böyle bir yerin kazanılması mümkün olabilir. Somut olayda taşınmazların bulunduğu yerde nitelik kaybı sebebiyle orman dışına çıkarma işlemleri yapılmamıştır. 14.10.1996 tarihinde yapılan ayırma ve birleştirme sonucu oluşturulan dava konusu 250 parselin “düşünceler ve işlemin şekli” sütununda “2/B madde dışıdır” denilmiş ise de dayanağı olmayan bu açıklama daha sonra Tapu Sicil Müdürlüğünce doğrudan doğruya kütükten silinmiştir. Bu açıklamalar karşısında dava konusu yerin nitelik kaybı sebebiyle orman dışına çıkarılan bir yer olduğunun da kabulü mümkün değildir.
Her ne kadar bilirkişi kurulu tarafından düzenlenen 25.11.2001 günlü raporda 250 parselin 1942 ve 1943 yıllarında yapılan orman sınırlandırma hattının dışında kaldığı ve evvelden beri hiç orman olmamış kültür arazisi olduğu, 4785 sayılı Kanuna göre Devletleştirmeye tabi olmadığı, Devletleştirilen Atikvalide Vakfı adına yazılı 29.05.1930 tarih, 26 ve 33 sıra numaralarında kayıtlı tapu kayıtlarının ve haritasının kapsamında kalmadığı belirtilmiş ise de, yukarıda hukuki oluşumu ayrıntılı olarak açıklanan tapu kayıtları ve dayanak belgeler karşısında bu açıklamalar yerinde görülmemiştir. Taşınmazın yetkili Orman Kadastro Komisyonlarınca düzenlenen orman sınırlama harita ve tutanaklarının, buna dayanılarak oluşturulan tapu kayıtlarına göre, Devlet Ormanı olduğu sabit olduğundan davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçelerle davanın kabulüne karar verilmiş olması yerinde görülmemiştir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI: Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, 6831 sayılı Orman Kanununun 2/B maddesi uygulaması ile orman sınırı dışında bırakılan taşınmazın hazine adına olan tapusunun iptali ve davacı adına tescili isteminden ibarettir.
Davacı, Ümraniye ilçesi Reşadiye Köyü 250 nolu parselin 1972 yılında yapılan tapulama çalışmaları sırasında sehven tapulama dışı bırakıldığını, bu yerin hiçbir zaman orman olmadığı gibi, orman tahdit sınırları içinde de kalmadığını, buna karşılık 1996 senesinde yapılan kadastro çalışmaları sırasında davaya konu edilen 250 nolu parsel 6831 sayılı Orman Kanunun 2/B maddesinde kalan bir yermiş gibi düşünülerek Hazine adına tapuya tescil edildiğini, daha sonra Ümraniye Kadastro Müdürlüğünün yapılan bu yanlışlığı fark ederek durumu Tapu Sicil Müdürlüğüne bir yazı ile bildirmesine rağmen, Hazine adına yapılan tespit ve tescilin değiştirilmediğini ileri sürerek, kadastroca Hazine adına yapılan tespit ve tescilin iptali ile adına tapuya tescilini istemiştir.
Davalı Hazine, yapılan tespitin doğru olduğunu, dava konusu taşınmazın öncesinin orman olup, özel mülkiyete konu edilemeyeceğini savunarak davanın reddini istemiştir.
Yerel mahkeme ile Özel Daire arasındaki uyuşmazlık, taşınmazın öncesinin orman olup olmadığı, zilyetlikle kazanmaya elverişli bulunup bulunmadığı ve zilyetlikle kazanma şartlarının oluşup oluşmadığı konusundadır.
Dava konusu taşınmazın bulunduğu bölgede 1942 yılında 3116 sayılı Orman Kanunu uyarınca orman tahdidi, 1972 yılında ise arazi kadastrosu yapıldığı tartışmasızdır.
3116 sayılı Kanun ile Devlet ormanlarının tahdidi yapılmış olup, vakıflara, kamu kurum ve kuruluşlarına ve özel kişilere ait ormanların tahdidi ise yapılmamıştır.
13.7.1945 tarihinde yürürlüğe giren 4785 sayılı Kanunda ise, kanunda öngörülen istisnalar dışında tüm ormanlar Devletleştirilmiştir. Tahdit tarihi itibariyle Devlet’e ait olmayan ormanların tahdidinin yapılmaması yasadan kaynaklanmaktadır. Bu itibarla, taşınmazın tahdit dışında kalmış olması o yerin “orman olmadığı” şeklinde kabulünü gerektirmez.
Çekişmeli taşınmazın bulunduğu bölgede 1972 yılında arazi kadastrosu yapıldığı ve taşınmazın tespit dışında bırakıldığı belirlenmiştir. Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü, Ümraniye Kadastro Müdürlüğü’nün 19.3.1988 gün B.021.TKG.4348420/289 sayılı yazıları ile “1972 yılında Reşadiye Köyünde yapılan tapulama çalışmaları sırasında anılan bölge (247-250 nolu parselin bulunduğu kısım) zuhulen orman olduğu zannedilerek sehven tapulama dışı bırakıldığı…” bildirilmiştir. Bölgede tapulama işlemi 766 sayılı Tapulama Kanunu uyarınca yapılmıştır. Her olaya vuku bulduğu tarihteki kanun hükümlerinin uygulanması gerekir. Anılan Tapulama Kanunu’nun 2. maddesinde ormanların tapulama dışı (tespit dışı) bırakılması zorunludur. Tapulama ekibi tarafından taşınmaz, kanunun amir hükmü gereğince “orman olarak tespit dışı” bırakılmıştır. Kadastro Müdürlüğü yazısında belirtildiği gibi tapulama dışı bırakma işleminin yanılgıya dayalı olması mümkün değildir. Üstelik Kadastro Müdürlüğü, yapılan işlemin niteliğini belirtmekle yükümlü olup yorum yapmak durumunda değildir. Kaldı ki, Kadastro Müdürlüğünün yorumu olaya da uygun düşmemektedir. Şöyleki; taşınmazın doğu, kuzey ve güneyi eylemli olarak ormanla çevrilidir. Bu olgu tahdidi yapılan Devlet ormanıyla taşınmazın bir bütün olduğunu kanıtlamaktadır. Öte yandan, 2.12.1999 tarihli ormancı bilirkişi Prof.Dr. Orman Yüksek Mühendisi Turgay Aykut ile fen bilirkişisi Faruk Pala tarafından düzenlenen raporun 4. maddesinde “Büyük bir bölümü otsu bitki örtüsü ile kaplı olan 250 parsel sayılı taşınmazın bazı bölümlerinde yaşlı meşe ağaçlarına da rastlanmıştır.” denilmektedir. Bilirkişiler ormancı Prof.Dr. H.Cahit Şat, ziraatçı bilirkişi Solmaz Acar ve kadastro teknisyeni Faruk Pala tarafından düzenlenen 26.3.1999 tarihli raporda “Arazinin üstü genellikle çayır ve eyrelti otlarıyla kaplı olup, az sayıda emekle yetiştirilmiş 10-15 yaşlarında bazı süs ve meyve ağaçlarına da rastlanmaktadır.” sözlerine yer verilmiştir. Her iki bilirkişi kurulunun gözlemi ve raporu birbirini doğruladığı gibi arazi kadastrosu sırasında taşınmazın orman olması nedeniyle tapulama dışı bırakıldığı olgusunu da doğrulamakta ve güçlendirmektedir.
6831 sayılı Orman Kanunu’nun 1. maddesi gereğince “Tabii olarak yetişen veya emekle yetiştirilen ağaç ve ağaçcık toplulukları yerleriyle birlikte orman sayılır. Orman kavramına yerleri de dahildir. Bu nedenle, orman örtüsünün kaldırılmış olması o yerin öncesinin orman olmadığı anlamına gelmez ve o şekilde yorumlanamaz. Yerel bilirkişiler ve bazı tanıklar taşınmaz üzerinde 50-60 yıllık zilyetlikten söz etmektedirler. Bu beyanlar maddi olgu olan tespit dışı bırakma işlemiyle bağdaşmadığı gibi ormancı bilirkişi raporlarıyla da bağdaşmamaktadır. Zira sözü edilen bilirkişi raporlarında açıkça inşaat yapılmaya ve fidanlar dikilmeye başlandıktan sonra taşınmazın kullanılmaya başlanıldığı bildirilmiştir. Teknik bilirkişilerin bu değerlendirmeleri de dosya içeriğine uygun düşmekte, yerel bilirkişi ve tanık beyanları soyut nitelikte kalmaktadır.
3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 18/2 ve 17. maddeleri uyarınca orman ve orman toprağının zilyetlikle kazanılması ve özel mülkiyete konu olması mümkün değildir. Kaldı ki, dosya kapsamından davacı tarafın kazanma sağlayacak bir zilyetliğinin varlığı da kanıtlanamamıştır.
Açıklanan ve Daire kararında gösterilen diğer gerekçelere göre bozma kararına uyulması gerekirken direnilmesi usul ve yasaya aykırı olduğundan direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davalı Hazine vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının açıklanan nedenlerle H.U.M.K 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, 21.1.2004 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1–170 K: 1999/167 T: 24.3.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/7-174 K: 2004/161 T: 24.3.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/714 K: 2012/78 T: 15.02.2012
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/287 K: 2007/322 T: 30.05.2007
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/327 K: 2004/348 T: 09.06.2004
Uzun yıllardan beri bir taşınmaza malik sıfatıyla zilyet olan, gerek Türk Kanunu Medenisinin 639. maddesi gerekse Kadastro Yasasının 14 ve 17. maddelerindeki taşınmaz mal kazanımına ilişkin koşulların lehine gerçekleştiği kişinin cebri icra tehdidi altında Hazine tarafından istenen işgal tazminatını ödemesi, kira sözleşmesi yapması aleyhine yorumlanamaz.
Taraflar arasındaki “kadastro tespitinin iptali” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Datça Kadastro Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 14.1.2001 gün ve 1995/53-2001/1 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 7.Hukuk Dairesi’nin 15.10.2002 gün ve 3103-4966 sayılı ilamıyla; (…Kadastro sırasında 180 ada 1 parsel sayılı 3026.20 m2 yüzölçümündeki taşınmaz vergi kaydına ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanılarak E. T. adına tespit edilmiştir. Davacı Hazine davalı adına olan ve nizalı taşınmaza uygulanan tapu kaydının iptal edildiğini, davalıdan ecrimisil ve kira bedelleri alındığını ileri sürerek dava açmıştır. Mahkemece davanın kısmen kabulüne, teknik bilirkişinin düzenlediği 21.12.2000 tarihli haritalı raporda (A) harfi ile gösterilen 2493 m2.lik kısmının E. T. mirasçıları adına, aynı krokide (B) harfi ile gösterilen 533.20 m2.lik kesiminin Hazine adına tapuya tesciline karar verilmiş; hüküm davacı Hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Dava ve temyiz konusu taşınmazın bilirkişi haritasında (A) harfi ile gösterilen 2493 m2.lik bölümünün davalı tarafın dayandığı tapu kaydının kapsamında kaldığı bu kaydın iptaline dair mahkeme kararının bulunmadığı ve bu kaydın halen geçerli olduğu gerekçe gösterilerek hüküm kurulmuş ise de varılan sonuç dosya içeriğine uygun değildir. Datça Sulh Hukuk Hakimliğinin 16.3.1954 tarihli tapu sicil memurluğuna hitaben yazdığı yazıda 2493 m2 yüzölçümlü 15.2.1951 gün 12/10 sayılı C. oğlu E. T.’e ait tapu kaydının mahkemenin 15.3.1954 gün 1954/3-10 sayılı ilamı ile iptal edildiği bildirilmiş ve kaydına işaret olunması istenmiştir. Her ne kadar tapu kütüğünde bu hususun işlenip işlenmediği anlaşılamamış ve Sulh Hukuk Mahkemesinin kesinleşen kararı bulunamamış ise de daha sonra uzun yıllar E. T. tarafından hazineye işgal tazminatı ödenmiş 1990 yılında bu taşınmazı hazineden kiralamış daha sonra yine işgal tazminatı ödenmesi için yazı yazılmıştır. Hazineye işgal tazminatı ödenmiş ve özellikle aynı taşınmazla ilgili olarak hazine ile kira sözleşmesi yapılmış olması karşısında davalı tarafın miras bırakanı E. T.’in kendisine ait tapu kaydının iptal edildiğini bildiği anlaşılmaktadır. Bu durumda temyiz konusu taşınmazın 2493 m2.lik bölümünün de hazine adına tesciline karar verilmesi gerekirken delillerin değerlendirilmesinde yanılgıya düşülerek davanın reddine karar verilmesi isabetsizdir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Davacı Hazine vekili, Datça ilçesi, Hızırşah Köyü, 180 ada, 1 parsel sayılı taşınmazın kadastro tespiti sırasında E. T. adına tespit edildiğini, tespitin isabetsiz olduğunu; esasen taşınmazı kapsayan 15.2.1951 tarih, 12/10 numaralı tapu kaydının Hazine tarafından Datça Sulh Hukuk Mahkemesinde açılan iptal davası sonunda 15.3.1954 tarih 1954/3 Esas, 1954/10 numaralı kararla iptal edildiğini, bu hususun Sulh Hukuk Mahkemesince tapu memurluğuna bildirildiğini; kaydın terkininin istendiğini; 1978-1982 yılları arasındaki dönemde taşınmazın davalı tarafından fuzulen işgal edildiğini, 1983 yılında aynı taşınmazın Hazine tarafından E. T.’e 5 yıl süre ile kiralandığını; buna göre dava konusu taşınmaz üzerinde davalı ve mirasçıları yararına zilyetlikle mülk edinme koşullarının oluşmayacağını ileri sürerek 1 parselin E. T. adına yapılan tespitinin iptali ile davacı hazine adına tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı E. T. mirasçıları davaya cevap vermemişler, yerel mahkemece davalıların dayandıkları kaydın iptal edildiğine dair tapuda herhangi bir kayıt bulunmadığı, dayanak kaydın geçerliliğini devam ettirdiği, teknik bilirkişinin 21.12.2000 tarihli raporunda A harfi ile gösterilen bölümünün davalıların murisinin tapu kaydı kapsamında kaldığı, bu kısım bakımından tespitin doğru olduğu, B harfi ile gösterilen kayıt fazlası bölüm üzerinde ise davalıların murislerinin kiracı sıfatı ile zilyetliğinin söz konusu olduğu, malik sıfatıyla zilyet olmadığı, kazandırıcı zaman aşımı koşulları oluşmadığı gerekçesiyle davacının davasının kısmen kabulüne karar verilmiş, hüküm özel dairece yukarıda yazılı gerekçe ile bozulmuştur.
Dava, zilyetlik nedeniyle davalı adına tespit ve tescil edilen tapunun iptali, davacı hazine adına tescili isteminden ibarettir.
Davaya konu taşınmaz, Türk Kanunu Medenisi madde 639/1 ve 3402 sayılı Kanunun 14 ve 17.maddeleri uyarınca davalı adına tespit edilmiştir. Dinlenen yerel bilirkişiler, tespit bilirkişileri, babası C. ve C.’in satış yoluyla temlikinden sonra davalılar murisi E.’in taşınmaza 50-55 yıldır zilyet olduğunu söylemişlerdir. E. T. adına 15.2.1951 tarih, 5 sıra noda kayıtlı tapu kaydı, ilçe idare kurulunun kararına dayanılarak idari yoldan oluşmuştur. Sulh Hukuk Mahkemesince, tapu sicil müdürlüğüne yazılan 16.3.1954 tarih 954/3 sayılı yazıda, tapu kaydının iptaline karar verildiği, İcra İflas Kanunun 28.maddesi gereğince bu durumun kaydına işaret olunması bildirilmiştir. İptalin dayanağı dosya ve karar kartonu, bütün aramalara rağmen mahkemece bulunamamıştır. Bu durumda davalılar murisi adına idari yoldan tesis edilen tapunun hangi nedenle iptal edildiği anlaşılamamıştır.
Milli Emlak Memurluğu görevlilerince taşınmazın E. T. tarafından kullanılması nedeniyle 10.12.1982 tarihinde tespit yapılmış, tutanak tutulmuş, tutanakta adı geçenin 1978-1982 yılları arasında taşınmazı kullandığı belirtilmiştir. E. T. 28.1.1983 tarihinde kendisinden istenen ecrimisili ödemiş, 4.1.1983 tarihinde taşınmazı kiralamak için arazi kira istek beyannamesi vermiş, 2.12.1983 tarihinde hazine ile 5 yıllık kira sözleşmesi imzalamıştır. Davalı E. T. ve mirasçıları dayanak tapunun iptal edildiği 1954 yılından sonra, davanın açıldığı tarihe kadar taşınmaz üzerindeki zilyetliklerini sürdürmüşlerdir.
Bilindiği üzere 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu 1.1.2002 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Bu kanunun 7/3.maddesi her ne kadar mülkiyetin, kazanım koşullarının gerçekleştiği anda doğacağını amirse de dava tarihinde bu kanun henüz yürürlüğe girmediğinden uygulama yeri bulamaz. Dava tarihinde uygulanması gereken, Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 4.12.1998 gün ve 1996/4 Esas ve 1998/3 Karar sayılı ilamıdır.Bu kararda, Türk Kanunu Medenisinin 639/1 maddesine göre verilen tescil kararının yapıcı, kurucu, yenilik doğuran bir karar olduğu ve mülkiyet hakkının bu kararının kesinleştiği anda kazanıldığı ilkesi vurgulanmıştır.
Önemle belirtelim ki uzun yıllardan beri bir taşınmaza malik sıfatıyla zilyet olan, gerek Türk Kanunu Medenisinin 639.maddesi gerekse Kadastro Yasasının 14 ve 17.maddelerindeki taşınmaz mal kazanımına ilişkin koşulların lehine gerçekleştiği kişinin cebri icra tehdidi altında Hazine tarafından istenen işgal tazminatını ödemesi, kira sözleşmesi yapması aleyhine yorumlanamaz. Çünkü kişi, hazine tarafından istenen işgal tazminatını ödemediği ve taşınmazın elinden alınacağı korkusuyla kira sözleşmesi yapmadığı takdirde hakkında Amme Alacaklarının Tahsili Usulü Hakkındaki Kanun hükümleri uygulanacak ve ödeme yapmadığı, mal beyanında bulunmadığı durumda hapsen tazyik (hapis ile zorlama) yaptırımı ile karşı karşıya kalacaktır.
Davalılar murisinin amacı, taşınmazı elinde tutmak ve sahip olmaktır. Dosyadaki bilgi ve belgelere göre davalılar murisi dayanak tapusunun iptal edildiği 1954 yılından sonra devletin hüküm ve tasarrufu altındaki iktisap edilebilir yer haline gelen taşınmazı kullanmaya devam etmiş, dava tarihinde 20 yıllık iktisap süresi fazlasıyla dolmuştur. Bu durumda anılan kişinin ecrimisil ödemesi, kira sözleşmesi yapması hazinenin üstün mülkiyet hakkını kabul ettiği anlamına gelmez. Mülkiyet hakkından vazgeçtiğini de göstermez. Bu durum bir kimse kendi aleyhinde beyanda bulunamaz ilkesine de aykırıdır. Nitekim Hukuk Genel Kurulunun 24.9.2003 gün 2003/8-592 E, 508 K ve 5.5.2004 gün, 2004/8-252 E, 257 K sayılı ilamlarında da aynı ilke vurgulanmıştır.
Ne var ki yerel mahkemece davalı yararına zilyetlikle iktisap koşullarının oluşması yönünde yapılan araştırma yetersizdir.Taraf tanıkları dinlenilmemiş taşınmaz üzerindeki ağaçların nitelikleri belirtilmemiştir. O halde mahallinde yeniden uzman bilirkişi vasıtasıyla keşif yapılmalı, tarafların gösterecekleri tanıklar dinlenilmeli, davalıların zilyetliklerini nasıl ve ne şekilde sürdürdükleri belirlenmeli, uzman bilirkişiden taşınmaz üzerindeki ağaçların yaşları, nitelikleri bakımından rapor alınmalı, davalı yararına zilyetlikle iktisap koşullarının bir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde oluşup oluşmadığı saptanmalı varılacak sonuca göre hüküm kurulmalıdır.
Yukarıda açıklanan nedenlerle direnme kararının bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Davacı Hazine vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı HUMK.nun 429.maddesi uyarınca BOZULMASINA, 9.6.2004 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1–170 K: 1999/167 T: 24.3.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/7-174 K: 2004/161 T: 24.3.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/714 K: 2012/78 T: 15.02.2012
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/73 K: 2006/67 T: 15.03.2006
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/520 K: 2005/536 T: 28.09.2005
Çalılık ve sazlık olarak tespit dışı bırakılıp, orman olmadığı saptanan davaya konu taşınmaz bakımından 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 4. ve 17. maddelerine göre zilyetlikle kazanma koşulları lehine gerçekleşen davacının davasının kabulü gerekir.
Taraflar arasındaki “imar ihyaya dayalı tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Karaisalı Asliye Hukuk Mahkemesi’nce davanın kabulüne dair verilen 31.03.2004 gün ve 2003/201 E,- 2004/145 K. sayılı kararın incelenmesi davalı Orman Yönetimi vekili ve Hazine vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 20.Hukuk Dairesi’nin 07.04.2005 gün ve 2004/14316-2005/4241 sayılı ilamı ile;
(…Davacı vekili, dava dilekçesinde sınırlarını bildirdiği Örcün Köyünde bulunan taşınmazın tapuda kayıtlı olmadığını, kazandırıcı zamanaşımı zilyedliği yoluyla taşınmaz edinme koşullarının müvekkili yararına oluştuğunu iddia ederek Medeni Yasanın 713. maddesi hükmüne göre müvekkili adına tescilini istemiştir. Mahkemece davanın kabulüne, fen elemanı bilirkişi raporunda (A) ile işaretlenen 3300 m2’lik yerin davacı adına tapuya tesciline karar verilmiş, hüküm Hazine ve Orman Yönetimi vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava dilekçesindeki açıklamaya göre dava, Medeni Yasanın 713. maddesi hükmü uyarınca tapusuz olan taşınmazın tesciline ilişkindir.
Çekişmeli taşınmazın bulunduğu yerde tesbit tarihinden önce orman kadastrosu yapılmamıştır. Genel arazi kadastrosu işlemi 1954 yılında yapılmış ve sonuçları 06.07.1954-04.08.1954 tarihleri arasında ilan edilmiş ve kesinleşmiştir. Kesinleşme tarihi ile davanın açıldığı tarih arasında 20 yıllık süre geçmiştir.
Mahkemece verilen karar usul ve yasaya aykırıdır. Çekişmeli taşınmazın bulunduğu yerde genel arazi kadastrosunun 1954 yılında yapıldığı ve 05.08.1954 tarihinde kesinleştiği, taşınmazın çalılık ve sazlık olması nedeniyle tapulama harici bırakıldığı anlaşılmaktadır. 3402 Sayılı Kadastro Yasasının uygulanmaya başladığı tarihe kadar kadastrosu yapılacağı ilan edilen ve önceden sınırları belirlenen çalışma alanları içerisindeki ormanlar tesbit dışı bırakılmışlardır. 3402 Sayılı Kadastro Yasasının yürürlüğünden sonra ise anılan yasanın 4. maddesi gereğince işlem yapılmıştır. Her ne kadar orman ve yerel bilirkişi, çekişmeli yerlerin orman sayılmayan yerlerden olduklarını açıklamışlar ise de, kadastro işlemi olan tesbit dışı bırakma işlemine ve resmi belgelere uygun düşmeyen bilirkişi sözlerine ve raporlarına değer verilemez. Zaman içinde taşınmaz üzerindeki orman bitki örtüsünün kaldırılmış olması, o yerin orman niteliğini kaybettiği anlamına gelmez. Dava konusu taşınmazın tespit tarihinde yürürlükte bulunan yasa hükümlerine göre, sazlık – çalılık yerlerden olması nedeniyle tespit dışı bırakılarak orman olduğu belirlendiğine göre, taşınmazın orman olmadığı hususu, ancak yörede yapılıp kesinleşecek orman kadastrosu sonucu tahdit haritası dışında bırakılması halinde kabul edilebilir. Orman kadastrosunun yapıldığı tarihe kadar taşınmazlar orman sayılır. Taşınmazların zilyetlikle iktisabı bu tarihten sonra mümkün hale gelir. Bu durumda, orman kadastrosunun kesinleşme tarihi zilyetliğin başlangıcına esas teşkil eder. Başka bir anlatımla, yörede yapılacak orman kadastrosunun kesinleşeceği güne kadar, taşınmaz orman sayılan yerlerden olma özelliğini sürdüreceğinden daha önceki tarihlerdeki zilyetliğe değer verilemeyecektir. Yargıtay H.G.K.nun 24.10.2001 gün, 2001/8-464/751 ile 12.05.2004 gün 2004/8-242-292 sayılı kararları da bu yöndedir. Davaya konu taşınmazın bulunduğu yerde, dava tarihinden önce orman kadastrosu yapılmadığı gözetildiğinde, davacı yararına zilyetlikle kazanma koşullarının gerçekleştiğinden söz edilemez. Kaldı ki; çekişmeli yer Seyhan Gölü Barajı koruma sahası içindedir.
O halde; anılan nedenlerle, davanın reddine karar verilmesi gerekirken aksi düşünce ile yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olduğundan davalılar Hazine ve Orman Yönetimi vekilinin temyiz istemlerinin kabulü gerekmiştir….)
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, imar ve ihya nedenine dayalı tescil istemine ilişkindir.
A-DAVACININ İSTEMİNİN ÖZETİ: Davacı Adana ili Karaisalı ilçesi Örcün köyünde bulunan Doğusu; Dere, Batısı;Yol, Kuzeyi; Emsal Bilgetay, Güney; 274 numaralı parsel ile çevrili taşınmazı imar ihya ederek tarla haline getirdiğini, 30 yıldan beridir nizasız ve fasılasız olarak zilyet ettiğini ileri sürerek, bu yerin adına tescilini istemiştir.
B-DAVALININ CEVABININ ÖZETİ: Davalı Orman yönetimi ve Hazine vekilleri; dava konusu taşınmazın ormandan açılma ve orman bütünlüğünü bozan bir yer olduğunu, zilyetlikle kazanılabilecek yerlerden olmadığını, orman sayılan yerlerden olduğunu savunarak, davanın reddine karar verilmesini istemişlerdir.
C-YEREL MAHKEMENİN KARARININ ÖZETİ: Mahkemece; davalı taşınmazın 1954 yılında kesinleşen arazi kadastrosu sırasında saylık ve çalılık niteliği ile tespit dışı bırakıldığı, davacının davaya konu yerin imar ihyasını tamamlamasından itibaren dava tarihine kadar 20 yılı aşkın bir süre nizasız ve fasılasız malik sıfatıyla zilyet olduğu, ziraatçı bilirkişi raporuna göre davalı taşınmaz üzerinde 30 yıldır tarımsal faaliyet yapıldığı, orman bilirkişisi raporuna göre orman sayılmayan yerlerden olduğu ve orman bütünlüğünü bozmadığı, davacı yararına zilyetlikle iktisap koşullarının oluştuğu sonucuna varılarak, davanın kabulüne karar verilmiştir.
D-TEMYİZ EVRESİ, BOZMA VE DİRENME : Davalılar Orman Yönetimi ve Hazinenin temyizi üzerine Özel Dairece yukarıya aynen alınan gerekçelerle karar bozulmuş, yerel mahkeme ise; “saylık ve çalılık olarak tespit dışı bırakılan taşınmazların orman sayılacağına ilişkin bir hüküm bulunmadığını, usul ve yasaya uygun olarak yapılan inceleme sonucunda dava konusu taşınmazın orman olmadığının anlaşıldığını, Kadastro Kanunu’nun 17.maddesine göre bu gibi yerlerin imar ve ihya ile kazanılabileceği hususunun Yargıtay’ın kökleşmiş içtihatlarından olduğunu, davacı lehine zilyetlikle kazanma koşullarının oluştuğunu” açıklayarak davanın kabulüne ilişkin ilk hükümde direnmiştir.
E-UYUŞMAZLIK: Arazi kadastrosu sırasında çalılık ve saylık niteliği ile tespit dışı bırakılan taşınmazın bulunduğu yerde orman kadastrosunun da yapılmamış olmasına göre, imar ihya yoluyla kazanılıp kazanılamayacağı noktasında toplanmaktadır.
F-GEREKÇE: İmar, ihya tarıma elverişli olmayan toprakların yoğun bir şekilde para ve emek harcanmak sureti ile tarıma elverişli hale getirilmesi eylemidir.
3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 17.maddesi imar ve ihya ile tarıma elverişli hale getirilebilmesi mümkün olan taşınmazlar için üç sınırlama getirmiştir. Buna göre, 1) orman sayılmayan, 2) devletin hüküm ve tasarrufu altında olmakla birlikte, kamu hizmetine tahsis edilmemiş olan, 3) il, ilçe ve kasabaların imar planlarının kapsamı dışında kalan arazi parçalarının, 3402 sayılı Kadastro Kanunun 14.maddesindeki koşulların gerçekleşmesi durumunda zamanaşımı ile kazanılması mümkün olabilecektir.
Bunun dışında mevzuatımızda zilyetlikle kazanma davalarında mutlaka o yerde orman kadastrosunun yapılmasının beklenmesi gerektiği yönünde bir sınırlama ve bir zorunluluk bulunmamaktadır.
Kanun koyucunun imar ve ihya sebebiyle bazı arazileri ihya edenlere verilmesini öngörmesindeki amacı, ekonomik bakımdan işe yaramaz halde bulunan arazi parçalarının, memleket ekonomisine yararlı kültür arazisi haline getirilmesini sağlamaktır.
Dava konusu taşınmazın Devletin hüküm ve tasarrufu altında olan yerlerden olduğu, bir kamu hizmetine tahsis edilmediği, imar planı kapsamında bulunmadığı belirgin olup, tespit edilmesi gereken husus, buranın orman sayılan yerlerden olup olmadığı hususudur.
Dava konusu taşınmaz Karaisalı İlçesi Örcün birliği Karaharnıp mevkiinde; doğusunda Kumdere, batısında arazi yolu, kuzeyinde kısmen arazi yolu ve kısmen şahıs zilyetliğindeki taşınmaz ve güneyinde davacının murisi üzerine kayıtlı 274 numaralı parsel ile çevrili olup, taşınmazın yüzölçümü 3.300 m2’dir.
Dava konusu taşınmazın bulunduğu yerde 5602 sayılı Kanununa göre yapılan kadastro tespiti 06.08.1954 tarihinde kesinleşmiş ve çekişmeli arazi “çalılık ve saylık” niteliği ile tespit dışı bırakılmıştır.
Davacının murisi adına kayıtlı olan 274 numaralı parsele uygulanan 1937 tarih ve 136/25 tahrir numaralı vergi kaydı dava konusu taşınmazı, kuzeyde Şevket ve doğuda Kazım olarak şahıs taşınmazı okumaktadır.
Keşifte dinlenen 1938 doğumlu yerel bilirkişi ve yine 1938 doğumlu tanık benzer şekilde dava konusu taşınmazın kadastro tespitinden önce çalılık görünümünde olduğunu, üzerinde azgan, karahan gibi bir takım küçük çalıların bulunduğunu, davacının 1970’li yılların başında arazi üzerindeki çalıları kazma kürekle sökerek kaldırdığını, ağabeysine ait traktörle zemini sürüp ekmeye başladığını, burada bulanan yabani zeytin ağaçlarını para ile başkasına aşılattırdığını ve imar ihyasını bu şekilde tamamladıktan sonra da, 20 yılı geçkin süredir zeytinlerin bakımını yaparak ve pamuk ve buğday ekerek nizasız ve fasılasız malik sıfatıyla kullandığını, taşınmazın ormanla bir ilgisinin olmadığını bildirmişlerdir.
Serbest Orman Mühendisi tarafından düzenlenen 05.02.2004 tarihli rapor ve krokide ise; dava konusu taşınmazın sınırlarında orman bulunmadığı, taşınmaz içinde orman artıkları ya da humus tabakasına rastlanmadığı, toprağın orman toprağı özelliği göstermediği, arazi eğiminin %5-6 düzeyinde olduğu, dolayısı ile toprak muhafaza karakteri taşımadığı, dört tarafının da orman ile çevrili olmaması nedeniyle orman bütünlüğünü bozmadığı, dava konusu yere 1953 tarihli hava fotoğrafı ile bütünlemesi yapılmış 1/25.000 ölçekli KOZAN N34-CI memleket haritası ile 1991 tarihli orman amenajman haritasının aplikesi sonucunda; davaya konu taşınmazın kuzey ve kuzey batısının açıklık alan, güney ve güney doğusunun çalılık alan olduğu, orman amenajman planında ziraat alanı kapsamında kaldığı, 3116 sayılı Kanuna göre orman sayılmayan yerlerden olduğu, 4785 sayılı Kanuna göre devletleştirilmediği ve 5658 sayılı Kanuna göre iadeye tabi olmadığı, dolayısıyla dava konusu taşınmazın orman sayılmayan yerlerden olduğu tespit edilmiştir.
Ziraat mühendisi bilirkişi de 11.02.2004 tarihli raporunda, ormancı bilirkişinin görüşlerini paylaşmış ve dava konusu taşınmazın tarım arazisi olduğunu açıklamıştır.
Mahkeme yaptığı miktar araştırmasında zilyetliğe engel bir durumun olmadığını saptamış, ilanlar yaptırılmıştır.
Taşlık, çalılık, hali arazi ve sazlık gibi Devletin hüküm ve tasarrufu altında olan yerlerin Türk Medeni Kanunu’nun m.713 ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 14 ve 17.maddeleri uyarınca, tespit dışı bırakılma tarihinden itibaren 20 yıldan fazla bir süre Kanunda belirtilen koşullar altında tasarruf edilmesi halinde zilyetlikle kazanılabileceği hususu Yargıtay’ın yerleşik görüşüdür (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 18.05.1984 gün 1982/7-148 E. ve 1984/564 K. sayılı ilamı, 18.02.1998 gün 1998/8-15 E. ve 1998/129 K. sayılı ilamı, 17.03.1999 gün 1999/8-168 E. ve 1999/158 K. sayılı ilamı, 06.12.2000 gün ve 2000/8-1766 E. ve 2000/1755 K. sayılı ilamı).
6831 sayılı Orman Kanunu’nun 1.maddesi orman sayılan yerleri tarif etmiş, ancak sazlıklar, step bitki örtüsü bulunan yerler ve her çeşit dikenlikler gibi yerlerin orman sayılmayacağı açıklanmıştır.
Bir taşınmazın ormandan elde edilip edilmediğinin tespiti için öncelikle,o yerde orman tahdidi yapılıp yapılmadığı hususu orman idaresinden sorulmalı, orman kadastrosu yapılan bölgelerde çekişmeli taşınmazın bulunduğu yere ait kesinleşmiş sınırlandırma haritası, çalışma ve askı tutanakları getirtilmeli, bunlar uzman orman bilirkişileri ve yerel bilirkişiler aracılığı ile yerine usulünce uygulanarak rapor ve krokide denetime elverişli ve ayrıntılı olarak taşınmazın durumu gösterilip açıklanmalıdır.
Taşınmazın bulunduğu yerde orman kadastrosu yapılmamış ise, o yerin öncesinin ne olduğu, orman sayılan yerlerden bulunup bulunmadığının belirlenmesi ve hukuksal durumunun saptanması için; varsa ilgili yerlerden memleket haritası, hava fotoğrafı, amenajman planı getirtilerek, bu belgeler serbest orman yüksek mühendisi yada orman mühendisi bilirkişi aracılığı ile mahalline uygulanmalı ve taşınmazın bu belgelerde ne olarak gösterildiği ve niteliği belirlenmelidir.
Bu uygulamanın sonucu düzenlenecek krokiye işaret ettirilerek denetime elverişli bir biçimde ayrıntılı rapor alınmalı, ayrıca raporda taşınmaz ve çevresinin bitki örtüsü üzerinde durulup, 6831 sayılı Kanunun 1. ve ilgili maddelerdeki ormanla ilgili unsurlar gözönünde tutularak orman sayılan yerlerden olup olmadığı gerekçeli bir şekilde saptanmalı, ayrıca 3116, 4785 ve 5658 sayılı Kanunlar karşısında taşınmazın durumu belirlenmelidir.
Bu ilkelerin ışığında somut olaya bakıldığında; yerel mahkemenin müzekkeresine yanıt olarak gönderilen Orman İşletme Müdürlüğü’nün 16.12.2003 tarih ve 569 sayılı yazılarında Karaisalı İlçesi Örcün Köyü sınırları içerisinde orman kadastrosu çalışması yapılmadığı bildirilmiştir. Dolayısı ile uygulanacak bir orman sınırlandırması bulunmadığına göre, hâkim yukarıda açıklanan ilkelere göre yapacağı araştırma ile bu yerin orman olup olmadığını belirleyecektir.
Yukarıda mahkemece yapılan orman araştırmasında da ayrıntılı olarak değinildiği gibi, yerel mahkemece ilkelere uygun bir biçimde orman araştırması yapılmış ve taşınmazın orman sayılmayan bir yer olduğu saptanmıştır. Gerek Türk Medeni Kanunu’nun 713.maddesi ve gerekse 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 14 ve 17.maddesinde; imar ihya ile ve zilyetliğe dayanarak taşınmaz kazanımı için bir yerde orman kadastrosunun geçmiş olması gerektiği kuralı yer almamaktadır.
Bu durumda çalılık ve sazlık olarak tespit dışı bırakılıp, orman olmadığı saptanan davaya konu taşınmaz bakımından 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 4. ve 17.maddelerine göre zilyetlikle kazanma koşulları lehine gerçekleşen davacının davasının kabulü yönündeki yerel mahkeme kararı doğru olup onanması gerekir.
SONUÇ: Davalı Orman Yönetimi ve Hazine vekillerinin temyiz itirazlarının reddi ile, hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, aşağıda dökümü yazılı (133.70 YTL) harcın Orman İdaresinden alınmasına, 28.09.2005 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY YAZISI
I- Usul Yönünden;
Özel Daire kadastro paftası ve memleket haritasındaki işaretlemeyi gözönünde bulundurarak, dava konusu yerin orman sayılan yer olduğunu kabul ederek, bozma nedenine göre diğer konuları incelemeden mahkeme hükmünü bozmuş, Yüksek Kurulun Sayın Çoğunluğu bu yerin orman sayılmayan yer olduğunu, bu konudaki araştırmanın yeterli olduğunu kabul etmiştir.
1) Dava konusu taşınmaz üzerinde bulunan ve davacı tarafından aşılandığı bildirilen yabani zeytinliklerin aşı yaşı bilirkişilerce belirlenmemiş ve dolayısıyla aşı yaşına göre zilyetlik süresinin 20 yıla ulaşıp ulaşmadığı anlaşılamamıştır. Bu konunun incelenmesi için,
2) Orman İdaresi vekili davaya verdiği cevapta, çekişmeli yerin Orman Bakanlığının 01.02.2002 gün ve 1 sayılı oluru ile “muhafaza oranı sınırları içine alındığını” bildirmiş, mahkemece bu konuda hiçbir araştırma ve inceleme yapılmamıştır. Bu konunun incelenmesi için,
3) Mahkemece, eski tarihli hava fotoğrafları ile memleket haritası dava dosyasına getirtilmemiştir. Yerleşik uygulama ve Yargıtay İçtihatları nazara alınarak orman mühendisi bilirkişi hava fotoğraflarının incelenmesine dayalı olarak rapor vermemiş ve dava konusu arazi üzerindeki bitki örtüsünün ne olduğunu hava fotoğraflarına göre açıklamamıştır. Halbuki hava fotoğrafları orman niteliğinin belirlenmesinde çok önemlidir. Yani kısaca hava fotoğrafları, memleket haritası, amenajman planı usulüne uygun olarak dava konusu yerle birlikte etrafındaki geniş arazi parçasına uygulanmamış ve bu belgelere göre gereği gibi orman araştırması yapılmamıştır. Bu konunun incelenmesi için,
4) 3402 Sayılı Yasanın 14 ve 17. maddelerinde anılan diğer imar-ihya ve zilyetlik koşullarının oluşup oluşmadığının incelenmesi için,
Sayın Çoğunluğun kabul şekline göre, dava dosyasının Özel Daireye gönderilmesine karar verilmesi gerekirdi.
II- Esas Yönünden;
Davacı gerçek kişi, yörede 1954 yılında yapılan arazi kadastrosu sırasında tesbit harici bırakılan yeri imar-ihya edip 20 yıl süre ile çekişmesiz aralıksız malik gibi kullanıldığını, yararına Medeni Yasanın 713., 3402 Sayılı Yasanın 14. ve 17 madde koşullarının oluştuğunu bildirerek adına tescil iddiası ile temyize konu davayı açmıştır.
Davalılardan Hazine taşınmazın Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan zilyetlikle kazanılabilecek yerlerden olmadığını, Orman Yönetimi de, dava konusu yerin öncesinin orman olup, ormandan açıldığını, orman bütünlüğünü bozulduğunu, öncesi orman olan yerin üzerindeki bitki örtüsü kaldırılsa bile salt orman toprağının orman sayılan yerlerden olduğunu, ayrıca Orman Bakanlığının 01.02.2002 gün 1 sayılı olurları ile oluşturulan muhafaza ormanı sınırlarında kaldığını bildirerek davanın reddini istemiştir.
Mahkemece, yapılan araştırma sonucu alınan bilirkişi raporu ile yerel bilirkişi ve tanık beyanlarına göre, dava konusu taşınmazın 1954 yılında yapılan arazi kadastrosunda, çalılık-saylık olarak tesbit harici bırakıldığı, öncesinin çalılık yerlerden iken 1970’li yıllardan itibaren üzerindeki çalılıkların temizlenip yabani zeytin ağaçlarının aşılattırıldığını ve davacının o yıllardan beri sürdürdüğü zilyetliğin kazandırıcı zamanaşımı süresine ulaştığını, taşınmazın orman sayılmayan yer olduğunun belirlendiği
Orman Yönetimi ve Hazinenin temyizi üzerine Dairece diğer konular incelenmeksizin sadece arazi kadastrosu sırasında çalılık-saylık olarak bırakılan arazinin o yerde orman kadastrosu yapılıncaya kadar orman sayılacağı, orman kadastrosunun yapılıp kesinleştiği tarihten sonra kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine konu olabileceği gerekçesiyle mahkeme hükmü bozulmuştur.
Mahkemenin önceki kararında direnmesine ilişkin kararının Yüksek Kurulun sayın çoğunluğunun oylarıyla onanmasına karar verilmiştir.
1) Dosyadaki kadastro pafta örneğinden görüldüğü gibi, dava konusu yerin bitişindeki ve yakınındaki tarım parselleri pafta üzerinde serpili vaziyette ve öbek öbek gösterilmiş ve kadastro paftası üzerine, parseller arasındaki boşluklara çalılık-saylık yazılmıştır. Yüksek Kurulun Sayın çoğunluğu, kadastro paftası üzerine “çalılık-saylık” değil de “Orman” yazılmış olsaydı, bu takdirde H.G.K.’nun 12.05.2004 gün ve 242-292 sayılı kararında benimsenen ilkeye uygun olarak, bu yerde orman kadastrosunun yapılıp kesinleştiği güne kadar dava konusu yerin orman sayılacağı ve o tarihten sonra imar-ihya ve zilyetliğe konu olabileceği, mademki kadastro paftası üzerine çalılık yazılmıştır, öyle ise bu yer orman değildir görüşündedir.
2) Dava konusu arazinin bulunduğu yerde bu güne kadar orman kadastrosu yapılmamıştır. Yerel mahkemenin direnmesine gerekçe yaptığı Dairemize ait kararlara konu Dörtler Köyünde 18.07.1998 tarihinde ilanı yapılarak kesinleşen orman kadastrosu bulunmaktadır. Bu nedenle, o kararlar temyize konu bu davada emsal olamaz.
Yüksek Kurulun ve Dairemizin kararlılık kazanan uygulama ve içtihatlarına göre, orman kadastrosunun yapılmadığı yerlerde bir yerin orman sayılan yerlerden olup olmadığı, en eski tarihli hava fotoğrafı, memleket haritası ve amenajman planının üçünün birlikte dava konusu yer ile beraber çevre araziye de uygulanması sonucu belirlenmesi gerekir. Başka bir anlatımla, küçük yüzölçümlü arazinin tek başına incelenerek o yerin orman niteliği belirlenemez. Etrafındaki geniş arazi kesiminin de bu resmi belgelere göre değerlendirilmesi gerekir.
3) Dava dosyasına memleket haritası ve hava fotoğrafı getirtilmemiştir. Orman bilirkişisinin bilgisayardan tarayarak raporunda gösterdiğine 1953 yılında çekilmiş hava fotoğrafından bütünlemesi yapılarak düzenlenen 1/25.000 ölçekli memleket haritasında, dava konusu yer ve etrafı geniş bir yeşil alan olarak gösterilmiş ve bu yeşil alan iğne yapraklı ağaç sembolüyle işaretlenerek, ağaçların boyunun 0,5-10 m olduğu, yine harita üzerine yazılmıştır.
4) H.G.K.’nun ve Dairemizin bir çok kararlarında kabul edilen ve önceki yıllarda orman kadastrosu ile ilgili davaların temyiz incelemesini yapmakta olan 14. Hukuk Dairesinin 15.02.1991 gün ve 1991/606-1516 sayılı kararındaki ilkeye göre “Bir taşınmazın orman olup olmadığının belirlenmesi için uygulamada en önemli hukuki dayanaklar hava fotoğrafları ve memleket haritalarıdır. Haritaların ve hava fotoğraflarının kişisel düşüncelerle yok sayılması veya bu belgelerdeki bulguların bir tarafa itilmesi asla kabul edilemez. Hava fotoğrafları ve memleket haritaları gerçeğin ifadesidir. Taşınmazların bu günkü fiili durumları önemli olmayıp, orman bitki örtüsünün tahrip edilmiş olması o yeri orman olmaktan çıkarmaz.”
1953 tarihinde Harita Genel komutanlığı ekiplerince çekilen hava fotoğrafı ve bu fotoğraflar esas alınarak düzenlenen memleket haritası varken ve bu haritada dava konusu yer ve etrafı iğne yapraklı orman ağacı olarak işaretlenip ağaçların boyları da 0,5-10 m yazılmışken, bu tarihten sonra düzenlenen kadastro paftası üzerine kadastro teknisyenlerince çalılık-saylık yazılmış olmasının gerçeği yansıtmadığı apaçık ortadadır. Kadastro paftası üzerindeki yazıların doğru olmadığını, bu haritaların düzenlenmesinden bir yıl önce çekilen ve güçlü delil niteliğinde bulunan hava fotoğraflarından yararlanılarak düzenlenen memleket haritası kanıtlamaktadır. Ormancı bilirkişi düzenlediği krokide de dava konusu yerin güneydoğu sınırının eylemli orman alanına dayandığını göstermiştir. Bu durumda, ormancı bilirkişinin raporundaki açıklamalarıyla düzenlediği kroki dahi biribiriyle çelişkilidir. Orman Bilirkişisinin uyguladığı amenajman planı 1991 tarihlidir. Sadece amenajman planı bir yerin orman olup olmadığını göstermeye yeterli değildir. 1953 tarihli hava fotoğrafı esas alınarak düzenlenen memleket haritasında geniş bir orman alanı olarak gösterilen arazide, eğimi düşük fundalık çalılık olan yerler ile ormansız açık alanların ya da bodur çalılıkların bulunması doğaldır. Bu tür yerler orman bütünlüğü içinde ormandan ayrılmayan, ormanın uzantısı olan orman içi açıklığı niteliğindeki yerlerdir. 6831 Sayılı Yasanın 17/2. maddesi orman içindeki bu tür yerlerin kişiler adına tapuya tescil edilmesini yasaklamıştır.
5) Kadastro Yasasının 17/1. maddesi hükmüne göre, orman sayılmayan Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan kamu hizmetine tahsis edilmeyen araziler, imar-ihya ve zilyetlik yoluyla kazanılabilir. Ne var ki; dava konusu taşınmaz 3300 m2’dir. Orman bilirkişisi raporunda hava fotoğrafları incelenmemiş ve hava fotoğrafında taşınmaz üzerindeki ve çevresindeki bitki örtüsünün ne olduğu açıklanmamıştır. Ziraatçi bilirkişi ise aşı yaşlarını açaklamadan 10 adet 25-30 yaşlarında aşılı zeytin ağacı olduğunu bildirmiş, keşif sırasında dinlenen yerel bilirkişi ve davacı tanığı, dava konusu yer üzerindeki yabani zeytin ağaçlarının davacı tarafından başkalarına aşılatıldığını söylemiştir. Yabani zeytin ağacının orman hukukundaki ismi “delice”dir ve deliceler de orman ağacıdır. Bu haliyle dava konusu yerin bir bölümünün orman içi açıklık, bir bölümünün de fiilen ve eylemli orman olduğu anlaşılmaktadır. HGK’nun 1996/599 sayılı kararında açıklandığı gibi orman ağaçlarıyla kısmen kapalı olan taşınmaz, orman sayılan yerlerdendir.
6) 6831 Sayılı Yasanın 1/j maddesi hükmüne göre. “funda veya makiliklerle örtülü orman ve toprak muhafaza karakteri taşımayan yerler” orman sayılmazsa da, bu tür yerlerin orman sayılmaması için, ormanların içinde ve bitişiğinde olmaması, orman bütünlüğünü bozmaması gerekir. Somut olayda, dava konusu yer ormanın devamı olup ormanın içindedir ve ormandan ayrılması mümkün olmayan yerlerdendir. Bu nedenle, orman sayılan yer olması nedeniyle 3402 Sayılı Yasanın 17/1. maddesi gereğince imar-ihya ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği yoluyla kazanılacak yerlerden değildir.
SONUÇ 1) Yüksek Kurulun Sayın Çoğunluğunun görüşünün aksine, Mahkemece hava fotoğrafı getirtilmemiş, bilirkişi de hava fotoğrafını incelediğini raporunda açıklamamış, bu fotoğraflarda dava konusu yer ile çevresindeki bitki örtüsünün niteliği belirlenmemiş, memleket haritası üzerindeki işaret ve yazılarla kadastro paftası üzerindeki yazı arasındaki çelişki giderilmemiştir. Bu nedenle orman araştırmasının bu yönleriyle yetersiz olduğu,
2) Yüksek Kurulun Sayın çoğunluğun orman araştırmasının yeterli olduğu sonucuna varan direnme kararını kabul ettiğine göre, Özel Dairece diğer konuların incelenmesi için dava dosyasının özel daireye gönderilmesine karar verilmemiş olduğu,
3) Kadastro paftasının aksi, daha eski tarihli ve güçlü delil niteliğinde olan memleket haritası ile kanıtlanmıştır. Bu haritaya göre dava konusu yer geniş orman arazisinin bir parçasıdır ve orman bütünlüğü içinde Seyhan Baraj Gölüne çok yakın orman sayılan yerdir. Bu haliyle 3402 Sayılı Yasanın
17/1. maddesi gereğince İmar-ihya ve zilyetlik yoluyla kazanılacak yerlerden değildir. Açıklanan nedenlerle; Mahkeme kararının bozulmasını düşündüğümüzden Yüksek Kurulun Sayın Çoğunluğunun görüşüne katılmıyoruz.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1–170 K: 1999/167 T: 24.3.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/7-174 K: 2004/161 T: 24.3.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/714 K: 2012/78 T: 15.02.2012
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/73 K: 2006/67 T: 15.03.2006
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/73 K: 2006/67 T: 15.03.2006
Zilyetlikle iktisap davalarında taşınmazların tutanak ve dayanağını oluşturan belgeler getirtilip dosya ikmal edildikten sonra mahallinde keşif yapılmalı, yerel bilirkişi ve tanıklardan taşınmazların geçmişte ne halde bulunduğu, kime ilişkin olduğu, kim tarafından ne zamandan beri, ne suretle kullanıldığı, kullanmanın ekonomik amaca uygun bulunup, bulunmadığı, taşınmaz üzerindeki tasarruf kadastro tespitinden önce sona erdirildiğine göre, bunun terk iradesine dayalı olup olmadığı etraflıca sorulup saptanmalı, bilirkişi ve tanık sözlerinin eylemli duruma uygunluğu varsa komşu parsel tutanak ve dayanakları ile denetlenmeli; beraberce götürülecek uzman ziraat mühendisi veya mühendisler kurulundan taşınmazların niteliğini belirtir ayrıntılı ve gerekçeli rapor alınmalı, uzman ziraat bilirkişisince murisi ve davacı tarafından dikildiği iddia edilen bağ ve ağaçların taşınmaz üzerindeki yerlerinin ayrıca, varsa imar-ihya ve zilyetlikle iktisap edilemeyecek kısımların düzenlenecek kroki üzerinde gösterilmesinin sağlanması, mahkemece taşınmazların başında gerekli gözlem yapılıp, bu husus zapta yazılmalı, bundan sonra bütün deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna göre bir karar verilmelidir.
Taraflar arasındaki “tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Çal Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 10/6/2004 gün ve 2004/148-217 sayılı kararın incelenmesi davalı hazine tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin 25/11/2004 gün ve 2004/7406-7991 sayılı ilamı ile; (…Davacı 24.3.2004 havale tarihli dava dilekçesinde özetle; dava konusu taşınmazın kadastro çalışmaları sırasında 246 ada 6 nolu parsel olarak Hazine adına tespit ve tescil edildiğini, bu yerin tespit öncesinden en az yüz yıldan beri gelen zilyetliklerinin bulunduğunu ve tarım arazisi niteliğinde olduğunu açıklayarak iptal ve tescil talep etmiştir
Davalı Hazine, kadastro tespitinin doğru olduğunu ve davanın reddini savunmuştur. Mahkemece, davanın kabulüne, davalı Hazine adına olan kaydın iptali ile davacı adına tapuya kayıt ve tesciline karar verilmiştir. Hüküm, süresi içerisinde Hazine temsilcisi tarafından temyiz edilmiştir.
Toplanan deliller, tüm dosya içeriğinden, dava konusu 246 ada 6 parsel sayılı taşınmazın 37767, 19 m2 olarak ham toprak ve çalılık niteliğiyle senetsizden devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olup ileride ekonomik yarar sağlaması mümkün bulunduğu ve hiç kimsenin hak ve alakasının olmadığı belirlenerek 13.7.1994 tarihinde Hazine adına tespit görmüş, itirazsız olarak 15.12.1994 tarihinde kesinleşmiştir. Mahkemece 28.5.2004 tarihinde yapılan keşiften sonra dosyaya sunulan ziraat mühendisi Abdurrahman Yavuz tarafından düzenlenen 2.6.2004 havale tarihli raporda özetle; dava konusu taşınmaz üzerinde takriben 40-50 yaşlarında çalı formunda eskiden tesis edilmiş bağ omcaları, 1 adet 10-15 yaşlarında dut ağacı, 2 adet 10-12 yaşlarında çam ağacı, yer yer çalı formunda badem, armut, ahlat ağaçları ve doğada yetişen dikenli çalı formunda maki bitkilerinin bulunduğu, taşınmazın doğu-batı istikametinde eğimli olduğu, %20-%60 lık eğilimin mevcut bulunduğunu ve keşif tarihi itibariyle taşınmazın 10-15 yıldan beri işlenmediği açıklandıktan sonra söz konusu taşınmazın yaklaşık 40-50 yıl öncesi zilyetliğinin açık olduğu ve kültür arazisi niteliğinde bulunduğu belirtilmiştir. Dinlenen mahalli bilirkişi ve tanıklar, zilyetlikle ilgili beyanda bulunmuşlardır.
Hal böyle olunca; Kadastro tutanağının düzenlendiği tarihte dava konusu taşınmazın ham toprak ve çalılık niteliğinde bulunduğu, uzman ziraatçı bilirkişinin raporu kapsamıyla bu olgunun doğrulandığı anlaşılmaktadır. Öyle ise davanın reddine karar vermek gerekirken yazılı olduğu üzere hüküm kurulması doğru değildir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, zilyetlik hukuksal nedenine dayalı tescil isteğine ilişkindir. Davacı “Feslitepe” adıyla bilinen tepenin bir kısmını kapsayan, babasından intikal eden bağ niteliğindeki taşınmazın, kadastro sırasında, 6 parsel olarak davalı hazine adına kaydedildiğini; en az yüz yıldır murisleri ve kendisi tarafından büyük bir kısmının bağ; kalanının ise meyve bahçesi olarak; ayrıca, hayvan otlatılarak kullanıldığını; diğer mirasçıların taşınmaz üzerindeki haklarını kendisine devrettiklerini ileri sürerek tapunun iptaliyle adına tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı İbrahim ve davalı Hazine vekili, davanın reddini savunmuşlar; mahkemece, temyize konu taşınmaz üzerinde davacı yararına zilyetlikle mülk edinme koşullarının gerçekleştiğinden söz edilerek, davanın kabulüne karar verilmiş; hükmün Özel Dairece yukarda yazılı gerekçeyle bozulması üzerine direnme hükmü kurulmuştur.
Dosyadaki bilgi ve belgelere göre, mahkemece yapılan araştırma, inceleme ve uygulama sağlıklı bir sonuca varmaya, karar vermeye yeterli bulunmamaktadır. 6 parsel sayılı taşınmaz kadastro tespiti sırasında, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 18. maddesi uyarınca, ham toprak niteliği ile hazine adına tespit edilmiş, tutanak 15/12/1994 tarihinde kesinleşmiştir.
28/5/2004 günü mahallinde yapılan keşifte dinlenen yerel bilirkişi ve tanıklar, taşınmazın tarım arazisi niteliğinde bulunduğunu, devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olmadığını, murisleri ve davacının zilyet ve tasarrufu altında bulunduğunu söylemişlerse de; zirai bilirkişi, 31/5/2004 günlü raporunda, taşınmaz üzerinde yaklaşık 40-50 yaşlarında, çalı formunda, eskiden tesis edilmiş, taşınmazın genelini temsil eden bağ (asma) omcaları ve 1 adet 10-15 yaşlarında dut ağacı, 2 adet 10-12 yaşlarında iğne yapraklı çam ağacı, yer yer çalı formunda armut, ahlat ağaçları ve doğal yetişen dikenli çalı formunda maki bitkileri mevcut olduğunu belirtmiştir. Çalı formunda armut, ahlat ve maki bitkilerinin bulunduğu bölüm üzerinde davacı yararına imar-ihya ve zilyetlik yoluyla mülk edinme koşullarının gerçekleştiğini kabul etmek mümkün değildir.
Hükme esas alınan zirai bilirkişi raporu ile tespit tutanağı, yerel bilirkişi ve tanık beyanları, eylemli durum birbiri ile çelişmektedir. Bu çelişki giderilmeden karar verilmesi isabetli değildir. Doğru sonuca varılabilmesi için; davaya konu parsellere komşu taşınmazların tutanak ve dayanağını oluşturan belgeler getirtilip dosya ikmal edildikten sonra mahallinde yeniden keşif yapılmalı, yerel bilirkişi ve tanıklardan taşınmazların geçmişte ne durumda bulunduğu, kime ait olduğu, kim tarafından ne zamandan beri, ne suretle kullanıldığı, kullanmanın ekonomik amaca uygun bulunup, bulunmadığı, taşınmaz üzerindeki tasarruf kadastro tesbitinden önce sona erdirildiğine göre, bunun terk iradesine dayalı olup olmadığı etraflıca sorulup saptanmalı, bilirkişi ve tanık sözlerinin eylemli duruma uygunluğu varsa komşu parsel tutanak ve dayanakları ile denetlenmeli; beraberce götürülecek uzman ziraat mühendisi veya mühendisler kurulundan taşınmazların niteliğini belirtir ayrıntılı ve gerekçeli rapor alınmalı, bozmadan önceki bilirkişi raporu ile çelişmesi halinde bu çelişkinin giderilmesine çalışılmalı; uzman ziraat bilirkişisince murisi ve davacı tarafından dikildiği iddia edilen bağ ve ağaçların taşınmaz üzerindeki yerlerinin ayrıca, varsa imar-ihya ve zilyetlikle iktisap edilemeyecek kısımların düzenlenecek kroki üzerinde gösterilmesinin sağlanması, mahkemece taşınmazların başında gerekli gözlem yapılıp, bu husus zapta yazılmalı, bundan sonra tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna göre bir karar verilmelidir.
Mahkemece, yukarda değinilen biçimde araştırma ve inceleme yapılmaması isabetsizdir. O halde, yukarda açıklanan gerekçeyle Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davalı Hazinenin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarda açıklanan nedenlerden dolayı HUMK.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, 15/3/2006 gününde oyçokluğuyla karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1–170 K: 1999/167 T: 24.3.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/8-249 K: 2005/276 T: 27.4.2005
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/7-174 K: 2004/161 T: 24.3.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/714 K: 2012/78 T: 15.02.2012
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/141 K: 2006/134 T: 05.04.2006
Bir taşınmazın tescile konu olabilmesi için öncelikle tapuda kayıtlı olmaması, orman, mera, yayla ve kışlak gibi kamu malı niteliğindeki yerlerden bulunmaması ve 3402 sayılı Kanunun 14.ve 17. maddelerinde yer alan zilyetlikle yer kazanmaya ait gerekli koşulların davacı yararına gerçekleşmiş olması gerekmektedir.
YARGITAY İLAMI Taraflar arasındaki “tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Köyceğiz Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 17.07.2001 gün ve 1998/246 E- 2001/247 K.sayılı kararın incelenmesi davalılardan Hazine ve Orman İdaresi vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 20.Hukuk Dairesinin 17.02.2003 gün ve 2003/17-350 sayılı ilamı ile; (…Davacı, dava dilekçesinde sınırlarını bildirdiği Ekincik Köyü Avlukürü Mevkiinde bulunan taşınmazın tapuda kayıtlı olmadığını, kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği yoluyla taşınmaz edinme koşullarının yararına oluştuğunu iddia ederek Medeni Yasanın 713. maddesi hükmüne göre adına tescilini istemiştir. Mahkemece davanın kısmen kabulüne, dava konusu yerin (A) ve (B) ile gösterilen 2445.55 m2’nin davacı adına tesciline, (C) ile gösterilen bölüme yönelik istemin kesinleşen orman sınırları içinde kaldığı belirlendiğinden reddine karar verilmiş, hüküm davalı Yönetimler tarafından kabul edilen kesim yönünden temyiz edilmiştir.
Dava dilekçesindeki açıklamaya göre dava Medeni Yasanın 713. maddesi hükmü uyarınca tapusuz olan taşınmazın tesciline ilişkindir.
Çekişmeli taşınmazın bulunduğu yerde tespit tarihinden önce 1942 yılında yapılıp kesinleşen orman kadastrosu bulunmaktadır. Daha sonra 10.11.1993 tarihinde 4785 sayılı yasanın da gözetildiği dava tarihinde kesinleşen orman kadastrosu, aplikasyon ve 2/B uygulaması vardır.
Taşınmazın bulunduğu yerde genel arazi kadastro işlemi 1953 yılında yapılmış, bu çalışmada devlet çam ormanı olarak tahdit ve tespit dışı bırakılmıştır. Kadastro paftasının düzenlenme tarihi ile davanın açıldığı tarih arasında 20 yıllık süre geçmiştir.
Hükme dayanak alınan 04.10.2000 hakim havale tarihli uzman ve fen bilirkişi raporuna ek krokide dava konusu taşınmaz A “1025.76 m2”, B “1419.79 m2”, C “868.07 m2” bölümlerine ayrılarak incelenmiştir. C ile gösterilen 868.07 m2 temyiz edilmediğinden redde ilişkin bu hüküm bölümü kesinleşmiştir.
Gerçek kişi adına tescillerine karar verilen (A) ve (B) bölümlerine gelince; mahkemece yapılan araştırma ve inceleme hüküm kurmaya yeterli olmadığı gibi, (B) bölümü yönünden davanın kabulünde dosyada yer alan bilirkişi raporları ve kanıtlar yanlış değerlendirilmiştir. Bir taşınmazın tescile konu olabilmesi için öncelikle tapuda kayıtlı olmaması, orman-mera, yayla ve kışlak gibi kamu malı niteliğindeki yerlerden bulunmaması ve 3402 Sayılı Yasanın 14.ve 17. maddelerinde yer alan zilyetlikle yer kazanmaya ilişkin gerekli koşulların davacı yararına gerçekleşmiş olması gerekmektedir.
Bu nedenle;
1)Taşınmazın (B) bölümü 13.12.1996 tarih ve 1996/26-140 Karar sayılı H.U.M.Y.nın 237. maddesi hükmüne göre kesin hüküm niteliğindeki orman tahdidinin iptaline karar verilen alan olduğu belirlenmekle birlikte, bu kesimin 08.10.1999 günlü jeolog bilirkişi raporunda “1-15 cm boylarında taşların yoğun olduğu çakıltaşlı ve kısmen kumlu toprak yapısına sahip, gerekli imar-ihya çalışması yapılmayan kültür arazisi niteliğini kazanmamış yer” olduğunun ve yine 12.07.1999 günlü tarım uzmanı bilirkişinin de katıldığı rapor içeriğinde “%20 meyilde orman ağacı ve yer yer maki diri örtüsünü haiz işlenmemiş orman toprağı yapısında” bulunduğunun bildirildiği görülmüştür. Eylemli biçimde devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yer niteliğindeki taşınmaz bölümü (B) hakkında mahkemece davanın reddine karar verilmesi gerekirken, gerçek kişi adına tesciliyle özel mülke dönüşecek şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırıdır.
2)(A) bölümüne yönelik temyiz itirazlarına gelince; taşınmaz 187 ve 188 sayılı tapulama parsellerine komşudur. Bu parsellerin oluşumu Tapulama Mahkemesinin 30.03.1983 tarih 1981/339-93 sayılı ilamına dayanmaktadır. Dosya ekindeki bu dava dosyasında tapulama kadastro sırasında 64 sayılı parsel olarak tespit edilen parselin kesinleşen orman sınırları dışında kalan kesimi 187 parsel numarası ile kişi adına, orman sınırları içinde kalan kesimi 188 parsel numarası ile orman niteliğinde Hazine adına tescil edilmiştir. 3116 Sayılı Yasa uygulamasına ait orman tahdit haritasına göre belirlenen 3180-3181 numaralı orman sınır noktaları arasındaki bu hat kesinleşen dosyadaki konumuna göre şu an eldeki (A) ile kişi adına tescil edilen bölümün büyük bir kesimini orman sınırları içinde bırakmaktadır. Oysa, (A) bölümü yapılan uygulamada 4785 Sayılı Yasa gözetilerek gerçekleştirilen 56-57 numaralı orman sınır noktaları arasında hatla irtibatlandırılarak gösterilmiş ve orman dışı alan olarak açıklanmıştır. Saptanan bu çelişki ve geniş kadastro paftasıyla tahdit hatlarının irtibatlandırılıp taşınmaz konumu gösterilmeden hazırlanan rapor yetersiz olup, uygulamanın doğruluğu konusunda duraksamaya neden olmuştur. Çelişkili ve denetlenemeyen rapor ile hüküm kurulamaz.
O halde, mahkemece 1942 yılında yapılarak kesinleşen orman tahdidine, 3302 Sayılı Yasa uygulamalarına ait tutanaklar ve haritalar ile 1953 yılında yapılan genel arazi kadastro paftası getirtilip dosyaya eklenerek, önceki bilirkişiler dışında serbest orman mühendisleri arasından seçilecek bir uzman orman yüksek mühendisi ya da mühendisi ve bir harita mühendisinden oluşturulacak bilirkişiler aracılığıyla yeniden yapılacak keşifte tutanaklardaki orman sınır noktaları arazide birer birer bulunup ölçülerek yöntemince zemine uygulanmalı; Ekincik Köyünün bu mevkiinin 3116 ve 3302 Sayılı Yasalar uygulamalarına ait tahdit haritaları ile kadastro paftası ayrı ayrı özel aletlerle ölçekleri eşitlenmek suretiyle çakıştırılmalı; çekişmeli taşınmazın, bu belgelerdeki konumu saptanarak hazırlanan bu çakıştırılmış harita üzerinde denetime elverişli nitelikte bilirkişilere ortak imzalı yeterli, duraksamaya yer vermeyen rapor ve kroki düzenlettirilmelidir.
Yukarıda açıklanan yöntemle yapılacak uygulama ve araştırma sonucunda çekişmeli taşınmaz bölümünün (A) kısmen veya tamamen 1942 tahdit haritasına göre orman sınırları içinde kaldığı, 3302 Sayılı Yasa uygulaması sırasında orman sınırları içine alındığı veya 2/B maddesinde konu edildiği saptandığı takdirde davanın reddine karar verilmesi gerektiği düşünülerek oluşacak sonuç çerçevesinde bir hüküm kurulmalıdır…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI: Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, zilyetliğe dayalı tescil isteğine ilişkindir. Davacı, davaya konu taşınmazın devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olduğunu, orman tahdit sınırları dışında kaldığını, yararına zilyetlikle iktisap koşulları oluştuğunu ileri sürerek adına tescile karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı Hazine ve Orman İdaresi vekilleri davanın reddini savunmuşlardır. Yerel mahkemece davanın kısmen kabulüne ilişkin olarak verilen hüküm, davalı hazine ve orman idaresi vekilinin temyizi üzerine Özel Dairece, yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuştur.
1- Yapılan keşif sonunda alınan fenni bilirkişi rapor ve krokisinde (B) ile gösterilen taşınmaz kesimi bakımından mahkemece bozma kararına uyulduğundan, bu kısım hakkında yeni hükme yönelik davacının temyiz itirazlarının incelenmesi için dosya Özel Daireye gönderilmelidir.
2- Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulunca benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: 1- Yukarıda (1) maddede açıklanan nedenlerle davacının yeni hükme yönelik temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 20.Hukuk Dairesine gönderilmesine,
2- Taraf vekillerinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK.nun 429. maddesine gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının Orman İdaresine geri verilmesine, 05.04.2006 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1–170 K: 1999/167 T: 24.3.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/8-249 K: 2005/276 T: 27.4.2005
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/7-174 K: 2004/161 T: 24.3.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/714 K: 2012/78 T: 15.02.2012
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/641 K: 2006/655 T: 11.10.2006
Somut olayda dosya içinde bulunan tapu kayıtlarından dava konusu taşınmazın malikinin Toplu Konut İdaresi olduğu anlaşılmıştır. Dava konusu taşınmazın bir kısmı davanın açılmasından bir müddet sonra Toplu Konut İdaresine intikal etmiştir. Davanın TMK.nun 713/3. maddesine göre ilgisi sebebiyle Toplu Konut İdaresine de yöneltilmesi gerekir. Doğru hasıma yöneltilmeden davanın sonuçlandırılması yasaya uygun değildir ve öncelikle davacı vekiline Toplu Konut İdaresi’ni davaya katması için mehil verilmesi ve Toplu Konut İdaresi’nin delilleri de toplandıktan sonra keşif kararı verilerek imar ihyanın buna göre değerlendirilmesi gerekir.
YARGITAY İLAMI Taraflar arasındaki “tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 18.Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 24.11.2005 gün ve 2004/31 E. 2005/457 K. sayılı kararın incelenmesi davalı Hazine vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8.Hukuk Dairesinin 27.03.2006 gün ve 2006/1505-2010 sayılı ilamı ile;(…Davacı vekili, dava dilekçesinde mevkii ve hudutlarını yazdığı 30 dönüm yüzölçümündeki taşınmazın 1952 yılında yapılan tapulama çalışmaları sırasında ekilemez arazi olarak tespit dışı bırakıldığını, müvekkilinin taşınmaz üzerindeki zilyetliğinin 25 yılı aşkın bir zamandır devam ettiğini açıklayarak bu taşınmazın 3402 sayılı Kadastro Kanununun 14 ve 17. maddeleri gereğince müvekkili adına tapuya tesciline karar verilmesini istemiştir.
Davalı Hazine vekili, hava fotoğraflarının getirtilip mahallinde uygulanmasını, imar ihya şartlarının gerçekleşip gerçekleşmediğinin belirlenmesini ve davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.
Mahkemece, dava konusu tescil talep edilen taşınmaz fen memuru bilirkişinin krokisine atıf yapılarak 3 parça halinde gösterilmiş, A harfiyle gösterilen 16655,38 m2’lik kısmın 832 parselden; B harfiyle gösterilen 12301,68 m2’lik kısım ile C harfiyle gösterilen 2637,60 m2’lik kısmın 836 parselden ayrı ayrı ifraz edilip tapu kaydının iptali ile davacı adına tapuya tesciline karar verilmiştir. Hüküm, davalı Hazine vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu taşınmazlar 1953 yılında yapılan tapulama çalışmaları sırasında ekilemez arazi olarak tespit dışı bırakılmıştır. Dava konusu taşınmazlar bilahare ihdasen Hazine adına 832 ve 836 parseller içerisinde kalacak şekilde tapuya tescil edilmiştir.
Dava konusu taşınmazların tapulama çalışmaları sırasında ekilemez arazi niteliğinde bulundukları tespit edilmiştir. Mahkemeye 21.02.2005 tarihli raporlarını sunan bilirkişiler kadastro fen memuru Bekir Tatlısu, topoğraf Erhan Merzifon ve jeolog bilirkişi Coşkun Gürel taşınmaz içerisinde taşlık ve kayalık alanların bulunduğunu, imar-ihyası için büyük emek ve para harcanması gerektiğini açıklamışlardır. Taşınmaz niteliği itibariyle 3402 sayılı Kadastro Kanununun 17. maddesine göre, imar-ihyaya muhtaç bir taşınmazdır. Böyle bir yer imar-ihyası tamamlandıktan sonra 3402 sayılı Kadastro Kanununun 14. maddesine göre zilyetlikle iktisap edilebilir. Mahkemece gerek imar-ihya araştırması ve gerekse zilyetliğin başlangıç süresi bakımından yapılan inceleme hüküm vermeye yeterli değildir.
Yerel mahkemenin dinlediği mahalli bilirkişi ve şahitler, davacının 1974 yılında taşınmaz üzerinde bulunan taşları temizleyip traktörle sürerek ve toprak taşıyarak imar-ihya işlemlerine başladığını açıklamışlardır. Mahkemeye rapor sunan teknik bilirkişiler de, taşınmaz içerisindeki kaya parçalarının toplanıp yamaçlarda biriktirildiğini ifade etmişlerdir. O halde, imar-ihyanın en erken 1974 yılında başladığı sabittir. Ancak, imar – ihyanın tamamlandığı tarih net bir biçimde belirlenmemiştir. İmar ihyanın tamamlanmasından sonra başlayan zilyetlik süresi iktisap için önem arz etmektedir.
Mahkemece dinlenen mahalli bilirkişi ve şahitlerin beyanlarının diğer delillerle birlikte değerlendirilerek sonuca varılması gerekir. Bu amaçla mahallinde yapılan keşfi müteakip düzenlenen raporun hüküm vermeye yeterli olması gerekir. Mahkemece 1982 yılına ait hava fotoğrafları Harita Genel Komutanlığına hitaben yazılan 23.06.2004 tarihli müzekkere ile istenmiştir. Oysa biraz önce ifade edildiği gibi, imar-ihya ve zilyetlik 1974 yılında başlamıştır. Mahkemenin 1982 yılına ait hava fotoğraflarını istemesinin sebebi anlaşılamamaktadır.
Ekilemez arazi vasfını taşıyan taşınmaz üzerinde tarımsal faaliyete başlandığının belirlenmesi için memleket haritalarının, topoğrafik haritanın ve hava fotoğraflarının birlikte bilirkişiler marifetiyle uygulanması gerekir. Tek başına hava fotoğrafları yeterli değildir. Hava fotoğraflarının uygulanması da sağlıklı bir biçimde yapılmalıdır. Mahkemece bu amaca ulaşmak için davacının zilyetlik ve imar-ihya faaliyetlerinin başladığı ifade edilen 1974 yılının öncesine ve sonrasına ait 1/20000 veya 1/25000 ölçekli stereoskopik hava fotoğraflarının dosyada yer alması ve bu fotoğrafların stereoskop aletiyle incelenmesi gerekir. Stereoskop aletiyle yapılan iki ayrı zamanlı hava fotoğrafı incelemelerinde çakıştırılacak iki ayrı zamanlı hava fotoğrafı üzerinde taşınmaz üç boyutlu olarak görülür ve bu haliyle taşınmaz üzerinde tarımsal faaliyete başlanıp başlanmadığı belirlenmiş olur. (Ankara Üniv.Ziraat Fak. Öğretim Üyeleri Prof. Sadık Usta, Cihat Kütük ve Doç.Dr.Mahmut Yüksel’in açıklamaları)
O halde mahkemece yapılacak iş; bölgeye ait memleket haritasını, topoğrafik haritayı ve 1974 yılına ait iki ayrı zamanlı hava fotoğraflarını getirtmek, öğretim üyesi seviyesinde ziraat mühendisi bilirkişi, harita mühendisi ve kadastro fen memurundan oluşturulacak üç kişilik bilirkişi heyetine bu hava fotoğraflarını stereoskop aletiyle inceletmek, memleket haritası ve topoğrafik haritayla çakıştırmak ve bu belgeler ışığında dava konusu yerin ne zaman tarımsal amaçlı kullanılmaya başladığını belirlemek, arazinin topoğrafik yapısı bakımından %kaç nispetinde eğime sahip olduğunu tespit etmek olmalıdır. Eksik incelemeyle karar verilemez.
Dava konusu 832 ve 836 parsellerin dosya arasında bulunan tapu kayıtlarından ilk tesis tarihini belirlemek mümkün olmamaktadır. Mahkemece, yeniden Tapu Sicil Müdürlüğüne yazılacak müzekkere ile her iki parselin ilk tesis tarihinden itibaren tapu kayıtları getirtilmeli, davacının belirlenecek zilyetlik başlangıç tarihinden tapunun tesis tarihine kadar geçen zilyetlik süresinin iktisap için yeterli olup olmadığı üzerinde durulmalıdır.
Dava konusu taşınmazlardan 836 parselin mülkiyeti 23.06.2004 tarihinden itibaren Toplu Konut İdaresine intikal etmiştir. Davanın TMK.nun 713/3. maddesine göre ilgisi nedeniyle Toplu Konut İdaresine de yöneltilmesi gerekir. Doğru hasıma yöneltilmeden davanın sonuçlandırılması kanuna uygun değildir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava;, tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir. Davacı vekili; dava konusu taşınmazın 1952 yılında yapılan kadastro tespiti sırasında ekilemez arazi olduğundan tespit dışı bırakıldığını, tamamen ekime uygun bulunmayan arazinin emek ve masraf sarfı ile tarım arazisi haline getirtildiğini, imar ve ihya edildiğini, 25 yılı aşkın zamandır nizasız ve fasılasız ve malik sıfatı ile davacının zilyetliğinde olduğunu ileri sürerek taşınmazın davacı adına tapuya tesciline, dava sırasında bu yerin Hazine adına tescilinin yapılması halinde tapunun iptali ile davacı adına tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı Hazine vekili; imar ve ihya şartlarının gerçekleşip gerçekleşmediğinin irdelenmesini cevaben bildirmiştir.
Mahkemenin; “Davacının taşınmazı imar ve ihya ettiği, 20 yıllık kazandırıcı zaman aşımı süresinin dolduğu ” gerekçesiyle davanın kabulüne dair verdiği karar, Özel Daire’ce yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuş, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık; eksik inceleme ile karar verilip verilmediği noktasındadır.
Dosya içerisinde bulunan tapu kayıtlarından dava konusu 836 parsel sayılı taşınmazın malikinin Toplu Konut İdaresi olduğu anlaşılmıştır. O halde öncelikle davacı vekiline Toplu Konut İdaresi’ni davaya katması için mehil verilmesi ve Toplu Konut İdaresi’nin delilleri de toplandıktan sonra keşif kararı verilerek imar ihyanın buna göre değerlendirilmesi gerekir.
Hal böyle olunca; Yerel Mahkemece, aynı yöne işaret eden ve Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma ilamına uyulmak gerekirken, yanılgılı değerlendirme sonucu önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
SONUÇ: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda ve Özel Dairenin bozma kararında açıklanan nedenlerle HUMK.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, 11.10.2006 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1–170 K: 1999/167 T: 24.3.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/8-249 K: 2005/276 T: 27.4.2005
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/849 K: 2007/853 T: 14.11.2007
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/287 K: 2007/322 T: 30.05.2007
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/75 K: 2007/90 T: 28.02.2007
Kültür ve Tabiat Varlıklarının Korunmasına Dair 2863 Sayılı Yasanın 11. maddesi 5226 Sayılı Yasanın 5. maddesi ile yapılan değişiklikle sit alanlarının zilyetlik yoluyla edinilmesi imkanı kapatılmıştır. Ne var ki, anılan değişikliğin yürürlüğe girdiği 14.7.2004 tarihine kadar zilyetlik yoluyla edinilen hakların korunması gerekeceği de muhakkaktır. Çekişmeli taşınmazın 3573 Sayılı Yasa hükümleri gereği davalı adına tapusunun oluştuğu tarih bakımından davalının zilyetlikten kaynaklanan haklarının korunması gerekeceği de tartışmasızdır.
Taraflar arasındaki “tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Milas 1. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 1.12.2004 gün ve 2004/97-74 sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 1.Hukuk Dairesinin 15.9.2005 gün ve 2005/8531-9651 sayılı ilamı ile, (…Dava, tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir.
Dosya içeriğinden, toplanan delillerden; çekişme konusu 366 parsel sayılı taşınmazın 18.11.1974 tarih, 73 nolu tapu kaydı esas alınmak suretiyle davalı adına 16.11.2001 tarihinde tespit gördüğü ve tespitin 16.3.2002’de kesinleştiği görülmektedir. Revizyon kaydı incelendiğinde anılan tapu kaydının 3573 sayılı Zeytinciliğin Islahı Hakkındaki Yasa gereği 1974 yılında oluştuğu anlaşılmaktadır. Yine tapu kaydının söz konusu yasanın 2 ve 3. maddeleri hükümleri gereği tevzii edildiği dosya kapsamıyla sabittir. Bunun yanında çekişme konusu 366 parselin sözü edilen dayanak 18.11.1974 tarih 73 nolu tapu kaydı kapsamı dışında kaldığı da kanıtlanmış değildir. Esasen kadastroca 366 parsel sayılı taşınmaz revizyon kaydı miktarına uygun olarak oluşturulmuştur.
3573 Sayılı Yasa hükmü gereği tevzii edilen sahaların orman mefhumu haricinde kalacağı ve bu taşınmazların ormanla ilgisinin kesileceği sözü edilen yasanın 4. maddesi ile ifade edilmiştir. Her ne kadar, anılan hüküm 4086 sayılı Yasanın 8. maddesi ile 1995 yılında ilga edilmiş ise de, tapunun tesis tarihi itibariyle bu ilganın kazanılmış haklara bir etkisi olmayacağı tartışmasızdır. Öyle ise, taşınmazın öncesinin orman olması iptal hükmüne dayanak yapılamaz.
Öte yandan, çekişmeli parselin bulunduğu yerin 1. ve 3. derece sit alanında kaldığı ancak bu yerde korunması gereken kültür ve tabiat varlığının bulunmadığı arkeolog bilirkişinin 4.10.2004 tarihli rapor kapsamıyla sabittir. Kültür ve Tabiat Varlıklarının Korunmasına Dair 2863 Sayılı Yasanın 11. maddesi 5226 Sayılı Yasanın 5. maddesi ile yapılan değişiklikle sit alanlarının zilyetlik yoluyla edinilmesi imkanı kapatılmıştır. Ne var ki, anılan değişikliğin yürürlüğe girdiği 14.7.2004 tarihine kadar zilyetlik yoluyla edinilen hakların korunması gerekeceği de muhakkaktır. Çekişmeli taşınmazın 3573 Sayılı Yasa hükümleri gereği davalı adına tapusunun oluştuğu tarih bakımından davalının zilyetlikten kaynaklanan haklarının korunması gerekeceği de tartışmasızdır.
Hal böyle olunca, davanın reddine karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ve hatalı gerekçeyle davanın kabul edilmesi doğru değildir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, zeytincilik tapusu miktar fazlasına yönelik tapu iptali ve tescil davasıdır. Davacı Hazine, davalı aleyhine açtığı tapu iptal ve tescil davasında niza konusu 366 parsel nolu taşınmazın kadastro tespitinde davalı adına 3573 sayılı Zeytinciliğin Islahı Hakkındaki Kanuna göre verildiğini, davalının taşınmazı Yasanın aradığı şartlara göre imar ve ihya ettiğini ve kaymakamlık oluru ile davalı adına tapuya tescil edildiğini, ancak bu yerin öncesinin orman olduğunu, ayrıca taşınmazın güney batı sınırının arkeolojik sit alanı içerisinde kaldığını, bu tüt yerlerin zamanaşımı ile kazanılmasının mümkün olmadığını belirterek, taşınmazın 110 nolu zeytincilik parseline isabet eden alanının iptali ile Hazine adına tescilini talep ve dava etmiştir.
Davalı, 40-50 yıldır taşınmaza zilyet olduğunu, ormanla bir ilgisinin olmadığını, sit alanı ilan edilmezden önce zilyetlikle iktisap süresinin çoktan dolduğunu savunarak, davanın reddine karar verilmesini cevaben bildirmiştir.
Mahkemece, taşınmazın çekişme konusu tapu miktar fazlası bölümünün, tarım arazisi niteliğinde bulunduğu, kamu yararına tahsis edilen Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerden olmadığı, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 14. ve 17. maddelerinde yazılı şartlar gerçekleşmiş olmakla beraber, taşınmazın arkeolojik sit alanı içerisinde kalmış olması ve yargılama sırasında değişen ve sit alanlarında kalan taşınmazların zilyetlikle iktisap edilemeyeceğini öngören 5226 sayılı Kanunla değişik 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununun 11. maddesi gereğince iktisabının mümkün bulunmadığı kabul edilmek suretiyle davanın reddine dair hüküm kurulmuştur.
Hal böyle olunca, davanın reddine karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ve hatalı gerekçeyle davanın kabul edilmesi doğru değildir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Özel Dairece, taşınmazın ormanla bir ilgisinin bulunmadığını, taşınmazın tapusunun revizyon kaydına uygun olarak oluşturulduğu, 3573 sayılı Yasaya göre tevzii edilen yerlerin ormanla ilgisinin kalmayacağı, diğer taraftan taşınmazın 1. ve 3. derece sit alanı içerisinde kaldığı, üzerinde korunmaya değer kültür ve tabiat varlığının bulunmadığı, Kültür ve Tabiat Varlıklarının Korunmasına Dair 2863 sayılı Kanunun 11. maddesinin 5226 sayılı Kanunun 5. maddesi ile değiştirilmiş olup, sit alanlarının zamanaşımı ile kazanılması yolunun kapatıldığı ancak, bu değişikliğin yasanın yürürlüğe girdiği 14.7.2004 tarihinden önceki kazanılmış hakları etkilemeyeceği, davalının zilyetliğinin de bu kazanıma yeterli olduğu belirtilerek yerel mahkeme kararı bozulmuş, mahkemece daha önce aynı konuda verilen Hukuk Genel Kurulunun kararları örnek gösterilerek yasa değişikliğinin devam eden davalarda da uygulanması gerektiği bu nedenle sit alanlarının kazanılamayacağı belirtilerek eski kararda direnilmiştir.
Mahkeme ile Özel Daire arasında taşınmazın tarım arazisi niteliğinde bulunduğu, kamu yararına tahsis edilen yerlerle ilgisinin olmadığı, davalı tarafın 20.7.2004 tarihinden geriye doğru aralıksız, çekişmesiz ve malik sıfatı ile zilyetliğinin 20 yılı aşkın süreye ulaştığı taşınmaz üzerinde korunmayı gerektirir kültür ve tabiat varlığının yada bunların korunma alanlarının bulunmadığı hususlarında bir uyuşmazlık bulunmamaktadır.
Bu davanın konusunu teşkil eden uyuşmazlık sit alanlarında yer alan taşınmazlarda 20.7.2004 tarihinde 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununda 5226 sayılı Kanunla yapılan değişikliğe kadar zilyetlikle iktisap koşulları lehine gerçekleşen zilyedin müktesep hakkının korunup korunmayacağı ve değişikliğin kazanılmış hakları etkileyip etkilemeyeceği konusunda toplanmaktadır. Diğer bir anlatımla kamu düzeni, kamu yararı gibi gerekçelerle kanunda yapılan değişikliğin, kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önceki müktesep hakları ortadan kaldırıp kaldıramayacağı, bu kararın ve ihtilafın konusunu oluşturmaktadır.
Konuyu incelerken öncelikle kazanılmış hakkın ne olduğunun belirlenmesi, daha sonra da kazanılmış hakkın mevcut olup olmadığının açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti, Anayasasının 2. maddesine göre sosyal bir hukuk devleti olup, hukuk devletinin vazgeçilmez unsurlarından birisi de kazanılmış, hakların korunmasıdır. Bir çok yargı kararlarında da açık biçimde saptandığı gibi hukuk devleti, kişinin mevcut yasalara göre kazandığı haklarının daha sonra çıkartılacak yasalar ile elinden alınmayacağı yolunda vatandaşına güvence veren devlettir. Bu ilke ile Devletin güvenirliliği sağlanmaktadır. Hukukun temelinde “kanunların geriye yürümemesi” ilkesi bulunmaktadır.
Ancak, yasa koyucunun aksine bir düzenleme yaparak açıkça bir kanunun geriye yürütülmesini öngörebileceği kabul edilmektedir.
Bu husus müstakar yargı kararlarında da aynen benimsenmiştir. (Örnek: YHGK. 9.3.1988 gün 1987/2-860 1988/232 K ve 13.2.1991 gün 1990/2-648 1991/65 K sayılı ilamları).
Kazanılmış hakların korunması o kadar önemlidir ki, sadece yasal değişiklikler nedeni ile değil yürürlükten kaldırılan yasalar ile elde edilen haklar dahi korunmaktadır. Örneğin 1966 tarihinde yürürlüğe giren 775 sayılı Gecekondu Kanununun 3. maddesinin 1. fıkrasında bir kısım Hazine mallarının belediyelerin mülkiyetine geçeceği belirtilmiş ve bu taşınmazlar belediyeler adına tescil edilmiştir. Tescili yapılmayanlarla ilgili olarak açılan davalarda da koşulları oluşmuş ise, bu taşınmazlar mahkeme kararı ile belediyeler adına tescil edilmekte iken, 19.7.2003 tarihinde yürürlüğe giren 4916 sayılı Kanun ile Hazine mallarının belediyeye geçişini sağlayan madde iptal edilmiştir. Bu iptale rağmen, istikrarlı Yargıtay uygulamasında yasanın iptalinden önce kazanma koşulları doğmuş ise, iptalden sonra açılan davalar kazanılmış hak ilkesi göz önüne alınarak kabul edilmektedir.
Yine, 1934 tarihinde yayımlanarak yürürlüğe giren ve halen yürürlükte bulunan 2644 sayılı Tapu Kanununun 8 ve 9. madde hükümleri denizden izinli veya izinsiz doldurulan yerlerin bazı usul ve esaslar dairesinde mülkiyetinin doldurana devredilmesine, sicil kaydı oluşturularak özel mülkiyete konu edilmesine imkan tanımış ve bu uygulama 6785 sayılı İmar Kanununda bazı değişiklikler yapılmasını içeren 1605 sayılı Kanunun yürürlük tarihi olan 20.7.1972 tarihine kadar devam etmiştir. Ne var ki 1605 sayılı Kanunun ek 7. maddesinin son fıkrası ile dolgu ile mülk edinme yolu tümden kapatılmış ve kıyıların özel yasalardan kaynaklanan tasarrufuna dair istisnai hükümler dışında özel mülkiyete konu edilemeyeceği kabul edilmiştir. Ancak kararlılık kazanmış yargısal uygulamalarda, bu gün dahi açılan davalarda, 1972 tarihinden önce 2644 sayılı Kanunun 8 ve 9. maddelerine dayanılarak kazanılmış bir hak varsa, kazanılmış hak ilkesi dikkate alınarak bu yerlerin tesciline karar verilmektedir. Hakkı sağlayan Kanunun ortadan kalkması o hak zamanında kazanılan hakkı ortadan kaldırmamaktadır.
24.12.2004 tarihinde yürürlüğe giren 5272 sayılı Belediye Kanununun geçici 1. maddesi ile Hazineye ait bazı taşınmazların belediyelere devri öngörülmüş, ancak daha sonra, 31.12.2004 tarihinde yürürlüğe giren 5281 sayılı Kanunun 44/7 maddesi ile Hazine mallarının belediyelere devrini öngören geçici madde iptal edilmekle beraber, bu iptale kadar kazanılmış hakları ortadan kaldırmayacağından, aynı yasanın 45/10 maddesi ile, sonradan çıkan yasanın 5272 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 24.12.2004 tarihinden itibaren hüküm ifade edeceği açıklanmıştır. Görüldüğü gibi yasa koyucu yasanın geçmişe etkili olabilmesi için açıkça yasaya hüküm koymuştur. Demek ki yasada hüküm bulunmayan hallerde, sonradan çıkan bir yasanın kazanılmış hakları zedeleyecek biçimde kamu yararının bulunduğu düşüncesi ile geçmişe etkili olarak uygulanması mümkün değildir.
Nitekim 3402 sayılı Yasa’nın 14-17. maddesinin uygulanması sırasında da aynı prensipler kabul edilmiş, imar ihya ile iktisap koşulları zilyet yararına oluştuktan sonra taşınmaz imar planı kapsamı içerisine alınmışsa kesinleşen imar planı ile daha önce doğan mülkiyet hakkının ortadan kaldırılamayacağı, imar planına ilişkin idari kararın zilyedin müktesep hakkını etkilemeyeceği Yargıtay daireleri uygulamasında kararlılıkla benimsenmiştir. Müktesep hakkın varlığının tanınması Hukuk Devletinde yukarda belirtilen ilkeler ve mevzuat karşısında ayrı bir yasal düzenlemeye ihtiyaç göstermez 5226 sayılı Yasa’da kazanılmış hakları bertaraf edecek bir hükme yer verilmediğine göre, mahkemelerce kazanılmış hakların göz ardı edilemeyeceği kuşkusuzdur. Hukuk Genel Kurulu’nun 9.3.1988 tarih 1987/2-860 esas ve 1988/232 sayılı kararında da belirtildiği üzere herhangi bir yasa veya düzenleyici kural yürürlüğe girdiği andan itibaren derhal ve ileriye doğru hukuksal sonuçlarını doğurmaya başlar. Bunun doğal sonucunda yasaların yürürlüğe girmelerinden önceki olayları etkilemeyeceği, başka bir anlatımla geriye yürümeyeceğidir. Başta mahkemeler olmak üzere, yasaları uygulama durumunda bulunanlar, onları geriye yürür sonuçlar doğuracak şekilde yorumlamamakla yükümlüdürler.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 1 nolu protokolünün 1. maddesi mülkiyet hakkını teminat altına almaktadır. Madde şöyledir: “Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve Uluslararası Hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir…” Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi mülkiyet hakkını tanıyan tek uluslararası belge değildir. Örneğin İnsan Hakları Evrensel Bildirisi şöyle demektedir, “1- Herkesin tek başına veya diğerleri ile birlikte mülkiyet sahibi olma hakkı vardır.
2- Kimse keyfi bir biçimde mülkünden mahrum bırakılamaz.” Açıklanan ilkeler Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının muhtelit maddelerinde de yerini bulmuştur. Anayasamızın 35. maddesine göre; “herkes mülkiyet ve miras haklarına sahiptir ve bu haklar ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanabilir.” 63. maddede de, Tarih, Kültür ve Tabiat Varlıklarının Korunması başlığı altında; “Devlet, tarih, kültür ve tabiat varlıklarının korunmasını sağlar. Bu amaçla destekleyici ve teşvik edici tedbirleri alır. Bu varlıklar ve değerlerde özel mülkiyet konusu olanlara getirilecek sınırlamalar ve bu nedenle hak sahiplerine yapılacak yardımlar ve tanınılacak muafiyetler kanunla düzenlenir.” hükmünü getirmiştir. Yine 13. maddede “Temel hak ve hürriyetlerin, özlerine dokunulmaksızın, yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabileceği” hükmünü getirmiştir. Hukukun genel prensipleri de mülkiyet hakkının kutsallığını ve sınırlamaların ancak kanunla yapılabileceğini kamu düzeni ve kamu yararı amacıyla yapılabilecek sınırlamalarında müktesep hakları bertaraf edemeyeceği prensiplerini öngörmektedir.
Bilindiği üzere, bir ülkenin zenginliklerinin, tarihi ve kültürel değerlerinin başında kültür ve tabiat varlıkları gelir. Bunların korunması ve özellikle gelecek nesillere aktarılması için herkese büyük görevler düşmektedir. Bu varlıkların korunması için tüm çağdaş hukuk sistemlerinde olduğu gibi hukukumuzda da bu konu üzerinde hassasiyetle durulmuş muhtelif tarihlerde yasa ve tüzükler çıkarılmıştır. Ancak getirilen düzenlemelerle kişilerin mülkiyet hakları kısıtlanmakta ise, bu hükümlerin iptal edilmediği sürece, ileriye doğru sonuç doğurması gerekir.
Görüşmeler sırasında sit alanlarının zamanaşımı ile kazanılmasının yasa hükmü ile engellenmesinde kamu yararı bulunduğu, bu nedenle geçmişe etkili olarak yasa değişikliğinin uygulanması gerektiği ileri sürülmüştür. Ancak yukarıda da açıklandığı gibi hiçbir neden hukuk devletinde kazanılmış hakların geri alınması sonucunu doğuramaz. Unutulmamalıdır ki, kazanılmış hakkın korunması da kamu yararı ilkesi ile sıkı sıkıya bağlıdır.
Kazanılmış haklar, Hukuk Devleti kavramının temelini oluşturan en önemli unsurlardandır. Kazanılmış hakları ortadan kaldırıcı nitelikte sonuçlara yol açan yorumlar, Anayasa’nın 2. maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti Sosyal bir Hukuk Devletidir” hükmüne aykırı olacağı gibi, toplumsal kararlılığı ve hukuksal güvenceyi ortadan kaldıracağından belirsizlik ortamına neden olur ve kabul edilemez (YHGK.nun 12.4.2006 gün ve 2006/21-104-174 sayılı ilamı, 12.7.2006 gün ve 2006/4-519-527 sayılı ilamı).
Nitekim, yukarıda sözü edilen Kıyı Kanunu, İmar Kanunu gibi kanunlar da kamu düzeni düşüncesi ile çıkarılan kanunlar olmasına rağmen yargısal içtihatlarla, kararlı bir şekilde kazanılmış haklar korunmuştur.
Öte yandan Türk Medeni Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli hakkında Kanunun 1. maddesi Türk Medeni Kanununun yürürlüğe girdiği tarihten önceki olayların hukuki sonuçlarına bu olaylar hangi kanun yürürlükte iken gerçekleşmiş ise kural olarak o kanun hükümlerinin uygulanacağı ilkesini getirerek kazanılmış hakların korunmasını yasal güvenceye almıştır.
Somut olayda, korunması gereken kazanılmış bir hakkın bulunup bulunmadığı meselesine gelince: Taşınmazın, üzerinde korunmaya değer doğal veya kültürel varlık bulunmayan birinci ve üçüncü derecede sit alanı olduğu, bu niteliği ile yasa değişikliğinden önce zamanaşımı ile kazanılacak yerlerden olup, davalının bu taşınmazda 1954 yılında başlayan zilyetliğinin kadastro tespitinin yapıldığı 2002 yılına kadar nizasız (davasız), aralıksız ve malik sıfatı ile devam ettiği ve kadastro tespitinde davalı adına çap oluşturulduğu anlaşılmaktadır. Sonuç olarak, kadastro tespitinden önce zilyetlikle mülk edinme koşulları oluşmuştur. Bu nedenle, zamanaşımı ile kazanımı engelleyen yasa değişikliğinden önce kadastro tespiti yapılmamış veya senetsizden tescil davası açılmamış olsa bile, yasa değişikliğinden sonra, tespitte davalı adına yazılmasına veya açılacak bir tescil davasında zilyet adına tescile karar verilmesinde bir engel bulunmamaktadır. Çünkü zilyetliğin hukuksal sonuçları yasa değişikliğinden önce doğmuştur. Türk Medeni Kanununun 713. maddesinin beşinci fıkrasına göre; zilyetlik ile kazanım koşulları oluştuğunda, iddia ispatlandığı taktirde, mülkiyet, kadastro tespiti veya senetsizden tescil davasının sonucu ile değil, koşulların oluştuğu anda kazanılmaktadır. Bu niteliği ile bu konuda açılan tescil davaları inşai (kurucu) nitelikte olmayıp ihdasi (tespit edici) niteliktedir.
Kaldı ki, dava konusu 366 parsel numaralı taşınmaz 3573 sayılı Zeytinciliğin Islahı Hakkındaki Kanun hükümleri gereğince imar ihya edildiğinden Tarım Bakanlığının 23.11.1973 gün ve 1840-004-1716-88631 sayılı emirleri ve Ziraat Teknisyenliğinin Kaymakamlık onaylı 31.12.1973 tarih ve 18-C-361 sayılı yazıları gereği olarak, davacı adına 18.11.1974 tarih ve 73 numaralı tapu ile tescil edildiği, dolayısıyla tapulu arazi niteliğinde bulunduğu, 16.3.2002 tarihinde kesinleşen kadastro tespiti ile de yine davacı adına tespit gördüğü belirgin olduğundan, dolayısı ile mahkemece dayanılan Hukuk Genel Kurulu kararlarının bu dosyaya emsal teşkil etmeyeceği sonucuna varılmıştır.
Tüm bu açıklamalar göz önüne alındığında; davalının kazanılmış hakkı korunarak davanın reddine karar verilmesi gerekirken, hukuksal ve yasal olmayan gerekçeler ile davanın kısmen kabulüne karar verilmesi yerinde değildir. Davalının bu yöne ilişkin temyiz itirazlarının kabulü ile yerel mahkeme kararının bozulması gerekmektedir.
SONUÇ: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı HUMK.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 28.2.2007 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY: Davacı Hazine vekili, dava konusu 115 ada 366 parselin birinci ve üçüncü derece arkeolojik sit alanları içerisinde kaldığını açıklayarak tapu kaydının iptali ile Hazine adına tesciline karar verilmesini istemiştir.
Dava konusu 115 ada 366 parsel dava dışı başka parsellere uygulanan 18.11.1974 gün ve 73 numaralı tapu kaydının miktar fazlası olması nedeniyle zilyetliğe dayanılarak davalı adına tespit edilmiş ve tespit itirazsız 16.5.2002 tarihinde kesinleşmiştir.
Yapılan uygulama ve dosya içeriğine göre dava konusu taşınmaz bölümünün 3573 sayılı Kanun hükümleri uyarınca imar ve ıslah edilmek üzere davalıya tahsis edilen zeytinlik parsellerinin ve bu kanuna dayanılarak oluşturulan yukarıda tarih ve sayısı yazılı tapu kaydının kapsamı dışında kalan bir yerdir. Kesinleşmiş orman sınırlandırma hattının dışında kalan ve orman sayılmayan kayıt miktar fazlası bir yerin imar-ihya ve olağanüstü zamanaşımı yoluyla kazanılması mümkündür. Bu husus 3402 sayılı Kadastro Kanununun 20. maddesinin son fıkrasında açıkça belirtilmiştir. Ancak bir yerin imar-ihya veya olağanüstü zamanaşımı yoluyla kazanılabilmesi için yasada belirtilen diğer kazanma koşulları yanında taşınmazın niteliği itibariyle de kazanılmaya elverişli yerlerden olması gerekir. Dava konusu parselin İzmir 2 numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulunun 8.6.1996 gün ve 5756 sayılı kararı ile tescil edilen İassos Antik Kentine ilişkin karara ekli 1/2500 ölçekli haritasında kısmen birinci derece, kısmen de üçüncü derece arkeolojik sit alanı içerisinde kaldığı belirlenmiştir. Esasen taşınmazın bu niteliği yönünden herhangi bir uyuşmazlıkta bulunmamaktadır.
2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununun 11 maddesinin 1.fıkrası hükmüne göre korunması gerekli kültür ve tabiat varlıkları ile bunların koruma alanlarının zilyetlik yoluyla kazanılmaları mümkün bulunmakta idi. 27.7.2004 tarihinde yürürlüğe giren 5226 sayılı Kanunla getirilen değişiklik ve ekleme ile 2863 sayılı Kanunun 11. maddesinin 1.fıkrasının son cümlesine “Sit alanlarının” zilyetlik yoluyla iktisap edilemeyeceği hükmü getirilmiştir. Bu tarihten itibaren korunması gereken kültür ve tabiat varlıkları ile bunların korunma alanlarında olduğu sit alanlarının da zilyetlik yoluyla kazanılmaları yasaklanmıştır. Bu konuda herhangi bir uyuşmazlık bulunmamaktadır. Hukuki sorun, 5226 sayılı Kanunla getirilen düzenleme karşısında 27.7.2004 tarihinden önce kazanılmış hakların korunup korunamayacağı noktasında toplanmaktadır.
2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu ile bu kanunun tüm ek ve değişiklikleri kamu düzeni ile ilgili olup bu nedenle görülmekte olan tüm davalara uygulanacak olan hükümlerdir. Bu husus Yüksek Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 30.6.1993 günlü 1993/16-139 Esas, 1993/487 sayılı Kararında açıkça belirtilmiştir. 5226 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra direnme yoluyla Hukuk Genel Kuruluna intikal eden dava nedeniyle 29.11.2006 gün 2006/8-286-775 Esas ve sayılı kararıyla da aynı husus benimsenmiştir. 2863 sayılı Kanun hükümlerinin kamu düzeniyle ilgili bulunması ve henüz kesinleşmemiş ve görülmekte olar davalarda da göz önünde tutulması ilkesi yakın tarihe kadar Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, Yargıtay 7, 8 ve 17.Hukuk Dairelerince de benimsenmiştir.
Konuya ilişkin Hukuk Genel Kurulunun; a- 10.5.2006 gün, 2006/8-246 Esas, 2006/290 sayılı Kararı b- 29.11.2006 gün, 2006/8-286 Esas, 2006/755 sayılı Kararı Yargıtay 7.Hukuk Dairesinin; 28.1.2005 gün, 2005/127 Esas, 2005/97 sayılı Kararı, Yargıtay 8.Hukuk Dairesinin bu konuya ilişkin kararlılık kazanan kararları kökleşmiştir.
Yargıtay 17.Hukuk Dairesinin; 13.10.2005 gün, 2005/9941 Esas, 2005/9749 sayılı Kararı, tarih ve sayıları yukarıya alınan karar örneklerinden de anlaşılacağı üzere Yargıtay Hukuk Genel Kurulu ve Özel Dairelerin uygulamaları ile 2863 sayılı Kanunun Değişik 11. maddesinin görülmekte olan tüm davalara uygulanacağı benimsenmiştir.
Somut olayda dava konusu taşınmaz sit alanında kalmış olmakla birlikte üzerinde korunması gerekli kültür ve tabiat varlıkları bulunan bir yerdir. Bu dava nedeniyle dinlenen uzman bilirkişi tarafından düzenlenen 15.5.2003 günlü raporda aynen:
“ARAZİ ÜZERİNDE YAPMIŞ OLDUĞUM İNCELEMELERDE BAHSE KONU PARSELİN GÜNEY BATI SINIRINI ANTİK SUR DUVARLARI OLUŞTURMAKTADIR. AYRICA PARSELİN YÜZEYİNDE AZ MİKTARDA SERAMİK PARÇALARINA RASTLANILMIŞTIR. ZEYTİNLİK OLARAK KULLANILAN PARSEL EĞİMLİ BİR YAPIYA SAHİPTİR. TOPRAK ALTINDAN KÜLTÜR VARLIĞI ÇIKMASI MUHTEMELDİR.”
Uzman bilirkişinin raporunda geçen “Antik sur duvarları” ve “seramik parçaları” 2863 sayılı Kanunun 6. maddesinde belirtilen kültür varlığı örneklerindendir. Anılan maddede açıkça seramik parçaları ve eski anıt ve duvar kalıntılarının kültür varlığı olduğu açıkça hüküm altına alınmıştır. Yukarıda da açıklandığı üzere korunması gerekli kültür ve tabiat varlıkları ile bunların koruma alanlarının zilyetlik yoluyla kazanılmaları mümkün değildir. Yüce Genel Kurulun çoğunluğunca gerek taşınmazın niteliği ve gerekse üzerinde bulunan korunması gereken kültür ve tabiat varlıkları göz ardı edilerek böyle bir yer üzerinde doğmuş bulunan kazanılmış hakların korunacağının kabul edilmiş olması anılan yasa hükümlerine ve yerleşik uygulamaya aykırı düşmektedir. Bu tür bir yaklaşım kültür ve tabiat varlıklarının ortadan kaldırılması sonucunu doğurur.
Yukarıdan beri açıklanan yasal düzenlemeler ve maddi olgular karşısında usul ve yasaya uygun bulunan yerel mahkeme kararının doğru olduğu düşüncesiyle değerli Hukuk Genel Kurulu çoğunluğunun görüşlerine katılmıyorum.
KARŞI OY YAZISI: Dava konusu 115 ada 366 parsel sayılı 40599.89 m2 yüzölçümündeki taşınmaz zeytinlik niteliği ile kasım 1974 tarih 73 numaralı tapu kaydı revizyon gösterilerek 2457.19 m2’lik bölümün 1. derece, kalan bölümünün de 3. derece arkeolojik sit alanı içinde bulunduğu beyanlar hanesinde gösterilmek suretiyle davalı Hıdır Yiğitkaya adına tesbit ve tapuya tescil edilmiştir.
Davacı Hazine, dava ve Islah dilekçesinde, dava konusu taşınmazın, 52, 56, 59, 113 ve 114 sayılı zeytincilik parsellerinin içinde kaldığı tesbitin dayanağı Kasım 1974 tarih 73 numaralı tapu kaydı kapsamının 112 ve 113 zeytincilik parsel numarası ile davalıya tevzien tahsis edilerek imar ihya edilen zeytincilik parsellerden oluştuğunu, 112 ve 113 numaralı zeytincilik parselleri dışında kalan zeytincilik parsellerinin dağıtılmadığını, dağıtılmayan taşınmazlar üzerindeki yabani zeytin ağaçlarının aşılanmasının imar ihya sayılamayacağını ve taşınmazın arkeolojik sit alanı içerisinde bulunduğunu ileri sürerek, iptal ve tescil isteminde bulunmuştur.
Keşif sırasında dinlenen fen bilirkişi, krokili raporunda dava konusu 115 ada 366 sayılı parselin 52, 56, 59, 113 ve 114 numaralı zeytincilik parsellerinin içinde kaldığını belirtmiştir.
Mahkemece, bilirkişi raporunda (A) ile gösterilen bölümün davalıya tevzien tahsis edilen 113 numaralı zeytincilik parseli içinde, geriye kalan B, C, D, E ile gösterilen bölümlerin ise 114, 59, 52 ve 56 numaralı zeytincilik parseli kapsamında kaldığı, ancak bu bölümler davalıya tevzi ve tahsis edilmediğinden üzerindeki delicelerin aşılanmasının imar ihya sayılamayacağı ve kısmen 1. derece kısmen de 3.derece arkeolojik sit alanı içinde yer aldığı gerekçesiyle B, C, D ve E ile gösterilen bölümlerin tapu kaydının iptali ile Hazine adına tesciline karar verilmiştir.
Davalı vekilinin temyizi üzerine Yüksek 1. Hukuk Dairesince davanın reddine karar verilmesi gereğine değinilerek hüküm bozulmuş, mahkemece de eski kararda direnilmiştir.
Yerel mahkeme ile özel Daire arasındaki çekişme, zeytincilik parseli olarak ayrılan ve aynı zamanda arkeolojik sit alanında kalan ancak, dağıtımı yapılmayan yerlerin imar, ihya ve zilyetlik yoluyla kazanılıp kazanılamayacağı noktasında toplanmaktadır.
Gerek 3573 Sayılı Yasanın 2, 3, 4, 5 gerekse 6831 Sayılı Yasanın 1/ı. maddesi gereğince yabani zeytinlik sahalarının kişiler adına tescil edilebilmesi için tahsis, imar ihya koşullarının gerçekleşmesi ve Bakanlık onayından sonra tahsis edilen kişi adına o yerin mülki amiri tarafından tapuya tescil ettirilmesi gerekir.
Hazine tarafından 3573 Sayılı Zeytincilik Yasasına göre dağıtıma tabi tutulmayan veya dağıtıma (tahsis) tabi tutulduğu halde imar ve ihya edilmeyen taşınmazların salt zeytincilik parselasyon haritası kapsamında bulunması mülkiyet hakkı doğurmayacağından, bu tür taşınmazların daha sonradan imar ihya ile kazanılması olanaklı değildir.
3402 Sayılı yasanın 20/A maddesi gereğince haritaya dayanan kayıt ve belgelerin kapsamı haritasına göre belirlenir. O halde, 52, 56, 59, 114 sayılı zeytincilik parsellerinin kimlere dağıtıldığı, dağıtılan kişiler adına tapu kaydı oluşup oluşmadığı ilgili ziraat müdürlüğü yada ziraat teşkilatından sorularak bununla ilgili belge ve haritalar getirtilmeli, çekişmeli taşınmaza komşu 349, 363, 365, 367, 526, 527 sayılı parsellerin kadastro tutanak suretleri, dayanak kayıtları, tapu kayıtları Tapu Sicil Müdürlüğünden istenmeli, Hazine dava konusu taşınmazın, 113 sayılı zeytincilik parseli dışında kalan bölümlerinin dağıtılmadığını iddia ettiğinden, tapu kaydının dayanağı zeytincilik parselasyon haritası 3402 Sayılı Yasanın 20/A maddesine göre komşu parsellerin dayanağı tapu kayıtlarından da yararlanılarak yerine uygulanıp, dava konusu taşınmaza uyup uymadığı, komşu parsellerin zeytincilik haritasındaki konumları ile 3573 Sayılı Yasaya göre oluşan zeytincilik tapuları bulunup bulunmadığı, sınırların sabit hale gelip gelmediği araştırıldıktan sonra tapu kaydının uyduğu ve 366 sayılı parsel içinde kalan zeytincilik parsellerinin tümünün dağıtıldığı ve sınırların sabit hale geldiğinin anlaşılması halinde, Kültür ve Tabiat Varlıklarının Korunmasına dair 2863 Sayılı Yasanın 11. maddesinin 5226 Sayılı Yasanın 5. maddesinde yapılan değişiklikle sadece sit alanların zilyetlik yolu ile kazanılmayacağının öngörüldüğü, 3573 Sayılı Yasa ile oluşan tapu kaydı kapsamındaki taşınmazın sit alanında kalmasının sözü edilen yasa kapsamında değerlendirilemeyeceği, göz önünde bulundurularak 113 sayılı zeytincilik parseli dışında kalan parsellerin dağıtılmadığı veya dağıtılsa bile, imar ihya koşullarının tamamlanmadığından, 3572 Sayılı Yasaya göre tapu kaydının oluşmadığının anlaşılması halinde bu zeytincilik parsellerinin daha sonraki yıllarda imar ihya edilerek kazanılmasının 3573 Sayılı Yasa karşısında olanaklı olmadığı gözetilerek hüküm kurulması gerekir. Mahkeme kararı açıklanan nedenlerle bozulması gerekirken, Sayın çoğunluğun kesin bozma yönünde oluşan kararına bu nedenle katılmıyoruz.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1–170 K: 1999/167 T: 24.3.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/8-249 K: 2005/276 T: 27.4.2005
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/20-490 K: 2003/510 T: 24.9.2003
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/7-174 K: 2004/161 T: 24.3.2004
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/220 K: 2007/217 T: 18.04.2007
Somut dava, imar, ihya ve zilyetliğe dayalı tescil isteğine ilişkindir. Somut olayda yerel bilirkişiler ve tanık mahkemece taşınmaz mahallinde değil, oturumda dinlenmişler, davacının imar ve ihya eyleminin hangi tarihte, nasıl ve ne şekilde başladığı, sürdürüldüğü kendilerine açık ve net bir şekilde sorulmamış, değerlendirilmemiştir. Bu durumda öncesi itibarıyla tespit dışı bırakılan, fenni bilirkişi krokisinde (B) harfi ile gösterilen taşınmaz parçası, mera komisyonunca mera olarak sınırlandırıldığı tarihe kadar zilyetlikle iktisap edilebileceğinden, yerel bilirkişi ve tanıkların taşınmaz başında dinlenilerek yer ve zaman gösterecek şekilde beyanları alınmalı, değerlendirilmeli, davacı yararına zilyetlikle iktisap koşullarının oluşup oluşmadığı tespit edilmeli, sonucuna göre bir karar verilmelidir.
YARGITAY İLAMI: Taraflar arasındaki “tapu iptali, tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 25.Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 13.10.2005 gün ve 2004/144 E-2005/343 K.sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8.Hukuk Dairesinin 13.04.2006 gün ve 2006/1743-2493 sayılı ilamı ile; (…Davacı vekili, imar-ihya ve kazanmayı sağlayan zilyetlik nedeniyle dava dilekçesinde mevkii ve sınırları yazılı kadastroca tespit dışı bırakılan taşınmazın vekil edeni adına tapuya tesciline karar verilmesini istemiş, yargılama sırasında tescil konusu yerin 1451 parsel sayısı ile idari yoldan mer’a olarak tahsis ve tescil edilmesi üzerine davayı ıslah ederek tapu kaydının iptali ile vekil edeni adına tescilini istemiştir.
Davalı Hazine vekili ile Belediye vekili, davanın reddine karar verilmesini savunmuşlardır. Mahkemece, davanın reddine karar verilmesi üzerine; hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava, TMK.nun 713/1 ve 3402 sayılı Kadastro Kanununun 14. ve 17. maddeleri uyarınca kadastroca tespit dışı bırakılan taşınmazın tescili isteğiyle açılmış, yargılama sırasında dava konusu yerin mer’a olarak tahsis edilmesi üzerine sınırlandırmanın kısmen iptali isteğine dönüşmüştür. Tescil konusu yerin teknik bilirkişi krokisinde A harfi ile gösterilen bölümünün 264 nolu mer’a parseli içinde kaldığı, B harfi ile gösterilen bölümünün ise 03.02.2003 gün ve 601 yevmiye numarası ile sonradan tahsis edilen 1451 nolu mer’a parseli kapsamına alındığının belirlenmesi üzerine mahkemece meraların kazandırıcı zamanaşımı ve zilyetlikle özel mülkiyet olarak tescilinin mümkün bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Öncesi mer’a olan bir yer, süresi neye ulaşırsa ulaşsın zilyetlikle kazanılamayacağından mahkemenin bu açıdan red gerekçesi yerinde ise de; somut olayda olduğu gibi dava konusu yerin bir bölümü, ekilemez arazi niteliğinde kadastroca tespit dışı bırakılan bir yerdir. Öncesi mer’a olmayan böyle bir yerin TMK.nun 713/1 ve 3402 sayılı Kanunun 14 ve 17. maddelerindeki olumlu ve olumsuz koşulların gerçekleşmesiyle kazanılması mümkün olabilir. Dosyadaki 12.04.2002 gün ve 13 sayılı mera komisyonu kararına göre mer’a sınırlandırmasına karşı davacının yapmış olduğu itiraz, söz konusu yerin mera olarak kullanılmasında kamu yararı bulunduğu gerekçesiyle reddedilmiştir. Dava konusu taşınmazını teknik bilirkişi krokisinde B harfi ile gösterilen 6571 m2 yüzölçümündeki bölümü, öncesi itibariyle ekilemez arazi niteliğiyle tespit dışı bırakılan ve mer’a olmayan bir yer olduğu belirlendiğine göre, imar-ihyasının tamamlandığı tarihten mer’a olarak tahsis ve sınırlandırıldığı tarihe kadar koşullarının gerçekleşmesi halinde kazanılması mümkün olabilir. Ancak, bu yer mer’aya tahsis edilmekle kamu emlakine dönüşmüş bulunduğundan özel mülkiyet şeklinde tapuya tescili mümkün olamayacağından mülkiyetin tespitine karar verilmesi gerekir. Mahkemece açıklanan şekilde inceleme ve değerlendirme yapılarak sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile davanın reddine karar verilmiş olması doğru görülmemiştir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve direnme kararının verildiği tarih itibariyle HUMK. 2494 sayılı Yasa ile değişik 438/II.fıkrası hükmü gereğince duruşma isteğinin reddine karar verilip dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, imar, ihya ve zilyetliğe dayalı tescil isteğine ilişkindir. Davacı kadastro tespiti sırasında tescil harici bırakılan taşınmazını 30 yıldan fazla bir süredir, malik sıfatıyla ektiğini, verimliliği artırmak için işçi tutmak suretiyle taşlarını ayıklattırdığını, para ve emek sarf ederek imar, ihya ettiğini ileri sürerek taşınmazın adına tescilini talep ve dava etmiştir.
Davalı Hazine vekili, dava konusu taşınmazın mera olduğunu, kazandırıcı zamanaşımı yoluyla edinilmesinin mümkün olmadığını, davanın reddine karar verilmesini cevaben bildirmiştir.
Davalı köy muhtarlığı davaya cevap vermemiş; yerel mahkemece, davanın reddine ilişkin olarak kurulan hüküm, Özel Dairece yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuştur.
Dosyadaki bilgi ve belgelerden, dava konusu yerin, teknik bilirkişi raporunda (A) harfi ile gösterilen bölümünün 264 numaralı mera parseli içerisinde, (B) harfi ile gösterilen bölümünün ise idari yoldan tahsis ve tescil edilen 1451 numaralı mera parseli içerisinde kaldığı anlaşılmaktadır. Yargılama sırasında davacı vekili 23.3.2005 tarihli dilekçesiyle, 1451 parsel içerisinde kalıp, (B) harfi ile gösterilen kısmın tapusunun iptaliyle, yeni bir parsel numarası altında davacı adına tescili yönünde davasını ıslah ettiğini bildirmiştir.
Hemen belirtilmelidir ki meralar zilyetlikle iktisap edilemez. Dava konusu, krokide (B) harfi ile gösterilen taşınmaz kadastro tespiti sırasında tespit dışı bırakılan, devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerdendir. Mera olarak sınırlandırıldığı tarihe kadar zilyetlikle iktisap edilebilme olanağı bulunmaktadır.
Taşınmaz davalarında kural olarak keşif yapılmadan karar verilmesi mümkün değildir. Bilirkişi ve tanıklar keşif mahallinde dinlenmelidirler.
Somut olayda yerel bilirkişiler ve tanık mahkemece taşınmaz mahallinde değil, 27.1.2005 tarihli oturumda dinlenmişler, davacının imar ve ihya eyleminin hangi tarihte, nasıl ve ne şekilde başladığı, sürdürüldüğü kendilerine açık ve net bir şekilde sorulmamış, değerlendirilmemiştir.
Bu durumda öncesi itibarıyla tespit dışı bırakılan, fenni bilirkişi krokisinde (B) harfi ile gösterilen taşınmaz parçası, mera komisyonunca mera olarak sınırlandırıldığı tarihe kadar zilyetlikle iktisap edilebileceğinden, yerel bilirkişi ve tanıkların taşınmaz başında ve yukarıda değinildiği şekilde dinlenilerek yer ve zaman gösterecek şekilde beyanları alınmalı, değerlendirilmeli, davacı yararına zilyetlikle iktisap koşullarının oluşup oluşmadığı tespit edilmeli, sonucuna göre bir karar verilmelidir.
O halde, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı HUMK.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 18.04.2007 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1–170 K: 1999/167 T: 24.3.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/8-249 K: 2005/276 T: 27.4.2005
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/7-174 K: 2004/161 T: 24.3.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/714 K: 2012/78 T: 15.02.2012
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/287 K: 2007/322 T: 30.05.2007
Orman niteliğindeki taşınmazların zilyetlikle kazanılması mümkün değildir.
YARGITAY İLAMI: Taraflar arasındaki “Kadastro Tespitine İtiraz” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Tunceli Kadastro Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 2.6.2006 gün ve 2006/315 E., 2006/411 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 20. Hukuk Dairesinin 13.11.2006 gün ve 2006/11901-15164 sayılı ilamı ile, (…Kadastro sırasında, Uzuntarla Köyü 115 ada 23 parsel sayılı 4.021,34 m2 yüzölçümündeki taşınmaz, senetsiz belgesiz olarak tarla niteliği ile kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği nedeniyle davalı Ahmet Güyildar adına tespit edilmiştir. Davacı Orman Yönetimi, çekişmeli taşınmazın orman sayılan yerlerden olduğu iddiasıyla dava açmıştır. Mahkemece davanın kabulüne, dava konusu taşınmazın kadastro tespitinin iptal edilerek orman niteliği ile Hazine adına tapuya tesciline karar verilmiş, hüküm davalı tarafından temyiz edilmiştir.
Dava, kadastro tespitine itiraz niteliğindedir. Çekişmeli taşınmazın bulunduğu yerde orman kadastrosu yapılmamıştır. Mahkemece yapılan inceleme, araştırma ve uygulama hüküm kurmaya yeterli değildir.
a- Hükme dayanak yapılan orman bilirkişi raporunda; çekişmeli alanın, çok eski tarihlerden beri 30-40 cm pulluk derinliğinde sürülerek ve işlenerek en az 100 yıldır tarım arazisi olarak kullanıldığı, ancak son 10-15 yıldır terk edilerek nadasa bırakıldığı, bakımsızlıktan üzerinin çayır otları ile kaplandığı, yörenin ekolojik koşullarına uygun olarak nadasa bırakıldığı süre içerisinde alana gelen ve alanın kenarlarında serpili halde 10-15 yaşlarında meşe ağaçlarının oluştuğu, davalı parsel üzerinden alınan toprak örneklerinden ve profil içinde yapılan incelemelerden toprak içerisinde orman ağaçlarına ilişkin kök kalıntılarının yer almadığının tespit edildiği,
b- Raporun devamında ise, dava konusu alanın çevresi ile birlikte incelendiğinde ormanlık alanlar ile arasında ayırıcı unsur bulunmadığı, çevresindeki ormanlık alanlar ile tam bir bütünlük arz ettiği genel görünümü itibariyle alanın toprak yapısının orman yetiştirmeye elverişli ve orman toprağı niteliğinde bulunduğu, çekişmeli taşınmazın 1959 basım tarihli memleket haritasında ve tarihi belirtilmeyen hava fotoğraflarında yeşil zemin üzerinde orman ile sembolize edilen orman alanları içinde kaldığı, bu sebeplerle orman sayılan yerlerden olduğunu,
c- Diğer taraftan, aynı keşifte bilgisine başvurulan ziraat bilirkişi tarafından düzenlenen raporda ise; çekişmeli taşınmazın devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olmadığı tarım arazisi niteliğinde bulunduğu açıklanmıştır.
Bu durumda; karara dayanak alınan uzman orman ve ziraat bilirkişi raporları birbiriyle ve kendi içinde çelişkili olup, raporlar çekişmeli yerin öncesinin orman niteliğini belirlemeye yeterli ve kanaat verici olmadığından, bu raporlara dayanılarak hüküm kurulamaz.
O halde; mahkemece, eski tarihli memleket haritası, hava fotoğrafları ve varsa amenajman planı ilgili yerlerden getirtilip, önceki bilirkişiler dışında bu konuda uzman serbest orman mühendisleri arasından seçilecek bir orman yüksek mühendisi, bir ziraat mühendisi ve bir fen elemanı aracılığıyla yeniden yapılacak inceleme ve keşifte, çekişmeli taşınmaz ile birlikte çevre araziye de uygulanmak suretiyle taşınmazın öncesinin bu belgelerde ne şekilde nitelendirildiği belirlenmeli; 3116, 4785 ve 5658 Sayılı Yasalar karşısındaki durumu saptanmalı; tapu ve zilyedlikle ormandan toprak kazanma olanağı sağlayan 3402 Sayılı Yasanın 45. maddesinin ilgili fıkraları, Anayasa Mahkemesinin 01.06.1988 gün ve 31/13 E.K.; 14.03.1989 gün ve 35/13 E.K. ve 13.06.1989 gün ve 7/25 E.K. sayılı kararları ile iptal edilmiş ve kalan fıkraları da 03.03.2005 gününde yürürlüğe giren 5304 Sayılı Yasanın 14. maddesi ile yürürlükten kaldırılmış olduğundan, bu yollarla ormandan yer kazanılamayacağı, öncesi orman olan bir yerin üzerindeki orman bitki örtüsü yok edilmiş olsa dahi, salt orman toprağının orman sayılan yer olduğu düşünülmeli; toprak yapısı, bitki örtüsü ve çevresi incelenmeli; kesinleşmiş orman kadastrosu bulunmadığından, yukarıda değinilen diğer belgeler fen ve uzman orman bilirkişiler eliyle yerine uygulattırılıp; orijinal-renkli (renkli fotokopi) memleket haritasının ölçeği kadastro paftası ölçeğine, yine kadastro paftası ölçeği de memleket haritası ölçeğine çevrildikten sonra, her iki harita komşu ve yakın komşu parselleri de içine alacak şekilde birbiri üzerine ablike edilmek suretiyle, çekişmeli taşınmazın konumunu çevre parsellerle birlikte haritalar üzerinde gösterecekleri yalnız büro incelemesine değil, uygulamaya ve araştırmaya dayalı, bilirkişilerin onayını taşıyan krokili bilimsel verileri bulunan yeterli rapor alınmalı ve oluşacak sonuç çerçevesinde bir karar verilmelidir. Açıklanan hususlar gözetilmeksizin, eksik inceleme ve yetersiz bilirkişi raporuna dayanılarak yazılı biçimde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırıdır…) gerekçesiyle bozularak dosya geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
c- Diğer taraftan, aynı keşifte bilgisine başvurulan ziraat bilirkişi tarafından düzenlenen raporda ise; çekişmeli taşınmazın devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olmadığı tarım arazisi niteliğinde bulunduğu açıklanmıştır.
Bu durumda; karara dayanak alınan uzman orman ve ziraat bilirkişi raporları birbiriyle ve kendi içinde çelişkili olup, raporlar çekişmeli yerin öncesinin orman niteliğini belirlemeye yeterli ve kanaat verici olmadığından, bu raporlara dayanılarak hüküm kurulamaz.
O halde; mahkemece, eski tarihli memleket haritası, hava fotoğrafları ve varsa amenajman planı ilgili yerlerden getirtilip, önceki bilirkişiler dışında bu konuda uzman serbest orman mühendisleri arasından seçilecek bir orman yüksek mühendisi, bir ziraat mühendisi ve bir fen elemanı aracılığıyla yeniden yapılacak inceleme ve keşifte, çekişmeli taşınmaz ile birlikte çevre araziye de uygulanmak suretiyle taşınmazın öncesinin bu belgelerde ne şekilde nitelendirildiği belirlenmeli; 3116, 4785 ve 5658 Sayılı Yasalar karşısındaki durumu saptanmalı; tapu ve zilyedlikle ormandan toprak kazanma olanağı sağlayan 3402 Sayılı Yasanın 45. maddesinin ilgili fıkraları, Anayasa Mahkemesinin 01.06.1988 gün ve 31/13 E.K.; 14.03.1989 gün ve 35/13 E.K. ve 13.06.1989 gün ve 7/25 E.K. sayılı kararları ile iptal edilmiş ve kalan fıkraları da 03.03.2005 gününde yürürlüğe giren 5304 Sayılı Yasanın 14. maddesi ile yürürlükten kaldırılmış olduğundan, bu yollarla ormandan yer kazanılamayacağı, öncesi orman olan bir yerin üzerindeki orman bitki örtüsü yok edilmiş olsa dahi, salt orman toprağının orman sayılan yer olduğu düşünülmeli; toprak yapısı, bitki örtüsü ve çevresi incelenmeli; kesinleşmiş orman kadastrosu bulunmadığından, yukarıda değinilen diğer belgeler fen ve uzman orman bilirkişiler eliyle yerine uygulattırılıp; orijinal-renkli (renkli fotokopi) memleket haritasının ölçeği kadastro paftası ölçeğine, yine kadastro paftası ölçeği de memleket haritası ölçeğine çevrildikten sonra, her iki harita komşu ve yakın komşu parselleri de içine alacak şekilde birbiri üzerine ablike edilmek suretiyle, çekişmeli taşınmazın konumunu çevre parsellerle birlikte haritalar üzerinde gösterecekleri yalnız büro incelemesine değil, uygulamaya ve araştırmaya dayalı, bilirkişilerin onayını taşıyan krokili bilimsel verileri bulunan yeterli rapor alınmalı ve oluşacak sonuç çerçevesinde bir karar verilmelidir. Açıklanan hususlar gözetilmeksizin, eksik inceleme ve yetersiz bilirkişi raporuna dayanılarak yazılı biçimde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırıdır…) gerekçesiyle bozularak dosya geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine 30.05.2007 gününde ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY
Dava; Kadastro tespitine itirazdır. Niza konusu taşınmaz Tunceli İli, Uzuntarla Köyü, 115 ada, 23 parsel olup, 4.021.34 m2.dir. Taşınmazın bulunduğu bölgede daha önce orman kadastrosu yapılmamıştır.
1- Bir taşınmazın bulunduğu yerde orman kadastrosu yapılmış, kesinleşmişse taşınmazın orman olup olmadığı, orman tahdit tutanakları ile haritasına değer verilerek ve serbest orman mühendisi veya mühendisleri tarafından uygulanarak belirlenir.
2- Somut olayda olduğu gibi, eğer taşınmazın bulunduğu yerde orman kadastrosu yapılmamışsa, o taşınmazın orman sayılan yerlerden olup olmadığı yapılacak keşifte dinlenilecek serbest orman mühendisi veya mühendislerinin verecekleri rapor ile belirlenir. Bu rapora esas alınan hususlar memleket haritası, amenajman planları ve en eski tarihli hava fotoğraflarıdır.
23.5.2006 tarihli Orman Yüksek Mühendisi Yrd.Doç.Dr. Arslan Okatan’ın raporunda;
“Sonuç ve Kanaat Bölümünde;
Dava konusu 115 ada, 23 nolu parsel,
3116 sayılı Orman Yasasına göre “Orman Sayılan” yerlerdendir.
4785 sayılı Yasaya göre devletleştirilen orman alanlarındandır.
5658 sayılı Yasaya göre, iadeye tabi alanlardan değildir.
…eğim düşük olduğundan toprak muhafaza karakteri taşımadığı tespit edilmiştir. Ancak çevresi ile birlikte değerlendirildiğinde, bu tür alanların sürekli olarak yoğun bir bitki örtüsü tabakası ile kaplı bulundurulması gerekmektedir. Genel görünümü itibariyle alanın toprak yapısı orman yetiştirmeye elverişli ve orman toprağı niteliğindedir.
Dava konusu alan çevresindeki orman alanlarıyla tam bir bütünlük arz etmektedir.
Amenajman planı meşçere haritasında nizalı olan BBT-OT (Bozuk, Baltalık-Orman Toprağı) niteliğindeki alanlar içerisinde kalmaktadır.
Dava konusu alanın orman yetiştirmeye elverişli olması ve orman toprağı ile kaplı bulunması bu alanın eskiden beri ormanlık bir alan olduğunu ve orman sayılan yerlerden olduğunu göstermektedir.
Dava konusu alan ile çevresindeki orman toprağı ile kaplı olan ormanlık alanlar arasında herhangi bir ayırıcı unsur mevcut değildir.
Dava konusu parselin, 1/25000 ölçeğine dönüştürülen kadastro pafta krokisinin, 1/25000 ölçekli eski tarihli memleket haritası ve 1/25000 ölçekli amenajman planı meşçere haritası üzerine yapılan çakıştırması sonucunda ortaya çıkan yeri ve konumu belirlenerek işaretlenmiştir.
…Bunun için Küresel Konum Belirleme Sistemi alıcısından yararlanılmıştır… parselin harita üzerindeki konumu hatasız olarak tespit edilmiştir. Parselin harita üzerinde yer aldığı konum ve etrafına ilişkin değerlendirme ise, memleket haritasının sağ kenarında yer alan “İŞARETLER” bölümü dikkate alınarak yapılmıştır. Burada yeşil alanlara ilişkin olarak 9 adet sembolizasyon mevcuttur. Buna göre dava konusu alan zeminde yeşil renk ile boyalı olup, yeşil zemin üzerinde ise “Orman” ile sembolize edilen orman alanları içerisinde kaldığı tespit edilmiştir. Yöreye ait hava fotoğraflarının stereoskop ile yapılan üç boyutlu incelemelerinde alanın ormanlık alan niteliğinde olduğu tespit edilmiştir.
Denilmektedir. Bu bilirkişi raporunun daha sonraki bölümlerinde, taşınmazın genel görünümü hakkında açıklamalarda bulunulmuştur.
…
Dava konusu alanın çevresi ile birlikte incelenmesi yapıldığında ormanlık alanlar ile ayırıcı unsur olmadan bütünlük sağladığı ve alanın çok eski tarihlerde ormandan açılarak elde edildiği tespit edilmiştir.
Dava konusu parselin eğim durumu ve fiziki yapısı dikkate alındığında tarım yapmaya elverişli olduğu ancak, konumu dikkate alındığında, orman içi açıklık durumunda olması dava konusu alanın orman sayılan yerlerden olduğunu ortaya koymuştur.
…
Dava konusu nizalı parsel, 6831 sayılı Orman Yasasının 1. maddesine göre yukarıda sayılan nedenlerde dikkate alınarak, gerekli değerlendirmeler yapıldığında “Orman Sayılan” alanlardan olduğu sonuç ve kanaatine varılmıştır.
Denilmektedir.
Orman Yüksek Mühendisinin bu raporu açık ve net olarak nizalı taşınmazın orman olduğunu tespit eden rapordur. Bu raporun kendi içerisinde çelişik olduğunu söylemek mümkün değildir. Zira taşınmazın orman olup olmadığı konusunda rapor verecektir. Gözlemini yazması onun taşınmazı tarım arazisi olduğunu belirlediği anlamına gelmez. Zira Orman Yüksek Mühendisinin öyle bir görevi yoktur. Bu tür beyanlarına da itibar edilemez. Zira aksi halde makine mühendisinin inşaat alanında rapor vermesine benzer. Bu rapora çelişik denilemez. Değer verilmez.
Orman mühendisi de kendi alanında rapor vermiş ve taşınmazın orman olduğunu belirlemiştir.
Ziraat Mühendisi Hüseyin Rahmi Yerlikaya’nın raporunda ise; taşınmazın tarım arazisi vasfında olduğu bildirilmiş ve kazanım şartları dile getirilmiş, gözlemlerine yer verilmiştir. Bu raporda kendi içerisinde doğrudur.
Orman mühendisi raporu ile ziraat mühendisi raporu arasında da çelişki yoktur.
Her iki rapor kendi içerisinde tutarlıdır.
Bir taşınmazın önce orman olup olmadığı saptanacaktır (Ormansa ki, olayımızda taşınmazın orman olduğu belirlenmiştir). O zaman taşınmazın zilyetlikte kazanılması mümkün değildir. Yapılan zilyetlik, imar-ihya geçersizdir.
Eğer orman değilse; o zaman taşınmazın tarım arazisi yönü ve şartları üzerinde durularak ziraat mühendisinin raporu devreye girecektir. Ve bu raporda 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 713/1. maddesindeki ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 14. ve 17. maddelerindeki şartların mevcut olup olmadığı araştırılacaktır.
Somut olayda yukarıda anlatılan nedenlerle Orman Yüksek Mühendisinin raporu kendi içerisinde çelişkili olmadığı gibi, Orman Yüksek Mühendisi ile Ziraat Mühendisi raporları arasında da çelişki yoktur.
Nizalı taşınmazın toprağı ile birlikte çok eski tarihlerden beri orman olduğu belirlenmiştir. Araştırılacak başka bir yön yoktur. Orman sayılan taşınmazın zilyetlikle kazanılması mümkün değildir. Özel Dairenin şimdiye kadarki tüm uygulaması da bu yöndedir. Zaten aynı mahkemenin verdiği birçok kabul kararını da bu sebeple onamıştır. Hatta aynı mahkemenin red ettiği bir kararı da orman diye bozmuştur.
Somut olayın özellikleri itibariyle çoğunluğun araştırmaya yönelik bozma kararına katılmıyorum.
KARŞI OY
23.5.2006 tarihli Yardımcı Doçent Dr. Arslan Okatan’ın (Orman Yüksek Mühendisi) Bilirkişinin raporunda dava konusu yer, genel görünümü itibariyle toprak yapısı orman yetiştirmeye elverişli ve orman toprağı niteliğinde olduğu, çevresindeki orman alanlarıyla bir bütünlük arz ettiği, amenajman planı meşcere haritasında nizalı alanın (Bozuk Baltalık-Orman Toprağı) niteliğindeki ormanlık alanlar içinde kaldığı, çevresindeki orman toprağı ile kaplı ormanlık alanlar arasında herhangi bir ayırıcı unsur mevcut olmadığı belirtilmiştir.
Aynı raporda, dava konusu parselin eski tarihli ve 1/25.000 ölçekli memleket haritası (Erzincan 43-d2) üzerindeki yerinin belirlenmesinde ve haritanın zemine ablikasyonunda (küresel konum belirleme sistemi alıcısından) yararlanılması sonucu, yeşil zemin üzerinde “orman” sembolize edilen orman alanları içerisinde kaldığının tesbit edildiği vurgulanmıştır.
Böylece tüm dosya içeriğinden dava konusu taşınmazın çevresinin orman özelliği gösteren orman toprağı ile çevrili olması nedeniyle orman bütünlüğünü bozmakta ve 6831 sayılı yasanın 17/2 maddesi kapsamında özel mülkiyete konu olmayacak niteliktedir.
3402 sayılı yasanın 45. maddesinin ilgili fıkraları Anayasa Mahkemesinin 1.6.1988 gün ve 31/13 E.K., 14.3.1989 gün ve 35/13 E.K. ve 13.6.1989 gün ve 7/25 E.K. sayılı kararları ile iptal edilmiş olduğundan, bu yollarla ormandan yer kazanılamayacağı, öncesi orman olan bir yerin üzerindeki bitki örtüsü yok edilmiş olsa dahi, salt orman toprağının orman sayılan yer olduğu yönündeki kararları doğrultusunda mahalli mahkemece “dava konusu taşınmazın kadastro tesbitinin iptal edilerek orman niteliği ile Hazine adına tesbit ve tapuya tesciline dair direnme kararı, doğru ve yerinde olduğundan ONANMALI’dır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1–170 K: 1999/167 T: 24.3.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/7-174 K: 2004/161 T: 24.3.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/714 K: 2012/78 T: 15.02.2012
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/15 K: 2004/7 T: 21.01.2004
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/849 K: 2007/853 T: 14.11.2007
Kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayalı tescil isteminin aynı zamanda imar-ihya istemini de kapsayacağında kuşku ve duraksamaya yer olmamalıdır.
Taraflar arasındaki “tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Adıyaman Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 27.09.2004 gün ve 2003/391 E.,2004/1158 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8.Hukuk Dairesinin 7.6.2005 gün ve 3709-4304 sayılı ilamı ile; (…Davacı vekili, dava dilekçesinde; mevkii ve sınırlarını açıkladığı taşınmazın vekil edeni adına tapuya tesciline karar verilmesini istemiştir.
Davalı Hazine vekili, uyuşmazlık konusu taşınmazın 1973 yılında tespit dışı bırakılan bir yer olduğunu, daha sonra sürülmek suretiyle kullanıldığını, imar ve ihya edilmediğini belirterek davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.
Davalı köy tüzel kişiliği temsilcisine, yöntemine uygun dava dilekçesi tebliğ edilmesine karşın yargılama oturumlarına katılmamıştır.
Mahkemece, “kadastronun kesinleştiği tarih ile dava tarihi arasında 10 yıllık sürenin geçtiğini, taşınmazın kadimden beri tarım arazisi olduğunu, davacının imar ve ihyaya dayanmadığını” gerekçe göstermek suretiyle davanın reddine karar verilmesi üzerine; hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava, kazanmayı sağlayan zilyetlik, imar ve ihya hukuksal sebeplerine dayalı olarak TMK.nun 713/1, 3402 sayılı Kanunun 14 ve 17. maddeleri gereğince açılan tescil davasıdır.
Mahkemenin gösterdiği red gerekçesine katılmak mümkün değildir. Uyuşmazlık konusu taşınmaz 1974 yılında yapılan kadastro (tapulama) çalışmaları sırasında 766 sayılı Tapulama Kanununun 2. maddesi uyarınca tespit dışı bırakılan bir yerdir. Tespit dışı bırakılan yerlerin sınırlandırılması yapılmadığı gibi, bu gibi yerler hakkında kadastro tutanağı da düzenlenmemekte ve geometrik durumları tespit edilmemektedir. Bu şekilde yapılan işlem bir tespit işlemi değil ise de; kadastro görevlilerince taşınmazın tescile tabi olmadığı saptanarak hukuksal durum belirlenmiş olduğundan, yapılan işlem bir kadastro işlemi niteliğini taşımaktadır. Bu bakımdan bu gibi yerler hakkında 3402 sayılı Kanunun 12/3. fıkrasında belirtilen 10 yıllık hak düşürücü sürenin uygulama olanağı yoktur. Kural olarak kadastro tespitiyle kadastrodan önceki zilyetlik süresi kesintiye uğramakta ve kadastroca tespit dışı bırakıldığı tarihten dava tarihine kadar TMK.nun 713/1. ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 14 ve 17. maddelerinde belirtilen koşullar yanında 20 yıllık kazanma süresi de davacı yararına gerçekleşmiş ise, bu tür taşınmazların kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğiyle edinilmesi mümkün bulunmaktadır. Her ne kadar red gerekçesinde davacı tarafın imar ve ihyaya dayanmadığı bildirilmiş ise de, taşınmaz, 766 sayılı Tapulama Kanununun 2. maddesi uyarınca tespit dışı bırakılan yerlerden olup, imar ve ihyaya muhtaç yerlerden olduğu açıktır.
Mahkemenin bu yöndeki gerekçesi yerinde bulunmamaktadır. Çünkü tescil isteği aynı zamanda imar ve ihyayı da kapsamaktadır. Şu halde mahkemece yapılacak iş; yukarıda belirtilen somut olgular doğrultusunda taraf delillerini toplamak ve sonucuna göre karar vermekten ibarettir. O halde mahkemece hiçbir delil toplanmadan ve keşif de yapılmadan yazılı gerekçeyle davanın reddine karar verilmiş olması usul ve yasaya aykırıdır…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava tescil istemine ilişkindir. Davacı vekili, tapulama sırasında tespit harici bırakılan dava konusu taşınmazın davacı tarafından 30 yıldan beri malik sıfatıyla tarım alanı olarak kullanıldığını ileri sürerek taşınmazın davacı adına tapuya tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı Hazine vekili, dava konusu taşınmazın 1973 yılında tapulama harici bırakılan yerlerden olduğunu, davacının bu yeri son yıllarda sürmek suretiyle kullandığını, herhangi bir imar ihyanın söz konusu olmadığını, davacının böyle bir iddiası bulunmadığını, davacının zilyetlikten dava açması için 10 yıllık hak düşürücü zamanaşımı süresinin geçtiğini ileri sürerek davanın reddini savunmuştur.
Yerel Mahkeme, kadastronun kesinleştiği tarih ile dava tarihi arasında 10 yıldan fazla zaman geçtiği, dava dilekçesinde taşınmazın kadimden beri tarım arazisi olduğunun belirtildiği ve imar ihyaya dayanılmadığı gerekçesi ile davanın reddine karar vermiş, davacı vekilinin temyizi üzerine hüküm Öze Dairece yukarıdaki gerekçe ile bozulmuş, yerel mahkeme imar ve ihya hukuki nedenine dayanılmadığı gerekçesi ile kararında direnmiştir.
Hukuk Genel Kurulunun 12.3.1997 gün 1996/8-813 E.,1997/184 K.; 4.6.1997 gün 1997/8-218 E.,1997/484 K.; 28.10.1998 gün 1998/8-753 E.,1998/747 K.; 26.5.1999 gün 1998/8-318 E.,1999/466 K.; 6.10.1999 gün 1999/8-592 E.,1999/786 K.sayılı kararlarında da açıkça benimsendiği gibi kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayalı tescil isteminin aynı zamanda imar-ihya istemini de kapsayacağında kuşku ve duraksamaya yer olmamalıdır.
O halde Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz ilam harcının iadesine, 14.11.2007 oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/8-249 K: 2005/276 T: 27.4.2005
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/220 K: 2007/217 T: 18.04.2007
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/75 K: 2007/90 T: 28.02.2007
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/15 K: 2004/7 T: 21.01.2004
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/714 K: 2012/78 T: 15.02.2012
Zilyetliğin o malın/taşınmazın maliki olduğunu sahiplenme, kullanma, idare ve işletmesi amacıyla hakimiyetinde bulundurması halinde malik sıfatıyla zilyetlikten söz edilebilir. O mal üzerinde kendi zilyetliğinden başka kişinin üstün ve korunmaya değer zilyetliğini tanımayan kişinin zilyetliği malik sıfatıyla zilyetliktir. Tapusuz taşınmazın tesciline ilişkin davasında, diğer koşullar yanında malik sıfatı ile zilyetliğin Hazine’ye karşı kanıtlanması gerekir.
Taraflar arasındaki “tapu iptali tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Akçaabat 2. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 12.11.2008 gün ve 2008/23 E-2008/156 K. Sayılı kararın incelenmesi davalılar tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 20. Hukuk Dairesinin 26.04.2010 gün ve 2010/2512-5656 sayılı ilamı ile;
(“…Çekişmeli taşınmazların bulunduğu Akpınar Beldesinde 1998 yılında yapılan genel arazi kadastrosu sırasında 105 ada 24 parsel sayılı 875,26 m2, 177 ada 2 parsel sayılı 1080,27 m2 ve 179 ada 28 parsel sayılı 1884,67 m2 yüzölçümündeki taşınmazlar, mera vasfı ile sınırlandırılmıştır. Davacı 20.03.2003 tarihli dava dilekçesi ile 12.07.1984 tarih 7 sırada kayıtlı tapu kaydı ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanarak 105 ada 24, 177 ada 2 ve 179 ada 28 parsel sayılı taşınmazların tapu kayıtlarının iptali ile adına tescili talebi ile dava açmıştır. Mahkemece, davanın kabulü ile 105 ada 24, 177 ada 2 ve 179 ada 28 parsel sayılı taşınmazların tapu kayıtlarının iptali ile davacı adına tapuya tesciline karar verilmiş, hüküm davalı Hazine ve Belediye Başkanlığı tarafından temyiz edilmiştir.
Dava dilekçesindeki açıklamaya göre dava, tapu iptali tescil davasına ilişkindir. Çekişmeli taşınmazın bulunduğu yörede genel arazi kadastrosu 1998 yılında yapılmış ve sonuçları 07.08.1998- 07.09.1998 tarihleri arasında ilan edilerek kesinleşmiştir.
Mahkemece davacı yararına kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği şartlarının gerçekleştiği kabul edilerek davanın kabulüne karar verilmiş ise de yapılan inceleme ve araştırma hüküm kurmaya yeterli değildir. Çekişmeli taşınmazların bulunduğu yörede orman kadastrosu yapılıp yapılmadığı araştırılmadığı gibi taşınmazların orman sayılan yerlerden olup olmadığı da araştırılmamıştır.
Mahkemece önceki bilirkişiler dışında halen Çevre ve Orman Bakanlığı ve bağlı birimlerinde görev yapmayan bu konuda uzman yüksek orman mühendisleri arasından seçilecek bir mühendis ve bir fen elemanı aracılığıyla yeniden yapılacak inceleme ve keşifte, çekişmeli taşınmazlarla ile birlikte çevre araziye de uygulanmak suretiyle taşınmazların öncesinin bu belgelerde ne şekilde nitelendirildiği belirlenmeli; 3116, 4785 ve 5658 Sayılı Yasalar karşısındaki durumu saptanmalı; tapu ve zilyedlikle ormandan toprak kazanma olanağı sağlayan 3402 Sayılı Yasanın 45. maddesinin ilgili fıkraları, Anayasa Mahkemesinin 01.06.1988 gün ve 31/13 E.K.; 14.03.1989 gün ve 35/13 E.K. ve 13.06.1989 gün ve 7/25 E.K. sayılı kararları ile iptal edilmiş ve kalan fıkraları da 03.03.2005 gününde yürürlüğe giren 5304 Sayılı Yasanın 14. maddesi ile yürürlükten kaldırılmış olduğundan, bu yollarla ormandan yer kazanılamayacağı, öncesi orman olan bir yerin üzerindeki orman bitki örtüsü yok edilmiş olsa dahi, salt orman toprağının orman sayılan yer olduğu düşünülmeli; toprak yapısı, bitki örtüsü ve çevresi incelenmeli; Orman sayılan veya orman rejimine girmiş yerler 15.07.2004 günlü Resmi Gazetede yayınlanan Orman Kadastro Yönetmeliğinin 26. maddesine göre özel mülkiyete tabi olmayacağından bu madde hükmü de dikkate alınarak ve kesinleşmiş orman kadastrosu bulunmadığından, yukarıda değinilen diğer belgeler fen ve uzman orman bilirkişiler eliyle yerine uygulattırılıp; orijinal-renkli (renkli fotokopi) memleket haritasının ölçeği kadastro paftası ölçeğine, yine kadastro paftası ölçeği de memleket haritası ölçeğine çevrildikten sonra, her iki harita komşu ve yakın komşu parselleri de içine alacak şekilde birbiri üzerine aplike edilmek suretiyle, çekişmeli taşınmazın konumunu çevre parsellerle birlikte haritalar üzerinde gösterecekleri yalnız büro incelemesine değil, uygulamaya ve araştırmaya dayalı, bilirkişilerin onayını taşıyan krokili bilimsel verileri bulunan yeterli rapor alınmalıdır. Bu şekilde yapılacak inceleme ve araştırma sonucunda taşınmazın orman sayılmayan yerlerden olduğu belirlendiği taktirde;
3402 Sayılı Kadastro Yasasının 17. maddesi gereğince orman sayılmayan, Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan ve kamu hizmetine tahsis edilmeyen ve il, ilçe ve kasabaların imar planları kapsamında kalmayan araziden masraf ve emek sarfı ile imar ve ihya edilip tarıma elverişli hale getirilen (ev ve benzeri tesisler yapmak, dışarıdan toprak getirilerek tarıma elverişli hale getirmek imar ihya olarak kabul edilemez) ve imar ihyanın tamamlandığı tarihten tescil davasının açıldığı güne kadar 20 yıl süreyle zilyet edildiği ileri sürülerek tapuya tescili istenen taşınmazların, Kadastro Yasasının 14. maddesinde yazılı diğer koşulların yanında niteliğinin, imar ihya edildiğinin ve üzerinde sürdürülen zilyetliğin, başlangıç ve süresinin, kullanılıp kullanılmadığının ve tasarruf sınırlarının ne olduğunun takdiri delil olan yerel bilirkişi ve tanık sözleri yanında, gerçeğin bir resmi olan en eski tarihli hava fotoğrafı ile gerçeğin modeli olan memleket haritaları ile dava tarihinden ya da kadastro tespit tarihinden 15-20 yıl önce en az iki zamanda birbirini izleyen bindirmeli olarak çekilen çiftli hava fotoğrafları ve bu fotoğrafların yorumlanması ile üretilen memleket haritaları ve standart tomografik fotoğrametri yöntemi ile düzenlenen kadastro haritalarının, özellikle ön bindirmeli çekilen ve birbirini izleyen stereoskopik çift hava fotoğraflarının stereoskop aletiyle ve üç boyutlu olarak incelenip taşınmazın niteliğinin, konumunun ve kullanım durumunun anlatılan bilimsel yöntemle kesin olarak belirlenmesi gerekir.
Somut olayda mahkemece, anlatılan biçimde bir araştırma ve inceleme yapılmamıştır. O halde; dava konusu taşınmazın orman sayılmayan ve zilyetlikle kazanılabilecek yerlerden olduğunun belirlenmesi halinde, dava konusu taşınmaz ve etrafını gösterir ve ilk defa o yerde grafik ya da fotogrametri yöntemiyle düzenlenen 1/5000 ölçekli arazi kadastro paftasının orijinal fotokopi örneği ile taşınmaza bitişik ya da yakın komşu parsellerin, kadastro tespit tutanak örnekleri ve varsa bu parsellere uygulanan tapu ve vergi kayıtları ilk oluşturulduğu günden itibaren tüm gittileri ile, yine en eski tarihli memleket haritası ve hava fotoğrafları ve 288 sayılı genelgeye göre yapılan orman sınırlandırması yapılıp yapılmadığı sorularak yapılmış ise buna ilişkin harita, tomografik yöntemle yapılmış bir harita mevcut ise buna ilişkin harita getirtilmelidir. M.Y.’nın 713. maddesine dayanılarak açılan davalarda dava tarihinden, 15-20 yıl önce iki ayrı tarihte çekilmiş stereoskopik hava fotoğrafları ve bu fotoğraflara dayanılarak üretilmiş orijinal renkli memleket haritaları bulunduğu yerlerden istenerek, bu belgeler Ziraat Fakültelerinin toprak bölümünden mezun olan bir ziraat mühendisi, bir Harita-Kadastro (Jeodezi ve Fotogrametri) mühendisi ile üç yüksek orman mühendisinden oluşturulacak bilirkişi kurulu aracılığıyla, dava konusu taşınmaz ile çevresine uygulanıp bu belgelerde dava konusu yer belirlendikten sonra, hava fotoğrafları ve dayanağı haritalar stereoskop aletiyle ve üç boyutlu olarak incelettirilip taşınmazın niteliğinin bu belgelerde ne şekilde görüldüğü, imar-ihya ve zilyetliğin hangi tarihte başlanılıp tamamlandığı belirlenmeli, bu belgeler ile kadastro paftası, pafta düzenlenmemişse dava konusu taşınmazın 23/06/2005 gün ve 9070 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla yürürlüğe konulan BÖHHBÜY (Büyük Ölçekli Haritalar ve Harita Bilgileri Üretim Yönetmeliği) hükümlerine göre koordinatlı olarak düzenlenecek haritası hem 1/5000 ve hem de 1/25000 ölçeklerinde eşitlenerek kadastro paftası ile düzenlenen harita, komşu ve yakın komşu taşınmazları da içine alacak şekilde birbiri üzerine aplike edilmek suretiyle çekişmeli taşınmazın konumu, hava fotoğrafları ile orijinal renkli memleket haritaları üzerinde gösterir biçimde bilirkişi kurulundan ayrıntılı ve bilimsel verileri içerir, tomografik ve memleket haritalarından yararlanılarak taşınmazın gerçek eğim durumunu gösterir rapor alınmalı, dava konusu taşınmazın orman sayılmayan yerlerden olması veya kesinleşen orman kadastro sınırları dışında kalması ya da orman ve arazi kadastrosunun yapılıp kesinleştiği tarih ile dava tarihi arasında 20 yıldan fazla süre geçmesi o yerin kişiler adına tescili için yeterli olamayacağından bu şekilde yapılacak inceleme sonucu dava konusu yerin;
1)Orman sayılan veya orman rejimine girmiş (15.07.2004 günlü Resmi Gazetede yayınlanan Orman Kadastro Yönetmeliği madde 26) yerlerden yada 3402 Sayılı Yasanın 16. maddesinde belirtilen özel mülkiyete tabi olmayacak, kamu mallarından olduğunun belirlenmesi (3402 Sayılı Yasanın 16.md. A, B, C, D bentleri kapsamında kalan yerler),
2)Kamu hizmetine tahsis edilmiş olduğunun anlaşılması (3402 Sayılı Yasanın 17/1. maddesi gereğince orman yetiştirilmek üzere Orman Genel Müdürlüğüne tahsis edilen arazi ya da başka bir amaçla kamu hizmetine tahsis edilen arazi, imar-ihya ve zilyetlik yoluyla kazanılamaz. H.G.K. 03.06.1998 gün 1998/8-347-394 ve 12.12.2001 gün 2001/20-118-1156 S.K.),
3)İl, İlçe ve kasabaların nazım veya uygulamalı imar planlarının kapsadığı alanlarda kaldığının saptanması (3402 Sayılı Yasanın 17/2.md. H.G.K. 25.04.2001 gün 2001/20-390-396 S.K.),
4)Tescil davalarında, davanın açıldığı; kadastro tespitine itiraz davalarında ise kadastro tespit tutanağının düzenlendiği tarihten 20 yıl önce çekilmiş hava fotoğrafları ve bu fotoğraflardan üretilmiş memleket haritaları veya fotogometri yöntemiyle düzenlenen kadastro paftalarında zilyet ve tasarruf edilmeyen yerlerden olduğunun anlaşılması,
5)Kadastro tespit ve tescil harici bırakma işleminin kesinleştiği tarihten tescil davasının açıldığı tarihe kadar 20 yıllık zilyetlik süresinin geçmemiş olması (H.G.K.’nun 22/03/1995 gün 1994/8-873-216 ve 19/02/1997 gün 1996/8-768-100 ve 24/09/1997 gün 1997/20-372-718 ve 18/02/1998 gün 1998/8-15-129 sayılı kararları),
6)O yerde orman kadastrosu kesinleşmiş olsun olmasın, taşınmazın 6831 Sayılı Yasanın 17/2. ve Orman Kadastrosunun Uygulaması Hakkındaki Yönetmeliğin 26/a. maddeleri kapsamında orman içi açıklık konumunda bulunması (H.G.K.nun 10.12.1997 gün 1997/20-830-1034 ve 17.12.1997 gün 1997/20-808-1039 ve 22.10.2003 gün 2003/20-665-614 ve 11.10.2004 gün 2004/7-531-582 sayılı kararları ile orman içi açıklıkların zilyetlikle kazanılamayacağı kabul edilmiştir.),
7)Dava konusu taşınmazın veya yakın çevresinin arazi kadastro ekiplerince kadastro paftası üzerinde orman nitelemesi yapılarak tespit ve tescil harici bırakılması (H.G.K.nun 21.01.2004 gün 2004/8-15-7 ve 12.05.2004 gün 2004/8-242-292 ve 12/03/2008 gün ve 2008/20-214-241 sayılı kararları),
8)Kadastro (Tapulama) Komisyonu tarafından orman sayılarak tesbit ve tescil harici bırakılması (H.G.K.nun, 24.10.2001 gün 2001/8-964-751 ve 13.02.2002 gün 2002/8-183-187 sayılı kararları),
9)15.07.2004 günlü Resmi Gazetede yayınlanan Orman Kadastrosunun Uygulanması Hakkındaki Yönetmeliğin 26. maddesinin 2.fırkasında yazılı,
a)4785 Sayılı Yasayla Devletleştirilmiş orman,
b)3116 Sayılı Yasanın Geçici 1. maddesine göre kamulaştırılmış orman,
c)6831 Sayılı Yasanın 3. maddesine göre orman rejimine alınmış yer,
d)Aynı Yasanın 13. maddesinin (B) bendine göre orman olarak ağaçlandırılan veya ağaçlandırılacak yer,
e)Aynı Yasanın 24. maddesine göre kamulaştırılan ya da diğer suretle orman yetiştirmek üzere kamulaştırılan yer,
f)Devlet Ormanı olduğuna dair kesinleşmiş mahkeme kararı bulunan yer,
g)Herhangi bir nedenle orman sınırı dışında kalmış orman,
h)Maliye Bakanlığınca orman olarak tahsis edilmiş yerlerden ağaçlandırılmış ya da ağaçlandırılmak üzere planlanmış saha,
ı)Orman ve toprak muhafaza karakteri taşıyan funda ve makilik alan olduğunun belirlenmesi halinde bu tür yerlerin herhangi bir şekilde komisyonlarca sınırlama dışı bırakılmış veya orman sayılmamış olmasının bu yerlerin orman olma vasfını ortadan kaldırmayacağı düşünülerek başka bir araştırmaya gerek kalmadan Hazine davasının kabulü ile dava konusu taşınmazın orman niteliği ile Hazine adına tesciline karar verilmelidir (H.G.K…’nun 15/03/2006 gün 2006/8-106-68 sayılı kararı).
Yukarıda yazılı koşulların somut olayda bulunmaması halinde, taşınmazın öncesinin ne olduğu, imar-ihya yapılmışsa hangi tarihte başlanılıp bitirildiği, kimden kime kaldığı, zilyetliğin ne zaman başlayıp nasıl sürdürüldüğü ve ekonomik amacına uygun olup olmadığı, maddi olaylara dayalı ve ayrıntılı olarak, taşınmaz başında dinlenecek yerel bilirkişiler ile taraf tanıklarından sorulmalı, yerel bilirkişi ve tanık sözlerinin doğruluğu yukarıda belirtilen ve gerçeğin kendisi olan belgelere dayalı olarak düzenlenecek bilirkişi kurulu raporuyla denetlenmeli,
Somut olayın özelliği göz önünde bulundurularak ayrıca; Çekişmeli taşınmazlara komşu ve yakın komşu olan 105 ada 23 ve 25, 177 ada 3, 179 ada 26, 27, 29 ve 24 parsellere ait kadastro tespit tutanakları ile varsa dayanağı olan tapu ve vergi kayıtları getirtilerek mahallinde uygulanmalı, dava konusu taşınmazların bulunduğu yönü ne şekilde gösterdiği belirlenmeli, 3402 Sayılı Yasanın 14/1. maddesinde yazılı 40 ve 100 dönüm kısıtlama araştırmasının aynı maddenin 03/07/2005 gün ve 5403 Sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanma Yasası ile değiştirilen 2.fıkrası hükümlerine göre yapılacağı düşünülerek, adına tescil kararı verilecek kişi ya da kişiler ile diğer mirasçılar ve onların miras bırakanları yönünden aynı çalışma alanı içerisinde belgesizden zilyetliğe dayalı olarak tespit ve tescil edilen taşınmaz olup olmadığı, varsa cinsi, parsel numaraları ve miktarı, Tapu Sicil ve Kadastro Müdürlüklerinden ve yine, aynı kişiler tarafından açılan tescil davası olup olmadığı Hukuk Mahkemesi Yazı İşleri Müdürlüklerinden ayrı ayrı sorularak gerektiğinde tespit tutanak örnekleri ve tapu kayıtları ya da tescil dava dosyaları getirtilip incelenmeli, dava konusu taşınmazın sulu ya da kuru tarım arazisi olup olmadığı konusunda (5403 Sayılı Yasanın 3/j maddesi ile Taşınmaz Malların Sınırlandırma Tespit ve Kontrol İşleri Hakkındaki Yönetmeliğin değişik 10. maddesinin ikinci fıkrası hükümlerine göre, sulu tarım arazisi: tarım yapılan bitkilerin büyüme devresinde ihtiyaç duyduğu suyun, su kaynağından alınarak yeterli miktarda ve kontrollü bir şekilde karşılandığı araziler olarak açıklandığından) ziraat mühendisinden yasanın amacına uygun rapor alınmalı, bundan sonra toplanan delillerin tümü birlikte değerlendirilerek sonucuna göre bir karar verilmelidir…” )
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Davacı vekili, Akpınar Beldesinde yapılan kadastro çalışmaları neticesinde tapunun 179 ada 28 parsel, 177 ada 2 parsel ve 105 ada 24 parsel numaralı taşınmazların tapuya müvekkili adına tescil edilmesi gerekirken, “mera” olarak tesbit edildiğini, 179 ada 28 parselin kadimden beri tarla olup mera olarak hiç kullanılmadığını, taşınmaz üzerinde bilinmeyen tarihten beri ev bulunduğunu, dava konusu taşınmazın müvekkilinin de hissedar olduğu 932 yevmiye, 397 cilt, 22 sahife, 7 sıra ve 12.07.1984 tarihli tapunun kapsamında olduğunu, tapu hisseli olmasına rağmen, müvekkili ve atalarının malik sıfatıyla yaklaşık 100 yıldır zilyetliğinde olduğunu, müvekkilinin taşınmaz üzerindeki eski evleri yıkıp 4 katlı ev yaptığını, kalan kısmı da tarla olarak kullandığını, 179 ada 24 parsel ile dava konusu 28 parselin, gerçekte bir bütün olup her ikisinin de malik sıfatıyla davacının zilyetliğinde olmasına rağmen, taşınmazın kadastro çalışmalarında ikiye ayrılarak dava konusu taşınmazın davacı adına kayıt edilmediğini; 177 ada 2 parselin kadimden beri tarla olup mera olarak hiç kullanılmadığını, evveliyatında 178 ada 1 parsel ile bir bütün olan parsel içinden 8-10 yıl önce araç yolu geçtiğini ve parselin zeminde ikiye ayrıldığını, bir bütün olan ve tarla olarak müvekkilinin zilyetliğinde bulunan taşınmazın 178 ada 1 parsel numaralı taşınmazın müvekkili adına tespit edilip dava konusu 177 ada 2 parsel numaralı yerin ise “mera” olarak tespit edildiğini, 105 ada 24 parsel ise kadimden beri tarla olup hiç mera olarak kullanılmadığını, davacının bu parseli tarla olarak, 1973 yılında üzerinde yapılmış olan ev ile birlikte satın aldığını, içinde ev olan bu taşınmazın yıllardır tarla olarak kullanıldığını belirterek, 179 ada 28 parsel, 177 ada 2 parsel ve 105 ada 24 parsel numaralı taşınmazların “mera” olarak yapılan sınırlandırmanın iptali ile bu parsellerin davacı adına tapuya tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı Hazine vekili, dava konusu taşınmazların, 3402 sayılı Kanunun 7. maddesine göre sınırlandırılması yapılan, tapu ve vergi kaydı olmayan yerlerden olup, kadimden beri Akpınar Beldesi halkı tarafından mera olarak kullanıldığını, bu gibi yerlerin zilyetlikle iktisabının mümkün olmadığını belirterek davanın reddine karar verilmesini istemiştir. Davalı Akpınar Belediye Başkanlığı ise, davaya cevap vermemiştir.
Mahkemece, dava konusu yerlerin mera olmadığının tespiti ile davacı yararına kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği şartlarının gerçekleştiği kabul edilerek davanın kabulüne karar verilmiştir. Davalılar vekillerinin temyizi üzerine karar; Özel Dairece, yukarıda başlık bölümünde metni aynen yazılı gerekçeler ile bozulmuştur.
Mahkemece, aynı köyde bulunan benzer gayrimenkuller hakkında verilen kararların Yargıtay 8. ve 16. Hukuk Daireleri tarafından onandığı, talebin dava konusu taşınmazların mera olmadığı yönünde olup, orman oldukları yönünde bir iddia ve savunma bulunmadığı, taleple bağlı kalınması gerektiği, bozma ilamına konu yapılan hususların eldeki dava ile ile ilgisi olmayıp araştırılmasında bu dosya açısından hukuksal yarar bulunmadığı gerekçeleri ile direnme kararı verilmiştir.
Direnme kararını davalılar vekilleri temyize getirmiştir. Bozma ve direnme kararının kapsamları itibariyle dava konusu taşınmazların mera vasfı taşımadığı konusunda Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasında uyuşmazlık bulunmamaktadır.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; dava konusu taşınmazlar hakkındaki inceleme ve araştırmanın sadece kadastro tespitinde belirlenen nitelikleri ile sınırlı olarak mı yapılacağı yoksa taşınmazların “Orman sayılan yerlerden” olup olmadığına dair araştırma yapılmasının gerekip gerekmediği; burada varılacak sonuca göre mahkemece yapılan inceleme ve araştırmanın hüküm kurmaya yeterli olup olmadığı noktalarında toplanmaktadır.
Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında, bazı üyeler tarafından Kadastro tespitinde nizalı taşınmazların niteliğinin mera olarak belirlendiği, mahkemece bu yerin mera olmadığının saptandığı, bu hususun dairece de kabul edildiği bunun dışında başka bir araştırmaya gerek olmadığı görüşü ileri sürülmüş ise de, çoğunluk aşağıdaki nedenlerle bu görüşe katılmamıştır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, dava konusu taşınmazların kadimden beri mera olarak kullanılan yerlerden olmadığı ve mera tahsisine de konu edilmediği, dolayısıyla “mera” vasfı taşımadığı Özel Daire ve Yerel Mahkemenin kabulündedir ve bu hususta uyuşmazlık bulunmamaktadır.
Bu belirlemeden sonra, Türk Hukuk sisteminde taşınmazların olağanüstü zamanaşımı yoluyla iktisab kavramı, hukuki fonksiyonları (veya etkileri) ve unsurları hakkında genel bir açıklama yapılmasında ve sonra somut olayın bu açıklamalar ışığında irdelenmesinde fayda bulunmaktadır.
Kural olarak taşınmaz mülkiyeti tescille kazanılır. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (TMK)nun 705/1. maddesinde; “…taşınmaz mülkiyetinin kazanılması tescille olur.” denilmiş, bu maddenin 2.fıkrasında da, belirtilen kuralın istisnaları olan tescilsiz kazanma (tescilden önce) kazanma halleri sayılmıştır. Anılan hükme göre, miras, mahkeme kararı, cebri icra, işgal, kamulaştırma halleri ile kanunda öngörülen diğer hallerde mülkiyet tescilden önce kazanılır. Hiç kuşku yok ki, sayılan bu haller dışında tescilsiz kazanma halleri/yolları da vardır. Öğretide tescilsiz kazanma halleri “kütük dışı kazanma” olarak da nitelendirilmektedir. Tescilsiz kazanma yollarının başında TMK.nun 713. maddesine dayalı olağanüstü zamanaşımı yolu ile mülkiyet hakkının edinilmesi gelmektedir (Tekinay/Akman/Burcuoğlu/Altop, Eşya Hukuku, 5.bası, sf.653.).
Olağanüstü zamanaşımı yoluyla taşınmaz mülkiyetinin kazanılması, TMK.nun 713. maddesinde düzenlenmekle birlikte, 3402 sayılı Kadastro Kanunu(KK)’nun 14. maddesinde tapuda kayıtlı olmayan taşınmaz malların olağanüstü zamanaşımı yoluyla kazanılması ve tespiti hüküm altına alınmıştır. Aynı kanunun 33/3. maddesindeki yollama nedeniyle genel hüküm niteliği kazandırılan 14. madde Kadastro Kanunu’nun uygulandığı yerler dışında bulunan taşınmaz mallar hakkında da uygulanır. Bu hükümle, tapuda kayıtlı olmayan taşınmazların tespit ve tescili yönünden TMK.nun 713. maddesine benzer bir düzenleme getirilmiştir. Tapusuz bir taşınmazın, bölünebilir bir parçasının veya bir payının senetsizden tapu siciline tescili bu hükümler çerçevesinde gerçekleştirilecektir.
Olağanüstü zamanaşımı yoluyla taşınmaz mal mülkiyetini kazanma koşullarına gelince;
Birinci koşul; taşınmazın tapuda kayıtlı olmaması gerekir.
Bir taşınmaz malın, bir payının veya bir parçasının olağanüstü zamanaşımı yoluyla kazanılabilmesi için, tapu sicilinde kayıtlı olmaması gerekir. Taşınmaza ilişkin bu koşul, TMK.nun 713/1. maddesinde, “Tapu kütüğüne kayıtlı olmayan bir taşınmazı…” şeklinde ifade edilmiştir.
Anılan hüküm karşısında, kural olarak tapulu bir taşınmazın tamamı veya bir parçasının yada bir payının olağanüstü zamanaşımı nedeniyle kazanılması mümkün bulunmamaktadır. Tapu siciline kayıtlı bir taşınmazın ikinci defa tapu siciline kaydı mümkün değildir. Aynı taşınmazın ikinci defa tapu siciline tescili çifte tapuya yol açar.
İkinci koşul; taşınmazın kazanılmaya elverişli olması gerekir.
TMK.nun 713/1 ve 3402 sayılı KK.nun 14. maddesi hükümlerine göre, bir taşınmaz malın, olağanüstü zamanaşımı yoluyla kazanılması ve tapu siciline tescili için taşınmazın kazanılmaya elverişli yerlerden olması gerekir. Bu nedenle, öncelikle taşınmazın kazanılacak yerlerden olup olmadığının saptanması gerekir. Taşınmazın niteliğinin elverişli olması kazanma için bir ön koşuldur. Diğer kazanma koşullarının oluşup oluşmadığı, taşınmazın niteliğinin belirlenmesinden sonra aranılacak hususlardır. Eğer taşınmaz hiç kazanılamayacak bir yer ise, diğer kazanma koşullarının araştırılmasına ve incelenmesine gerek kalmayacaktır. TMK.nun 713/1. maddesi kural olarak, özel mülkiyete konu olabilecek taşınmazları kapsayan ve düzenleyen bir hükümdür. (Özmen İhsan-Çorbalı Halim, 3402 sayılı Kadastro Kanunu Şerhi, 1991, sf.372)
Hemen belirtelim ki, tüm taşınmazların, olağanüstü zamanaşımı yoluyla kazanılması mümkün değildir. Kazanılmaya elverişli ve özel mülkiyet şeklinde tapu siciline yazılan taşınmazlar yanında, olağanüstü zamanaşımı yoluyla kazanılması mümkün olmayan yerlerde bulunmaktadır. (Ozanalp Nusret, Tapulama Kanunu Şerhi, 1976, sf.372)
Bu nedenle, öncelikle olağanüstü zamanaşımı yolu ile kazanılacak taşınmazların belirlenmesi gerekmektedir. TMK.nun 713. maddesinde ve KK.nun 14. maddesinde taşınmazların niteliği hakkında bir açıklama yapılmamıştır. Başka bir anlatımla, hangi taşınmazların olağanüstü zamanaşımı yoluyla kazanılacağı hakkında bir açıklamaya yer verilmemiştir. TMK.nun 999. maddesinde, “Özel mülkiyete tabi olmayan ve kamunun yararlanmasına ayrılan taşınmazlar…”ın kütüğe kayıt olunamayacağı vurgulandıktan sonra; ikinci fıkrada da, “Tapuya kayıtlı bir taşınmaz, kayda tabi olmayan bir taşınmaza dönüşünce tapu sicilinden çıkarılır.” denilmiştir.
Hemen belirtmek gerekir ki, 3402 sayılı KK.nun 14. maddesindeki kuru ve sulu nitelik ayrımı da, belgesizden kazanılacak taşınmazların yüzölçümlerine ilişkin bulunmaktadır.
Görüldüğü üzere, kazanılacak yerlerin nitelikleri ve türleri hakkında açık bir hüküm ve düzenleme bulunmamaktadır. Başka bir anlatımla, hangi taşınmazların olağanüstü zamanaşımı ve zilyetlikle kazanılacağı kanunlarda gösterilmemiştir. Buna karşın, olağanüstü zamanaşımı yoluyla kazanılmayacak taşınmazlarla ilgili bir çok kanunda hükümler bulunmaktadır.
Kazanılmaya elverişli bulunmayan taşınmaz mallardan hareketle, tescil edilmeyecek taşınmazları belirlemek, tescil edilecek ve tescil edilemeyecek taşınmazların sınırını çizmek suretiyle bu hususun çözüme kavuşturulması gerekmektedir. Öğreti de olağanüstü zamanaşımı ve zilyetlik yoluyla kazanılacak ve tapu siciline tescil edilecek taşınmazların bu yöntemle belirlenmesine işaret edilmektedir.
Kazanılmaya elverişli olmayan ve bu nedenle TMK.nun 713. ve 3402 sayılı KK.nun 14. maddesinin kapsamına girmeyen taşınmazlar doğal yapıları, nitelikleri, tahsis edildikleri hizmet ve amaçları ile özel yasalardaki kazanmayı önleyen yasaklar ve sınırlamalar nedeniyle kazanılamayan taşınmazlardır. Bu taşınmazların büyük bölümü kamu mallarıdır. Kamu malları, TMK.nun 713/1. maddesinin kapsamı dışında kalırlar. Kamu mallarının en büyük ayırt edici özelliği, olağanüstü zamanaşımı yoluyla kazanılamamalarıdır.
Mera, yaylak ve kışlaklar kamunun yararlanmasına ayrılan, Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki kamu mallarıdır. Gerek kamunun ortak yararlanmasına tahsis edilen yerlerden olmaları ve gerekse doğal yapıları gereği TMK.nun 713/1. maddesi hükmü uyarınca olağanüstü zamanaşımı ve zilyetlik yolu ile kazanılmaları mümkün bulunmamaktadır. Bu tür yerlerde özel hukuk kuralları çerçevesinde zilyetlik kurulamaz. Yasalarda belirtilen yetkili organlarca nitelikleri değiştirilmedikçe özel mülkiyet şeklinde kazanılmaları mümkün olamaz. Mera, yaylak ve kışlakların mülkiyeti hazineye, kullanma hakkı ilgili köy veya köyler ile belediyeye aittir.
4342 sayılı Mera Kanunu(MK)’nun 4. maddesinin 3.fıkrasında açıkça, mera, yaylak ve kışlakların özel mülkiyete geçirilemeyeceği, zamanaşımı uygulanamayacağı ve amacı dışında kullanılamayacağı belirtilmiştir. Mera, yaylak ve kışlaklar üzerinde sürdürülen zilyetliğin süresi ve niteliği ne olursa olsun kazanma sağlamaz.
Hemen belirtmek gerekir ki, bir yerin Toprak Tevzi Komisyonunca mera olarak tahsis edilmiş olması, evveliyatı itibariyle o yerin mutlak suretle mera olarak kabulüne yeterli değildir.
Ne var ki, Toprak Tevzi Komisyonunca bir yerin mera olarak tahsisinin yapılmış olması durumunda gerçek kişinin o yerdeki zilyetliği sona erer. O itibarla, mera olarak tahsis yapıldığı tarih itibariyle kazandırıcı zamanaşımı yoluyla mülk edinme koşullarının gerçekleştiğinin saptanması gerekir. Bunun içinde yalnızca mera tahsis haritasıyla yetinilmeyip, belirtilmeye ilişkin tutanak ile kayıt ve belgelerin celp edilerek taşınmazın evveliyatının ne olduğunun araştırılması icap eder.
Ormanlar ise, başta Anayasa olmak üzere, TMK., 3402 sayılı KK. ve 6831 sayılı Orman Kanunu(OK)’nun da düzenlenmiştir.
Anayasa’nın 169. maddesinin 2.fıkrasında, “Devlet ormanlarının mülkiyeti devrolunamaz. Devlet ormanları kanuna göre Devletçe yönetilir ve işletilir. Bu ormanlar zamanaşımı ile mülk edinilemez ve kamu yararı dışında irtifak hakkına konu olamaz.” denilmiştir.
Sahipsiz yerler ve kamuya ait mallar başlığını taşıyan TMK.nun 715. maddesinde açıkça ormanlardan söz edilmemiş ise de, anılan maddedeki düzenleme karşısında ormanların Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerden olduğu hususunda duraksamamak gerekir.
3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun, 16/D maddesinde ormanların Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunduğu, bu Kanunda hüküm bulunmayan hallerde özel kanun hükümlerine tabi olduğu açıklanmıştır.
Ormanlar, Anayasa ve anılan Kanunların hükümleri karşısında, Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan kamu mallarıdır. Doğal yapıları ve nitelikleri gereği olağanüstü zamanaşımı yolu ile kazanılmaları mümkün değildir. TMK.nun 999. maddesi uyarınca ormanların özel mülkiyet şeklinde tapu siciline tescili de mümkün bulunmamaktadır. TMK.nun 729. maddesinin son fıkrasında ormanların üst hakkına konu olamayacağı açıklanmıştır. Diğer kamu mallarında olduğu gibi, ormanlar da devir ve ferağ olunmaz, kanunların açıkça düzenlediği haller dışında üzerinde ayni haklar kurulamaz; sınırlandırmaya tabi olan kamu mallarıdır ve ormanların sınırlandırması tespit mahiyetinde değildir.
Hemen belirtelim ki, ormanların Hazine adına tescili, TMK.nun 999. maddesindeki anlamda bir tescil değildir. Kesinleşmiş orman sınırlandırmasının tapu siciline aktarılması niteliğinde olan bir işlemdir(Özdemir Şükrü, Deda Necip, Orman Hukuku, 1991, sf.23).
Kamu malı olan ormanın/ toprağının olağanüstü zamanaşımı yoluyla kazanılması ve tapu siciline özel mülkiyet şeklinde tescili mümkün değildir. Böyle bir yerin her nasılsa tapu siciline tescil edilmesi, o taşınmaz malı kamu malı olmaktan çıkarmaz. Taşınmaz niteliği itibariyle kamu malı olmakta devam eder.
Bir yerin, 6831 sayılı Orman Kanunu’nun, 1. maddesi uyarınca orman sayılan yerlerden olup olmadığının belirlenmesi bakımından, öncelikle o yerde yetkili orman kadastro komisyonlarınca yapılıp kesinleşen orman sınırlandırmasının bulunup bulunmadığının araştırılması gerekir. Kesinleşmiş orman sınırlandırması mevcut ise, belirlemenin buna göre yapılması gerekir. Orman kadastrosu yapılan bölgelerde bir yerin orman sayılan yerlerden bulunup bulunmadığı, sınırlandırmaya ait harita ve tutanakların yerel ve orman konusunda uzman bilirkişiler aracılığıyla yerine uygulanması suretiyle belirlenir.
Henüz, orman kadastrosu görmeyen bir taşınmazın dava konusu edilmesi halinde, mahkemece yapılacak inceleme sonunda o yerin orman sayılan yerlerden olup olmadığını belirlemek suretiyle uyuşmazlık çözüme kavuşturulacaktır. Hiç kuşku yok ki, hakim uzman bilirkişiler aracılığıyla taşınmazın niteliğini belirleyecektir.
Ormanla ilgili hususlar kamu düzeniyle ilgili olup mahkemece kendiliğinden araştırılması gerektiği gibi, yargılamanın her aşamasında ve hüküm kesinleşinceye kadar da (orman, mera, yaylak ve kışlak gibi kamunun hizmetine terk ve tahsis edilen yerler ile Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerler bakımından) her zaman ileri sürülebilir.
Zamanaşımı yoluyla kazanılma için üçüncü koşul ise, zilyetliğe ilişkindir. Zilyetlik, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu(TMK)’nun 973 ve 996. maddelerinde düzenlenmiştir.
Taşınır mallar ile tapu sicilinde kayıtlı olmayan taşınmaz mallarda, hak durumu ve açıklık fonksiyonu ve taşınır malların satış ve devri yönünden zilyetlik önem kazanmaktadır. Tapu siciline kayıtlı taşınmazlarda açıklığı, tapu sicilindeki kayıtlar sağladığı halde, taşınır mallarda ve tapu siciline kayıtlı olmayan taşınmazlarda bu işlevi zilyetlik sağlamaktadır.
Zilyetlik, TMK.nun 976. maddesinde tanımlanmıştır. Anılan madde de, “Bir şey üzerinde fiili hakimiyeti bulunan kimse onun zilyedidir.” denilmektedir.
Anılan madde de açıkça yazılı olduğu üzere, zilyetlik bir şey üzerindeki fiili hakimiyettir. Zilyet, hakimiyetinde bulundurduğu o şeyin/malın üzerinde ayni veya şahsi bir hakkın sahibi olabileceği gibi, hiçbir hak olmaksızın da o şey üzerinde zilyetliğini kurmuş olabilir. Zilyetlik haktan bağımsız ayrı olan bir kurumdur. Henüz mülkiyet hakkının edinilmediği, sınırlı ayni bir hak veya şahsi bir hak kurulamadığı hallerde de zilyetlik söz konusu olabilir. Bir şey üzerinde zilyetliğin kurulması için, zilyetliğin temelinde bir hakkın bulunması zorunlu değildir. Bundan ötürü, TMK.nun 982. ve devamı maddelerinde zilyetlik, temelindeki haktan bağımsız olarak koruma altına alınmıştır. (Sapanoğlu Süleyman, Zilyetlikten Kaynaklanan Tescil Davaları, Ankara 2006, sf.625)
Tapu siciline kayıtlı olmayan taşınmazlarda, zilyetlik mülkiyetin karinesidir.
Zilyetliğin konusu taşınır, taşınmaz mallar ve haklardır. TMK’nun 973. maddesinde yazılı “bir şey” sözcüğünden zilyetliğin konusunun taşınır ve taşınmaz mallar olduğu sonucu çıkmaktadır.
TMK’nun 704. maddesinde yazılı taşınmaz mülkiyetinin konusunu oluşturan mallar üzerinde de zilyetlik kurulur. Ancak taşınmaz mal tapulu olabileceği gibi, tapusuz da olabilir. Tapusuz taşınmazlarda zilyetliğin ayrı bir önemi ve işlevi bulunmaktadır.
Tapuda kayıtlı taşınmazlarda tapu sicili mülkiyete karine teşkil ettiği halde tapusuz taşınmazlarda zilyetlik mülkiyetin karinesidir. TMK’nun 992. maddesinde tapuya kayıtlı taşınmazlarda hak karinesinden ve zilyetlikten doğan dava açma hakkından yalnız adına tescil bulunan kimse yararlanır denilmiştir.
Bir mal üzerinde zilyetliğin kurulmasından söz edilebilmesi için, o mal üzerinde iradi olarak hakimiyetin kurulması gerekmektedir.
Zilyetlik özel hukuk hükümlerine tabi mallar üzerinde kurulur. Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan kamu malları üzerinde özel hukuk hükümlerine göre zilyetlik kurulamaz. Öteki deyişle, kamu malları nitelikleri, doğal yapıları ve mahiyetleri gereği olağanüstü zamanaşımı yoluyla kazanılması mümkün olmadığı gibi, kamunun yararlanmasına terk ve tahsis edilmeleri nedeniyle, kişilerin üzerlerinde fiili hakimiyet kurmalarından da söz edilemez.
Ayrıca, TMK’nun 713/1. maddesi hükmü uyarınca, tapusuz bir taşınmaz malın olağanüstü zamanaşımı ve zilyetlik yoluyla kazanılabilmesi için, kanunda yazılı diğer kazanma koşulları yanında zilyetliğin davasız/çekişmesiz geçmesi gerekir. Bu koşul TMK’nun 713/1. maddesinde, “davasız”, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 14. maddesinde de, “çekişmesiz” zilyetlik şeklinde ifade edilmiştir.
Gerek TMK’nun da, gerekse 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nda davasızlık koşulunun tanımı yapılmamıştır. Öğretide oybirliğiyle kabul edildiği üzere, çekişmeden maksat davadır(Düzceer Alirıza, kazandırıcı zamanaşımıyla taşınmaz iktisabı, 2. baskı, sf.216).
TMK’nun 713/1. maddesine dayalı tescil davalarında, diğer koşullarda olduğu gibi davasızlık koşulu yönünden dava tarihine kadar çekişmenin çıkıp çıkmadığının araştırılması gerekir. Kazanma koşullarının oluşması ve mülkiyet hakkının doğmasından sonra ortaya çıkan çekişmeler kazanmayı önlemez.
Bununla birlikte, bir taşınmaz malın olağanüstü zamanaşımı yoluyla kazanılması için 20 yıllık zilyetlik süresinin aralıksız ve sürekli geçmesi gerekir. Yürürlükten kaldırılan 743 sayılı Kanunu Medeni (MK)nin 639/1., 4721 sayılı TMK’nun 713/1. ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 14. maddesinde “aralıksız” sözcüğü ile bu koşula yer verilmiştir. Tüm bu hükümlerden açıkça anlaşıldığı üzere aralıksız zilyetlik kazanma koşuludur.
Kazanmayı sağlayan zilyetliğin yirmi yıl süreyle aralıksız geçmesi gerekir. Kazanmayı sağlayan zilyetlik başlangıcından sonuna kadar sürekli geçmelidir.
Eklemeli zilyetlik halinde zilyetliğin aralıksız sürdürüldüğü kabul edilir. Geçerli bir hukuki ilişkiye dayanarak zilyetliği devir alan zilyet, önceki zilyedin süresinden yararlanır.
Öte yandan, zilyetliğin “malik sıfatı ile” geçmesi gerekir. TMK’nun 713/1. maddesinde “malik sıfatı ile” zilyetlik kazanma bakımından koşul olarak düzenlenmiştir.
Zilyetliğin o malın/taşınmazın maliki olduğunu sahiplenme, kullanma, idare ve işletmesi amacıyla hakimiyetinde bulundurması halinde malik sıfatıyla zilyetlikten söz edilebilir. O mal üzerinde kendi zilyetliğinden başka kişinin üstün ve korunmaya değer zilyetliğini tanımayan kişinin zilyetliği malik sıfatıyla zilyetliktir. Tapusuz taşınmazın tesciline ilişkin davasında, diğer koşullar yanında malik sıfatı ile zilyetliğin Hazine’ye karşı kanıtlanması gerekir.
Kazanmayı sağlayan yirmi yıllık zilyetlik, TMK’nun 973. maddesi uyarınca taşınmaz üzerinde “fiili hakimiyet”in ve malik sıfatıyla zilyetliğin kurulduğu andan itibaren başlar. Tescil konusu taşınmaz üzerinde kanunda yazılı koşullar altında zilyetliğin kurulduğu tarihten itibaren yirmi yıllık kazanma süresi başlar.
Tüm bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde:
Davacı vekili, üç adet taşınmaz hakkında açtığı davada, 177 ada 2 parsel ve 105 ada 24 parsel numaralı taşınmazların kadimden beri tarla olup mera olarak hiç kullanılmadığını, müvekkili ve atalarının bu taşınmazları zilyetliğinde bulundurup eskinden beri tarla olarak kullandıklarını belirterek, olağanüstü kazandırıcı zamanaşımı yoluyla; 179 ada 28 parsel numaralı taşınmazın ise müvekkilinin de hissedar olduğu 932 yevmiye, 397 cilt, 22 sahife, 7 sıra ve 12.07.1984 tarihli tapunun kapsamında olduğunu, tapu hisseli olmasına rağmen, müvekkili ve atalarının malik sıfatıyla yaklaşık 100 yıldır zilyetliğinde olduğunu, müvekkilinin taşınmaz üzerindeki eski evleri yıkıp 4 katlı ev yaptığını, kalan kısmı da tarla olarak kullandığını belirtmiştir.
Böylece, davacı, taşınmazların bir kısmı yönünden tapuya; kalan kısmı için ise malik sıfatıyla zilyet sıfatıyla olağanüstü zamanaşımı yoluyla mülkiyeti iktisap ettiği iddiasına dayanmıştır.
Çekişmeli taşınmazların bulunduğu yörede genel arazi kadastrosu 1998 yılında yapılmış ve sonuçları 07.08.1998- 07.09.1998 tarihleri arasında ilan edilerek kesinleşmiştir.
Kadastroda dava konusu taşınmazlar “mera” vasfıyla sınırlandırılmıştır.
Mahkemece, davacının iddiası doğrultusunda taşınmazlar hakkında sadece eskiden beri mera olup olmadıkları konusunda bir araştırma yapılmış, başkaca da bir araştırma yapılmadan taşınmazların mera olmadıklarının tespiti üzerine davanın kabulüne karar verilmiştir.
Dava konusu taşınmazların mera olmadığı hususu Özel Dairece de benimsenmiş, ancak orman olup olmadığına ve zilyetliğe ilişkin araştırma yetersiz görülerek karar bozulmuştur.
Mahkemenin direnme gerekçesi, taşınmazın mera olarak sınırlandırılmasına karşın yapılan araştırma ile mera vasfı taşımadığının belirlendiği, tespitte orman olduğuna ilişkin bir belirleme ve bu konuda bir itiraz da olmadığına göre orman araştırmasının yapılmasına gerek olmadığı, zilyetlikle kazanma koşulları gerçekleştiği, hususlarına dayanmaktadır.
Davacı mülkiyet hakkını bir kısım taşınmazlarda tapuya, bir kısmında da zilyetliğe dayandırdığına ve taşınmazın sınırlandırılmasına dayanak teşkil eden mera vasfının gerçek olmadığı, taşınmazların mera vasfı taşımadığı anlaşıldığına göre, bu yerlerin gerçek vasfının tespiti, gerçekten olağanüstü zamanaşımına dayanılarak zilyetlikle kazanılabilecek yerlerden olup olmadığının kesin olarak çözüme kavuşturulması gerekir. Zira, burada verilecek karar, ileride aynı yerle ilgili olarak taraflar arasında görülecek bir davada kesin hüküm oluşturacağından; kadastro sırasında yapılan nitelemeye bağlı kalınmaksızın taşınmazın gerçek niteliğinin ve buna göre de kazandırıcı zamanaşımı ile iktisap edilip edilemeyeceğinin belirlenmesi gerekir.
Yargılama aşamasında, mahkemece; 09.09.2005 ve 14.04.2008 tarihlerinde taşınmazların bulunduğu yerde keşif yapılmış, keşif sonucu düzenlenen 12.09.2005 tarihli fen bilirkişisi Lokman Şen’in raporuna göre ise, 177 ada 2 parsel ve 105 ada 24 parsel numaralı taşınmazların “Devlet Ormanı”na sınır oldukları tesbit edilmiş, keşifte dinlenilen mahalli bilirkişi Mehmet Kahraman’da, bu parsellerin güneyinde yeni fidanlık ve fundalıkların bulunduğunu buraların orman için bırakıldığını beyan ettiği halde, bu konu üzerinde durulmamıştır.
Ayrıca mahkemece, davacının 28 parsel için dayandığı tapu kaydı mahalline uygulanmadığı gibi, bu konuda bilirkişilerden raporda alınmamış, ormana sınır olduğu belirtilen taşınmazlar hakkında orman araştırması da yapılmamıştır.
Bununla birlikte dava konusu taşınmazların olağanüstü kazandırıcı zamanaşımı yoluyla mülkiyetinin kazanılıp kazanılmayacağına ilişkin yeterli araştırma yapılmadan, sadece mera olmadığının tesbiti ile yetinilmek suretiyle karar verilmiştir.
Şu hale göre, taşınmazların kadastroda belirlenen niteliği dışında, olağanüstü zamanaşımı ile kazanılacak yerlerden olup olmadığı hususu, kesin olarak çözüme kavuşturulmuş değildir.
Bunun yanında, dava konusu taşınmazlar ile aynı nitelikte olduğu söylenilen başka taşınmazlar olduğu, bunlarla ilgili verilen kararların Yargıtay denetiminden geçerek kesinleştiği, mahkemece direnmeye gerekçe yapılmış ise de, bu dosyalar getirtilerek incelenmemiş ve mahalline uygulanarak eldeki dosya ile bir bütün halinde değerlendirme yapılmamıştır.
Hal böyle olunca, mahkemece, dava konusu taşınmazlar hakkında yukarıda açıklanan zilyetlikle ilgili ilkeler doğrultusunda ve özel daire bozma kararında belirtilen ormanla ilgili araştırma ve incelemelerin yapılması; davacının 28 parsel numaralı taşınmaz hakkında dayandığı tapu kaydının mahalline usulünce uygulanması; emsal nitelikte olduğu ileri sürülen diğer dava dosyalarının celbi ile bir bütün halinde araştırma ve değerlendirme yapılarak, sonucuna göre karar verilmesi gerekirken, eksik araştırma ve soruşturma ile, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
S O N U Ç : Davalı Hazine ve Akpınar Belediye Başkanlığının temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının, Özel Daire bozma kararında gösterilen ve yukarıda açıklanan genişletilmiş nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanunun 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, hazine harçtan muaf olmakla, Akpınar Belediye Başkanlığı tarafından yatırılan peşin harcın talep halinde bu davalıya iadesine, 15.02.2012 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1–170 K: 1999/167 T: 24.3.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/7-174 K: 2004/161 T: 24.3.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1997/20-808 K: 1997/1039 T:10.12.1997
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/8-964 K: 2001/751 T: 24.10.2001
Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1996/4090 K: 1996/3991 T: 19.9.1996
Tarıma elverişli olması koşuluyla, metruk çay yada ırmak yataklarının zilyetlikle iktisabı mümkündür.
Davacı, zilyetliğe dayanarak Hazine adına yapılan tespitin iptalini istediğine göre, mahallinde tesbit bilirkişileri, tanıklar, jeoloji ve ziraat mühendislerinden oluşan üç kişilik bilirkişi heyetiyle birlikte keşif yapılıp, zilyetliğin başlangıç tarihi, süresi, sürdürülüş biçimi, taşınmazın ırmağın etkisi altında kalıp kalmadığı, kalıyorsa bu durumun davacının kullanımına engel olup olmadığı saptanmalıdır. Eksik incelemeyle hüküm kurulması doğru değildir.
Taraflar arasındaki tespite itiraz davası üzerine yapılan yargılama sonunda; davanın reddine ilişkin verilen hüküm davacı Mevlüt tarafından süresi içinde temyiz edilmekle; dosya incelendi gereği düşünüldü:
Kadastro sırasında 110 ada 3 parsel sayılı 3462.20 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz, devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerden iken, 1982 yılından itibaren tarım alanına dönüştürüldüğünden Hazine adına tesbit edilmiştir. Askı ilan süresi içinde Mevlüt irsen intikal, taksim ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanarak dava açmıştır. Mahkemece, davanın reddine ve dava konusu parselin davalı Hazine adına tapuya tesciline karar verilmiş; hüküm, davacı Mevlüt tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece yapılan araştırma ve inceleme hüküm kurmaya yeterli değildir. Taşınmazın, ırmak (çay metrukâtı) olduğu uzman bilirkişi raporunda açıkça vurgulandığı gibi, bu yön mahkemenin de kabulündedir. Mahkemenin kabulünün aksine, tarıma elverişli olması koşulu ile metruk çay ada ırmak yataklarının zilyetlikle iktisabı mümkündür.
Bilgisine başvurulan tanıklardan Hamza, taşınmazın davacıya babasından kaldığını bildirmekle beraber, davacı ve babasının zilyetliklerin toplam süresi ile ilgili bir açıklamada bulunmamış, diğer tanık Ahmet ise, taşınmazın davacıya dedesinden geldiğini, davacının babası Mehmet tarafından ölünceye kadar kullanıldığını ve genelde çavdar ekilen bir yer olduğunu söylemişlerdir. Bu hali ile tanık beyanları, soyut içerikli ve kanaat verici olmaktan uzaktır. Diğer taraftan, jeolog bilirkişi raporunda taşınmazın hangi tarihten beri ziraat edildiği belirtilmemiş, oluşum süresi ile ilgili mütalaada bulunulmakla yetinilmiştir. Bunun yanında, zilyetlik ve süresi ile ilgili tanık sözleri tutanak içreğine aykırı düştüğü halde tesbit bilirkişilerinin tanık sıfatı ile dinlenip, aykırılığın giderilmesi yoluna da gidilmemiştir.
Eksik inceleme ile hüküm verilemez. O halde, önceden dinlenen tanıklarla tesbit bilirkişileri hazır edilmek sureti ile yerinde yeniden keşif yapılarak davacı ve babasının zilyetliklerinin başlangıç tarihi, süresi ve sürdürülüş biçimi, taşınmazın ırmağın etkisi altında kalıp kalmadığı, kalmakta ise hangi mevsimlerde ve ne müddetle kaldığı, bu durumun davacının kullanımına engel teşkil edip etmediği olaylara dayalı olarak bilirkişi ve tanıklardan ayrı ayrı sorulup saptanmalı, bilirkişi ve tanık sözleri arasında aykırılık doğduğunda giderilmeli, yalnızca jeolog bilirkişi raporu ile yetinilmeyip, jeoloji ve ziraat mühendislerinden oluşturulacak üç kişilik bilirkişi kurulundan taşınmazın niteliği, toprak yapısı ve karakteri, hangi tarihten beri ziraat edildiği, ırmağın etkisi altında kalıp kalmadığı, kalmaktaysa bu durumun davacının yararlanmasına mani olup olmadığı konularında teknik verilere dayalı gerekçeli rapor alınmalı, zilyetlik süresi yönünden gerektiğinde komşu parsel maliklerinin tanık sıfatı ile bilgilerine başvurulmalı, ondan sonra toplanan delillerle birlikte değerlendirilerek hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmelidir.
Davacı Mevlüt’ün temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerden ötürü (BOZULMASINA), ve peşin alınan harcın istek halinde temyiz edene geri verilmesine, 19.9.1996 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1996/3896 K: 1996/4122 T: 23.9.1996
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1998/540 K: 1998/253 T: 9.2.1998
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1994/9248 K: 1994/10444 T: 26.12.1994
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1996/2980 K: 1996/2965 T: 4.6.1996
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 1996/13901 K: 1996/14381 T: 28.11.1996
Bir vakıf malın zilyetlikle mülk edinilip edinilemeyeceği; vakfın türüne, zilyedin taşınmazın vakıf malı olduğunu bilip bilmediğine ve zilyetlikle kazanma koşullarının geçekleşip gerçekleşmediğine bağlı olduğu gibi; yalnızca muteber bir vakfiyenin bulunduğu ispat edilmekle de, belli bir taşınmazın vakıf malı olduğu sabit olmuş sayılmaz. Muteber bir vakfiye evvelce yapılmış olabilir. Ancak o vakfiyeye göre hak iddia edilen taşınmaz malın da vakfedilmiş olduğu kanıtlanmalıdır.
Davacı tarafından, davalılar aleyhine açılan tapu iptali, tescil, men’i müdahale davasının yapılan yargılamasında, mahkemece davanın reddine dair verilen kararın davacı İdare vekili tarafından temyizi üzerine dosya incelendi, gereği görüşülüp düşünüldü:
Vakıf mallarının zilyetlikle mülk edinilebilmesi, 13.2.1935 tarihinde yürürlüğe giren 2762 sayılı Vakıflar Kanunun da ilke olarak kabul edilmiş, bu yön 41.madde de; (….Kanunu Medenide ki müruru zaman hükümleri vakıf mallar hakkında da tatbik olunur…) şeklinde ifade edilmiştir. Söz konusu madde metninden anlaşılacağı üzere, zilyetlikle mülk edinme de yeni koşullara gerek duyulmamış, Medeni Kanunun kazandırıcı zaman aşımını düzenleyen hükümlerine, özellikle 639.maddesinde yollama da bulunulmakla yetinilmiştir. Bu itibarla, her iki kanun hükümlerinin birlikte ele alınıp değerlendirilmesinde zorunluluk vardır. Bilindiği gibi, sahih vakıf türünden olan mukataalı ve icareteynli vakıflar da kuru mülkiyet hakkı vakfa ait iken tasarruf hakkı mutasarrıfa bırakılmıştır. Keza, tasarruf hakkı vakfedilen gayri sahih vakıflar da ise kuru mülkiyet Hazine’de (beytülmalde) kalmıştır. Vakfın ve Hazinenin ölmeleri veya gaiplerine hükmedilmesi söz konusu olmayıp, hükmü şahsiyetleri devam ettiğinden, mutasarrıfların ölmelerinden veya gaipliklerine hükmedilmesinden itibaren 20 yıllık süre ile zilyetlik başkasında olsa dahi tapulu vakıf taşınmazların mülkiyeti ilgilisine geçmez. O halde, tapulu vakıf taşınmazlar hakkında zilyetlikle mülk edinme koşullarının gerçekleşmesine ve Vakıflar Kanununun 41.maddesinin uygulanmasına olanak yoktur. Nitekim bu kural 4.3.1959 tarih, 1959/2-19 sayılı İnançları birleştirme kararına ve yerleşmiş Yargıtay İçtihatların da açıkca vurgulanmıştır. Hemen belirtmek gerekir ki, tapu kaydı yanın da, aynı değeri taşıyan evkaf idareleri, şeriye mahkemeleri ve mütevellilerce tutulan ve daha sonra Tapu İdarelerine aktarılan defterlerde kayıt vakıf taşınmaz malların da zilyetlikle mülk edinilemeyeceği kuşkusuzdur. Ancak, mülkiyeti Hazineye ait olan arazi (miri arazi)nin gelirleri (öşür ve rüsümatı) vakfedilmek suretiyle oluşturulmuş “tahsisat nevinden vakıf” niteliğini taşıyan vakfiyelerin kapsamında kalan taşınmaz yada taşınmazlar yönünden mülk edinme imkanının varlığı da göz ardı edilmemelidir.
Öte yandan, Vakıflar Kanununun 8.maddesinde aynen: “Vakıfların doğrudan doğruya hayrattan olan gayrimenkulleri rehnedilemezler. Bunların mülkiyet ve intifa hakkı iktisap müruruzamanı işlemez.” Denmek suretiyle, bu ilkeye ayrık bir hüküm getirilmiş, doğrudan hayrat vakıfların zilyetlikle kazanılamayacağı belirtilmiştir.
Daha sonra yasa koyuca, geçmişten günümüze intikal eden bizlerin de gelecek nesillere aynen devretmesi gereken vakıf değerlerini korumak, kuruluş amaçlarını devam ettirmek için 13.7.1967 tarih, 903 sayılı Yasa ile Medeni Kanunda 81/B maddesini ekleyerek, vakıf malların zilyetlikle mülk edinme yolunu tamamen kapamıştır. Böylece değinilen kanunun yürürlük tarihinden sonra Vakıflar Kanununun 41. Maddesinin uygulanma ve vakıf malların zilyetlikle başkalarına geçme olanağı kalmamıştır.
Ne varki, yukarıda değinilen hususlar tartışmasız iken 13.7.1967 tarihinden önceki dönemde tapusuz vakıf mallar üzerinde gerçekleşen 20 yıllık zilyetlik süresine değer verilip verilemeyeceği, bu sürenin geçmesiyle vakıf taşınmazın özel mülke konu olup olamayacağı yönünde gerek doktrinde, gerekse uygulamada halen görüş birliği yoktur. Konuya açıklık getirmek için, vakıf kurmanın amacı ve vakıfların toplumdaki yeri ve özellikleri üzerinde durularak, zilyetliğin niteliğinin belirlenmesinde zorunluluk vardır: Eski Vakıflar, bir malı başka bir kimsenin mülkiyetine geçmemesini teminen Allah’ın mülkü haline getirerek yararlanmasını insanlara bırakmak amacıyla oluşturulan, toplumumuzla büyük önem ve değer verilen bu nedenle herkesçe, en azından yöre halkınca bilinen kuruluşlardır. Zilyetlikle mülk edinme koşullarından ilki ise, zilyetliğin malik sıfatıyla kurulması ve devam etmesidir. Bir taşınmazın vakıf malı olduğunu bilen bir kimsenin malik sıfatıyla zilyetliğinden söz edilemez. Örneğin; “geliri bir kariye veya mahalli ahalisinin avarız ve ihtiyaçlarına sarf olunmak üzere tesis edilmiş bulunan” avarız vakıf mallar tapu sicilinde veya Tapu İdaresine devredilen vakıf defterinde kayıtlı bulunmasa dahi yöre halkınca öteden beri vakıf malı olduğu bilindiğinden kullanan kişi malik sıfatıyla zilyet değil işgalci (şagil) durumundadır.
Bir vakıf malın zilyetlikle mülk edinilip edinilemeyeceği; vakfın türüne, zilyetlik tarihine, kişinin o taşınmazın vakıf malı olduğunu bilip bilmediğine, zilyetliğin malik sıfatıyla olup olmadığına ve dolayısıyla zilyetlikle mülk edinme koşullarının gerçekleşip gerçekleşmediğine bağlı bulunduğundan, bu yönler üzerinde önemle durulmalı ve bir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde açıklığa kavuşturulmalıdır.
Bu bağlamda ifade edilmelidir ki, muteber bir vakfiyenin bulunduğu ispat edilmekle de, belli bir gayrimenkulün vakıf malı olduğu sabit olmuş sayılmaz. Muteber bir vakfiye evvelce yapılmış olabilir; Ancak, o vakfiyeye göre hak iddia edilen malında vakfedilmiş olduğunun ispatı gerekir. Diğer bir deyişle, vakfedilen mallar arasında çekişmeli taşınmaz malın (gayrimenkulün) bulunup bulunmadığı araştırılmalıdır.
Yerel mahkemece yapılan araştırma ise, yukarıda değinilen ilkeleri gözeten bir içerik taşımamaktadır. Ayrıca, “muteber vakfiye” niteliğinde olduğu ileri sürülen belgenin kapsamını gösteren uygulamada hükme yeterli değildir.
Hal böyle olunca, öncelikle Tapu Kadastro Genel Müdürlüğünden ve Vakıflar Genel Müdürlüğünden bilgi alınmak, gerektiğinde, konunun uzmanı kişilerden seçilecek bilirkişi veya bilirkişi kuruluna (talimat yoluna başvurularak) inceleme yaptırılmak suretiyle davanın dayanılan belgenin niteliğinin; özellikle, vakfın türünün saptanması,; ondan sonra çevreyi iyi bilen yerel bilirkişiler aracılığıyla yeniden keşif yapılıp belgede okunan sınırların arazideki yerlerinin belirlenmesi; yerel bilirkişilerin bilemedikleri sınırlar yönünden taraflara tanık dinletebilme olanağının sağlanması; tapu fen memuru yada harita kadastro mühendisi sıfat ve yeteneğini taşıyan uzman bilirkişilere uygulamayı izlemeye ve denetlemeye elverişli krokinin kadastrol paftayla bağlantılı olarak düzenlettirilmesi; dosyaya ibraz edilen krokilerdeki şekli benzersizliğin giderilmesi; böylece belgenin kapsamının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılması ve sonucuna göre bir hüküm kurulması gerekirken noksan soruşturma ile yetinilip yazılı olduğu üzere karar verilmesi isabetsizdir.
Davacı İdarenin temyiz itirazları yerindedir. Kabulüyle, hükmün açıklanan nedenlerden ötürü HUMK’nun 428.maddesi gereğince (BOZULMASINA), peşin alınan harcın temyiz edene geri verilmesine, 28.11.1996 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1995/8467 K: 1996/3554 T: 8.4.1996
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1989/4849 K: 1990/4192 T: 29.3.1990
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2003/12725 K: 2003/13923 T: 22.12.2003
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 1989/12854 K: 1989/14679 T:08.12.1989
Yargıtay 13. Hukuk Dairesi E: 1998/6840 K: 1998/7984 T:20.10.1998
431 sayılı Yasa gereğince, hazineye intikal eden davaya konu parselin, zilyetliğe dayalı olarak oluşturulan tesbit tapu kaydı, davalıya mülkiyet hakkı bahşetmez. Ancak davadan önce davalı, taşınmazı 3. kişiye satmış olduğu için davacı hazine, satım tarihindeki raiç değerini davalıdan isteyebilir. Davalının, iyi veya kötü niyetli olması, davacı hazinenin talep hakkına etkili değildir.
Taraflar arasındaki taZminat davasının yapılan yargılaması sonunda ilamda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine yönelik olarak verilen Hükmün süresi içinde davacı avukatı tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi gereği konuşulup düşünüldü.
Davacı Hazine, Karaburun İlçesi tapunun Kanuni Evvel 1323 tarih ve 311/13 numarasında Padişah Abdulhamit adına kayıtlı taşınmazın 431 sayılı Yasa gereğince Devlete intikal edip Hazine adına 17 Mayıs 1340 tarih 7 numara ile tapuya tescil edildiğini, bu tapu kapsamında bulunan Balıkova Köyündeki 958 parsel sayılı taşınmazın tapulamaca davalı adına tesbit ve tescil edildiğini davalının 958 parsel sayılı taşınmazı üçüncü kişiye sattığını, öne sürerek satış tarihindeki raic değeri 3.550.000 TL.nin satış tarihinden itibaren işleyecek faizi ile birlikte ödetilmesine karar verilmesini istemiştir.
Davalı, taşınmazı diğer parsellerle birlikte Süleyman ve Hasan Remzi’den zilyetlik haklarıyla birlikte satın aldığını, davanın bu satıcılara yöneltilmesi gerektiğini, Yasada padişah mallarının millete intikalinin öngörüldüğünü, buna rağmen Hazine adına intikalinin yersiz olduğunu, davacının dayandığının tapu kaydının hukuki kıymetini yitirdiğini talep edilen bedelinde fahiş bulunduğunu, değer artışı sağlayan giderlerinin gözetilmesi gerektiğini beyanla davanın reddine karar verilmesini savunmuştur. Mahkemece davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı tarafından temyiz edilmiştir.
Balıkova Koyü 958 parsel sayılı taşınmazın senetsizden zilyetlik hükümlerine dayalı olarak dava dısı Suleyman adına tapulamaca tesbit edildigi bu tesbite davalının itirazının Tapulama Komisyon kararı ile kabul edilmesiyle de davalı adına tesbıt ve tescil edildiği, davalının 21.11.1984 tarihinde taşınmazı dava dışı 3 kişiye sattığını, 958 parsel sayılı bu taşınmazın Hazine adına 17 Mayıs 1340 tarih, 7 numarasında kayıtlı tapu kaydı kapsamında kaldığı, taşınmazın evveliyatının padişah Abdulhamit Han’a ait tapulu taşınmaz bulunduğu toplanan delillerden anlaşılmaktadır. Esasen bu konuda taraflar arasında bir uyuşmazlık olmadığı gibi mahkemenin kabulü de bu doğrultudadır. 431 sayılı Yasa gereğince padişah’lara ait tapulu taşınmazlar Devlete intikal etmiştir. Bu özel yasa gereğince Devlete intikal eden taşınmazların zilyetlikle iktisabı mümkün değildir. Öyle ise zilyetliğe dayalı olarak 958 parselin davalı adına tescili yolsuz bir tescil olup, davalıya tapu kaydı mülkiyet hakkı bahşetmez. Davalı, dava tarihinden once taşınmazı üçüncu kişiye satmıs olduğu icın davacı, satım tarihindeki raiç değerini davalıdan istiyebilir. Olayda MK: nun 906. maddeleri hükümlerinin uygulama yeri olmadığı gibi davalının iyi veya kötü niyetli olması da davacının talep hakkına etkili değildir.
Yaptırılan bilirkişi tetkikatı sonucunda taşınmazı üçüncü kişiye temlik tarihindeki değerinin 500.000 TL. olabileceği açıklanmış ise de davalı taşınmazı üçüncü kişiye 2.040.000 TL.ye sattığını cevap dilekçesinde kabul etmiştir. Davalının bu kabulü kendisini bağlar.
Öyle ise, mahkemece 2.040.000 TL.na ilişkin davacı davasının kabulüne karar verilecek yerde yasal düzenlemeye uygun düşmeyen gerekçelerle davanın tümden reddine karar verilmesi usul ve kanuna aykırı olup bozma nedenidir.
Sonuç: Açıklanan nedenlerle temyiz olunan mahkeme kararının davacı yararına bozulmasına, 20.10.1998 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2005/262 K: 2005/718 T: 4.2.2005
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 1996/5273 K: 1996/5094
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1987/4002 K: 1987/4319 T: 6.4.1987
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2004/8950 K: 2005/556 T: 31.1.2005
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 1989/12854 K: 1989/14679 T:08.12.1989
Hilafet ve saltanatın kaldırılması ile padişahlara ait taşınmazlar kamu malı olarak Hazineye geçmiştir. Bu nitelikteki yerlerin zilyedlikle iktisabına olanak bulunmadığı gibi; bu taşınmazları üçüncü kişilerden kayden satın alanlar iyiniyetle iktisap ettiklerini ileri süremezler.
Taraf1ar arasındaki davadan dolavı, (Karabürun Asliye Hukuk Hakimliği)nden verilen 24.2.1989 gün ve 147/11 sayılı hükmün onanmasına ilişkin olan 18.5.1989 gün ve 4132/6104 sayılı kararın düZeltilmesi süresinde davacı vekili tarafından istenilmiş olduğundan dosya incelendi, gereği görüşülüp düşünüldü:
Davacı Hazine, tapulamaca senetsizden davalının satıcısı adına tesbit ve tescil edildikten sonra satış yoluyla davalıya geçen çekişmeli parselin, Sultan Abdulhamit Han adına iken kayden Hazineye intikal etmiş 17 Mayıs 1340 tarih 7 nolu tapu kapsamında kaldığını ileri sürerek iptal ve tescil istemiştir. Mahkemece, çaplı yeri satış suretiyle iktisap eden davalının MK: nun 931. maddesinin koruyuculuğu altında bulunduğundan söz edilerek davanın reddine karar verilmiştir. Tapunun K: evvel 1323 tarih, 13 sıra numarasında Padişah Abdulhamit adına (hali arazi) cinsi ile kayıtlı onbin dönüm yüzölcümündeki taşınmazın daha sonra 17 Mayıs 1340 tarih, 7 sıra ile numarasıyla Hazine’ye intikal ettiği dosyada mevcut kayıt orneğinden anlaşılmaktadır.
3.3.1940 gün, 431 sayılı. (Hilafetin İlgasına ve Hanedanı-Osmaniye’nin Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılmasına Dair) Yasanın 10. maddesinde; (Emlakı Hakaniye namı altında olup evvelce millete devredilen emlak ile beraber mülga padisahlıga ait bılcumle emlak ve sabık Hazine-i Hümayun muhteviyatlarıyla birlikte saray ve kasırlar ve mebani ve arazi millete intikal) etmiştir; denildiğine göre, bu nitelikteki tasınmaz malların kamu malı olarak ulusa geçtiğinin ve Hazine’nin kamu hakkında giren malı bulunduğunun kabulü zorunludur. Bu itibarla anılan yerlerin Medeni Yasa hükümlerince mülk edinilmesi, diger bir anlatımla zilyetlikle iktisabı olanaksızdır. Hukuk Genel Kurulu’nun 15.12.1965 tarih, 8-460 sayılı kararı da bu yöndedir. O halde olayda, MK: nun 931. maddesinin de uygulama yeri yoktur. Hal boyle olunca, iddia ve savunma çercevesinde delillerın toplanması, hukme yeterli uygulama yapılması, varılacak sonuca göre karar verilmesi gerekirken yazılı olduğu üzere hüküm kurulması isabetsizdir. Değinilen hususlar karar düzeltme isteği üzerine bu kez yapılan inceleme sonunda anlaşılmıştır. Davacı Hazine’nin itirazları yerindedir. Kabulüne ve Dairenin 18.5.1989 gün ve 4132/6104 sayılı onama kararının HUMK: nun 440. maddesi gereğince karar düzeltme yoluyla kaldırılmasına, Karaburun Asliye Hukuk Mahkemesi’nce kurulan 24.2.1989 gün 147/11 sayılı hükmün HUMK: nun 428. maddesi uyarınca ve anılan nedenden ötürü (BOZULMASINA), alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 8.12.1989 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 1996/7048 K: 1996/6932 T: 4.6.1996
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2003/12725 K: 2003/13923 T: 22.12.2003
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1997/2792 K: 1997/3395 T: 13.6.1997
- Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E: 2004/8607 K: 2004/11467 T: 25.10.2004
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1983/8-578 K: 1985/349 T: 24.4.1985
Fen Memuru olmayan sicil muhafızına çizdirilen krokilerin, tescil kararına dayanak yapılmasına olanak yoktur. Zilyetlik sürelerinin birbirine eklenebilmesi için, zilyetlik süresi eklenecek öncesi zilyetlerin de kazandırıcı zamanaşımından yararlanma haklarına sahip olmaları zorunludur.
Taraflar arasındaki “Tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda (Çayıralan Aslıya Hukuk Mahkemesi)nce davanın kabulüne dair verilen 29.11.1982 gün ve 11-277 sayılı kararın incelenmesi Hazineyi temsilen Çayıralan Malmüdürü tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8. Hukuk Dairesi’nin 15.2.1983 gün ve 1476/1490 sayılı ilamıyla; (Dava 1617 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Öntedbirler Kanununun yürürlüğü sırasında açılmıştır. Tescil istem ve kararı 766 sayılı Tapulama Kanununun 33. maddesinin ilk fıkrasına dayanmaktadır. Anılan maddenin 1617 sayılı Kanunla değişik 4. fıkrası hükmüne göre tapulama bölgesinde aynı maddenin 1, 2 ve 3. fıkraları uyarınca bir kişinin zilyetlikle iktisap edebileceği taşınmazların toplam büyüklüğü 50 dönümü ve her bir parçanın yüzölçümü 20 dönümü geçemez. Bu itibarla bu yönler göz önünde tutulmak suretiyle keyfiyet gereği gibi araştırılıp tespit olunmak ve sonucuna göre bir karar verilmek gerekirken, bunlardan zühul ve eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsizdir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, MK: nun 639/1 ve 909. maddelerine dayanmaktadır. MK: nun 639/1. maddesi, tapusuz taşınmazların kazandırıcı zamanaşımı ile mülk edinilmesi koşullarını düzenlenmiş bulunmaktadır. Ancak, 766 sayılı Tapulama Kanununun 33. maddesi, kazandırıcı zamanaşımı ile mülk edinme konusunda yeni bazı koşullar getirmiş ve 97. maddesi de, tapulama bölgeleri dışındaki taşınmazlar hakkında genel hükümlere göre açılacak tescil davalarında bu kanunun 33 ve 42. Maddelerinin uygulanmasını öngörmüştür. O halde, tapulama bölgeleri dışında kalan taşınmazlar için açılan tescil davalarında, zilyetlikle iktisap koşullarının Tapulama Kanununda öngörüldüğü biçimde gerçekleşip gerçekleşmediğinin araştırılması zorunludur. Tapulama Kanunun, tapusuz taşınmazların zilyetlikle iktisap koşullarını saptayan 33. maddesi hükmü, daha sonra yürürlüğe giren 1617 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Öntedbirler Kanununun 20. maddesi ile değiştirilmiş ve yeni bazı sınırlamalar getirilmiştir. Bu yeni sınırlamalara göre, bir tapulama bölgesinde, bir kimsenin zilyetlikle iktisap edebileceği her taşınmaz miktarı 20 dönümü ve toplam yüzölçümleri de 50 dönümü geçemez. Temyize konu olan bu davada, 1617 sayılı Yasanın yürürlüğe girdiği 19.7.1972 gününden sonra açılmış bulunduğundan sözü edilen Yasa Hükümlerinin uygulanması gerekir.
Ayrıca, MK: nun 909. maddesi hükmü halefiyet (ardalık) esasına dayanır. Bu maddeye göre zilyetlik sürelerinin birbirine eklenebilmesi için, zilyetlik süresi eklenecek önceki zilyetlerin de kazandırıcı zamanaşımından faydalanma hakkına sahip bulunmaları zorunludur. Bu yön, halefiyet kuralının gereğidir. Davacının, kendisinden önceki zilyetlerin sahip bulunmadıkları bir haktan halefiyet yolu ile yararlanması hukuken mümkün değildir. Aksi halde, bir tapulama bölgesinde yüzölçümleri toplamı 50 dönümü aşan taşınmazlara münhasıran zilyetliğe dayanarak elinde bulunduran kimsenin 50 dönümden fazlasını kendi adına tapuya tescil ettirmesi mümkün değilken, Bunların devri halinde devralan adına tapuya tescillerine imkan tanınmış olur ki, bu da yasa koyucunun amacına aykırı düşer.
Bundan başka, bir tapulama bölgesinde zilyetlikle mülk edinme yolları, sadece MK: nun 639/1. maddesince açılan tescil davalarından da ibaret değildir. Ortada bir dava bulunmadığı halde, yapılan tapulama tespiti veya kadastro tahdidi ile bir kimse adına tapusuz taşınmazın tescili mümkündür.
Eğer, dava yolu ile tescil isteniyorsa; 5519 sayılı Yasanın 2. maddesi uyarınca tescil kararlarına tapu fen memuru olan yerlerde bu memurlara, olmayan yerlerde bu işi yapmaya yetkili fen memurlarına veya mühendislere yaptırılacak harita veya krokinin eklenmesi zorunluluğu vardır. Herhangi bir sebep ve düşünce ile kanunun bu hükmü ihmal olunamaz.
Yukarıda yapılan açıklamaların ışığı altında temyize konu dava dosyası incelendiğinde mahkemece yapılan araştırma ve incelemenin hükme yeterli olmadığı görülmektedir.
1- Tapu sicil muhafızlığının karşılık yazısına göre, davacı adına zilyetlik yolu ile tapunun 3.3.1977 tarih ve 6 sıra numarasında 4.335 m2 lik miktarında, Çayıralan Sulh Hukuk Hakimliğinin 17.12.1976 gün ve 86/338 sayılı ilamı ile bir parça taşınmazın tescil edildiği anlaşılmaktadır. Bu cevap yetersizdir. Çünkü, az yukarıda açıklandığı üzere dava yolu dışında, tapulama tespiti veya kadastro tahdidi yolu ile zilyetlikle kazanılmış taşınmaz bulunup bulunmadığı hususu, tapunun bu cevabında açıklanmıştır. O halde bu durum kadastro ve tapu müdürlüklerinden sorulmalıdır.
2- Ayrıca yapılan keşifte, dava konusu taşınmazların babası Mevlüt tarafından davacıya ve kardeşi Şahmurat’a satıldığı ve Şahmurat’ında payını davacıya devrettiği; havi Mevlüt’ün zilyetliğinin 20 seneyi geçtiği ve davacının zilyetliği ile birlikte 30 seneyi aştığı, böylece davacının tek başına zilyetliğinin 20 seneyi doldurmadığı anlaşılmaktadır. Bu duruma göre MK: nun 909. maddesindeki halefiyet esasının uygulanabilmesi için, Baba Mevlüt yönünden de 1617 sayılı Yasa ile getirilen kısıtlamalarla ilgili araştırma yapılması zorunda iken, bu araştırmanın da yapılmadığı saptanmıştır.
3- Tescil kararına eklenen krokilerin, tapu sicil muhafızına verdirilmiş olması ve böylece 5519 sayılı Yasanın 2. maddesi hükmü ihmal edilmiş bulunmaktadır. Fen memuru olmayan tapu sicil muhafızına çizdirilen krokilerin, tescil kararına dayanak yapılması mümkün değildir.
Bu nedenle, direnme kararı bozulmalıdır. SONUÇ: Davalı Hazine temsilcisinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK: nun 429. maddesi gereğince (BOZULMASINA), 24.4.1985 gününde oyçokluğuyla karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1–170 K: 1999/167 T: 24.3.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1–170 K: 1999/167 T: 24.3.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/8-249 K: 2005/276 T: 27.4.2005
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/7-174 K: 2004/161 T: 24.3.2004
Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1996/9053 K: 1996/9768 T: 21.11.1996
İskan olgusunun belge ile kanıtlanması gerekirse de, belgeler yangında yok olmuşsa tahsisin, tanık anlatımlarıyla kanıtlanması mümkündür. Tahsisle o yer, metruke niteliğini kaybeder. Tapu iptali ve tescil davalarında, kamulaştırıldığı anlaşılan yer için, mülkiyetin tespitine karar vermekle yetinilmelidir.
Naile ile müşterekleri ile Hazine aralarındaki dava hakkında (Urla Asliye Hukuk Hakimliği)nden verilen 27.10.1993 tarih ve 248-586 sayılı hükmün, Dairenin 14.9.1995 gün ve 11652-8850 sayılı ilamıyla onanmasına karar verilmişti. Davacılar vekili tarafından süresinde kararın düzeltilmesi istenilmiş olmakla; dosya incelendi, gereği düşüldü:
Davacılar tarafından Hazine aleyhine açılan tapu iptali ve tescil davasının reddine dair hüküm, davacıların temyizi üzerine Dairece onanmıştır. Davacılar tarafından bu kez verilen 6.6.1996 günlü karar düzeltme dilekçesi ile, belirtilen nedenlerle, onama kararının kaldırılarak yerel mahkeme hükmünün bozulmasını istemiştir.
Davacılar; uyuşmazlık konusu 165 ada 9 parselin, murisleri Osman ve müştereklerine iskan yoluyla tahsis edildiğini, kadastro çalışmaları sırasında tahsis işleminin gözden kaçırılarak Hazine adına tespit ve tescil edildiğini ileri sürerek, kaydın iptali ile adlarına tesciline karar verilmesini istemişlerdir. Mahkemece, davacıların ileri sürmüş oldukları tahsis olgusunu belge ile kanıtlamadıkları, taşınmazı zilyet olmadıkları ve taşınmazın kanunlar uyarınca Hazineye kalan yerlerden bulunması nedeniyle, davanın reddi yönüne gidilmiştir. Köy hizmetleri İzmir İl Müdürlüğünün 30.12.1991 günlü karşılık yazısında, Urla Hükümet konağının Yanmış olması nedeniyle iskan kayıtlarının çıkartılmadığı bildirilmiştir. Yerel bilirkişi ve tanıklar, uyuşmazlık konusu taşınmazın 50-60 sene kadar önce davacıların murisi Osman ve karısı Selvet ile çocuklarına iskan yoluyla verildiğini, o tarihten bu yana zilyet olduklarını bildirmişlerdir. Davacıların ileri sürmüş oldukları iskan olgusunun belge ile kanıtlanması gerekmektedir. Ne var ki Urla hükümet binasındaki çıkan yangın nedeniyle tahsise ilikin tüm belgeleri yanmış olduğundan, bu belgeler temin edilememiştir. Yangın ve benzeri durumda belge ile kanıtlanması gereken bir hususun tanıkla ispatı mümkün bulunmaktadır. Bu husus HUMK: nun 294. maddesinde açıkca belirtilmiştir. İncelenmekte olan bu davada, yerel bilirkişi ve tanıklar bu yerin iskan yoluyla davacıların murislerine tahsis edildiğini ve bu nedenle de zilyet olduklarını açıkca bildirmişledir. Bu durumda tahsis olgusunun kanıtlandığının kabulü gerekir. Mahkeme red gerekçesinde, davacıların taşınamaza zilyet olmadıklarını 5-6 seneden beri ekip biçmediklerini bildirmişler ise de, tanık beyanları karşısında mahkemenin bu gerekçesi doğru olmamaktadır. Diğer yönden taşınmazın davacılar tarafından terkedildiği yönünde de her hangi bir delil bulunmamaktadır. Taşınmazın tahsis yolu ile davacıların murislerine geçtiği belirlendiğine göre, taşınmazın artık metruke bir yer olarak kabulü mümkün olamaz. Zira tahsis ile taşınmaz, bu niteliğini yitirir. Tüm bu açıklamalar karşısında, mahkemenin red gerekçesi yerinde bulunmamaktadır. Ne var ki teknik bilirkişi tarafından düzenlenen 17.9.1993 günlü krokili raporda (A) harfi ile gösterilen 17720 m2 yerin kamulaştırıldığı ve halen yol güzergahı içinde kaldığı belirlendiğine ve tapu kaydında da kamulaştırma şerhi yer aldığına göre, bu hususun üzerinde durulması, kamulaştırma olup olmadığı, kamulaştırma olupta taşınmaz, açıklandığı üzere yol altında kalan bir yer ise, taşınmazın bu bölümüne ait davanın mülkiyeti tespit davası, geriye kalan ve krokide (B) harfi ile gösterilen yere ait davanın da iptali ve tescil davası olarak çözüme kavuşturulması gerekmektedir. Hükmün bu bakımlarından bozulması gerekirken, Dairece hatalı nitelendirme sonucu onanmış olup davacıların karar düzeltme istekleri yerinde bulunduğundan, kabulü ile Dairenin 14.9.1995 gün. 1994/11652 esas, 1995/8850 karar sayılı onama kararının kaldırılmasına, yerel mahkeme hükmünün açıklanan nedenlerle (BOZULMASINA), 21.11.1996 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1996/9646 K: 1996/4042 T: 18.4.1996
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2005/3226 K: 2005/3647 T: 9.5.2005
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2003/4470 K: 2003/5053 T: 7.7.2003
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1986/9681 K: 1986/10741 T:21.10.1986
Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1996/5666 K: 1997/2656 T: 8.4.1997
Çekişmeli taşınmazın doğusunda olup krokisinde oluk olarak gösterilen yer ile çevresinin harman yeri olduğu bilirkişi ve tanıklarca ifade edilmiştir. Doğu sınırında eylemli olarak harman yeri bulunduğuna göre, çekişme konusu taşınmazın doğudaki harman yerinin devamı olduğu kabul edilir. Kayıt miktarı kadar yer davacı ile dava dışı kişiler adına tespit edildiğine, göre çekişmeli taşınmaz kayıt miktar fazlası harman yeridir. Süresi neye ulaşırsa ulaşsın bu gibi yerlerin zilyetlikle kazanılma olanağı yoktur.
Hasan ile Hazine aralarındaki tapu iptali ve tescil davasının kabulüne dair, (Göksun Asliye Hukuk Hakimliği)’nden verilen 28.12.1995 gün ve 74-355 sayılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi Hazine vekili tarafından süresinde istenilmiş olmakla; dosya incelendi, gereği düşünüldü:
Taraflar arasında görülen tapu iptali ve tescil davasının yargılaması sonucunda, tapulamada 1717 parsel numarası ile Hazine adına tespit edilen taşınmazdan krokisinde a ve b işaretli bölümlerine ait kaydın iptal ve davacı adına tesciline karar verilmiş; hükmü, davalı Hazine temyiz etmiştir.
Dava dışı olup, davacı adına 1354 ve 1367 parsel numaraları ile tespit edilen taşınmazlar ile bunların kuzey ve güneyinde bulunan taşınmazlar tapulamada 18/l tahrir numaralı vergi kaydına göre tespit edilmişlerdir. Vergi kaydı davacının satıcısına ait olup., doğuda harman yeri sınırını içermektedir. Bu sınır genişlemeye elverişli sınırlardandır. Bu sınırı içeren kayıtlarda kapsam, miktar itibariyle belirlenir. Dava konusu 1717 parsel sayılı taşınmaz bu kaydın harman yeri sınırı yönünden miktar fazlası olarak Hazine adına tesbit edilmiştir.
Nizalı taşınmazın doğusunda olup krokisinde okul olarak gösterilen yer ile çevresinin harman yeri olduğu bilirkişi ve tanıklarca ifade edilmiştir. Doğu sınırında eylemli olarak harman yeri bulunduğuna göre, niza konusu taşınmazın doğudaki harman yerinin devamı olduğu kabul edilir. Kayıt miktarı kadar yer davacı ile dava dışı kişiler adına tespit edildiğine göre, nizalı taşınmaz kayıt miktarı fazlası harman yeridir. Süresi neye ulaşırsa ulaşsın bu gibi yerlerin zilyetlikle kazanılma olanağı yoktur. Vergi kaydı ve eylemli duruma aykırı düşen bilirkişi ve tanık sözlerine değer verilemez. Bu itibarla, davanın reddine karar verilmesi gerekirken, bu husus gözardı edilerek yazılı şekilde hüküm verilmesi isabetsiz, temyiz itirazları bu itibarla yerinde olduğundan kabulü ile hükmün açıklanan nedenle (BOZULMASINA), 8.4.1997 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2004/5589 K: 2004/6528 T: 8.10.2004
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1993/8937 K: 1994/12406 T: 3.11.1994
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1987/4002 K: 1987/4319 T: 6.4.1987
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2004/8950 K: 2005/556 T: 31.1.2005
Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1996/5666 K: 1997/2656 T: 8.4.1997
Çekişmeli taşınmazın doğusunda olup krokisinde oluk olarak gösterilen yer ile çevresinin harman yeri olduğu bilirkişi ve tanıklarca ifade edilmiştir. Doğu sınırında eylemli olarak harman yeri bulunduğuna göre, çekişme konusu taşınmazın doğudaki harman yerinin devamı olduğu kabul edilir. Kayıt miktarı kadar yer davacı ile dava dışı kişiler adına tespit edildiğine, göre çekişmeli taşınmaz kayıt miktar fazlası harman yeridir. Süresi neye ulaşırsa ulaşsın bu gibi yerlerin zilyetlikle kazanılma olanağı yoktur.
Hasan ile Hazine aralarındaki tapu iptali ve tescil davasının kabulüne dair, (Göksun Asliye Hukuk Hakimliği)’nden verilen 28.12.1995 gün ve 74-355 sayılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi Hazine vekili tarafından süresinde istenilmiş olmakla; dosya incelendi, gereği düşünüldü:
Taraflar arasında görülen tapu iptali ve tescil davasının yargılaması sonucunda, tapulamada 1717 parsel numarası ile Hazine adına tespit edilen taşınmazdan krokisinde a ve b işaretli bölümlerine ait kaydın iptal ve davacı adına tesciline karar verilmiş; hükmü, davalı Hazine temyiz etmiştir.
Dava dışı olup, davacı adına 1354 ve 1367 parsel numaraları ile tespit edilen taşınmazlar ile bunların kuzey ve güneyinde bulunan taşınmazlar tapulamada 18/l tahrir numaralı vergi kaydına göre tespit edilmişlerdir. Vergi kaydı davacının satıcısına ait olup., doğuda harman yeri sınırını içermektedir. Bu sınır genişlemeye elverişli sınırlardandır. Bu sınırı içeren kayıtlarda kapsam, miktar itibariyle belirlenir. Dava konusu 1717 parsel sayılı taşınmaz bu kaydın harman yeri sınırı yönünden miktar fazlası olarak Hazine adına tesbit edilmiştir.
Nizalı taşınmazın doğusunda olup krokisinde okul olarak gösterilen yer ile çevresinin harman yeri olduğu bilirkişi ve tanıklarca ifade edilmiştir. Doğu sınırında eylemli olarak harman yeri bulunduğuna göre, niza konusu taşınmazın doğudaki harman yerinin devamı olduğu kabul edilir. Kayıt miktarı kadar yer davacı ile dava dışı kişiler adına tespit edildiğine göre, nizalı taşınmaz kayıt miktarı fazlası harman yeridir. Süresi neye ulaşırsa ulaşsın bu gibi yerlerin zilyetlikle kazanılma olanağı yoktur. Vergi kaydı ve eylemli duruma aykırı düşen bilirkişi ve tanık sözlerine değer verilemez. Bu itibarla, davanın reddine karar verilmesi gerekirken, bu husus gözardı edilerek yazılı şekilde hüküm verilmesi isabetsiz, temyiz itirazları bu itibarla yerinde olduğundan kabulü ile hükmün açıklanan nedenle (BOZULMASINA), 8.4.1997 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2004/5589 K: 2004/6528 T: 8.10.2004
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1993/8937 K: 1994/12406 T: 3.11.1994
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1987/4002 K: 1987/4319 T: 6.4.1987
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2004/8950 K: 2005/556 T: 31.1.2005
Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1995/l1198 K: 1996/5710 T: 6.6.1996
Suları kendiliğinden kuruyan, çekilen, yatak değiştiren akarsular doğal nitelikleri sonucu kazandıkları kamu malı niteliğini kaybedeceklerinden, bu fiili değişiklikler sonucunda kamu malı nitelikleri de son bularak medeni hukukla düzenlenmiş özel mülkiyete konu olabilirler. Mahkemece taşınmazın hali hazır durumu ve öncesi itibariyle dere yatağı olup olmadığı hususunda jeoloji bilirkişisi aracılığıyla inceleme yaptırılıp sonuca göre karar verilmesi gerekir.
Kemal, itiraz davacılar Gülizar ve müşterekleri ile Hazine ve Yenice Belediye Başkanlığı aralarındaki tescil davasının reddine dair, (Karacasu Asliye Hukuk Hakimliği)’nden verilen 18.3.1994 gün ve 280/44 sayılı hükmün duruşmalı olarak Yargıtay’ca incelenmesi itiraz davacılar vekili tarafından süresinde istenilmiş ise de; Yargıtay duruşması için sarf zaruri tebligat masrafları ödenmediğinden duruşma isteminin reddiyle incelemenin evrak üzerinde yapılmasına karar verilerek dosya incelendi, gereği düşünüldü:
Davacı ve itiraz davacılarının tescil talebi ile ilgili dava; dava konusu taşınmazın öncesinin çay yatağı olması nedeniyle reddedilmiş, hüküm tescile itiraz davacıları tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu taşınmaz çay yatağı olması ve su altında bulunması nedeniyle 1957 ve 1958 yıllarında yapılan tapulama tespiti sırasında tesbit dışı bırakılmıştır. Çayın 25-30 yıl önce yatak değiştirmesinden sonra muteriz davacılar murisi Ali’nin bayii davacılar murisi Süleyman tarafından çay yatağının ihya edilmek suretiyle tasarruf edildiği ve Ali’nin bu yeri Süleyman’dan satın alarak tasarrufunu devam ettirdiği, zilyetliğin muteriz davacılara intikal ettiğini tanıklar bildirmişlerdir.
Dava konusu taşınmazın niteliğine ve mahkemenin kabul şekline göre, çay yatağının zilyetlikle iktisabının mümkün olup olmadığı uyuşmazlık konusudur. Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerleri tesbit ve tarif eden MK: 2nun 64l. maddesinde; “akarsularla yatakları” menfaati umuma ait mallar olarak nitelindirilimiştir. MK: bütün akarsu ve yataklarını kamu malı saymaktadır.
Gerçekten akarsular, etrafındaki arazinin hatta bütün fertlerin muhtelif şekillerdeki su ihtiyaçlarını sağladığı ve umumun kullandığı ve yararlandığı yerlerden bulunması nedeniyle kamu malı sayılmaları doğrudur.
Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan ve menfaati umuma ait kamu mallarından sayılan akarsu ve yatakları, etrafındaki arazi sahipleri ile kamunun su ihtiyacını karşılamak üzere aktif olarak kullanım ve yararlanmalarını sağladığı sürece özel mülkiyete konu olamazlar ve gerek kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği ve gerekse ihya yolu ile kazanılamazlar.
Ancak, suları kendiliğinden kuruyan, çekilen ve yatak değiştiren akarsular doğal nitelikler sonucu kazandıkları kamu malı niteliklerini korumak, suları çekilmek ve yatak değiştirmek suretiyle tabi olaylar nedeniyle kaybedeceklerinden bu fiili değişiklikler sonucunda kamu malı nitelikleri de son bularak Medeni Hukukla düzenlenmiş özel mülkiyete konu olabilirler.
Böylece aktif durumunu ve fonksiyonunu yitirmiş olan dere yatakları yatak değiştirme tarihinden itibaren niteliğine göre ihya veya kazandırıcı zamanaşımı yoluyla MK: nun ve 3402 sayılı Kanunun ilgili maddelerindeki koşulları da mevcut olmak suretiyle mülk edinebilirler. Tabii ki suların çekilme, derenin kuruma veya yatak değiştirme tarihi ile zilyedin iktisap şeklinin araştırılıp belirlenmesi önemlidir.
Açıklanan nedenle; taşınmazın, çayın yatak değiştirmesi sonucu oluşmasının iktisaba engel olamayacağı düşünülmeli, mevcut delillere göre iktisap şartları mevcut ise bu husus tartışmalı ve taşınmazın halihazır durumu ve öncesi itibariyle dere yatağı olup olmadığı hususunda jeoloji bilirkişi aracılığıyla inceleme yaptırılıp sonucuna göre bir karar verilmesi gerekir. Eksik inceleme ve aktif olmayan çay yataklarının da kazanılamayacağı düşüncesi ile davanın reddine karar verilmesi isabetsiz ve temyiz itirazları açıklanan nedenlerle yerinde bulunduğundan kabulü ile hükmün (BOZULMASINA), ve 125.000 lira peşin harcın istek halinde temyiz edenlere iadesine, 6.6.1996 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2004/5855 E: 2004/6608 T: 11.10.2004 3402/14
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2003/4636 K: 2003/5666 T: 22.9.2003
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2005/3897 K: 2005/4230 T: 6.6.2005
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2003/4730 K: 2003/5491 T: 15.9.2003
Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1993/4823 K: 1994/6756 T: 12.5.1994
Yasalarımıza göre mezarlıklar, kamu malı niteliğinde olup, ölülerin gömülmesi için belirlenen yerler dışında başka yerlerin mezarlık olarak kullanılması yasaklanmıştır. Bir şahsın, derneğin veya camiin mezarlığı olamayacağı gibi, köylerdeki mezarlıklar da, köy tüzel kişiliğine aittir. Bu nedenle, köyde bulunan nizalı taşınmazın özel mülkiyete konu teşkil eden yerlerden olduğu ve davacı lehine kazanma koşullarının gerçekleştiği saptansa dahi, aile mezarlığı ihdasına ve kamu malı niteliğindeki böyle bir taşınmazın gerçek kişi adına tesciline karar verilemez.
Hakkı ile Ali, Hazine ve Şarköyü Muhtarlığı aralarındaki tescil davasının kabulüne dair, (Bartın Asliye Hukuk Hakimliği)’nden verilen 13.ll.1992 gün ve 135-594 sayılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi Hazine vekili tarafından süresinde istenilmiş olmakla; dosya incelendi, gereği düşünüldü :
Davacı, dava dilekçesinde mevkii ve sınırları yazılı taşınmazın “ Aile Mezarlığı” olarak adına tesciline karar verilmesini istemiştir. Hazine, davanın reddine karar verilmesini savunmuş, mahkemece davanın kabulüne karar verilmesi üzerine hüküm Hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Yerel bilirkişi ve tanık, davacı ve miras bırakanın tescil konusu taşınmazı yasada belirtilen 20 yıldan fazla süre ile koşullarına uygun olarak zilyet olduğunu bildirmişlerdir. Delillere göre özel mülkiyet niteliğinde bulunan bu yer üzerinde davacı yararına kazanma koşulları oluşmuş olup, tescil isteme hakkı doğmuş bulunmaktadır. Ne varki, davacı bu yeri “Aile Mezarlığı” olarak tescilini istemiştir.
Mezarlıklar, ölülerin gömülmesine terk ve tahsis edilen yerlerdendir. Bu niteliği itibariyle mezarlıklar kamu malı sayılırlar. Kamu mallarının idaresi, işletilmesi ve denetlenmesi Kamu Kanunlarına tabidir. Kamunun sağlığı ve güvenliği ile ilgili bulunan 1593 sayılı Umumi Hıfzısıhha Kanununun 2ll. maddesinde, ölülerin gömülmesi için belirlenen yerler dışında başka yerlerin mezarlık olarak kullanılması yasaklanmış, 212. maddesinde şehir ve kasaba belediyelerin, aynı Kanunun 213. maddesinde de köyler için de tesis edilecek mezarlıkların nasıl belirleneceği, gözetimi ve denetimi ayrıntılı olarak düzenlenmiştir.
Bu buyruğa uygun olarak 442 sayılı Köy kanununun 14. maddesinde köy mezarlığı, 1580 sayılı Belediye Kanununun 15. maddesinin 5.fıkrasında mezarlık olarak tahsis edilecek yerlerin niteliği, konumu ve bakımı hakkında düzenleme getirilmiştir.
Kamu malları başlığını taşıyan 3402 sayılı Kadastro Kanununun 16/B maddesinde de mezarlıkları hizmet malları arasında saydıktan sonra, ilgisi yönünden il, belediye, köy ve mahalli idare birlikleri tüzel kişiliği adlarına tesbit olunacağı vurgulanmıştır. Tüm bu açıklamalara göre Belediye, Köy veya Yerel İdare Birlikleri Tüzel Kişiliğine ait metruk veya faal mezarlıklar dışında özel mezarlıklara yer verilmemiştir.
Daha açık bir deyimle, Yasalarımızda bir şahsın, derneğin veya Camii’nin mezarlığı olamaz. 1580 sayılı Belediye Kanununa dayanılarak çıkarılan Mezarlıklar Hakkındaki Nizamnamenin l. maddesi ile öncesi itibariyle Vakfa ait tapulu veya tapusuz umumi mezarlıkların bütün hukuk ve vecaibi ile belediyelere intikal ettiği açıklanmak suretiyle köy, belediye ve diğer yerel idare birlikleri tüzel kişilikleri mezarlıkları dışında mezarlık olamayacağı vurgulanmıştır.
Somut olayda, mezarlık olarak tescili istenilen taşınmaz köyde bulunmaktadır. Böyle bir yerleşim alanı içerisinde, köy tüzel kişiliği dışında bir şahsın veya ailenin mezarlığı ihdas edilemeyeceği gibi böyle bir yerin tapuya tesciline de karar verilemez. Bu yön gözönünde tutularak davanın reddine karar verilmesi gerekirken niteliği itibariyle kamu malı sayılan mezarlığın davacı gerçek kişi adına tapuya tesciline karar verilmiş olması Yasaya aykırıdır. Hazinenin temyiz itirazları bu bakımlardan yerinde olduğundan kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerle (BOZULMASINA), 12.5.1994 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1992/985 K: 1992/4488 T: 2.3.1992
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2004/5855 E: 2004/6608 T: 11.10.2004 3402/14
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2005/396 K: 2005/1286 T: 21.2.2005
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2006/576 K: 2006/1231 T: 27.2.2006
Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1991/2057 K: 1991/3232 T: 5.3.1991
Köy boşluğunun mülkiyeti Hazine’ye ait olup zilyetlikle kazanabilecek yerlerdendir. Köy hükmi şahsına karşı açılan davada asıl malik olan Hazine taraf durumu almadığına göre uyuşmazlığı zilyetlik hükümlerine göre çözümlenmesi gerekir.
Hüseyin ile Hisar Köyü Muhtarlığı aralarındaki men’i müdahale davasının reddine dair, Bigadiç Asliye Hukuk Hâkimliğinden verilen 26.10.1988 gün ve 41/351 sayılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı vekili tarafından süresinde istenilmiş olmakla; dosya incelendi, gereği düşünüldü:
Davacı, murisinden kalan ve taksimde kardeşi Ramazan’a düşüp ondan satın aldığı arsa ve koruluk olarak kullandığı taşınmazına davalı köy müdahale ettiğinden men’ini istemiş, davalı köy ise bu yerin köy boşluğu olmadığını belirleyecek şekilde kesin ve inandırıcı delil elde edilemediğinden davanın reddine karar verilmiş, hükmü davacı temyiz etmiştir.
Köy boşluğu olan dava konusu taşınmaza davacı tarafından tecavüz edildiğinden bahisle Kaymakamlığa başvurma sonucu idari men kararı alınmış, davacı bu men kararına uymadığından ikinci tecavüz nedeniyle 5917 sayılı Kanuna muhalefetten mahkumiyetine dair, 16.8.1983 tarihli sulh ceza mahkemesi kararı dosyaya verilmiştir. Bu karar, niteliği itibariyle bu dava yönünden kesin hüküm oluşturmaz.
Nizalı yerin köy boşluğu olduğu gerek idari men kararında, gerekse görülmekte olan davanın incelenmesi sırasında tespit edilmiştir. Köy boşluğunun mülkiyeti Hazineye ait olup zilyetlikle kazanabilecek yerlerdendir. Davada asıl malik olan Hazine taraf durumunu almadığına göre, uyuşmazlığına göre, uyuşmazlığın zilyetlik hükümlerine göre çözümlenmesi gerekir.
Deliller bu dairede değerlendirilerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, aksine düşünceler yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz ve temyiz itirazları yerinde olduğundan kabulü ile hükmün (BOZULMASINA) ve 5000 lira peşin harcın istek halinde temyiz edene iadesine, 5.3.1991 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2004/5589 K: 2004/6528 T: 8.10.2004
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1993/8937 K: 1994/12406 T: 3.11.1994
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2005/262 K: 2005/718 T: 4.2.2005
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1987/4002 K: 1987/4319 T: 6.4.1987
Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1991/13606 K: 1991/ 13019 T: 30.9.1991
Genel olarak mezarlıklar., sınırları içerisinde bulunduğu kamu tüzel kişiliğine aittir. Özel mezarlık ya da bir caminin mezarlığı söz konusu değildir. Gerek Belediye, gerekse Köy Kanununa göre bu tür yerler kamu mallarından sayılır. İdare ve nezaret görevi, içerisinde bulunduğu kamu kuruluşuna aittir.
T: ………. Cami Yaptırma Derneği ile Hazine aralarındaki tapu iptali ve tescil davasının kabulüne dair, (Afşin Asliye Hukuk Hakimliği)nden verilen 15.7.1991 gün ve 538-253 sayılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi Hazine tarafından süresinde istenilmiş olmakla; dosya incelendi, gereği düşünüldü:
Davacı cami yaptırma derneği, 159 ada 1 parsel olarak belediye adına kayıtlı bulunan taşınmazın camiye ait mezarlık olduğunu, bu sebeple Hazine adına yazılan kaydın iptali ile taşınmazın dernek adına tesciline karar verilmesi istenmiştir. Mahkemece, davanın kabulü yönüne gidilmiş; hüküm, Hazine tarafından temyiz edilmiştir. Mahkemece yapılan inceleme yetersizdir.
Genel olarak mezarlıklar, sınırları içerisinde bulunduğu kamu tüzel kişiliğine aittir. Özel mezarlık ya da bir caminin mezarlığı söz konusu değildir. Gerek Belediye, gerekse Köy kanununa göre bu tür yerler kamu mallarından sayılır. İdare ve nezaret görevi, içerisinde bulunduğu kamu kuruluşuna ait bulunmaktadır. Nizalı taşınmazın hali hazır mezarlık olup olmadığı araştırılmadığı gibi metruk mezarlık olup olmadığı da tespit edilememiştir.
Ayrıca tapu kaydı getirtilmemiş, tapunun Hazine adına yazılış sebebi üzerinde durulmamıştır. Kabul şekline göre de, zilyetlik olayları maddi olaylar olduğundan bunların tanık ve benzeri delillerle kanıtlanması gerekir. HUMK: nun 259. maddesi hükmüne göre, gayrimenkule ilişkin uyuşmazlıklarda tanıkların yerinde dinlenmesi gerekir. Bu yön Yargıtay içtihatları ile de kararlılık kazanmıştır. Tanığın duruşmada dinlenmesi yasaya aykırıdır.
Bunun dışında cami yaptırma derneğinin taşınmaza ne suretle zilyet olduğunun, ayrıca dernek tüzüğüne göre zamanaşımı ve zilyetlik yoluyla taşınmaz kazanmaya hakkı bulun bulunmadığının araştırılması, faaliyeti bakımından gayrimenkul iktisap edip edemeyeceğinin düşünülmesi gerekmektedir. Eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm verilmesi isabetsiz ve temyiz itirazları yerinde olduğundan kabulü ile hükmün (BOZULMASINA), 30.9.1991 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2004/5855 E: 2004/6608 T: 11.10.2004 3402/14
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1993/8937 K: 1994/12406 T: 3.11.1994
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2003/1421 K: 2003/4004 T: 2.6.2003
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2005/3897 K: 2005/4230 T: 6.6.2005
Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1991/11922 K: 1992/9234 T: 1.6.1992
Suriyelilere ait taşınmazların tasarrufları yasaklanmış ve kısıtlanmış olduğundan zilyetlik yoluyla kazanılması mümkün değildir.
Zöhre (Zehra) ve müşterekleri ile Hazine, Belediye Başkanlığı, İlyas ve Varde aralarındaki tapu iptali ve tescil davasının kabulüne dair, (İskenderun Birinci Asliye Hukuk Hakimliği)nden verilen 2.4.1991 gün ve 660/189 sayılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi Hazine vekili ile Belediye Başkanlığı vekili tarafından süresinde istenilmiş olmakla; dosya incelendi, gereği düşünüldü:
Davacılar, 1927 yılında Fransızlar zamanında yapılan kadastroda 133 parsel olarak davalı gerçek kişilerin murisleri Yusuf adına tapuda kayıtlı olan taşınmazın 1930 yılında kendi murislerine haricen satılmış olduğunu, o tarihten şimdiye kadar murislerinin ve kendilerinin nizasız, fasılasız malik sıfatıyla zilyet olduklarını ileri sürerek Yusuf üzerindeki tapu kaydının iptali ile adlarına tapuya tesciline karar verilmesini istemişlerdir.
Dosya içerisindeki belgelere göre, Hatay’ın Fransızlar tarafından işgalinden sonra taşınmazın kadastro yoluyla davalı gerçek kişilerin miras bırakanları Yusuf adına tescil edildiği, taşınmazın arsa niteliğinde olduğu ve Fransızlar zamanında düzenlenen nüfus kayıtlarına göre, Yusuf’un 1930 yılında ölmüş olup mirasçı olarak İlyas ve Varde’yi bıraktığı anlaşılmaktadır. Davalı Hazine, Yusuf’un Suriye uyruklu olduğunu, İlyas ve Varde’nin mirasçı bırakmadan öldüklerini, dolayısıyla bu taşınmazın kanun uyarınca Hazineye geçmiş olduğunu o itibarla MK: nun 639/2. maddesi hükmünün olaya uygulanmasının mümkün bulunmadığını ileri sürmüş ve bu sebeplerle davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
Mahkemece MK: nun 639/2. maddesinde açıklanan koşulların davacılar lehine oluşmuş olduğundan bahisle davanın kabulü yönüne gidilmiştir. Hüküm Hazine tarafından az önce açıklanan nedenlerle temyiz edilmiştir.
Mahkemece yapılan inceleme yetersizdir. Yusuf’un 1930 yılında öldüğü anlaşılmaktadır. Taşınmazın bulunduğu İskenderun o tarihte Suriye Sancağı durumundadır. Zira, Lozan Muadesiyle Hatay Türkiye sınırları dışında bırakılmış olup, Suriye Sancağı durumundadır. Hatay, Türkiye Cumhuriyetiyle Fransızlar arasında yapılan anlaşmaya göre 11.7.1939 tarihinde Anavatan’a ilhak edilmiştir.
23 Haziran 1939 tarihli Hatay Antlaşması’nın 2. maddesinde, ilhak edilen arazi üzerinde “ikametgah sahibi” olanların Türk vatandaşlığını kazanacakları hususu belirtilmiştir. 2. madde aynen şöyledir: “1. maddenin son fıkrasında mevzubahis arazide mütemekkin Hatay vatandaşları Türkiye Tabiiyetini bihakkın iktisap edecektir”.
Mütemekkin değimi, ikametgah sahibi anlamına gelmektedir. Bu açıklamaya göre ilhak edilen araziye bağlı olarak üzerindeki bireylerin ilhak eden devletin vatandaşlığına geçmesi gerekmektedir. Vatandaşlığa geçiş zorlayıcı nitelik taşımaktadır. Ancak, bunun yanında kural olarak vatandaşlığı değişen bu nitelikteki kişilere yeni kazandıkları vatandaşlığı reddetme hakkı tanınmıştır. Reddetme hakkı diğer ülkenin vatandaşlığını seçme hakkı ile yani opsiyon hakkı ile eş değerdedir.
Hatay Antlaşması’nın 3. maddesinde; “2. madde uyarınca Türkiye Tabiiyetini kazanan 18 yaşını mütecaviz olan kimseler işbu antlaşmanın meriyete girdiği tarihten itibaren 6 aylık bir müddet içinde Suriye veya Lübnan tabiiyetini ihtiyar etmek hakkını olacaklardır” denilmiştir. Şu hale göre Opsiyon hakkının kullanılmasına ilişkin süre içinde Türk uyruğunun kazanılması infisahi şarta bağlanmış olmaktadır.
Gerçekten de Antlaşmanın 2. maddesi uyarınca Türk Vatandaşlığının kazanılması bu kişilerin opsiyon haklarını Suriye veya Lübnan lehine kullanmış olmaları halinde kendiliğinden bozulmaktadır. Opsiyon hakkının kullanılması ile geriye etkili olarak vatandaşlık devam eder. Opsiyon hakkının kullanma süresinin geçirilmesi ile de yeni vatandaşlık kesinlik kazanır. Lozan Barış Antlaşması’nda opsiyon hakkının kullanılması 2 yıllık süreye bağlanmıştır. Bu hak 18 yaşını ikmal etmiş kimselere verilmiştir.
Öte yandan, bu tür antlaşmaların hepsinde kadınların kocalarını, çocukların da ana ve babalarını izlemeleri ilkesi kabul edilmiştir. Bu suretle yeni devletin vatandaşlığını kazanan kimseler yeni vatandaşlığın sağladığı haklara uygun şekilde oturdukları arazi üzerinde yaşamlarını sürdürürler (ŞÜKRÜ ÖZDEMİR, Yabancıların Mülk Edilmeleri, 1986, SahifE: 554).
Hatay Antlaşması’nın 4. maddesinde bu konuda, “18 ay zarfında ikametgahlarını Türkiye’nin haricine nakletmeye mecburdurlar” şeklinde hüküm bulunmaktadır. Opsiyon hakkının olayımızda olduğu gibi Suriye lehine kullanmış olan kimselerin mal iktisap etmeleri veya mallarında tasarruf etmeleri artık Tapu Kanununun 35. maddesindeki karşılıklılık ilkesine bağlıdır. Başka anlatımla, anılan hükme göre yeni devlet Türk Vatandaşlarına Suriye’de gayrimenkul edinme imkanı veriyorsa Suriyeliler de karşılıklılık ilkesinden yararlanarak Türkiye’de mülk edinebileceklerdir.
Oysa, Suriye Hükümeti Suriyeli olmayan gerçek ve tüzel kişilere, gayrimenkule ilişkin her türlü hakların iktisabını yasaklamıştır. Suriye ile Ülkemiz arasında bu konuda sürdürülen görüşmeler ve tasviyeye hedef tutan teklifler, müspet sonuca varmamış, Suriye Hükümeti, son zamanlarda Türklere ait taşınmaz mallara çeşitli vesilelerle ve özellikle 1958 yılında yürürlüğe konulan “Zirai reform” kanununun uygulanması bahanesiyle müdahale ve eritme politikasını sürdürmüş ve Türklerin mülkiyet haklarını ileri derecede kısıtlamıştır.
Ülkemizde, Suriyelilere ait gayrimenkuller üzerindeki temliki tasarruflar, Bakanlar Kurulunun 13.1.1939 gün, 2/10250; 14.2.1942 gün, 2/17317 ve 18.1.1958 gün, 4/9697 sayılı Kararları ile kısıtlamış bulunmaktadır. Suriye Hükümeti’nin vatandaşlarımızı mülkiyet haklarından mahrum eden tutumları karşısında, Hükümetimiz de 1062 sayılı Kanunun verdiği yetkiye dayanarak misilleme tedbiri almak zorunluğunu duymuş ve Suriye uyrukluların Türkiye’deki gayrimenkullerine tasfiye maksadıyla el koyma kararı alınmıştır (1.10.1966 gün, 6/7104 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı). Suriye uyruklular 31.1.1939 tarihinden sonra bir başka bir devlet uyrukluğuna geçmiş olsalar bile gayrimenkulleri açısından Suriye uyruklu sayılmaktadırlar (25.9.1967 gün, 6/8890 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı).
Olayımızda, olayın iki aşamadan ele alınması gerekmektedir. 1930 yılında yapılan harici alım satım Hatay’ın ilhak tarihi olan 1939 yılına kadar yabancı devlet hukukuna tabidir. Taşınmazın öncesi tapulu olup, tapulu bir taşınmazın 1939 tarihine kadar Suriye’de uygulanan mevzuat hükümlerine göre haricen satışı geçerli bulunmamaktadır. Taşınmazın üzerinde bina bulunduğu için yine Suriye’de uygulanmakta olan arazi kanununa göre mülk neviden olan taşınmazların zamanaşımı yoluyla kazanılması mümkün bulunmamaktadır. O halde 1939 yılına kadar davacıların harici satın almaları geçerli olmadığı gibi zamanaşımı yoluyla o tarihe kadar kazanılması da mümkün değildir. Hatay’ın Anavatana ilhakından itibaren Türk kanunları uygulanmaya başlanmıştır. O halde 1939’dan sonra davacıların veya murislerin zilyetliğinin Türk gayrimenkul hukukuna göre değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu bakımdan da az önce açıklandığı gibi Yusuf’un mirasçılarının hakkı hıyarlarını Suriye lehine kullanıp kullanmadıklarının Suriyeli veya Türkiyeli olup olmadıklarının araştırılması gerekmektedir. Bunlar az önce açıklanan opsiyon haklarını Hatay’ın ilhakı sırasında Suriye lehine kullanmışlarsa o takdirde Suriyeli sayılacaklarından az önce açıklanan 1062 sayılı Kanuna göre alınan tedbirlere göre Suriyelilere ait taşınmazların tasarrufları yasaklanmış ve kısıtlanmış olduğundan zilyetlik yoluyla kazanılması mümkün olmayacaktır. Ayrıca, Varde ile İlyas mirasçı bırakmadan ölmüşlerse MK: nun 448. maddesi ile 2675 sayılı Kanun hükmüne göre bunların taşınmazları kanun hükmü icabı devlete geçmiş olacaktır. Bu durumda İlyas ve Varde’nin Suriye uyruklu olup olmadıklarının, mirasçı bırakıp bırakmadıklarının araştırılması, mirasçıları olup ta bunlar Türk uyruklu ise davanın bunlara da yöneltilmesi ve uyuşmazlığın ona göre çözümlenmesi gerekmektedir. Mahkemece bu hususta bir araştırma ve inceleme yapılmamış açıklanan yönler tartışılmadan MK: nun 639/2. maddesi hükmü uygulanmak suretiyle uyuşmazlığın çözümü yönüne gidilmiştir. Bu durum yasaya aykırıdır. Temyiz itirazları açıklanan nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün (BOZULMASINA), ve 48.000 lira peşin harcın istek halinde Belediye Başkanlığına iadesine, 1.6.1992 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2005/6651 K: 2005/7232 T: 27.10.2005
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2006/576 K: 2006/1231 T: 27.2.2006
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1995/2081 K: 1995/12719 T: 24.11.1995
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2003/6156 K: 2003/6107 T: 6.10.2003
Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2006/576 K: 2006/1231 T: 27.2.2006
1062 sayılı “Hudutları Dahilinde Tebaamızın Emlakine Karşı Mukabele-İ Bilmisil Tedabiri İttihazı Hakkındaki Kanun”un koyduğu misilleme kuralına uygun olarak çıkarılan kararnamelerle 1939 tarihinden itibaren bir suriyeli’nin türkiye’de gayrimenkul iktisabı mümkün olmadığı gibi, bu tarihten sonra bir suriyeli’ye ait taşınmazın da bir türk’e devri mümkün değildir.
Nurten ve müşterekleri ile Hazine, A… Belediye Başkanlığı, S… Köyü Tüzel Kişiliği ve Ali oğlu Hasan tereke temsilcisi Ahmet Şükrü aralarındaki tapu iptali ve tescil davasının reddine dair (Hatay Üçüncü Asliye Hukuk Hakimliği)’nden verilen 22.11.2005 gün ve 585/300 sayılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacılar vekili tarafından süresinde istenilmiş olmakla, dosya incelendi, gereği düşünüldü:
Davacılar vekili, dava konusu 63 parselin Ali oğlu Hasan adına kayıtlı olup bu şahsın 150 yıl önce öldüğünü, tapu kaydının intikal görmediğini, harici satın alma nedeniyle vekil edenlerinin 20 yıldan fazla süre ile koşullarına uygun olarak tasarrufta bulunduklarını, tapu kaydının TMK’nın 713/2. maddesi uyarınca hukuki değerini yitirdiğini ileri sürerek tapu kaydının iptali ile vekil edenleri adına tapuya tesciline karar verilmesini istemiştir.
Davalı Hazine vekili, zilyetlik şartlarının oluşmadığını, haksız ve yersiz dava olduğunu açıklayarak davanın reddine karar verilmesini savunmuştur. Davalı Ali oğlu Hasan Tereke Mümessili Ahmet Şükrü, bir diyeceği olmadığını beyan etmiştir.
Mahkemece, tapu maliki Ali oğlu Hasan’ın Suriye uyruklu olduğu ve Suriye uyruklu şahıslar adına kayıtlı taşınmazların kanun ve yönetmelikler gereğince tapu devirlerinin ve zilyetlikle iktisapları önlendiğinden ve taşınmazın zilyetlikle iktisabı mümkün olmadığından davanın reddine karar verilmesi üzerine; hüküm, davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava, TMK’nın 713/2, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/B-c maddesine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir.
Dava konusu 63 parsel 01.11.1930 tarihinde Fransız Kadastrosu yoluyla, senetsizden Ali oğlu ölü Hasan adına kayıt ve tescil edilmiştir. 63 parsele ait kadastro tutanağı tercümesinde taşınmazın Suriye Devleti, İskenderun Sancağı, Antakya Kazası, Saraycık Köyü hudutlarında kaldığı kabul edilerek, “Suriyeli Antakya yerlisi” Hacı Ali oğlu Hasan adına kaydının yapıldığı anlaşılmaktadır. Tapu maliki Hasan’ın veraset ilamı alınıp terekesine de mümessil tayin ettirilerek davaya dahil edilmiş ve taraf teşkili bu şekilde sağlanmıştır. Dava konusu taşınmazın önceleri 1956 tarihinden itibaren Hüseyin zilyet ve tasarrufunda iken 20 yıl önce davacıların miras bırakanı Nafi’ye sattığını ve satın aldığından itibaren de miras bırakan Nafi ve mirasçıları davacıların dava tarihine kadar zilyet oldukları yerel bilirkişi ve tanıklar tarafından beyan edilmiştir. Dosyadaki bilgi ve belgelere göre kayıt maliki “Ali oğlu Hasan” Suriye uyruklu bir kişidir.
15 Haziran 1927 tarihinde yayınlanan 1062 sayılı “Hudutları Dahilinde Tebaamızın Emlakine Karşı Mukabele-i Bilmisil Tedabiri İttihazı Hakkındaki Kanun”un koyduğu misilleme kuralına uygun olarak ve bu Kanuna dayanılarak çıkarılan 13.01.1939 gün 2/10250 ve 14.02.1942 gün ve 2/1717 sayılı kararnamelerle 1939 tarihinden itibaren bir Suriyeli’nin Türkiye’de gayrimenkul iktisabı mümkün olmadığı gibi, bu tarihten sonra bir Suriyeli’ye ait taşınmazın da bir Türk’e devri mümkün olmayacaktır.
Yine 01.10.1966 gün ve 6/7104 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ve bunun uygulama şeklini gösteren yönetmelik hükümleri uyarınca Suriye uyruklu kişilerin tüm menkul, tapulu ve tapusuz taşınmazlarına Hazinece el konulmuştur. Yukarıda açıklanan kanun, kararname ve yönetmelikler uyarınca Suriye uyruklu şahıslara ait taşınmazların zilyetlikle iktisabı mümkün değildir. Dosya muhtevasına, dava evrakı ile yargılama tutanakları münderecatına, mevcut deliller mahkemece takdir edilerek karar verildiğine göre davanın reddine karar verilmesinde herhangi bir isabetsizlik bulunmamaktadır.
Sonuç: Davacılar vekilinin tüm temyiz itirazlarının reddi ile usul ve kanuna uygun bulunan hükmün (ONANMASINA), 27.02.2006 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2005/6651 K: 2005/7232 T: 27.10.2005
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1995/11198 K: 1996/5710 T: 6.6.1996
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2004/4845 K: 2004/5394 T: 6.7.2004
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2004/4959 K: 2004/5501 T: 9.7.2004
Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2005/6651 K: 2005/7232 T: 27.10.2005
Tapulu bir taşınmazın veya bir bölümünün tapu kaydının hukuki değerini yitirmesi için yasada belirtilen koşulların oluştuğunun kanıtlanması gerekir; mahkemece, davacıların dayandıkları delillerin tümü toplanmadığı için kazanmanın gerçekleşip gerçekleşmediği anlaşılmamaktadır; lübnan uyruklu bir kişinin Türkiye’deki taşınmazının edinilip edinilmeyeceğinin öncelikle gözönünde tutulması gerekir.
Ali ve müşterekleri ile Fuad İskender ve müşterekleri, dahili davalılar Mehmet ve Hatice aralarındaki tapu iptali ve tescil davasının reddine dair İ. 3. Asliye Hukuk Hakimliği’nden verilen 18.4.2005 gün ve 587/139 sayılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacılar vekili tarafından süresinde istenilmiş olmakla, dosya incelendi, gereği düşünüldü:
Davacılar vekili, dava konusu taşınmaz bölümünü kapsayan 208 parselin kayıt maliki davalıların miras bırakanı İskender’in 1973 yılında öldüğünü, tapu kaydının intikal görmediğini, harici satın alma nedeniyle vekil edenlerinin 20 yıldan fazla süre ile koşullarına uygun olarak tasarrufta bulunduklarını, bu bölüme ait tapu kaydının 766 sayılı Tapulama Kanununun 32/C ve 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/B-b maddesi hükmü uyarınca hukuki değerini yitirdiğini ileri sürerek kaydın iptali ile vekil edenleri adına tapuya tesciline karar verilmesini istemiştir.
Davalılar vekili, dava konusu taşınmaz bölümünün davacılara satılmadığını, kira ilişkisine dayalı olarak zilyet olduklarını, davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.
Mahkemece, davacıların harici satın almaya ilişkin belge vermediklerini, dosyaya sunulan diğer belgelerin harici satışla ilgili olmadığını, kazanma koşullarının oluşmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmesi üzerine; hüküm, davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava, TMK’nın 713/2. maddesine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir. Kural olarak, tapulu bir taşınmazın veya tapuda kayıtlı bir payın kazandırıcı zamanaşımı ve zilyetlik yoluyla edinilmesi mümkün değildir. Ancak, kanunun açıkça izin verdiği ve düzenlediği ayrık durumlarda tapulu bir yerin veya tapuda kayıtlı bir payın koşulları oluştuğu takdirde kazandırıcı zamanaşımı ve zilyetlik yoluyla edinilmesi mümkün olabilir. Kanunun açıkça izin verdiği hallerden biri de TMK’nın 713/2. maddesindeki düzenlemelerdir. Anılan maddede, “aynı koşullar altında, maliki tapu kütüğünden anlaşılmayan veya 20 yıl önce ölmüş, ya da hakkında gaiplik kararı verilmiş bir kimse adına kayıtlı bulunan taşınmazın tamamının veya bölünmesinde sakınca olmayan bir parçasının zilyedi de o taşınmazın tamamı, bir parçası veya bir payı üzerindeki mülkiyet hakkının tapu kütüğüne tesciline karar verilmesini isteyebilir” denilmiştir.
Dava konusu taşınmaz bölümünü kapsayan 120445 m2 yüzölçümlü 208 parsel kadastro yoluyla 8.4.1927 tarihinde İskender adına tescil edilmiş, intikal görmemiştir. 2675 sayılı Kanun hükümleri uyarınca verilen tenfiz ve tanınmaya ilişkin İskenderun Sulh Hukuk Mahkemesinin 27.2.1984 gün 47/36 Esas ve Karar sayılı mirasçılık belgesinin içeriğine göre, kayıt maliki İskender 28.1.1973 tarihinde ölmüş, mirasçı olarak davalı olarak gösterilen kişileri bıraktığı anlaşılmıştır. Dosya arasındaki vekaletname ve dayanağı olan Beyrut Noterliğince düzenlenen vekaletnamenin içeriğine göre davalıların Lübnan uyruklu oldukları anlaşılmaktadır.
Davacılar vekili, vekil edeni Ahmet ile diğer davacıların miras bırakanının dava konusu taşınmaz bölümünü 50 sene kadar önce kayıt maliki İskender’den satın ve devraldıklarını, o tarihten bu yana zilyet olduklarını belirterek iptal ve tescil isteğinde bulunmuştur. Dinlenen tanık davacılar ve miras bırakanlarının dava tarihinden geriye doğru 20 yıldan fazla süre ile kültür arazisi olarak tasarrufta bulunduğunu bildirmiş, listede isimleri geçen diğer tanıkların dinlenilmesinden vazgeçilmediği halde sebebi açıklanmaksızın bilgilerine başvurulmamıştır. Toplanan deliller ve dosya içeriğine göre, TMK’nın 713/2. maddesindeki yollama nedeniyle aynı maddenin 1. fıkrasında öngörülen koşulların davacılar lehine oluştuğu belirlenmiştir. Bu açıklamalar karşısında, mahkemenin ret gerekçesi dayanaksız kalmaktadır. Ne var ki, dava konusu taşınmaz dosya içeriğine göre Lübnan uyruklu İskender adına tapuda kayıtlı bulunan bir yerdir. Bu durumda, yabancı uyruklu bir kişi adına kayıtlı bulunan bir taşınmazın veya bir bölümünün kazanılıp kazanılmayacağının tartışılıp değerlendirilmesi gerekir.
Az yukarıda açıklandığı üzere; kanunun düzenlediği ve izin verdiği hallerde tapulu bir taşınmazın veya payının ya da ayrılması mümkün bir bölümünün TMK’nın 713. maddesinde belirtilen koşullar altında tasarruf edilmiş olması halinde kazanılması mümkün olabilir. Davacılar vekili, ileri sürmüş olduğu diğer yasa hükümleri yanında 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/B-b maddesi hükmüne dayanmış ise de, iddiaya göre harici satın alma, kadastro yoluyla tespit ve tescil tarihinden sonraki bir döneme rastlaması nedeniyle bu hükmün olaya uygulama kabiliyeti bulunmamaktadır. Davacılar vekilinin yasa maddesini yanlış bildirmiş olması sonuca etkili değildir. Zira, HUMK’nın 76. maddesi hükmü uyarınca maddi olayların ileri sürülmesi taraflara, bunların nitelendirilmesi ve uygulanacak kanun maddelerini belirlemek hakime aittir. Dava dilekçesinin içeriği ve iddianın ileri sürülüş şekline göre; dava TMK’nın 713/2 ve 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/B-c maddesine dayalı iptal ve tescil davasıdır. Anılan hükümlere göre, tapulu bir taşınmazın veya bir bölümünün tapu kaydının hukuki değerini yitirmesi için yasada belirtilen koşulların oluştuğunun kanıtlanması gerekir. Mahkemece, davacıların dayandıkları delillerin tümü toplanmadığı için kazanmanın gerçekleşip gerçekleşmediği anlaşılmamaktadır.
Tüm bunlardan ayrı, dosyadaki belgelere göre kayıt maliki İskender, Lübnan uyruklu bir kişidir. Bu durumda, 1062 sayılı “Hudutları Dahilinde Tebaamızın Emlakine Vaziyet Eden Devletlerin Türkiye’deki Tebaaları Emlakine Karşı Mukabelei Bilmisil Tedabiri İttihazı Hakkında Kanun” hükümleri uyarınca, Lübnan uyruklu bir kişinin Türkiye’deki taşınmazının edinip edinilmeyeceğinin öncelikle gözönünde tutulması gerekir. Hatay bölgesinin anavatana katılmasından sonra Türk ve Suriye ile Lübnan uyruklu kişilerin taşınmazlarının tasfiyesine ilişkin hükümetimizle Fransa hükümeti arasında yapılan anlaşmaların uygulanmasından doğan uyuşmazlığı çözecek komisyon çalışmalarının sonuç vermemesi üzerine, Türk hükümetince 1062 sayılı Kanuna dayanılarak çıkarılan 13.1.1939 gün 2/10250 ve 14.02.1942 gün 2/1717 sayılı kararnamelerle bu konuda bir çözüm bulununcaya kadar Suriye’li ve Lübnan’lılara ait Türkiye’de bulunan taşınmazlarının ipotek ve ferağ olunması, kamulaştırılan taşınmazların bedellerinin Hazine adına emaneten bankada saklı tutulması önlemleri alınmış, 1.10.1966 gün ve 6/7104 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ve bunun uygulama şeklini gösteren yönetmelik hükümleri uyarınca, Suriye uyruklu kişilerin tüm menkul ve tapulu ve tapusuz taşınmazlarına Hazinece el konulmuştur. Açıklandığı üzere, 1939 ve 1942 yıllarında çıkarılan kararnameler Lübnan uyruklu kişileri de kapsamaktadır. 29.1.1951 gün ve 8/12389 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile de 1939 ve 1942 tarihli kararnamelerin Lübnan uyruklu kişilerle ilgili tedbirler bölümü kaldırılmıştır. Bu tarihten itibaren Lübnan uyruklu kişiler kararnamelerin kapsamından çıkarılmış, bu konuda daha sonra çıkarılan kararnamelerin de kapsamına alınmamışlardır. Bu durumda, uyuşmazlığın 1062 sayılı Kanun hükümleri uyarınca çözüme kavuşturulması gerekir. Ancak, bu konuda yapılan araştırma ve inceleme de yetersizdir. 1062 sayılı Kanun hükümleri uyarınca yabancı uyruklu bir kişinin taşınmazının kazandırıcı zamanaşımı ve zilyetlik yoluyla edinilip edinilmeyeceğinin düşünülmesi, edinilecek yerlerden ise iddia ve savunma çerçevesinde taraf delillerinin eksiksiz olarak toplanıp birlikte değerlendirilerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken eksik incelemeye dayalı olarak yazılı gerekçeyle davanın reddine karar verilmiş olması doğru görülmemiştir.
Sonuç: Davacılar vekilinin temyiz itirazları bu bakımlardan yerinde olduğundan kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerle HUMK’nın 428. maddesi uyarınca BOZULMASINA, 27.10.2005 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1995/2081 K: 1995/12719 T: 24.11.1995
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2003/6156 K: 2003/6107 T: 6.10.2003
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2005/3622 K: 2005/4143 T: 1.6.2005
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2003/6875 K: 2003/7211 T: 6.11.2003
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2004/4239 K: 2004/8044 T: 22.11.2004
Dava konusu parsel, tahsisli mera olmadığı gibi, kadim kullanım bakımından da öncesi mera olan yerlerden değildir; taşınmazın bazı bölümlerinde zamanla mera bitkileri oluşması, buraya mera niteliği kazandırmaz.
Davacı tarafından, davalı aleyhine 3.3.1975 gününde verilen dilekçe ile 1230 sayılı parselin tapusunun iptali ve 700 dönümlük kısmının mera olarak sınırlandırılması istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kısmen kabulüne dair verilen 8.6.1999 günlü hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı Hazine temsilcisi tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
Uyuşmazlık, 1230 parsele ilişkindir. 730.950 metrekare yüzölçümündeki bu taşınmaz 1964 yılındaki tapulama sırasında ırmak metrukatı niteliği ile davalı Hazine adına tespit görmüştür. Davacı köy, “Yerli Köy” birliğindeki 1230 parselin otlakiye ve sıvat mahalli olması nedeniyle adına tescilini istemiştir. Davacı Köyün “Yerli Köy”den bölünerek hükmi şahsiyet kazandığı dosyadaki bilgilerden anlaşılmaktadır.
3402 sayılı Kadastro Kanununun 16/B maddesine göre meralar, kamunun yararlanmasına tahsis edilen veya kadimden beri mera olarak yararlanılan orta malı taşınmazlardandır. Mera, üzerinde çok değişik türde ve genellikle uzun ömürlü bitkilerle örtülü, hemen hemen her mevsimde hayvanların beslenmesini sağlayan genelde de özel bir ıslah ve korumayı gerektirmeyen bir veya birkaç köyün ucuz ve masrafsız olarak yararlandıkları yerlerdir.
Bir yerin mera olduğunun belirlenmesinde o yerin yukarıda sayılan unsurları bulundurması gerekir. Somut olayda ise, 1230 parsel “ırmak metrukatı” niteliği ile davalı Hazine adına tespit edilmiştir. Bu tespiti 5.5.1987 tarihli raporu düzenleyen bilirkişi Kemal de 1961 tarihli Askeri Haritada dava konusu bölümün tümüyle (kumluk) olduğunu saptayarak doğrulamaktadır. Görülüyor ki, 1230 parsel tahsisli mera olmadığı gibi, kadim kullanım bakımından da öncesi mera olan yerlerden değildir. Taşınmazın bazı bölümlerinde zamanla mera bitkileri oluşması, buraya mera niteliği kazandırmaz. Üstelik, az yukarıda söylendiği gibi, davacı köy de kadim köy değildir. Böyle olunca, davanın reddi yerine bir kısım tanık sözlerine bakılarak kısmen kabul edilmiş olması bozmayı gerektirir.
Sonuç: Yukarıda açıklanan nedenlerle, davalı Hazine temsilcisinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, 22.11.2004 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2003/6432 K: 2003/6520 T: 29.9.2003
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2004/5855 E: 2004/6608 T: 11.10.2004 3402/14
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2002/5796 K: 2002/7946 T: 25.11.2002
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2004/705 K: 2004/2746
Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2003/4730 K: 2003/5491 T: 15.9.2003
Meralar süresi neye ulaşırsa ulaşsın kazandırıcı zaman aşımı ve zilyetlik yolu ile edinilemez.
Ş. ile Hazine ve G. Belediye Başkanlığı aralarındaki tapu iptali ve tescil davasının kabulüne dair G. Asliye Hukuk Hakimliği’nden verilen 4.3.2003 gün ve 11/36 sayılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi Hazine temsilcisi tarafından süresinde istenilmiş olmakla, dosya incelendi, gereği düşünüldü:
Davacı vekili, 21 ada 89 parsele ait sınırlandırmanın iptali ile vekil edeni adına tapuya tesciline karar verilmesini istemiştir. Davalı Hazine temsilcisi, davanın reddine karar verilmesini savunmuştur. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmesi üzerine; hüküm, davalı Hazine temsilcisi tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu 21 ada 89 parsele ait kadastro tutanağında, 21.12.1990 günlü komisyon kararına dayanılarak sınırlandırıldığı açıklanmıştır. Komisyon kararında aynı ada 21 parsele uygulanan 1937 tarih ve 1142 tahrir numaralı vergi kaydının doğu sınırını mera okuması nedeniyle kamunun yararlandığı orta malı mera olarak sınırlandırılmıştır.
Davacı vekili, taşınmazın öncesi itibariyle İ. isimli kişiye ait olduğunu, ondan S., ölümü ile eşi H.’ye, H.’nin de satış ve devri ile vekil edenine geçtiğini, sınırlandırma tarihinden geriye doğru 20 yıldan fazla süre ile koşullarına uygun olarak tasarrufta bulunduğunu açıklayarak tescil isteğinde bulunmuştur. Sınırlandırma sırasında nazara alınan 1937 tarih ve 1142 tahrir numaralı vergi kaydı satıcı İ. adına yazılı bulunmaktadır. Vergi kaydına dayanılarak 6500 m2 yer 21 ada 21 parsel davacı adına tespit edilmiştir. Yerel bilirkişi ve tanıklar dava konusu parselin 21 parselle birlikte vergi kaydının kapsamında kaldığını ve davacı ile önceki maliklerinin tasarrufta bulunduğunu bildirmişlerdir.
Paftaya göre dava konusu taşınmazın doğusunda yer alan 20 parsel mera olarak sınırlandırılmış, C. isimli kişinin G Kadastro Mahkemesine açmış olduğu itiraz davası sonunda 1990/175 esas, 1991/73 karar sayılı hükümle bu parselin 5000 m2 lik bölümünün iptal edilerek davacı adına tesciline karar verilmiş, kesinleşen hüküm uyarınca 119 parsel olarak C. adına, geriye kalan bölümünde 121 parsel numarası ile mera olarak sınırlandırıldığı, doğusunda yer alan 19 parselde yine mera olarak sınırlandırılmıştır.
Toplanan deliller ve dosya içeriğine göre dava konusu parselin doğusunda eylemli olarak mera durumunda bulunan ve bu nitelikte sınırlandırılan yerler mevcuttur. Dava konusu taşınmaz birbirini izleyen satış ve devirlerle davacıya geçmiştir.
Dava satıcı S.’nin oğludur. Davacı satıcı İ. adına kayıtlı bulunan yukarıda tarihi ve sayısı yazılı vergi kaydındaki sınırlar ve nitelendirme ile bağlıdır. Vergi kaydının doğu sınırı çayır olarak yazılıdır. Vergi kaydında yazılı 6500 m2 kadar yer davacı adına tarla niteliği ile tespit ve tescil edildiğine göre miktar fazlası olan dava konusu yerin kayıtta yazılı çayırdan elde edildiğinin kabulü gerekir. Paftaya göre doğudaki alanlar mera olarak sınırlandırılan yerlerdir. Bu durumda vergi kaydındaki çayırın kamunun yararlandığı çayır niteliğinde olduğunun kabulü gerekir. Bu tür yerler mera niteliğindedir. Vergi kaydında yazılı miktar kadar yer davacı adına tespit edildiğine göre miktar fazlasının meradan elde edildiğinin kabulü gerekir. Meralar süresi neye ulaşırsa ulaşsın kazandırıcı zaman aşımı ve zilyetlik yolu ile edinilemez. Bu açıklamalar göz önünde tutularak davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile kabulüne karar verilmiş olması doğru değildir.
Davalı Hazine temsilcisinin temyiz itirazları bu bakımdan yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK: nun 428. maddesi hükmü uyarınca BOZULMASINA 15.9.2003 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2003/2461 K: 2003/3731 T: 22.5.2003
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2004/4845 K: 2004/5394 T: 6.7.2004
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2004/4959 K: 2004/5501 T: 9.7.2004
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2005/2607 K: 2005/3214 T: 22.4.2005
Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2003/7275 K: 2003/7662 T: 18.11.2003
Köy orta malı meraya el atmaktan ötürü davacı hakkında ceza mahkemesi kararı ile taşınmazın hükmen mera olduğu belirlenmiş olmakla; bu davada zamanaşımı zilyetliğine dayanarak tescil mümkün değildir.
Süleyman ile davalı Hazine ve A. Köyü Tüzel Kişiliği aralarındaki tescil davasının kısmen kabulüne ve kısmen reddine dair Ş. Asliye Hukuk Hakimliği’nden verilen 30.10.2002 gün ve 178/176 sayılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı vekili ile Hazine temsilcisi tarafından süresinde istenilmiş olmakla, dosya incelendi, gereği düşünüldü:
Davacı vekili, 11.10.2001 havale tarihli dava dilekçesinde, mevkii ve sınırları yazılı 140 m2’lik taşınmazın kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine tutunarak müvekkili adına tescilini istemiştir.
Davalı köy tüzel kişiliği temsilcisi, çekişmeli yerin köy orta malı ve mera olduğunu savunmuştur. Ayrıca, davacının meraya tecavüz eylemi sabit olduğundan Sulh Ceza Mahkemesi’nce hükümlülüğüne karar verildiğini açıklayarak davanın reddine karar verilmesini istemiştir. Davalı Hazine temsilcisi tebligata rağmen oturumlara katılmamış ve yanıt vermemiştir.
Mahkemece, davanın kısmen kabul ve kısmen reddine, teknik bilirkişinin krokisinde A harfiyle gösterilen yerin davacı adına tapuya tesciline, B harfiyle işaretli yerle ilgili davanın reddine karar verilmiştir. Hükmün redde ilişkin bölümü süresi içerisinde davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Köy orta malı meraya el atmaktan ötürü davacı hakkında Ş. Sulh Ceza Mahkemesi’ne açılan kamu davasının yapılan yargılaması sonunda, 20.4.2001 gün ve 81/74 esas ve karar sayılı hükümle davacının hükümlülüğüne karar verilmiş, hüküm davacının temyizi üzerine Yargıtay 8. Ceza Dairesi’nce onanarak kesinleşmiştir. Yapılan uygulamayla tescili istenilen taşınmaz bölümlerinin yukarıda tarih ve sayısı yazılı Ceza Mahkemesi’nin kesinleşen hükmüne konu olan yerle aynı olduğu saptanmıştır. HUMK: nun 53.maddesi hükmüne göre; hükümlülüğe ilişkin Sulh Ceza Mahkemesi’nin yukarıda tarih ve sayısı yazılı hükmü eldeki bu dava bakımından kesin hüküm oluşturur. Taşınmazın hükmen mera olduğu belirlenmiş bulunduğuna göre tescili mümkün olmaz. Ne var ki; teknik bilirkişinin düzenlemiş olduğu krokide A harfi ile gösterilen bölümün davacı adına tapuya tesciline karar verilmiş, hükmün bu bölümü temyiz edilmeksizin kesinleşmiştir.
Hükmün temyiz edilen bölümüne gelince; Az öncede açıklandığı üzere, reddedilen taşınmazın köy orta malı mera olduğu kesinleşen Sulh Ceza Mahkemesi’nin hükmüyle belirlenmiş bulunduğuna göre bu yer hakkındaki davanın reddine karar verilmesinde kanuna aykırı bir yön bulunmamaktadır.
Davacı vekilinin bu yöne ilişen temyiz itirazlarının reddi ile hükmün redde ilişkin bölümünün ONANMASINA, 18.11.2003 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2003/6156 K: 2003/6107 T: 6.10.2003
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2004/4845 K: 2004/5394 T: 6.7.2004
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2004/4959 K: 2004/5501 T: 9.7.2004
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2005/1786 K: 2005/2158 T: 21.3.2005
Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2005/1786 K: 2005/2158 T: 21.3.2005
Taşınmazın, miras bırakanlar ve davacı tarafından sınırlandırma tarihinden geriye doğru 50 yıldan fazla süre ile koşullarına uygun olarak kullanıldığı yerel bilirkişi ve tanıklar tarafından belirtilmesi, kadim veya tahsisli mera olmadığının bildirilmesi, tarım arazisi niteliğini taşıdığının uzman bilirkişi raporunda açıklanmış bulunması, davacının aynı yer hakkında açmış olduğu dava sonunda davalı köyün el atmasının önlenmesine karar verilmiş olması karşısında davacının tescil isteğinin kabulü gerekir.
- ile Hazine ve S. Köyü Tüzel Kişiliği aralarındaki mera sınırlandırmasının iptali ve tescil davasının kabulüne dair İ. Asliye Hukuk Hakimliği’nden verilen 8.9.2004 gün ve 35/123 sayılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi Hazine vekili tarafından süresinde istenilmiş olmakla, dosya incelendi, gereği düşünüldü:
Davacı vekili, mera olarak sınırlandırılan dava konusu 119 ada 20 parselin 27.500 m2’lik bölümünün iptal edilerek vekil edeni adına tapuya kayıt ve tesciline karar verilmesini istemiştir.
Davalı Hazine vekili, taşınmazın mera niteliğinde olduğunu, zilyetlikle kazanılamayacağını bildirerek davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.
Mahkemece davanın kabulüne karar verilmesi üzerine; hüküm davalı Hazine vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dosya muhtevasına, dava evrakı ile yargılama tutanakları münderecatına, mevcut deliller mahkemece takdir edilerek karar verildiğine, kök miras bırakandan davacının babasına, ondan da tek mirasçı olan davacıya kalan taşınmazın, miras bırakanları ve davacı tarafından sınırlandırma tarihinden geriye doğru 50 yıldan fazla süre ile koşullarına uygun olarak tasarruf edildiği yerel bilirkişi ve tanıklar tarafından ifade edildiğine, kadim veya tahsisli mera olmadığı Köy Hizmetleri İl Müdürlüğünce bildirildiğine, tarım arazisi niteliğinde olduğu uzman bilirkişi raporunda açıklandığına, davacının aynı yer hakkında İ. Asliye Hukuk Mahkemesi’ne açmış olduğu dava sonunda 1994/126 E: ve 1995/51 K: sayılı kararla, davalı köyün el atmasının önlenmesine karar verilmiş bulunduğuna göre, mahkemece yazılı şekilde davanın kabulüne karar verilmesinde herhangi bir isabetsizlik görülmemiştir.
Sonuç: Davalı Hazine vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile usul ve kanuna uygun bulunan hükmün ONANMASINA, 21.3.2005 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2004/5855 E: 2004/6608 T: 11.10.2004 3402/14
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2005/262 K: 2005/718 T: 4.2.2005
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2003/4636 K: 2003/5666 T: 22.9.2003
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2005/3897 K: 2005/4230 T: 6.6.2005
Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2005/2607 K: 2005/3214 T: 22.4.2005
Boş arazi niteliğiyle tespit dışı bırakılan ancak daha önce sürülüp işlenmeye başlandığı ve üzerinde mera karakterli bitki ve otların bulunduğu uzman bilirkişi raporundan anlaşılan taşınmaza ilişkin tescil talebinin reddi gerekir.
Fatma ve müdahil davacı Muhsin ve müşterekleri ile Hazine ve H. Belediye Başkanlığı aralarındaki tescil davasının reddine dair S. Asliye Hukuk Hakimliği’nden verilen 23.12.2004 gün ve 86/135 sayılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı Fatma tarafından süresinde istenilmiş olmakla, dosya incelendi, gereği düşünüldü:
Davacı, mirasen intikal ve kazanmayı sağlayan zilyetliğe dayanarak tespit dışı bırakılan yaklaşık 15 dönüm miktarındaki taşınmazın adına tesciline karar verilmesini istemiştir.
Davalı Hazine temsilcisi, taşınmazın mera niteliğinde olduğunu bildirerek davanın reddine karar verilmesini savunmuş ve taşınmazın Hazine adına tescilini istemiştir.
Mahkemece, davanın reddine, 20.12.2004 tarihli bilirkişi krokisinde A harfi ile gösterilen 15.200 m2 yüzölçümündeki taşınmazın mera niteliğinde sınırlandırılmasına karar verilmesi üzerine; hüküm, davacı tarafından temyiz edilmiştir.
Dosya muhtevasına, dava evrakı ile yargılama tutanakları münderecatına, mevcut deliller mahkemece taktir edilerek karar verildiğine, 1978 yılında hali boş arazi niteliğiyle tespit dışı bırakılan tescil konusu taşınmazın 8-9 yıl önce sürülüp işlenmeye başlandığı ve üzerinde mera karakterli bitki ve otların bulunduğu 14.12.2004 tarihli üç kişilik ziraatçi uzman bilirkişi raporunda açıklandığına ve bu belirlemeye ters düşen yerel bilirkişi ve tanık sözlerine değer verilemeyeceğine göre, yazılı şekilde davanın reddiyle taşınmazın mera olarak sınırlandırılmasına karar verilmiş olmasında herhangi bir isabetsizlik görülmemiştir.
Sonuç: Davacının temyiz itirazlarının reddi ile usul ve kanuna uygun bulunan hükmün ONANMASINA, 22.4.2005 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2005/262 K: 2005/718 T: 4.2.2005
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2003/1421 K: 2003/4004 T: 2.6.2003
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2003/2461 K: 2003/3731 T: 22.5.2003
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2004/4845 K: 2004/5394 T: 6.7.2004
Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2004/8950 K: 2005/556 T: 31.1.2005
Davacının hazine tapusunun oluşmasından önce kazanmayı sağlayan zilyetliğini kanıtlaması gerekmektedir; davacının, hazineye ait tapunun tesis tarihinden geriye doğru tmknun 713/1, 3402 sayılı kadastro kanununun 14. maddesinin aradığı 20 yıllık kazanmayı sağlayan zilyetlik süresini doldurmadığı anlaşılmaktadır.
Mustafa Kemal Ö. ile Hazine aralarındaki tapu iptali ve tescil davasının kabulüne dair C. Asliye Hukuk Hakimliği’nden verilen 12.10.2004 gün ve 327/913 sayılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi Hazine temsilcisi tarafından süresinde istenilmiş olmakla, dosya incelendi, gereği düşünüldü:
Davacı vekili, dava konusu 870 ada 37 parsele müvekkilinin miras bırakanı ve babası Hüseyin Ö.’den intikalen ve taksimen zilyet olduğunu iddia ile tapu kaydının iptaline ve müvekkili adına tesciline karar verilmesini istemiştir.
Davalı Hazine temsilcisi usulüne uygun tebligata rağmen duruşmalara katılmamıştır.
Mahkemece davanın kabulüne karar verilmesi üzerine; hüküm, davalı Hazine temsilcisi tarafından süresi içinde temyiz edilmiştir.
Dava konusu 870 ada 37 parsel evveliyatında aynı ada 12 parselle birlikte 6.8.1982 tarih 9 sıra numaralı tapuyla Hazine adına kayıtlı olup, 40 no’lu Toprak Tevzi Komisyonu’nun 1187 parseline karşılık geldiği, ortasından yol geçmekle iki parçaya ayrıldığı, 37 parselin Hüseyin kızı Huriye Ö. ve Fevzi oğlu Zeyyat Ö.’nün işgalinde olduğu açıklanmak suretiyle 19.12.1995 tarihinde tarla niteliği ile Hazine adına tespit edilmiştir.
Hazineye ait 6.8.1982 tarih 9 no’lu tapunun geldisi 8.3.1963 tarih 3590 no’lu komisyon tapusudur. Söz konusu tapu 27.6.1961 tarihinde yapılan komisyon çalışmaları sırasında 5-15 yıl önce meradan açıldığı açıklanmak suretiyle Hazine adına belirtilmiştir.
Dosya muhtevasına, dava evrakı ile yargılama tutanakları münderecatına, mevcut deliller mahkemece takdir edilerek karar verildiğine göre Hazine temsilcisinin aşağıda belirtilen husus dışındaki temyiz itirazları yerinde bulunmamaktadır.
Davacının Hazine tapusunun oluşmasından önce kazanmayı sağlayan zilyetliğini kanıtlaması gerekmektedir. Mahallinde 22.9.2004 tarihinde yapılan keşif sırasında dinlenen mahalli bilirkişi Osman S. 50-60 yıl önceki zilyetlikten söz etmiş, keşif tarihine göre davacının zilyetliğinin 1944 tarihinde başladığı anlaşılmış, davacı tanıkları Hasan T: 1952 tarihinden, diğer davacı tanığı Osman Ç. de 1956 tarihinden başlayan zilyetlikten haber vermişlerdir. Bu durumda, davacının, Hazineye ait 8.3.1963 tarih 3590 no’lu tapunun tesis tarihinden geriye doğru TMK: nun 713/1, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 14. maddesinin aradığı 20 yıllık kazanmayı sağlayan zilyetlik süresini doldurmadığı anlaşılmaktadır. Davanın bu nedenle reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı gerekçe ile kabulüne karar verilmesi doğru olmamıştır.
Sonuç: Yukarıda açıklanan nedenlerle davalı Hazine temsilcisinin temyiz itirazları yerinde görüldüğünden kabulü ile usul ve yasaya aykırı hükmün HUMK: nun 428. maddesi uyarınca BOZULMASINA, 31.1.2005 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2004/4562 K: 2004/5273 T.2.7.2004
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1995/11198 K: 1996/5710 T: 6.6.1996
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2004/4845 K: 2004/5394 T: 6.7.2004
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2004/4959 K: 2004/5501 T: 9.7.2004
Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2005/396 K: 2005/1286 T: 21.2.2005
Zilyetlikle kazanma koşullarının davacı yararına gerçekleştiğine göre; taksime konu yapılan ve vergi kayıt miktarı kapsamında kalan parseller ile bunların hizasında yer alan ve miktar fazlası olarak mera niteliğiyle sınırlandırılan parseller bir bütün olarak gözetildiğinde davacının dava dilekçesinde istediği ¼ payın; bunlardan bir parselin tamamı olduğu dosya kapsamındaki bilgi ve belgeler ile belirlendiğinden karar yerindedir.
- ile Hazine ve A. Köyü Tüzel Kişiliği aralarındaki tapu iptali ve tescil davasının kısmen kabulüne ve kısmen reddine dair K: 1. Asliye Hukuk Hakimliği’nden verilen 3.11.2004 gün ve 761/624 sayılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi Hazine vekili tarafından süresinde istenilmiş olmakla, dosya incelendi, gereği düşünüldü:
Davacı, dava dilekçesinde 119 ada 115 no’lu parsel ile 128 ada 197 no’lu parselin mera sınırlandırılmasının iptali ile vekil edeni adına tapuya tesciline karar verilmesini istemiştir. Davalı Hazine vekili, davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.
Mahkemece, 119 ada 115 no’lu parselle ilgili davanın feragat nedeniyle reddine, 128 ada 197 no’lu parsel hakkındaki davanın kabulüne, parsele ilişkin sınırlandırmanın iptaline karar verilmesi üzerine; hükmün, kabule ilişkin bölümü davalı Hazine vekili tarafından esastan 119 ada 115 parsele ilişkin bölümün avukatlık ücreti yönünden temyiz edilmiştir.
Dava, muristen intikal, taksim, eklemeli zilyetlik ve zilyetlik hukuksal sebeplerine dayalı olarak TMK: nun 713/1, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 14. maddesi gereğince açılan mera sınırlandırmasının iptaline ilişkin tescil davasıdır.
Dosya muhtevasına, dava evrakı ile yargılama tutanakları münderecatına, mevcut deliller mahkemece takdir edilerek karar verildiğine ve takdirde bir isabetsizlik bulunmadığına, kazanma koşullarının davacı yararına gerçekleştiğine, davacının dava dilekçesinde istediği ¼ payın taksime konu yapılan ve vergi kayıt miktarı kapsamında kalan 86, 87, 88, 89 no’lu parseller ile bunların hizasında yer alan ve miktar fazlası olarak mera niteliğiyle sınırlandırılan 196, 197, 198, 199 no’lu parseller bir bütün olarak gözetildiğinde istediği ¼ payın 128 ada 197 no’lu parselin tamamı olduğu dosya kapsamındaki bilgi ve belgeler ile belirlendiğine göre, Hazinenin kabulüne karar verilen hükmün esasına yönelik temyiz itirazları yerinde bulunmadığından reddi ile 128 ada 197 no’lu parselle ilgili hükmün esasının ONANMASINA,
Hazine vekilinin vekalet ücretine ilişkin temyiz itirazlarına gelincE: 119 ada 115 parsel ile ilgili dava reddedildiğine ve Hazine yargılama oturumlarında kendisini vekille temsil ettirdiğine göre, taşınmazın dava tarihindeki değeri üzerinden Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi hükümleri uyarınca Hazine yararına vekalet ücretine hükmedilmesi gerekirken, bu konuda olumlu veya olumsuz bir karar verilmemiş bulunması usul ve yasaya aykırıdır.
Sonuç: Davalı Hazine vekilinin bu yöne ilişkin temyiz itirazları yerinde bulunduğundan kabulü ile yerel mahkeme hükmünün reddedilen 1150, no’lu parselle ilgili olarak sadece vekalet ücreti açısından BOZULMASINA, 21.2.2005 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1995/2081 K: 1995/12719 T: 24.11.1995
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2003/6156 K: 2003/6107 T: 6.10.2003
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2005/3622 K: 2005/4143 T: 1.6.2005
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2003/6875 K: 2003/7211 T: 6.11.2003
MECRA HAKKI İLE İLGİLİ YARGITAY KARARLARI
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2004/959 K: 2004/4242 T: 13.04.2004
İrtifak hakkının kurulabilmesi için öncelikle, çevre taşınmazların tamamının üzerinde irtifak hakkı kurmaya elverişli olup olmadığı incelenip, hukukun genel bir ilkesi olan fedakarlığın denkleştirilmesi ilkesi uyarınca taraf yararları da gözetilerek, en az masrafı gerektiren ve bundan da en az zarar görecek kişi taşınmazı üzerinden bu hak kurulmalıdır.
Dava, elatmanın önlenmesi, yıkım karşı dava mecra hakkı kurulması isteklerine ilişkindir. Mahkemece, karşı dava kabul edilmek suretiyle hüküm kurulmuştur. Dosya içeriğinden, toplanan delillerden; 1574 parsel sayılı taşınmazın kayden davacıya ait bulunduğu, davalıya ait komşu 1572 ve 4001 parsel sayılı taşınmazlardaki tesislerin atık sularının davacı taşınmazından geçirilmesinin zorunlu olduğundan bahisle mecra hakkı tesisinin istendiği görülmektedir. Gerçektende davalı karşı davacı tesislerinden çıkan atık suyun davacı taşınmazından geçirilmesinin zorunlu olduğu dosya kapsamından anlaşılmaktadır.
Bu durumda, karşı davacının isteğinin Türk Medeni Kanununun 744. maddesinde düzenlenen mecra hakkı isteğine dair bulunduğu sabittir.
Bilindiği üzere, anılan madde uyarınca “Her taşınmaz maliki zararın tamamının önceden ödenmesi koşuluyla su yolu, kurutma kanalı gaz ve benzerlerine ait boruların elektrik hat ve kablolarının, başka yerden geçirilmeleri olanaksız veya aşırı ölçüde masraflı olduğu takdirde, kendi arazisinin altından veya üstünden geçirilmesine katlanmakla yükümlüdür….”
Mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkin davalarda, istemin özelliği gereği en uygun yerin aranması ilkesinin geçerli olması ve bu davaların bir irtifak hakkı olmakla birlikte özünü komşuluk hukuku ilkelerinden alması nedeniyle aşağıdaki hususlar üzerinde durulması gerekmektedir. Şöyle ki;
1-Öncelikle davacının su yolu ihtiyacının bulunup bulunmadığı saptanmalıdır.
2-İrtifak hakları taşınmazların leh ve aleyhine kurulduğundan, leh ve aleyhine irtifak kurulacak taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer almaları sağlanmalıdır.
3-İrtifak hakkının kurulabilmesi için öncelikle, çevre taşınmazların tamamının üzerinde irtifak hakkı kurmaya elverişli olup olmadığı incelenip, hukukun genel bir ilkesi olan fedakarlığın denkleştirilmesi ilkesi uyarınca taraf yararları da gözetilerek, en az masrafı gerektiren ve bundan da en az zarar görecek kişi taşınmazı üzerinden bu hak kurulmalıdır.
4-Mecra irtifakının bağlanacağı su yolu ya da kaynağı ile yararına mecra hakkı kurulan taşınmaz arasında kesintisiz bağlantı sağlanmalıdır.
5-Su yolunun niteliği suyun nasıl ve hangi araçlarla geçirileceği, ayrıca belirlenerek kararda gösterilmelidir.
6-İrtifak hakkının bedeli taşınmazların niteliğine göre atanacak bilirkişiler aracılığı ile objektif kriterler esas alınarak saptanmalı ve bedel hükümden önce mahkeme veznesine depo ettirilmelidir.
7-Davanın niteliği gereği, yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır.
8-Anılan maddenin son fıkrası uyarınca, istem halinde gideri davacı tarafından karşılandığında mecra hakkının tapu siciline kaydına da karar verilmelidir.
Somut olaya bakıldığında; geçit hakkı tesisi öngörülen yerin 02.10.2000 tarihli bilirkişi raporunda (A) ile tanımlanan bölüm olduğu görülmektedir. Ne var ki; bu yerde tesis edilecek mecranın davacının taşınmazından tasarrufunu büyük ölçüde engelleyeceği açıktır. Aynı bilirkişi raporunda (C) ile gösterilen yerin, davacı taşınmazının bütünlüğünü bozmayan, onun mülkiyet hakkını kullanmasını en az ölçüde etkileyen yer olduğu görülmektedir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2013/1066, K:2013/1339, 06.02.2013
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2005/2931 K: 2005/3645 T: 27.3.2005
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/14544 K: 2014/1543 T: 06.02.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2008/4533 K: 2008/5103 T: 14.04.2008
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2002/1864 K: 2002/2638 T: 08.04.2002
Mecra hakkının tesisi için, Medeni Kanunun 668. maddesine (yeni MK. m 744) göre mecranın zaruri olması ve başka yerden geçirilmesinin imkansız veya çok masraflı bulunması gerekir. Bu tür davalarda leh ve aleyhine mecra kurulacak taşınmaz maliklerinin tümünün davada davacı ve davalı sıfatı ile yer almaları gerekir. Bir kimse komşularından yasal şartlara uygun olarak izin almadan onların taşınmazlarından mecra geçiremez.
Dava açıldığı tarihte yürürlükte bulunan 743 sayılı Türk Medeni Kanunu´nun 668. maddesi uyarınca mecra hakkı kurulması istemine ilişkindir. Anılan madde deki “gayrimenkul sahipleri yapılacak zarar tamamiyle ve peşin tazmin olunmak şartıyla mülkünün altından veya üstünden su yolu, gaz ve elektrik boruları geçirilmesine, bunların başka yerden geçirilmeleri imkansız olur veya çok fazla zararı mucip bulunursa müsaade etmeye mecburdur” şeklindeki hüküm ile mecra istenmesi ve kurulması koşullarını belirtmiştir.
Bu tür davalarda leh ve aleyhine mecra kurulacak taşınmaz maliklerinin tümünün davada davacı ve davalı sıfatı ile yer almaları gerekir. Bir kimse komşularından yasal şartlara uygun olarak izin almadan onların taşınmazlarından mecra geçiremez.
Bu irtifak hakkının kesintisiz bağlantısının sağlanabilmesi için, mecranın başlangıcından bitimine kadar olan yerde bulunan tüm taşınmazlardan bağlantı kurulması gerekir. Bunun için, eğer arada uyuşmazlık çıkarmayan taşınmaz malikleri varsa davacıya önel verilerek onlar hakkında tapuda “akdi irtifak hakkı” kurulduktan sonra davalı taşınmazı arasında bağlantı sağlanarak mecranın geçirilmesi temin edilmelidir. Bu hak kurulurken olanaklar elverdiği ölçüde davalı parsellerinin sınırları takip edilerek ve parseller bölünmeden mecranın geçirilmesinin uygun olacağı seçenekler araştırılmalıdır. Kurulacak mecra nedeniyle yükümlü taşınmaz malikinin uğrayacağı zarar uzman bilirkişiler aracılığı ile hesaplanarak bu zararın tamamı peşin olarak aleyhine mecra tesis edilecek taşınmaz malikine ödenmelidir.
Somut olayda, davacılara ait 17 parsel sayılı taşınmazda iki katlı ev bulunmaktadır. Bu evin birinci katı yoldan 2.20 m. Aşağıdadır evin kanalizasyon şebekesi geçirilmeden önce yapıldığı taraflar arasında ihtilafsızdır. Dosyada mevcut kroki ve tespitlere göre davacı evinin önünden geçen tarla başı sokaktan da bir kanalizasyon şebekesi geçmekte olup, bu hat ileride Adem Yavuz Sokak´taki şebekeye bağlanmaktadır. Davacı; bu kanalizasyon şebekesine evin ikinci katının atık sularının bağlandığını, ancak birinci katın yoldan 2.20 metre aşağıda olması ve kot farkı bulunması nedeniyle bağlanmasının mümkün olmadığını belirterek; davalıya ait 14 parsel sayılı taşınmazın kuzeyinde bulunan 289 Ada 13 parsel sayılı (imar planında yol ancak hali hazırda açılmadığı için kullanılmıyor üzerinde kanalizasyon hattı mevcut olan) taşınmazdaki kanalizasyon şebekesine eğim olması nedeniyle bağlantı kurulmasının mümkün olduğundan söz ederek bu kısımda mecra istemektedir. Davacının istediği yerde mecra kurulması için, davalı taşınmazı dışında 12 parsel sayılı taşınmazdan da bu hattın geçirilmesi gerekmektedir. Mahkemece yapılan keşif sonucu düzenlenen bilirkişi raporunda; davacının evinin önünden geçen yolda bulunan kanalizasyon şebekesine bağlantı yapılabilmesi için yolun yaklaşık 2.50 metre derinliğinde ve 110 metre uzunluğunda kazılıp daha aşağıda bulunan Adem Yavuz Sokağı´ nın eğimli olması sebebiyle bu kısımlarda kanalizasyon şebekesine bağlanmasının mümkün olduğu ancak bu çalışmada diğer binaların yolda bulunan içme suyu ve kanalizasyon şebekesi bağlantılarının tahrip edilebileceği bildirilerek davalıya ait 14 parsel sayılı taşınmaz ile dava dışı 12 ve 13 numaralı parsellerden geçen ve kuzeydeki kanalizasyon şebekesine bağlanan mecra hattını tespit etmişlerdir. Mahkeme, sadece 14 parsel sayılı taşınmazdan geçen kısım için mecra tesisine karar vermiş 12 ve 13 sayılı parsellerden geçen kısımlarla bir bağlantı kurmamıştır.
Mecra hakkının tesisi için, Medeni Kanunun 668. maddesine göre mecranın zaruri olması ve başka yerden geçirilmesinin imkansız veya çok masraflı bulunması gerekir. Yukarıda anlatılan ve dosyada mevcut tespitlere göre, davacı binasının önündeki yoldan kanalizasyon şebekesi geçmektedir. Ve asıl olan davacının evinin önünden geçen böyle bir şebeke varsa atık suların bu şebekeye bağlanmasıdır. Eğer böyle bir hatta bağlanma olanağı tüm inceleme ve seçeneklere rağmen mümkün olmazsa o zaman anılan hükümdeki zaruret halinin varlığı tartışılabilir. Halbuki dosyadaki bilirkişi raporlarında, davacı evinin atık sularının bu şebekeye bağlanmasının mümkün olacağı belirtilmiş, ancak bu bağlantının nasıl sağlanabileceği hususunda ayrıntılı inceleme yapılmamıştır. Sıhhi tesisat ve atık suların tahliyesi hususunda uzman bilirkişilerce davacının taşınmazı önünden geçen ve Adem Yavuz Sokağa dönen kanalizasyona atık suların bağlanabilmesi için atık suların foseptik kuyudan motopompla kanalizasyon hizasındaki logara çıkarılarak buradan da büzlerle mevcut kanalizasyona bağlanması hususunda ayrıntılı inceleme yapılarak, tüm delillerin birlikte değerlendirilmesi sonucu anılan yasa hükmünün amacı ve koşuları da dikkate alınarak bir karar verilmesi gerekirken eksik inceleme sonucu yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2005/94 K: 2005/127 T: 12.01.2005
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2008/4394 K: 2008/8877 T: 04.07.2008
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/8430 K: 2006/9033 T: 21.09.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2005/5560 K: 2005/8663 T: 05.10.2005
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2002/2918 K: 2002/3258 T: 26.04.2002
Mecra hakkı kurulmasına ilişkin davalarda; leh ve aleyhine mecra hakkı kurulacak taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması, kurulan mecranın paftaya göre alınması gereken yerden itibaren yararına kurulan taşınmaza kadar kesintisiz olarak ulaştırılması, taşınmazların paftasındaki ve zemindeki durumlarına göre mecranın başka bir yerden geçirilmesinin olanaksız veya çok masraflı olması, yükümlü taşınmazın zararının peşin olarak ödenmesi gerekir.
Davacı, müşterek maliki bulunduğu 108 parsel sayılı taşınmaz yararına 156 ve 157 parsel sayılı taşınmazlardan mecra hakkı kurulması isteğinde bulunmuştur. Davalı, davacının sulama kanallarından yararlandığını belirterek davanın reddini savunmuştur. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı Ahmet K. tarafından temyiz edilmiştir.
Dava, açıldığı tarihte yürürlükte bulunun 743 Sayılı Türk Medeni Kanununun 668. maddesi (4721 Sayılı Yasanın 744.maddesi) uyarınca mecra hakkı kurulması isteğine ilişkindir.
4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu´nun 744.maddesi, “Her taşınmaz maliki, uğrayacağı zararın tamamının önceden ödenmesi koşuluyla, su yolu, kurutma kanalı, gaz ve benzerlerine ait boruların, elektrik hat ve kablolarının, başka yerden geçirilmesi olanaksız veya aşırı ölçüde masraflı olduğu takdirde, kendi arazisinin altından veya üstünden geçirilmesine katlanmakla yükümlüdür….” Hükmünü içermektedir.
Buna göre mecra hakkı kurulmasına ilişkin davalarda; -Leh ve aleyhine mecra hakkı kurulacak taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması, -Kurulan mecranın paftaya göre alınması gereken yerden itibaren yararına kurulan taşınmaza kadar kesintisiz olarak ulaştırılması,
-Taşınmazların paftasındaki ve zemindeki durumlarına göre mecranın başka bir yerden geçirilmesinin olanaksız veya çok masraflı olması, -Yükümlü taşınmazın zararının peşin olarak ödenmesi gerekir.
Somut olayda, dava konusu olan 108 parsel sayılı taşınmaz tapu kaydında davacı Mustafa G. ile Mesude Ç. adına, yükümlü taşınmazlardan 157 parsel davalı Ahmet K. adına, 156 parsel ise davalı Ahmet ile birlikte Memet Y. adına paylı olarak kayıtlıdır.
Yararına mecra hakkı kurulan 108 parsel sayılı taşınmaz maliklerinden Mesude Ç.´ün usulüne uygun olarak açılmış bir davası bulunmadığı halde vekili aracılığı ile davaya olur vermiş olması ve 156 parsel maliki Memet Y. harçsız dilekçe ile davaya dahil edilmek suretiyle usulüne uygun olarak taraf teşkili sağlanmadan davanın esasına girilerek hüküm kurulmuş olması doğru görülmemiş ve hükmün bozulması gerekmiştir.
Kabule göre de; Kurulan mecra hakkı nedeniyle belirlenen bedelin hükümden önce mahkeme veznesine veya herhangi bir tevdi makamına depo ettirilmemesi doğru görülmemiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/5101 K: 2014/6663 T: 21.05.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2010/6633 K: 2010/7323 T: 28.06.2010
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/2379 K: 2006/3892 T: 03.04.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2003/7714 K: 2003/7823 T: 06.11.2003
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2002/3608 K: 2002/4057 T: 23.05.2002
Mecra hakkı kurulması davalarında su yolunun paftada işaretli ark, dere ve bunun gibi yerlerden kesintisiz bir şekilde davacı taşınmazına ulaştırılması, su yolunun başka yerden geçirilmesinin imkansız ve çok fazla masrafa neden olması gerekir.
Medeni Kanunun 668.maddesine göre; “gayrimenkul sahipleri yapılacak zarar tamamıyla ve peşin tazmin olunmak suretiyle mülkünün altından veya üstünden su yolu ve gaz ve elektrik boruları geçirilmesine, bunların başka yerden geçirilmeleri imkansız olur veya çok fazla masrafı mucip bulunur ise müsaade etmeğe mecburdur.” Mecra hakkı kurulması davalarında su yolunun paftada işaretli ark, dere ve bunun gibi yerlerden kesintisiz bir şekilde davacı taşınmazına ulaştırılması, su yolunun başka yerden geçirilmesinin imkansız ve çok fazla masrafa neden olması gerekir.
Dosya içerisindeki bilirkişi raporu ve eki krokisinde açıkça görüldüğü üzere davacı adına kayıtlı 952 ve 954 parsel sayılı taşınmazların doğu ve batı taraflarında kanal ve sulama arkı mevcuttur. 30.4.2001 tarihli Zirai Bilirkişi raporunda; davacı taşınmazlarının doğusundan geçen derede ancak kış aylarında su bulunduğundan motopompla sulama imkanı olmadığı belirtilmekte ise de taşınmazların batısından geçen Canhasan arkı önüne bent kurularak taşınmazların batıdan doğuya kısmen sulanabildiği belirtilmektedir.
Bunun yanında batıdaki arktan davalıya külfet yüklemeden motopompla sulama imkanı da mevcut olduğundan davacı taşınmazları lehine zorunlu mecra hakkı tesisi koşulları gerçekleşmediği gözetilmeden yazılı şekilde hüküm tesisi doğru görülmemiştir.
Kabule göre de; 1008 sayılı parselden, 952 parsel sayılı davacı taşınmazına kadar su yolunun geçeceği tüm parseller üzerinde mecra hakkı kurulması ve mecranın kesintiye uğratılmamasının düşünülmemesi yerinde değildir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/14544 K: 2014/1543 T: 06.02.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2008/4533 K: 2008/5103 T: 14.04.2008
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/4700 K: 2006/5819 T: 23.05.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2002/1864 K: 2002/2638 T: 08.04.2002
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2003/3780 K: 2003/5217 T: 23.06.2003
Tesis edilecek mecra irtifakı nedeniyle yükümlü taşınmaz malikine ödenecek bedelin, taşınmazların niteliği gözetilerek atanacak uzman bilirkişiler aracılığı ile objektif kriterler esas alınarak tespit edilmesi gerekir. Bu bedel, yükümlü taşınmazda mecranın geçirildiği kısmın zemin değeri, eğer üzerinde muhdesat var ise bunların değeri ile mecranın geçirilmesi nedeniyle yükümlü taşınmazda bir değer eksilmesi var ise bu miktarın toplamından oluşur.
Dava açıldığı tarihte yürürlükte bulunan önceki Medeni Kanunun 668. maddesi uyarınca mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkindir.
Anılan madde “Gayrimenkul sahipleri yapılacak zarar tamamıyle ve peşin tazmin olunmak şartıyla mülkünün altından veya üstünden su yolu ve gaz ve elektrik boruları geçirilmesine, bunların başka yerden geçirilmeleri imkansız olur veya fazla masrafı mucip bulunur ise müsaade etmeğe mecburdur” hükmünü içermektedir.
Zorunlu mecra hakkının kurulması koşullarını içeren 668. madde kapsamı çerçevesinde dosyadaki delillerin değerlendirilmesi sonucu, davalıların aşağıda gösterilen nedenler dışındaki temyiz itirazları yerinde görülmemiştir.
1- Tesis edilecek mecra irtifakı nedeniyle yükümlü taşınmaz malikine ödenecek bedelin, taşınmazların niteliği gözetilerek atanacak uzman bilirkişiler aracılığı ile objektif kriterler esas alınarak tespit edilmesi gerekir. Bu bedel, yükümlü taşınmazda mecranın geçirildiği kısmın zemin değeri, eğer üzerinde muhdesat var ise bunların değeri ile mecranın geçirilmesi nedeniyle yükümlü taşınmazda bir değer eksilmesi var ise bu miktarın toplamından oluşur. Mahkemece hükme esas alınan bilirkişi raporunda yöredeki arazinin metrekare fiatının 800.000. TL. olduğu belirtilerek bu miktar üzerinden bedel hesaplanmış, tespit edilen değerin dayanakları gösterilmemiştir. Aleyhine mecra hakkı tesis edilen taşınmazlar tarla olarak kullanıldığına göre, bu konuda uzman bilirkişilerden usulüne uygun ve denetime elverişli rapor alınması gerekirken buna uyulmaması,
2- Medeni Kanunun 668. maddesinde açıkça mecra hakkının kurulması nedeniyle yükümlü taşınmaz malikinin uğrayacağı zararın peşin olarak yatırılması gerektiği belirtilmesine rağmen, yükümlü taşınmazların maliklerinin uğrayacağı zararın hükümden önce mahkeme veznesine ya da tespit edilecek bir tevdi makamına yatırılmaması,
3- Zorunlu mecra hakkı taşınmaza bağlı bir irtifak hakkıdır. Bu nedenle de taşınmaza bağlı irtifak hakları bir taşınmaz lehine, diğer bir taşınmaz aleyhine kurulur ve hükümde de bu hakkın hangi taşınmaz lehine hangi taşınmaz aleyhine kurulduğunun açıkça gösterilmesi gerekir. HUMK.nun 388 ve 389. maddelerinde belirtilen “hüküm kısmında taleplerden her biri hakkında verilen hüküm ile taraflara yüklenen borç ve hakların birer birer açık, şüphe ve tereddüt uyandırmayacak ve infaz edilebilir şekilde gösterilmesi gerekir” şeklindeki hükme ve kurulan zorunlu mecra hakkının niteliğine aykırı şekilde, hükümde hangi taşınmazlar lehine mecra hakkının tesis edildiğinin açıklanmaması,
4- Davanın niteliği gereği yargılama giderlerinin davacılar üzerinde bırakılması gerekirken, yargılama giderleri ve vekalet ücretinin davalılardan alınmasına karar verilmiş olması,
5- Avukatlık Kanununun 27. maddesinde değişiklik yapan 4667 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 10.5.2001 tarihinden sonra verilen vekaletnamelere baro pulunun yapıştırılması gerektiği (HGK.nun 2.4.2003 T. 2003/19-265 esas 2003/267 K) halde taraf vekillerinin vekaletnamelerinde baro pulunun bulunmadığı ve mahkemece de bu hususa dikkat edilmediği görülmekle, anılan HGK. kararı ve 27. madde de baro pulu yapıştırılmayan vekaletnamelerin işleme dayanak yapılamayacağı belirtildiğinden bu eksikliğin giderilmemiş olması,
Doğru görülmemiştir. Yukarıda beş madde olarak belirlenen hususlar da gerekli inceleme ve araştırma yapılarak varılacak sonuç dairesinde bir karar vermek gerekirken eksik incelemeyle yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmediğinden hükmün bu yönlerden bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/5101 K: 2014/6663 T: 21.05.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2008/4480 K: 2008/5239 T: 17.04.2008
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/4763 K: 2006/6093 T: 29.05.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2005/1040 K: 2005/4350 T: 05.05.2005
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2003/3829 K: 2003/5693 T: 04.07.2003
İrtifak hakkının kurulabilmesi için öncelikle, çevre taşınmazların tamamının üzerinde irtifak hakkı kurmaya elverişli olup olmadığı incelenip, hukukun genel bir ilkesi olan fedakarlığın denkleştirilmesi ilkesi uyarınca taraf yararları da gözetilerek, en az masrafı gerektiren ve bundan da en az zarar görecek kişi taşınmazı üzerinden bu hak kurulmalıdır.
Dava, Medeni Kanunun 744 inci maddesi uyarınca mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkindir. Anılan madde uyarınca “Her taşınmaz maliki zararın tamamının önceden ödenmesi koşuluyla su yolu, kurutma kanalı gaz ve benzerlerine ait boruların, elektrik hat ve kablolarının, başka yerden geçirilmeleri olanaksız veya aşırı ölçüde masraflı olduğu takdirde, kendi arazisinin altından veya üstünden geçirilmesine katlanmakla yükümlüdür…”
Mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkin davalarda, istemin özelliği gereği en uygun yerin aranması ilkesinin geçerli olması ve bu davaların bir irtifak hakkı olmakla birlikte özünü komşuluk hukuku ilkelerinden alması nedeniyle aşağıdaki hususlar üzerinde durmak gerekmektedir. Şöyle ki;
1- Öncelikle davacının su yolu ihtiyacının bulunup bulunmadığı saptanmalıdır.2- İrtifak hakları, taşınmazların leh ve aleyhine kurulduğundan, leh ve aleyhine irtifak kurulacak taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer almaları sağlanmalıdır.
3- İrtifak hakkının kurulabilmesi için öncelikle, çevre taşınmazların tamamının üzerinde irtifak hakkı kurmaya elverişli olup olmadığı incelenip, hukukun genel bir ilkesi olan fedakarlığın denkleştirilmesi ilkesi uyarınca taraf yararları da gözetilerek, en az masrafı gerektiren ve bundan da en az zarar görecek kişi taşınmazı üzerinden bu hak kurulmalıdır.
4- Mecra irtifakının bağlanacağı su yolu ya da kaynağı ile yararına mecra hakkı kurulan taşınmaz arasında kesintisiz bağlantı sağlanmalıdır.
5- Su yolunun niteliği suyun nasıl ve hangi araçlarla geçirileceği, ayrıca belirlenerek kararda gösterilmelidir.
6- İrtifak hakkının bedeli taşınmazların niteliğine göre atanacak bilirkişiler aracılığı ile objektif kriterler esas alınarak saptanmalı ve bedel hükümden önce mahkeme veznesine depo ettirilmelidir.
7- Davanın niteliği gereği, yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır.
8- Anılan maddenin son fıkrası uyarınca, istem halinde gideri davacı tarafından karşılandığında mecra hakkının tapu siciline kaydına da karar verilmelidir.
Bu ilkeler ışığında somut olaya bakıldığında; davacılarının taşınmazlarının su ihtiyacı olduğu sabittir. Bu ihtiyacı karşılamak için davacılar daha önce Sulh Hukuk Mahkemesinde 2000/490 E. 2002/251 K. sayılı davada, taşınmazlarını önceden beri davalı parselinden geçen arktan suladıklarını, davalının buna engel olduğunu belirterek, elatmanın önlenmesini istemişler, yapılan yargılama sonunda mahkemece davacıların elatmanın önlenmesi değil yararlanma hakkı isteminde bulunmaları gerektiğinden bahisle davaları ret edilmiştir.
Davacılar bu kez eldeki davayı açarak 6 parselden su yolu irtifak hakkı isteyerek 20.12.2002 tarihli fen bilirkişi Hasan Şenol tarafından düzenlenen krokide B harfi ile kırmızı renk ile gösterilen yerden önceden olduğu gibi taşınmazlarına su getirmek istemektedirler.
Mahkeme davacıların mecra istedikleri yerin kadastro paftasında ark olarak mevcut olduğunu, bu nedenle irtifak hakkı isteyemeyeceklerini, ancak müdahale varsa bunun önlenmesini isteyebileceğini belirterek davayı ret etmiştir. Önceki elatmanın önlenmesi davasında, dava konusu yerde paftada ark olmadığı belirlenmiştir. Dosya içinde bulunan Kadastro Müdürlüğünden getirtilen paftada ark görünmemektedir. Oysa son fen memurunun 20.2.2003 tarihli ek raporunda paftada bulunan arkın, 6 parsel içinde değil parseller arasında sınır olarak bırakılan 1,5 metrelik boşlukta kaldığını belirtmiştir. Mahkeme bu rapora dayanarak davayı ret etmiştir. Oysa önceki davadaki rapor, dosya içinde bulunan kadastro paftası ve karara esas alınan ve aynı bilirkişinin verdiği raporlar arasında çelişki vardır. Bu çelişkilerin giderilmesi için tekrar araştırma yapılmalı, paftada ark olup olmadığı şüpheye yer vermeyecek şekilde tesbit edilmeli ve eğer paftada ark var ise ve kullanıma elverişli ise mecra hakkı istemesine gerek kalmadığından dava ret edilmeli, yok eğer paftada ark yok ise irtifak hakkı tesisine karar verilmelidir.
Yukarıda belirtilen irtifak hakkı tesisine ilişkin genel ilkelerde dikkate alınarak yapılacak inceleme ile bir sonuca ulaşmak gerekir iken eksik inceleme ve araştırma ile hüküm kurulması doğru görülmediğinden bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/8017 K: 2012/8602 T: 18.06.2012
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2007/12724 K: 2008/565 T: 29.01.2008
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/3028 K: 2006/4183 T: 10.04.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2003/5404 K: 2003/8246 T: 20.11.2003
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2003/7714 K: 2003/7823 T: 06.11.2003
İrtifak hakkının bedeli, taşınmazların niteliğine göre atanacak bilirkişiler aracılığı ile objektif kriterler esas alınarak saptanmalı ve bedel hükümden önce mahkeme veznesine depo ettirilmelidir. Davanın niteliği gereği, yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır.
Dava, açıldığı tarihte yürürlükte bulunan önceki Medeni Kanunun 668 inci maddesi uyarınca mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkindir.
Anılan madde uyarınca “Gayrımenkul sahipleri yapılacak zarar tamamiyle ve peşin tazmin olunmak şartıyla mülkünün altından veya üstünden su yolu ve gaz ve elektrik boruları geçirilmesine, bunların başka yerden geçirilmeleri imkansız olur veya çok fazla masrafı mucip bulunur ise, müsaade etmeğe mecburdur”
Mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkin davalarda, istemin özelliği gereği en uygun yerin aranması ilkesinin geçerli olması ve bu davaların bir irtifak hakkı olmakla birlikte özünü komşuluk hukuku ilkelerinden alması nedeniyle aşağıdaki hususlar üzerinde durmak gerekmektedir. Şöyle ki;
1- Öncelikle davacının su yolu ihtiyacının bulunup bulunmadığı saptanmalıdır.
2- İrtifak hakları taşınmazların leh ve aleyhine kurulduğundan, leh ve aleyhine irtifak kurulacak taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer almaları sağlanmalıdır.
3- İrtifak hakkının kurulabilmesi için öncelikle, çevre taşınmazların tamamının üzerinde irtifak hakkı kurmaya elverişli olup olmadığı incelenip, hukukun genel bir ilkesi olan fedakarlığın denkleştirilmesi prensibi uyarınca taraf yararları da gözetilerek, en az gideri gerektiren ve bundan da en az zarar görecek kişi taşınmazı üzerinden bu hak kurulmalıdır.
4- Mecra irtifakının bağlanacağı su yolu ya da kaynağı ile yararına mecra hakkı kurulan taşınmaz arasında kesintisiz bağlantı sağlanmalıdır.
5- Su yolunun niteliği suyun nasıl ve hangi araçlarla geçirileceği, ayrıca belirlenerek kararda gösterilmelidir.
6- İrtifak hakkının bedeli, taşınmazların niteliğine göre atanacak bilirkişiler aracılığı ile objektif kriterler esas alınarak saptanmalı ve bedel hükümden önce mahkeme veznesine depo ettirilmelidir.
7- Davanın niteliği gereği, yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır.
8- Anılan maddenin son fıkrası uyarınca, istem halinde gideri davacı tarafından karşılandığında mecra hakkının tapu siciline kaydına da karar verilmelidir.
Bu ilkeler ışığında somut olaya bakıldığında Mahkemenin eksik inceleme ve araştırma sonucu verdiği ret kararı, usul ve yasaya uygun görülmemiştir. Şöyle ki; Bu tür irtifak tesisi davalarında, yukarıda da belirtildiği gibi öncelikle taraf teşkili sağlanmalıdır. Aleyhine irtifak hakkı tesis edilecek tüm hakim ve hadim taşınmaz maliklerinin davada yer almaları gerekir. Eğer yargılama sırasında dava açılanlar dışında başka bir taşınmazdan da mecra tesis edilmesinin gerektiği belirlendiği takdirde, bu yeni taşınmaz malikleri hakkında ya usulünce dava açılıp eldeki dava ile birleştirilmeli ya da usul ekonomisi açısından harcı da verilmek suretiyle aynı davaya dahil edilmeleri sağlanmalıdır.
Yukarıda yapılan açıklamalar ışığı altında mahkemece yapılacak iş, mahallinde uzman bilirkişiler eşliğinde yapılacak keşifde davacının mecra ihtiyacı belirlendiği takdirde tüm mecra tesis edilebilecek güzergahlar saptanmalı, bunların birbiriyle kıyaslaması yapılarak, tercih edilme ve edilmeme nedenleri belirlenmeli, taraf teşkili de sağlandıktan sonra ve en uygun güzergahtan mecra hakkı tesisi edilmelidir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/13995 K: 2007/419 T: 23.01.2007
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/10869 K: 2006/13321 T: 17.11.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/1420 K: 2006/3040 T: 16.03.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2002/3608 K: 2002/4057 T: 23.05.2002
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2003/5404 K: 2003/8246 T: 20.11.2003
Mecra irtifakının bağlanacağı su yolu ya da kaynağı ile yararına mecra hakkı kurulan taşınmaz arasında kesintisiz bağlantı sağlanmalıdır. Su yolunun niteliği suyun nasıl ve hangi araçlarla geçirileceği, ayrıca belirlenerek kararda gösterilmelidir. İrtifak hakkının bedeli, taşınmazların niteliğine göre atanacak bilirkişiler aracılığı ile objektif kriterler esas alınarak saptanmalı ve bedel hükümden önce mahkeme veznesine depo ettirilmelidir. Davanın niteliği gereği, yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır.
Dava, açıldığı tarihte yürürlükte bulunan önceki Medeni Kanunun 668 inci maddesi uyarınca mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkindir.
Anılan madde uyarınca “Gayrımenkul sahipleri yapılacak zarar tamamiyle ve peşin tazmin olunmak şartıyla mülkünün altından veya üstünden su yolu ve gaz ve elektrik boruları geçirilmesine, bunların başka yerden geçirilmeleri imkansız olur veya çok fazla masrafı mucip bulunur ise, müsaade etmeğe mecburdur”
Mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkin davalarda, istemin özelliği gereği en uygun yerin aranması ilkesinin geçerli olması ve bu davaların bir irtifak hakkı olmakla birlikte özünü komşuluk hukuku ilkelerinden alması nedeniyle aşağıdaki hususlar üzerinde durmak gerekmektedir. Şöyle ki;
1- Öncelikle davacının su yolu ihtiyacının bulunup bulunmadığı saptanmalıdır.
2- İrtifak hakları taşınmazların leh ve aleyhine kurulduğundan, leh ve aleyhine irtifak kurulacak taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer almaları sağlanmalıdır.
3- İrtifak hakkının kurulabilmesi için öncelikle, çevre taşınmazların tamamının üzerinde irtifak hakkı kurmaya elverişli olup olmadığı incelenip, hukukun genel bir ilkesi olan fedakarlığın denkleştirilmesi prensibi uyarınca taraf yararları da gözetilerek, en az gideri gerektiren ve bundan da en az zarar görecek kişi taşınmazı üzerinden bu hak kurulmalıdır.
4- Mecra irtifakının bağlanacağı su yolu ya da kaynağı ile yararına mecra hakkı kurulan taşınmaz arasında kesintisiz bağlantı sağlanmalıdır.
5- Su yolunun niteliği suyun nasıl ve hangi araçlarla geçirileceği, ayrıca belirlenerek kararda gösterilmelidir.
6- İrtifak hakkının bedeli, taşınmazların niteliğine göre atanacak bilirkişiler aracılığı ile objektif kriterler esas alınarak saptanmalı ve bedel hükümden önce mahkeme veznesine depo ettirilmelidir.
7- Davanın niteliği gereği, yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır.
8- Anılan maddenin son fıkrası uyarınca, istem halinde gideri davacı tarafından karşılandığında mecra hakkının tapu siciline kaydına da karar verilmelidir.
Bu ilkeler ışığında somut olaya bakıldığında; Davacılar, 8 parsel sayılı taşınmazlarındaki kanalizasyonun davalının 4 numaralı parselinden geçirilerek güneydeki Garaj caddesindeki kanala bağlanması şeklinde mecra hakkı kurulmasını istemişlerdir.
Mahkemece davanın kabulüne; davalı parselinin 18.20 metrekare kesiminden geçirilecek hattın bedeli 546 milyon lira ile, kanalizasyon geçirilen alanda inşaat yapılamayacağı gerekçesiyle taşınmazın 3.500.000.000 Lira değer kaybedeceği belirtilerek 4.046.000.000 Liranın ilamın infazı sırasında davalıya ödenmek üzere depo ettirilmesine karar verilmiş, davacılar hükmü temyize getirmiştir.
Yukarıda belirtilen ilkelere göre, irtifak hakkı koşulları gerçekleşmediği halde bu yöne ilişkin kabul kararı verilmesi temyiz edenin sıfatına göre bozma nedeni sayılmamıştır.
Davacıların bedele ilişkin temyizine gelince; Mahkemece yapılan keşif sonunda inşaat teknikeri olan bilirkişi Suat Ceylan´ın 18.3.2002 havale tarihli raporundaki gerekçeye itibar edilerek bedel yönünden hüküm kurulmuş ise de, bilirkişi raporundaki “…davalıya ait 117 ada 4 numaralı parselden kanalizasyon hattının geçeceği…..350-400 metrekarelik kısmından kanalizasyon hattı geçmesi sebebiyle üzerine bina yapılamaz duruma gelmektedir…. bu durumda taşınmazın değeri 3.500.000.000 Lira azalacaktır.” Şeklindeki gerekçe yeterli değildir. Bu itibarla; mahkemece taşınmaz başında yeniden keşif yapılarak bir yerel bilirkişi bir de inşaat mühendisi bilirkişi vasıtasıyla inceleme yaptırılarak yeniden rapor alınmak suretiyle mecra hakkı tesisine karar verilen 18.20 metrekare yerin irtifak bedelinin tespiti ile sonucuna göre karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde hüküm tesisi doğru görülmemiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/14544 K: 2014/1543 T: 06.02.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2008/4533 K: 2008/5103 T: 14.04.2008
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/4700 K: 2006/5819 T: 23.05.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2002/1864 K: 2002/2638 T: 08.04.2002
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2004/9193 K: 2004/8823 T: 16.12.2004
Her taşınmaz maliki, uğrayacağı zararın tamamının önceden ödenmesi koşuluyla su yolu, kurutma kanalı, gaz ve benzerlerine ait boruların elektrik hat ve kablolarının, başka yerden geçirilmesi olanaksız veya aşırı ölçüde masraflı olduğu takdirde kendi arazisinin altından veya üstünden geçirilmesine katlanmakla yükümlüdür.
1- Yapılan yargılamaya, toplanan deliller ve dosya içeriğine göre davalıların diğer temyiz itirazları yerinde görülmemiş reddi gerekmiştir.
2- Davalıların mecra hakkı bedeline yönelik temyiz itirazlarına gelince; Dava, Türk Medeni Kanunun 744. maddesine dayanılarak açılmış mecra hakkı tesisi istemine ilişkindir. Anılan hüküm uyarınca “Her taşınmaz maliki, uğrayacağı zararın tamamının önceden ödenmesi koşuluyla su yolu, kurutma kanalı, gaz ve benzerlerine ait boruların elektrik hat ve kablolarının, başka yerden geçirilmesi olanaksız veya aşırı ölçüde masraflı olduğu takdirde kendi arazisinin altından veya üstünden geçirilmesine katlanmakla yükümlüdür. ” Davacıların mecra geçirmeye ihtiyaçları tüm dosya kapsamı ile sabittir. Bu yüzden davalı taşınmaz malikleri komşularının mecra geçirmesine izin vermek zorundadır. Ancak, uğranılacak zararların kendilerine peşin olarak ödenmesi gerekir. Buradaki zarar; mecra irtifakı yüzünden mükellef taşınmazın, örneğin; ilerideki satışı sırasında uğrayacağı değer kaybı olabileceği gibi, yine mükellef taşınmaz malikinin mecra olarak bırakılan zeminden mülkiyet hakkına getirilen sınırlama nedeniyle, taşınmazın niteliğine göre örneğin, arsa olarak kullanılamaması tarım yapılamaması, ağaç dikilememesi…. gibi sebeplerden uğranılan zararları da kapsar. O halde, bilirkişiden ek rapor alınarak mükellef taşınmaz maliklerinin değer kaybı dışındaki yukarıda sayılan zararları objektif kriterlere esas alınarak hesaplattırılmalı bulunacak irtifak bedeli hükümden önce mahkeme veznesine depo ettirilerek sonucuna uygun bir karar kurulmalıdır. Bilirkişinin yetersiz raporuna bağlı kalınıp, bedel de depo ettirilmeden dava kabul edildiğinden karar bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/13995 K: 2007/419 T: 23.01.2007
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/10869 K: 2006/13321 T: 17.11.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/1420 K: 2006/3040 T: 16.03.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2002/3608 K: 2002/4057 T: 23.05.2002
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2005/1040 K: 2005/4350 T: 05.05.2005
Ne var ki, mecra ihtiyacının somut olarak kanıtlanması gerekir. Somut olayda olduğu gibi, mecra ihtiyacı elektrik hat ve kablolarının geçirilmesi şeklinde ortaya çıkmışsa, bu ihtiyacın giderilmesi sırasında kamuya genel bir tehlike verilmemelidir.
Dava, Türk Medeni Kanunun 744 (önceki Medeni Kanun’un 668.) inci maddesi uyarınca mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkindir. Anılan madde uyarınca ‘ Her taşınmaz maliki zararın tamamının önceden ödenmesi koşuluyla su yolu, kurutma kanalı gaz ve benzerlerine ait boruların, elektrik hat ve kablolarının, başka yerden geçirilmeleri olanaksız veya aşırı ölçüde masraflı olduğu takdirde, kendi arazisinin altından veya üstünden geçirilmesine katlanmakla yükümlüdür…’
Ne var ki, mecra ihtiyacının somut olarak kanıtlanması gerekir. Somut olayda olduğu gibi, mecra ihtiyacı elektrik hat ve kablolarının geçirilmesi şeklinde ortaya çıkmışsa, bu ihtiyacın giderilmesi sırasında kamuya genel bir tehlike verilmemelidir. Davacı mecra ihtiyacının gerekçesi olarak, maliki bulunduğu 212 parselde derin kuyusu olduğunu, bu kuyudan su temini için motor çalıştırılmasında elektriğe ihtiyaç duyduğunu bildirmiştir. Bu ihtiyacın sağlanacak bir jenaratörle veya tarım yapılan bölgelerde traktör kullanarak giderilmesi de olanaklıdır. Mahkemece, bu olgu gözetilerek davanın reddi yerine genel yoldan da atlatılarak ve mecra tesisi ile ortaya çıkan genel tehlikelerin nasıl giderileceği de gösterilmeden istemin hüküm altına alınması bozmayı gerektirir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2005/94 K: 2005/127 T: 12.01.2005
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2008/4394 K: 2008/8877 T: 04.07.2008
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/8430 K: 2006/9033 T: 21.09.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2005/5560 K: 2005/8663 T: 05.10.2005
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2005/5560 K: 2005/8663 T: 05.10.2005
Mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkin davalarda, istemin özelliği gereği en uygun yerin aranması ilkesinin geçerli olması ve bu davaların bir irtifak hakkı olmakla birlikte özünü komşuluk hukuku ilkelerinden alması nedeniyle; Öncelikle davacının mecra ihtiyacının bulunup bulunmadığı saptanmalıdır.
Dava, Türk Medeni Kanunun 744 (önceki Medeni Kanun´un 668 inci) maddesi uyarınca mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkindir. Anılan madde uyarınca Her taşınmaz maliki zararın tamamının önceden ödenmesi koşuluyla su yolu, kurutma kanalı gaz ve benzerlerine ait boruların, elektrik hat ve kablolarının, başka yerden geçirilmeleri olanaksız veya aşırı ölçüde masraflı olduğu takdirde, kendi arazisinin altından veya üstünden geçirilmesine katlanmakla yükümlüdür…´
Mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkin davalarda, istemin özelliği gereği en uygun yerin aranması ilkesinin geçerli olması ve bu davaların bir irtifak hakkı olmakla birlikte özünü komşuluk hukuku ilkelerinden alması nedeniyle; Öncelikle davacının mecra ihtiyacının bulunup bulunmadığı saptanmalıdır. İhtiyacın saptanması halinde de, çevre taşınmazların tamamının üzerinde irtifak hakkı kurmaya elverişli olup olmadığı incelenip, hukukun genel bir ilkesi olan fedakarlığın denkleştirilmesi ilkesi uyarınca taraf yararları da gözetilerek, en az masrafı gerektiren ve bundan da en az zarar görecek kişi taşınmazı üzerinden mecra irtifakının bağlanacağı su, elektrik, gaz ve benzerine ait yol ya da kaynak ile yararına mecra hakkı kurulan taşınmaz arasında kesintisiz bağlantı sağlayacak şekilde kurulmalıdır. Ayrıca mecranın niteliği nasıl ve hangi araçlarla geçirileceği, ayrıca belirlenerek kararda gösterilmelidir.
Bu ilkeler ışığında somut olaya bakıldığında ; Davacı, 297, 291, 296, 295, 306 ve 394 parsel sayılı taşınmazları yararına 292 parsel sayılı taşınmaz üzerinden mecra hakkı kurulmasını istemiştir.
Mahkemece, 292 parsel sayılı taşınmazın davalı idare tarafından kamulaştırıldığı ve kamulaştırılan taşınmazdan mecra irtifakı kurulamayacağı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiş; hükmü, davacı vekili temyiz etmiştir.
Devlet Su işleri Genel Müdürlüğünün ana görevi sulama kanalları yapmak ve bu kanalların hizmette devamlılığını sağlamak ve denetim için yol şebekesini de kurmak olduğuna göre aynı amaca yönelik davacı istemi için idareye ait 292 parsel sayılı taşınmazın sulama kanalı bulunmayan kesimi üzerinden mecra hakkı tesisinde hukuka aykırı yön bulunmamaktadır. Aksi düşünce ile davanın reddi doğru değildir. Ne var ki; yukarıda açıklanan ilkeler doğrultusunda mecra hakkı ihtiyacı olan taşınmaz ile sulama suyunun alınacağı nokta arasında mecra irtifakı kesintisiz bir biçimde kurulacağından davacının sulama ihtiyacı olan birbirilerine bitişik kendi parselleri arasında da kesintisiz bağlantının gerçekleştirilmesi için davacıya taşınmazları arasında “akdi mecra hakkı” kurdurma olanağı tanınmalı ve kurulup kurulmadığı tapu sicilinden sorularak kayıt örnekleri ile mecra hakkı tesisini gösterir kroki örneklerinin getirtilip denetlenmesi yapılarak uygunluğu saptandıktan sonra idareye ait 292 parsel sayılı taşınmaz üzerinden uygun bir mecra hakkının tesisine karar verilmelidir. Açıklanan hususlar yerine getirilmeden hukuka uygun düşmeyen gerekçe ile davanın reddi doğru görülmemiş hükmün bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/13995 K: 2007/419 T: 23.01.2007
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/10869 K: 2006/13321 T: 17.11.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/1420 K: 2006/3040 T: 16.03.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2002/3608 K: 2002/4057 T: 23.05.2002
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2005/10046 K: 2005/10925 T: 06.12.2005
İrtifak hakkının bedeli taşınmazların niteliğine göre atanacak bilirkişiler aracılığı ile objektif kriterler esas alınarak saptanmalı ve bedel hükümden önce mahkeme veznesine depo ettirilmelidir. Davanın niteliği gereği, yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır.
Davacı, 2648 ve 2044 parsel sayılı taşınmazları için davalılara ait taşınmazlar üzerinden mecra hakkı kurulmasını istemiştir. Dairemizce, 4516 ve 4518 parsellerden tesis edilen mecra irtifakının, 4618 parseli ikiye bölmesi ve 3 metre genişliğinde su yolu verilmesi yerinde olmadığından karar bozulmuştur. Bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonucu, 2648 parsel sayılı taşınmaz yararına 4518 ve 4516 parsel sayılı taşınmazlar üzerinden 1,5 metre eninde mecra hakkı kurulmasına karar verilmiştir. Bu kez davalılar davacının 4516 parsel sayılı taşınmazdan 33 dönüm yer aldığını da ileri sürerek hükmü temyiz etmişlerdir.
Dava, Türk Medeni Kanunun 744 (önceki Medeni Kanun’un 668.) inci maddesi uyarınca mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkindir. Anılan madde uyarınca ‘Her taşınmaz maliki zararın tamamının önceden ödenmesi koşuluyla su yolu, kurutma kanalı gaz ve benzerlerine ait boruların, elektrik hat ve kablolarının, başka yerden geçirilmeleri olanaksız veya aşırı ölçüde masraflı olduğu takdirde, kendi arazisinin altından veya üstünden geçirilmesine katlanmakla yükümlüdür…’
Mecra irtifakı kurulması istemine ilişkin davalarda, irtifak hakkı taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından, leh ve aleyhine irtifak hakkı kurulması istenen taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına mecra irtifakı kurulacak taşınmaz müşterek 2005/10046-10925 mülkiyete konu ise, dava paydaşlardan biri veya birkaçı tarafından açılabilir.
Mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkin davalarda, istemin özelliği gereği en uygun yerin aranması ilkesinin geçerli olması ve bu davaların bir irtifak hakkı olmakla birlikte özünü komşuluk hukuku ilkelerinden alması nedeniyle;
Öncelikle davacının mecra ihtiyacının bulunup bulunmadığı saptanmalıdır. İhtiyacın saptanması halinde de, çevre taşınmazların tamamının üzerinde irtifak hakkı kurmaya elverişli olup olmadığı incelenip, hukukun genel bir ilkesi olan fedakarlığın denkleştirilmesi ilkesi uyarınca taraf yararları da gözetilerek, en az masrafı gerektiren ve bundan da en az zarar görecek kişi taşınmazı üzerinden mecra irtifakının bağlanacağı su, elektirik, gaz ve benzerine ait yol ya da kaynak ile yararına mecra hakkı kurulan taşınmaz arasında kesintisiz bağlantı sağlayacak şekilde kurulmalıdır. Ayrıca mecranın niteliği nasıl ve hangi araçlarla geçirileceği, ayrıca belirlenerek kararda gösterilmelidir.
İrtifak hakkının bedeli taşınmazların niteliğine göre atanacak bilirkişiler aracılığı ile objektif kriterler esas alınarak saptanmalı ve bedel hükümden önce mahkeme veznesine depo ettirilmelidir. Dava tarihi ile hüküm tarihi arasında taşınmazın değerinde önemli derecede değişim yaratabilecek uzunca bir süre geçmiş ve bu sürede de irtifak için öngörülen bedel davanın daha başında belirlenmiş ise, bu bedelin ödenmesinin mülkiyet hakkı kısıtlanan taşınmaz malikinin mağduriyetine neden olacağı durumlarda, hakkın kötüye kullanılması sonucunu doğuracak davranışları önlemek için hüküm tarihine yakın yeni bir değer tesbiti yapılmalıdır. Davanın niteliği gereği, yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır.
Anılan maddenin son fıkrası uyarınca, istem halinde gideri davacı tarafından karşılandığında mecra hakkının tapu siciline kaydına da karar verilmelidir.
Bu ilkeler ışığında somut olaya bakıldığında; Davacı taşınmazının suya ihtiyacı olduğu sabittir. Yukarıda açıklanan ilkeler de gözetilerek bu ihtiyacın öncelikle, hükümden sonra malik olduğu 4516 parselden karşılanması olanağı üzerinde durulmalıdır. Bu taşınmaz üzerinden verilecek mecra davacı aleyhine çok ağır bir külfet yüklüyor ise o zaman diğer alternatifler incelenmeli ve fedakarlığın denkleştirilmesi ilkesi gereği uygun güzergah saptanmalıdır.
Yine yukarıda belirtildiği gibi, mecra irtifakının özelliği gereği, üzerinden geçtiği taşınmazın zarar görmemesi için suyun hangi araç ve yöntemlerle (kanal, yer altından boru ile gibi) taşınmazı gerektiği de incelenmeli ve kararda buna da işaret edilmelidir. Suyun taşınmazı yöntemine göre de genişlik saptanmalıdır.
Açıklanan yönler üzerinde durularak ve 4516 parselde davacının malik olduğu da gözetilerek yeniden araştırma ve inceleme yapılması alınacak denetime uygun yeterli bilirkişi raporlarına göre mecra irtifakının belirlenmesi için karar bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/8017 K: 2012/8602 T: 18.06.2012
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2007/12724 K: 2008/565 T: 29.01.2008
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/3028 K: 2006/4183 T: 10.04.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2003/7714 K: 2003/7823 T: 06.11.2003
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/1420 K: 2006/3040 T: 16.03.2006
Mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkin davalarda, istemin özelliği gereği en uygun yerin aranması ilkesinin geçerli olması ve bu davaların bir irtifak hakkı olmakla birlikte özünü komşuluk hukuku ilkelerinden alması nedeniyle; çncelikle davacının mecra ihtiyacının bulunup bulunmadığı saptanmalıdır. İhtiyacın saptanması halinde de, çevre taşınmazların tamamının üzerinde irtifak hakkı kurmaya elverişli olup olmadığı incelenip, hukukun genel bir ilkesi olan fedakarlığın denkleştirilmesi ilkesi uyarınca taraf yararları da gözetilerek, en az masrafı gerektiren ve bundan da en az zarar görecek kişi taşınmazı üzerinden mecra irtifakının bağlanacağı su, elektirik, gaz ve benzerine ait yol ya da kaynak ile yararına mecra hakkı kurulan taşınmaz arasında kesintisiz bağlantı sağlayacak şekilde kurulmalıdır.
Dava, Türk Medeni Kanunun 744 (önceki Medeni Kanun’un 668.) inci maddesi uyarınca mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkindir. Anılan madde uyarınca ‘Her taşınmaz maliki zararın tamamının önceden ödenmesi koşuluyla su yolu, kurutma kanalı gaz ve benzerlerine ait boruların, elektrik hat ve kablolarının, başka yerden geçirilmeleri olanaksız veya aşırı ölçüde masraflı olduğu takdirde, kendi arazisinin altından veya üstünden geçirilmesine katlanmakla yükümlüdür…’
Mecra irtifakı kurulması istemine ilişkin davalarda, irtifak hakkı taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından, leh ve aleyhine irtifak hakkı kurulması istenen taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına mecra irtifakı kurulacak taşınmaz müşterek mülkiyete konu ise, dava paydaşlardan biri veya birkaçı tarafından açılabilir.
Mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkin davalarda, istemin özelliği gereği en uygun yerin aranması ilkesinin geçerli olması ve bu davaların bir irtifak hakkı olmakla birlikte özünü komşuluk hukuku ilkelerinden alması nedeniyle; çncelikle davacının mecra ihtiyacının bulunup bulunmadığı saptanmalıdır. İhtiyacın saptanması halinde de, çevre taşınmazların tamamının üzerinde irtifak hakkı kurmaya elverişli olup olmadığı incelenip, hukukun genel bir ilkesi olan fedakarlığın denkleştirilmesi ilkesi uyarınca taraf yararları da gözetilerek, en az masrafı gerektiren ve bundan da en az zarar görecek kişi taşınmazı üzerinden mecra irtifakının bağlanacağı su, elektirik, gaz ve benzerine ait yol ya da kaynak ile yararına mecra hakkı kurulan taşınmaz arasında kesintisiz bağlantı sağlayacak şekilde kurulmalıdır. Ayrıca mecranın niteliği nasıl ve hangi araçlarla geçirileceği, ayrıca belirlenerek kararda gösterilmelidir. İrtifak hakkının bedeli taşınmazların niteliğine göre atanacak bilirkişiler aracılığı ile objektif kriterler esas alınarak saptanmalı ve bedel hükümden önce mahkeme veznesine depo ettirilmelidir. Dava tarihi ile hüküm tarihi arasında taşınmazın değerinde önemli derecede değişim yaratabilecek uzunca bir süre geçmiş ve bu sürede de irtifak için öngörülen bedel davanın daha başında belirlenmiş ise, bu bedelin ödenmesinin mülkiyet hakkı kısıtlanan taşınmaz malikinin mağduriyetine neden olacağı durumlarda, hakkın kötüye kullanılması sonucunu doğuracak davranışları önlemek için hüküm tarihine yakın yeni bir değer tesbiti yapılmalıdır.
Davanın niteliği gereği, yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır. Anılan maddenin son fıkrası uyarınca, istem halinde gideri davacı tarafından karşılandığında mecra hakkının tapu siciline kaydına da karar verilmelidir.
Bu ilkeler ışığında somut olaya bakıldığında; Davacı, 1007 parsel sayılı taşınmazına elektrik getirebilmek için, 1098 parsel sayılı taşınmaz üzerindeki trafodan yararlanacak şekilde mecra irtifakı kurulması isteminde bulunmuş, mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı tarafından temyiz edilmiştir.
Yukarıda açıklanan ilkeler gözetildiğinde, davacının taşınmazına enerji nakil hattı getirtmek için mecra irtifakı kurulması ihtiyacının bulunduğu sabittir. Bu ihtiyacını ise genel elektrik dağıtımı yapan trafo veya diğer bir enerji kaynağından sağlaması gereklidir. Bu kaynaklardan enerji alımı çok külfetli ise, özel trafolardan da kaynağın diğer taşınmazdaki ihtiyacı karşılamaya yeterli olması ve yetkili elektrik dağıtım kurumundan da sakınca bulunmadığının bildirilmesi halinde mecra irtifakı kurulabilir. Eldeki davada, davacı taşınmazına mecra irtifakı kurulurken davalıya ait taşınmaz üzerindeki trafodaki kaynaktan enerji alınmıştır. Bu trafonun genel nitelikte mi yoksa özel nitelikte mi olduğu araştırılmadığı gibi, buradaki kaynağın davacıya ait elektrik ihtiyacını karşılayıp karşılamayacağı araştırılmamış, Tedaş’tan kaynağın kullanılmasında sakınca olup olmadığı da sorulmamıştır.
O halde, yapılacak iş, davacı taşınmazına elektrik nakli için öncelikle çevredeki, enerji alımına uygun olan tüm kaynakların saptanması, bunlardan uygun olanının yukarıda açıklanan ilkelere göre belirlenmesi, Tedaş’ın görüşü de alınarak, belirlenecek bedel de depo ettirilerek sonuca gidilmesi olmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/5101 K: 2014/6663 T: 21.05.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2010/6633 K: 2010/7323 T: 28.06.2010
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/2379 K: 2006/3892 T: 03.04.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2003/3829 K: 2003/5693 T: 04.07.2003
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/2379 K: 2006/3892 T: 03.04.2006
Türk Medeni Kanununun 744. maddesi ile her taşınmaz maliki zararın tamamen önceden ödenmesi koşulu ile su yolunun kendi arazisinin altından veya üstünden geçirilmesine katlanmakla yükümlüdür. Mecra irtifak hakkı kurulmasına ilişkin davalarda istemin özelliği gereği tıpkı geçit davalarında olduğu gibi en uygun yerin aranması ilkesi geçerlidir.
Dava, Türk Medeni Kanununun 744. maddesi uyarınca mecra irtifakı kurulması ve su mecrasına elatmanın önlenmesi istemleri ile açılmış, mahkemece dava kabul edilmiş hükmü davalı temyiz etmiştir.
Avanos Sulh Hukuk Mahkemesinin 1995/391 esasında kayıtlı dava dosyasından taraflar arasındaki suya ilişkin çekişmenin 11 gün süre ile davalının bir gün süre ile de davacının kullanmasına karar verilerek giderildiği, hükmün kesinleştiği anlaşılmaktadır. Anılan ilama göre davacının su ihtiyacı içinde olduğu hükmen belirlenmiştir. Davacı davalıya ait taşınmazdaki havuzda biriken suyu arktan yararlanarak taşınmazına taşıyacaktır.
Az yukarıda sözü edilen Türk Medeni Kanununun 744. maddesi ile her taşınmaz maliki zararın tamamen önceden ödenmesi koşulu ile su yolunun kendi arazisinin altından veya üstünden geçirilmesine katlanmakla yükümlüdür. Mecra irtifak hakkı kurulmasına ilişkin davalarda istemin özelliği gereği tıpkı geçit davalarında olduğu gibi en uygun yerin aranması ilkesi geçerlidir. Çünkü mecra irtifakı davaları da özünü komşuluk hukuku ilkelerinden alır. Burada da fedakarlığın denkleştirilmesi prensibi gözetilmelidir. Bundan ayrı mecranın niteliği nasıl ve hangi araçlarla geçirileceği karar yerinde infaza elverişli biçimde belirtilmeli, tüm bunların dışındada irtifak hakkı bedeli bilirkişiler aracılığı ile objektif kriterlere uygun saptanarak, bedel hükümden önce yükümlü taşınmaz malikine ödenmek üzere mahkeme veznesine depo ettirilmeli tüm bu giderlere de davanın niteliği gereği istemde bulunan davacı katlanmalıdır.
Bu ilkeler ışığında tekrar somut olaya dönüldüğünde; mahkemece yapılması gereken iş; yerinde yeniden keşif yaparak inşaatı ya da jeoloji mühendisi bilirkişiye davalıya ait taşınmazdaki havuzdan davacıya ait taşınmaza su yolu geçirmeye elverişli yeri taşınmazın ekonomik bütünlüğünü bozmayacak biçimde belirletmek, bilirkişiden mecranın nasıl ve hangi araçlarla geçirileceğine dair ayrıntılı ve gerekçeli rapor almak, ayrıca mecra irtifak hakkı bedelini objektif kriterlere uygun hesaplatıp bu bedeli davacıya depo ettirmek, bedel takdirinde dava tarihini değil, keşif günündeki değerleri gözetmek ve böylelikle sonucuna uygun bir hüküm kurmak olmalıdır. Eksik inceleme ve araştırma ile davalı taşınmazını geometrik olarak ikiye bölecek şekilde ve hükmün infazına elverişli kroki düzenlettirilmeden davanın kabulü doğru olmamış, kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/8017 K: 2012/8602 T: 18.06.2012
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2007/12724 K: 2008/565 T: 29.01.2008
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/3028 K: 2006/4183 T: 10.04.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2003/7714 K: 2003/7823 T: 06.11.2003
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/3028 K: 2006/4183 T: 10.04.2006
Mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkin davalarda, istemin özelliği gereği en uygun yerin aranması ilkesinin geçerli olması ve bu davaların bir irtifak hakkı olmakla birlikte özünü komşuluk hukuku ilkelerinden alması nedeniyle aşağıdaki hususlar üzerinde durmak gerekmektedir.
Davacı vekili davalı A.T.’ye ait 302 parsel sayılı taşınmazdan çıkan kaynak suyunu kendisine ait 329 parselin sulanmasında kullanmak amacıyla davalıların rızası ile 15 yıldır 302, 307, 308, 325 ve 327 parsel sayılı taşınmazlardan hat geçirerek kullandığını, ancak davalı H.S.’nin kendi parselinden geçen boruları kırarak zarar verdiğini, ya mevcut güzergah üzerinden ya da tespit edilecek bir güzergahtan yeraltından boru döşenmesi suretiyle mecra hakkı tesisini istemiştir.
Davalı, 302 ve 308 parsel maliki A.T. davayı kabul ettiğini, suyu ve mecrayı kendi rızası ile verdiğini beyan etmiş, davalı 307 parsel maliki H.S. ise davayı kabul etmediğini, kendi parselinden mecranın geçirilmesini istemediğini bildirerek davanın reddini istemiştir.
Mahkemece, en uygun güzergah olarak Jeoloji Mühendisi Atilla Macartay, Meteoroloji Mühendisi Ekrem Özer ve Hidrolog Gürbüz Kamiloğlu adlı bilirkişi heyetinin düzenlediği 05.06.2003 tarihli raporda belirtilen 307 ve 328 parsel üzerine işaretlenen (C) ve (C1) güzergahının hüküm altına alınabilmesi için bu taşınmaz maliklerinden Arife ve Şükrü aleyhine açılmış bir dava olmadığından dava reddedilmiş, hükmü davacı yan temyiz etmiştir.
Dava, açıldığı tarihte yürürlükte olan Medeni Kanunun 668. maddesi uyarınca mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkindir. Anılan madde uyarınca, “Gayrimenkul sahipleri yapılacak zarar tamamıyla ve peşin tazmin olunmak şartıyla mülkünün altından veya üstünden su yolu ve gaz ve elektrik boruları geçirilmesine, bunların başka yerden geçirilmeleri imkansız olur veya çok fazla masrafı mucip bulunur ise, müsaade etmeğe mecburdur.
Mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkin davalarda, istemin özelliği gereği en uygun yerin aranması ilkesinin geçerli olması ve bu davaların bir irtifak hakkı olmakla birlikte özünü komşuluk hukuku ilkelerinden alması nedeniyle aşağıdaki hususlar üzerinde durmak gerekmektedir. Şöyle ki;
1- Öncelikle davacının su yolu ihtiyacının bulunup bulunmadığı saptanmalıdır.
2- İrtifak hakları taşınmazlar leh ve aleyhine kurulduğundan, leh ve aleyhine irtifak kurulacak taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer almaları sağlanmalıdır.
3- İrtifak hakkının kurulabilmesi için öncelikle, çevre taşınmazların tamamının üzerinde irtifak hakkı kurmaya elverişli olup olmadığı incelenip hukukun genel bir ilkesi olan fedakarlığın denkleştirilmesi ilkesi uyarınca taraf yararları da gözetilerek, en az masrafı gerektiren ve bundan da en az zarar görecek kişi taşınmazı üzerinden bu hak kurulmalıdır.
4- Mecra irtifakının bağlanacağı su yolu ya da kaynağı ile yararına mecra hakkı kurulan taşınmaz arasında kesintisiz bağlantı sağlanmalıdır.
5- Su yolunun niteliği, suyun nasıl ve hangi araçlarla geçirileceği, ayrıca belirlenerek kararda gösterilmelidir.
6- İrtifak hakkının bedeli taşınmazların niteliğine göre atanacak bilirkişiler aracılığı ile objektif kriterler esas alınarak saptanmalı ve bedel hükümden önce mahkeme veznesine depo ettirilmelidir.
7- Davanın niteliği gereği, yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır.
8- Anılan maddenin son fıkrası uyarınca, istem halinde gideri davacı tarafından karşılandığında mecra hakkının tapu siciline kaydına da karar verilmelidir.
Somut olayda; hangi güzergahın uygun olacağı tüm deliller toplandıktan sonra belirleneceğinden dava açılmadan önce bu hususun davacı tarafından belirlenememesi davanın eksik hasma yöneltildiği anlamına gelmez. 05.06.2003 tarihli bilirkişi raporunun dosyaya sunulmasından sonra 307 ve 328 parsel maliklerine de husumet yöneltilmesi saptandığına göre davacıya, bu parsel maliklerini harçlandırılmış dilekçe ile davaya dahil etmek yada usulüne uygun bir dava açmak ve açılacak davanın bu dava ile birleştirilmesini sağlamak için mehil verilmeli, onların da savunmaları sorulup delilleri toplandıktan sonra bir sonuca ulaşılmalıdır. Bu yön gözardı edilerek davanın yazılı olduğu şekilde reddi doğru olmamış kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/5101 K: 2014/6663 T: 21.05.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2010/6633 K: 2010/7323 T: 28.06.2010
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/1420 K: 2006/3040 T: 16.03.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2003/3829 K: 2003/5693 T: 04.07.2003
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/3524 K: 2006/4754 T: 24.04.2006
Paydaşlar yaptıkları taksim sözleşmesiyle veya fiili kullanmayla bir paydaş yararına kullanma kolaylığı sağlayarak taşınmazın belli bir bölümünü mecra amacıyla ayırmışlarsa buna aykırı davranan paydaştan çıkardığı muarazanı men’ini talep edebilirler.
Dava, Türk Medeni Kanununun 744. maddesine dayanılarak mecra irtifakı kurulması istemiyle açılmıştır. Mahkemece davanın nitelendirilmesi paydaşlar arasındaki davacının su yolu olarak kullandığı yere davalının haksız elatmanın önlenmesi biçiminde yapılmış ve krokide mavi ile gösterilen 195 metrekare su arkına davalı elatmasının önlenmesine karar verilmiştir. Hüküm davalı tarafından temyiz edilmiştir.
Geçekten Türk Medeni Kanununun 744. maddesince “her taşınmaz maliki zararın tamamının önceden ödenmesi koşuluyla su yolu kurutma kanalı gaz ve benzerlerine ait boruların elektrik hat ve kabloların başka yerden geçirilmeleri olanaksız veya aşırı ölçüde masraflı olduğu takdirde kendi arazisinin altından veya üstünden geçirilmesine katlanmakla yükümlüdür….”
Mecra irtifakı Türk Medeni Kanununun 748. maddesince tapu siciline tescili zorunlu haklardan olduğundan ilke olarak bir taşınmaz lehine ve diğer bir taşınmaz aleyhine kurulur. Mahkemece de doğru olarak saptandığı üzere paylı mülkiyet rejimine tabi taşınmazlarda bu hakkın kurulması olanağı yoktur.
Ancak paydaşlar yaptıkları taksim sözleşmesiyle veya fiili kullanmayla bir paydaş yararına kullanma kolaylığı sağlayarak taşınmazın belli bir bölümünü mecra amacıyla ayırmışlarsa buna aykırı davranan paydaştan çıkardığı muarazanı men’ini talep edebilirler. Diğer taraftan hemen belirtmek gerekirse HUM.nun 76. maddesi uyarınca bir davada olayları anlatmak davanın yanlarına anlatılan olaylara uygun kanun hükmünü bulup uygulamak ise hakime ait bir görevdir.
Dava dilekçesindeki açıklamaya ve tüm dosya kapsamına bakılırsa davacının amacı paydaşı bulunduğu batıdaki taşınmazdan sağlayacağı suyu davalının kullanımına terk edilen bölümden bir mecra ile geçirerek doğudaki taşınmaz bölümünü sulamak başka bir anlatımla kendisine geçit (mecra) verilmesini sağlamaktır.
Taraflar arasında krokide mavi ile boyalı yerin sözleşmeyle veya fiili kullanım sonucu davacıya su arkı olarak kullanmak üzere bırakıldığı kanıtlanmadan davanın bir elatmanın önlenmesi davası olarak nitelendirme ve buna uygun kabulü mümkün değildir. Az yukarıda söylendiği gibi dava Türk Medeni Kanunun 744. maddesine dayanılarak açılmış mecra irtifakı kurulması istemine ilişkindir.
Hal böyle olunca mahkemece bu gibi davalarda istemin özelliği gereği en uygun yerin aranması ilkesinden hareketle öncelikle davanın mecra irtifakı talebinde haklı olup olmadığı araştırıldıktan sonra 119 parsele komşu parsellerden mecra irtifakı geçirilecek uygun yer incelenmeli bu yer bulunduktan sonra mecranın niteliği nasıl ve hangi araçlarla geçirileceği ayrıca yerinde keşif yapılarak uzman kişiye belirtilmeli ve sonucuna uygun bir hüküm kurulmalıdır. Mahkemece önüne getirilen uyuşmazlık mecra irtifa hakkı tesisi olduğu halde davanın kullanım biçimine aykırı davranışın giderilmesi şeklinde değerlendirilmesi sonucu yazılı biçimde hüküm tayini doğru olmamış kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/8742 K: 2013/12273 T: 27.09.2013
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2007/16300 K: 2008/1032 T: 05.02.2008
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/3028 K: 2006/4183 T: 10.04.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2003/5404 K: 2003/8246 T: 20.11.2003
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/4700 K: 2006/5819 T: 23.05.2006
Mecra irtifakı kurulması istemine ilişkin davalarda, irtifak hakkı taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından, leh ve aleyhine irtifak hakkı kurulması istenen taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına mecra irtifakı kurulacak taşınmaz müşterek mülkiyete konu ise, dava paydaşlardan biri veya birkaçı tarafından açılabilir.
Dava, Türk Medeni Kanunun 744 (önceki Medeni Kanun’un 668.) inci maddesi uyarınca mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkindir. Anılan madde uyarınca ‘Her taşınmaz maliki zararın tamamının önceden ödenmesi koşuluyla su yolu, kurutma kanalı gaz ve benzerlerine ait boruların, elektrik hat ve kablolarının, başka yerden geçirilmeleri olanaksız veya aşırı ölçüde masraflı olduğu takdirde, kendi arazisinin altından veya üstünden geçirilmesine katlanmakla yükümlüdür…’
Mecra irtifakı kurulması istemine ilişkin davalarda, irtifak hakkı taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından, leh ve aleyhine irtifak hakkı kurulması istenen taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına mecra irtifakı kurulacak taşınmaz müşterek mülkiyete konu ise, dava paydaşlardan biri veya birkaçı tarafından açılabilir.
Somut olayda; davacı parselinin mecra ihtiyacı 27.02.2006 tarihli krokide A ile işaretli yeşille taralı yerden karşılanarak DSİ’ye ait su pompasına 28 parsel üzerinden bağlanmıştır. Ne var ki; 28 parsel malikleri davada taraf durumunu almamış böyle olmasına rağmen aleyhlerine hüküm kurulmuştur. Eksik taraf teşkiliyle davanın kabul edilmesi bozmayı gerektirdiği gibi bu tür davalarda davanın niteliği gereği yargılama giderlerinin davacı üzerinde bırakılması gerekirken davalının yargılama giderleriyle sorumlu tutulması da doğru olmamıştır. Karar açıklanan nedenlerle bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2005/94 K: 2005/127 T: 12.01.2005
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2008/4394 K: 2008/8877 T: 04.07.2008
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/8430 K: 2006/9033 T: 21.09.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2005/1040 K: 2005/4350 T: 05.05.2005
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/4763 K: 2006/6093 T: 29.05.2006
Her ne kadar Türk Medeni Kanunun 761. maddesi uyarınca evi, arazisi veya işletmesi için gerekli sudan yoksun olan bunu aşırı zahmet ve gidere katlanmaksızın başka yoldan sağlayamıyorsa komşusundan onun ihtiyacından fazla olan suyun tam bir bedel karşılığı alınmasını sağlayacak irtifak hakkı kurulmasını isteyebilir ve komşu olan taşınmaz maliki de yasanın 744. maddesince su mecranın kendisine ait taşınmazdan geçirilmesine katlanmakla yükümlü ise de taraflar arasında kullanmaya ilişkin bir anlaşma olmadan ya da yasal mecra irtifakı kurulması sağlanmadan mülkiyet hakkı sahibinin çap içindeki taşınmazdan yararlanmasına engel olunamaz.
Dava, su arkına elatmanın önlenmesi istemiyle açılmıştır. Mahkemece, dava kabul edilmiş, hükmü davalı temyiz etmiştir.
Uyuşmazlık 25.06.2004 günlü krokide davalıya ait 1823 parselin mavi ile işaretlenen bölümüne ilişkindir. Bu yerin 1823 parselin çap kaydı içerisinde kaldığı tartışmasızdır. Taşınmaz mülkiyetinin kapsamını tayin eden Türk Medeni Kanunun 718. maddesi hükmüne göre arazi üzerindeki mülkiyet kullanılmasında yarar olduğu ölçüde üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını kapsar. Yapılar, bitkiler ve kaynaklar bu kapsamdadır. Yasanın 683. maddesince de malik hukuk düzeninin sınırları içerisinde o şey üzerinde dilediği gibi kullanma, yararlanma ve tasarrufta bulunma hakkına sahiptir.
Her ne kadar Türk Medeni Kanunun 761. maddesi uyarınca evi, arazisi veya işletmesi için gerekli sudan yoksun olan bunu aşırı zahmet ve gidere katlanmaksızın başka yoldan sağlayamıyorsa komşusundan onun ihtiyacından fazla olan suyun tam bir bedel karşılığı alınmasını sağlayacak irtifak hakkı kurulmasını isteyebilir ve komşu olan taşınmaz maliki de yasanın 744. maddesince su mecranın kendisine ait taşınmazdan geçirilmesine katlanmakla yükümlü ise de taraflar arasında kullanmaya ilişkin bir anlaşma olmadan ya da yasal mecra irtifakı kurulması sağlanmadan mülkiyet hakkı sahibinin çap içindeki taşınmazdan yararlanmasına engel olunamaz.
Mahkemece, açıklanan olgular gözetilerek davanın reddi yerine orta yerde mülkiyet sahibi ile yapılmış yararlandırma anlaşması olmaksızın davanın yazılı bazı gerekçeler ile kabulü doğru olmamış bozmayı gerektirmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/8017 K: 2012/8602 T: 18.06.2012
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2007/12724 K: 2008/565 T: 29.01.2008
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/2379 K: 2006/3892 T: 03.04.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2003/7714 K: 2003/7823 T: 06.11.2003
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/8430 K: 2006/9033 T: 21.09.2006
Verilecek kararlarda, yararlanan ve yükümlü taşınmazların (leh ve aleyhine) ve parsel numaraları belirtilmek suretiyle “mecra hakkı kurulmasına” denilmekle yetinilmek ve 744. maddeye göre de kurulan bu hakkın aynı maddenin son fıkrası uyarınca istem halinde tapu siciline kaydına da yer verilmeli, ayrıca ileride çıkabilecek anlaşmazlıkların önlenebilmesi için, hükümde mecra hakkının yerinin yönünün, uzunluk, derinlik ve genişliğinin, yüzölçümü olarak miktarının açıkça belirtilmesi ve yükümlü taşınmaz üzerinde kurulan mecra hakkını yukarıda belirtilen özellikleri ile gösterir bir krokinin de karara eklenmesi gerekir.
Davacı 1442 parsel maliki olduğunu, komşu 1443 parsel maliki davalı ile anlaşarak 1998 yılında evinin kanalizasyon hattını davalının arsasından geçirerek müşterek kanal hattı oluşturduklarını ve masraflarını birlikte karşıladıklarını, şimdi ise davalının kullanım şekline karşı gelerek, niza çıkardığını belirterek pis su mecra hakkı tesisi istemiştir.
Davalı ise mevcut müşterek hattın, boruların dar olması ve aşırı yük nedeniyle patlayarak pis suların evine ve bahçesine taşmasına neden olup zarar verdiğini, hattın iki evin kanalizasyonu için yeterli olmadığını, sorunun Belediye ile ilgili olduğunu, bu nedenlerle davanın reddini istemiştir.
Mahkemece yapılan inceleme sonunda Türk Medeni Kanunun 744. maddesinde aranan zorunluluk halinin gerçekleştiğini belirterek davanın kabulüne karar vermiş, hükmü davacı ve davalı vekilleri temyiz etmiş ve hüküm Dairemizce onanmıştır. Bu onama kararına karşı yine her iki taraf karar düzeltme isteminde bulunmuş ve Dairemizce yeniden yapılan inceleme sonucunda hükmün aşağıda belirtilen nedenlerle bozulması gerekir iken yanılgı sonucu onandığı anlaşılmıştır. Şöyle ki;
Zorunlu mecra hakkı istemine ilişkin bir davanın yargılaması sonucunda Türk Medeni Kanunun 744 maddesindeki koşulların varlığının saptanması halinde mahkemece davanın kabulüne karar verilir. Yargılamaya son veren ve hakimin davadan el çekmesi sonucunu doğuran bu nihai kararla verilecek hükmün ne şekilde düzenleneceği HUMK. 388 ve 389 maddelerinde belirtilmiştir.
Bu maddede verilecek hüküm de taraflara yüklenen borç ve tanınan hakların sıra numarası altında birer birer şüphe ve tereddüt oluşturmayacak ve infaz edilebilir şekilde yazılması öngörülmüştür.
Bu hüküm doğrultusunda, mecra hakkı tesisi istemlerini içeren davaların kabulü halinde verilecek kararlarda, yararlanan ve yükümlü taşınmazların (leh ve aleyhine) ve parsel numaraları belirtilmek suretiyle “mecra hakkı kurulmasına” denilmekle yetinilmek ve 744. maddeye göre de kurulan bu hakkın aynı maddenin son fıkrası uyarınca istem halinde tapu siciline kaydına da yer verilmeli, ayrıca ileride çıkabilecek anlaşmazlıkların önlenebilmesi için, hükümde mecra hakkının yerinin yönünün, uzunluk, derinlik ve genişliğinin, yüzölçümü olarak miktarının açıkça belirtilmesi ve yükümlü taşınmaz üzerinde kurulan mecra hakkını yukarıda belirtilen özellikleri ile gösterir bir krokinin de karara eklenmesi gerekir. Somut olayda tesisine karar verilen mecra hakkının derinliği, genişliği ve yüzölçümü açıkça belirtilmeden ve davacı parseli lehine kurulması gerekir iken davacı lehine kurulması doğru görülmemiştir.
Diğer taraftan mahkemece hüküm altına alınan ve bilirkişilerce tıkanmayı önlemek amacı ile yapılması öngörülen logarın da yapımının ve yerinin uygun olup olmadığı, kroki gönderilmek suretiyle ilgili Belediyeden sorulması ve sonucuna göre davalının hiçbir zarar görmeyecek şekilde en uygun önlemin tesbiti ile buna hükmedilmesi gerekir. Davacı ve davalının bu hususları amaçlayan karar düzeltme istekleri açıklanan nedenlerle yerinde görülerek ve hüküm eksik araştırmaya dayalı olarak verildiği anlaşıldığından bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2005/94 K: 2005/127 T: 12.01.2005
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2008/4394 K: 2008/8877 T: 04.07.2008
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/4763 K: 2006/6093 T: 29.05.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2005/1040 K: 2005/4350 T: 05.05.2005
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/8742 K: 2006/10722 T: 10.10.2006
Mecra irtifakı kurulması istemine ilişkin davalarda bu istemin kabulü için öncelikle mecra irtifakı tesisi talep edenin ihtiyaç içinde olup olmadığına bakmak gerekir. Bundan sonra da fedakarlığın denkleştirilmesi prensibi uyarınca irtifak hakkı ile yükümlü kılınacak taşınmaz malikinin en az zarar göreceği şekilde kurulmalı ve fakat her halde irtifak hakkının bedeli talepte bulunandan alınarak yükümlü taşınmaz malikine ödenmek üzere depo ettirilmelidir.
Dava, elatmanın önlenmesi ve kal, karşı dava ise mecra irtifakı kurulmasına ilişkindir. Mahkemece davanın reddine, karşı davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davacı-karşı davalılar tarafından temyiz edilmiştir.
Mecra irtifakı kurulması Türk Medeni Kanununun 744. maddesinde düzenlenmiştir. Sözü edilen madde uyarınca “her taşınmaz maliki zararının tamamının önceden ödenmesi koşuluyla su yolu, kurutma kanalı, gaz veya benzerlerine ait boruların, elektrik hattı kablolarının başka yerden geçirilmeleri olanaksız veya aşırı ölçüde masraflı olduğu takdirde kendi arazisinin altından veya üstünden geçirilmesine katlanmak zorundadır” mecra irtifakı kurulması istemine ilişkin davalarda bu istemin kabulü için öncelikle mecra irtifakı tesisi talep edenin ihtiyaç içinde olup olmadığına bakmak gerekir. Bundan sonra da fedakarlığın denkleştirilmesi prensibi uyarınca irtifak hakkı ile yükümlü kılınacak taşınmaz malikinin en az zarar göreceği şekilde kurulmalı ve fakat her halde irtifak hakkının bedeli talepte bulunandan alınarak yükümlü taşınmaz malikine ödenmek üzere depo ettirilmelidir.
Somut olayda, bir petrol şirketi olan karşı davacının yeraltından geçirilecek borularla denizden karaya petrol akışını sağlamak üzere mecra ihtiyacında olduğu sabittir. 5015 sayılı Petrol Piyasası Kanununun 11. maddesi uyarınca; bu kanun kapsamındaki tesisler için gerekli arazi, arsa ve binalara ilişkin hak veya mülkiyet edinimlerinin öncelikle anlaşma yoluyla yapılması esastır. Kanunda öngörülen faaliyetlerin gerektirmesi halinde, iletim hatlarının mecralarına isabet eden arazi ve arsalarda irtifak hakkı tesisine ilişkin edinimler 2942 sayılı Kanunda belirtilen esaslar dahilinde kamulaştırma yoluyla da yapılabilir. Nitekim bu yolu seçen karşı davacının temyize konu bu davanın açılmasından sonra Petrol Piyasası Denetleme Kuruluna başvurarak kamulaştırma yetkisi aldığı ve davacıların taşınmazlarının da içinde bulunduğu taşınmazlarla ilgili kamulaştırma işlemlerinin devam ettiği dosyada mevcut kamulaştırma plan dosyası ile anlaşılmaktadır. Kamulaştırma ile kamulaştırılan kısmın tam bedeline hükmedileceğinden fedakarlığın denekleştirilmesi prensibi uyarınca davacıların yararına olan bu işlemin karşı davacı tarafından sonuçlandırılması gerekir. Davacıların zararına yol açacak şekilde mecra irtifakı kurulması talebi hakkın kötüye kullanılması niteliğindedir.
Yerel mahkemece yukarıda açıklanan yasal düzenlemeler gözetilerek kamulaştırma işlemlerinin sonuçlandırılmasının beklenmesi gerekirken, davacıları zarara uğratacak belediyenin özel mülkiyet sınırlarına girilmemesi koşuluyla verdiği boru döşeme iznine aykırı olacak ve boru hattı ile nakledilen maddenin niteliğine göre tehlike yaratacak şekilde karşı davacının daha önceden var olan hattının yanından, iki metre genişliğinde mecra irtifakı kurulmasına karar verilmiş olması yanlış olup bozmayı gerektirmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/5101 K: 2014/6663 T: 21.05.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2010/6633 K: 2010/7323 T: 28.06.2010
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/1420 K: 2006/3040 T: 16.03.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2003/3829 K: 2003/5693 T: 04.07.2003
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/93 K: 2007/88 T: 28.02.2007
Asıl dava el atmanın önlenmesi, su arkının kaldırılması; karşı dava mecra hakkı kurulması isteklerine ilişkindir. Mecra irtifakının kurulacağı su yolu yada kaynağı ile yararına mecra hakkı kurulan taşınmaz arasında kesintisiz bağlantı sağlanmalıdır. Su yolunun niteliği, suyun nasıl ve hangi araçlarla geçirileceği, belirlenerek kararda gösterilmelidir. İrtifak hakkının bedeli taşınmazların niteliğine göre atanacak bilirkişiler aracılığı ile objektif kriterler esas alınarak saptanmalı ve bedel hükümden önce mahkeme veznesine depo ettirilmelidir. Davanın niteliği gereği, yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır.
Taraflar arasındaki “meni müdahale (karşılık mecra hakkı tesisi) davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ortaca Asliye Hukuk Mahkemesince asıl davanın ve karşılık davanın reddine dair verilen 19.6.1997 gün ve 1993/197 E. 1997/213 K. sayılı kararın incelenmesi taraf vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 1.Hukuk Dairesinin 2.2.1998 gün ve 1998/531 E. 925 K. sayılı ilamı ile, (.…Toplanan delillere ve tüm dosya içeriğine göre, davacı Osman Uzun’un temyiz itirazları yerinde görülmediğinden reddine.
Karşı davacıların temyiz itirazlarına gelince; Her ne kadar taraf taşınmazları tapuda arsa cinsi ile kayıtlı ise de bilirkişi raporlarından taşınmazlarda tarım yapıldığı anlaşılmaktadır. Taşınmazların imar sınırı içinde olmalarının tarım yapılmasına engel teşkil etmeyeceği kuşkusuzdur. Hal böyle olunca, irtifak hakkı tesisi istenen kanal ile hali hazırda arsalar üzerinde yetiştirilen mahsul sulandığına ve bu halin ne zaman son bulacağı belli olmadığına ve irtifak hakkı, amaç ortadan kalktığında her zaman silinebileceğine göre, karşılık davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken, delillerin takdirinde yanılgıya düşülerek reddedilmesi doğru değildir.
Karşılık davacıların temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün açıklanan nedenden ötürü HUMK.nun 428. maddesi uyarınca Bozulmasına,…..) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Asıl dava elatmanın önlenmesi, su arkının kaldırılması; karşı dava mecra hakkı kurulması isteklerine ilişkindir.
Mahkemece her iki davanın reddine karar verilmiş; hüküm, Özel Dairece yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuştur.
Türk Medeni Kanununun 744. maddesinde “… Her taşınmaz maliki zararın tamamının önceden ödenmesi koşuluyla su yolu, kurutma kanalı gaz ve benzerlerine ait boruların elektrik hat ve kablolarının, başka yerden geçirilmeleri olanaksız ve aşırı ölçüde masraflı olduğu takdirde, kendi arazisinin altından veya üstünden geçirilmesine katlanmakla yükümlüdür…” hükmü yer almıştır.
Mecra hakkı kurulması isteğine ilişkin davalarda öncelikle davacının su yolu ihtiyacının bulunup bulunmadığı saptanmalıdır.
İrtifak hakları taşınmazların leh ve aleyhine kurulduğundan leh ve aleyhine irtifak kurulacak taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer almaları sağlanmalıdır. İrtifak hakkının kurulabilmesi için öncelikle, çevre taşınmazların tamamının üzerinde irtifak hakkı kurmaya elverişli olup olmadığı incelenip, hukukun genel bir ilkesi olan fedakarlığın denkleştirilmesi ilkesi uyarınca taraf yararları da gözetilerek, en az masrafı gerektiren ve bundan da en az zarar görecek kişi taşınmazı üzerinde bu hak kurulmalıdır.
Mecra irtifakının kurulacağı su yolu yada kaynağı ile yararına mecra hakkı kurulan taşınmaz arasında kesintisiz bağlantı sağlanmalıdır.
Su yolunun niteliği, suyun nasıl ve hangi araçlarla geçirileceği, belirlenerek kararda gösterilmelidir.
İrtifak hakkının bedeli taşınmazların niteliğine göre atanacak bilirkişiler aracılığı ile objektif kriterler esas alınarak saptanmalı ve bedel hükümden önce mahkeme veznesine depo ettirilmelidir. Davanın niteliği gereği, yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır.
Anılan maddenin son fıkrası uyarınca, istem halinde gideri davacı tarafından karşılandığında mecra hakkının tapu siciline kaydına da karar verilmelidir.
Somut olayda, taraf taşınmazları tapuda arsa olarak kayıtlı olup, yapılan keşiflerde taşınmazlarda tarım yapıldığı anlaşılmaktadır. Taşınmazlar imar sınırı içinde olsalar da üzerlerinde tarım yapılabileceğinden, irtifak hakkı kurulması mümkündür. Ne var ki bu konuda mahkemece yapılan araştırma, inceleme yeterli olmayıp, sonuca gitmeye, hüküm kurmaya elverişli değildir.
O halde, yukarıda belirtilen ilkeler doğrultusunda araştırma ve soruşturma yapılması ve sonucuna göre bir hüküm kurulması gerekirken, direnme kararı verilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2010/101 K: 2010/128 T: 03.03.2010
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/965 K: 1999/975 T: 17.11.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2013/96 K: 2013/859 T: 19.06.2013
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/7-134 K: 2006/140 T. 5.4.2006
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2007/12724 K: 2008/565 T: 29.01.2008
Organize Sanayi Bölgesi Başkanlığı Türk Medeni Kanununun 747 ve 744 maddelerine dayanılarak geçit ve mecra irtifakı istemiyle dava açamaz. Böyle bir istem kamulaştırma yetkisinin kapsamına ve kullanımına ters düşer.
Davacı, Organize Sanayi Bölgesi planı yapılırken yol olarak belirlenen yerlerin belediye tarafından plan değişikliği ile 2007 ve 2008 parsel olarak belediye adına tescil edildikten sonra davalılara satıldığını, bu nedenle Organize Sanayi Bölgelerinde bulunan fabrikalara giriş çıkışın engellendiğini ve yapılmakta olan doğal gaz tesislerine geçecek boru hattı güzergahının ortadan kaldırıldığını ileri sürerek, davalılara ait 2007 ve 2008 parsel sayılı taşınmazlardan Türk Medeni Kanunu’nun 747 ve 744 maddeleri uyarınca geçit ve mecra irtifakı kurulmasını istemiştir.
Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş; hükmü, davalı 2007 parsel sayılı taşınmaz maliki Assan Endüstri Tesisleri A.Ş. vekili temyiz etmiştir.
4562 sayılı Organize Sanayi Bölgeleri Yasasının 4/7 maddesinde 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu hükümleri uyarınca kamulaştırma yapma yetkisi tanınmıştır. Bünyesinde kamulaştırma yetkisi olan bir kuruluş, bu yetkisini kullanırken o hizmetin götürülmesi için gerekli olan yolları da düşünmek zorundadır. Bu ihtiyaç kamulaştırma yetkisi kullanılarak giderilir. Kamulaştırma yetkisi bulunan davacı Organize Sanayi Bölgesi Başkanlığı Türk Medeni Kanununun 747 ve 744 maddelerine dayanılarak geçit ve mecra irtifakı istemiyle dava açamaz. Böyle bir istem kamulaştırma yetkisinin kapsamına ve kullanımına ters düşer.
Öte yandan; Geçit ve mecra irtifakı kurulmasına ilişkin davalarda irtifak hakkı taşınmaz leh ve aleyhine kurulur. Tüzel kişilik olan davacı Organize Sanayi Bölgeleri Başkanlığı yararına geçit ve mecra irtifakı kurulması da doğru görülmemiştir. Karar açıklanan bu nedenlerle bozulmalıdır. Kabule göre de; mahkemece belirlenen geçit ve mecra irtifakı bedelinin davalılara ödenmek üzere hükümden önce depo ettirilmemesi de ayrıca doğru görülmemiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/5101 K: 2014/6663 T: 21.05.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/14544 K: 2014/1543 T: 06.02.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2008/4480 K: 2008/5239 T: 17.04.2008
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/4700 K: 2006/5819 T: 23.05.2006
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2007/16300 K: 2008/1032 T: 05.02.2008
Dava tarihi ile hüküm tarihi arasında taşınmazın değerinde önemli derecede değişim yaratabilecek uzunca bir süre geçmiş ve bu sürede de geçit için öngörülen bedel davanın daha başında belirlenmişse, bu bedelin ödenmesine karar verilmesi halinde, mülkiyet hakkı kısıtlanan taşınmaz malikinin mağduriyetine neden olunacağı durumlarda hakkın kötüye kullanılması sonucunu doğuracak davranışları önlemek için hüküm tarihine yakın yeni bir değer tespiti yapılmalıdır.
Dava ve birleşen davalarda davacılar, 85, 86, 90 ve 91 parsel sayılı taşınmazları yararına 90, 97 ve 114 parsel sayılı taşınmazlardan geçit hakkı kurulmasını istemişlerdir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş; hükmü, 97 parsel sayılı taşınmaz maliki davalı Mustafa Özdemir temyiz etmiştir.
1- Yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve dosya içeriğine göre davalının sair temyiz itirazları yerinde görülmemiş ve reddi gerekmiştir.
2- Dava tarihi ile hüküm tarihi arasında taşınmazın değerinde önemli derecede değişim yaratabilecek uzunca bir süre geçmiş ve bu sürede de geçit için öngörülen bedel davanın daha başında belirlenmişse, bu bedelin ödenmesine karar verilmesi halinde, mülkiyet hakkı kısıtlanan taşınmaz malikinin mağduriyetine neden olunacağı durumlarda hakkın kötüye kullanılması sonucunu doğuracak davranışları önlemek için hüküm tarihine yakın yeni bir değer tespiti yapılmalıdır.
Geçit bedeli dava tarihi olan 5.5.2005 tarihine göre belirlenmiş ve geçit bedelinin belirlendiği tarih ile hüküm tarihi arasında taşınmazın değerinde önemli derecede değişim yaratabilecek uzunca bir süre geçmiştir. Taşınmaz malikinin mağduriyetinin önlenmesi için az yukarıda açıklandığı üzere geçit bedeli hüküm tarihine yakın yeni bir tarihe göre yeniden belirlenmelidir. Karar açıklanan bu nedenle bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/5101 K: 2014/6663 T: 21.05.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/8017 K: 2012/8602 T: 18.06.2012
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/2379 K: 2006/3892 T: 03.04.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2003/7714 K: 2003/7823 T: 06.11.2003
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2008/4533 K: 2008/5103 T: 14.04.2008
Anılan hükümden yararlanmak isteyen bir taşınmaz maliki öncelikle su yolu mecrası ihtiyacı içinde olduğunu ispat etmelidir. Davacının taşınmazına pamuk veya başka bir ürün ekecek olması, tek başına bu ihtiyaç içinde olduğunu göstermez. O yüzden, yeniden keşif yapılarak davacının mecra ihtiyacında olup olmadığı bilirkişi incelemesiyle saptanmalı, bu saptama sırasında davacı taşınmazının kuzeyinde yer aldığı krokisinde işaretlenen tahliye kanalının ne anlama geldiği, su ihtiyacının buradan sağlanıp sağlanamayacağı da araştırılmalıdır.
Dava, Türk Medeni Kanunu’nun 744. maddesi uyarınca mecra irtifakı kurulması istemi ile açılmıştır. Davalılar, davanın reddini savunmuştur. Mahkemece, davacının 148 parseli lehine, 147, 360 ve 200 parsellerden krokide yeşille boyalı 2 metre enindeki 1 numaralı güzergahı üzerinde su yolu mecrası kurulmasına karar verilmiştir. Hükmü, davalı 147 parsel maliki Mehmet Çakır temyiz etmiştir.
Türk Medeni Kanunun 744. üncü maddesi uyarınca “Her taşınmaz maliki zararın tamamının önceden ödenmesi koşuluyla su yolu, kurutma kanalı gaz ve benzerlerine ait boruların, elektrik hat ve kablolarının, başka yerden geçirilmeleri olanaksız veya aşırı ölçüde masraflı olduğu takdirde, kendi arazisinin altından veya üstünden geçirilmesine katlanmakla yükümlüdür…” Davadaki istemin dayanağı Türk Medeni Kanunu’nun 744. maddesidir.
Anılan hükümden yararlanmak isteyen bir taşınmaz maliki öncelikle su yolu mecrası ihtiyacı içinde olduğunu ispat etmelidir. Davacının taşınmazına pamuk veya başka bir ürün ekecek olması, tek başına bu ihtiyaç içinde olduğunu göstermez. O yüzden, yeniden keşif yapılarak davacının mecra ihtiyacında olup olmadığı bilirkişi incelemesiyle saptanmalı, bu saptama sırasında davacı taşınmazının kuzeyinde yer aldığı krokisinde işaretlenen tahliye kanalının ne anlama geldiği, su ihtiyacının buradan sağlanıp sağlanamayacağı da araştırılmalıdır. Diğer taraftan, yine keşfi yapılacak bilirkişi incelemesinde su ihtiyacının karşılanmasında toprak altından ve boru yoluyla mecra’nın kurulup kurulamayacağı da bilirkişiye sorulup saptanmalı, ayrıca kanal toprak üstünden geçirilecek kanalın niteliği de belirlenmelidir.
Bu yönler üzerinde durulmadan eksik inceleme ve araştırmayla davanın yazılı şekilde kabul edilmesi doğru olmadığından karar bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2005/94 K: 2005/127 T: 12.01.2005
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2008/4394 K: 2008/8877 T: 04.07.2008
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/4763 K: 2006/6093 T: 29.05.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2005/1040 K: 2005/4350 T: 05.05.2005
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2008/4480 K: 2008/5239 T: 17.04.2008
Diğer irtifaklarda olduğu gibi kuşkusuz, mecra irtifakı da özünü komşuluk hukukundan alır ve yine diğer irtifaklarda olduğu gibi kesintisizlik ilkesinin mecra irtifakında da gözetilmesi zorunludur.
Dava, Türk Medeni Kanunu’nun 744. maddesine dayanılarak elektrik hattı mecrası tesisi istemi ile açılmıştır. Davalı, davanın reddini savunmuştur. Mahkemece, dava kabul edilmiş, bilirkişinin 25.09.2006 tarihli krokisinde A harfi ile gösterilen 3.40 m2 direk alanına ait davalı tapusunun iptali ile davacı adına tesciline, 332.06 m2’lik kısımda irtifak hakkı tesisine karar verilmiştir. Hükmü, davalı temyiz etmiştir.
Gerçekten, Türk Medeni Kanununun 744. maddesi uyarınca “her taşınmaz maliki zararın tamamının önceden ödenmesi koşulu ile su yolu, kurutma kanalı, gaz ve benzerlerine ait boruların, elektrik hat ve kablolarının başka yerden geçirilmeleri olanaksız veya aşırı ölçüde masraflı olduğu takdirde kendi arazisinin altından veya üstünden geçirilmesine katlanmakla yükümlüdür…” Diğer irtifaklarda olduğu gibi kuşkusuz, mecra irtifakı da özünü komşuluk hukukundan alır ve yine diğer irtifaklarda olduğu gibi kesintisizlik ilkesinin mecra irtifakında da gözetilmesi zorunludur.
Somut olayda; davacı maliki olduğu 701 parselde kum ocağı tesisi kurduğunu, enerji ihtiyacı içinde olması nedeniyle elektrik mecra irtifakı istediğini ileri sürdüğüne göre öncelikle enerjinin alınacağı yerden davacıya ait 701 parsele kadar TEK. tarafından onaylandığı belirtilen proje güzergahındaki bütün parseller davada taraf durumunu almalı, bu güzergah dahilinde olacaksa davacıya, akti mecra irtifakı tesis etmek üzere mehil verilmeli, davacı akti mecra irtifakı kurarsa güzergahtaki bütün parseller dikkate alınarak kesintisiz mecra kurulmalıdır.
Mecra irtifakının kesintisizlik ilkesinin ihlali suretiyle hüküm tesisi doğru olmamıştır. Kabule göre de, mecra irtifak bedeli davalıya ödenmek üzere önceden dosyaya depo ettirilmeden davalıya yeni bazı külfetler yükler şekilde tahsil hükmü kurulması, bu tür davalarda yükümlü taşınmaz malikinin davanın niteliği gereği yargılama giderlerinden sorumlu tutulamayacağı göz ardı edilerek davalının yargılama giderleri ile sorumlu kılınması da yanlıştır. Karar bu nedenlerle bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/13995 K: 2007/419 T: 23.01.2007
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/8742 K: 2006/10722 T: 10.10.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2005/10046 K: 2005/10925 T: 06.12.2005
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2002/3608 K: 2002/4057 T: 23.05.2002
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2008/4394 K: 2008/8877 T: 04.07.2008
Mecra irtifakı kurulması istemine ilişkin davalarda, irtifak hakkı taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından, leh ve aleyhine irtifak hakkı kurulması istenen taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına mecra irtifakı kurulacak taşınmaz paylı mülkiyete konu ise, dava paydaşlardan biri veya birkaçı tarafından açılabilir.
Davacılar, 175 ada 7 parsel sayılı taşınmaz yararına, davalıya ait 175 ada 13 parsel sayılı taşınmazdan mecra irtifakı kurulmasını istemiştir. Davalı, davanın reddini savunmuştur. Mahkemece davanın kabulüne, 05.02.2003 tarihli rapord eki krokide (A) harfi ile yeşil boyalı olarak gösterilen davalıya ait 13 parselden davacıların 7 parsel sayılı taşınmazı yararına mecra hakkı kurulmasına karar verilmiş, hükmü davalı vekili temyiz etmiştir.
Dava, Türk Medeni Kanununun 744. (önceki Medeni Kanunun 668.) maddesi uyarınca mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkindir. Anılan madde uyarınca “Her taşınmaz maliki zararın tamamının önceden ödenmesi koşuluyla su yolu, kurutma kanalı, gaz ve benzerlerine ait boruların, elektrik hat ve kablolarının, başka yerden geçirilmeleri olanaksız veya aşırı ölçüde masraflı olduğu takdirde, kendi arazisinin altından veya üstünden geçirilmesine katlanmakla yükümlüdür…”
Mecra irtifakı kurulması istemine ilişkin davalarda, irtifak hakkı taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından, leh ve aleyhine irtifak hakkı kurulması istenen taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına mecra irtifakı kurulacak taşınmaz paylı mülkiyete konu ise, dava paydaşlardan biri veya birkaçı tarafından açılabilir.
Mecra irtifakı kurulması isteğine ilişin davalarda, istemin özelliği gereği en uygun yerin aranması ilkesinin geçerli olması ve bu davaların bir irtifak hakkı olmakla birlikte özünü komşuluk hukuku ilkelerinden alması nedeniyle; öncelikle davacının mecra ihtiyacının bulunup bulunmadığı saptanmalıdır. Başka bir anlatımla, anılan hükümden yararlanmak isteyen davacı mecra irtifakı ihtiyacı içinde olduğunu ispat etmelidir.
Eldeki davada, davacılara ait 175 ada 7 parsel sayılı taşınmazdaki 3 adet evin yağmur ve pis su borularının davalı 175 ada 13 parsel sayılı taşınmazın içinden kot farkı nedeniyle zeminine gömülü olarak 20 yıl önce tesis edilen beton künklerle kanalizasyona bağlandığı, 13 parsel sayılı taşınmaz malikinin bu pis su hattındaki taşmalar nedeniyle zarar gördüğünden bahisle beton künkleri kırarak betonla kapattığı ve davacıların binalarının kanalizasyon ile bağlantılarının kesildiği, davalının davacılar aleyhine elatmanın önlenmesi davası da açtığı, sözü edilen bu elatmanın önlenmesi davasında yapılan keşif sonucu düzenlenen bilirkişi raporlarına göre, davacıların 7 parsel sayılı taşınmazının cepheli olduğu doğudaki yoldan geçirilen yeni kanalizasyon hattına kot farkı nedeniyle bağlantı yapılmasının imkansız olduğu belirtildiğinden, davalıya ait 13 parsel sayılı taşınmazdan mecra irtifakı kurulması istenmiştir.
Gerçekten, inşaat mühendisi bilirkişi Ali İhsan Dereli, 07.03.2003 günlü raporunda, davacılara ait 7 parsel sayılı taşınmaz üzerinde yer alan 3 adet evin mevcut hali ile önlerinden geçen 25.sokak üzerinde yer alan ve Seferihisar Belediyesince yaptırılan kanalizasyon hattında yer alan 558 numaralı bacanın kotu ile arasında 1.00 metre kot farkı bulunduğu, bundan dolayı davacıların atık su hattının yeni kanalizasyona bağlanmasının imkansız olduğu bildirilmiştir. Ancak aynı bilirkişinin düzenlediği 23.03.2004 tarihli ek raporda, davacılara ait 7 parsel sayılı taşınmazda yer alan 3 adet meskenin atık sularını ve arsaya toplanan yağmur sularını kanaletlerle bu depoda toplayıp, atık su pompasıyla 1.metre yükseklikte bulunan yeni kanalizasyon hattına aktarılmak istendiği takdirde bunun için 180 metre küplük bir betonarme depo yapılması ve buna tesis edilecek bir atık su motopompuyla aktarılmasının gerektiği ve bu işlem için yapılacak tesisin maliyetinin belirlendiği görülmüştür.
Davacılara ait 7 parsel sayılı taşınmazın pis su (kanalizasyon) mecrası ihtiyacının bulunduğu gerçektir. Ancak, az yukarıda açıklandığı gibi, davacıların taşınmazı yola cepheli olup, kanalizasyon şebekesine kendi imkanları ile bağlantı kurmasının mümkün olduğu, ek inşaatçı bilirkişi raporu ile saptanmıştır. Hal böyle olunca mecra irtifakının davalı parselinden geçirilmesinde zaruret hali bulunmadığı ve Medeni Kanunun 744. maddesinde aranan koşulların oluşmadığı anlaşılmakla davanın reddi yerine yazılı şekilde kabul edilmesi bozmayı gerektirmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/5101 K: 2014/6663 T: 21.05.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2010/6633 K: 2010/7323 T: 28.06.2010
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/1420 K: 2006/3040 T: 16.03.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2003/3829 K: 2003/5693 T: 04.07.2003
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2009/14833 K: 2010/1009 T: 04.02.2010
Geçit hakkı tesisinde ilke, davanın en az zarar görecek taşınmaz malikine yöneltilmesidir. Zira geçit hakkı, taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkelerinin gözetilmesi zorunludur. Geçit gereksiniminin nedeni, taşınmazın niteliği ile bu gereksinimin nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakarlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
Dava, 1058 sayılı parsel maliki olan davacı tarafından Türk Medeni Kanunu’nun 744. maddesine dayanılarak su mecra irtifakı ve Türk Medeni Kanunu’nun 747. maddesine dayanılarak da zorunlu geçit irtifakı istemleriyle açılmıştır. Davalılar davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davacının 1058 sayılı parselin yararına bilirkişinin 11.01.2008 tarihli krokisinde 1051 sayılı parselin kayıt kapsamında kalan sarı renkli yerden geçit, 1050 parsel çap kaydı kapsamında kalan yeşil renkle boyalı yerden ise su mecra irtifakı tesisine karar verilmiştir. Hükmü, aleyhine geçit irtifakı tesis edilen 1051 sayılı parselin malikleri temyiz etmiştir.
Zorunlu su mecra irtifakı kurulmasına ilişkin istemlerde; isteği öne süren kişinin zorunlu su mecra hakkı kurulmasına ihtiyacı olup olmadığının saptanması, taşınmazının bu ihtiyacını karşılama olanağı olup olmadığı hususunun açıklığa kavuşturulması, su ihtiyacı varsa bu kendisinin aşırı zahmet ve gidere katlanarak başka yoldan sağlayıp sağlamayacağının araştırılması, bütün bunların yanında da zorunlu su irtifakı kurulacak kaynak sahibinin menfaatinin gözetilip gözetilmediği hususları üzerinde durulması gerekmektedir. Ayrıca mecranın niteliği, nasıl ve hangi araçlarla geçirileceği de belirlenerek kararda gösterilmelidir.
Somut olayda ise, 1058 sayılı parselin zorunlu su mecra irtifakı ihtiyacı içinde olup olmadığı, bu ihtiyaç varsa taşınmazın bu parsel içersinde ihtiyacın karşılanıp karşılanmayacağı araştırılmamıştır. Öte yandan kurulan mecranın nasıl ve hangi araçlarla 1050 sayılı parselden geçirileceği hususu da kararda belirtilmemiştir. Ne var ki, 1050 sayılı parsel maliklerinin temyiz itirazları bulunmadığından bu hususlar bozma nedeni yapılmamış düşülen yanlışlığa değinilmekle yetinilmiştir. Ancak;
Tıpkı zorunlu geçit ihtiyacında olduğu gibi zorunlu su mecra irtifakının da kesintisizlik ilkesi gereği kaynağına bağlanması gerekir. Bilirkişi krokisinden davacı parseli lehine kurulan su mecrasının doğudaki arka bağlanması gerektiği ve bu arkın dava dışı DSİ Genel Müdürlüğü’ne ait olduğu anlaşılmaktadır. Bundan dolayı davacı parseline DSİ’ye ait arktan bağlantı yapılıp yapılma olanağı sorulup saptanmadan mecra tesisi doğru olmamıştır.
Öte yandan, dosyada yer alan bilgi ve belgelerden 1057 sayılı parselin davacı ve diğerler iştirakçiler adına paylı mülkiyet rejimine tabi olarak kayıtlı olduğu anlaşılmaktadır.
Geçit hakkı tesisinde ilke, davanın en az zarar görecek taşınmaz malikine yöneltilmesidir. Zira geçit hakkı, taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkelerinin gözetilmesi zorunludur. Geçit gereksiniminin nedeni, taşınmazın niteliği ile bu gereksinimin nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakarlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır. Davacı 1057 sayılı parsele paydaş olduğuna, bu parselden dava dışı 1054 sayılı parsele geçmek suretiyle genel yola ulaşabileceğine göre yukarıda belirtilen kurallar çerçevesinde davacının geçit gereksiniminden en az zarar görmesi olanaklı taşınmaz durumundaki 1054 sayılı parsel malikleri hakkında dava açmak üzere davacıya mehil verilmeli, açılırsa dava dosyaları birleştirilmeli, davacının 1057 sayılı parselden yararlanarak 1054 sayılı parsel üzerinden geçiş olanağı araştırılmalıdır. Değinilen bu alternatifin değerlendirme dışı bırakılması doğru görülmemiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/10869 K: 2006/13321 T: 17.11.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2008/4394 K: 2008/8877 T: 04.07.2008
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/8430 K: 2006/9033 T: 21.09.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2005/5560 K: 2005/8663 T: 05.10.2005
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2010/101 K: 2010/128 T: 03.03.2010
Zorunlu mecra hakkı davalarında davanın kabulüne karar verildiği takdirde mecra geçirilmesi ile yükümlenen taşınmaz malikinin mülkiyet hakkı, zaruret durumu ortadan kalkıncaya kadar sınırlanmaktadır. Malik, ancak hak sahibinin izni ölçüsünde yararlanabilmektedir. Bu durumda, mülkiyet hakkı süresi belli olmayan bir zaman dilimi için sınırlanan yükümlenen taşınmaz malikinin, bir taraftan bu sınırlama için belirlenen tazminat miktarına layık görülürken, öte yandan bazen de bu bedelin de çok üstünde gerçekleşen yargılama giderlerinden sorumlu tutulması hakkaniyet ilkesine de aykırıdır.
Taraflar arasındaki “icra takip muamelelerinin ve icra takibinin iptali” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Hatay İcra Mahkemesince şikayetin kabulüne dair verilen 22.01.2009 gün ve 2008/377 E., 2009/21 K. sayılı kararın incelenmesi davalılar vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 12.Hukuk Dairesinin 21.07.2009 gün ve 2009/7624-16408 sayılı ilamıyla;
(…İlamın infaz edilecek kısmı hüküm bölümüdür. Hüküm içeriğinin aynen infazı zorunludur. İcra mahkemesi hakimi ilamın infaz edilecek kısmını yorum yoluyla belirleme yetkisine sahip değildir (HGK’nun 08.10.1997 tarih 1997/12-5 17 E., 1997/776 K.).
Takip dayanağı ilamda 1450 parsel lehine konulan geçit hakkı tesisi açıkça yazılmış ve ekli krokide açıkça gösterilmiştir.
İlam bu haliyle infazı kabil bir ilam olup, şikayetin reddine karar verilmesi gerekirken yanlış gerekçeyle yazılı şekilde icra emrinin iptaline karar verilmesi isabetsizdir…) gerekçesiyle oybirliği ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: Dava, icra takip muamelelerinin ve icra takibinin iptali istemine ilişkindir.
Davacılar vekili, davalıların, Hatay Sulh Hukuk Mahkemesi‘nin 2007/808-921 sayılı kararına dayanarak, müvekkilleri hakkında başlattığı icra takibi ile; 1451 parselden, 1450 parsel lehine su geçit hakkı tesisi istediklerini, takipte dayanılan ilamın henüz kesinleşmediğini, kararın kesinleşmeden icra takibi yapılamayacağını, ödeme emrinde 1451 parsele su borusu döşenmesinin davacılardan talep edildiğini, su borusunu döşeme ve masraflarına katlanma görevinin davacılara değil davalılara ait olduğunu, davalıların masraf ve vekalet ücreti talep etme haklarının da bulunmadığını, kararda su geçit hakkının 1451 parsel aleyhine kurulmasına ve su geçit hakkı kurulurken fenni bilirkişi Mükremin Oktay’ın düzenlemiş olduğu 14.12.2005 tarihli rapor ve krokinin dikkate alınmasına karar verildiğini, bahsi geçen krokide su geçit hakkının ve su borusunun döşeneceği yerin 1451 parsel içerisinde gösterilmediğini, mahkeme ilamının infaz kabiliyeti bulunmadığını belirterek, yapılan icra takip muamelelerinin ve icra takibinin iptaline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalılar vekili, davanın süresinde açılmadığını, ilama aykırı takip bulunmadığını, kararın kesinleştiğini, davacıların ileri sürdüğü hususların gerçek olmadığını ileri sürerek davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.
Mahkemece, Sulh Hukuk Mahkemesine ait kararın, 1451 nolu parselden davacılara ait 1450 nolu parsele su geçit hakkı tesisine ilişkin olduğu, geçit hakkı davalarının mahiyeti icabı tüm masrafların lehine geçit hakkı kurulmasına karar verilen tarafça karşılanması gerektiği, masrafların icra giderlerinin ve vekalet ücretinin karşı taraftan tahsilinin talep edilemeyeceği, mahkeme ilamlarının ekindeki kroki ile birlikte uygulanacağı, Sulh Hukuk Mahkemesinin ilamında 1451 nolu parsel malikleri aleyhine hüküm kurulduğu halde, karar ekindeki krokide kırmızı ile gösterilen yerin 1451 nolu parsel içerisinde kalmadığı gerekçeleri ile şikayetin kabulü ile, Hatay 1.İcra Müdürlüğünün 2008/3904 E. sayılı takip dosyasında davacılar hakkında çıkartılan icra emrinin iptaline, karar verilmiştir.
Özel Dairenin yukarıda yazılı bozma kararı üzerine yerel mahkemece; önceki kararda direnilmiş; direnme kararı, davalılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Açıklanan maddi olgu, iddia ve savunma ile bozma ve direnme kararlarının kapsamları itibariyle Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; icra takibinde dayanılan, mecra hakkı tesisine ilişkin Hatay Sulh Hukuk Mahkemesi’nin 12.12.2007 gün ve 2007/808-1921 sayılı kararının, infazının mümkün olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
Uyuşmazlığın özüne girmeden önce konuya ilişkin genel bir açıklama yapmakta fayda görülmüştür. Mecralar, bir arazinin altından veya üstünden geçen yer şeyin ve arazideki yapıların o arazinin mütemmim cüzü ve bu sıfatla da mülkiyetlerinin arazi sahibine ait olması şeklindeki genel hukuk kuralının istisnalarından biri olup, kuvvet ve maddelerin taşınması ve dağıtımına yarayan teknik yapılardır.
1.1.2002 tarihinde yürürlüğe giren 4721 sayılı Türk Medeni Kanunun 727 ve 744. maddeleri ile 743 sayılı Türk Kanunu Medenisinin 653 ve 668. maddelerinde düzenlenen mecralar; elektrik, su ve gaz gibi akıcı maddelerin iletilmesini sağlamak üzere arazinin üstünden veya altından ya da içinden geçirilen teknik tesisatı ifade eder.
Başkasının taşınmazından mecra geçirimi için Türk Medeni Kanunu iki olanak sağlamıştır. Bunlardan birincisi, 727. maddesinde düzenlenmiş “Rızai Mecra İrtifakı” olup; ikinci ise anlaşma olanağının sağlanamaması durumunda 744. maddesinde düzenlenmiş olan “Zorunlu Mecra İrtifakı” kurulabilmesi için dava yoluna başvurulması halidir. Görülüyor ki, bu tür irtifak hakkının kurulmasını sağlayan neden sadece anlaşma değildir. Mahkeme kararıyla da bu irtifak hakkı kurulabilmektedir.
Başkasının taşınmazından mecra geçirilmesine imkan veren bu maddenin öngördüğü hak sahibine, o taşınmazdan yararlanma yetkisi sağlaması ve böylece malikin yararlanma yetkisini mecra geçiren kişi lehine sınırlaması bakımından irtifak hakları arasında yer almaktadır. Yararlanma biçimi, hak sahibinin o taşınmazdan mecra geçirmesi ve bu nedenle bazı faaliyetlerde bulunabilmesine yönelik olduğundan, mecra geçirecek kişi ile taşınmaz arasında doğrudan doğruya bir ilişki kurulmasını zorunlu kılar. Bir başka anlatımla, mecra irtifakının tesisi, taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasında da olduğu gibi, tescile esas teşkil edecek bir “temliki işleme”, yani “iktisap sebebine” ihtiyaç gösterir. İktisap sebebini teşkil eden hukuki işlem çoğunlukla bir irtifak sözleşmesi görünümünü taşır. Mecra irtifakı sözleşmesiyle, tarafların mecra hakkının tesisi hususundaki karşılıklı, birbirine uygun iradelerinin yer aldığı borçlandırıcı işlem kast olunmaktadır. Bu işlem, mecra hakkının belli bir muhteva ile kurulmasına ilişkin bulunmaktadır (H. Cumhur Özakman – Türk Hukukunda Mecra İrtifakları – İstanbul 1978 – Sayfa 41).
Diğer yandan, üzerinde irtifak hakkı kurulan taşınmazın sahibi, bu sözleşmeyle, irtifak hakkı sahibine “arazisi üzerinde ana yapı için gereken mecraları yapması veya evvelce meydana getirilmiş mecralar varsa onları yerinde alıkoyması ve bunları korumak amacıyla arazisine girmesi konularında izin vermektedir.” (Suad Bertan – Ayni Haklar – Ankara 1976 – Sayfa 656 vd.).
Mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkin davalarda, istemin özelliği gereği en uygun yerin aranması ilkesinin geçerli olması ve bu davaların bir irtifak hakkı olmakla birlikte özünü komşuluk hukuku ilkelerinden alması nedeniyle aşağıdaki hususlar üzerinde de durmak gerekmektedir.
- maddede düzenlenen “Zorunlu Mecra İrtifakı” kurulabilmesi için öğreti ve uygulamada kabul edilen “Genel Koşullar” şunlardır;
1-Öncelikle davacının su yolu ihtiyacının bulunup bulunmadığı saptanmalıdır.
2-İrtifak hakları taşınmazlar leh ve aleyhine kurulduğundan, leh ve aleyhine irtifak kurulacak taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer almaları sağlanmalıdır.
3-İrtifak hakkının kurulabilmesi için öncelikle, çevre taşınmazların tamamının üzerinde irtifak hakkı kurmaya elverişli olup olmadığı incelenip, hukukun genel bir ilkesi olan fedakarlığın denkleştirilmesi ilkesi uyarınca taraf yararları da gözetilerek, en az masrafı gerektiren ve bundan da en az zarar görecek kişi taşınmazı üzerinden bu hak kurulmalıdır.
4-Mecra irtifakının bağlanacağı su yolu ya da kaynağı ile yararına mecra hakkı kurulan taşınmaz arasında kesintisiz bağlantı sağlanmalıdır.
5-Su yolunun niteliği suyun nasıl ve hangi araçlarla geçirileceği, ayrıca belirlenerek kararda gösterilmelidir.
6-İrtifak hakkının bedeli taşınmazların niteliğine göre atanacak bilirkişiler aracılığı ile objektif kriterler esas alınarak saptanmalı ve bedel hükümden önce mahkeme veznesine depo ettirilmelidir.
7- Davanın niteliği gereği, yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır.
9- Taşınmazlar tapuda kayıtlı olmalıdır.
10- İstemden feragat edilmemiş olmalıdır.
11-Tam bir tazminatın ödenmelidir.
11-İstem halinde gideri davacı tarafından karşılandığında mecra hakkının tapu siciline kaydına da karar verilmelidir.
Mecra hakkı kurulmasına ilişkin ilkelere değinildikten sonra, bu hakkın kaynağını komşuluk hukukundan aldığı hususunun üzerinde durulması gerekmektedir.
Maddenin Kanun içerisindeki sistematik yerine bakıldığında, mecranın geçirilmesi lüzumu komşuluk ilişkisine dayanmalıdır. Komşunun mutlaka bitişik taşınmaz olması gerekmez, ancak, komşu kavramına girmeyen uzaktaki bir işletme, su, elektrik gibi ulaştırma tesisatını geçirmek için bu maddeden yararlanamaz. (Oğuzman M. Kemal, Seliçi Özer Eşya Hukuku 5. Bası İstanbul 1988 s.483 vd.) Bu tür işletme veya taşınmaz malikleri ancak malikle anlaşarak mecra irtifakı kurabilirler.
Zorunlu mecra hakkının kurulabilmesi için leh ve aleyhine mecra tesis olunacak özel mülkiyet konu taşınmazların tamamının aynı zamanda tapuda kayıtlı olmaları da şarttır.
Bu husus mecra hakkının, bir taşınmaz sınırlaması olmasından kaynaklanmaktadır ve bu tür sınırlamalar ancak mülkiyet hakkına konu olan taşınmazlar için söz konusu olabilir. Zira kural olarak taşınmaz malda mülkiyet hakkı tapu siciline tescil edilmekle doğar. Tapu siciline kayıtlı olmayan bir taşınmaz mal üzerinde mülkiyet hakkının varlığından söz edilemez.
Bu nedenledir ki, mecra davalarında, mahkemece öncelikle leh ve aleyhine mecra istenilen taşınmazların tapu kayıtları son şekilleriyle getirilmelidir.
Bilindiği üzere, Türk Medeni Kanununun 727. maddesi de, 726. madde gibi, “yapıların, üzerinde bulunduğu taşınmazların mütemmim cüz’ü olduğu” yolundaki aynı Yasa’nın 684 ve 718. maddeleri ile konulmuş bulunan genel kuralın bir istisnasıdır ve mecraların geçtiği taşınmazlar üzerinde irtifak hakkı kurulma yoluyla bu mecraların, üzerinde bulunduğu taşınmazların mülkiyetine girmemesi sağlanmıştır.
Zorunlu mecra hakkı kararı, yükümlü taşınmazdan bir kısım yerin yararlanan taşınmaza katılması suretiyle bu yerin mülkiyetinde el değişikliğine yol açabilecek bir hukuki sonuç doğurmaz. Bu hak ancak, mecra güzergahı olarak belirlenen kısımda yararlanan taşınmaz lehine yalnız hakkın kapsamı çerçevesinde bir kullanma olanağı sağlar. Bu nedenle mecra kurulan yerin, yükümlü taşınmazdan alınarak yararlanan taşınmaza katılması suretiyle mülkiyet hakkında değişikliğe ve adeta bir ifraza yol açacak şekilde karar verilmesi doğru değildir. Bu tür istemlerde “zorunluluk miktarınca sınırlanma” söz konusu olduğundan; ihtiyaç içindeki taşınmaz malikinin ihtiyacının giderilmesine yönelik sınırlı bir kullanıma şeklinin tanınması yeterli olur. Mecra yerinin mülkiyetinin lehine karar verilen kişiye devrine karar verilemez. Bu nedenle, mecra hakkı tesisi istemlerini içeren davaların kabulü halinde verilecek kararlarda; yararlanan ve yükümlü taşınmazların tapu kayıtları ve varsa parsel numaraları belirtilmek suretiyle “mecra hakkı kurulmasına” denilmekle, yetinilmeli ve 744. maddeye göre de, kurulan bu hakkın aynı maddenin son fıkrası uyarınca, istem halinde gider davacı tarafından karşılandığında tapu siciline kaydına da yer verilmelidir.
Bir başka anlatımla zorunlu mecra hakkı, taşınmazların leh ve aleyhine kurulmalıdır. Bunun içindir ki, mecra isteyen davacının yararına olacak şekilde mecra kurulmasına karar verilmesi yanlış olur.
İlerde çıkabilecek anlaşmazlıkların önlenebilmesi için, hükümde, mecra hakkının yerinin, yönünün, uzunluk, derinlik ve genişliğinin, yüzölçümü olarak miktarının açıkça belirtilmesi ve yükümlü taşınmaz üzerinde kurulan mecra hakkını yukarıda belirtilen özellikleri ile gösterir bir krokinin de karara eklenmesi gerekir.
Mahkemece hükme dayanak yapılan bilirkişi raporu ile hüküm fıkrası birbirine uygun olmalı ve infaza elverişli olmayacak bir şekilde hüküm tesis edilmemelidir. (HUMK’nun 388/son cümle.)
Mecra yeri için birden fazla taşınmaz maliki davalı gösterilmek suretiyle dava açılmışsa, üzerinde mecra kurulmayan taşınmaz malikleri hakkındaki davanın reddine karar verilmelidir.
Yargılama giderlerinin usul hukuku hükümlerine göre, davayı kaybeden tarafa yükletilmesinin temelinde davaya karşı çıkma ve davaya sebebiyet verme olgusu yatmaktadır. Zorunlu mecra hakkı tesisi davalarında, ihtiyaç sahibi taşınmaz malikinin mecra geçirme zarureti içinde olmasında, davalının kusuru bulunduğundan söz edilemez. Bu sınırlama kanundan doğmakta ve çoğu kere de ihtiyaç sahibi kişi başka herhangi bir girişimde bulunmadan yasanın kendisine tanıdığı bu haktan faydalanmak için dava yoluna başvurmaktadır. Bunun içindir ki; mecra ihtiyacının doğmasında, kusuru bulunmayan davalının davaya sebebiyet verdiğinden bahsedilemez.
Zorunlu mecra hakkı davalarında davanın kabulüne karar verildiği takdirde mecra geçirilmesi ile yükümlenen taşınmaz malikinin mülkiyet hakkı, zaruret durumu ortadan kalkıncaya kadar sınırlanmaktadır. Malik, ancak hak sahibinin izni ölçüsünde yararlanabilmektedir. Bu durumda, mülkiyet hakkı süresi belli olmayan bir zaman dilimi için sınırlanan yükümlenen taşınmaz malikinin, bir taraftan bu sınırlama için belirlenen tazminat miktarına layık görülürken, öte yandan bazen de bu bedelin de çok üstünde gerçekleşen yargılama giderlerinden sorumlu tutulması hakkaniyet ilkesine de aykırıdır.
Somut olaya gelince; davalılar Hatay Sulh Hukuk Mahkemesinin 12.12.2007 gün ve 2007/808-1921 sayılı dosyasında açtıkları dava ile, kendilerine ait 1450 nolu parselde bulunan suyu 1452 nolu parsele götürmek istediklerini, her iki parselin arasında 1451 nolu parselin bulunduğu ancak suyu bu parsel üzerinden değil bu parselin kuzey sınırı boyunca giden Hazineye ait su arkı içerisine su borusu döşemek suretiyle götürmek isteklerini beyan etmişler, görülmekte olan davanın davacıları aynı zamanda 1451 nolu parsel maliklerini de davalı göstermişlerdir. Mahkemece davanın kabulü ile 1451 nolu parselden 1450 nolu parsel lehine mecra hakkı tesisine, 14.12.2005 tarihli bilirkişi raporu ve krokinin de kararın eki sayılmasına, yargılama giderlerinin davacılar üzerinde bırakılmasına karar verilmiştir.
Mecra hakkı tesisine ilişkin Sulh Hukuk Mahkemesi kararda 1451 nolu parsel mecra hakkı tesisi ile yükümlü tutulmasına rağmen, kararın ekindeki bilirkişi raporu ve krokide su borularının bu taşınmaz üzerinden değil, talep gibi Hazineye ait bu taşınmazın kuzey sınırından geçen su arkı içerisinden götürüldüğü bu durumda, kararın “Hüküm” kısmı bilirkişi raporunun birbiri ile çeliştiği açıkça anlaşıldığından, HUMK’nun 388/son cümle gereğince infaz kabiliyetinin bulunmadığı belirgindir.
Bunun yanında, yukarıda anlatılan ilkeler ışığında ve mecra hakkı tesis edilecek taşınmazların tapulu olması gerektiğinden bilirkişi raporuna göre mecra hakkı tesisin edilen yerin Hazineye ait ve tapusuz olduğu anlaşılan su arkından geçirilmesine karar verilmesi de doğru bulunmamaktadır.
Ayrıca, mecra hakkı tesisine ilişkin davalarda yargılama giderleri ve vekalet ücretinin lehine mecra hakkı tesisine karar verilen taşınmaz maliklerine ait olmasına ve mahkemenin de bu yönde karar vermiş olmasına rağmen yargılama giderleri ve icra masrafları yönünden de davacılar hakkında icra takibi yapılmış olması yukarıdaki ilkelere aykırılık teşkil etmektedir.
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, mahkeme kararında açıklanan gerektirici nedenlere ve özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre, usul ve yasaya uygun bulunan direnme kararının onanması gerekir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2007/93 K: 2007/88 T: 28.02.2007
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/676 K: 2005/600 T: 26.10.2005
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/113 K: 2006/205 T: 19.04.2006
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2019/318 K: 2019/1238 T: 28.11.2019
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2010/6633 K: 2010/7323 T: 28.06.2010
Mecra irtifakı kurulmasına ilişkin istemlerde isteği öne süren kişinin zorunlu su mecra hakkı kurulmasına ihtiyacı olup olmadığının saptanması, taşınmazının bu ihtiyacını karşılama olanağı olup olmadığı hususunun açıklığa kavuşturulması, su ihtiyacı varsa bunu kendisinin aşın zahmet ve gidere katlanarak başka yoldan sağlayıp sağlamayacağının araştırılması, bütün bunların yanında da zorunlu su irtifakı kurulacak kaynak sahibinin menfaatinin gözetilip gözetilmediği hususları üzerinde durulması gerekmektedir. O yüzden bu tür davalarda zorunlu su irtifakı kurulacak güzergâhtaki bütün taşınmaz malikleri ile kaynak sahibi davada taraf olarak yer almalıdır.
Davacı, 101 ada 774 ve 776 parsel sayılı taşınmazları lehine, davalıya ait 101 ada 778 parsel sayılı taşınmaz içerisinde bulunan su kaynağından mecra hakkı kurulmasını istemiştir. Davalı, davanın reddini savunmuştur. Mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir. Hükmü, davacı temyiz etmiştir.
Türk Medeni Kanunu’nun 744. maddesi uyarınca “Her taşınmaz maliki, uğrayacağı zararın tamamının önceden ödenmesi koşuluyla suyolu, kurutma kanalı, gaz ve benzerlerine ait boruların, elektrik hat ve kablolarının, başka yerden geçirilmesi olanaksız veya aşın ölçüde masraflı olduğu takdirde, kendi arazisinin altından veya üstünden geçirilmesine katlanmakla yükümlüdür.” Ancak, mecra geçirilmesini düzenleyen 744. maddeyi tek başına düşünmemek, yasanın “zorunlu su” başlıklı 761. maddesi ile birlikte ele almak gerekir. Bu hüküm de; “Evi, arazisi veya işletmesi için gerekli sudan yoksun olup, bunu aşın zahmet ve gidere katlanmaksızın başka yoldan sağlayamayan taşınmaz maliki, komşusundan, onun ihtiyacından fazla olan suyu tam bir bedel karşılığında almasını sağlayacak bir irtifak kurulmasını isteyebilir. Zorunlu su irtifakının kurulmasında öncelikle kaynak sahibinin menfaati gözetilir…” şeklindedir.
Mecra irtifakı kurulmasına ilişkin istemlerde isteği öne süren kişinin zorunlu su mecra hakkı kurulmasına ihtiyacı olup olmadığının saptanması, taşınmazının bu ihtiyacını karşılama olanağı olup olmadığı hususunun açıklığa kavuşturulması, su ihtiyacı varsa bunu kendisinin aşın zahmet ve gidere katlanarak başka yoldan sağlayıp sağlamayacağının araştırılması, bütün bunların yanında da zorunlu su irtifakı kurulacak kaynak sahibinin menfaatinin gözetilip gözetilmediği hususları üzerinde durulması gerekmektedir. O yüzden bu tür davalarda zorunlu su irtifakı kurulacak güzergâhtaki bütün taşınmaz malikleri ile kaynak sahibi davada taraf olarak yer almalıdır. Çünkü bu tür irtifakın da kesintisizlik ilkesine göre tesisi gerekir. Ayrıca mecranın niteliği, nasıl ve hangi araçlarla geçirileceği de belirlenerek kararda gösterilmelidir.
Diğer taraftan, irtifak hakkının bedeli, taşınmazların niteliğine göre uzman bilirkişiler aracılığı ile objektif kıstaslar esas alınarak saptanmalı ve bedel hükümden önce mahkeme veznesine depo ettirilmelidir. Bu tür davaların niteliği gereği de, yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır.
Eldeki davada; davacı taşınmazı için gerekli olan suyun kaynak sahibi davalının taşınmazı içerisinde bulunan sudan kendi taşınmazına kurulacak mecra irtifakı ile sağlanmasını istemektedir. Ziraat bilirkişisi, dosyada mevcut 16.06.2008 tarihli raporunda davacı taşınmazının yılda altı defa sulanması gerektiğini, 1168 ve 775 parsellerin kuzey ve batısından geçen kanallardan emek ve mesai ile toplanacak suyla sulama yapılıp yapılamayacağı kot farkı nedeni ile bilgisi dışında olmakla birlikte ceviz ağaçlarını sulamak için en uygun kaynağın çeşme olduğunu ve buradan hortum vasıtasıyla sulanabileceğini ifade etmiştir. Fen bilirkişisi raporunda gösterilmeyen fakat ziraat bilirkişisi tarafından zeminde olduğu bildirilen kanallar ile davacı taşınmazının kuzeyinde yer alan dereden sulama yapılıp yapılamayacağı araştırılmamıştır.
Bütün bu anlatımlardan sonra mahkemece yapılması gereken iş; yerinde yeniden keşif yapılarak davacının istemlerini açıklanan doğrultuda incelemek, bilirkişilerden ayrıntılı ve gerekçeli rapor almak, Türk Medeni Kanunu’nun 742, 743, 744 ve 761. maddelerinde öngörülen kurallar da göz önünde bulundurularak sonucuna göre bir karar vermek olmalıdır. Eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmediğinden kararın bozulması gerekmiştir.
Kabule göre de, Türk Medeni Kanunu’nun 742/3. maddesinde üstteki arazi malikinin, alt taraftaki taşınmaza gerekli olan suyu, ancak kendi taşınmazı için zorunlu olduğu ölçüde tutabileceği düzenlenmiştir. Davalıya ait 778 parsel sayılı taşınmaz içerisinde bulunduğu bildirilen kaynağın davalının ihtiyacından fazlasını bulundurup bulundurmadığı araştırılmadan özel su olduğu gerekçesi ile davanın reddi de yerinde değildir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/5101 K: 2014/6663 T: 21.05.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/13995 K: 2007/419 T: 23.01.2007
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/1420 K: 2006/3040 T: 16.03.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2003/3829 K: 2003/5693 T: 04.07.2003
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/8017 K: 2012/8602 T: 18.06.2012
İrtifak hakkının bedeli, taşınmazların niteliğine göre uzman bilirkişiler aracılığı ile objektif kıstaslar esas alınarak saptanmalı ve bedel hükümden önce mahkeme veznesine depo ettirilmelidir. Hemen belirtmek gerekir ki, bedelin saptanmasından sonra hüküm tarihine kadar taşınmazın değerinde önemli derecede değişim yaratabilecek uzunca bir süre geçmiş veya bedel tespitinden sonra yörede taşınmazın değerini artıracak değişiklikler meydana gelmiş olabilir.
Dava, Türk Medeni Kanununun 744. maddesi gereğince mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkindir. Davalılar, davanın reddini savunmuştur. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiş, hükmü aleyhine mecra irtifakı kurulan parsellerden 96 sayılı parselin malikleri temyiz etmişlerdir.
1-Yapılan yargılamaya, toplanan deliller ve tüm dosya içeriğine göre davalıların aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan diğer temyiz itirazları yerinde görülmemiş, reddi gerekmiştir.
2-Türk Medeni Kanununun 744. maddesi uyarınca “Her taşınmaz maliki, uğrayacağı zararın tamamının önceden ödenmesi koşuluyla su yolu, kurutma kanalı, gaz ve benzerlerine ait boruların, elektrik hat ve kablolarının, başka yerden geçirilmesi olanaksız veya aşırı ölçüde masraflı olduğu takdirde, kendi arazisinin altından veya üstünden geçirilmesine katlanmakla yükümlüdür.”
Mecra irtifakı kurulması istemine ilişkin davalarda, irtifak hakkı taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından, leh ve aleyhine irtifak hakkı kurulması istenen taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına mecra irtifakı kurulacak taşınmaz müşterek mülkiyete konu ise, dava paydaşlardan biri veya birkaçı tarafından açılabilir.
Mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkin davalar, özünü komşuluk hukuku ilkelerinden alması nedeniyle yapılacak araştırma ve incelemede, öncelikle davacının mecra ihtiyacının bulunup bulunmadığı saptanmalıdır.
İhtiyacın saptanması halinde de, çevre taşınmazların tamamının üzerinde irtifak hakkı kurmaya elverişli olup olmadığı incelenip, hukukun genel bir ilkesi olan “fedakârlığın denkleştirilmesi ilkesi” uyarınca taraf yararları da gözetilerek en az masrafı gerektiren ve bundan da en az zarar görecek kişi taşınmazı üzerinden mecra irtifakının bağlanacağı su, elektrik, gaz ve benzerine ait yol ya da kaynak ile yararına mecra hakkı kurulan taşınmaz arasında kesintisiz bağlantı sağlayacak şekilde kurulmalıdır. Ayrıca mecranın niteliği, nasıl ve hangi araçlarla geçirileceği ayrıca belirlenerek kararda gösterilmelidir.
İrtifak hakkının bedeli, taşınmazların niteliğine göre uzman bilirkişiler aracılığı ile objektif kıstaslar esas alınarak saptanmalı ve bedel hükümden önce mahkeme veznesine depo ettirilmelidir. Hemen belirtmek gerekir ki, bedelin saptanmasından sonra hüküm tarihine kadar taşınmazın değerinde önemli derecede değişim yaratabilecek uzunca bir süre geçmiş veya bedel tespitinden sonra yörede taşınmazın değerini artıracak değişiklikler meydana gelmiş olabilir. Bu gibi durumlarda mülkiyet hakkı kısıtlanan taşınmaz malikinin mağduriyetine neden olmamak ve diğer tarafın hakkın kötüye kullanılması sonucunu doğuracak olası davranışlarını önlemek için hüküm tarihine yakın yeni bir değer tespiti yapılmalıdır.
Davanın niteliği gereği, yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır.
Anılan maddenin son fıkrası uyarınca, istem halinde gideri davacı tarafından karşılandığında mecra hakkının tapu siciline kaydına da karar verilmelidir.
Bu ilkeler ışığında somut olaya bakıldığında; mahkemece, irtifak hakkının bedelinin, taşınmazların niteliğine göre uzman bilirkişiler aracılığı ile objektif kıstaslar esas alınarak saptanarak hükümden önce mahkeme veznesine depo ettirilmek suretiyle bedelin aleyhine elektrik mecra hakkı kurulan davalılarla ödenmesi gerekir.
Ayrıca, bu tür davalarda davanın niteliği gereği yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılması gerekirken yargılama giderlerinin davalılardan tahsiline karar verilmesi ile yargılama giderlerinden sayılan vekalet ücretinin de davalılardan alınarak davacıya verilmesine karar verilmesi doğru görülmemiş bu sebeple hükmün bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/14544 K: 2014/1543 T: 06.02.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2007/16300 K: 2008/1032 T: 05.02.2008
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/3524 K: 2006/4754 T: 24.04.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2004/9193 K: 2004/8823 T: 16.12.2004
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/8742 K: 2013/12273 T: 27.09.2013
Mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkin davalar, özünü komşuluk hukuku ilkelerinden alması nedeniyle yapılacak araştırma ve incelemede, öncelikle davacının mecra ihtiyacının bulunup bulunmadığı saptanmalıdır. İhtiyacın saptanması halinde de, çevre taşınmazların tamamının üzerinde irtifak hakkı kurmaya elverişli olup olmadığı incelenip, hukukun genel bir ilkesi olan “fedakarlığın denkleştirilmesi ilkesi” uyarınca taraf yararları da gözetilerek en az masrafı gerektiren ve bundan da en az zarar görecek kişi taşınmazı üzerinden mecra irtifakının bağlanacağı su, elektrik, gaz ve benzerine ait yol ya da kaynak ile yararına mecra hakkı kurulan taşınmaz arasında kesintisiz bağlantı sağlayacak şekilde kurulmalıdır.
Dava, çaplı taşınmaza elatmanın önlenmesi ve kal, karşı dava Türk Medeni Kanunun 744. maddesi gereğince mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkindir. Davalı ve karşı davacı, davanın reddini savunmuştur Mahkemece, davanın reddine, karşı davanın kabulüne karar verilmiştir. Hükmü, davacı ve karşı davalı vekili temyiz etmiştir.
Türk Medeni Kanununun 744. maddesi uyarınca “Her taşınmaz maliki, uğrayacağı zararın tamamının önceden ödenmesi koşuluyla su yolu, kurutma kanalı, gaz ve benzerlerine ait boruların, elektrik hat ve kablolarının, başka yerden geçirilmesi olanaksız veya aşırı ölçüde masraflı olduğu takdirde, kendi arazisinin altından veya üstünden geçirilmesine katlanmakla yükümlüdür.”
Mecra irtifakı kurulması istemine ilişkin davalarda, irtifak hakkı taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından, leh ve aleyhine irtifak hakkı kurulması istenen taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına mecra irtifakı kurulacak taşınmaz müşterek mülkiyete konu ise, dava paydaşlardan biri veya birkaçı tarafından açılabilir.
Mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkin davalar, özünü komşuluk hukuku ilkelerinden alması nedeniyle yapılacak araştırma ve incelemede, öncelikle davacının mecra ihtiyacının bulunup bulunmadığı saptanmalıdır. İhtiyacın saptanması halinde de, çevre taşınmazların tamamının üzerinde irtifak hakkı kurmaya elverişli olup olmadığı incelenip, hukukun genel bir ilkesi olan “fedakarlığın denkleştirilmesi ilkesi” uyarınca taraf yararları da gözetilerek en az masrafı gerektiren ve bundan da en az zarar görecek kişi taşınmazı üzerinden mecra irtifakının bağlanacağı su, elektrik, gaz ve benzerine ait yol ya da kaynak ile yararına mecra hakkı kurulan taşınmaz arasında kesintisiz bağlantı sağlayacak şekilde kurulmalıdır. Ayrıca mecranın niteliği, nasıl ve hangi araçlarla geçirileceği ayrıca belirlenerek kararda gösterilmelidir.
İrtifak hakkının bedeli, taşınmazların niteliğine göre uzman bilirkişiler aracılığı ile objektif kıstaslar esas alınarak saptanmalı ve bedel hükümden önce mahkeme veznesine depo ettirilmelidir. Hemen belirtmek gerekir ki, bedelin saptanmasından sonra hüküm tarihine kadar taşınmazın değerinde önemli derecede değişim yaratabilecek uzunca bir süre geçmiş veya bedel tespitinden sonra yörede taşınmazın değerini artıracak değişiklikler meydana gelmiş olabilir. Bu gibi durumlarda mülkiyet hakkı kısıtlanan taşınmaz malikinin mağduriyetine neden olmamak ve diğer tarafın hakkın kötüye kullanılması sonucunu doğuracak olası davranışlarını önlemek için hüküm tarihine yakın yeni bir değer tespiti yapılmalıdır.
Davanın niteliği gereği, yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır. Anılan maddenin son fıkrası uyarınca, istem halinde gideri davacı tarafından karşılandığında mecra hakkının tapu siciline kaydına da karar verilmelidir.
Bu ilkeler ışığında somut olaya bakıldığında; davalı ve karşı davacı, 336 ada 65 ve 66 sayılı parsellerinin elektrik ihtiyacı için direk dikilmesi gerektiği iddiasına dayanarak eldeki davayı açmıştır. Belirtilen taşınmazların sınırında yol bulunması nedeniyle elektrik hat ve kablolarının komşu parsellerden geçirilmeden, genel yoldan geçirilerek elektrik ihtiyacının karşılanması imkanının bulunup bulunmadığı incelenmemiş, bilirkişi raporlarında bu husus değerlendirilmemiştir.
Bu durumda mahkemece bilirkişilerden ek rapor alınarak veya ihtiyaç duyulursa yerinde yeniden keşif yapılıp, Türk Medeni Kanununun 742. ve 743. maddeleri de göz önünde bulundurularak davalı ve karşı davacının iddiasının gerçekliği araştırılmalı istem bunun sonucuna göre bir karara bağlanmalıdır.
Karşı davacının yararına mecra irtifakı kurulması için yukarıda açıklanan şekilde inceleme yapılarak sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/5101 K: 2014/6663 T: 21.05.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/13995 K: 2007/419 T: 23.01.2007
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/1420 K: 2006/3040 T: 16.03.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2003/3829 K: 2003/5693 T: 04.07.2003
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/14544 K: 2014/1543 T: 06.02.2014
Mecra irtifakı kurulması istemine ilişkin davalarda, irtifak hakkı taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından, leh ve aleyhine irtifak hakkı kurulması istenen taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına mecra irtifakı kurulacak taşınmaz müşterek mülkiyete konu ise, dava paydaşlardan biri veya birkaçı tarafından açılabilir.
Dava, TMK’nın 744. maddesi gereğince mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkindir. Mahkemece, davacıya ait .. ve … parsel sayılı taşınmazlar lehine, davalı Hazineye ait .. parsel sayılı taşınmaz aleyhine geçit hakkı kurulmasına karar verilmiştir. Hükmü, davalı Hazine vekili temyiz etmiştir.
TMK’nın 744. maddesi uyarınca “Her taşınmaz maliki, uğrayacağı zararın tamamının önceden ödenmesi koşuluyla su yolu, kurutma kanalı, gaz ve benzerlerine ait boruların, elektrik hat ve kablolarının, başka yerden geçirilmesi olanaksız veya aşırı ölçüde masraflı olduğu takdirde, kendi arazisinin altından veya üstünden geçirilmesine katlanmakla yükümlüdür.”
Mecra irtifakı kurulması istemine ilişkin davalarda, irtifak hakkı taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından, leh ve aleyhine irtifak hakkı kurulması istenen taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına mecra irtifakı kurulacak taşınmaz müşterek mülkiyete konu ise, dava paydaşlardan biri veya birkaçı tarafından açılabilir.
Mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkin davalar, özünü komşuluk hukuku ilkelerinden alması nedeniyle yapılacak araştırma ve incelemede, öncelikle davacının mecra ihtiyacının bulunup bulunmadığı saptanmalıdır. İhtiyacın saptanması halinde de, çevre taşınmazların tamamının üzerinde irtifak hakkı kurmaya elverişli olup olmadığı incelenip, hukukun genel bir ilkesi olan “fedakârlığın denkleştirilmesi ilkesi” uyarınca taraf yararları da gözetilerek en az masrafı gerektiren ve bundan da en az zarar görecek kişi taşınmazı üzerinden mecra irtifakının bağlanacağı su, elektrik, gaz ve benzerine ait yol ya da kaynak ile yararına mecra hakkı kurulan taşınmaz arasında kesintisiz bağlantı sağlayacak şekilde kurulmalıdır. Ayrıca mecranın niteliği, nasıl ve hangi araçlarla geçirileceği ayrıca belirlenerek kararda gösterilmelidir.
Bu ilkeler ışığında somut olaya bakıldığında; davacı .. ve ..parsel sayılı taşınmazlarına kanaldan sulama yapmak amacıyla su yolu geçirilmesini istemiştir. Mahkemece, yapılan keşif sonucu düzenlenen bilirkişi raporlarında iki alternatif gösterilmiş olup 2.707,00 TL geçit hakkı bedeli karşılığında 6720 m2 yüzölçümlü tarla vasfındaki .. parsel sayılı taşınmazdan 462,74 m2 geçit hakkı tesis edilmiştir. Yüzölçümü daha büyük olan ve diğer davalıya ait 7.710 m2 tarla vasıflı .. parsel sayılı taşınmazdan geçit hakkı tesisi fedakarlığın denkleştirilmesi ilkesi gereğince daha uygun olup alternatifler arasında gösterilmemiştir.
Bu durumda mahkemece, davacının mecra ihtiyacında olduğu kesin olarak belirlendikten ve hangi yolla geçirileceği tespit edildikten sonra kesintisizlik ilkesi gereği 1000 parsel sayılı taşınmaz ile de bağlantı kurularak yüzölçümü daha büyük olan taşınmazdan su yolu geçit irtifakı kurulmasına karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde gerekçesi de açıklanmadan yüzölçümü küçük olan taşınmazdan geçit hakkı kurulması doğru görülmemiş, açıklanan nedenlerle hükmün bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/13995 K: 2007/419 T: 23.01.2007
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2009/14833 K: 2010/1009 T: 04.02.2010
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/8742 K: 2006/10722 T: 10.10.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2005/10046 K: 2005/10925 T: 06.12.2005
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/5101 K: 2014/6663 T: 21.05.2014
Mecra irtifakının geçerli olarak doğabilmesi için (diğer unsurların varlığı yanında) mecra irtifakı sözleşmesinin Yasada öngörülen şekilde yapılmış olması zorunlu olup, irtifak sözleşmesine konu edilen mecra açıkta tesis olunmuş ise noter tarafından düzenlenecek sözleşmenin yapılması ve mecranın açıktan geçirilmesiyle irtifak hakkının doğacağı, mecra dışarıdan görülmüyorsa irtifak sözleşmesinin tapu kütüğüne tescili ve mecranın yapılmasıyla irtifak hakkının doğacağı gözetilmelidir.
Davacı, T.. A.. Genel Müdürlüğüne bağlı 380 KV Gökçeyaka İstanbul Enerji Nakil Hattının geçtiği güzergahta 2545-2546 no’lu pilonları arasında davalıya ait binanın Elektrik Kuvvetli Akım Tesisleri Yönetmeliğine göre tehlike arz ettiğini belirterek 4430 parsel sayılı taşınmazdaki irtifak hakkına elatmanın önlenmesini ve tecavüzlü kısmın yıkılmasını istemiştir.
Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir. Hükmü, davacı, yargılama aşamasında kayıt malikinin değiştiği gerekçesiyle temyiz etmiş, hüküm Dairemizin 28.04.2011 tarihli bozma ilamında özetle “…HUMK’nın 186. maddesi uyarınca işlem yapılmak üzere…” bozulmuştur. Bozma sonrası mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir. Hükmü, davalı vekili temyiz etmiştir.
Türk Medeni Kanununun “taşınmaz mülkiyetinin içeriği” başlığını taşıyan ve mülkiyetin kapsamını belirleyen 718. maddesi “Arazi üzerindeki mülkiyet kullanılmasında yarar olduğu ölçüde, üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını kapsar. Bu mülkiyetin kapsamına yasal sınırlamalar saklı kalmak üzere yapılar, bitkiler ve kaynaklar da girer” hükmünü taşımaktadır. Arazideki yapılar kavramı ise TMK’nın 722-728 maddelerinde düzenlenmiş olup Kanunun 727. maddesine göre, “Su, gaz, elektrik ve benzerlerinin mecraları, işletmenin bulunduğu taşınmazın dışında olsalar bile, aksine bir düzenleme olmadıkça işletmenin eklentisi ve işletme malikinin malı sayılır. Komşuluk hukukunun gerektiği haller dışında bir taşınmazın böyle bir mecra ile ayni hak olarak yüklenmesi, ancak bir irtifak hakkı kurulması suretiyle olabilir. İrtifak hakkı, mecra dışarıdan görülmüyorsa tapu kütüğüne tesciliyle dışarından görülüyorsa noterce düzenlenecek sözleşmeye dayanılarak mecranın yapılmasıyla doğar” şeklindedir.
TMK’nın 779. maddesinde; taşınmaz lehine irtifak hakkı bir taşınmaz üzerinde diğer taşınmaz lehine konulmuş bir yük olarak tanımlanmıştır. 780. maddesinde ise, “irtifak hakkının kurulması için tapu kütüğüne tescil şarttır. İrtifak hakkının kazanılmasında ve tescilinde aksi öngörülmüş olmadıkça taşınmaz mülkiyetine uygun hükümler uygulanır. İrtifak hakkının zamanaşımı yolu ile kazanılması ancak mülkiyeti bu yolla elde edilebilecek taşınmazlarda mümkündür” hükmüne yer vermiştir.
Somut olayda önem arz eden husus, mecraların açıkta tesis edilmiş olması halinde, mecra irtifakı sözleşmesi yapılmamış olmasına rağmen irtifak hakkının doğup doğmayacağı ve dolayısıyla eylemli duruma hukuken geçerlik tanınıp tanınmayacağı noktasında toplanmaktadır.
Başkasının taşınmazından mecra geçirmek isteyen kişi, Medeni Kanunun hükümlerince bu isteğini iki yoldan sağlama olanağına sahiptir. Bunlardan birincisi, TMK’nın 727. maddesi hükmünden yararlanmak suretiyle o taşınmaz maliki ile anlaşarak “rızai mecra irtifakı tesis edebilme” yoludur; diğeri ise, anlaşma olanağının sağlanamaması halinde, TMK’nın 744. maddesinde düzenlenen “zorunlu mecra irtifakı tesisi” için dava yoluna başvurabilmesi halidir. Görülüyor ki, bu tür irtifak hakkının kurulmasını sağlayan neden sadece anlaşma değildir. Bir mahkeme kararıyla da irtifak hakkı kurulabilir. Öte yandan, yukarıda sözü edilen Özel Hukuk kurallarından başka, kamu hukukuna ilişkin tasarruf ve kurallar da mecra geçirilmesine esas teşkil edebilir.
Bilindiği üzere, TMK’nın 727. maddesi de 726. madde gibi, “yapıların, üzerinde bulunduğu taşınmazların mütemmim cüz’ü olduğu” yolundaki aynı Kanununun 684 ve 718. maddeleri ile konulmuş bulunan genel kuralın bir istisnasıdır ve mecraların geçtiği taşınmazlar üzerinde irtifak hakkı kurulma yoluyla bu mecraların, üzerinde bulunduğu taşınmazların mülkiyetine girmemesi sağlanmıştır.
Başkasının taşınmazından mecra geçirilmesine imkan veren bu maddenin öngördüğü hak sahibine, o taşınmazdan yararlanma yetkisi sağlaması ve böylece malikin yararlanma yetkisini mecra geçiren kişi lehine sınırlaması bakımından irtifak hakları arasında yer almaktadır. Yararlanma biçimi, hak sahibinin o taşınmazdan mecra geçirmesi ve bu nedenle bazı faaliyetlerde bulunabilmesine yönelik olduğundan, mecra geçirecek kişi ile taşınmaz arasında doğrudan doğruya bir ilişki kurulmasını zorunlu kılar. Bir başka anlatımla, mecra irtifakının tesisi, taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasında da olduğu gibi, tescile esas teşkil edecek bir temliki işleme yani iktisap sebebine ihtiyaç gösterir. İktisap sebebini teşkil eden hukuki işlem çoğunlukla bir irtifak sözleşmesi görünümünü taşır. Mecra irtifakı sözleşmesiyle, tarafların mecra hakkının tesisi hususundaki karşılıklı, birbirine uygun iradelerinin yer aldığı borçlandırıcı işlem kastolunmaktadır. Bu işlem, mecra hakkının belli bir muhteva ile kurulmasına ilişkin bulunmaktadır.
Bir başka anlatımla, üzerinde irtifak hakkı kurulan taşınmazın sahibi, bu sözleşmeyle irtifak hakkı sahibine “arazisi üzerinde ana yapı için gereken mecraları yapması veya evvelce meydana getirilmiş mecralar varsa onları yerinde alıkoyması ve bunları korumak amacıyla arazisine girmesi” konularında izin vermektedir.
Ancak, mecra irtifakının geçerli olarak doğabilmesi için (diğer unsurların varlığı yanında) mecra irtifakı sözleşmesinin yasada öngörülen şekilde yapılmış olması zorunludur (TMK 781). Bununla beraber mecra irtifakı, TMK’nın 780. maddesinin ilk cümlesindeki buyurucu hüküm uyarınca tapu siciline kaydedilmedikçe (tescil olunmadıkça) sadece sözleşme yapılmış olması olgusu irtifakın hükümlerinin yerine getirilmesi için bir talep hakkı vermeyecektir. Ne var ki, taşınmazlar üzerinde ayni bir hak iktisabının tapu kütüğüne yapılacak tescile bağlı olduğu yolundaki genel kuralın (TMK 705), irtifak hakları için de söz konusu olacağını TMK’nın 780 maddesi açıkça öngördüğüne göre taşınmaz mülkiyetinin iktisabına paralel olarak mecra irtifakının sicil dışı tesis edilmesi de mümkündür. Bu haller TMK’nın 705. maddesinde öngörülmüştür. Fakat, mecra irtifakının tescilden önce tesisine imkan veren haller TMK 780’de atıf yapılan madde 705’den ibaret değildir. Aynı Kanununun 727. maddesinde açıkça belirtildiği gibi, irtifak sözleşmesine konu edilen mecra açıkta tesis olunmuş ise bu takdirde de sözleşmenin yapılması ve mecranın açıktan geçirilmesiyle irtifak hakkı doğmuş olacaktır. Bu hüküm, açıktan geçen mecralarda görülebilirliğin, tapu sicilinin aleniyet fonksiyonunun yerini tutabileceği görüşünden kaynaklanmaktadır.
Hemen belirtilmek gerekir ki, mecra irtifakının tescilsiz iktisabına imkan veren bu istisnai hükümle, hakkın dayanağını teşkil eden mecra irtifakı sözleşmesi veya hakka sebep teşkil eden bir diğer hukuki işlemin usulünce düzenlenmesi gereği bertaraf edilmiş değildir. Aksi halde, mecra irtifakının doğduğu kabul olunamaz ve taşınmazın maliki TMK’nın 683. maddesi uyarınca tecavüzün men’ini dava edebilir. Bu ilkeler, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 8.12.1978 günlü ve 1/592 Esas, 1077 Karar sayılı kararında da aynen vurgulanmıştır.
Somut olayda; dava konusu taşınmaz üzerinde yukarıda açıklanan yasal düzenlemelere uygun olarak tesis edilmiş bir irtifak hakkının bulunmadığı sabit olup davacı idare tarafından irtifak tesisinin varlığını gösteren bir belge veya kayıt sunulmadığı gibi Ataşehir Tapu Müdürlüğünün 05.03.2014 tarihli yazısından da irtifak hakkı tesis edilmediği anlaşılmaktadır.
Hal böyle olunca, usulünce oluşmuş bir irtifak hakkı bulunmaması nedeniyle davanın reddi gerekirken, taşınmazın tapu kaydında davacı idare yararına irtifak hakkı varmış gibi davanın kabulü doğru görülmemiş, bu sebeple hükmün bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2005/94 K: 2005/127 T: 12.01.2005
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2008/4480 K: 2008/5239 T: 17.04.2008
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/4763 K: 2006/6093 T: 29.05.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2005/1040 K: 2005/4350 T: 05.05.2005
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2005/94 K: 2005/127 T: 12.01.2005
Mecranın geçirilmesi lüzumu komşuluk ilişkisine dayanmalıdır. Komşunun mutlaka bitişik taşınmaz olması gerekmez, ancak, komşu kavramına girmeyen uzaktaki bir işletme, su, elektrik gibi ulaştırma tesisatını geçirmek için bu maddeden yararlanamaz. Bu tür işletme veya taşınmaz malikleri ancak malikle anlaşarak mecra irtifakı kurabilirler.
Davacı sondaj kuyusundan sulama yapmak amacıyla davalıların 217, 216, 221, 222 ve devamındaki parsel numaraları belli olmayan taşınmazlardan hat geçirerek yer altından boru döşenmesi suretiyle mecra hakkı tesisi istemiştir. Davalılara tebligat yapıldığı halde duruşmalara katılmadıkları, davaya cevap vermedikleri anlaşılmıştır.
Dava, açıldığı tarihte yürürlükte olan Medeni Kanunun 668 inci maddesi uyarınca mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkindir. Anılan madde uyarınca “Gayrimenkul sahipleri yapılacak zarar tamamıyla ve peşin tazmin olunmak şartıyla mülkünün altından veya üstünden su yolu ve gaz ve elektrik boruları geçirilmesine, bunların başka yerden geçirilmeleri imkansız olur veya çok fazla masrafı mucip bulunur ise, müsaade etmeğe mecburdur. …”
Mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkin davalarda, istemin özelliği gereği en uygun yerin aranması ilkesinin geçerli olması ve bu davaların bir irtifak hakkı olmakla birlikte özünü komşuluk hukuku ilkelerinden alması nedeniyle aşağıdaki hususlar üzerinde durmak gerekmektedir. Şöyle ki;
1- Öncelikle davacının su yolu ihtiyacının bulunup bulunmadığı saptanmalıdır.
2- İrtifak hakları taşınmazlar leh ve aleyhine kurulduğundan, leh ve aleyhine irtifak kurulacak taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer almaları sağlanmalıdır.
3- İrtifak hakkının kurulabilmesi için öncelikle, çevre taşınmazların tamamının üzerinde irtifak hakkı kurmaya elverişli olup olmadığı incelenip, hukukun genel bir ilkesi olan fedakarlığın denkleştirilmesi ilkesi uyarınca taraf yararları da gözetilerek, en az masrafı gerektiren ve bundan da en az zarar görecek kişi taşınmazı üzerinden bu hak kurulmalıdır.
4- Mecra irtifakının bağlanacağı su yolu ya da kaynağı ile yararına mecra hakkı kurulan taşınmaz arasında kesintisiz bağlantı sağlanmalıdır.
5- Su yolunun niteliği suyun nasıl ve hangi araçlarla geçirileceği, ayrıca belirlenerek kararda gösterilmelidir.
6- İrtifak hakkının bedeli taşınmazların niteliğine göre atanacak bilirkişiler aracılığı ile objektif kriterler esas alınarak saptanmalı ve bedel hükümden önce mahkeme veznesine depo ettirilmelidir.
7- Davanın niteliği gereği, yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır.
8- Anılan maddenin son fıkrası uyarınca, istem halinde gideri davacı tarafından karşılandığında mecra hakkının tapu siciline kaydına da karar verilmelidir.
Mecra hakkı kurulmasına ilişkin ilkelere kısaca değinildikten sonra, bu hakkın kaynağını komşuluk hukukundan aldığı hususunun üzerinde durulması gerekmektedir. Maddenin Kanun içerisindeki sistematik yerine bakıldığında, mecranın geçirilmesi lüzumu komşuluk ilişkisine dayanmalıdır. Komşunun mutlaka bitişik taşınmaz olması gerekmez, ancak, komşu kavramına girmeyen uzaktaki bir işletme, su, elektrik gibi ulaştırma tesisatını geçirmek için bu maddeden yararlanamaz. (Oğuzman M. Kemal, Seliçi Özer Eşya Hukuku 5. Bası İstanbul 1988 s.483 vd.) Bu tür işletme veya taşınmaz malikleri ancak malikle anlaşarak mecra irtifakı kurabilirler.
Somut olayda; kurulan mecra irtifakı ile yükümlü hale getirilen kaynağa en yakın taşınmaz ile yararına mecra hakkı tesis edilen taşınmaz arasında 665 metre gibi bir mesafenin oluştuğu anlaşılmaktadır. Bu mesafenin komşuları tarafından katlanılabilir bir mesafe olup olmadığı yöresel örf ve adet de nazara alınarak tartışılmadığı gibi yukarıda özetlenen hususlardan bir kaçı hariç diğerlerinin hiçbirisi üzerinde de durulmadığı görülmüştür. Eksik inceleme ile kurulan hükmün açıklanan nedenlerle bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/5101 K: 2014/6663 T: 21.05.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2010/6633 K: 2010/7323 T: 28.06.2010
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/2379 K: 2006/3892 T: 03.04.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2003/7714 K: 2003/7823 T: 06.11.2003
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/10869 K: 2006/13321 T: 17.11.2006
Davacı idare adına yasal düzenlemelere uygun tesis edilmiş bir irtifak hakkının bulunmadığı sabit olup, taraftarca da aksi ileri sürülmemiştir. İdarece kamulaştırma işlemlerinin başladığı savunulmuş ise de, tamamlanmış bir irtifak hakkının varlığını gösteren belge sunulamadığından davanın reddi gerekir.
Davacı, Türkiye Elektrik İletişim A.Ş. Genel Müdürlüğü’ne bağlı 154 KV Yıldıztepe Enerji Nakil Hattının geçtiği güzergahta 27-28 nolu direkleri arasında davalılar tarafından yapılan binanın Elektrik Kuvvetli Akım Tesisleri Yönetmeliği’ne göre tehlike arz ettiğini belirterek Medeni Kanun’un 727. maddesi uyarınca irtifak hakkına elatmanın önlenmesini ve davaya konu binanın can ve mal emniyeti için tehlike oluşturduğunu belirterek ihlale konu kısımlarının yıkılması isteğinde bulunmuştur.
Davalı, dava konusu yapının belediyeden verilen ruhsata uygun olarak inşa edildiğini, davacı lehine tesis edilmiş bir irtifak hakkı bulunmadığı gibi, kamulaştırma işlemi de yapılmadığını belirterek davanın reddini savunmuştur. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiş, hükmü davalı Özer temyiz etmiştir.
Medeni Kanun’un 727. maddesinde öngörülen yasal koşullara uygun olarak tesis edilmiş bir hakka dayanmayan davacının isteminin reddine karar verilmiş, hüküm davacı tarafından temyiz edilmiştir.
Medeni Kanun’un “taşınmaz mülkiyetinin içeriği” başlığını taşıyan ve mülkiyetin kapsamını belirleyen 718. maddesinde; “Arazi üzerindeki mülkiyet, kullanılmasında yarar olduğu ölçüde, üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını kapsar. Bu mülkiyetin kapsamına yasal sınırlamalar saklı kalmak üzere yapılar, bitkiler ve kaynaklar da girer.” hükmünü taşımaktadır. Arazideki yapılar kavramı ise, Medeni Kanun’un 722-728. maddelerinde düzenlenmiş olup, Medeni Kanun’un 727. maddesinde de mecralara yer verilmiştir. 727. madde; “su, gaz, elektrik ve benzerlerinin mecraları, işletmenin bulunduğu taşınmazın dışında olsalar bile aksine bir düzenleme olmadıkça işletmenin eklentisi ve işletme malikinin malı sayılır.
Komşuluk hukukunun gerektiği haller dışında bir taşınmazın böyle bir mecra ile aynı hak olarak yüklenmesi, ancak bir irtifak hakkı kurulması suretiyle olabilir.
İrtifak hakkı, mecra dışardan görülmüyorsa tapu kütüğüne tesciliyle, dışarıdan görülüyorsa noterce düzenlenecek sözleşmeye dayanılarak mecranın yapılmasıyla doğar” şeklindedir.
Medeni Kanun’un 779. maddesinde; taşınmaz lehine irtifak hakkı bir taşınmaz üzerinde diğer taşınmaz lehine konulmuş bir yük olarak tanımlanmış, 780. maddesinde ise; “irtifak hakkının kurulması için tapu kütüğüne tescil şarttır. İrtifak hakkının kazanılmasında ve tescilinde aksi öngörülmüş olmadıkça taşınmaz mülkiyetine uygun hükümler uygulanır.
İrtifak hakkının zamanaşımı yolu ile kazanılması, ancak mülkiyeti bu yolla elde edilebilecek taşınmazlarda mümkündür.” denmiştir.
Somut olayda çözümlenmesi gereken sorun; mecraların açıkta tesis edilmiş olması halinde, mecra irtifakı sözleşmesi yapılmamış olmasına rağmen irtifak hakkının doğup doğmayacağı ve dolayısıyla eylemli duruma hukuken geçerlik tanınıp tanınmayacağı noktasında toplanmaktadır.
Başkasının taşınmazından mecra geçirmek isteyen kişi, Medeni Kanun’un hükümlerince bu isteğini iki yoldan sağlama olanağına sahiptir.
Bunlardan birincisi, MK.nun 727. maddesi hükmünden yararlanmak suretiyle o taşınmaz maliki ile anlaşarak “rızai mecra irtifakı tesis edebilme” yoludur; diğeri ise, anlaşma olanağının sağlanamaması halinde, MK.nun 744. maddesinde düzenlenen “zorunlu mecra irtifakı tesisi” için dava yoluna başvurabilmesi halidir. Görülüyor ki, bu tür irtifak hakkının kurulmasını sağlayan neden sadece anlaşma değildir. Bir mahkeme kararıyla da irtifak hakkı kurulabilir. Öte yandan, az yukarıda sözü edilen Özel Hukuk kurallarından başka, kamu hukukuna ilişkin tasarruf ve kurallar da mecra geçirilmesine esas teşkil edebilir.
Bilindiği üzere, MK.nun 727. maddesi de, 726. madde gibi, “yapıların, üzerinde bulunduğu taşınmazların mütemmim cüz’ü olduğu” yolundaki aynı Yasa’nın 684 ve 718. maddeleri ile konulmuş bulunan genel kuralın bir istisnasıdır ve mecraların geçtiği taşınmazlar üzerinde irtifak hakkı kurulma yoluyla bu mecraların, üzerinde bulunduğu taşınmazların mülkiyetine girmemesi sağlanmıştır.
Başkasının taşınmazından mecra geçirilmesine imkan veren bu maddenin öngördüğü hak sahibine, o taşınmazdan yararlanma yetkisi sağlaması ve böylece malikin yararlanma yetkisini mecra geçiren kişi lehine sınırlaması bakımından irtifak hakları arasında yer almaktadır. Yararlanma biçimi, hak sahibinin o taşınmazdan mecra geçirmesi ve bu nedenle bazı faaliyetlerde bulunabilmesine yönelik olduğundan, mecra geçirecek kişi ile taşınmaz arasında doğrudan doğruya bir ilişki kurulmasını zorunlu kılar. Bir başka anlatımla, mecra irtifakının tesisi, taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasında da olduğu gibi, tescile esas teşkil edecek bir “temliki işleme”, yani “iktisap sebebine” ihtiyaç gösterir. İktisap sebebini teşkil eden hukuki işlem çoğunlukla bir irtifak sözleşmesi görünümünü taşır. Mecra irtifakı sözleşmesiyle, tarafların mecra hakkının tesisi hususundaki karşılıklı, birbirine uygun iradelerinin yer aldığı borçlandırıcı işlem kastolunmaktadır. Bu işlem, mecra hakkının belli bir muhteva ile kurulmasına ilişkin bulunmaktadır (H. Cumhur Özakman-Türk Hukukunda Mecra İrtifakları-İstanbul 1978-Sayfa 41).
Bir başka anlatımla, üzerinde irtifak hakkı kurulan taşınmazın sahibi, bu sözleşmeyle, irtifak hakkı sahibine “arazisi üzerinde ana yapı için gereken mecraları yapması veya evvelce meydana getirilmiş mecralar varsa onları yerinde alıkoyması ve bunları korumak amacıyla arazisine girmesi konularında izin vermektedir.” (Suad Bertan – Ayni Haklar – Ankara 1976 – Sayfa 656 vd.).
Ancak, mecra irtifakının geçerli olarak doğabilmesi için (diğer unsurların varlığı yanında) mecra irtifakı sözleşmesinin yasada öngörülen şekilde yapılmış olması zorunludur (MK. 781) (2644 sayılı Kanun m. 26; Tapu Sicil Nizamnamesi m. 19; İçt. Bir. K., 10.06.1931 gün ve 2/40 sayılı). Bununla beraber, mecra irtifakı, MK.nun 780. maddesinin ilk cümlesindeki buyurucu hüküm uyarınca tapu siciline kaydedilmedikçe (tescil olunmadıkça), sadece sözleşme yapılmış olması olgusu, irtifakın hükümlerinin yerine getirilmesi için bir talep hakkı vermeyecektir. Ne var ki, taşınmazlar üzerinde ayni bir hak iktisabının tapu kütüğüne yapılacak tescile bağlı olduğu yolundaki genel kuralın (MK. 705), irtifak hakları için de söz konusu olacağını, MK.nun 780. maddesi açıkça öngördüğüne göre, taşınmaz mülkiyetinin iktisabına paralel olarak mecra irtifakının sicil dışı tesis edilmesi de mümkündür. Bu haller MK.nun 705. maddesinde öngörülmüştür. Fakat, mecra irtifakının tescilden önce tesisine imkan veren haller, MK. 780’de atıf yapılan madde 705’den ibaret değildir. Aynı Yasa’nın 727. maddesinde açıkça belirtildiği gibi, irtifak sözleşmesine konu edilen mecra açıkta tesis olunmuş ise, bu takdirde de sözleşmenin yapılması ve mecranın açıktan geçirilmesiyle irtifak hakkı doğmuş olacaktır. Bu hüküm, açıktan geçen mecralarda görülebilirliğin, tapu sicilinin aleniyet fonksiyonunun yerini tutabileceği görüşünden kaynaklanmaktadır (Özakman – age., 89) (Kemal Oğuzman/Özer Seliçi – Eşya Hukuku – İstanbul 1982 – sayfa 751, dipnot 1111’e ilgili metin) (Bertan – age. -1183).
Ancak, hemen ve özellikle belirtilmek gerekir ki, mecra irtifakının tescilsiz iktisabına imkan veren bu istisnai hükümle, hakkın dayanağını teşkil eden mecra irtifakı sözleşmesi veya hakka sebep teşkil eden bir diğer hukuki işlemin usulünce düzenlenmesi gereği bertaraf edilmiş değildir. Aksi halde, mecra irtifakının doğduğu kabul olunamaz ve taşınmazın maliki MK. 683. madde uyarınca tecavüzün menini dava edebilir (Özakman – age. – 90, dipnot 1691’a ilgili metin ve orada anılan eserler). Bu ilkeler, Hukuk Genel Kurulu’nun 08.12.1978 gün ve 1/592 esas, 1077 karar sayılı ilamında da aynen vurgulanmıştır.
Eldeki davada; davacı idare adına yukarıda açıklanan yasal düzenlemelere uygun olarak tesis edilmiş bir irtifak hakkının bulunmadığı sabit olup, taraflarca da aksi ileri sürülmemiştir. Davacı idare, kamulaştırma işlemlerine başladıklarını savunmuş ise de, tamamlanmış ve irtifak tesisinin varlığını gösteren belge ve kayıt sunulmamıştır. Hal böyle olunca, usulünce oluşmuş bir irtifak hakkı bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddi gerekirken, aksine düşüncelerle davanın kabulü doğru değildir. Karar bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/5101 K: 2014/6663 T: 21.05.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2008/4480 K: 2008/5239 T: 17.04.2008
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/4763 K: 2006/6093 T: 29.05.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2005/1040 K: 2005/4350 T: 05.05.2005
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/13995 K: 2007/419 T: 23.01.2007
İrtifak hakkının zamanaşımı yolu ile kazanılması ancak mülkiyeti bu yolla elde edilebilecek taşınmazlarda mümkündür. Mecraların açıkta tesis edilmiş olması halinde, mecra irtifakı sözleşmesi yapılmamış olmasına rağmen irtifak hakkının doğup doğmayacağı ve dolayısıyla eylemli duruma hukuken geçerlik tanınıp tanınmayacağı.
Davacı, Türkiye Elektrik İletişim A.Ş. Genel Müdürlüğüne bağlı 154 KV Ambarlı Yıldıztepe Enerji Nakil Hattının geçtiği güzergahta D.42-D.43 numaralı planları arasında davalılar tarafından yapılan binanın Elektrik Kuvvetli Akım Tesisleri Yönetmeliğine göre tehlike arz ettiğini belirterek Medeni Kanunun 727. maddesi uyarınca irtifak hakkına elatmanın önlenmesini ve davaya konu binanın can ve mal emniyeti için tehlike oluşturduğunu belirterek ihlale konu kısımlarının yıkılması isteğinde bulunmuştur. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiş hükmü davalı temyiz etmiştir.
Medeni Kanunun 727. maddesinde öngörülen yasal koşullara uygun olarak tesis edilmiş bir hakka dayanmayan davacının isteminin reddine karar verilmiş, hüküm davacı tarafından temyiz edilmiştir.
Medeni Kanunun “taşınmaz mülkiyetinin içeriği” başlığını taşıyan ve mülkiyetin kapsamını belirleyen 718. maddesinde; “Arazi üzerindeki mülkiyet kullanılmasında yarar olduğu ölçüde, üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını kapsar. Bu mülkiyetin kapsamına yasal sınırlamalar saklı kalmak üzere yapılar, bitkiler ve kaynaklar da girer.” hükmünü taşımaktadır. Arazideki yapılar kavramı ise Medeni Kanunun 722-728 maddelerinde düzenlenmiş olup Medeni Kanunun 727. maddesinde de mecralara yer verilmiştir. 727. madde; “su, gaz, elektrik ve benzerlerinin mecraları, işletmenin bulunduğu taşınmazın dışında olsalar bile aksine bir düzenleme olmadıkça işletmenin eklentisi ve işletme malikinin malı sayılır.
Komşuluk hukukunun gerektiği haller dışında bir taşınmazın böyle bir mecra ile aynı hak olarak yüklenmesi, ancak bir irtifak hakkı kurulması suretiyle olabilir.
İrtifak hakkı, mecra dışardan görülmüyorsa tapu kütüğüne tesciliyle dışarından görülüyorsa noterce düzenlenecek sözleşmeye dayanılarak mecranın yapılmasıyla doğar” şeklindedir.
Medeni Kanunun 779. maddesinde; taşınmaz lehine irtifak hakkı bir taşınmaz üzerinde diğer taşınmaz lehine konulmuş bir yük olarak tanımlanmış 780. maddesinde ise; “irtifak hakkının kurulması için tapu kütüğüne tescil şarttır. İrtifak hakkının kazanılmasında ve tescilinde aksi öngörülmüş olmadıkça taşınmaz mülkiyetine uygun hükümler uygulanır.
İrtifak hakkının zamanaşımı yolu ile kazanılması ancak mülkiyeti bu yolla elde edilebilecek taşınmazlarda mümkündür.” denmiştir.
Somut olayda çözümlenmesi gereken sorun; mecraların açıkta tesis edilmiş olması halinde, mecra irtifakı sözleşmesi yapılmamış olmasına rağmen irtifak hakkının doğup doğmayacağı ve dolayısıyla eylemli duruma hukuken geçerlik tanınıp tanınmayacağı noktasında toplanmaktadır.
Başkasının taşınmazından mecra geçirmek isteyen kişi, Medeni Kanunun hükümlerince bu isteğini iki yoldan sağlama olanağına sahiptir. Bunlardan birincisi, MK.nun 727. maddesi hükmünden yararlanmak suretiyle o taşınmaz maliki ile anlaşarak “rızai mecra irtifakı tesis edebilme” yoludur; diğeri ise, anlaşma olanağının sağlanamaması halinde, MK.nun 744. maddesinde düzenlenen “zorunlu mecra irtifakı tesisi” için dava yoluna başvurabilmesi halidir. Görülüyor ki bu tür irtifak hakkının kurulmasını sağlayan neden sadece anlaşma değildir. Bir mahkeme kararıyla da irtifak hakkı kurulabilir. Öte yandan, az yukarıda sözü edilen Özel Hukuk kurallarından başka, kamu hukukuna ilişkin tasarruf ve kurallar da mecra geçirilmesine esas teşkil edebilir.
Bilindiği üzere, MK.nun 727. maddesi de, 726. madde gibi, “yapıların, üzerinde bulunduğu taşınmazların mütemmim cüz’ü olduğu” yolundaki aynı Yasanın 684 ve 718. maddeleri ile konulmuş bulunan genel kuralın bir istisnasıdır ve mecraların geçtiği taşınmazlar üzerinde irtifak hakkı kurulma yoluyla bu mecraların, üzerinde bulunduğu taşınmazların mülkiyetine girmemesi sağlanmıştır.
Başkasının taşınmazından mecra geçirilmesine imkan veren bu maddenin öngördüğü hak sahibine, o taşınmazdan yararlanma yetkisi sağlaması ve böylece malikin yararlanma yetkisini mecra geçiren kişi lehine sınırlaması bakımından irtifak hakları arasında yer almaktadır. Yararlanma biçimi, hak sahibinin o taşınmazdan mecra geçirmesi ve bu nedenle bazı faaliyetlerde bulunabilmesine yönelik olduğundan, mecra geçirecek kişi ile taşınmaz arasında doğrudan doğruya bir ilişki kurulmasını zorunlu kılar. Bir başka anlatımla, mecra irtifakının tesisi, taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasında da olduğu gibi, tescile esas teşkil edecek bir “temliki işleme”, yani “iktisap sebebine” ihtiyaç gösterir. İktisap sebebini teşkil eden hukuki işlem çoğunlukla bir irtifak sözleşmesi görünümünü taşır. Mecra irtifakı sözleşmesiyle, tarafların mecra hakkının tesisi hususundaki karşılıklı, birbirine uygun iradelerinin yer aldığı borçlandırıcı işlem kastolunmaktadır. Bu işlem, mecra hakkının belli bir muhteva ile kurulmasına ilişkin bulunmaktadır. (H.Cumhur Özakman-Türk Hukukunda Mecra İrtifakları – İstanbul 1978 – Sayfa 41).
Bir başka anlatımla, üzerinde irtifak hakkı kurulan taşınmazın sahibi, bu sözleşmeyle, irtifak hakkı sahibine “arazisi üzerinde ana yapı için gereken mecraları yapması veya evvelce meydana getirilmiş mecralar varsa onları yerinde alıkoyması ve bunları korumak amacıyla arazisine girmesi konularında izin vermektedir.” (Suad Bertan – Aynı Haklar – Ankara 1976 – Sayfa 656 vd.).
Ancak, mecra irtifakının geçerli olarak doğabilmesi için (diğer unsurların varlığı yanında) mecra irtifakı sözleşmesinin yasada öngörülen şekilde yapılmış olması zorunludur (MK. 781). (2644 sayılı Kanun m. 26; Tapu Sicil Nizamnamesi m, 19 İçt. Bir. K., 10.6.1931 gün ve 2/40 sayılı). Bununla beraber, mecra irtifakı, MK.nun 780. maddesinin ilk cümlesindeki buyurucu hüküm uyarınca tapu siciline kaydedilmedikçe (tescil olunmadıkça), sadece sözleşme yapılmış olması olgusu, irtifakın hükümlerinin yerine getirilmesi için bir talep hakkı vermeyecektir. Ne var ki, taşınmazlar üzerinde ayni bir hak iktisabının tapu kütüğüne yapılacak tescile bağlı olduğu yolundaki genel kuralın (MK. 705), irtifak hakları için de söz konusu olacağını, MK.nun 780 maddesi açıkça öngördüğüne göre, taşınmaz mülkiyetinin iktisabına paralel olarak mecra irtifakının sicil dışı tesis edilmesi de mümkündür. Bu haller MK.nun 705. maddesinde öngörülmüştür. Fakat, mecra irtifakının tescilden önce tesisine imkan veren haller, MK. 780’de atıf yapılan madde 705’den ibaret değildir. Aynı Yasanın 727. maddesinde açıkça belirtildiği gibi, irtifak sözleşmesine konu edilen mecra açıkta tesis olunmuş ise, bu takdirde de sözleşmenin yapılması ve mecranın açıktan geçirilmesiyle irtifak hakkı doğmuş olacaktır. Bu hüküm, açıktan geçen mecralarda görülebilirliğin, tapu sicilinin aleniyet fonksiyonunun yerini tutabileceği görüşünden kaynaklanmaktadır (Özakman – age., 89) (kemal Oğuzman/Özer Seliçi – Eşya Hukuk – İstanbul 1982 sayfa 751, dipnot 111’le ilgili metin) (Bertan – age.- 1183). Ancak hemen ve özellikle belirtilmek gerekir ki, mecra irtifakının tescilsiz iktisabına imkan veren bu istisnai hükümle, hakkın dayanağını teşkil eden mecra irtifakı sözleşmesi veya hakka sebep teşkil eden bir diğer hukuki işlemin usulünce düzenlenmesi gereği bertaraf edilmiş değildir. Aksi halde, mecra irtifakının doğduğu kabul olunamaz ve taşınmazın maliki MK. 683. madde uyarınca tecavüzün men’ini dava edebilir (Özakman age.-90 dipnot 169’la ilgili metin ve orada anılan eserler). Bu ilkeler, Hukuk Genel Kurulu’nun 8.12.1978 gün ve 1/592 esas, 1077 karar sayılı ilamında da aynen vurgulanmıştır.
Eldeki dosyada; dava konusu olan 389 ada 1 parsel sayılı taşınmaz üzerinde davacı idare yararına yukarıda açıklanan yasal düzenlemelere uygun olarak tesis edilmiş bir irtifak hakkı bulunmamaktadır. Mahkemece, davacıya ait dava konusu olmayan bir başka taşınmaz üzerinde bulunan irtifak hakkı nedeniyle irtifak hakkıyla yükümlü bulunmayan taşınmaz yönünden elatmanın önlenmesi ve kal kararı verilmesi doğru değildir. Karar bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/14544 K: 2014/1543 T: 06.02.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/8742 K: 2013/12273 T: 27.09.2013
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2008/4533 K: 2008/5103 T: 14.04.2008
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/4700 K: 2006/5819 T: 23.05.2006
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/5101 K: 2014/6663 T: 21.05.2014
Mecra açıkta tesis olunmuş ise noter tarafından düzenlenecek sözleşmenin yapılması ve mecranın açıktan geçirilmesiyle irtifak hakkının doğacağı, mecra dışarıdan görülmüyorsa irtifak sözleşmesinin tapu kütüğüne tescili ve mecranın yapılmasıyla irtifak hakkının doğacağı gözetilmelidir.
Türk Medeni Kanununun “taşınmaz mülkiyetinin içeriği” başlığını taşıyan ve mülkiyetin kapsamını belirleyen 718. maddesi “Arazi üzerindeki mülkiyet kullanılmasında yarar olduğu ölçüde, üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını kapsar. Bu mülkiyetin kapsamına yasal sınırlamalar saklı kalmak üzere yapılar, bitkiler ve kaynaklar da girer” hükmünü taşımaktadır. Arazideki yapılar kavramı ise TMK’nın 722-728 maddelerinde düzenlenmiş olup Kanunun 727. maddesine göre, “Su, gaz, elektrik ve benzerlerinin mecraları, işletmenin bulunduğu taşınmazın dışında olsalar bile, aksine bir düzenleme olmadıkça işletmenin eklentisi ve işletme malikinin malı sayılır. Komşuluk hukukunun gerektiği haller dışında bir taşınmazın böyle bir mecra ile ayni hak olarak yüklenmesi, ancak bir irtifak hakkı kurulması suretiyle olabilir. İrtifak hakkı, mecra dışarıdan görülmüyorsa tapu kütüğüne tesciliyle dışarından görülüyorsa noterce düzenlenecek sözleşmeye dayanılarak mecranın yapılmasıyla doğar” şeklindedir.
TMK’nın 779. maddesinde; taşınmaz lehine irtifak hakkı bir taşınmaz üzerinde diğer taşınmaz lehine konulmuş bir yük olarak tanımlanmıştır. 780. maddesinde ise, “irtifak hakkının kurulması için tapu kütüğüne tescil şarttır. İrtifak hakkının kazanılmasında ve tescilinde aksi öngörülmüş olmadıkça taşınmaz mülkiyetine uygun hükümler uygulanır. İrtifak hakkının zamanaşımı yolu ile kazanılması ancak mülkiyeti bu yolla elde edilebilecek taşınmazlarda mümkündür” hükmüne yer vermiştir.
Somut olayda önem arz eden husus, mecraların açıkta tesis edilmiş olması halinde, mecra irtifakı sözleşmesi yapılmamış olmasına rağmen irtifak hakkının doğup doğmayacağı ve dolayısıyla eylemli duruma hukuken geçerlik tanınıp tanınmayacağı noktasında toplanmaktadır.
Başkasının taşınmazından mecra geçirmek isteyen kişi, Medeni Kanunun hükümlerince bu isteğini iki yoldan sağlama olanağına sahiptir. Bunlardan birincisi, TMK’nın 727. maddesi hükmünden yararlanmak suretiyle o taşınmaz maliki ile anlaşarak “rızai mecra irtifakı tesis edebilme” yoludur; diğeri ise, anlaşma olanağının sağlanamaması halinde, TMK’nın 744. maddesinde düzenlenen “zorunlu mecra irtifakı tesisi” için dava yoluna başvurabilmesi halidir. Görülüyor ki, bu tür irtifak hakkının kurulmasını sağlayan neden sadece anlaşma değildir. Bir mahkeme kararıyla da irtifak hakkı kurulabilir. Öte yandan, yukarıda sözü edilen Özel Hukuk kurallarından başka, kamu hukukuna ilişkin tasarruf ve kurallar da mecra geçirilmesine esas teşkil edebilir.
Bilindiği üzere, TMK’nın 727. maddesi de 726. madde gibi, “yapıların, üzerinde bulunduğu taşınmazların mütemmim cüz’ü olduğu” yolundaki aynı Kanununun 684 ve 718. maddeleri ile konulmuş bulunan genel kuralın bir istisnasıdır ve mecraların geçtiği taşınmazlar üzerinde irtifak hakkı kurulma yoluyla bu mecraların, üzerinde bulunduğu taşınmazların mülkiyetine girmemesi sağlanmıştır.
Başkasının taşınmazından mecra geçirilmesine imkan veren bu maddenin öngördüğü hak sahibine, o taşınmazdan yararlanma yetkisi sağlaması ve böylece malikin yararlanma yetkisini mecra geçiren kişi lehine sınırlaması bakımından irtifak hakları arasında yer almaktadır. Yararlanma biçimi, hak sahibinin o taşınmazdan mecra geçirmesi ve bu nedenle bazı faaliyetlerde bulunabilmesine yönelik olduğundan, mecra geçirecek kişi ile taşınmaz arasında doğrudan doğruya bir ilişki kurulmasını zorunlu kılar. Bir başka anlatımla, mecra irtifakının tesisi, taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasında da olduğu gibi, tescile esas teşkil edecek bir temliki işleme yani iktisap sebebine ihtiyaç gösterir. İktisap sebebini teşkil eden hukuki işlem çoğunlukla bir irtifak sözleşmesi görünümünü taşır. Mecra irtifakı sözleşmesiyle, tarafların mecra hakkının tesisi hususundaki karşılıklı, birbirine uygun iradelerinin yer aldığı borçlandırıcı işlem kastolunmaktadır. Bu işlem, mecra hakkının belli bir muhteva ile kurulmasına ilişkin bulunmaktadır.
Bir başka anlatımla, üzerinde irtifak hakkı kurulan taşınmazın sahibi, bu sözleşmeyle irtifak hakkı sahibine “arazisi üzerinde ana yapı için gereken mecraları yapması veya evvelce meydana getirilmiş mecralar varsa onları yerinde alıkoyması ve bunları korumak amacıyla arazisine girmesi” konularında izin vermektedir.
Ancak, mecra irtifakının geçerli olarak doğabilmesi için (diğer unsurların varlığı yanında) mecra irtifakı sözleşmesinin yasada öngörülen şekilde yapılmış olması zorunludur (TMK 781). Bununla beraber mecra irtifakı, TMK’nın 780. maddesinin ilk cümlesindeki buyurucu hüküm uyarınca tapu siciline kaydedilmedikçe (tescil olunmadıkça) sadece sözleşme yapılmış olması olgusu irtifakın hükümlerinin yerine getirilmesi için bir talep hakkı vermeyecektir. Ne var ki, taşınmazlar üzerinde ayni bir hak iktisabının tapu kütüğüne yapılacak tescile bağlı olduğu yolundaki genel kuralın (TMK 705), irtifak hakları için de söz konusu olacağını TMK’nın 780 maddesi açıkça öngördüğüne göre taşınmaz mülkiyetinin iktisabına paralel olarak mecra irtifakının sicil dışı tesis edilmesi de mümkündür. Bu haller TMK’nın 705. maddesinde öngörülmüştür. Fakat, mecra irtifakının tescilden önce tesisine imkan veren haller TMK 780’de atıf yapılan madde 705’den ibaret değildir. Aynı Kanununun 727. maddesinde açıkça belirtildiği gibi, irtifak sözleşmesine konu edilen mecra açıkta tesis olunmuş ise bu takdirde de sözleşmenin yapılması ve mecranın açıktan geçirilmesiyle irtifak hakkı doğmuş olacaktır. Bu hüküm, açıktan geçen mecralarda görülebilirliğin, tapu sicilinin aleniyet fonksiyonunun yerini tutabileceği görüşünden kaynaklanmaktadır.
Hemen belirtilmek gerekir ki, mecra irtifakının tescilsiz iktisabına imkan veren bu istisnai hükümle, hakkın dayanağını teşkil eden mecra irtifakı sözleşmesi veya hakka sebep teşkil eden bir diğer hukuki işlemin usulünce düzenlenmesi gereği bertaraf edilmiş değildir. Aksi halde, mecra irtifakının doğduğu kabul olunamaz ve taşınmazın maliki TMK’nın 683. maddesi uyarınca tecavüzün men’ini dava edebilir. Bu ilkeler, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 8.12.1978 günlü ve 1/592 Esas, 1077 Karar sayılı kararında da aynen vurgulanmıştır.
Somut olayda; dava konusu taşınmaz üzerinde yukarıda açıklanan yasal düzenlemelere uygun olarak tesis edilmiş bir irtifak hakkının bulunmadığı sabit olup davacı idare tarafından irtifak tesisinin varlığını gösteren bir belge veya kayıt sunulmadığı gibi Ataşehir Tapu Müdürlüğünün 05.03.2014 tarihli yazısından da irtifak hakkı tesis edilmediği anlaşılmaktadır.
Hal böyle olunca, usulünce oluşmuş bir irtifak hakkı bulunmaması nedeniyle davanın reddi gerekirken, taşınmazın tapu kaydında davacı idare yararına irtifak hakkı varmış gibi davanın kabulü doğru görülmemiş, bu sebeple hükmün bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/10869 K: 2006/13321 T: 17.11.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2009/14833 K: 2010/1009 T: 04.02.2010
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/8742 K: 2006/10722 T: 10.10.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2005/10046 K: 2005/10925 T: 06.12.2005
İNTİFA HAKKI YARGITAY KARARLARI
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/13943 K: 2015/9164 T: 19.10.2015
Davalı paydaş tarafından kendi payı üzerine intifa hakkı şerhi konulmasından sonra davacı paydaş tarafından şerhin kaldırılması istenerek bu davanın TMK’nın 700. maddesinde belirtilen üç ay içerisinde davalıya tebliğ edildiği görülmüştür. TMK’nın 700. maddesi gereğince ortaklığın satış suretiyle giderilmesinde intifa hakkı davalının payına düşecek bedel üzerinden devam edeceğinden, davacının bu davayı açmakta hukuki yararı bulunmamaktadır.
DAVA: Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 27.11.2012 gününde verilen dilekçe ile tapu kaydındaki şerhin terkini istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın reddine dair verilen 15.04.2014 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR: Davacı, davalı ile birlikte 1/2 oranında paydaş oldukları 3074 ada 2 parsel sayılı taşınmazda, davalının kendi 1/2 hissesi üzerine diğer davalının lehine intifa hakkı tesis ettiğini daha sonra taşınmazın üzerindeki ortaklığının giderilmesi için dava açtığını, intifa hakkı tesisinin idareyi zarara uğratmak amacıyla muvazaalı olduğunu bu nedenle tesis edilen intifa hakkının terkini isteminde bulunmuştur. Davalı, davanın reddini savunmuştur. Mahkemece, davanın reddine, karar verilmiştir. Hükmü, davacı vekili temyiz etmiştir.
Türk Medeni Kanununun 700. maddesine göre, bir paydaşın kendi payı üzerinde intifa hakkı kurması halinde, diğer paydaşlardan biri intifa hakkının kurulduğunun kendisine tebliğinden başlayarak üç ay içinde paylaşma isteminde bulunursa; satış yoluyla paylaşmada intifa hakkı, buna ilişkin paya düşecek bedel üzerinde devam eder.
Somut olaya gelince; dava konusu 3074 ada 2 parsel sayılı taşınmaza davalılardan H.. Ç.. ile L…B… A.. Vakfı 1/2 oranında hisseli olarak malik olduğu, davalı H.. Ç..’nun kendisine ait 1/2 hisse üzerinde diğer davalı A.. S.. lehine 08.03.2012 tarihinde 112.000,00 TL bedel karşılığında intifa hakkı tesis ettiği, ardından 14.03.2012 tarihinde dava konusu parselin üzerindeki ortaklığın giderilmesi için İstanbul 15. Sulh Hukuk Mahkemesinin 2012/107 Esas sayılı dosyasında ortaklığın giderilmesi davası açtığı anlaşılmıştır.
Davalı paydaş tarafından kendi payı üzerine intifa hakkı şerhi konulmasından sonra davacı paydaş tarafından şerhin kaldırılması istenerek bu davanın TMK’nın 700. maddesinde belirtilen üç ay içerisinde davalıya tebliğ edildiği görülmüştür. TMK’nın 700. maddesi gereğince ortaklığın satış suretiyle giderilmesinde intifa hakkı davalının payına düşecek bedel üzerinden devam edeceğinden, davacının bu davayı açmakta hukuki yararı bulunmamaktadır.
Mahkemece, davalının kendi payı üzerinde yapmış olduğu dava konusu tasarrufu kötüniyetle yaptığının kanıtlanamadığı gerekçesiyle davanın reddedilmesi doğru değil ise de hüküm sonucu esas bakımından usul ve kanuna uygun olduğundan HUMK’nın 438/son maddesi gereğince hükmün gerekçesinin değiştirilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle hükmün gerekçesinin yukarıdaki şekilde değiştirilerek bu gerekçeyle DÜZELTİLEREK ONANMASINA, peşin yatırılan harcın istek halinde yatırana iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 19.10.2015 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2010/4362 K: 2010/5324 T: 06.05.2010
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/7387 K: 2014/11377 T: 20.10.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/7744 K: 2017/774 T: 07.02.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3239 K: 2014/6392 T: 14.05.2014
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2002/3438 K: 2002/5889 T: 21.5.2002
Dava niteliği itibariyle intifa hakkı sahibinin haklarının yakından ilgilendirmekte ve etkiler nitelikte bulunduğundan yukarıda adı geçen intifa hakkı sahibine de dava dilekçesi tebliğ edilip davaya dahil edilmesi için davacıya önel verilip bu suretle taraf teşkili sağlandıktan sonra intifa hakkı sahibinin ortaya koyacağı iddia ve delilleri de değerlendirilerek hasıl olacak duruma göre bir karar verilmesi gerekirken taraf teşkili tamamlanmadan davanın esası hakkında hüküm kurulmuş olması, doğru görülmemiştir.
DAVA: Dava dilekçesinde ortaklığın giderilmesi istenilmiştir. Mahkemece davanın kısmen kabulüne dair verilen hükmün temyiz incelemesi davacı vekili tarafından duruşmalı olarak yapılması ise taraf vekillerince yasal süresi içinde verilen dilekçeler ile istenilmekle taraflara yapılan tebligat üzerine duruşma için tayin olunan günde temyiz eden davacı VeK: Av.İsmail Göktoprak ile aleyhine temyiz olunan davalı Vekili Av.Oğuz Çavuşoğlu geldiler. Gelen vekillerin sözlü açıklamaları dinlendikten sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunarak, tetkik hakiminin açıklamaları dinlenip, gereği düşünüldü:
KARAR: Dosyada mevcut 21.5.1998 günlü tapu kaydına göre dava konusu taşınmazın 225/2000 payının 1/2 si üzerinde Sevim T: lehine intifa hakkı bulunduğu anlaşılmaktadır.
Dava niteliği itibariyle intifa hakkı sahibinin haklarının yakından ilgilendirmekte ve etkiler nitelikte bulunduğundan yukarıda adı geçen intifa hakkı sahibine de dava dilekçesi tebliğ edilip davaya dahil edilmesi için davacıya önel verilip bu suretle taraf teşkili sağlandıktan sonra intifa hakkı sahibinin ortaya koyacağı iddia ve delilleri de değerlendirilerek hasıl olacak duruma göre bir karar verilmesi gerekirken taraf teşkili tamamlanmadan davanın esası hakkında hüküm kurulmuş olması, doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile şimdilik diğer yönleri incelenmeksizin hükmün HUMK’nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, Yargıtay duruşmasında vekille temsil edilen davacı yararına takdir edilen 250.000.000 TL. vekalet ücretinin davalıdan alınarak davacı tarafa verilmesine, temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 21.5.2002 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1996/5252 K: 1996/6050 T: 13.06.1996
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2014/12747 K: 2015/1071 T: 02.02.2015
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2003/1553 K: 2004/2419 T: 29.03.2004
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2008/6722 K: 2008/8099 T: 07.07.2008
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2010/4362 K: 2010/5324 T: 06.05.2010
Paylı mülkiyete konu taşınmazda paydaşlığın giderilmesi için dava açıldığında paydaşlardan bir ya da bir kaçının payı üzerinde üçüncü kişi yararına intifa hakkı tesis ettirdiği uygulamada sık rastlanan bir olgudur. Türk Medeni Kanununun 2. maddesi ile getirtilen kural gereği herkes haklarını kullanırken dürüstlük kuralına uymak zorundadır. Bu kurala aykırılık iddiası ile de intifa hakkının terkini istenebilmektedir.
Davacılar, 28167 ada 2 parsel sayılı taşınmazı ortaklığın giderilmesi davasında verilen satış kararı sonucu yapılan ihaleden satın aldıklarını, taşınmazın önceki paydaşlarından İlyapı A.Ş.nin 3980/11341 payında 10/11341 pay için davalı lehine intifa hakkı tesis ettirdiğini, çok küçük bir pay üzerinde intifa hakkı tesis ettirilmesinin Türk Medeni Kanununun 2. maddesinde yer alan dürüst davranma kuralına aykırı olduğunu, intifa hakkının sağladığı yararın taşınmaza yüklediği külfete göre çok az olduğunu ileri sürerek Türk Medeni Kanununun 785. maddesi uyarınca terkin isteğinde bulunmuşlardır.
Davalı, dava konusu taşınmazın intifa hakkı ile yükümlü olarak satılmasına karar verildiğini, davacının da taşınmazı bu hakla yükümlü olarak ihaleden satın aldığını, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, intifa hakkının danışıklı tesis edildiği iddiasının kanıtlanamadığı, davada Türk Medeni Kanununun 785. maddesi gereğince bedeli karşılığı terkin isteğinin de bulunmadığı gerekçesiyle dava reddedilmiştir. Hükmü, davacı temyiz etmiştir.
Dava, intifa hakkının terkini isteğine ilişkindir. Bilindiği üzere; Türk Medeni Kanununun 794.maddesi gereğince intifa hakkı hak sahibine konusu üzerinde tam yararlanma yetkisi sağlayan, tapu kütüğüne tescil ile kurulan tescil işlemi tamamlanınca da herkese karşı ileri sürülebilen, kişi ile sıkı sıkıya ilişkili haklardandır.
İntifa hakkının sona ermesinin nedenleri Türk Medeni Kanununun 796. maddesinde sıralanmıştır. İntifa hakkı bir süre ile sınırlı olarak kurulmuşsa sürenin dolması veya bu süreden önce intifa hakkı sahibinin hakkından vazgeçmesi, intifa hakkı sahibinin ölümü ya da tüzel kişi ise tüzel kişiliğin sona ermesi, konusu olan şeyin bütünü ile harap olması sebebiyle artık ondan yararlanmanın mümkün bulunmaması durumlarında sona erer.
Kanuni intifa hakları hariç (TMK.m.495 vd.) intifa hakkı tesisi daima bir sözleşmeye dayanır. Taraflarına hak ve borçlar yükleyen bu sözleşmeyle intifa hakkı sahibi ile malik hakkın konusu olan şeydeki yararlanmanın nasıl sürdürüleceğini kararlaştırılabilir. Şayet intifa hakkının tesisine neden olan sözleşmedeki edimler yerine getirilmemiş, intifa hakkının devamı malike yüklediği külfete göre çok az yarar sağlar hale gelmişse veya yarar ortadan kalkmış ise malik bu hususları ileri sürerek hakimden sözleşmeye müdahale edilmesini, intifa hakkının süresinden önce sona erdirilmesini isteyebilir. Kaldı ki, bu gibi durumlarda intifa hakkı sahibinin hakkın sürdürülmesini istemesi hakkın kötüye kullanılmasıdır. Her ne kadar intifa hakkının sona erme sebeplerini sayan Türk Medeni Kanununun 796 vd. maddelerinde eşyaya bağlı irtifak haklarında olduğu gibi şahsi bir irtifak hakkı olan intifa hakkının sona erdirilmesini malikin talep edebileceğine ilişkin (TMK.m.785) bir hüküm yoksa da burada Türk Medeni Kanununun 785. maddesinin kıyasen uygulanması gerekir. Doktrindeki hakim görüş de bu doğrultudadır. (Oğuzman-Seliçi, Eşya Hukuku, İstanbul 2002, s.591 vd).
Yukarıda değinilen intifa hakkının sona erme sebepleri ve bu sebepler söz konusu olmasa dahi hakkın malike yüklediği külfetin ağırlığı nedeniyle sona erdirilmesini isteme olanakları dışında, daha sözleşmenin kuruluşu aşamasındaki irade sakatlıkları, danışıklı işlem iddiası ya da ehliyetsizlik iddiası ile de kayıttaki intifa hakkının terkini istenebilir.
Hemen belirtmek gerekir ki intifa hakkının paylı mülkiyete konu taşınmazlarda da paydaşlar tarafından kendi payları üzerinde intifa hakkı tesis ettirmesi olanağı vardır (TMK. m.688/3). Ancak paydaş, payı üzerinde intifa hakkı tesis ettirirken diğer paydaşların mülkiyet haklarına zarar vermemesi ve onların yararını da gözetmesi gerektiği, Türk Medeni Kanunun 693.maddesi hükmü gereğidir. Anılan madde gereği paydaşın bu hakkını kötüye kullanması halinde diğer paydaşların hakimin müdahalesini isteme hakları vardır(m.697).
Paylı mülkiyete konu taşınmazda paydaşlığın giderilmesi için dava açıldığında paydaşlardan bir ya da bir kaçının payı üzerinde üçüncü kişi yararına intifa hakkı tesis ettirdiği uygulamada sık rastlanan bir olgudur. Türk Medeni Kanununun 2. maddesi ile getirtilen kural gereği herkes haklarını kullanırken dürüstlük kuralına uymak zorundadır. Bu kurala aykırılık iddiası ile de intifa hakkının terkini istenebilmektedir.
Somut olayda; dava konusu taşınmazda ihale ile satıştan önce paydaş olan İlyapı A.Ş. 21.06.2001 tarihli resmi senetle dava konusu taşınmazla birlikte 12 parça taşınmazında payları üzerine 5 ve 10 gibi küçük hisselerle davalı lehine intifa hakkı tesis ettirmiştir. Bunlardan bir kısmı terkin edilmiştir. Dava konusu intifa hakkı halen kayıtta bulunmaktadır. Davacılar taşınmazı intifa hakkı ile yükümlü olarak satın almışlardır. Şimdi bu intifa hakkının taşınmaza ağır külfet yüklediğini ileri sürmektedirler. Dava dilekçesinde intifa hakkının diğer paydaşların zararına konulduğunu ve bu hususun hakkın kötüye kullanılması anlamına geldiğini belirterek ve ayrıca taşınmaza yüklediği külfetin hakkın sağlayacağı yarardan daha fazla olduğu iddiasıyla doğrudan Türk Medeni Kanununun 785.maddesi uyarınca terkin talep etmişlerdir.
Gerçekten de, paydaşların zararına konulduğu ve 2. madde uyarınca hakkın kötüye kullanılması olarak değerlendirildiği için terkin edilebilecek intifa hakkının gerek paydaşlığın giderilmesi davası sırasında, gerekse intifa hakkı ile yükümlü olarak satış kararı verilmesine rağmen satış yapılıncaya kadar diğer paydaşlar tarafından terkinini isteyebilme olanağı vardır. Bu olanağı kullanmayan paydaşın taşınmazın intifa hakkı ile yükümlü olarak satılmasının sağlayacağı düşük bedelle satış veya başka alıcı çıkmaması gibi durumlardan yararlandıktan sonra intifa hakkının terkinini istemesi yine yukarıda sözü edilen Türk Medeni Kanununun 2. maddesindeki dürüst davranma kuralına aykırıdır. Bu durumda taşınmaza malik olan kişi ancak Türk Medeni Kanununun 785. maddesindeki koşullar gerçekleştiğinden intifa hakkının terkinini isteyebilir. Diğer bir anlatımla; lehine intifa hakkı bulunan kişiye göre kendisinin çok ağır külfete maruz kaldığının intifa hakkının devam etmesinin onun için çekilmez hal aldığının kanıtlanmış olması gerekir. Bunların dışında malik sözleşmeye bağlılık (ahde vefa) kuralı gereği sözleşmenin yapıldığı andaki gibi hükümlerine aynen uymak zorundadır.
Davaya konu olayda, paydaşlığın giderilmesi davasında davacılar da taraftırlar. Diğer bir anlatımla intifa hakkı tesis edildiğinde davacılar taşınmazın paydaşıdırlar. Gerek dava açılmadan önce gerekse dava sırasında bu hakkın terkinini istememişler, taşınmazın intifa hakkı ile yükümlü olarak satışından sonra terkin talebinde bulunmuşlardır. Şimdi, intifa hakkının taşınmaza yüklediği külfetin ağır olduğunu ileri sürmekte ve bu hakkın tesisinin de iyiniyet kurallarıyla bağdaşmadığını belirtmektedirler. Mahkemece uyuşmazlığın bu açıklamalar çerçevesinde değerlendirilerek sonuçlandırılması gerekir. Kısaca söylemek gerekirse, 3980/11341 paya sahip olan malik 11341 m2’lik taşınmazda 10 m2 yer için intifa hakkı tesis ettirmiştir. Bu kadar küçük bir payda intifa hakkı tesis ettirilmesi ve ayrıca resmi senet içeriğinden de anlaşıldığı gibi bu yöntemi 12 parça taşınmazı için kullanması hakkın kötüye kullanıldığının açık göstergesi kabul edilmelidir. Davacılar da taşınmazı kayıttaki intifa hakkı nedeniyle daha düşük bir bedelle satın aldıklarına göre intifa hakkına konu taşınmazın bedeli belirlenerek bu bedel depo ettirildikten sonra davanın kabulüne karar verilmelidir. Tüm bu yönler göz ardı edilerek davacıların dayandığı vakıaların yanlış nitelendirilmesi sonucu davanın reddine karar verilmesi doğru görülmediğinden kararın bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz olunan hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan temyiz harcının istek halinde yatıranlara iadesine, 06.05.2010 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/15622 K: 2016/285 T: 13.01.2016
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/265 K: 2018/2827 T: 09.04.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3351 K: 2014/6425 T: 15.05.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/446 K: 2020/2388 T: 27.02.2020
İKK. 121. MADDE YARGITAY KARARLARI
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/514 K: 2003/512 T: 24.09.2003
Alacaklı İcra Dairesinden İİK.nun 94/2 maddesi gereğince haczedilen taşınmaz payının borçlu adına intikali için gereken işlemleri yapmak üzere yetki alıp, Tapu Sicil Müdürlüğünde taşınmaz payının borçlu adına intikalini gerçekleştirmesi ve tapuda müşterek (ortak) mülkiyet haline gelen borçlu payının satılarak alacağını almak üzere İİK.m.123 ve devamında açıklanan gayrimenkul payının satışına ilişkin usulü izlemesi gerekir.
Taraflar arasındaki “ortaklığın giderilmesi” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Alaşehir Sulh Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 27.1.2003 gün ve 318-68 sayılı kararın incelenmesi davalı Fadime K. vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 6.Hukuk Dairesinin 25.3.2003 gün ve 1703-1829 sayılı ilamı ile; (…Dava 1 adet taşınmazın paylaşımına ilişkindir. Mahkemece satış suretiyle paylaşıma karar verilmiş ve hüküm davalı Fadime K. (Emre) tarafından temyiz edilmiştir.
Paylaşma davaları, paylı ve elbirliği mülkiyetine konu mallarda paydaşlar ya da ortaklar arasındaki hukuki ilişkiyi sona erdiren, birlikte mülkiyetten ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı yanlar için benzer sonuçlar doğuran davalardır. Dava açma yetkisi, paylı mülkiyette paydaşa, elbirliği mülkiyetinde ortağa aittir. Paydaşlardan veya ortaklardan biri yalnız başına dava açabileceği gibi birden fazla paydaş veya ortak da dava açabilir. Paylı mülkiyet ve elbirliği mülkiyetinin bir arada bulunması halinde paydaş veya ortaklardan biri veya bir kaçı dava açabilirler. Husumet de davacı dışında kalan paydaş veya ortaklara yöneltilir.
Türk Kanunu Medenisinin 588. maddesinde elbirliği mülkiyetine tabi mallarda bir ortağın hisselerini haczettiren alacaklının, hakimin ortak yerine kaim olarak, taksime iştirakini isteyebileceği hükmü yer almakta iken 1.1.2002 tarihinde yürürlüğe giren 4721 Sayılı Türk Medeni Kanununda, anılan maddenin karşılığı olan 648. maddesi, yukarıda belirtilen hallerde alacaklının, sulh hakiminden mirasçının yerine paylaşmaya katılmak üzere bir kayyım atanmasını isteyebileceği hükmünü getirmiştir. Yasanın gerekçesinde de vurgulandığı gibi eski metinde hakimin mirasçı yerine kaim olarak taksime iştirak edeceği belirtilmiştir. Ancak hakim, mirasçılar uyuşmadığı zaman paylaştırmayı gerçekleştirmekle de görevlidir. Aynı hakimin hem paylaştırmayı gerçekleştirmesi hem de mirasçılardan biri yerine onun (dolayısıyla alacaklının) yararlarını korumak için paylaştırmaya katılması uygun bir çözüm değildir. Bu sebeple maddede, sulh hakiminden koşullar gerçekleştiğinde paylaşmaya katılmak üzere bir kayyım atanmasının istenebileceği kabul edilmiştir.
Yeni yasal düzenlenme karşısında elbirliği mülkiyetine, elbirliği mülkiyeti ile birlikte paylı mülkiyete tabi mallarda borçlu mirasçının alacaklısı olan kişinin paylaştırma davası açabilmesi için alacaklı veya borçlunun yararlarını da korumak amacı ile Medeni Kanunun 648. maddesi gereğince kayyım atanması istemesi, kayyım atandığında davanın kayyım tarafından açılıp kayyım huzuru ile davaya devam edilmesi gerekir. Yukarıda belirtilen hususlar dikkate alınmadan yazılı şekilde karar verilmesi doğru değildir …) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI: Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, alacaklının alacağını elde edebilmesi amacıyla, 743 sayılı Türk Kanuni Medenisinin 588 ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 648. maddesine göre açılmış ortaklığın giderilmesi davasından ibarettir.
Davacı, borçlu hakkında giriştiği icra takibinde borçlu tarafından borç ödenmediğini dava konusu 48 ada 7 nolu parselin ½’sinin borçlunun murisi Mustafa üzerine kayıtlı olduğunu, buradaki borçluya intikal edecek pay üzerine haciz konulduğunu, icra tetkik merciinden ortaklığın izale-i şuyu yoluyla giderilmesi hususunda yetki aldığını belirterek, taşınmaz üzerindeki ortaklığın satış suretiyle giderilmesini istemiştir.
Mahkemece her ne kadar taşınmazın ½’si borçlunun murisi adına kayıtlı ise de, aynen taksimin mümkün olmaması nedeniyle, taşınmazın tamamının satılarak, taşınmazdaki ortaklığın giderilmesine ilişkin olarak kurulan hüküm Özel Dairece yukarıda açıklanan nedenlerle 1.1.2002 tarihinde yürürlüğe giren Türk Medeni Yasasının 648. maddesine göre, alacaklı tarafından borçlu ortak yerine kaim olmak üzere bir kayyım atanmasını istemesi ve davanın kayyım tarafından açılıp kayyımın huzuru ile davaya devam edilmesi gerektiği gerekçesiyle bozulmuştur.
Yerel mahkeme ile Özel Daire arasındaki uyuşmazlık 4721 sayılı Yasanın 648. maddesinde öngörülen kayyım atanmasına dair hükmün emredici olup olmadığı, somut olayda izlenmesi gereken usulün ne olduğu noktasında toplanmaktadır.
Bu tür davalarda, davayı ortak yada paydaşlardan biri yada bir kaçı diğer ortak yada paydaşlara karşı açar. Davada bütün paydaş veya ortakların yer alması zorunludur. Yukarıda açıklandığı üzere dava hakkı kural olarak malik olan paydaş yada elbirliği ortağına aittir.
Bu kuralın istisnası alacaklı durumunda olan gerçek veya özel hukuk tüzel kişilerinin dava açabilmeleridir. Mirasçılardan birinden alacağı olan gerçek veya özel hukuk tüzel kişisi bu alacağın tahsili amacıyla, terekeye dahil bulunan taşınır veya taşınmaz malların, paylaşma yada satış suretiyle ortaklığın giderilmesi için dava açabilir. Böyle bir durumda davanın açılabilmesi için;borçlu mirasçının hakkının elbirliği mülkiyetine konu olması, borçlu mirasçı aleyhine bir icra takibi yapılmış olması ve takibin sonuçsuz kalması gereklidir. Dava açıldıktan sonra mahkeme, öncelikle aynen bölüştürülmenin mümkün olup olmadığını araştırır. Aynen bölünme mümkün ise, o şekilde bölünme yapar, olanak yoksa satışa karar verir ve satış bedelini payları oranında paydaşlara dağıtır. Bu haliyle dava iki safhadan oluşur. İlki paydaşlar arasındaki hukuksal ilişkinin aynen bölme ve satım kararı ile son verilmesi yolu ile paylaşma safhasıdır. Aynen bölünmesi mümkün ise, bölünen parçaların paydaşlara tahsisi yapılır. Bu durumda dava konusu olan taşınmaza, yapılan ifraza göre yeni tapu oluşturulur. Borçlu mirasçıya düşen kısım onun adına tapuya tescil ettirilir; alacaklı onu sattırarak alacağına kavuşur. Aynen bölünme mümkün olmadığı takdirde satış kararı verilir. Hükmün kesinleşmesi ile satış memurundan infazı istenir. Mahkeme satış kararı verirken satışın ne şekilde yapılacağını hüküm fıkrasında göstermek zorundadır. Aksi bozma nedenidir. Dolayısıyla satışın ne şekilde yapılacağı konusunda kararda bir belirsizlik olmayacaktır. Satış sonunda elde edilen bedelden alacaklının alacağının tahsili yoluna gidilir.
Paylaşma istemi başlığını taşıyan Medeni Kanunun 642. maddesi, mirasçılardan her biri sözleşme veya yasa gereğince ortaklığı sürdürmekle yükümlü olmadıkça, her zaman, mirasın paylaşılmasını isteyebilir. Paylı mülkiyetin sona ermesini düzenleyen ve paylaşma istemi başlığını ihtiva eden 698. maddesi ise; “hukuki bir işlem gereğince veya paylı malın sürekli bir amaca özgülenmiş olması sebebiyle, paylı mülkiyeti devam ettirme yükümlülüğü bulunmadıkça, paydaşların her biri malın paylaşılmasını isteyebilir” hükmüne yer vermiştir. Aynı yasanın 703/son maddesi de; “elbirliği mülkiyetinde paylaşma, aksine hüküm bulunmadıkça paylı mülkiyet hükümlerine göre yapılır” kuralını öngörür. Yasanın 644. maddesi de açıkça paylaşma davasından söz eder. 743 sayılı Kanunu Medeninin 627. maddesinin kenar başlığında “Taksim davasından” söz edilirken, 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 698. maddesinin başlığı ise, paylaşma istemi şeklinde kaleme alınmıştır. Yeni yasada “dava” sözcüğü yerine istem sözcüğü yazılmıştır. İstem sözcüğü davayı da içine alır.
Bu yasal düzenlemeden anlaşılacağı üzere paylaşma isteme hakkı kural olarak paylı mülkiyette paydaşa, elbirliği mülkiyetinde ise mirasçıya tanınmıştır. Malik olmayan kimseye paylaşma isteme ve paylaşmaya katılma hakkı tanınmamıştır.Örneğin 743 sayılı Kanunu Medeninin 612, 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 677. maddeleri miras payının temliki konusunda üçüncü kişi ile sözleşme yapma imkanı vermesine karşın, bu kimseye paylaşmaya katılma yetkisi vermemektedir.
Borçlunun bir mirasçı makamına kaim olması başlığını taşıyan 743 sayılı Medeni Kanunun 588. maddesinde, bir mirasçıya düşen hisseyi devralan haczeden yahut mirasçı aleyhine borcunu ödemekten aciz belgesi alan alacaklı, hakimin mirasçı yerine geçerek (kaim olarak) paylaşmaya katılmasını isteyebileceği açıklanmıştır. Taksime iştirak mirasın paylaşılmasını (davayı) isteme hakkını da kapsar.
01.01.2002 tarihin de yürürlüğe giren 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 648. maddesi paylaşmaya kayyımın katılması başlığını taşımakta olup, açılmış bir mirasta bir mirasçının payını devralmış veya haczettirmiş olan yada elinde mirasçıya karşı alınmış borç ödemeden aciz belgesi bulunan alacaklının, sulh hakiminden, bu mirasçının payını temsilen paylaşmaya katılmak üzere bir kayyım atanmasını isteyebileceği açıklanmıştır.
Yasanın gerekçesinde; 743 sayılı Kanunun 588. maddesinde hakimin, mirasçı yerine kaim olarak taksime iştirak edeceğinden belirtildiği, mirasçılar uyuşamadığı zaman ise paylaştırmayı gerçekleştirmek ile de görevli olduğu, aynı hakimin hem paylaştırmayı gerçekleştirmesi, hem de mirasçılardan biri yerine onun(dolayısıyla alacaklının) yararlarını korumak için paylaşmaya katılmasının uygun bir çözüm olmadığı, bu nedenle, Sulh Hakiminden, maddedeki koşullar gerçekleştiğinde, paylaşmaya katılmak üzere bir kayyım atanmasının istenmesi gerektiği kuralı konulmuştur.
4721 sayılı Kanunun 648. maddesiyle yeni getirilen düzenleme ile Hakimin mirasçı yerine paylaşmaya iştiraki uygun görülmeyerek, alacaklıya Sulh Hakiminden bu mirasçının yerine paylaşmaya katılmak üzere bir kayyım atanması yoluyla davanın görülmesi sistemi benimsenmiştir. Bunda güdülen amaç, madde gerekçesinde açıklandığı üzere; Hakimin hem paylaştırmayı, gerçekleştirmesi hem de mirasçı yerine geçmesi uygun görülmediğinden alacaklının ve borçlunun menfaatlerinin dengelenmesidir.
Yukarıda değinildiği gibi iştirak halinde mülkiyette pay söz konusu olmadığından her ortak malın tamamı üzerinde diğer ortaklarla birlikte mülkiyet hakkına sahiptir. Bununla beraber, iştirak halinde mülkiyette de ortakların bir katılma payı veya hakkından bahsetmek mümkündür. Ortakların, ortaklığın sona ermesi halinde tasfiye sonucuna (tasfiye payına) iştirak hakkına “katılma payı” denir.
Bu genel açıklamadan sonra borçlu mirasçıya düşen taşınmazdaki payın cebri icra yolu ile satışının mümkün olup olmadığının da çözümlenmesi gerekir. İİK.nun 94 ve 121. maddelerinde Medeni Kanunu’nun kabul ettiği kurallara uygun hükümler kabul edilmiştir. 94 maddeye göre “ortaklardan birinin alacaklısı, yalnız borçlu ortaklığın katılma hakkını, yani tasfiye sonucunu haczettirebilir.” Bunun için de borçlu ortağın alacaklısı, ortaklığın sona erip tasfiye edilerek borçlu ortağa düşecek tasfiye payının haczini isteyebilir.121 maddeye göre de “tasfiye edilmemiş bir miras hissesinin haczi üzerine icra memuru satışın ne şekilde yapılacağını Tetkik Merciinden sorar”. Maddedeki (açık arttırma ile satışa karar verebilir) şeklindeki hükmün MK.ile kabul edilmiş olan “pay satışının mümkün olmadığı” kuralını ortadan kaldıran bir hüküm niteliğinde değildir. Maddede mahcuzlar üzerindeki iştirak halindeki mülkiyet münasebetine son verilmesini sağlamak için takip alacaklısına şuyuu’nun giderilmesi davası açması yetkisini verir. Açılacak davanın sonuna kadar icra müdürü bir işlem yapamayacak, bu dava sonucunda borçluya belirli bir mal isabet etmiş ise bu mal satılarak alacaklının hakkı verilecektir. (14.4.1943 gün E:1940/48 K:1943/15 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı)
Böylece elbirliği mülkiyetine tabi bir malda payı bulunan borçludan alacaklı olan kişi, anlatıldığı şekilde İcra Tetkik Merciinden alacağı yetkiye dayanarak borçlunun da içinde bulunacağı tüm elbirliği ortaklarına karşı dava açıp bu davayı sonuçlandıracaktır. Buradaki dava açmak hakkı hakime ya da başka bir kişiye tanınmamış, yalnızca mirasçıya ya da Tetkik Merciinden ortaklığın giderilmesi davasını açma yetkisini alan alacaklıya tanınmıştır.
Öyleyse, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 648 maddesi ile alacaklıya yeni tanınan imkan, borçlu mirasçının payının temsilcisi olarak bir kayyım atanmasını isteyebilmesi hususudur.
Bu gibi durumlarda ortaklığın giderilmesi davasının kim tarafından açılacağının açıklığa kavuşturulması gerekir.
İİK. 94, 121, Türk Medeni Kanunu’nun hükümleri birlikte değerlendirildiğinde, paylaşma davasının 4721 sayılı yasada yazılı “açılmış mirasta, bir mirasçının payını devralmış veya haczettirmiş olan ya da elinde mirasçıya karşı alınmış borç ödemeden aciz belgesi bulunan alacaklının açacağı açıktır. Maddede açıkca paylaşmaya katılmaktan söz edilmiştir. Borçlu borcunu ödemekte temerrüt halindedir. Borcunu ödemediği için Kanun özel bir yöntem benimseyerek ve borçlunun kendi aleyhine dava açmayacağını düşünerek alacaklıya dava açma hakkını vermiştir. Yasa uyarınca atanacak kayyım da elbette tarafların haklarının denkleştirilmesi için alacaklının kendisine başvurması üzerine paylaştırma davası açabilecektir. Ancak Yasa koyucunun bu davayı sadece atanan kayyımın açacağını kabul ettiğini ileri sürmenin mevcut yasal düzenleme karşısında mümkün olmadığı açıktır.
Görüldüğü gibi eski yasanın 588. maddesi ile yeni yasanın 648. maddesi sanıldığı gibi temelde bir farklılık arz etmemektedir. Yasalardaki durum (İİK.94 ve 121) aynen korunmakta, eski 588 den farklı olarak eskiden ortaklığın giderilmesi davasında hakim, mirasçı yerine geçerek (kaim olarak) paylaşmaya katılırken, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 648 maddesi hakimi bu katılmanın dışında bırakmakta, hakimin yerine özel duruma münhasır olmak üzere mirasçının payını temsilen paylaşmaya katılmak üzere bir kayyımın atanacağını öngörmektedir.
Burada sözü edilen kayyımlık (Yasal Danışmanlık), temsilci kayyımlığı, belirli bir işin (somut olayda paylaşma davasında borçlu mirasçının payının) temsilcisi olarak atanacağı için bu tür kayyımlığa “temsilci kayyımlığı” denilmektedir. (Prof.Dr. Aydın Zevkliler, Medeni Hukuka Giriş ve Başlangıç hükümleri, Kişiler Hukuku 1989 s.1037). Atanan Kayyım paylaşma davasında, borçlunun yararına en uygun çözümün belirlenmesi ve bununla birlikte alacaklının alacağına en kısa zamanda kavuşması konusunda üzerine düşen görevi yapacağı açıktır.Öte yandan yasanın bir amacıda; tarafların iradesine üstünlük tanıyarak öncelikle iradi paylaşma yollarını denemektir. Bu amaçla kayyım, borçlu dışındaki diğer mirasçılarla anlaşıp rızaya dayalı paylaşmayı gerçekleştirebilir.
Borçluya intikal edecek tasfiye edilmemiş bir miras payının haczedilmesi ve sonuçta ortaklığın satış yoluyla giderilmesinde izlenecek yol bu olmasına karşın, somut olayda bu hükümlerin uygulama yeri bulunmamaktadır.
Şöyle ki, somut olayda davacı alacaklı alacağına kavuşmak için 10.11.2000 tarihinde icra takibine başlandığı borçluya intikal edecek tasfiye edilmemiş miras hissesi üzerine 9.11.2000 tarihinde ihtiyati haciz konulduğu ve 14.5.2000 tarihinde ise, görülmekte olan ortaklığın giderilmesi yoluyla satışına karar verilen taşınmazın tapu kaydı ½ pay oranında borçlunun murisi Mustafa Emre, ½ pay oranında ise üçüncü kişi konumundaki Fadime Karsavuran adına kayıtlı olup, muris Mustafa 6.12.1995 tarihinde öldüğü geriye borçlunun manevi evladı Arif ve eşi Adile’yi bıraktığı, Adile’nin de 6.2.1999 tarihinde geride borçlu Arif’i bırakarak vefat ettiği ve bu şekilde, takip tarihinden önce muris Mustafa Emre adına kayıtlı taşınmaz payı üzerinde elbirliği ortaklığı ilişkisinin fiilen sona erdiği, bu payın tek başına borçluya intikal ettiği, ancak tapuda gerekli intikal işlemi yaptırılmadığından, taşınmaz payının muris Mustafa üzerine kayıtlı göründüğü anlaşılmaktadır.
Hal böyle olunca, somut olayda uygulanması gereken usul Türk Kanuni Medenisinin 588 ve İcra İflas Yasasının 121 maddesi ile Türk Medeni Yasasının 648. maddesinde öngörülen usul olmayıp, İcra İflas Yasasının 94. maddesinde açıklanan usuldür.
Buna göre; alacaklı İcra Dairesinden İİK.nun 94/2 maddesi gereğince haczedilen taşınmaz payının borçlu adına intikali için gereken işlemleri yapmak üzere yetki alıp, Tapu Sicil Müdürlüğünde taşınmaz payının borçlu adına intikalini gerçekleştirmesi ve tapuda müşterek (ortak) mülkiyet haline gelen borçlu payının satılarak alacağını almak üzere İİK.m.123 ve devamında açıklanan gayrimenkul payının satışına ilişkin usulü izlemesi gerekir.
Önemle belirtelim ki, davacı alacaklının ortaklığın giderilmesi davası açmasının koşulu iştirak (elbirliği) halinde mülkiyet hükümlerine tabi bir taşınmaz yada taşınmaz payı söz konusu olmasıdır. Paylı mülkiyette payın haczi ve satışı mümkün olduğundan paydaşın alacaklısının paylaşma davası açması doğru olmayıp, davanın görülebilme imkanı yoktur. Mahkemece davanın reddine karar verilmesi gerekirken davanın kabulüne ilişkin hükümde direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/253 K: 2003/270 T: 02.04.2003
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/4288 K: 2019/960 T: 06.02.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3380 K: 2014/6446 T: 15.05.2014
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1988/6585 K: 1988/870 T: 02.11.1988
Yargıtay 6. Hukuk Dairesi E: 2012/1078, K: 2012/2235
İİK.’nun 121. maddesi uyarınca hacze konu olan şey, borçlu ortağa ait miras veya iştirak halinde tasarruf olunan bir mal hissesi olup, haczine karar verilen hissenin elbirliği hükümlerine göre bağımsız olarak satışı mümkün değildir. Bu durumda borçlu ortağın miras payının da bulunduğu mal üzerindeki ortaklığın aynen taksim veya satış suretiyle giderilmesi söz konusu olup alacaklı da İİK’nun 121. Maddesi uyarınca İcra Mahkemesinden alacağı yetki belgesine dayanarak bu davayı açabilmektedir. Kural olarak ortaklığın giderilmesi davasında dava hakkı ortaklardan bir yada birkaçına ait olup alacaklının dava hakkının borçlu ortaktan bağımsız olarak düşünülmemesi gerekir.
Mahalli mahkemesinden verilmiş bulunan yukarıda tarih ve numarası yazılı ortaklığın giderilmesi davasına dair karar, davalılardan …, … ve … tarafından süresi içinde temyiz edilmiş olmakla, dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği görüşülüp düşünüldü.
Dava, İİK.’nun 121.maddesi uyarınca borçlu ortağın alacaklısı tarafından açılan ortaklığının giderilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece dört adet taşınmazın satılarak ortaklığın giderilmesine karar verilmiş, hüküm bir kısım davalılar tarafından temyiz edilmiştir.
Davacı alacaklı borçlu mirasçı aleyhine … 17.İcra Müdürlüğünün 2006/12617 ve 2006/12618 sayılı dosyaları ile icra takibi yapmış, borçluya miras bırakanından intikal eden taşınmazlardaki miras paylarını haczettirmiş ancak, taşınmazların elbirliği mülkiyet hükümlerine tabi olması nedeniyle alacaklının talebi üzere … 7.İcra Hukuk Mahkemesinin 2007/850-795 sayılı kararı ile İİK.nun 121. Maddesi kapsamında alacaklı vekiline ortaklığın giderilmesi davası açması için yetki verilmiştir. Davacı da bu yetkiye dayanarak eldeki davayı açmıştır. Davaya konu taşınmazların tapu kayıtları üzerine 18.04.2008 tarihinde ortaklığın giderilmesi davası açıldığına ilişkin belirtme yapılmıştır. Borçlu ortak … yargılama devam ederken 05.11.2008 tarihinde miras payını tapudan diğer davalı …’ya temlik edilerek ortaklıktan çıkmış, dava diğer mirasçılara karşı devam edilerek karar verilmiştir.
Borçlu ortağın alacaklısı alacağını tahsil amacıyla yapmış olduğu icra takibi sonunda İİK.’nun 121 maddesi hükmü uyarınca icra hakiminden alacağı yetki belgesine dayanarak ortaklığın giderilmesi davası açabilir.
İİK.’nun 121. maddesi uyarınca hacze konu olan şey, borçlu ortağa ait miras veya iştirak halinde tasarruf olunan bir mal hissesi olup, haczine karar verilen hissenin elbirliği hükümlerine göre bağımsız olarak satışı mümkün değildir. Bu durumda borçlu ortağın miras payının da bulunduğu mal üzerindeki ortaklığın aynen taksim veya satış suretiyle giderilmesi söz konusu olup alacaklı da İİK’nun 121. Maddesi uyarınca İcra Mahkemesinden alacağı yetki belgesine dayanarak bu davayı açabilmektedir. Kural olarak ortaklığın giderilmesi davasında dava hakkı ortaklardan bir yada birkaçına ait olup alacaklının dava hakkının borçlu ortaktan bağımsız olarak düşünülmemesi gerekir.
Olayımızda, borçlu …’ya miras bırakanından intikal eden davaya konu taşınmazlardaki miras payı davacı alacaklı tarafından 03.07.2007 tarihinde haczedilmiş, alacaklı tarafından icra mahkemesinden alınan yetki belgesi ile eldeki ortaklığın giderilmesi davası 15.01.2008 tarihinde açılmıştır. 11.04.2008 tarihinde tapu kaydına ortaklığın giderilmesi davası açıldığına ilişkin şerh konulmakla birlikte davalı borçlu yargılama devam ederken 05.11.2008 tarihinde miras payını diğer davalı … Usluya tapuda temlik etmiştir. Ortaklığın giderilmesi davasında alacaklının borçlu ortaktan bağımsız bir dava hakkı olduğu düşünülemeyeceğinden, miras payının temlikine ilişkin söz konusu tasarrufun alacaklıya zarar vermek maksadıyla yapıldığı ileri sürülüp iptaline karar verilmedikçe mahkemece ortaklığın giderilmesine de karar verilemez. Mahkemece bu husus göz ardı edilerek yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Hüküm bu nedenle bozulmalıdır
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle hükmün BOZULMASINA, istek halinde peşin alınan temyiz harcının temyiz edene iadesine, 16.02.2012 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/4143 K: 2019/651 T: 22.01.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/15584 K: 2016/286 T: 13.01.2016
- Yargıtay 6. Hukuk Dairesi E: 2005/10986 K: 2005/535 T: 03.02.2005
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/253 K: 2003/270 T: 02.04.2003
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/253 K: 2003/270 T: 02.04.2003
Elbirliği mülkiyetine tabi bir malda payı bulunan borçludan alacaklı olan kişi, anlatıldığı şekilde İcra Tetkik Merciinden alacağı yetkiye dayanarak borçlunun da içinde bulunacağı tüm elbirliği ortaklarına karşı dava açıp bu davayı sonuçlandıracaktır. Buradaki dava açmak hakkı hakime ya da başka bir kişiye tanınmamış, yalnızca mirasçıya ya da Tetkik Merciinden ortaklığın giderilmesi davasını açma yetkisini alan alacaklıya tanınmıştır.
Taraflar arasındaki “ortaklığın giderilmesi” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Karşıyaka 1. Sulh Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 19.9.2002 gün ve 2002/748-1041 sayılı kararın incelenmesi davalılardan Zeynep Ö. tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 6. Hukuk Dairesinin 28.11.2002 gün ve 2002/7358-7634 sayılı ilamı ile; (…Davacı vekili, davalılardan Zeyn K.’ın borcu nedeniyle aleyhine icra takibi yapıldığını, icra tetkik merciinden İcra İflas Kanununun 121. maddesi gereğince yetki belgesi aldıklarını, borçlunun miras bırakanına ait taşınmazların satış suretiyle ortaklığının giderilmesini istemiştir. Davalılara meşruhatlı davetiye ve dava dilekçesi tebliğ edilmiş, davalılardan Zeynep Ö. taşınmazın satılmasını istemediğini, davanın reddini savunmuştur.
Paylaşma davaları, paylı ve elbirliği mülkiyetine konu mallarda paydaşlar ya da ortaklar arasındaki hukuki ilişkiyi sona erdiren, birlikte mülkiyetten ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı yanlar için benzer sonuçlar doğuran davalardır. Dava açma yetkisi, paylı mülkiyette paydaşa, elbirliği mülkiyetinde ortağa aittir. Paydaşlardan veya ortaklardan biri yalnız başına dava açabileceği gibi birden fazla paydaş veya ortak da dava açabilir. Paylı mülkiyet ve elbirliği mülkiyetinin bir arada bulunması halinde paydaş veya ortaklardan biri veya bir kaçı dava açabilirler. Husumet de davacı dışında kalan paydaş veya ortaklara yöneltilir.
Türk Kanunu Medenisinin 588. maddesinde elbirliği mülkiyetine tabi mallarda bir ortağın hisselerini haczettiren alacaklının, hakimin ortak yerine kaim olarak, taksime iştirakini isteyebileceği hükmü yer almakta iken, 1.1.2002 tarihinde yürürlüğe giren 4721 Sayılı Türk Medeni Kanununda, anılan maddenin karşılığı olan 648. maddesi, yukarıda belirtilen hallerde alacaklının, sulh hakiminden mirasçının yerine paylaşmaya katılmak üzere bir kayyım atanmasını isteyebileceği hükmünü getirmiştir. Yasanın gerekçesinde de vurgulandığı gibi eski metinde hakimin mirasçı yerine kaim olarak taksime iştirak edeceği belirtilmiştir. Ancak hakim, mirasçılar uyuşmadığı zaman paylaştırmayı gerçekleştirmekle de görevlidir. Aynı hakimin hem paylaştırmayı gerçekleştirmesi hem de mirasçılardan biri yerine onun (dolayısıyla alacaklının) yararlarını korumak için paylaştırmaya katılması uygun bir çözüm değildir. Bu sebeple maddede, sulh hakiminden koşullar gerçekleştiğinde paylaşmaya katılmak üzere bir kayyım atanmasının istenebileceği kabul edilmiştir.
Yeni yasal düzenlenme karşısında elbirliği mülkiyetine, elbirliği mülkiyeti ile birlikte paylı mülkiyete tabi mallarda borçlu mirasçının alacaklısı olan kişinin, paylaştırma davası açabilmesi için alacaklı veya borçlunun yararlarını da korumak amacı ile Medeni Kanunun 648. maddesi gereğince kayyım atanması istemesi, kayyım atandığında davanın kayyım tarafından açılıp kayyım huzuru ile davaya devam edilmesi gerekir. Yukarıda belirtilen hususlar dikkate alınmadan yazılı şekilde karar verilmesi doğru değildir.
Hüküm bu nedenle bozulmalıdır….) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, alacaklı tarafından mirasçılar aleyhine açılan ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Davacı, borçlu aleyhine icra takibine giriştiklerini haciz kararı verildiğini tetkik merciince kendisine ortaklığın giderilmesi davası açmak üzere yetki verildiğini belirterek davalıların murisleri adına kayıtlı payların satış yoluyla giderilmesine karar verilmesini istemiştir. Davalılardan Zeynep Ö. duruşmaya katılmış ve taşınmazların satılmasını istemediğini belirtmiştir.
Mahkemece, yürütülen icra takibi ile davalı Zeyn K.’ın borcu bulunduğu ve aynen paylaşmanın olanaklı olmadığı gerekçesiyle davanın kabulü ile taşınmazların satışı suretiyle ortaklığın giderilmesine dair verilen karar, Özel Dairece yukarıda açıklanan nedenlerle bozulmuştur.
Burada yeri gelmişken öncelikle, yasaların yürürlükten kalkma usulünden de bahsetmekte yarar vardır. Yürürlüğe giren bir yasa, hangi yasaların, yada yasanın hangi maddelerinin yürürlükten kaldırıldığını açıkça belirtebilir. Örneğin 1/1/2002 tarihinde 4721 sayılı Türk Medeni Yasası yürürlüğe girince bu yasanın 1028. maddesi gereği 17 Şubat 1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi yürürlükten kaldırılmış, aynı şekilde 4722 sayılı Türk Medeni Yasası’nın Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Yasa 01/01/2002 tarihinde yürürlüğe girince, yasanın 23. maddesi gereğince 29/5/1926 tarihli ve 864 sayılı Kanunu Medenisinin Sureti Mer’iyet ve Şekli Tatbiki Hakkındaki Kanun Yürürlükten kaldırılmıştır. Bunun gibi yeni çıkan yasa eski yasa hakkında, “bu yasaya aykırı olan hükümler yürürlükten kaldırılmıştır.” Diyebilir. Bu durumda ise zımni ilga (üstü kapalı yürürlükten kaldırma) söz konusu olur. Bir yasanın değiştirilmesi suretiyle yürürlükten kaldırılması olanağı vardır. Örneğin, Anayasanın bazı maddelerini değiştiren 1488 sayılı Yasa, burada sözü edilen maddeleri yürürlükten kaldırmış ve kendisi o maddelerin yerine geçmiştir. Yasalar, Anayasa Mahkemesinin iptal kararı ile de, yürürlükten kalkabilir.
Üzerinde durulması gereken diğer konu, çatışan yasa hükümleri varsa nasıl bir yol izlenmesi gerektiği hususudur. Bu konuda ikili bir ayrım yapılması gereklidir. İlk olarak, açıkça kaldırılmamış iki yasa arasında çatışma olması halidir. Yasaların genel yada özel nitelikli yasa olmasına göre konu ayrılır. İki genel yada iki özel yasa karşılaştığında, yani bunların bütün hükümleri birbiriyle çatıştığı takdirde ana kural yeni yasanın eski yasaya üstün tutulmasıdır.
Bir genel yasa ile bir özel yasa karşılaşabilirler. Bu takdirde, sonra çıkan yasa özel nitelikli yasa ise, bu özel yasa üstün tutulur. Buna karşılık, genel yasanın tarihi daha sonra olup da özel yasanın tarihi daha eski bulunduğu takdirde, yasa koyucunun takip ettiği amaç araştırılmalı ve ona göre yeni yasanın eski yasayı yürürlükten kaldırıp kaldırmadığına karar verilmelidir.
İkinci olarak, birisi yürürlükten kalkan iki yasanın bazı hükümleri arasında çatışma varsa, ana kural gereği yeni olay ve ilişkilere dayalı olarak açılan davalara yeni yasa, eski olay ve ilişkilere dayalı olarak açılan davalara eski yasa uygulanmalıdır (Prof. Dr. Necip Bilge Hukuk Başlangıcı Dersleri İstanbul 1985 sayfa 243).
Öte yandan ortaklığın giderilmesi davaları, paylı veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallar ile haklarda, paydaş yada ortaklar arasında yürürlükte olan tapulu mülkiyet ilişkisini sona erdirip bireysel mülkiyete geçişi sağlayan iki taraflı (axio dubless), yanlar için benzer sonuçlar doğuran davalardır. Davalı da davacı gibi aynı haklara sahiptir. Bu nedenle davacının satış suretiyle paylaşma istemesi, davalının aynen paylaşma istemesine engel oluşturmaz. Aynen taksim kararları kesinleşince, her bir paydaşa isabet eden kısmı üzerinde o paydaşın bireysel mülkiyet hakkı doğmuş olur.
Bu tür davalarda, davayı ortak yada paydaşlardan biri yada bir kaçı diğer ortak yada paydaşlara karşı açar. Davada bütün paydaş veya ortakların yer alması zorunludur. Yukarıda açıklandığı üzere dava hakkı kural olarak malik olan paydaş yada elbirliği ortağına aittir.
Bu kuralın istisnası alacaklı durumunda olan gerçek veya özel hukuk tüzel kişilerinin dava açabilmeleridir. Mirasçılardan birinden alacağı olan gerçek veya özel hukuk tüzel kişisi bu alacağın tahsili amacıyla, terekeye dahil bulunan taşınır veya taşınmaz malların, paylaşma yada satış suretiyle ortaklığın giderilmesi için dava açabilir. Böyle bir durumda davanın açılabilmesi için;borçlu mirasçının hakkının elbirliği mülkiyetine konu olması, borçlu mirasçı aleyhine bir icra takibi yapılmış olması ve takibin sonuçsuz kalması gereklidir.
Dava açıldıktan sonra mahkeme, öncelikle aynen bölüştürülmenin mümkün olup olmadığını araştırır. Aynen bölünme mümkün ise, o şekilde bölünme yapar, olanak yoksa satışa karar verir ve satış bedelini payları oranında paydaşlara dağıtır. Bu haliyle dava iki safhadan oluşur. İlki paydaşlar arasındaki hukuksal ilişkinin aynen bölme ve satım kararı ile son verilmesi yolu ile paylaşma safhasıdır. Aynen Bölünmesi mümkün ise, bölünen parçaların paydaşlara tahsisi yapılır. Bu durumda dava konusu olan taşınmaza, yapılan ifraza göre yeni tapu oluşturulur. Borçlu mirasçıya düşen kısım onun adına tapuya tescil ettirilir; alacaklı onu sattırarak alacağına kavuşur.
Aynen bölünme mümkün olmadığı takdirde satış kararı verilir. Hükmün kesinleşmesi ile satış memurundan infazı istenir. Mahkeme satış kararı verirken satışın ne şekilde yapılacağını hüküm fıkrasında göstermek zorundadır. Aksi bozma nedenidir. Dolayısıyla satışın ne şekilde yapılacağı konusunda kararda bir belirsizlik olmayacaktır. Satış sonunda elde edilen bedelden alacaklının alacağının tahsili yoluna gidilir.
Paylaşma istemi başlığını taşıyan Medeni Kanunun 642. maddesi, mirasçılardan her biri sözleşme veya yasa gereğince ortaklığı sürdürmekle yükümlü olmadıkça, her zaman, mirasın paylaşılmasını isteyebilir. Paylı mülkiyetin sona ermesini düzenleyen ve paylaşma istemi başlığını ihtiva eden 698. maddesi ise; “hukuki bir işlem gereğince veya paylı malın sürekli bir amaca özgülenmiş olması sebebiyle, paylı mülkiyeti devam ettirme yükümlülüğü bulunmadıkça, paydaşların her biri malın paylaşılmasını isteyebilir” hükmüne yer vermiştir. Aynı yasanın 703/son maddesi de; “elbirliği mülkiyetinde paylaşma, aksine hüküm bulunmadıkça paylı mülkiyet hükümlerine göre yapılır” kuralını öngörür. Yasanın 644. maddesi de açıkça paylaşma davasından söz eder. 743 sayılı Kanunu Medeninin 627. maddesinin kenar başlığında “Taksim davasından” söz edilirken, 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 698. maddesinin başlığı ise, paylaşma istemi şeklinde kaleme alınmıştır. Yeni yasada “dava” sözcüğü yerine istem sözcüğü yazılmıştır. İstem sözcüğü davayı da içine alır.
Bu yasal düzenlemeden anlaşılacağı üzere paylaşma isteme hakkı kural olarak paylı mülkiyette paydaşa, elbirliği mülkiyetinde ise mirasçıya tanınmıştır. Malik olmayan kimseye paylaşma isteme ve paylaşmaya katılma hakkı tanınmamıştır. Örneğin 743 sayılı Kanunu Medeninin 612, 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 677. maddeleri miras payının temliki konusunda üçüncü kişi ile sözleşme yapma imkanı vermesine karşın, bu kimseye paylaşmaya katılma yetkisi vermemektedir.
Borçlunun bir mirasçı makamına kaim olması başlığını taşıyan 743 sayılı Medeni Kanunun 588. maddesinde, bir mirasçıya düşen hisseyi devralan haczeden yahut mirasçı aleyhine borcunu ödemekten aciz belgesi alan alacaklı, hakimin mirasçı yerine geçerek (kaim olarak) paylaşmaya katılmasını isteyebileceği açıklanmıştır. Taksime iştirak mirasın paylaşılmasını (davayı) isteme hakkını da kapsar.
01.01.2002 tarihin de yürürlüğe giren 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 648. maddesi paylaşmaya kayyımın katılması başlığını taşımakta olup, açılmış bir mirasta bir mirasçının payını devralmış veya haczettirmiş olan yada elinde mirasçıya karşı alınmış borç ödemeden aciz belgesi bulunan alacaklının, sulh hakiminden, bu mirasçının payını temsilen paylaşmaya katılmak üzere bir kayyım atanmasını isteyebileceği açıklanmıştır.
Yasanın gerekçesinde; 743 sayılı Kanunun 588. maddesinde hakimin, mirasçı yerine kaim olarak taksime iştirak edeceğinden belirtildiği, mirasçılar uyuşamadığı zaman ise paylaştırmayı gerçekleştirmek ile de görevli olduğu, aynı hakimin hem paylaştırmayı gerçekleştirmesi, hem de mirasçılardan biri yerine onun(dolayısıyla alacaklının) yararlarını korumak için paylaşmaya katılmasının uygun bir çözüm olmadığı, bu nedenle, Sulh Hakiminden, maddedeki koşullar gerçekleştiğinde, paylaşmaya katılmak üzere bir kayyım atanmasının istenmesi gerektiği kuralı konulmuştur.
4721 sayılı Kanunun 648. maddesiyle yeni getirilen düzenleme ile Hakimin mirasçı yerine paylaşmaya iştiraki uygun görülmeyerek, alacaklıya Sulh Hakiminden bu mirasçının yerine paylaşmaya katılmak üzere bir kayyım atanması yoluyla davanın görülmesi sistemi benimsenmiştir. Bunda güdülen amaç, madde gerekçesinde açıklandığı üzere; Hakimin hem paylaştırmayı, gerçekleştirmesi hem de mirasçı yerine geçmesi uygun görülmediğinden alacaklının ve borçlunun menfaatlerinin dengelenmesidir.
Yukarıda değinildiği gibi iştirak halinde mülkiyette pay söz konusu olmadığından her ortak malın tamamı üzerinde diğer ortaklarla birlikte mülkiyet hakkına sahiptir. Bununla beraber, iştirak halinde mülkiyette de ortakların bir katılma payı veya hakkından bahsetmek mümkündür. Ortakların, ortaklığın sona ermesi halinde tasfiye sonucuna (tasfiye payına) iştirak hakkına “katılma payı” denir.
Bu genel açıklamadan sonra borçlu mirasçıya düşen taşınmazdaki payın cebri icra yolu ile satışının mümkün olup olmadığının da çözümlenmesi gerekir. İİK.nun 94 ve 121. maddelerinde Medeni Kanunu’nun kabul ettiği kurallara uygun hükümler kabul edilmiştir. 94 maddeye göre “ortaklardan birinin alacaklısı, yalnız borçlu ortaklığın katılma hakkını, yani tasfiye sonucunu haczettirebilir.” Bunun için de borçlu ortağın alacaklısı, ortaklığın sona erip tasfiye edilerek borçlu ortağa düşecek tasfiye payının haczini isteyebilir. 121 maddeye göre de “tasfiye edilmemiş bir miras hissesinin haczi üzerine icra memuru satışın ne şekilde yapılacağını Tetkik Merciinden sorar”. Maddedeki (açık arttırma ile satışa karar verebilir) şeklindeki hükmün MK.la kabul edilmiş olan “pay satışının mümkün olmadığı” kuralını ortadan kaldıran bir hüküm niteliğinde değildir. Maddede mahcuzlar üzerindeki iştirak halindeki mülkiyet münasebetine son verilmesini sağlamak için takip alacaklısına şuyuu’nun giderilmesi davası açması yetkisini verir. Açılacak davanın sonuna kadar icra müdürü bir işlem yapamayacak, bu dava sonucunda borçluya belirli bir mal isabet etmiş ise bu mal satılarak alacaklının hakkı verilecektir. (14.4.1943 gün E:1940/48 K:1943/15 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı)
Böylece elbirliği mülkiyetine tabi bir malda payı bulunan borçludan alacaklı olan kişi, anlatıldığı şekilde İcra Tetkik Merciinden alacağı yetkiye dayanarak borçlunun da içinde bulunacağı tüm elbirliği ortaklarına karşı dava açıp bu davayı sonuçlandıracaktır. Buradaki dava açmak hakkı hakime ya da başka bir kişiye tanınmamış, yalnızca mirasçıya ya da Tetkik Merciinden ortaklığın giderilmesi davasını açma yetkisini alan alacaklıya tanınmıştır.
Öyleyse,4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 648 maddesi ile alacaklıya yeni tanınan imkan, borçlu mirasçının payının temsilcisi olarak bir kayyım atanmasını isteyebilmesi hususudur.
Genel Kuruldaki görüşmeler sırasında ortaklığın giderilmesi davasının kimin tarafından açılacağı konusu da tartışılmıştır.
İİK. 94, 121, Türk Medeni Kanunu’nun hükümleri birlikte değerlendirildiğinde, paylaşma davasının 4721 sayılı yasada yazılı “açılmış mirasta, bir mirasçının payını devralmış veya haczettirmiş olan ya da elinde mirasçıya karşı alınmış borç ödemeden aciz belgesi bulunan alacaklının açacağı açıktır. Maddede açıkça paylaşmaya katılmaktan söz edilmiştir. Borçlu borcunu ödemekte temerrüt halindedir. Borcunu ödemediği için Kanun özel bir yöntem benimseyerek ve borçlunun kendi aleyhine dava açmayacağını düşünerek alacaklıya dava açma hakkını vermiştir. Yasa uyarınca atanacak kayyım da elbette tarafların haklarının denkleştirilmesi için alacaklının kendisine başvurması üzerine paylaştırma davası açabilecektir. Ancak Yasa koyucunun bu davayı sadece atanan kayyımın açacağını kabul ettiğini ileri sürmenin mevcut yasal düzenleme karşısında mümkün olmadığı açıktır.
Görüldüğü gibi eski yasanın 588. maddesi ile yeni yasanın 648. maddesi sanıldığı gibi temelde bir farklılık arzetmemektedir. Yasalardaki durum (İİK. 94 ve 121) aynen korunmakta, eski 588 den farklı olarak eskiden ortaklığın giderilmesi davasında hakim, mirasçı yerine geçerek (kaim olarak) paylaşmaya katılırken, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 648 maddesi hakimi bu katılmanın dışında bırakmakta, hakimin yerine özel duruma münhasır olmak üzere mirasçının payını temsilen paylaşmaya katılmak üzere bir kayyımın atanacağını öngörmektedir.
Burada sözü edilen kayyımlık (Yasal Danışmanlık), temsilci kayyımlığı, belirli bir işin (somut olayda paylaşma davasında borçlu mirasçının payının temsilcisi olarak atanacağı için) bu tür kayyımlığa “temsilci kayyımlığı” denilmektedir. (Prof. Dr. Aydın Zevkliler, Medeni Hukuka Giriş ve Başlangıç hükümleri, Kişiler Hukuku 1989 s. 1037). Atanan Kayyım paylaşma davasında, borçlunun yararına en uygun çözümün belirlenmesi ve bununla birlikte alacaklının alacağına en kısa zamanda kavuşması konusunda üzerine düşen görevi yapacağı açıktır. Öte yandan yasanın bir amacıda; tarafların iradesine üstünlük tanıyarak öncelikle iradi paylaşma yollarını denemektir. Bu amaçla kayyım, borçlu dışındaki diğer mirasçılarla anlaşıp rızaya dayalı paylaşmayı gerçekleştirebilir.
Bu açıklamaların ışığında somut olayı incelediğimizde;Davacı alacaklı borçlu mirasçı aleyhine Karşıyaka 1. İcra Müdürlüğünün 2001/8543 sayılı dosyası ile icra takibine girişmiş, borçlunun mallarını haczettirmiş ancak, üzerine haciz konulan gayrimenkulun elbirliği mülkiyet hükümlerine tabi olması ve satılamaması nedeniyle satışın nasıl yapılması gerektiği konusunda bir karar verilmek üzere dosya İİK.nun 121. maddesi gereğince İcra Tetkik Merciine gönderilmiştir. İcra Tetkik Mercii yanlara tebligat yapmış, gelenleri dinledikten sonra, İİK.nun 121. maddesi gereğince “alacaklıya taksim yada ortaklığın giderilmesi davası açmak üzere” yetki ve süre verilmiştir. Davacı da bu yetkiye dayanarak eldeki davayı açmıştır.
Dava, 31.5.2002 tarihinde açılmış olup, somut olayda 4721 sayılı Yasanın 648. maddesi uygulanacağından, davacı-alacaklıya Sulh Hukuk Mahkemesinden borçlu mirasçının payı için bir kayyım atanmasının sağlanması için uygun süreler verilmeli, kayyım atandığında bununda davaya katılmasıyla yargılamaya devam edilmeli, gerekirse kayyımında önerilerini alarak tüm taraflar yararına en uygun çözüm yolu bulunmalı, böylece ortaklığın aynen yada satış yolu ile giderilmesine karar verilmelidir.
Mahkemece yukarıda açıklanan biçimde hüküm kurulması gerekirken yazılı şekilde karar verilmesi doğru bulunmadığından direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davalılardan Zeynep Ö.’ün temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı HUMK.nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine 2.4.2003 gününde, bozmada oybirliği, sebebinde oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY
1926 yılında kabul edilen Türk Kanunu Medenisinin 588. maddesi “Mahkemenin borçlu bir mirasçı yerine kaim olması” başlığı ile “Bir mirasçıya düşen hisseyi temellük veya haczeden yahut o mirasçı aleyhine borcunu ödemekten acze dair icra vesikası istihsal eyleyen alacaklı, hakimin, mirasçı yerine kaim olarak taksime iştirakini isteyebilir” şeklinde idi.
Bu maddeyi karşılayan İsviçre Medeni Kanunun 609. maddesi iki fıkradan oluşmaktadır. Çeviri yoluyla 609. maddenin birinci fıkrası alınmıştır. İkinci fıkra kantonal sistemle ilgili olduğundan alınmamıştır.
“588. madde, mahkemenin, mirasın taksiminde borçlu bir mirasçının yerine geçeceği şeklindedir. Bir çok durumlarda uygulama imkanı olmayan bir kuraldır. Mirasın taksimini yapan mahkeme, mirasçılardan birinin yerine nasıl geçer, geçse de çıkan anlaşmazlıklarda onun yerine nasıl davacı ve davalı olabilir? İsviçre’de miras işleminde yetkili ve görevli özel bir teşkilat bulunduğundan, orada selahiyetli memur terimi yerine, bir çok başka maddelerde de olduğu gibi mahkeme denilmiştir. Böylece İsviçre teşkilatının bünyesine göre tabii olan bu kural bizim teşkilatımıza göre işlemez bir kural olmuştur.” 1971 yılında hazırlanan M.K.’nun ön tasarının komisyonun gerekçesinden alınan bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi 588. madde çevrilirken mehaz kanunla bu farklılık oluşmuştur.
HUMK.nun 569/II. maddesine göre ortaklığın giderilmesi (izale-i şuyu) davalarında, dava, paydaşlardan biri tarafından, diğerlerine karşı açılır. Kural bu olmakla beraber, uygulamada elbirliği mülkiyetine konu mallarda, ortağın hissesini haczettiren alacaklının da bu davayı açması kabul edilmiştir. Alacaklının bu davayı açmasının yasal dayanağı da Medeni Kanunun 588. maddesi, 14.04.1943 gün, 48/15 sayılı inançları birleştirme kararı ve İ.İ.K.’nun 121. maddesi idi. Elbirliği mülkiyetine konu malda ortak (hissedar) olan borçlunun alacaklısı, icra takibi yaparak haciz safhasına gelince, İcra memuru yapacağı işlemi İcra Tetkik Mercii Hakiminden sormakta, İcra Tetkik Mercii Hakimin de İ.İ.K, 121. maddesinin son fıkrasındaki “iktiza eden diğer tedbirler” cümlesinden olarak alacaklıya ortaklığın giderilmesi izni verilerek, dava açması sağlanmakta idi.
01.01.2002’de yürürlüğe giren Türk Medeni Kanunu ile 588. maddenin karşılığı olan 648. madde “paylaşmaya kayyımın katılması” başlığı ile “açılmış mirasta bir mirasçının payını devralmış veya haczettirmiş olan ya da elinde mirasçıya karşı alınmış borç ödemekten aciz belgesi bulunan alacaklı, sulh hakiminden bu mirasçının yerine paylaşmaya katılmak üzere bir kayyım atanmasını isteyebilir” hükmünü getirmiştir. Yasanın gerekçesinde; eski metinde hakimin mirasçı yerine kaim olarak taksime iştirak edeceği belirtilmiştir. Ancak hakim, mirasçılar uyuşmadığı zaman paylaştırmayı gerçekleştirmekle de görevlidir. Aynı hakimin hem paylaştırmayı gerçekleştirmesi hem de mirasçılardan biri yerine onun (dolayısıyla alacaklının) yararlarını korumak için paylaştırmaya katılması uygun bir çözüm değildir. Bu sebeple maddede, sulh hakiminden koşullar gerçekleştiğinde paylaşmaya katılmak üzere bir kayyım atanmasının istenebileceği kabul edilmiştir” denilmektedir.
Bu açıklamalardan da görüldüğü gibi eski yasanın 588. maddesi ile yeni yasanın 648. maddesi farklılık arzetmektedir. Bu farklılık alacaklı tarafından borçlunun yerine paylaşmaya katılmak üzere bir kayyım atanmasının istenebilmesidir.
Hal böyle olunca, atanacak kayyımın isteğe bağlı olup olmadığı ile atandıktan sonra ortaklığın giderilmesi davasını bu kayyımın açıp açamayacağı soruları gündeme gelmektedir.
Eski yasanın 1926’daki çevirisi, çevirideki farklılık dikkate alınmadan 01.01.2002 tarihinde yeni şekliyle yürürlüğe girmesi karşısında bu soruları cevaplandırmak mümkündür.
Yasa koyucu 648. madde ile paylaşmadan Hakime iki görev vermektedir. Bunlardan biri (mirasçı yerine paylaşmaya katılmak), diğeri de asli görevi olan (paylaşmayı yapmaktır.) Aynı hakimin hem paylaşmayı gerçekleştirmesi hem de borçlu (mirasçılardan biri ) yerine paylaştırmaya katılması uygun bir çözüm değildir. Bunun için hakimin paylaşmaya katılmak görevi için kayyım tayin edilecektir. Bu ise ihtiyari olamaz. O nedenle bu gibi hallerde koşullar oluştuğunda alacaklı talebi ile borçlu yerine kayyım tayini zorunludur.
Kayyım tayin edilince, bu kayyımın borçlunun ve alacaklının yararlarını korumak amacı ile paylaşma isteminde bulunması gerekecektir. 698. maddesi gerekçesinde de belirtildiği gibi paylaşma istemi davayı da içine alan geniş bir ifadedir. Bu nedenle atanacak kayyımın ortaklığın giderilmesi davası açması gerekir.
Açıklanan nedenlerle, Hukuk Genel Kurulunun kararının sonucu olan bozma kısmı hariç, diğer kısımlarına katılamıyoruz. Bu sebeplerle yerel mahkeme hükmü bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/514 K: 2003/512 T: 24.09.2003
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/14768 K: 2020/2626 T: 04.03.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/4288 K: 2019/960 T: 06.02.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/3595 K: 2017/6782 T: 25.09.2017
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/11027 K: 2017/2876 T: 10.04.2017
İcra mahkemesinden alınan yetkiye dayalı olarak açılan davalarda, kural olarak borçlu ortağın mülkiyet hakkının elbirliği mülkiyetine konu olması gerekir. 5403 sayılı Kanunun 8. maddesinde 30.04.2014 tarihli ve 6537 sayılı Kanun ile yapılan değişiklikle asgari tarımsal arazi büyüklüklerinin altındaki arazilerde de payın üçüncü şahıslara satışı ve devri mümkün hale geldiği için bunlarda payın satışı mümkündür, İİK 121. madde uygulanamaz.
Dava, İİK’nın 121. maddesi uyarınca alınan yetki belgesine dayalı olarak açılan ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Davacı vekili, dava konusu 103 ada 57 parsel sayılı taşınmazda davalıların birlikte malik olduklarını, davalılar … ve … aleyhine icra takibi yaptıklarını, İcra Mahkemesinden yetki belgesi alarak iş bu davayı açtıklarını, taşınmazın aynen taksimi mümkün olmadığından ortaklığın satış yoluyla giderilmesini talep etmiştir.
Davalı … davanın reddini savunmuştur. Diğer davalılar usulüne uygun tebligata rağmen davaya cevap vermemişlerdir. Mahkemece, davanın kabulü ile satış suretiyle ortaklığın giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalı … temyiz etmiştir.
Borçlunun elbirliği halinde ortak olduğu taşınmazlarda borçlu ortağın alacaklısı İcra Hakimliğinden İcra İflas Kanununun 121. maddesine göre alacağı yetki belgesine dayanarak borçlunun ortağı olduğu taşınmaz için ortaklığın giderilmesi davası açabilir. Bunun için icra hakiminden yetki belgesi alınması zorunludur. İcra hakiminden yetki belgesi almadan doğrudan doğruya veya yetkisi olmayan icra müdürünün verdiği yetki belgesine dayanılarak dava açılması halinde dava hemen reddedilmeyip davacı tarafa icra hakiminden yetki belgesi almak üzere süre verilmelidir.
İcra mahkemesinden alınan yetkiye dayalı olarak açılan davalarda kural olarak borçlu ortağın mülkiyet hakkının elbirliği mülkiyetine konu olması gerekir.
Bu şekilde açılacak davalarda borçlu ortak (paydaş) dahil tüm ortakların (paydaşların) davaya dahil edilmeleri zorunludur.
5578 sayılı Kanunla değiştirilen 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununun 8. maddesi gereğince bölünemez büyüklükteki tarım arazilerinin mirasa konu olmaları ve üzerlerinde her ne sebeple gerçekleşmiş olursa olsun birlikte mülkiyetin mevcut olması durumunda bu arazilerin ifraz edilemeyeceği, payların 3. şahıslara satılamayacağı, devredilemeyeceği hükmü mevcutken, 5403 sayılı Kanunun 8. maddesinde 30.04.2014 tarihli ve 6537 sayılı Kanunun 4. maddesi ile yapılan ve 15.05.2014 tarihinde yürürlüğe giren değişiklikle “Tarım arazileri Bakanlıkça belirlenen büyüklüklerin altında ifraz edilemez, hisselendirilemez. Hazine taşınmazlarının satış işlemleri hariç olmak üzere pay ve paydaş adedi artırılamaz….” şeklinde düzenleme yapıldığından artık asgari tarımsal arazi büyüklüklerinin altındaki arazilerde de payın üçüncü şahıslara satışı ve devri mümkün hale gelmiştir.
Bu durum kanun değişikliğinden kaynaklandığından usuli kazanılmış hak da oluşturmaz.
Somut uyuşmazlıkta; dosya içerisindeki tapu kayıtlarına göre borçlu (davalı) … ve … dava konusu taşınmazda paylı malik durumundadır. Yukarıda bahsedilen yasal değişiklikle alacaklı (davacı) tarafından borçluların haczedilen paylarının doğrudan icra yolu ile satışı mümkün hale geldiğinden alacaklının (davacı) İcra ve İflas Kanununun 121. maddesi gereğince yetki alarak dava konusu taşınmaz yönünden ortaklığın giderilmesi davası açmasında hukuki yararı kalmamıştır.
Mahkemece, 103 ada 57 parsel sayılı taşınmaz yönünden hukuki yarar yokluğundan davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/12418 K: 2020/52 T: 06.01.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/4413 K: 2019/1273 T: 13.02.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/15812 K: 2014/1876 T: 12.02.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/37 K: 2014/2405 T: 24.02.2014
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/10005 K: 2017/1934 T: 13.03.2017
Somut uyuşmazlıkta; dosya içerisindeki tapu kayıtlarına göre borçlu (davalı) …, dava konusu taşınmazlarda paylı malik durumundadır. Alacaklı (davacı) tarafından borçlunun haczedilen payının doğrudan icra yolu ile satışı mümkün olduğundan alacaklının (davacı) İcra ve İflas Kanununun 121. maddesi gereğince yetki alarak dava konusu taşınmazlar yönünden ortaklığın giderilmesi davası açmasında hukuki yararı kalmamıştır.
Dava, İcra İflas Kanunu m. 121’e göre alacaklının açtığı ortaklığın giderilmesi davasıdır. Davacı, İİK’nun 121. maddesi gereğince aldığı yetki belgesine dayanarak borçlu …’ın paydaşı olduğu … İli, … İlçesi, 303 ada 19 parsel, 303 ada 5 parsel, 193 ada 96 parsel, 302 ada 10 parsel, 306 ada 13 parsel, 251 ada 12 parsel numaralı taşınmazlar üzerindeki ortaklığın satış yolu ile giderilmesini istemiştir.
Mahkemece, ortaklığın satış sureti ile giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalı … temyiz etmiştir.
Borçlunun elbirliği halinde ortak olduğu taşınmazlarda borçlu ortağın alacaklısı İcra Hakimliğinden İcra İflas Kanununun 121. maddesine göre alacağı yetki belgesine dayanarak borçlunun ortağı olduğu taşınmaz için ortaklığın giderilmesi davası açabilir.
Somut uyuşmazlıkta; dosya içerisindeki tapu kayıtlarına göre borçlu (davalı) …, dava konusu taşınmazlarda paylı malik durumundadır. Alacaklı (davacı) tarafından borçlunun haczedilen payının doğrudan icra yolu ile satışı mümkün olduğundan alacaklının (davacı) İcra ve İflas Kanununun 121. maddesi gereğince yetki alarak dava konusu taşınmazlar yönünden ortaklığın giderilmesi davası açmasında hukuki yararı kalmamıştır. Bu nedenle davanın reddine karar verilmesi gerekirken kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiş, kararın bozulmasına karar vermek gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/821 K: 2020/3674 T: 15.06.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/14768 K: 2020/2626 T: 04.03.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/3566 K: 2017/7503 T: 11.10.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/3595 K: 2017/6782 T: 25.09.2017
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/392 K: 2016/2248 T: 26.02.2016
3083 sayılı Kanunun 13. maddesi kapsamındaki uygulama alanlarında kalan ve işlemleri henüz tamamlanamayan arazilerin miras yoluyla intikali ve ortaklığının satış suretiyle giderilmesine ilişkin olarak herhangi bir yasaklama bulunmamaktadır. Bu kapsamda kalan taşınmazlarda borçlu ortağın alacaklısı icra hakimliğinden İİK’nın 121. maddesine göre alacağı yetki belgesine dayanarak borçlunun ortağı olduğu taşınmaz için ortaklığın giderilmesi davası açabilir.
Dava, İİK’nın 121. maddesi uyarınca alınan yetki belgesine dayalı olarak açılan ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Bir kısım davalılar, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, toplulaştırma işlemi gören taşınmazlarda mahkemelerce ortaklığın satış sureti ile giderilmesi kararı verilemeyeceği gerekçesi ile 828, 4362 ve 2530 parsel sayılı taşınmazlar hakkında davanın reddine, dava konusu 8456, 6901 parsel sayılı taşınmazlarda ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davacı vekili temyiz etmiştir.
Borçlunun elbirliği halinde ortak olduğu taşınmazlarda borçlu ortağın alacaklısı icra hakimliğinden İİK’nın 121. maddesine göre alacağı yetki belgesine dayanarak borçlunun ortağı olduğu taşınmaz için ortaklığın giderilmesi davası açabilir. Bunun için icra hakiminden yetki belgesi alınması zorunludur. İcra hakiminden yetki belgesi almadan doğrudan doğruya veya yetkisi olmayan icra müdürünün verdiği yetki belgesine dayanılarak dava açılması halinde dava hemen reddedilmeyip davacı tarafa icra hakiminden yetki belgesi almak üzere süre verilmelidir.
İcra mahkemesinden alınan yetkiye dayalı olarak açılan davalarda kural olarak borçlu ortağın mülkiyet hakkının elbirliği mülkiyetine konu olması gerekir.
Paylı mülkiyete konu taşınmazlarda borçlunun payı alacaklı tarafından doğrudan haczedilebileceğinden davacı tarafın bu davanın açılmasında hukuki yararı yoktur.
Ayrıca, 3083 sayılı Sulama Alanlarında Arazi Düzenlenmesine Dair Tarım Reformu Kanununun 13/1. maddesi ”Uygulama alanlarında Bakanlar Kurulu Kararının Resmi Gazetede yayımı tarihinden itibaren, kamulaştırma, toplulaştırma, arazi değiştirilmesi ve dağıtım işlemlerinin tamamlanması veya tapuya tescil sonuçlandırılıncaya kadar, gerçek kişilerle özel hukuk tüzel kişilerine ait arazinin mülkiyet ve zilyetliği devir ve temlik edilemez. Bu araziler ipotek edilemez ve satış vaadine konu olamaz. Ancak, bu kısıtlama süresi beş yılı aşamaz. Sulama şebekesi tamamlanıp sulamaya geçinceye kadar da aynı işlemler yapılmaz. Bu kısıtlamada ise süre beş yılı aşamaz. Ancak, sulama alanlarında toplulaştırma çalışmaları kısıtlama süresi içerisinde sonuçlandırılamadığı takdirde, Tarım Reformu Genel Müdürlüğünün teklifi ve Tarım ve Köyişleri Bakanlığının onayı ile toplulaştırma çalışmalarının sonuçlandırılması amacıyla kısıtlama süresi en fazla beş yıla kadar daha uzatılabilir…” ve son fıkrasının son cümlesi “Ayrıca mahkemeler satış suretiyle miras ortaklığının giderilmesine karar veremezler” şeklinde iken 15.05.2014 tarihli ve 29001 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 6537 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 9. maddesi ile 3083 sayılı Sulama Alanlarında Arazi Düzenlenmesine Dair Tarım Reformu Kanununun 13. maddesinin son cümlesi yürürlükten kaldırılmıştır.
Bu Kanunun 13. maddesi kapsamındaki uygulama alanlarında kalan ve işlemleri henüz tamamlanamayan arazilerin miras yoluyla intikali ve ortaklığının satış suretiyle giderilmesine ilişkin olarak herhangi bir yasaklama bulunmamaktadır.
Davacı vekilinin 828 ve 4362 parsel sayılı taşınmazlara ilişkin temyiz itirazları incelendiğinde; 3083 sayılı Kanun gereğince konulan mevcut şerhe ilişkin kanun hükmü karardan sonra iptal edildiğinden sözü edilen taşınmazlar hakkındaki davanın bu şerhin varlığı nedeniyle davanın reddi doğru olmamıştır. Ancak, 828 ve 4362 parsel sayılı taşınmazlar paylı mülkiyete konu olup borçlunun payı alacaklı tarafından doğrudan haczedilebileceğinden davacı tarafın bu taşınmazlar için ortaklığın giderilmesini talep etmekte hukuki yararı yoktur. Bu itibarla mahkemece, 828 ve 4362 parsel sayılı taşınmazlar hakkındaki davanın, davacı alacaklının dava açmakta hukuki yararı bulunmadığından reddi gerekirken davaya konu olayda uygulama yeri bulunmayan yazılı gerekçe ile reddi doğru görülmemiş ise de davanın reddi sonucu bakımından yerinde olduğundan HUMK’nın 438/son maddesi gereğince 828 ve 4362 parsel sayılı taşınmazlar yönünden hükmün gerekçesinin değiştirilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
Davacı vekilinin 2530 sayılı taşınmaza ilişkin temyiz itirazlarına gelince; Dosya içerisindeki tapu kayıtları ve veraset ilamlarına göre 2530 parsel sayılı taşınmazda borçlu davalı …’ün murisi babası … paydaş olmakla taşınmazda borçlu davalının da elbirliği halinde ortak olduğu anlaşılmaktadır. Yukarıda belirtildiği şekilde, 3083 sayılı Kanuna dayalı olarak konulan şerh nedeniyle davanın reddine karar verilmesi doğru görülmemiş bu sebeple 2530 parsel sayılı taşınmaza ilişkin hükmün bozulması gerekmiştir.
Kabule göre de 8456 ve 6901 parsel sayılı taşınmazlar paylı mülkiyete konu olup borçlu davalı …’ün payı alacaklı tarafından doğrudan haczedilebileceğinden davacı tarafın bu taşınmazlar için ortaklığın giderilmesini talep etmekte hukuki yararı bulunmadığının gözetilmemesi de doğru görülmemiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/4143 K: 2019/651 T: 22.01.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/5082 K: 2018/5689 T: 17.09.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/15584 K: 2016/286 T: 13.01.2016
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/10005 K: 2017/1934 T: 13.03.2017
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/15584 K: 2016/286 T: 13.01.2016
Borçlunun elbirliği halinde ortak olduğu taşınmazlarda borçlu ortağın alacaklısı İcra Hakimliğinden İcra İflas Kanununun 121. maddesine göre alacağı yetki belgesine dayanarak borçlunun ortağı olduğu taşınmaz için ortaklığın giderilmesi davası açabilir.
Dava, İİK’nın 121. maddesi uyarınca alınan yetki belgesine dayalı olarak açılan ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Mahkemece, ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davacı vekili, davalı … vekili, vasi ………. vekili temyiz etmiştir.
Borçlunun elbirliği halinde ortak olduğu taşınmazlarda borçlu ortağın alacaklısı İcra Hakimliğinden İcra İflas Kanununun 121. maddesine göre alacağı yetki belgesine dayanarak borçlunun ortağı olduğu taşınmaz için ortaklığın giderilmesi davası açabilir. Bunun için icra hakiminden yetki belgesi alınması zorunludur. İcra hakiminden yetki belgesi almadan doğrudan doğruya veya yetkisi olmayan icra müdürünün verdiği yetki belgesine dayanılarak dava açılması halinde dava hemen reddedilmeyip davacı tarafa icra hakiminden yetki belgesi almak üzere süre verilmelidir.
İcra mahkemesinden alınan yetkiye dayalı olarak açılan davalarda kural olarak borçlu ortağın mülkiyet hakkının elbirliği mülkiyetine konu olması gerekir.
Paylı mülkiyete konu taşınmazlarda borçlunun payı alacaklı tarafından doğrudan haczedilebileceğinden davacı tarafın bu davanın açılmasında hukuki yararı yoktur.
Somut olaya gelince, dosyada mevcut tapu kayıtlarına göre, dava konusu taşınmazların tamamında borçlu paydaş …’in 1/6 payının bulunduğu anlaşılmıştır. Borçlu paydaş …’e ait payın müstakilen haczi ve satışı mümkün olduğundan taşınmazlar ile ilgili alacaklı tarafından ortaklığın giderilmesi davası açılamaz. Dava konusu taşınmazlar paylı mülkiyete tabi olduğundan, mahkemece, davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, hükmün bu nedenle bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/14768 K: 2020/2626 T: 04.03.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/12418 K: 2020/52 T: 06.01.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/3595 K: 2017/6782 T: 25.09.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/15812 K: 2014/1876 T: 12.02.2014
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3380 K: 2014/6446 T: 15.05.2014
İcra mahkemesinden alınan yetkiye dayalı olarak açılan davalarda kural olarak borçlu ortağın mülkiyet hakkının elbirliği mülkiyetine konu olması gerekir. Paylı mülkiyette ise yine kural olarak borçlu paydaşın alacaklısı, borçlunun payının icra yoluyla satışını isteyebileceğinden İİK’nın 121. maddesi uyarınca yetki belgesine dayanarak ortaklığın giderilmesini isteyemez.
Dava, borçlu ortağın borcundan dolayı İİK’nın 121. maddesi uyarınca alınan yetki belgesine dayanılarak açılan ve elbirliği mülkiyeti hükümlerine tabi taşınmazlarda ortaklığın satış suretiyle giderilmesi isteğine ilişkindir. Mahkemece, ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalı Ü.. A.. vekili temyiz etmiştir.
Borçlu ortağın alacaklısı İcra Hakimliğinden İİK’nın 121. maddesine göre alacağı yetki belgesine dayanarak borçlunun ortağı olduğu taşınmaz için ortaklığın giderilmesi davası açabilir. Bunun için icra hakiminden yetki belgesi alınması zorunludur. İcra hakiminden yetki belgesi almadan doğrudan doğruya veya yetkisi olmayan icra müdürünün verdiği yetki belgesine dayanılarak dava açılması halinde dava hemen reddedilmeyip davacı tarafa icra hakiminden yetki belgesi almak üzere süre verilmelidir.
İcra mahkemesinden alınan yetkiye dayalı olarak açılan davalarda kural olarak borçlu ortağın mülkiyet hakkının elbirliği mülkiyetine konu olması gerekir. Paylı mülkiyette ise yine kural olarak borçlu paydaşın alacaklısı, borçlunun payının icra yoluyla satışını isteyebileceğinden İİK’nın 121. maddesi uyarınca yetki belgesine dayanarak ortaklığın giderilmesini isteyemez. Ancak 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununun 8. maddesi hükmündeki yasal sınırlama nedeniyle parsel büyüklüğü uygun bulunmadığından borçlunun payının icra müdürlüğünce satışı mümkün olmayan, tarımsal nitelikli parsellerde alacaklı İİK’nın 121. maddesi uyarınca aldığı yetki belgesine dayalı olarak taşınmazın tamamının satılması suretiyle paydaşlığın giderilmesini isteyebilir.
Borçlu ortağın alacaklısı tarafından açılan davalarda birden fazla taşınmaz dava konusu edilmiş ise icra takibine konu borç miktarına göre dava tarihi itibariyle taşınmazlardan borçlu ortağın payına düşecek değerin tespit edilerek borca yetecek kadar (sayıda) taşınmazın ortaklığının giderilmesine karar verilmesi, fazlaya ilişkin istemin reddi gerekir.
Bu şekilde açılacak davalarda borçlu ortak (paydaş) dahil tüm ortakların (paydaşların) davaya dahil edilmeleri zorunludur.
Somut olaya gelince; mahkemece her ne kadar dava konusu 3 adet taşınmazın tümünün satışı suretiyle ortaklığının giderilmesine karar verilmiş ise de esasen yukarıda açıklandığı şekilde en son borç miktarının belirlenmesi ve borçlu hissesi de nazara alınarak borca yeter miktarda taşınmazın satışına karar verilmesi ile yetinilmesi gerekirken taşınmazların tamamının satışı suretiyle paydaşlığın giderilmesine karar verilmesi doğru görülmemiş, bu sebeple hükmün bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/12418 K: 2020/52 T: 06.01.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/4413 K: 2019/1273 T: 13.02.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/15812 K: 2014/1876 T: 12.02.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/37 K: 2014/2405 T: 24.02.2014
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/37 K: 2014/2405 T: 24.02.2014
Paylı mülkiyette ise yine kural olarak borçlu paydaşın alacaklısı, borçlunun payının icra yoluyla satışını isteyebileceğinden İcra İflas Kanununun 121. maddesi uyarınca yetki belgesine dayanarak ortaklığın giderilmesini isteyemez. Ancak 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununun 8. maddesi hükmündeki yasal sınırlama nedeniyle parsel büyüklüğü uygun bulunmadığından borçlunun payının icra müdürlüğünce satışı mümkün olmayan, tarımsal nitelikli parsellerde alacaklı İcra İflas Kanununun 121. maddesi uyarınca aldığı yetki belgesine dayalı olarak taşınmazın tamamının satılması suretiyle paydaşlığın giderilmesini isteyebilir.
Dava, ortaklığın satış suretiyle giderilmesi isteğine ilişkindir. Davacı vekili, davacının bir alacak nedeniyle yapılan icra takibi sonucunda davalılardan borçlu H.. U..’un paydaş olarak maliki olduğu tarla niteliğindeki .. parsel sayılı taşınmazın ortaklığının giderilmesini talep etmiştir. Davalılardan G.. Y.. davanın reddini savunmuş diğer davalı davaya karşı cevap vermemiştir.
Mahkemece, dava konusu taşınmazda borçlu paydaşın paylı olarak malik olduğu, alacaklının borçluya ait payın satışını doğrudan isteyebileceği, bu nedenle ortaklığın giderilmesi davası açmakta hukuki yararı olmadığı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir. Hükmü, davacı vekili temyiz etmiştir.
Borçlu ortağın alacaklısı İcra Hakimliğinden İcra İflas Kanununun 121. maddesine göre alacağı yetki belgesine dayanarak borçlunun ortağı olduğu taşınmaz için ortaklığın giderilmesi davası açabilir. Bunun için icra hakiminden yetki belgesi alınması zorunludur. İcra hakiminden yetki belgesi almadan doğrudan doğruya veya yetkisi olmayan icra müdürünün verdiği yetki belgesine dayanılarak dava açılması halinde dava hemen reddedilmeyip davacı tarafa icra hakiminden yetki belgesi almak üzere süre verilmelidir.
İcra mahkemesinden alınan yetkiye dayalı olarak açılan davalarda kural olarak borçlu ortağın mülkiyet hakkının elbirliği mülkiyetine konu olması gerekir.
Paylı mülkiyette ise yine kural olarak borçlu paydaşın alacaklısı, borçlunun payının icra yoluyla satışını isteyebileceğinden İcra İflas Kanununun 121. maddesi uyarınca yetki belgesine dayanarak ortaklığın giderilmesini isteyemez. Ancak 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununun 8. maddesi hükmündeki yasal sınırlama nedeniyle parsel büyüklüğü uygun bulunmadığından borçlunun payının icra müdürlüğünce satışı mümkün olmayan, tarımsal nitelikli parsellerde alacaklı İcra İflas Kanununun 121. maddesi uyarınca aldığı yetki belgesine dayalı olarak taşınmazın tamamının satılması suretiyle paydaşlığın giderilmesini isteyebilir.
Somut olaya gelince, borçlu paydaşın alacaklısı tarafından İİK’nın 121. maddesine göre icra mahkemesinden alınan yetkiye dayanarak açılan ortaklığın giderilmesi davasında, borçlunun müstakil payının haczi ve icra yoluyla satışı mümkün ise de tapu kaydından dava konusu .. parsel sayılı taşınmazın tarla niteliğinde olduğu anlaşılmaktadır. Taşınmazın niteliğine göre 5403 sayılı Kanunun 8. maddesi uyarınca pay satışının mümkün olup olmadığının araştırılması ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekir.
Eksik inceleme ile davanın reddine karar verilmesi doğru görülmemiş, bu sebeple hükmün bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/14768 K: 2020/2626 T: 04.03.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/12418 K: 2020/52 T: 06.01.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/3595 K: 2017/6782 T: 25.09.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/15812 K: 2014/1876 T: 12.02.2014
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/15812 K: 2014/1876 T: 12.02.2014
Paylı mülkiyette yine kural olarak borçlu paydaşın alacaklısı, borçlunun payının icra yoluyla satışını isteyebileceğinden İcra İflas Kanununun 121. maddesi uyarınca yetki belgesine dayanarak ortaklığın giderilmesini isteyemez. Ancak 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununun 8. maddesi hükmündeki yasal sınırlama nedeniyle parsel büyüklüğü uygun bulunmadığından borçlunun payının icra müdürlüğünce satışı mümkün olmayan, tarımsal nitelikli parsellerde alacaklı İcra İflas Kanununun 121. maddesi uyarınca aldığı yetki belgesine dayalı olarak taşınmazın tamamının satılması suretiyle paydaşlığın giderilmesini isteyebilir.
Dava, İİK’nın 121. maddesi uyarınca alınan yetki belgesine dayanılarak davalılar adına kayıtlı taşınmazın satışı suretiyle ortaklığının giderilmesi istemine ilişkindir.
Mahkemece, alacaklının ancak elbirliği halinde mülkiyet hükümlerine tabi taşınmazlardaki ortaklığın giderilmesini talep edebileceği, dava konusu taşınmazın müşterek mülkiyet hükümlerine tabi olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Hükmü, davacı vekili temyiz etmiştir.
Borçlu ortağın alacaklısı İcra Hakimliğinden İcra İflas Kanununun 121. maddesine göre alacağı yetki belgesine dayanarak borçlunun ortağı olduğu taşınmaz için ortaklığın giderilmesi davası açabilir. Bunun için icra hakiminden yetki belgesi alınması zorunludur. İcra hakiminden yetki belgesi almadan doğrudan doğruya veya yetkisi olmayan icra müdürünün verdiği yetki belgesine dayanılarak dava açılması halinde dava hemen reddedilmeyip davacı tarafa icra hakiminden yetki belgesi almak üzere süre verilmelidir.
İcra mahkemesinden alınan yetkiye dayalı olarak açılan davalarda kural olarak borçlu ortağın mülkiyet hakkının elbirliği mülkiyetine konu olması gerekir.
Paylı mülkiyette ise yine kural olarak borçlu paydaşın alacaklısı, borçlunun payının icra yoluyla satışını isteyebileceğinden İcra İflas Kanununun 121. maddesi uyarınca yetki belgesine dayanarak ortaklığın giderilmesini isteyemez. Ancak 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununun 8. maddesi hükmündeki yasal sınırlama nedeniyle parsel büyüklüğü uygun bulunmadığından borçlunun payının icra müdürlüğünce satışı mümkün olmayan, tarımsal nitelikli parsellerde alacaklı İcra İflas Kanununun 121. maddesi uyarınca aldığı yetki belgesine dayalı olarak taşınmazın tamamının satılması suretiyle paydaşlığın giderilmesini isteyebilir.
Borçlu ortağın alacaklısı tarafından açılan davalarda birden fazla taşınmaz dava konusu edilmiş ise icra takibine konu borç miktarına göre dava tarihi itibariyle taşınmazlardan borçlu ortağın payına düşecek değerin tespit edilerek borca yetecek kadar (sayıda) taşınmazın ortaklığının giderilmesine karar verilmesi, fazlaya ilişkin istemin reddi gerekir.
Bu şekilde açılacak davalarda borçlu ortak (paydaş) dahil tüm ortakların (paydaşların) davaya dahil edilmeleri zorunludur.
Somut olayda; dava konusu ..parsel sayılı taşınmazın, tapu kaydının incelenmesinde M. İli F. İlçesi P. Mahallesi K. Mevkiinde 13.200 m2 tarla vasfıyla 2910/13200 payının borçlu adına tapuda kayıtlı olduğu anlaşılmaktadır. Davacı 5403 sayılı Kanunun 8. maddesi uyarınca haczedilen payın satışı mümkün olmadığından icra mahkemesinden yetki alarak bu davayı açmıştır. İcra dosyasındaki 04.06.2012 tarihli ilçe tarım müdürlüğü yazısından dava konusu taşınmazın tarımsal niteliği itibariyle pay satışının mümkün olmadığı anlaşıldığından mahkemece işin esası incelenerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulmuş olması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/4143 K: 2019/651 T: 22.01.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/5082 K: 2018/5689 T: 17.09.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/392 K: 2016/2248 T: 26.02.2016
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/10005 K: 2017/1934 T: 13.03.2017
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/3595 K: 2017/6782 T: 25.09.2017
İcra mahkemesinden alınan yetkiye dayalı olarak açılan davalarda, kural olarak borçlu ortağın mülkiyet hakkının elbirliği mülkiyetine konu olması gerekir. 5403 sayılı Kanunun 8. maddesinde 30.04.2014 tarihli ve 6537 sayılı Kanun ile yapılan değişiklikle asgari tarımsal arazi büyüklüklerinin altındaki arazilerde de payın üçüncü şahıslara satışı ve devri mümkün hale geldiği için bunlarda payın satışı mümkündür, İİK 121. madde uygulanamaz.
Dava, İİK’nın 121. maddesi uyarınca alınan yetki belgesine dayalı olarak açılan ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Davalılar, davanın reddini savunmuşlardır. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir. Hükmü, davalı … temyiz etmiştir.
5578 sayılı Kanunla değiştirilen 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununun 8. maddesi gereğince bölünemez büyüklükteki tarım arazilerinin mirasa konu olmaları ve üzerlerinde her ne sebeple gerçekleşmiş olursa olsun birlikte mülkiyetin mevcut olması durumunda bu arazilerin ifraz edilemeyeceği, payların 3. şahıslara satılamayacağı, devredilemeyeceği hükmü mevcutken, 5403 sayılı Kanunun 8. maddesinde 30.04.2014 tarihli ve 6537 sayılı Kanunun 4. maddesi ile yapılan ve 15.05.2014 tarihinde yürürlüğe giren değişiklikle “Tarım arazileri Bakanlıkça belirlenen büyüklüklerin altında ifraz edilemez, hisselendirilemez. Hazine taşınmazlarının satış işlemleri hariç olmak üzere pay ve paydaş adedi artırılamaz….” şeklinde düzenleme yapıldığından artık asgari tarımsal arazi büyüklüklerinin altındaki arazilerde de payın üçüncü şahıslara satışı ve devri mümkün hale gelmiştir. Bu durum kanun değişikliğinden kaynaklandığından usuli kazanılmış hak da oluşturmaz.
Somut olaya gelince; 1) Dosya içerisindeki tapu kayıtlarına göre borçlu … dava konusu 117 parsel sayılı taşınmazda paylı malik durumundadır. Yukarıda bahsedilen yasal değişiklikle alacaklı (davacı) tarafından borçluların haczedilen payının doğrudan icra yolu ile satışı mümkün hale geldiğinden alacaklının (davacı) İcra ve İflas Kanununun 121. maddesi gereğince yetki alarak dava konusu taşınmaz yönünden ortaklığın giderilmesi davası açmasında hukuki yararı kalmamıştır.
2) Davacı vekili, temyiz aşamasında 06.09.2017 tarihli dilekçesi ile dava konusu borcun tahsil edildiğini belirtmiştir.
Mahkemece, davacı vekilinin temyiz aşamasında verdiği dilekçe de değerlendirilmek suretiyle 117 parsel sayılı taşınmaz yönünden hukuki yarar yokluğundan davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/12418 K: 2020/52 T: 06.01.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/4413 K: 2019/1273 T: 13.02.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/37 K: 2014/2405 T: 24.02.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3380 K: 2014/6446 T: 15.05.2014
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/3566 K: 2017/7503 T: 11.10.2017
İcra mahkemesinden alınan yetkiye dayalı olarak açılan davalarda, kural olarak borçlu ortağın mülkiyet hakkının elbirliği mülkiyetine konu olması gerekir. 5403 sayılı Kanunun 8. maddesinde 30.04.2014 tarihli ve 6537 sayılı Kanun ile yapılan değişiklikle asgari tarımsal arazi büyüklüklerinin altındaki arazilerde de payın üçüncü şahıslara satışı ve devri mümkün hale geldiği için bunlarda payın satışı mümkündür, İİK 121. madde uygulanamaz.
Dava, İİK’nun 121. maddesi uyarınca alınan yetki belgesine dayalı olarak alacaklı tarafından açılan ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Davacı vekili, davalılardan …’ın davacıya olan borcundan dolayı … 1. İcra Müdürlüğü’nün 2006/1515 Esas sayılı dosyası ile takip başlatıldığını, icra mahkemesinden iş bu davayı açmak üzere yetki verildiğini ileri sürerek; borçlunun diğer davalılarla birlikte malik olduğu 895, 1570, 1495, 1175, 721 ve 376 parsel sayılı 6 adet taşınmazın ortaklığının satış suretiyle giderilmesini istemiştir.
Davalılar davanın reddini savunmuştur. Mahkemece, davanın kabulü ile dava konusu taşınmazlardaki ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmiştir.Hükmü, davalılar … ve … temyiz etmiştir.
1- Yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve dosya kapsamına göre, bir kısım davalıların, dava konusu 895 ve 1570 parsel sayılı taşınmazlara yönelik temyiz itirazları yerinde görülmemiş, reddi gerekmiştir.
2- Bir kısım davalıların, dava konusu 376, 721, 1175 ve 1495 parsel sayılı taşınmazlara yönelik temyiz itirazının incelenmesinde;
Borçlunun elbirliği halinde ortak olduğu taşınmazlarda, borçlu ortağın alacaklısı, icra mahkemesi hakiminden İİK’nun 121. maddesine göre alacağı yetki belgesine dayanarak borçlunun ortağı olduğu taşınmaz için ortaklığın giderilmesi davası açabilir.
İcra mahkemesinden alınan yetkiye dayalı olarak açılan davalarda, kural olarak borçlu ortağın mülkiyet hakkının elbirliği mülkiyetine konu olması gerekir.
Öte yandan, 5578 sayılı Kanunla değiştirilen 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununun 8. maddesi gereğince bölünemez büyüklükteki tarım arazilerinin mirasa konu olmaları ve üzerlerinde her ne sebeple gerçekleşmiş olursa olsun birlikte mülkiyetin mevcut olması durumunda bu arazilerin ifraz edilemeyeceği, payların 3. şahıslara satılamayacağı, devredilemeyeceği hükmü mevcutken, 5403 sayılı Kanunun 8. maddesinde 30.04.2014 tarihli ve 6537 sayılı Kanunun 4. maddesi ile yapılan ve 15.05.2014 tarihinde yürürlüğe giren değişiklikle “Tarım arazileri Bakanlıkça belirlenen büyüklüklerin altında ifraz edilemez, hisselendirilemez. Hazine taşınmazlarının satış işlemleri hariç olmak üzere pay ve paydaş adedi artırılamaz….” şeklinde düzenleme yapıldığından artık asgari tarımsal arazi büyüklüklerinin altındaki arazilerde de payın üçüncü şahıslara satışı ve devri mümkün hale gelmiştir. Bu durum kanun değişikliğinden kaynaklandığından usuli kazanılmış hak da oluşturmaz.
Somut uyuşmazlıkta; dosya içerisindeki tapu kayıtlarına göre borçlu (davalı), dava konusu 376, 721, 1175 ve 1495 parsel sayılı taşınmazlarda paylı malik durumundadır. Yukarıda bahsedilen yasal değişiklikle de alacaklı (davacı) tarafından borçlunun haczedilen payının doğrudan icra yolu ile satışı mümkün hale geldiğinden alacaklının (davacı), İcra ve İflas Kanununun 121. maddesi gereğince yetki alarak anılan dava konusu taşınmazlar yönünden ortaklığın giderilmesi davası açmasında hukuki yararı kalmamıştır. O halde, belirtilen parseller yönünden davanın reddi gerekirken yazılı olduğu şekilde davanın kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiş, bu nedenle hükmün bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/12418 K: 2020/52 T: 06.01.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/4413 K: 2019/1273 T: 13.02.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/37 K: 2014/2405 T: 24.02.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3380 K: 2014/6446 T: 15.05.2014
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/565 K: 2018/5597 T: 12.09.2018
Borçlunun elbirliği halinde ortak olduğu taşınmazlarda borçlu ortağın alacaklısı İcra Hakimliğinden İcra İflas Kanununun 121. maddesine göre alacağı yetki belgesine dayanarak borçlunun ortağı olduğu taşınmaz için ortaklığın giderilmesi davası açabilir. Bunun için icra hakiminden yetki belgesi alınması zorunludur. İcra hakiminden yetki belgesi almadan doğrudan doğruya veya yetkisi olmayan icra müdürünün verdiği yetki belgesine dayanılarak dava açılması halinde dava hemen reddedilmeyip davacı tarafa icra hakiminden yetki belgesi almak üzere süre verilmelidir.
Dava, İİK’nın 121. maddesi uyarınca açılan ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Davacı … vekili, müvekkilinin davalı …’tan olan alacağı için … 16. İcra Müdürlüğünün 2010/10998 Esas sayılı dosyası ile icra takibinde bulunduğunu, davalıların … ili, … İlçesi, … Köyü, 360 parsel, 518 parsel, 520 parsel, 606 parsel ve 922 parsel sayılı taşınmazlarda iştirak halinde malik olduklarını, bu nedenle … 6. İcra Hukuk Mahkemesi’nden davalı …’ın murisleri … ve …’tan kalan dava konusu taşınmazlar için yetki belgesi aldığını, ortaklığın satış yoluyla giderilmesini talep etmiştir.
Davalılar, davanın reddini savunmuştur. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir. Hükmü, davalı … temyiz etmiştir.
Paydaşlığın (ortaklığın) giderilmesi davaları, paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyetine konu taşınır veya taşınmaz mallarda paydaşlar (ortaklar) arasında mevcut birlikte mülkiyet ilişkisini sona erdirip ferdi mülkiyete geçmeyi sağlayan, iki taraflı, tarafları için benzer sonuçlar doğuran davalardır.
Paydaşlığın giderilmesi davasını paydaşlardan biri veya birkaçı diğer paydaşlara karşı açar. HMK’nın 27. maddesi uyarınca davada bütün paydaşların yer alması zorunludur. Paydaşlardan veya ortaklardan birinin ölümü halinde alınacak mirasçılık belgesine göre mirasçılarının davaya katılmaları sağlandıktan sonra işin esasının incelenmesi gerekir.
Borçlunun elbirliği halinde ortak olduğu taşınmazlarda borçlu ortağın alacaklısı İcra Hakimliğinden İcra İflas Kanununun 121. maddesine göre alacağı yetki belgesine dayanarak borçlunun ortağı olduğu taşınmaz için ortaklığın giderilmesi davası açabilir. Bunun için icra hakiminden yetki belgesi alınması zorunludur. İcra hakiminden yetki belgesi almadan doğrudan doğruya veya yetkisi olmayan icra müdürünün verdiği yetki belgesine dayanılarak dava açılması halinde dava hemen reddedilmeyip davacı tarafa icra hakiminden yetki belgesi almak üzere süre verilmelidir.
İcra mahkemesinden alınan yetkiye dayalı olarak açılan davalarda kural olarak borçlu ortağın mülkiyet hakkının elbirliği mülkiyetine konu olması gerekir.
Borçlu ortağın alacaklısı tarafından açılan davalarda birden fazla taşınmaz dava konusu edilmiş ise icra takibine konu borç miktarına göre dava tarihi itibariyle taşınmazlardan borçlu ortağın payına düşecek değerin tespit edilerek borca yetecek kadar (sayıda) taşınmazın ortaklığının giderilmesine karar verilmesi, fazlaya ilişkin istemin reddi gerekir.
Bu şekilde açılacak davalarda borçlu ortak (paydaş) dahil tüm ortakların (paydaşların) davaya dahil edilmeleri zorunludur.
Somut olaya gelince, dava konusu taşınmazlardan 922 parsel sayılı taşınmazın … kaydında davalıların mirasbırakanı …’ın 1/3 hissesi bulunduğu gözükmektedir. Her ne kadar taşınmazın diğer paydaşları davaya dahil edilmiş ise de, yukarıda açıklanan esaslar çerçevesinde paydaşlığının giderilmesi davalarının amacının birlikte mülkiyet ilişkisine son vermek olduğu, 4721 Sayılı Türk Medeni Kanun’un birlikte mülkiyete son verilmesine ilişkin 698 ve devamı maddeleri hükümlerine göre ancak bir malın bütününün paydaşlığının giderilmesi istenebileceği gözardı edilerek taşınmazın bütünü yerine sadece iştirakli borçlunun miras bırakanına ait 1/3 payın satışına karar verilmesi doğru görülmemiş, hükmün bu nedenle bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/821 K: 2020/3674 T: 15.06.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/14768 K: 2020/2626 T: 04.03.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/3595 K: 2017/6782 T: 25.09.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/15812 K: 2014/1876 T: 12.02.2014
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/5082 K: 2018/5689 T: 17.09.2018
Mahkemece, İİK’nın 121. maddesi uyarınca açılacak davalarda da satış bedelinin icra dosyasına yatırılmasına değil ortağa ödenmesine karar verilmelidir. Bu hususun mahkemece re’sen gözetilmesi gerekir.
Dava, İİK’nın 121. maddesi uyarınca icra hukuk mahkemesince verilen yetki belgesine dayanarak açılan ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Davacı vekili; borçlu …’un murisine ait 180 ada 24 parsel sayılı 7 numaralı bağımsız bölümdeki ortaklığın satış sureti ile giderilmesini istemiştir. Mahkemece, davanın kabulü ile ortaklığın satış sureti ile giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalı … vekili temyiz etmiştir.
Mahkemece, İİK’nın 121. maddesi uyarınca açılacak davalarda da satış bedelinin icra dosyasına yatırılmasına değil ortağa ödenmesine karar verilmelidir. Bu hususun mahkemece re’sen gözetilmesi gerekir.
Mahkemece hüküm sonucunda satıştan elde edilecek paradan davalı borçlunun hissesine düşen kısmın icra dosyasına aktarılmasına şeklinde karar verilmesi doğru görülmemiş ise de; bu hususlar kararın bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden HUMK’nın 438/7. maddesi uyarınca hüküm sonucunun aşağıdaki şekilde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/4413 K: 2019/1273 T: 13.02.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/4288 K: 2019/960 T: 06.02.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3380 K: 2014/6446 T: 15.05.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/15584 K: 2016/286 T: 13.01.2016
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/4143 K: 2019/651 T: 22.01.2019
Borçlu ortağın alacakları İcra ve İflas Kanununun 121. maddesine göre icra hakimliğinden alacağı yetki belgesine dayanarak, borçlunun ortağı olduğu taşınmazın ortaklığının giderilmesi için dava açabilir. İcra mahkemesinden alınan yetkiye dayalı olarak açılan davalarda borçlu ortağın mülkiyet hakkının elbirliği mülkiyetine konu olması gerekir.
Dava İ.İ.K’nun 121. maddesi uyarınca yetki belgesine dayalı olarak ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Davacı vekili, davalıların murisinden kalan ve elbirliği ile malik oldukları taşınmazlar üzerindeki ortaklığın satış yoluyla giderilmesini talep etmiştir. Davalılardan …, taşınmazların satılarak ortaklığın giderilmesini istemiştir. Mahkemece, davanın hukuki yarar yokluğu ve kesin hüküm sebebiyle reddine karar verilmiştir. Hükmü, davacı vekili temyiz etmiştir.
Borçlu ortağın alacakları İcra ve İflas Kanununun 121. maddesine göre icra hakimliğinden alacağı yetki belgesine dayanarak, borçlunun ortağı olduğu taşınmazın ortaklığının giderilmesi için dava açabilir. İcra mahkemesinden alınan yetkiye dayalı olarak açılan davalarda borçlu ortağın mülkiyet hakkının elbirliği mülkiyetine konu olması gerekir.
Somut olaya gelince: mahkemece dava konusu 2821 ada 5, 7 ve 8 parsel numaralı taşınmazlar ile 2822 ada 10 ve 11 parsel sayılı taşınmazlar hakkında satış kararı verildiği ve hükmün kesinleştiği, aynı taşınmazlar hakkında verilen ortaklığın giderilmesi kararı infaz edilmeden yeni dava açılamayacağı, davacının bu davayı açmakta hukuki yararı bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Davacı vekili, dava konusu taşınmazların ortaklığının giderilmesine ilişkin önceki davalarda müvekkilinin davada taraf olmadığını belirterek kararın bozulmasını talep etmiştir.
Mahkemece, davanın reddine gerekçe gösterilen önceki ortaklığın giderilmesi davalarında, davacının taraf olmadığı, hükmün davacı açısından bağlayıcı olmadığı, tarafı olmadığı bir davadaki hükmün davacı açısından kesin hüküm oluşturamayacağı nazara alınarak, tapu kaydına göre ortak olmalarına rağmen davada taraf olarak gösterilmeyen … ile …in de davaya dahil edilmesi sağlanarak işin esası hakkında bir karar verilmesi gerekirken, yazılı gerekçeyle davanın reddine karar verilmesi doğru görülmemiş, bu sebeple hükmün bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/17282 K: 2020/4519 T: 08.07.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/821 K: 2020/3674 T: 15.06.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/3566 K: 2017/7503 T: 11.10.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/11027 K: 2017/2876 T: 10.04.2017
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/4288 K: 2019/960 T: 06.02.2019
İcra mahkemesinden alınan yetkiye dayalı olarak açılan davalarda kural olarak borçlu ortağın mülkiyet hakkının elbirliği mülkiyetine konu olması gerekir. Borçlu ortağın alacaklısı tarafından açılan davalarda birden fazla taşınmaz dava konusu edilmiş ise icra takibine konu borç miktarına göre dava tarihi itibariyle taşınmazlardan borçlu ortağın payına düşecek değerin tespit edilerek borca yetecek kadar (sayıda) taşınmazın ortaklığının giderilmesine karar verilmesi, fazlaya ilişkin istemin reddi gerekir.
Dava, İcra ve İflas Kanunu’nun 121. maddesi uyarınca alınan yetki belgesine dayalı olarak açılan ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir.
Davacı vekili, müvekkilinin davalı …’den olan alacağını tahsil etmek amacıyla, … 1. İcra Müdürlüğü’nün 2010/10186 Esas sayılı dosyası ile davalı aleyhine icra takibi yapıldığını, … 2. İcra Hukuk Mahkemesi’nin 2011/106-135 Esas-Karar sayılı kararı ile gerekli yetkinin alındığını bu nedenle 1808 parsel, B blok, 19 No’lu bağımsız bölüm üzerindeki ortaklığın satış yoluyla giderilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı …, borçlu olmadığının tespiti için … 1. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2011/231 Esas sayılı dosyası ile menfi tespit davası açtığını, … 1. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2011/231 Esas sayılı dosyasının bekletici mesele yapılmasını istemiş, davanın reddini savunmuştur.
Diğer davalılar, davaya cevap vermemişlerdir. Mahkemece, davanın kabulü ile dava konusu 1808 parsel, B blok, 19 No’lu bağımsız bölüm üzerindeki ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalı … vekili temyiz etmiştir.
Borçlunun elbirliği halinde ortak olduğu taşınmazlarda borçlu ortağın alacaklısı İcra Hakimliğinden İcra İflas Kanununun 121. maddesine göre alacağı yetki belgesine dayanarak borçlunun ortağı olduğu taşınmaz için ortaklığın giderilmesi davası açabilir. Bunun için icra hakiminden yetki belgesi alınması zorunludur. İcra hakiminden yetki belgesi almadan doğrudan doğruya veya yetkisi olmayan icra müdürünün verdiği yetki belgesine dayanılarak dava açılması halinde dava hemen reddedilmeyip davacı tarafa icra hakiminden yetki belgesi almak üzere süre verilmelidir.
İcra mahkemesinden alınan yetkiye dayalı olarak açılan davalarda kural olarak borçlu ortağın mülkiyet hakkının elbirliği mülkiyetine konu olması gerekir. Borçlu ortağın alacaklısı tarafından açılan davalarda birden fazla taşınmaz dava konusu edilmiş ise icra takibine konu borç miktarına göre dava tarihi itibariyle taşınmazlardan borçlu ortağın payına düşecek değerin tespit edilerek borca yetecek kadar (sayıda) taşınmazın ortaklığının giderilmesine karar verilmesi, fazlaya ilişkin istemin reddi gerekir.
Bu şekilde açılacak davalarda borçlu ortak (paydaş) dahil tüm ortakların (paydaşların) davaya dahil edilmeleri zorunludur Somut olaya gelince; davalı …’nin davaya konu alacak bakımından borçlu olmadığının tespiti için … 1. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2011/231 Esas sayılı dosyası ile dava açtığı, davanın karara bağlandığı, Yargıtay 19. Hukuk Dairesi’nin 2014/12128-16609 Esas-Karar sayılı ilamı ile kararın bozulmasına karar verildiği, bozma üzerine yeniden 2015/264-318 Esas-Karar sayılı dosyada karara bağlandığı dosya içerisindeki karar örneklerinden anlaşılmakta olup, kararın kesinleşip kesinleşmediğine ilişkin bir bilgi bulunmamaktadır.
Bu durumda mahkemece; davalı …’ın borçlu olmadığının tespiti için açılan kararın kesinleşip kesinleşmediğinin tespiti ondan sonra sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken bu husus gözetilmeksizin noksan inceleme ve araştırma ile yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş, hükmün bu nedenle bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/5082 K: 2018/5689 T: 17.09.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/565 K: 2018/5597 T: 12.09.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/392 K: 2016/2248 T: 26.02.2016
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/10005 K: 2017/1934 T: 13.03.2017
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/4413 K: 2019/1273 T: 13.02.2019
İcra mahkemesinden alınan yetkiye dayalı olarak açılan davalarda kural olarak borçlu ortağın mülkiyet hakkının elbirliği mülkiyetine konu olması gerekir. Bu şekilde açılacak davalarda borçlu ortak (paydaş) dahil tüm ortakların (paydaşların) davaya dahil edilmeleri zorunludur.
Dava, İcra İflas Kanununun 121. maddesi uyarınca alınan yetki belgesine dayalı olarak açılan ortaklığın giderilmesi isteğine ilişkindir. Davacı vekili, icra hukuk mahkemesinden aldığı yetki belgesine dayanarak davalılar …, … ve …’in borcundan dolayı 1939 parsel sayılı taşınmaz üzerindeki ortaklığının satış yoluyla giderilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalılar davaya cevap vermemiştir. Mahkemece, davanın kabulü ile 1939 parsel sayılı taşınmaz üzerindeki ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalı … vekili temyiz etmiştir.
Borçlunun elbirliği halinde ortak olduğu taşınmazlarda borçlu ortağın alacaklısı İcra Hakimliğinden İcra İflas Kanununun 121. maddesine göre alacağı yetki belgesine dayanarak borçlunun ortağı olduğu taşınmaz için ortaklığın giderilmesi davası açabilir. Bunun için icra hakiminden yetki belgesi alınması zorunludur.
İcra mahkemesinden alınan yetkiye dayalı olarak açılan davalarda kural olarak borçlu ortağın mülkiyet hakkının elbirliği mülkiyetine konu olması gerekir. Bu şekilde açılacak davalarda borçlu ortak (paydaş) dahil tüm ortakların (paydaşların) davaya dahil edilmeleri zorunludur.
Somut olaya gelince; dosyada bulunan bilirkişi raporuna göre dava konusu taşınmaz revizyon görmüş ve 500 da 8 parsel olarak tapuya tescil edilmiştir. Mahkemece, dava konusu taşınmazın revizyon işlemi sonucu hangi parsel numarasını aldığının tapu kaydından kontrol edilmediği ve eski parsel numarası (1939 parsel) üzerinden hüküm kurulduğu anlaşılmıştır.
Bu durumda mahkemece; 1939 parsel sayılı taşınmazın kadastro çalışmaları sonucu hangi parsel olduğunun tapu sicil müdürlüğünden sorulması, yeni tapu kaydının getirtilmesi, borçlulardan birinin elbirliği halinde hissedar olması halinde işin esasına girilerek karar verilmesi gerekmektedir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/4143 K: 2019/651 T: 22.01.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/5082 K: 2018/5689 T: 17.09.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/15584 K: 2016/286 T: 13.01.2016
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/392 K: 2016/2248 T: 26.02.2016
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/12418 K: 2020/52 T: 06.01.2020
İcra hakiminden yetki belgesi almadan doğrudan doğruya veya yetkisi olmayan icra müdürünün verdiği yetki belgesine dayanılarak dava açılması halinde dava hemen reddedilmeyip davacı tarafa icra hakiminden yetki belgesi almak üzere süre verilmelidir. İcra mahkemesinden alınan yetkiye dayalı olarak açılan davalarda kural olarak borçlu ortağın mülkiyet hakkının elbirliği mülkiyetine konu olması gerekir.
Dava, İİK’nun 121. maddesi uyarınca alınan yetki belgesine dayalı olarak alacaklı tarafından açılan ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir.
Davacı vekili, davalılardan …’nın davacıya olan borcundan dolayı … 19. İcra Müdürlüğünün 2014/4246 Esas sayılı dosyası ile takip başlatıldığını, borçlunun murisi … adına kayıtlı … ili, … ilçesi, 128 ada 2 parsel ve 112 ada 45 parsel sayılı taşınmazlarda borçlunun hissesine alacak nedeniyle haciz konulduğunu ve icra mahkemesinden iş bu davayı açmak üzere yetki verildiğini belirterek dava konusu taşınmazlarda ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmesini talep etmiştir.
Bir kısım davalılar davanın reddini savunmuştur. Mahkemece, davaya konu taşınmazlar hakkında aynı mahkemece başka bir alacaklının davalı …’dan alacağı nedeniyle 10.02.2016 günlü 2014/952 Esas, ve 2016/110 sayılı Kararıyla ortaklığın satış suretiyle giderildiği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Hükmü, davacı vekili temyiz etmiştir.
Borçlunun elbirliği halinde ortak olduğu taşınmazlarda borçlu ortağın alacaklısı İcra Hakimliğinden İcra İflas Kanununun 121. maddesine göre alacağı yetki belgesine dayanarak borçlunun ortağı olduğu taşınmaz için ortaklığın giderilmesi davası açabilir. Bunun için icra hakiminden yetki belgesi alınması zorunludur. İcra hakiminden yetki belgesi almadan doğrudan doğruya veya yetkisi olmayan icra müdürünün verdiği yetki belgesine dayanılarak dava açılması halinde dava hemen reddedilmeyip davacı tarafa icra hakiminden yetki belgesi almak üzere süre verilmelidir. İcra mahkemesinden alınan yetkiye dayalı olarak açılan davalarda kural olarak borçlu ortağın mülkiyet hakkının elbirliği mülkiyetine konu olması gerekir.
Somut olaya gelince, dava konusu taşınmazlar ile ilgili olarak … Sulh Hukuk Mahkemesinin 2014/952 Esas sayılı dosyasında davacı alacaklı … vekili tarafından paydaşlardan …’nın borcu için İİK’nun 121. maddesi gereğince yetki alınarak ortaklığın giderilmesinin istendiği ve 10.02.2016 günlü ve 2016/110 sayılı Karar ile davanın kabulüne; 128 ada 2 parsel ve 112 ada 45 parsel sayılı taşınmazlarda ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verildiği, kararın temyiz incelemesi aşamasında olduğu anlaşılmıştır.
Eldeki davada ise davacı alacaklı … vekili tarafından aynı taşınmazlara ilişkin ortaklığın giderilmesi istenmiştir. Görüldüğü üzere, bu dava ile önceki davanın konusu ve davalıları aynı ise de davacı tarafları farklıdır.
Davacının, İcra ve İflas Kanununun 121. maddesine göre icra hukuk mahkemesinden aldığı yetki belgesine dayanarak alacaklı sıfatıyla bu davayı açtığı ve … Sulh Hukuk Mahkemesinin 2014/952 Esas, 2016/110 Karar sayılı ortaklığın satış suretiyle giderilmesi kararını infaz ettirerek alacağına kavuşma imkanı bulunmadığı ve dava üzerindeki tarafların tasarruf yetkisi dikkate alındığında başka alacaklı tarafından aynı taşınmazlar ile ilgili açılan ortaklığın giderilmesi davası eldeki davanın alacaklısının talep hakkını bertaraf etmeyeceği ve davanın görülmesinde davacı alacaklının hukuki yararının bulunduğu görülmüştür. Bu durumda mahkemece davanın esasının incelenerek bir karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, kararın bu nedenle bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/5082 K: 2018/5689 T: 17.09.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/565 K: 2018/5597 T: 12.09.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/392 K: 2016/2248 T: 26.02.2016
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/10005 K: 2017/1934 T: 13.03.2017
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/14768 K: 2020/2626 T: 04.03.2020
Paylı mülkiyette ise, borçlu paydaşın alacaklısı, borçlunun haczedilen payının satışını isteyebileceğinden İcra ve İflas Kanununun 121. maddesi uyarınca taşınmazdaki paydaşlığının giderilmesini isteyemez.
Dava, İcra ve İflas Kanununun 121. maddesi uyarınca alınan yetki belgesine dayalı olarak alacaklı tarafından açılan ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir.
Davacı vekili, davalılardan …’ın davacıya olan borcundan dolayı İstanbul Anadolu 9. İcra Müdürlüğünün 2012/2175 Esas sayılı dosyası ile takip başlatıldığını, borçlunun murisi … adına kayıtlı 756 parsel sayılı taşınmazda borçlunun hissesine alacak nedeniyle haciz konulduğunu ve icra mahkemesinden iş bu davayı açmak üzere yetki verildiğini belirterek dava konusu taşınmazda ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmesini talep etmiştir.
Davalılardan Hazine vekili, davanın reddini savunmuştur. Mahkemece, davanın kabulü ile ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, bir kısım davalılar vekili temyiz etmiştir.
Elbirliği mülkiyetinde borçlu ortağın alacaklısı icra hakimliğinden İcra ve İflas Kanununun 121.maddesine göre alacağı yetki belgesine dayanarak borçlunun ortağı olduğu taşınmaz için ortaklığın giderilmesi davası açabilir. İcra hakiminden yetki belgesi almadan doğrudan doğruya veya yetkisi olmayan İcra Müdürünün verdiği yetki belgesine dayanılarak dava açılması halinde dava hemen reddedilmeyip, icra hakiminden yetki belgesi almak üzere önel verilmelidir. Paylı mülkiyette ise, borçlu paydaşın alacaklısı, borçlunun haczedilen payının satışını isteyebileceğinden İcra ve İflas Kanununun 121. maddesi uyarınca taşınmazdaki paydaşlığının giderilmesini isteyemez.
Somut olayda; dava konusu edilen ve satışına karar verilen dava konusu 756 parsel sayılı taşınmazın UYAP’tan kontrol edilen güncel tapu kaydında paylı mülkiyete dönüştüğü ve borçlunun taşınmazda ortak olmadığı anlaşıldığından güncel tapu kaydına göre davanın esastan değerlendirilmek üzere hükmün bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/821 K: 2020/3674 T: 15.06.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/12418 K: 2020/52 T: 06.01.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/3595 K: 2017/6782 T: 25.09.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/15812 K: 2014/1876 T: 12.02.2014
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/821 K: 2020/3674 T: 15.06.2020
Borçlunun elbirliği halinde ortak olduğu taşınmazlarda borçlu ortağın alacaklısı icra hakimliğinden İcra ve İflas Kanununun 121. maddesine göre alacağı yetki belgesine dayanarak borçlunun ortağı olduğu taşınmaz için ortaklığın giderilmesi davası açabilir. Bunun için icra hakiminden yetki belgesi alınması zorunludur. İcra hakiminden yetki belgesi almadan doğrudan doğruya veya yetkisi olmayan icra müdürünün verdiği yetki belgesine dayanılarak dava açılması halinde dava hemen reddedilmeyip davacı tarafa icra hakiminden yetki belgesi almak üzere süre verilmelidir.
Dava, İİK’nun 121. maddesi uyarınca alınan yetki belgesine dayalı olarak alacaklı tarafından açılan ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir.
Davacı vekili, bir kısım davalıların murisi…’in davacıya olan borcundan dolayı icra takibi başlatıldığını, borçlunun murisi …’in paydaşı olduğu … ili, … ilçesi 76, 223, 233 ve 381 parsel sayılı taşınmazlarda borçlunun hissesine alacak nedeniyle haciz konulduğunu ve icra mahkemesinden iş bu davayı açmak üzere yetki verildiğini ileri sürerek, dava konusu taşınmazlarda ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar verilmesini talep etmiştir.
Bir kısım davalılar, davanın reddini savunmuştur. Mahkemece, davanın kabulü ile dava konusu taşınmazlardaki ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, bir kısım davalılar vekili ile davalı … temyiz etmiştir.
Borçlunun elbirliği halinde ortak olduğu taşınmazlarda borçlu ortağın alacaklısı icra hakimliğinden İcra ve İflas Kanununun 121. maddesine göre alacağı yetki belgesine dayanarak borçlunun ortağı olduğu taşınmaz için ortaklığın giderilmesi davası açabilir. Bunun için icra hakiminden yetki belgesi alınması zorunludur. İcra hakiminden yetki belgesi almadan doğrudan doğruya veya yetkisi olmayan icra müdürünün verdiği yetki belgesine dayanılarak dava açılması halinde dava hemen reddedilmeyip davacı tarafa icra hakiminden yetki belgesi almak üzere süre verilmelidir. İcra mahkemesinden alınan yetkiye dayalı olarak açılan davalarda kural olarak borçlu ortağın mülkiyet hakkının elbirliği mülkiyetine konu olması gerekir.
Borçlu ortağın alacaklısı tarafından açılan davalarda birden fazla taşınmaz dava konusu edilmiş ise icra takibine konu borç miktarına göre dava tarihi itibariyle taşınmazlardan borçlu ortağın payına düşecek değerin tespit edilerek borca yetecek kadar (Sayıda) taşınmazın ortaklığının giderilmesine karar verilmesi, fazlaya ilişkin istemin reddi gerekir.
Bu şekilde açılacak davalarda borçlu ortak (paydaş) dahil tüm ortakların (Paydaşların) davaya dahil edilmeleri zorunludur.
Somut olaydaki dava, İcra ve İflas Kanununun 121. maddesi uyarınca alacaklının açtığı ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir. Davacı alacaklı temyiz aşamasında dosyaya sunduğu 29.11.2018 tarihli dilekçesinde borçlunun icra takibine konu borcu ödediğini, dosyanın devam etmesinde ve temyiz itirazlarında hukuki yararı kalmadığını belirtmiştir. Hal böyle olunca dava konusuz kaldığından davacı alacaklının talebi değerlendirilerek mahkemesince bir karar verilmek üzere hükmün bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/4143 K: 2019/651 T: 22.01.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/5082 K: 2018/5689 T: 17.09.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/15584 K: 2016/286 T: 13.01.2016
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/392 K: 2016/2248 T: 26.02.2016
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/17282 K: 2020/4519 T: 08.07.2020
İcra mahkemesinden alınan yetkiye dayalı olarak açılan davalarda kural olarak borçlu ortağın mülkiyet hakkının elbirliği mülkiyetine konu olması gerekir. Paylı mülkiyette ise, borçlu paydaşın alacaklısı, borçlunun bağımsız payının haczini ve satışını isteyebileceğinden yetki belgesine dayanarak taşınmazın paydaşlığının giderilmesini istemesi yasa koyucunun amacına uygun değildir.
Dava, İcra ve İflas Kanununun 121. maddesi uyarınca alınan yetki belgesine dayalı olarak alacaklı tarafından açılan ortaklığın giderilmesi istemine ilişkindir.
Davacı vekili, davalılardan …’nun borcundan dolayı İcra ve İflas Kanununun 121. maddesi gereğince icra hukuk mahkemesinden aldığı yetkiye dayanarak borçlu davalının paydaşı olduğu 2108 ada 3 parselde kayıtlı, 1, 6, 8, 9 ve 10 No’lu bağımsız bölümlerdeki ortaklığının satış yoluyla giderilmesini istemiştir. Davalılar vekili davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davanın kabulü ile dava konusu 2108 ada, 3 parsel sayılı taşınmazda bulunan 1, 6, 8, 9 ve 10 No’lu bağımsız bölümler üzerindeki ortaklığın satış sureti ile giderilmesine karar verilmiştir. Hükmü, davalılar vekili temyiz etmiştir.
Borçlunun elbirliği halinde ortak olduğu taşınmazlarda borçlu ortağın alacaklısı İcra Hakimliğinden İcra ve İflas Kanununun 121. maddesine göre alacağı yetki belgesine dayanarak borçlunun ortağı olduğu taşınmaz için ortaklığın giderilmesi davası açabilir. İcra mahkemesinden alınan yetkiye dayalı olarak açılan davalarda kural olarak borçlu ortağın mülkiyet hakkının elbirliği mülkiyetine konu olması gerekir. Paylı mülkiyette ise, borçlu paydaşın alacaklısı, borçlunun bağımsız payının haczini ve satışını isteyebileceğinden yetki belgesine dayanarak taşınmazın paydaşlığının giderilmesini istemesi yasa koyucunun amacına uygun değildir.
Bir davanın açılması sırasında dava açanın hukuki yararının bulunması gerekir. Hukuki yarar, davacının, hukuki korunma istemesinde, korunmaya değer menfaati bulunmasıdır.
Somut olaya gelince; mahkemece satışına karar verilen dava konusu 2108 ada 3 parselde kayıtlı 1, 6, 8, 9 ve 10 No’lu bağımsız bölümlerde borçlu davalı …’nun 1/6 şar oranında payının bulunduğu, taşınmazların 03.02.2010 tarihli intikal işlemiyle paylı mülkiyete dönüştürüldüğü anlaşılmaktadır.
Bu durumda, satışına karar verilen dava konusu taşınmazlarda, davalı borçlunun adına kayıtlı payların bu haliyle haczi ve satışı mümkün olup davacının ortaklığın giderilmesini istemekte hukuki yararı olmadığı anlaşıldığından; mahkemece, hukuki yarar yokluğu nedeniyle davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu nedenle hükmün bozulmasına karar vermek gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/4288 K: 2019/960 T: 06.02.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/4143 K: 2019/651 T: 22.01.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3380 K: 2014/6446 T: 15.05.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/15584 K: 2016/286 T: 13.01.2016
KAYNAK HAKKI YARGITAY KARARLARI
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1993/4840 K: 1995/2969 T: 21.3.1995
ÖZETİ: Sudan kadim yararlanma hakları ihlal edilemez.
Taraflar arasındaki kadastro tesbitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün Yargıtay’ca davacılar tarafından duruşmalı olarak incelenmesi istenilmiş ve isteğin kanuni süresinde olduğu anlaşılmış ise de keşifteki taşınmazın değeri kanunda mürafaa için öngörülen 4.000.000 lirayı geçmediği anlaşıldığından ve pul yatırmadığından duruşma isteminin reddine, dosyanın evrak üzerinde incelenmesine karar verilip tetkik hakiminin raporu okundu, gereği görüşüldü:
K: Kadastro sırasında 1093 parsel sayılı 6341 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz vergi kaydına, miras ve paylaşma ile geçen kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanılarak davalılar M… A… ve M… Ç… adlarına tesbit edilmiş, kütüğün mükellefiyetler hanesine 1087 sayılı parsel için haftada 1 gün, 1126 sayılı parsel için haftada 2 gün sulama suyu verme yükümlülüğü bulunduğu yazılmıştır. Komisyonca M… Ç… ve M… A…’nın itirazlarının kabulü ile 1093 sayılı parseldeki yükümlülüğün ve 1087 ile 1126 sayılı parsellerdeki hakların kaldırılmasına karar verilmiştir. İtirazları komisyonca reddedilen davacı C… D… 1093 sayılı parsel üzerindeki sudan 1087 sayılı taşınmazı lehine haftada 2 günlük, A… R… Ö… 1093 sayılı parsel üzerindeki sudan 1126 sayılı taşınmazı lehine haftada 3 günlük kadim sulama hakkının bulunduğunu ileri sürerek bu hakkın tanınması için ayrı ayrı dava açmışlardır. Mahkemece dava dosyaları birleştirildikten sonra davanın reddine, taşınmazların tesbit malikleri adlarına tapuya tesciline, 1093 sayılı parselde su kaynağının muhdesat olarak gösterilmesine karar verilmiş; hüküm, davacılar tarafından temyiz edilmiştir.
1087 ve 1126 parsel sayılı taşınmazların zilyetleri 1093 sayılı parsel içerisinde bulunan sudan kadim yararlanma hakları bulunduğunu ileri sürerek dava dilekçelerinde açıkladıkları gün sayısınca sudan kadim yararlanma haklarının hüküm altına alınmasını istemişlerdir. Mahkemece dava konusu suyun debisine göre ancak 1093 sayılı parselin sulanmasına yeterli olduğu, davacıların kendi taşınmazlarından geçen su arkından ve ayrıca o parseller içerisinde bulunan kaynaklardan yararlanabilecekleri gerekçe gösterilmek suretiyle davanın reddine karar verilmiş ise de, kural olarak kadim yararlanma hakları ihlal edilemez.
Taraflara ait tapusuz taşınmazların evvelce bir bütün iken çekişmeli sudan yararlanılarak sulandığı anlaşılmaktadır. O halde, mahkemece deliller kadim yararlanma hakları çerçevesinde değerlendirilmek suretiyle davacıların çekişmeli sudan kadim yararlanma hakları subuta erdiği takdirde kadim yararlanmanın kapsamı ve şekli belirlenerek davacılara ait 1087 ve 1126 sayılı hakim parseller lehine davalıya ait 1093 sayılı kadim parsel aleyhine tapu kayıtlarının beyanlar hanesine kaydedilmek suretiyle tesciline karar verilmesi gerekirken yazılı nedenlerle davanın reddedilmesi isabetsiz, davacıların temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde görüldüğünden kabulü ile hükmün (BOZULMASINA), 21.3.1995 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2005/3898 K: 2005/3987 T.19.12.2005
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1996/7055 K: 1996/9414 T: 27.11.1996
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1997/6527 K: 1998/236 T: 27.1.1998
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/189 K: 2004/1622 T:12.2.2004
Yargıtay 3. Hukuk Dairesi E: 2002/2566 K: 2002/2729 T: 21.3.2002
Dava konusu arktan gelen sudan tarlasında faydalanma ve menfaati bulunan davacının arkın açık olmasında ve faydalanmasında kişisel yararlanma hakkı bulunduğu gibi kamunun da bunda menfaati vardır.
Dava dilekçesinde suya ve su yoluna vaki müdahalenin önlenmesi ile 500.000.000 lira tazminatın faiz ve masraflarla birlikte davalı taraftan tahsili istenilmiştir. Mahkemece davanın reddine dair verilen hükmün temyiz incelemesinin duruşmalı olarak yapılması davacı vekili tarafından istenilmekle taraflara yapılan tebligat üzerine duruşma için tayin olunan günde temyiz eden Davacı vekili avukat Ayşe Ö. geldi. Aleyhine temyiz olunan Davalılar vekili avukat Naif T: geldi. Gelen vekillerin sözlü açıklamaları dinlendikten sonra işin incelenerek karara bağlanması için bazı nevakısın giderilmesi için mahalline gönderilmiştir. Bu kere yeniden gelmekle dosyadaki bütün kağıtlar okunarak, tetkik hakiminin açıklamaları dinlenip, gereği düşünüldü.
Dava dilekçesinde davacının öteden beri faydalandığı su arkına davalıların yaptığı müdahalenin önlenmesi ve 500.000.000 lira tazminatın tahsili istenilmiş, mahkemece irtifak hakkı kurulmadan başkasının taşınmazından ark geçirilemeyeceği ve davacının gerek suda gerekse arkta kadim hakkının bulunduğu sabit olmaması gerekçesiyle dava reddedilmiştir.
Davacının daha önce H. 3. Asliye Hukuk Mahkemesinde davalılar Saci T: vs. aleyhine intifa hakkı tescili için açtığı davada nizalı su yolundan faydalandığı, su geçirdiği anlaşılmış ancak arkın davalıya ait parselin içinde kalmadığı gerekçesiyle dava reddedilmiştir.
Davacı bu defa genel su yoluna davalıların el attığı iddiası ile el atmanın önlenmesi isteminde bulunmuştur.
Dosya arasında bulunan rapor ve ekindeki krokide, kadastro sırasında parseller arasında su arkı bulunduğu açıkça görüldüğü gibi, davalıların bu arka müdahale ettikleri el atarak kapattıkları dosyadaki delillerden anlaşılmaktadır.
Mevcut duruma göre, dava konusu arktan gelen sudan tarlasında faydalanma ve menfaati bulunan davacının arkın açık olmasında ve faydalanmasında kişisel yararlanma hakkı bulunduğu gibi kamunun da bunda menfaati vardır. Kaldı ki, su arkı davalıların tapulu taşınmazı içerisinde olmayıp kadastro paftasında görüldüğü gibi parsel çap kayıtları (krokileri) dışındadır ve kamuya aittir. Bu nedenle davacının her zaman için bu davayı açma hakkı vardır.
Mahkemece sabit görülen davalıların el atmasının önlenmesine ve tazminat yönünden de deliller toplanmak suretiyle varılacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken davanın reddine karar verilmiş olması doğru görülmemiştir.
Sonuç: Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK: nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, Yargıtay duruşmasında vekille temsil edilen davacı taraf için dava tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi hükümlerine göre takdir edilen 65.000.000 lira vekalet ücretinin davalıdan alınıp davacı tarafa verilmesine ve peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine 21.3.2002 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 3. Hukuk Dairesi E: 2017/5417 K: 2017/13164 T: 03.10.2017
- Yargıtay 3. Hukuk Dairesi E: 2017/16973 K: 2018/5110 T: 14.05.2018
- Yargıtay 3. Hukuk Dairesi E: 2017/6857 K: 2017/15827 T: 14.11.2017
- Yargıtay 3. Hukuk Dairesi E: 2017/14760 K: 2017/13258 T: 04.10.2017
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/17536 K: 2020/7007 T: 09.11.2020
Türk Medeni Kanununun 756/2 ve 837. maddesinde belirtilen kaynak irtifakına konu olabilecek su özel su olup genel su niteliğindeki yeraltı suyu bu düzenlemelerin dışındadır. Nitekim genel sular taşınmaz mülkiyetinin kapsamı içinde kabul edilemez.
Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gereğince; Arazi üzerindeki mülkiyet, kullanılmasında yarar olduğu ölçüde üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını kapsar. Bu mülkiyetin kapsamına yasal sınırlamalar saklı kalmak üzere yapılar, bitkiler ve kaynaklar da girer.
Bu madde hükmüne paralel olarak düzenlenen Türk Medeni Kanununun 756. maddesi gereğince de; “Kaynaklar, arazinin bütünleyici parçası olup bunların mülkiyeti ancak kaynadıkları arazinin mülkiyeti ile birlikte kazanılabilir. Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak, bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur. Yeraltı suları, kamu yararına ait sulardandır. Arza malik olmak onun altındaki yeraltı sularına da malik olmak sonucunu doğurmaz. Arazi maliklerinin yer altı sularından yararlanma biçimi ve ölçüsüne ilişkin özel kanun hükümleri saklıdır.”
Gerek Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gerekse 756/2. maddesinde sözü edilen kaynaklar, yeraltı sularından farklıdır.
Kaynak, kökeni yeraltı suyu olan tabi ve sürekli olarak yeryüzüne çıkan özel mülkiyete girecek nitelikte özel bir su olup, suni bir şekilde veya ara sıra yeryüzüne çıkan su kaynak niteliğini kazanmaz (Gürsoy/Eren/Cansel, Türk Eşya Hukuku, Ankara 1978, s.618). Ayrıca, kaynaktan çıkan suyun yararı kamuya ait bir akarsu oluşturacak kadar bol çıkması halinde kaynak artık özel mülkiyete konu olamaz. Yine, yeraltı suyundan sondaj gibi suni yollarla çıkartılan sulardan yararlanma usulü de 167 sayılı Yeraltı Suları Kanununa tabidir.
Başka bir ifadeyle kaynak suyu kendiliğinden kaynadığı arazinin hudutlarını aşacak debide ise ya da malikinin ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra fazlası varsa genel su kabul edilir ve komşular da yararlanabilir. Bunun yanında kaynak suyu tapulu olmayan araziden (örneğin mera, orman vb.) çıkıyorsa suyun debisine bakılmaksızın genel sudur. Bu sudan ise kadim ve öncelik hakkı ihlal edilmemek suretiyle herkes ihtiyacı oranında yararlanabilir.
Özel su ise tapulu taşınmazdan çıkan ve sadece o taşınmazın ve malikinin kişisel ihtiyacını karşılamaya yeterli olan sudur. Arazinin mülkiyetine tabi olan kaynak suyu yani özel su üzerinde, hak sahibi dilediği gibi tasarruf etme yetkisine sahiptir. Bu suyu kendisi kullanabileceği gibi kaynağındaki suyu kullanması hususunda bir başkasına irtifak hakkı da tanıyabilir. Ayrıca mülkiyet hakkına dayanarak kaynağa elatma varsa elatmanın giderilmesi için davalar açmak yetkisi de bulunmaktadır.
Türk Medeni Kanununun 756/2. maddesi gereğince “Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur” hükmü doğrultusunda kaynak hakkı ancak tapuda düzenlenecek resmi senetle tapu malikinin rızası ile kurulabilir.
Yine benzer şekilde Türk Medeni Kanununun 837. maddesi de “Başkasının arazisinde bulunan kaynak üzerinde irtifak hakkı, bu arazinin malikini suyun alınmasına ve akıtılmasına katlanmakla yükümlü kılar. Bu hak, aksi kararlaştırılmadıkça başkasına devredilebilir ve mirasçıya geçer. Kaynak hakkı, bağımsız nitelikte ve en az 30 yıl için kurulmuş ise tapu kütüğüne taşınmaz olarak kaydedilebilir” şeklinde düzenlenmiştir.
Madde hükmünde belirtildiği üzere, kaynak irtifakı doğrudan kişiye bağlı olarak kurulabileceği gibi başkalarına devri de kararlaştırılabilir. Bağımsız ve daimi hak olarak tesis edildiğinde tapu kütüğüne ayrı bir sayfaya kaydı da mümkündür. Kaynak hakkının kazanılmasına ilişkin kanunda açık bir hüküm olmamakla birlikte eşyaya bağlı diğer irtifakların kazanılması hükümleri uyarınca Türk Medeni Kanununun 780. maddesinden kıyasen yararlanarak taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasına ilişkin hükümlerin uygulanacağı kabul edilmektedir (m.704/2). Bu durumda kaynak hakkının, resmi şekilde düzenlenecek sözleşme ile tapu siciline tescil ile kazanılması mümkündür.
Gerçekten Türk Medeni Kanununun 756/2 ve 837. maddesinde belirtilen kaynak irtifakına konu olabilecek su özel su olup genel su niteliğindeki yeraltı suyu bu düzenlemelerin dışındadır. Nitekim genel sular taşınmaz mülkiyetinin kapsamı içinde kabul edilemez.
Somut olayda; mahkemece yapılan keşif ve keşifte dinlenen tanık beyanlarından anlaşıldığı üzere, muris Mustafa’nın sağlığında murisin payına düşen genel suyun iki boru ile taşındığı, bir borunun suyunun davacı … tarafından, diğer borunun suyunun ise davalı … tarafından kullanıldığı belirlendiğinden, mahkemece davalının geçmişten gelen paylaşım ve kullanım durumuna aykırı davranışından dolayı el atmanın önlenmesine karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, hükmün bu nedenle bozulmasına karar vermek gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/10626 K: 2015/1500 T: 12.02.2015
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/18539 K: 2017/1658 T: 06.03.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/15050 K: 2017/2076 T: 20.03.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/1521 K: 2015/2472 T: 05.03.2015
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/13993 K: 2018/3773 T: 15.05.2018
Kaynak suyu kendiliğinden kaynadığı arazinin hudutlarını aşacak debide ise ya da malikinin ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra fazlası varsa genel su kabul edilir ve komşular da yararlanabilir. Bunun yanında kaynak suyu tapulu olmayan araziden (örneğin mera,… vb) çıkıyorsa suyun debisine bakılmaksızın genel sudur. Bu sudan ise kadim ve öncelik hakkı ihlal edilmemek suretiyle herkes ihtiyacı oranında yararlanabilir.
Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gereğince; Arazi üzerindeki mülkiyet, kullanılmasında yarar olduğu ölçüde üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını kapsar. Bu mülkiyetin kapsamına yasal sınırlamalar saklı kalmak üzere yapılar, bitkiler ve kaynaklar da girer.
Bu madde hükmüne paralel olarak düzenlenen Türk Medeni Kanununun 756. maddesi gereğince de; “Kaynaklar, arazinin bütünleyici parçası olup bunların mülkiyeti ancak kaynadıkları arazinin mülkiyeti ile birlikte kazanılabilir. Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak, bir irtifak hakkı olarak … kütüğüne tescil ile kurulur. Yeraltı suları, kamu yararına ait sulardandır. Arza malik olmak onun altındaki yeraltı sularına da malik olmak sonucunu doğurmaz. Arazi maliklerinin yer altı sularından yararlanma biçimi ve ölçüsüne ilişkin özel kanun hükümleri saklıdır.”
Gerek Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gerekse 756/2. maddesinde sözü edilen kaynaklar, yeraltı sularından farklıdır.
Kaynak, kökeni yeraltı suyu olan tabi ve sürekli olarak yeryüzüne çıkan özel mülkiyete girecek nitelikte özel bir su olup, suni bir şekilde veya ara sıra yeryüzüne çıkan su kaynak niteliğini kazanmaz (Gürsoy/Eren/Cansel, Türk Eşya Hukuku, … 1978, s.618). Ayrıca, kaynaktan çıkan suyun yararı kamuya ait bir akarsu oluşturacak kadar bol çıkması halinde kaynak artık özel mülkiyete konu olamaz. Yine, yeraltı suyundan sondaj gibi suni yollarla çıkartılan sulardan yararlanma usulü de 167 sayılı Yeraltı Suları Kanununa tabidir.
Başka bir ifadeyle kaynak suyu kendiliğinden kaynadığı arazinin hudutlarını aşacak debide ise ya da malikinin ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra fazlası varsa genel su kabul edilir ve komşular da yararlanabilir. Bunun yanında kaynak suyu tapulu olmayan araziden (örneğin mera,… vb) çıkıyorsa suyun debisine bakılmaksızın genel sudur. Bu sudan ise kadim ve öncelik hakkı ihlal edilmemek suretiyle herkes ihtiyacı oranında yararlanabilir.
Özel su ise tapulu taşınmazdan çıkan ve sadece o taşınmazın ve malikinin kişisel ihtiyacını karşılamaya yeterli olan sudur. Arazinin mülkiyetine tabi olan kaynak suyu yani özel su üzerinde, hak sahibi dilediği gibi tasarruf etme yetkisine sahiptir. Bu suyu kendisi kullanabileceği gibi kaynağındaki suyu kullanması hususunda bir başkasına irtifak hakkı da tanıyabilir. Ayrıca mülkiyet hakkına dayanarak kaynağa elatma varsa elatmanın giderilmesi için davalar açmak yetkisi de bulunmaktadır.
Türk Medeni Kanununun 756/2. maddesi gereğince “Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak bir irtifak hakkı olarak … kütüğüne tescil ile kurulur” hükmü doğrultusunda kaynak hakkı ancak tapuda düzenlenecek resmi senetle … malikinin rızası ile kurulabilir.
Yine benzer şekilde Türk Medeni Kanununun 837. maddesi de “Başkasının arazisinde bulunan kaynak üzerinde irtifak hakkı, bu arazinin malikini suyun alınmasına ve akıtılmasına katlanmakla yükümlü kılar. Bu hak, aksi kararlaştırılmadıkça başkasına devredilebilir ve mirasçıya geçer. Kaynak hakkı, bağımsız nitelikte ve en az 30 yıl için kurulmuş ise … kütüğüne taşınmaz olarak kaydedilebilir” şeklinde düzenlenmiştir.
Madde hükmünde belirtildiği üzere, kaynak irtifakı doğrudan kişiye bağlı olarak kurulabileceği gibi başkalarına devri de kararlaştırılabilir. Bağımsız ve daimi hak olarak tesis edildiğinde … kütüğüne ayrı bir sayfaya kaydı da mümkündür. Kaynak hakkının kazanılmasına ilişkin kanunda açık bir hüküm olmamakla birlikte eşyaya bağlı diğer irtifakların kazanılması hükümleri uyarınca Türk Medeni Kanununun 780. maddesinden kıyasen yararlanarak taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasına ilişkin hükümlerin uygulanacağı kabul edilmektedir (m.704/2). Bu durumda kaynak hakkının, resmi şekilde düzenlenecek sözleşme ile … siciline tescil ile kazanılması mümkündür.
Gerçekten Türk Medeni Kanununun 756/2 ve 837. maddesinde belirtilen kaynak irtifakına konu olabilecek su özel su olup genel su niteliğindeki yeraltı suyu bu düzenlemelerin dışındadır. Nitekim genel sular taşınmaz mülkiyetinin kapsamı içinde kabul edilemez.
Yukarıda açıklanan ilkeler ışığında somut olaya gelince; Davacı, … İli, Keles İlçesi, Kozbuduklar Köyü, Saltıçukur Mevkii, dere kenarında ormana bitişik Hasan Başaran’a ait olan taşınmazdan çıkan genel su niteliğindeki su kaynağından bölgedeki arazi maliklerinin bahçelerini suladığını, nizasız bir şekilde kullanırken davalılar … ve …’ın kaynaktan çıkan suyu hortum ile 3 km uzaklıkta olan köye taşımaya başladıklarını, davalıların söz konusu kaynaktan çıkan sudan yalnızca kendilerinin faydalandığını, suya vaki elatmanın önlenmesini istemiştir. Mahkemece yapılan inceleme sonucu dava konusu suyun tarafların su ihtiyacına yetmeyeceği anlaşıldığından, su rejimi kurulmasına ve bunun için de su deposu yapılmasına karar verilmiştir. Yapılan inceleme hüküm vermeye, sağlıklı sonuçlara varmaya yeterli değildir. Mahkemece öncelikle davacıya dava konusu suyu hangi taşınmazı için kullandığı ve davalıların hangi taşınmazlara su götürdüğü açıklattırılmalı, bu taşınmazların … kayıtları getirtilmeli ve tarafların taşınmazlar ile mülkiyet ilişkisi belirlenip ve taraf teşkili sağlanmalı, taraf teşkili sağlandıktan sonra işin esasının incelenmesi gerekirken, taraf teşkili sağlanmaksızın karar verilmesi doğru görülmemiş, hükmün bu nedenle bozulması gerekmiştir.
Kabule göre de, mahkemece su deposu yapılmasına, su rejimi kurulmasına karar verilmiş ise de, hükmün gerekçesinde su deposunun taraflarca yaptırılmasından söz edildiği halde hüküm sonucunda kim tarafından nasıl, ne şekilde yapılacağı hususu yer almadığından, infazında tereddüt oluşacağının düşünülmemesi de doğru değildir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/5408 K: 2015/5227 T: 11.05.2015
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/10928 K: 2015/1944 T: 24.02.2015
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/13275 K: 2015/6678 T: 15.06.2015
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/12591 K: 2015/5822 T: 25.05.2015
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/7752 K: 2014/13418 T: 26.11.2014
Arazinin mülkiyetine tabi olan kaynak suyu bir başka ifadeyle özel su üzerinde, hak sahibi dilediği gibi tasarruf etme yetkisine sahiptir. Bu suyu kendisi kullanabileceği gibi kaynağındaki suyu kullanması hususunda bir başkasına irtifak hakkı da tanıyabilir. Ayrıca mülkiyet hakkına dayanarak kaynağa elatma varsa elatmanın giderilmesi için davalar açmak yetkisi de bulunmaktadır.
Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gereğince; Arazi üzerindeki mülkiyet, kullanılmasında yarar olduğu ölçüde üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını kapsar. Bu mülkiyetin kapsamına yasal sınırlamalar saklı kalmak üzere yapılar, bitkiler ve kaynaklar da girer.
Bu madde hükmüne paralel olarak düzenlenen Türk Medeni Kanununun 756. maddesi gereğince de; “Kaynaklar, arazinin bütünleyici parçası olup bunların mülkiyeti ancak kaynadıkları arazinin mülkiyeti ile birlikte kazanılabilir. Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak, bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur. Yeraltı suları, kamu yararına ait sulardandır. Arza malik olmak onun altındaki yeraltı sularına da malik olmak sonucunu doğurmaz. Arazi maliklerinin yer altı sularından yararlanma biçimi ve ölçüsüne ilişkin özel kanun hükümleri saklıdır.”
Gerek Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gerekse 756/2. maddesinde sözü edilen kaynaklar, yeraltı sularından farklıdır.
Kaynak, kökeni yeraltı suyu olan tabi ve sürekli olarak yeryüzüne çıkan özel mülkiyete girecek nitelikte özel bir su olup, suni bir şekilde veya ara sıra yeryüzüne çıkan su kaynak niteliğini kazanmaz (Gürsoy/Eren/Cansel, Türk Eşya Hukuku, Ankara 1978, s.618). Ayrıca, kaynaktan çıkan suyun yararı kamuya ait bir akarsu oluşturacak kadar bol çıkması halinde kaynak artık özel mülkiyete konu olamaz. Yine, yeraltı suyundan sondaj gibi suni yollarla çıkartılan sulardan yararlanma usulü de 167 sayılı Yeraltı Suları Kanununa tabidir.
Bir başka ifadeyle kaynak suyu kendiliğinden kaynadığı arazinin hudutlarını aşacak debide ise ya da malikinin ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra fazlası varsa genel su kabul edilir ve komşular da yararlanabilir. Bunun yanında kaynak suyu tapulu olmayan araziden (örneğin mera,orman vb) çıkıyorsa suyun debisine bakılmaksızın genel sudur. Bu sudan ise kadim ve öncelik hakkı ihlal edilmemek suretiyle herkes ihtiyacı oranında yararlanabilir.
Özel su ise tapulu taşınmazdan çıkan ve sadece o taşınmazın ve malikinin kişisel ihtiyacını karşılamaya yeterli olan sudur.
Arazinin mülkiyetine tabi olan kaynak suyu bir başka ifadeyle özel su üzerinde, hak sahibi dilediği gibi tasarruf etme yetkisine sahiptir. Bu suyu kendisi kullanabileceği gibi kaynağındaki suyu kullanması hususunda bir başkasına irtifak hakkı da tanıyabilir. Ayrıca mülkiyet hakkına dayanarak kaynağa elatma varsa elatmanın giderilmesi için davalar açmak yetkisi de bulunmaktadır.
Türk Medeni Kanununun 756/2. maddesi gereğince “Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur” hükmü doğrultusunda kaynak hakkı ancak tapuda düzenlenecek resmi senetle tapu malikinin rızası ile kurulabilir.
Yine benzer şekilde Türk Medeni Kanununun 837. maddesi de “Başkasının arazisinde bulunan kaynak üzerinde irtifak hakkı, bu arazinin malikini suyun alınmasına ve akıtılmasına katlanmakla yükümlü kılar. Bu hak, aksi kararlaştırılmadıkça başkasına devredilebilir ve mirasçıya geçer. Kaynak hakkı, bağımsız nitelikte ve en az 30 yıl için kurulmuş ise tapu kütüğüne taşınmaz olarak kaydedilebilir” şeklinde düzenlenmiştir.
Madde hükmünde belirtildiği üzere, kaynak irtifakı doğrudan kişiye bağlı olarak kurulabileceği gibi başkalarına devri de kararlaştırılabilir. Bağımsız ve daimi hak olarak tesis edildiğinde tapu kütüğüne ayrı bir sayfaya kaydı da mümkündür. Kaynak hakkının kazanılmasına ilişkin kanunda açık bir hüküm olmamakla birlikte eşyaya bağlı diğer irtifakların kazanılması hükümleri uyarınca Türk Medeni Kanununun 780. maddesinden kıyasen yararlanarak taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasına ilişkin hükümlerin uygulanacağı kabul edilmektedir (m.704/2). Bu durumda kaynak hakkının, resmi şekilde düzenlenecek sözleşme ile tapu siciline tescil ile kazanılması mümkündür.
Gerçekten Türk Medeni Kanununun 756/2 ve 837. maddesinde belirtilen kaynak irtifakına konu olabilecek su özel su olup genel su niteliğindeki yeraltı suyu bu düzenlemelerin dışındadır. Nitekim genel sular taşınmaz mülkiyetinin kapsamı içinde kabul edilemez.
Yukarıda açıklanan ilkeler ışığında somut olaya gelince; davaya konu kaynak, devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerden çıktığından genel sudur. Genel sulardan kadim ve öncelik hakkı nazara alınmak koşulu ile herkes ihtiyacı oranında yararlanabilir. Davada tarafların suya olan ihtiyaçları ayrıntılı olarak tespit edilmemiş, keşifte dinlenen mahalli bilirkişi ve tanıklar tarafların su ihtiyacı konusunda çeşitli beyanlarda bulunmuşlardır.
Bu durumda mahkemece, suların en az olduğu dönemde mahallinde ziraatçi ve jeoloji mühendisi bilirkişiler hazır bulundurularak yeniden keşif yapılmalı davacının suya ihtiyacı olup olmadığı bilimsel verilere uygun olarak tespit ettirilmeli, davalıların içme suyu ihtiyaçları olup olmadığı, tarafların bu ihtiyacı şebeke suyu veya başka kaynaktan karşılayıp karşılamadıkları araştırılmalı, içme suyu ihtiyacının sulama suyu ihtiyacına nazaran öncelikli olduğu da gözetilerek herkesin ihtiyaçları oranında yararlanabileceği bir su rejimi kurulması yoluna gidilmelidir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/10928 K: 2015/1944 T: 24.02.2015
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/541 K: 2016/8340 T: 12.10.2016
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/5751 K: 2014/6805 T: 23.05.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/7021 K: 2015/6362 T: 09.06.2015
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/7021 K: 2015/6362 T: 09.06.2015
Kaynak irtifakı doğrudan kişiye bağlı olarak kurulabileceği gibi başkalarına devri de kararlaştırılabilir. Bağımsız ve daimi hak olarak tesis edildiğinde tapu kütüğüne ayrı bir sayfaya kaydı da mümkündür. Kaynak hakkının kazanılmasına ilişkin kanunda açık bir hüküm olmamakla birlikte eşyaya bağlı diğer irtifakların kazanılması hükümleri uyarınca Türk Medeni Kanununun 780. maddesinden kıyasen yararlanarak taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasına ilişkin hükümlerin uygulanacağı kabul edilmektedir
Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gereğince; Arazi üzerindeki mülkiyet, kullanılmasında yarar olduğu ölçüde üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını kapsar. Bu mülkiyetin kapsamına yasal sınırlamalar saklı kalmak üzere yapılar, bitkiler ve kaynaklar da girer.
Bu madde hükmüne paralel olarak düzenlenen Türk Medeni Kanununun 756. maddesi gereğince de; “Kaynaklar, arazinin bütünleyici parçası olup bunların mülkiyeti ancak kaynadıkları arazinin mülkiyeti ile birlikte kazanılabilir. Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak, bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur. Yeraltı suları, kamu yararına ait sulardandır. Arza malik olmak onun altındaki yeraltı sularına da malik olmak sonucunu doğurmaz. Arazi maliklerinin yer altı sularından yararlanma biçimi ve ölçüsüne ilişkin özel kanun hükümleri saklıdır.”
Gerek Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gerekse 756/2. maddesinde sözü edilen kaynaklar, yeraltı sularından farklıdır.
Kaynak, kökeni yeraltı suyu olan tabi ve sürekli olarak yeryüzüne çıkan özel mülkiyete girecek nitelikte özel bir su olup, suni bir şekilde veya ara sıra yeryüzüne çıkan su kaynak niteliğini kazanmaz (Gürsoy/Eren/Cansel, Türk Eşya Hukuku, Ankara 1978, s.618). Ayrıca, kaynaktan çıkan suyun yararı kamuya ait bir akarsu oluşturacak kadar bol çıkması halinde kaynak artık özel mülkiyete konu olamaz. Yine, yeraltı suyundan sondaj gibi suni yollarla çıkartılan sulardan yararlanma usulü de 167 sayılı Yeraltı Suları Kanununa tabidir.
Bir başka ifadeyle kaynak suyu kendiliğinden kaynadığı arazinin hudutlarını aşacak debide ise ya da malikinin ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra fazlası varsa genel su kabul edilir ve komşular da yararlanabilir. Bunun yanında kaynak suyu tapulu olmayan araziden (örneğin mera,orman vb) çıkıyorsa suyun debisine bakılmaksızın genel sudur. Bu sudan ise kadim ve öncelik hakkı ihlal edilmemek suretiyle herkes ihtiyacı oranında yararlanabilir.
Özel su ise tapulu taşınmazdan çıkan ve sadece o taşınmazın ve malikinin kişisel ihtiyacını karşılamaya yeterli olan sudur.
Arazinin mülkiyetine tabi olan kaynak suyu bir başka ifadeyle özel su üzerinde, hak sahibi dilediği gibi tasarruf etme yetkisine sahiptir. Bu suyu kendisi kullanabileceği gibi kaynağındaki suyu kullanması hususunda bir başkasına irtifak hakkı da tanıyabilir. Ayrıca mülkiyet hakkına dayanarak kaynağa elatma varsa elatmanın giderilmesi için davalar açmak yetkisi de bulunmaktadır.
Türk Medeni Kanununun 756/2. maddesi gereğince “Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur” hükmü doğrultusunda kaynak hakkı ancak tapuda düzenlenecek resmi senetle tapu malikinin rızası ile kurulabilir.
Yine benzer şekilde Türk Medeni Kanununun 837. maddesi de “Başkasının arazisinde bulunan kaynak üzerinde irtifak hakkı, bu arazinin malikini suyun alınmasına ve akıtılmasına katlanmakla yükümlü kılar. Bu hak, aksi kararlaştırılmadıkça başkasına devredilebilir ve mirasçıya geçer. Kaynak hakkı, bağımsız nitelikte ve en az 30 yıl için kurulmuş ise tapu kütüğüne taşınmaz olarak kaydedilebilir” şeklinde düzenlenmiştir.
Madde hükmünde belirtildiği üzere, kaynak irtifakı doğrudan kişiye bağlı olarak kurulabileceği gibi başkalarına devri de kararlaştırılabilir. Bağımsız ve daimi hak olarak tesis edildiğinde tapu kütüğüne ayrı bir sayfaya kaydı da mümkündür. Kaynak hakkının kazanılmasına ilişkin kanunda açık bir hüküm olmamakla birlikte eşyaya bağlı diğer irtifakların kazanılması hükümleri uyarınca Türk Medeni Kanununun 780. maddesinden kıyasen yararlanarak taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasına ilişkin hükümlerin uygulanacağı kabul edilmektedir (m.704/2). Bu durumda kaynak hakkının, resmi şekilde düzenlenecek sözleşme ile tapu siciline tescil ile kazanılması mümkündür.
Gerçekten Türk Medeni Kanununun 756/2 ve 837. maddesinde belirtilen kaynak irtifakına konu olabilecek su özel su olup genel su niteliğindeki yeraltı suyu bu düzenlemelerin dışındadır. Nitekim genel sular taşınmaz mülkiyetinin kapsamı içinde kabul edilemez.
Somut olayda, davaya konu su kaynaklarının kullanımına ilişkin olarak köy ihtiyar heyetinin 01.07.2005 ve 07.06.2013 tarihli kararlar aldığı ve bu kararların köy karar defterine işlendiği anlaşılmaktadır.
Bu durumda mahkemece 15.05.2014 havale tarihli bilirkişi raporunu hazırlayan bilirkişilerden ek rapor alınarak dava konusu suyun, kararda belirtildiği şekilde köy halkının kullanımına tahsis edilip edilmediğinin, dağılımın belirtilen kararlara uygun yapılıp yapılmadığının, özellikle davacıların bu tahsis kararına uygun şekilde yararlanıp yararlanmadığının açıklığa kavuşturulması ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken değinilen yönler gözetilmeden eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/10626 K: 2015/1500 T: 12.02.2015
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/18539 K: 2017/1658 T: 06.03.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/15050 K: 2017/2076 T: 20.03.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/1521 K: 2015/2472 T: 05.03.2015
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/12591 K: 2015/5822 T: 25.05.2015
Arazinin mülkiyetine tabi olan kaynak suyu bir başka ifadeyle özel su üzerinde, hak sahibi dilediği gibi tasarruf etme yetkisine sahiptir. Bu suyu kendisi kullanabileceği gibi kaynağındaki suyu kullanması hususunda bir başkasına irtifak hakkı da tanıyabilir. Ayrıca mülkiyet hakkına dayanarak kaynağa elatma varsa elatmanın giderilmesi için davalar açmak yetkisi de bulunmaktadır.
Yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve dosya kapsamına göre davalıların aşağıdaki bendin kapsamı dışındaki temyiz itirazları yerinde görülmemiş, reddi gerekmiştir.
Davalıların diğer temyiz itirazlarına gelince; Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gereğince; arazi üzerindeki mülkiyet, kullanılmasında yarar olduğu ölçüde üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını kapsar. Bu mülkiyetin kapsamına yasal sınırlamalar saklı kalmak üzere yapılar, bitkiler ve kaynaklar da girer.
Bu madde hükmüne paralel olarak düzenlenen Türk Medeni Kanununun 756. maddesi gereğince de; “Kaynaklar, arazinin bütünleyici parçası olup bunların mülkiyeti ancak kaynadıkları arazinin mülkiyeti ile birlikte kazanılabilir. Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak, bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur. Yeraltı suları, kamu yararına ait sulardandır. Arza malik olmak onun altındaki yeraltı sularına da malik olmak sonucunu doğurmaz. Arazi maliklerinin yer altı sularından yararlanma biçimi ve ölçüsüne ilişkin özel kanun hükümleri saklıdır.”
Gerek Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gerekse 756/2. maddesinde sözü edilen kaynaklar, yeraltı sularından farklıdır.
Kaynak, kökeni yeraltı suyu olan tabi ve sürekli olarak yeryüzüne çıkan özel mülkiyete girecek nitelikte özel bir su olup, suni bir şekilde veya ara sıra yeryüzüne çıkan su kaynak niteliğini kazanmaz (Gürsoy/Eren/Cansel, Türk Eşya Hukuku, Ankara 1978, s.618). Ayrıca, kaynaktan çıkan suyun yararı kamuya ait bir akarsu oluşturacak kadar bol çıkması halinde kaynak artık özel mülkiyete konu olamaz. Yine, yeraltı suyundan sondaj gibi suni yollarla çıkartılan sulardan yararlanma usulü de 167 sayılı Yeraltı Suları Kanununa tabidir.
Bir başka ifadeyle kaynak suyu kendiliğinden kaynadığı arazinin hudutlarını aşacak debide ise ya da malikinin ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra fazlası varsa genel su kabul edilir ve komşular da yararlanabilir. Bunun yanında kaynak suyu tapulu olmayan araziden (örneğin mera, orman v.b.) çıkıyorsa suyun debisine bakılmaksızın genel sudur. Bu sudan ise kadim ve öncelik hakkı ihlal edilmemek suretiyle herkes ihtiyacı oranında yararlanabilir.
Özel su ise tapulu taşınmazdan çıkan ve sadece o taşınmazın ve malikinin kişisel ihtiyacını karşılamaya yeterli olan sudur.
Arazinin mülkiyetine tabi olan kaynak suyu bir başka ifadeyle özel su üzerinde, hak sahibi dilediği gibi tasarruf etme yetkisine sahiptir. Bu suyu kendisi kullanabileceği gibi kaynağındaki suyu kullanması hususunda bir başkasına irtifak hakkı da tanıyabilir. Ayrıca mülkiyet hakkına dayanarak kaynağa elatma varsa elatmanın giderilmesi için davalar açmak yetkisi de bulunmaktadır.
Türk Medeni Kanununun 756/2. maddesi gereğince “Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur” hükmü doğrultusunda kaynak hakkı ancak tapuda düzenlenecek resmi senetle tapu malikinin rızası ile kurulabilir.
Yine benzer şekilde Türk Medeni Kanununun 837. maddesi de “Başkasının arazisinde bulunan kaynak üzerinde irtifak hakkı, bu arazinin malikini suyun alınmasına ve akıtılmasına katlanmakla yükümlü kılar. Bu hak, aksi kararlaştırılmadıkça başkasına devredilebilir ve mirasçıya geçer. Kaynak hakkı, bağımsız nitelikte ve en az 30 yıl için kurulmuş ise tapu kütüğüne taşınmaz olarak kaydedilebilir” şeklinde düzenlenmiştir.
Madde hükmünde belirtildiği üzere, kaynak irtifakı doğrudan kişiye bağlı olarak kurulabileceği gibi başkalarına devri de kararlaştırılabilir. Bağımsız ve daimi hak olarak tesis edildiğinde tapu kütüğüne ayrı bir sayfaya kaydı da mümkündür. Kaynak hakkının kazanılmasına ilişkin kanunda açık bir hüküm olmamakla birlikte eşyaya bağlı diğer irtifakların kazanılması hükümleri uyarınca Türk Medeni Kanununun 780. maddesinden kıyasen yararlanarak taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasına ilişkin hükümlerin uygulanacağı kabul edilmektedir (m.704/2). Bu durumda kaynak hakkının, resmi şekilde düzenlenecek sözleşme ile tapu siciline tescil ile kazanılması mümkündür.
Gerçekten Türk Medeni Kanununun 756/2 ve 837. maddesinde belirtilen kaynak irtifakına konu olabilecek su özel su olup genel su niteliğindeki yeraltı suyu bu düzenlemelerin dışındadır. Nitekim genel sular taşınmaz mülkiyetinin kapsamı içinde kabul edilemez.
Yukarıda açıklanan ilkeler ışığında somut olaya gelince; davanın kabulüne karar verilmiş ise de mahkemece yapılan araştırmalar hüküm kurmaya yeterli değildir.
Bu durumda mahkemece, suların en az olduğu dönemde mahallinde ziraatçi ve jeoloji mühendisi bilirkişiler hazır bulundurularak yeniden keşif yapılarak taraflar arasındaki 04.07.2008 tarihli anlaşma tutanağı da gözetilerek davacının suya ihtiyacı olup olmadığı bilimsel verilere uygun olarak tespit ettirilmeli, davalıların içme suyu ihtiyaçları olup olmadığı, bu ihtiyacı şebeke suyu veya başka kaynaktan karşılayıp karşılamadıkları araştırılmalı, içme suyu ihtiyacının sulama suyu ihtiyacına nazaran öncelikli olduğu da gözetilerek herkesin ihtiyaçları oranında yararlanabileceği bir su rejimi kurulması yoluna gidilmelidir. Değinilen yönler gözetilmeden eksik inceleme ve araştırma ile yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/10626 K: 2015/1500 T: 12.02.2015
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/18539 K: 2017/1658 T: 06.03.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/15050 K: 2017/2076 T: 20.03.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/1521 K: 2015/2472 T: 05.03.2015
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/15513 K: 2014/6042 T: 08.05.2014
Kaynak, kökeni yeraltı suyu olan tabi ve sürekli olarak yeryüzüne çıkan özel mülkiyete girecek nitelikte özel bir su olup, suni bir şekilde veya ara sıra yeryüzüne çıkan su kaynak niteliğini kazanmaz. Ayrıca, kaynaktan çıkan suyun yararı kamuya ait bir akarsu oluşturacak kadar bol çıkması halinde kaynak artık özel mülkiyete konu olamaz.
Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gereğince; Arazi üzerindeki mülkiyet, kullanılmasında yarar olduğu ölçüde üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını kapsar. Bu mülkiyetin kapsamına yasal sınırlamalar saklı kalmak üzere yapılar, bitkiler ve kaynaklar da girer.
Bu madde hükmüne paralel olarak düzenlenen Türk Medeni Kanununun 756. maddesi gereğince de; “Kaynaklar, arazinin bütünleyici parçası olup bunların mülkiyeti ancak kaynadıkları arazinin mülkiyeti ile birlikte kazanılabilir. Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak, bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur. Yeraltı suları, kamu yararına ait sulardandır. Arza malik olmak onun altındaki yeraltı sularına da malik olmak sonucunu doğurmaz. Arazi maliklerinin yer altı sularından yararlanma biçimi ve ölçüsüne ilişkin özel kanun hükümleri saklıdır.”
Gerek Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gerekse 756/2. maddesinde sözü edilen kaynaklar, yeraltı sularından farklıdır.
Kaynak, kökeni yeraltı suyu olan tabi ve sürekli olarak yeryüzüne çıkan özel mülkiyete girecek nitelikte özel bir su olup, suni bir şekilde veya ara sıra yeryüzüne çıkan su kaynak niteliğini kazanmaz (Gürsoy/Eren/Cansel, Türk Eşya Hukuku, Ankara 1978, s.618). Ayrıca, kaynaktan çıkan suyun yararı kamuya ait bir akarsu oluşturacak kadar bol çıkması halinde kaynak artık özel mülkiyete konu olamaz. Yine, yeraltı suyundan sondaj gibi suni yollarla çıkartılan sulardan yararlanma usulü de 167 sayılı Yeraltı Suları Kanununa tabidir.
Bir başka ifadeyle kaynak suyu kendiliğinden kaynadığı arazinin hudutlarını aşacak debide ise ya da malikinin ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra fazlası varsa genel su kabul edilir ve komşular da yararlanabilir. Bunun yanında kaynak suyu tapulu olmayan araziden (örneğin mera,orman vb) çıkıyorsa suyun debisine bakılmaksızın genel sudur. Bu sudan ise kadim ve öncelik hakkı ihlal edilmemek suretiyle herkes ihtiyacı oranında yararlanabilir.
Özel su ise tapulu taşınmazdan çıkan ve sadece o taşınmazın ve malikinin kişisel ihtiyacını karşılamaya yeterli olan sudur.
Arazinin mülkiyetine tabi olan kaynak suyu bir başka ifadeyle özel su üzerinde, hak sahibi dilediği gibi tasarruf etme yetkisine sahiptir. Bu suyu kendisi kullanabileceği gibi kaynağındaki suyu kullanması hususunda bir başkasına irtifak hakkı da tanıyabilir. Ayrıca mülkiyet hakkına dayanarak kaynağa elatma varsa elatmanın giderilmesi için davalar açmak yetkisi de bulunmaktadır.
Türk Medeni Kanununun 756/2. maddesi gereğince “Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur” hükmü doğrultusunda kaynak hakkı ancak tapuda düzenlenecek resmi senetle tapu malikinin rızası ile kurulabilir.
Yine benzer şekilde Türk Medeni Kanununun 837. maddesi de “Başkasının arazisinde bulunan kaynak üzerinde irtifak hakkı, bu arazinin malikini suyun alınmasına ve akıtılmasına katlanmakla yükümlü kılar. Bu hak, aksi kararlaştırılmadıkça başkasına devredilebilir ve mirasçıya geçer. Kaynak hakkı, bağımsız nitelikte ve en az 30 yıl için kurulmuş ise tapu kütüğüne taşınmaz olarak kaydedilebilir” şeklinde düzenlenmiştir.
Madde hükmünde belirtildiği üzere, kaynak irtifakı doğrudan kişiye bağlı olarak kurulabileceği gibi başkalarına devri de kararlaştırılabilir. Bağımsız ve daimi hak olarak tesis edildiğinde tapu kütüğüne ayrı bir sayfaya kaydı da mümkündür. Kaynak hakkının kazanılmasına ilişkin kanunda açık bir hüküm olmamakla birlikte eşyaya bağlı diğer irtifakların kazanılması hükümleri uyarınca Türk Medeni Kanununun 780. maddesinden kıyasen yararlanarak taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasına ilişkin hükümlerin uygulanacağı kabul edilmektedir (m.704/2). Bu durumda kaynak hakkının, resmi şekilde düzenlenecek sözleşme ile tapu siciline tescil ile kazanılması mümkündür.
Gerçekten Türk Medeni Kanununun 756/2 ve 837. maddesinde belirtilen kaynak irtifakına konu olabilecek su özel su olup genel su niteliğindeki yeraltı suyu bu düzenlemelerin dışındadır. Nitekim genel sular taşınmaz mülkiyetinin kapsamı içinde kabul edilemez.
Yukarıda açıklanan ilkeler ışığında somut olaya gelince; Mahkemece mahalinde yapılan keşif sonucu alınan fen bilirkişi raporunda dava konusu suyun nerden çıktığı, hangi taşınmazlar tarafından kullanıldığı, davalı tarafından nereye götürüldüğü husularını içerir keşfi izlemeye ve denetime elverişli kroki düzenlenmemiştir. Ayrıca jeoloji bilirkişi raporunda da dava konusu suyun niteliği (özel su-genel su) tespit edilmemiş, tarafların dava konusu suya olan ihtiyaçları da saptanmamıştır.
Bu hususların yanında davada taraf olmayan Övündü Köyünün dava konusu suyu kullanmasına karar verilmesi de isabetli olmamıştır.
Bu durumda mahkemece mahallinde suların az olduğu dönemde jeoloji, fen ve ziraat bilirkişi eşliğinde keşif yapılarak, dava konusu suyun hangi taşınmazdan çıktığı, öteden beri hangi taşınmazlar tarafından kullanıldığı, suyun niteliği, tarafların suya olan ihtiyaçları içme suyu ihtiyacının sulama suyu ihtiyacına göre öncelikli olduğu hususları dikkate alınarak saptanmalı, keşfi izlemeye ve denetime elverişli bilirkişi rapor ve krokisi düzenlenerek sonucuna göre bir hüküm kurulması gerekirken eksik inceleme ve araştırma ile yazılı şeklide karar verilmesi doğru görülmemiş, bu sebeple hükmün bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/5715 K: 2013/7588 T: 17.05.2013
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/10626 K: 2015/1500 T: 12.02.2015
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/7829 K: 2018/1369 T: 26.02.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/9814 K: 2015/1156 T: 05.02.2015
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/1521 K: 2015/2472 T: 05.03.2015
Kaynak irtifakı doğrudan kişiye bağlı olarak kurulabileceği gibi başkalarına devri de kararlaştırılabilir. Bağımsız ve daimi hak olarak tesis edildiğinde tapu kütüğüne ayrı bir sayfaya kaydı da mümkündür. Kaynak hakkının kazanılmasına ilişkin kanunda açık bir hüküm olmamakla birlikte eşyaya bağlı diğer irtifakların kazanılması hükümleri uyarınca Türk Medeni Kanununun 780. maddesinden kıyasen yararlanarak taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasına ilişkin hükümlerin uygulanacağı kabul edilmektedir
Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gereğince; Arazi üzerindeki mülkiyet, kullanılmasında yarar olduğu ölçüde üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını kapsar. Bu mülkiyetin kapsamına yasal sınırlamalar saklı kalmak üzere yapılar, bitkiler ve kaynaklar da girer.
Bu madde hükmüne paralel olarak düzenlenen Türk Medeni Kanununun 756. maddesi gereğince de; “Kaynaklar, arazinin bütünleyici parçası olup bunların mülkiyeti ancak kaynadıkları arazinin mülkiyeti ile birlikte kazanılabilir. Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak, bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur. Yeraltı suları, kamu yararına ait sulardandır. Arza malik olmak onun altındaki yeraltı sularına da malik olmak sonucunu doğurmaz. Arazi maliklerinin yer altı sularından yararlanma biçimi ve ölçüsüne ilişkin özel kanun hükümleri saklıdır.”
Gerek Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gerekse 756/2. maddesinde sözü edilen kaynaklar, yeraltı sularından farklıdır.
Kaynak, kökeni yeraltı suyu olan tabi ve sürekli olarak yeryüzüne çıkan özel mülkiyete girecek nitelikte özel bir su olup, suni bir şekilde veya ara sıra yeryüzüne çıkan su kaynak niteliğini kazanmaz (Gürsoy/Eren/Cansel, Türk Eşya Hukuku, Ankara 1978, s.618). Ayrıca, kaynaktan çıkan suyun yararı kamuya ait bir akarsu oluşturacak kadar bol çıkması halinde kaynak artık özel mülkiyete konu olamaz. Yine, yeraltı suyundan sondaj gibi suni yollarla çıkartılan sulardan yararlanma usulü de 167 sayılı Yeraltı Suları Kanununa tabidir.
Bir başka ifadeyle kaynak suyu kendiliğinden kaynadığı arazinin hudutlarını aşacak debide ise ya da malikinin ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra fazlası varsa genel su kabul edilir ve komşular da yararlanabilir. Bunun yanında kaynak suyu tapulu olmayan araziden (örneğin mera,orman vb) çıkıyorsa suyun debisine bakılmaksızın genel sudur. Bu sudan ise kadim ve öncelik hakkı ihlal edilmemek suretiyle herkes ihtiyacı oranında yararlanabilir.
Özel su ise tapulu taşınmazdan çıkan ve sadece o taşınmazın ve malikinin kişisel ihtiyacını karşılamaya yeterli olan sudur.
Arazinin mülkiyetine tabi olan kaynak suyu bir başka ifadeyle özel su üzerinde, hak sahibi dilediği gibi tasarruf etme yetkisine sahiptir. Bu suyu kendisi kullanabileceği gibi kaynağındaki suyu kullanması hususunda bir başkasına irtifak hakkı da tanıyabilir. Ayrıca mülkiyet hakkına dayanarak kaynağa elatma varsa elatmanın giderilmesi için davalar açmak yetkisi de bulunmaktadır.
Türk Medeni Kanununun 756/2. maddesi gereğince “Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur” hükmü doğrultusunda kaynak hakkı ancak tapuda düzenlenecek resmi senetle tapu malikinin rızası ile kurulabilir.
Yine benzer şekilde Türk Medeni Kanununun 837. maddesi de “Başkasının arazisinde bulunan kaynak üzerinde irtifak hakkı, bu arazinin malikini suyun alınmasına ve akıtılmasına katlanmakla yükümlü kılar. Bu hak, aksi kararlaştırılmadıkça başkasına devredilebilir ve mirasçıya geçer. Kaynak hakkı, bağımsız nitelikte ve en az 30 yıl için kurulmuş ise tapu kütüğüne taşınmaz olarak kaydedilebilir” şeklinde düzenlenmiştir.
Madde hükmünde belirtildiği üzere, kaynak irtifakı doğrudan kişiye bağlı olarak kurulabileceği gibi başkalarına devri de kararlaştırılabilir. Bağımsız ve daimi hak olarak tesis edildiğinde tapu kütüğüne ayrı bir sayfaya kaydı da mümkündür. Kaynak hakkının kazanılmasına ilişkin kanunda açık bir hüküm olmamakla birlikte eşyaya bağlı diğer irtifakların kazanılması hükümleri uyarınca Türk Medeni Kanununun 780. maddesinden kıyasen yararlanarak taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasına ilişkin hükümlerin uygulanacağı kabul edilmektedir (m.704/2). Bu durumda kaynak hakkının, resmi şekilde düzenlenecek sözleşme ile tapu siciline tescil ile kazanılması mümkündür.
Gerçekten Türk Medeni Kanununun 756/2 ve 837. maddesinde belirtilen kaynak irtifakına konu olabilecek su özel su olup genel su niteliğindeki yeraltı suyu bu düzenlemelerin dışındadır. Nitekim genel sular taşınmaz mülkiyetinin kapsamı içinde kabul edilemez.
Yukarıda açıklanan ilkeler ışığında somut olaya gelince; hükme esas alınan 17.12.2013 tarihli bilirkişi raporunda davacıya ait 381, 382 ve 385 parsel sayılı taşınmazlardaki toplam su ihtiyacının 2.000 ton, davalıya ait 386, 387, 388, 389, 390 parsel sayılı taşınmazlardaki su ihtiyacının ise 3080 ton olduğunun tespit edilmiş, davacıya 3 gün davalıya da 2 gün su kullanım hakkının verilmesinin uygun olduğu belirtilmiştir. Bilirkişi raporunda davacının suya olan ihtiyacı davalıya göre daha az olduğu belirlendiği halde davacıya daha fazla su kullanma hakkı verilmesi ayrıca hüküm sonucunda dava konusu suyun taraflarca hangi günlerde kullanılacağına ilişkin infaza elverişli su rejimi kurulmaması da doğru görülmemiştir.
Bu durumda mahkemece davacıya ve davalıya ait taşınmazlardaki ürünler dikkate alınarak tespit edilecek su ihtiyacına göre infaza elverişli su rejimi kurulması gerekirken belirtilen bu hususlar dikkate alınmadan yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş, hükmün bu gerekçe ile bozulması gerekirken sehven onandığı bu defa yapılan inceleme sonucu anlaşıldığından karar düzeltme itirazlarının kabulü ile kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/8313 K: 2018/7709 T: 13.11.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/15422 K: 2014/6040 T: 08.05.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/7639 K: 2014/14225 T: 12.12.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/17536 K: 2020/7007 T: 09.11.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/9814 K: 2015/1156 T: 05.02.2015
Arazinin mülkiyetine tabi olan kaynak suyu bir başka ifadeyle özel su üzerinde, hak sahibi dilediği gibi tasarruf etme yetkisine sahiptir. Bu suyu kendisi kullanabileceği gibi kaynağındaki suyu kullanması hususunda bir başkasına irtifak hakkı da tanıyabilir. Ayrıca mülkiyet hakkına dayanarak kaynağa elatma varsa elatmanın giderilmesi için davalar açmak yetkisi de bulunmaktadır.
Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gereğince; Arazi üzerindeki mülkiyet, kullanılmasında yarar olduğu ölçüde üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını kapsar. Bu mülkiyetin kapsamına yasal sınırlamalar saklı kalmak üzere yapılar, bitkiler ve kaynaklar da girer.
Bu madde hükmüne paralel olarak düzenlenen Türk Medeni Kanununun 756. maddesi gereğince de; “Kaynaklar, arazinin bütünleyici parçası olup bunların mülkiyeti ancak kaynadıkları arazinin mülkiyeti ile birlikte kazanılabilir. Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak, bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur. Yeraltı suları, kamu yararına ait sulardandır. Arza malik olmak onun altındaki yeraltı sularına da malik olmak sonucunu doğurmaz. Arazi maliklerinin yer altı sularından yararlanma biçimi ve ölçüsüne ilişkin özel kanun hükümleri saklıdır.”
Gerek Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gerekse 756/2. maddesinde sözü edilen kaynaklar, yeraltı sularından farklıdır.
Kaynak, kökeni yeraltı suyu olan tabi ve sürekli olarak yeryüzüne çıkan özel mülkiyete girecek nitelikte özel bir su olup, suni bir şekilde veya ara sıra yeryüzüne çıkan su kaynak niteliğini kazanmaz (Gürsoy/Eren/Cansel, Türk Eşya Hukuku, Ankara 1978, s.618). Ayrıca, kaynaktan çıkan suyun yararı kamuya ait bir akarsu oluşturacak kadar bol çıkması halinde kaynak artık özel mülkiyete konu olamaz. Yine, yeraltı suyundan sondaj gibi suni yollarla çıkartılan sulardan yararlanma usulü de 167 sayılı Yeraltı Suları Kanununa tabidir.
Bir başka ifadeyle kaynak suyu kendiliğinden kaynadığı arazinin hudutlarını aşacak debide ise ya da malikinin ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra fazlası varsa genel su kabul edilir ve komşular da yararlanabilir. Bunun yanında kaynak suyu tapulu olmayan araziden (örneğin mera,orman vb) çıkıyorsa suyun debisine bakılmaksızın genel sudur. Bu sudan ise kadim ve öncelik hakkı ihlal edilmemek suretiyle herkes ihtiyacı oranında yararlanabilir.
Özel su ise tapulu taşınmazdan çıkan ve sadece o taşınmazın ve malikinin kişisel ihtiyacını karşılamaya yeterli olan sudur.
Arazinin mülkiyetine tabi olan kaynak suyu bir başka ifadeyle özel su üzerinde, hak sahibi dilediği gibi tasarruf etme yetkisine sahiptir. Bu suyu kendisi kullanabileceği gibi kaynağındaki suyu kullanması hususunda bir başkasına irtifak hakkı da tanıyabilir. Ayrıca mülkiyet hakkına dayanarak kaynağa elatma varsa elatmanın giderilmesi için davalar açmak yetkisi de bulunmaktadır.
Türk Medeni Kanununun 756/2. maddesi gereğince “Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur” hükmü doğrultusunda kaynak hakkı ancak tapuda düzenlenecek resmi senetle tapu malikinin rızası ile kurulabilir.
Yine benzer şekilde Türk Medeni Kanununun 837. maddesi de “Başkasının arazisinde bulunan kaynak üzerinde irtifak hakkı, bu arazinin malikini suyun alınmasına ve akıtılmasına katlanmakla yükümlü kılar. Bu hak, aksi kararlaştırılmadıkça başkasına devredilebilir ve mirasçıya geçer. Kaynak hakkı, bağımsız nitelikte ve en az 30 yıl için kurulmuş ise tapu kütüğüne taşınmaz olarak kaydedilebilir” şeklinde düzenlenmiştir.
Madde hükmünde belirtildiği üzere, kaynak irtifakı doğrudan kişiye bağlı olarak kurulabileceği gibi başkalarına devri de kararlaştırılabilir. Bağımsız ve daimi hak olarak tesis edildiğinde tapu kütüğüne ayrı bir sayfaya kaydı da mümkündür. Kaynak hakkının kazanılmasına ilişkin kanunda açık bir hüküm olmamakla birlikte eşyaya bağlı diğer irtifakların kazanılması hükümleri uyarınca Türk Medeni Kanununun 780. maddesinden kıyasen yararlanarak taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasına ilişkin hükümlerin uygulanacağı kabul edilmektedir (m.704/2). Bu durumda kaynak hakkının, resmi şekilde düzenlenecek sözleşme ile tapu siciline tescil ile kazanılması mümkündür.
Gerçekten Türk Medeni Kanununun 756/2 ve 837. maddesinde belirtilen kaynak irtifakına konu olabilecek su özel su olup genel su niteliğindeki yeraltı suyu bu düzenlemelerin dışındadır. Nitekim genel sular taşınmaz mülkiyetinin kapsamı içinde kabul edilemez.
Yukarıda açıklanan ilkeler ışığında somut olaya gelince; mahkemece, suların en az olduğu dönemde mahallinde ziraatçi ve jeoloji mühendisi bilirkişiler hazır bulundurularak keşif yapılmalı suyun hangi taşınmazdan çıktığı, genel sulardan olup olmadığı, öncelik durumu, tarafların dava konusu suya olan ihtiyaçları, tarafların bu ihtiyacı başka kaynaklardan karşılayıp karşılamadıkları araştırılmalı ve oluşan sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken keşif ve bilirkişi incelemesi yapılmadan davanın mülkiyete dayalı olduğu gerekçesiyle yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/541 K: 2016/8340 T: 12.10.2016
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/8313 K: 2018/7709 T: 13.11.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/672 K: 2014/7456 T: 05.06.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/7752 K: 2014/13418 T: 26.11.2014
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/15493 K: 2014/6039 T: 08.05.2014
Kaynak suyu kendiliğinden kaynadığı arazinin hudutlarını aşacak debide ise ya da malikinin ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra fazlası varsa genel su kabul edilir ve komşular da yararlanabilir. Bunun yanında kaynak suyu tapulu olmayan araziden çıkıyorsa suyun debisine bakılmaksızın genel sudur. Bu sudan ise kadim ve öncelik hakkı ihlal edilmemek suretiyle herkes ihtiyacı oranında yararlanabilir.
Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gereğince; Arazi üzerindeki mülkiyet, kullanılmasında yarar olduğu ölçüde üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını kapsar. Bu mülkiyetin kapsamına yasal sınırlamalar saklı kalmak üzere yapılar, bitkiler ve kaynaklar da girer.
Bu madde hükmüne paralel olarak düzenlenen Türk Medeni Kanununun 756. maddesi gereğince de; “Kaynaklar, arazinin bütünleyici parçası olup bunların mülkiyeti ancak kaynadıkları arazinin mülkiyeti ile birlikte kazanılabilir. Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak, bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur. Yeraltı suları, kamu yararına ait sulardandır. Arza malik olmak onun altındaki yeraltı sularına da malik olmak sonucunu doğurmaz. Arazi maliklerinin yer altı sularından yararlanma biçimi ve ölçüsüne ilişkin özel kanun hükümleri saklıdır.”
Gerek Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gerekse 756/2. maddesinde sözü edilen kaynaklar, yeraltı sularından farklıdır.
Kaynak, kökeni yeraltı suyu olan tabi ve sürekli olarak yeryüzüne çıkan özel mülkiyete girecek nitelikte özel bir su olup, suni bir şekilde veya ara sıra yeryüzüne çıkan su kaynak niteliğini kazanmaz (Gürsoy/Eren/Cansel, Türk Eşya Hukuku, Ankara 1978, s.618). Ayrıca, kaynaktan çıkan suyun yararı kamuya ait bir akarsu oluşturacak kadar bol çıkması halinde kaynak artık özel mülkiyete konu olamaz. Yine, yeraltı suyundan sondaj gibi suni yollarla çıkartılan sulardan yararlanma usulü de 167 sayılı Yeraltı Suları Kanununa tabidir.
Bir başka ifadeyle kaynak suyu kendiliğinden kaynadığı arazinin hudutlarını aşacak debide ise ya da malikinin ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra fazlası varsa genel su kabul edilir ve komşular da yararlanabilir. Bunun yanında kaynak suyu tapulu olmayan araziden (örneğin mera,orman vb) çıkıyorsa suyun debisine bakılmaksızın genel sudur. Bu sudan ise kadim ve öncelik hakkı ihlal edilmemek suretiyle herkes ihtiyacı oranında yararlanabilir.
Özel su ise tapulu taşınmazdan çıkan ve sadece o taşınmazın ve malikinin kişisel ihtiyacını karşılamaya yeterli olan sudur.
Arazinin mülkiyetine tabi olan kaynak suyu bir başka ifadeyle özel su üzerinde, hak sahibi dilediği gibi tasarruf etme yetkisine sahiptir. Bu suyu kendisi kullanabileceği gibi kaynağındaki suyu kullanması hususunda bir başkasına irtifak hakkı da tanıyabilir. Ayrıca mülkiyet hakkına dayanarak kaynağa elatma varsa elatmanın giderilmesi için davalar açmak yetkisi de bulunmaktadır.
Türk Medeni Kanununun 756/2. maddesi gereğince “Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur” hükmü doğrultusunda kaynak hakkı ancak tapuda düzenlenecek resmi senetle tapu malikinin rızası ile kurulabilir.
Yine benzer şekilde Türk Medeni Kanununun 837. maddesi de “Başkasının arazisinde bulunan kaynak üzerinde irtifak hakkı, bu arazinin malikini suyun alınmasına ve akıtılmasına katlanmakla yükümlü kılar. Bu hak, aksi kararlaştırılmadıkça başkasına devredilebilir ve mirasçıya geçer. Kaynak hakkı, bağımsız nitelikte ve en az 30 yıl için kurulmuş ise tapu kütüğüne taşınmaz olarak kaydedilebilir” şeklinde düzenlenmiştir.
Madde hükmünde belirtildiği üzere, kaynak irtifakı doğrudan kişiye bağlı olarak kurulabileceği gibi başkalarına devri de kararlaştırılabilir. Bağımsız ve daimi hak olarak tesis edildiğinde tapu kütüğüne ayrı bir sayfaya kaydı da mümkündür. Kaynak hakkının kazanılmasına ilişkin kanunda açık bir hüküm olmamakla birlikte eşyaya bağlı diğer irtifakların kazanılması hükümleri uyarınca Türk Medeni Kanununun 780. maddesinden kıyasen yararlanarak taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasına ilişkin hükümlerin uygulanacağı kabul edilmektedir (m.704/2). Bu durumda kaynak hakkının, resmi şekilde düzenlenecek sözleşme ile tapu siciline tescil ile kazanılması mümkündür.
Gerçekten Türk Medeni Kanununun 756/2 ve 837. maddesinde belirtilen kaynak irtifakına konu olabilecek su özel su olup genel su niteliğindeki yeraltı suyu bu düzenlemelerin dışındadır. Nitekim genel sular taşınmaz mülkiyetinin kapsamı içinde kabul edilemez.
Yukarıda açıklanan ilkeler ışığında somut olaya gelince; Mahkemece dava konusu kuyuların birbirini etkileme oranı, davalı kuyusunun kapatılması durumunda suyun eski haline gelip gelmeyeceği bilirkişi raporu ile tespit edilmeden eksik inceleme ve araştırma ile karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Mahkemece suların en az olduğu dönemde jeoloji, fen ve ziraat bilirkişi eşliğinde keşif yapılarak öncelikle tarafların suya olan ihtiyaçları belirlenmeli, davacıya ait kaynağının davalılar tarafından sonradan açılan kuyudan hangi oranda etkilendiği hususu (pompaj vb.testlerle) tespit edilmeli, etkilenme oranı belirlendiğinde bu oran kadar suyun davacıya verilmesini sağlayacak su rejimi kurulmalı, davacının kuyusunun davalının sonradan açtığı kuyu nedeni ile kuruduğunun anlaşılması durumunda ise davalıya ait kuyunun kapatılması halinde suyun eski hale gelip gelmeyeceği tespit edilmeli, eski hale gelmeyeceğinin anlaşılması durumunda davacının karşılanmayan ihtiyacı kadar suyun, davalının kaynağından alınmasına ilişkin su alma düzeneği (rejimi) belirlenerek infaza elverişli hüküm kurulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/541 K: 2016/8340 T: 12.10.2016
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/8313 K: 2018/7709 T: 13.11.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/672 K: 2014/7456 T: 05.06.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/7752 K: 2014/13418 T: 26.11.2014
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/7639 K: 2014/14225 T: 12.12.2014
Mahkemece suların en az olduğu dönemde mahallinde jeoloji bilirkişi marifetiyle keşif yapılarak dava konusu suyun debisi, niteliği, tarafların suya olan ihtiyaçları belirlenmeden yazılı gerekçe ile davacının sudan yararlanma hakkı verilmesi yönündeki talebinin reddi doğru değildir.
Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gereğince; Arazi üzerindeki mülkiyet, kullanılmasında yarar olduğu ölçüde üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını kapsar. Bu mülkiyetin kapsamına yasal sınırlamalar saklı kalmak üzere yapılar, bitkiler ve kaynaklar da girer.
Bu madde hükmüne paralel olarak düzenlenen Türk Medeni Kanununun 756. maddesi gereğince de; “Kaynaklar, arazinin bütünleyici parçası olup bunların mülkiyeti ancak kaynadıkları arazinin mülkiyeti ile birlikte kazanılabilir. Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak, bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur. Yeraltı suları, kamu yararına ait sulardandır. Arza malik olmak onun altındaki yeraltı sularına da malik olmak sonucunu doğurmaz. Arazi maliklerinin yer altı sularından yararlanma biçimi ve ölçüsüne ilişkin özel kanun hükümleri saklıdır.”
Gerek Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gerekse 756/2. maddesinde sözü edilen kaynaklar, yeraltı sularından farklıdır.
Kaynak, kökeni yeraltı suyu olan tabi ve sürekli olarak yeryüzüne çıkan özel mülkiyete girecek nitelikte özel bir su olup, suni bir şekilde veya ara sıra yeryüzüne çıkan su kaynak niteliğini kazanmaz (Gürsoy/Eren/Cansel, Türk Eşya Hukuku, Ankara 1978, s.618). Ayrıca, kaynaktan çıkan suyun yararı kamuya ait bir akarsu oluşturacak kadar bol çıkması halinde kaynak artık özel mülkiyete konu olamaz. Yine, yeraltı suyundan sondaj gibi suni yollarla çıkartılan sulardan yararlanma usulü de 167 sayılı Yeraltı Suları Kanununa tabidir.
Bir başka ifadeyle kaynak suyu kendiliğinden kaynadığı arazinin hudutlarını aşacak debide ise ya da malikinin ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra fazlası varsa genel su kabul edilir ve komşular da yararlanabilir. Bunun yanında kaynak suyu tapulu olmayan araziden (örneğin mera, orman v.b.) çıkıyorsa suyun debisine bakılmaksızın genel sudur. Bu sudan ise kadim ve öncelik hakkı ihlal edilmemek suretiyle herkes ihtiyacı oranında yararlanabilir.
Özel su ise tapulu taşınmazdan çıkan ve sadece o taşınmazın ve malikinin kişisel ihtiyacını karşılamaya yeterli olan sudur.
Arazinin mülkiyetine tabi olan kaynak suyu bir başka ifadeyle özel su üzerinde, hak sahibi dilediği gibi tasarruf etme yetkisine sahiptir. Bu suyu kendisi kullanabileceği gibi kaynağındaki suyu kullanması hususunda bir başkasına irtifak hakkı da tanıyabilir. Ayrıca mülkiyet hakkına dayanarak kaynağa elatma varsa elatmanın giderilmesi için davalar açmak yetkisi de bulunmaktadır.
Türk Medeni Kanununun 756/2. maddesi gereğince “Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur” hükmü doğrultusunda kaynak hakkı ancak tapuda düzenlenecek resmi senetle tapu malikinin rızası ile kurulabilir.
Yine benzer şekilde Türk Medeni Kanununun 837. maddesi de “Başkasının arazisinde bulunan kaynak üzerinde irtifak hakkı, bu arazinin malikini suyun alınmasına ve akıtılmasına katlanmakla yükümlü kılar. Bu hak, aksi kararlaştırılmadıkça başkasına devredilebilir ve mirasçıya geçer. Kaynak hakkı, bağımsız nitelikte ve en az 30 yıl için kurulmuş ise tapu kütüğüne taşınmaz olarak kaydedilebilir” şeklinde düzenlenmiştir.
Madde hükmünde belirtildiği üzere, kaynak irtifakı doğrudan kişiye bağlı olarak kurulabileceği gibi başkalarına devri de kararlaştırılabilir. Bağımsız ve daimi hak olarak tesis edildiğinde tapu kütüğüne ayrı bir sayfaya kaydı da mümkündür. Kaynak hakkının kazanılmasına ilişkin kanunda açık bir hüküm olmamakla birlikte eşyaya bağlı diğer irtifakların kazanılması hükümleri uyarınca Türk Medeni Kanununun 780. maddesinden kıyasen yararlanarak taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasına ilişkin hükümlerin uygulanacağı kabul edilmektedir (m.704/2). Bu durumda kaynak hakkının, resmi şekilde düzenlenecek sözleşme ile tapu siciline tescil ile kazanılması mümkündür.
Gerçekten Türk Medeni Kanununun 756/2 ve 837. maddesinde belirtilen kaynak irtifakına konu olabilecek su özel su olup genel su niteliğindeki yeraltı suyu bu düzenlemelerin dışındadır. Nitekim genel sular taşınmaz mülkiyetinin kapsamı içinde kabul edilemez.
Yukarıda açıklanan ilkeler ışığında somut olaya gelince; mahkemece suların en az olduğu dönemde mahallinde jeoloji bilirkişi marifetiyle keşif yapılarak dava konusu suyun debisi, niteliği, tarafların suya olan ihtiyaçları belirlenmeden yazılı gerekçe ile davacının sudan yararlanma hakkı verilmesi yönündeki talebinin reddi doğru değildir. Bu durumda suların en az olduğu dönemde mahallinde fen, jeoloji ve ziraat bilirkişi marifetiyle keşif yapılarak dava konusu suyun debisi ölçülmeli, niteliği tespit edilmeli, tarafların suya olan ihtiyaçları saptanarak davalı tarafın kullanımından sonra kalan miktar için davacı yararına su rejimi kurulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/541 K: 2016/8340 T: 12.10.2016
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/8313 K: 2018/7709 T: 13.11.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/672 K: 2014/7456 T: 05.06.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/7752 K: 2014/13418 T: 26.11.2014
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/672 K: 2014/7456 T: 05.06.2014
Türk Medeni Kanununun 756/2 ve 837. maddesinde belirtilen kaynak irtifakına konu olabilecek su özel su olup genel su niteliğindeki yeraltı suyu bu düzenlemelerin dışındadır. Nitekim genel sular taşınmaz mülkiyetinin kapsamı içinde kabul edilemez.
Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gereğince; Arazi üzerindeki mülkiyet, kullanılmasında yarar olduğu ölçüde üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını kapsar. Bu mülkiyetin kapsamına yasal sınırlamalar saklı kalmak üzere yapılar, bitkiler ve kaynaklar da girer.
Bu madde hükmüne paralel olarak düzenlenen Türk Medeni Kanununun 756. maddesi gereğince de; “Kaynaklar, arazinin bütünleyici parçası olup bunların mülkiyeti ancak kaynadıkları arazinin mülkiyeti ile birlikte kazanılabilir. Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak, bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur. Yeraltı suları, kamu yararına ait sulardandır. Arza malik olmak onun altındaki yeraltı sularına da malik olmak sonucunu doğurmaz. Arazi maliklerinin yer altı sularından yararlanma biçimi ve ölçüsüne ilişkin özel kanun hükümleri saklıdır.”
Gerek Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gerekse 756/2. maddesinde sözü edilen kaynaklar, yeraltı sularından farklıdır.
Kaynak, kökeni yeraltı suyu olan tabi ve sürekli olarak yeryüzüne çıkan özel mülkiyete girecek nitelikte özel bir su olup, suni bir şekilde veya ara sıra yeryüzüne çıkan su kaynak niteliğini kazanmaz (Gürsoy/Eren/Cansel, Türk Eşya Hukuku, Ankara 1978, s.618). Ayrıca, kaynaktan çıkan suyun yararı kamuya ait bir akarsu oluşturacak kadar bol çıkması halinde kaynak artık özel mülkiyete konu olamaz. Yine, yeraltı suyundan sondaj gibi suni yollarla çıkartılan sulardan yararlanma usulü de 167 sayılı Yeraltı Suları Kanununa tabidir.
Bir başka ifadeyle kaynak suyu kendiliğinden kaynadığı arazinin hudutlarını aşacak debide ise ya da malikinin ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra fazlası varsa genel su kabul edilir ve komşular da yararlanabilir. Bunun yanında kaynak suyu tapulu olmayan araziden (örneğin mera,orman vb) çıkıyorsa suyun debisine bakılmaksızın genel sudur. Bu sudan ise kadim ve öncelik hakkı ihlal edilmemek suretiyle herkes ihtiyacı oranında yararlanabilir.
Özel su ise tapulu taşınmazdan çıkan ve sadece o taşınmazın ve malikinin kişisel ihtiyacını karşılamaya yeterli olan sudur.
Arazinin mülkiyetine tabi olan kaynak suyu bir başka ifadeyle özel su üzerinde, hak sahibi dilediği gibi tasarruf etme yetkisine sahiptir. Bu suyu kendisi kullanabileceği gibi kaynağındaki suyu kullanması hususunda bir başkasına irtifak hakkı da tanıyabilir. Ayrıca mülkiyet hakkına dayanarak kaynağa elatma varsa elatmanın giderilmesi için davalar açmak yetkisi de bulunmaktadır.
Türk Medeni Kanununun 756/2. maddesi gereğince “Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur” hükmü doğrultusunda kaynak hakkı ancak tapuda düzenlenecek resmi senetle tapu malikinin rızası ile kurulabilir.
Yine benzer şekilde Türk Medeni Kanununun 837. maddesi de “Başkasının arazisinde bulunan kaynak üzerinde irtifak hakkı, bu arazinin malikini suyun alınmasına ve akıtılmasına katlanmakla yükümlü kılar. Bu hak, aksi kararlaştırılmadıkça başkasına devredilebilir ve mirasçıya geçer. Kaynak hakkı, bağımsız nitelikte ve en az 30 yıl için kurulmuş ise tapu kütüğüne taşınmaz olarak kaydedilebilir” şeklinde düzenlenmiştir.
Madde hükmünde belirtildiği üzere, kaynak irtifakı doğrudan kişiye bağlı olarak kurulabileceği gibi başkalarına devri de kararlaştırılabilir. Bağımsız ve daimi hak olarak tesis edildiğinde tapu kütüğüne ayrı bir sayfaya kaydı da mümkündür. Kaynak hakkının kazanılmasına ilişkin kanunda açık bir hüküm olmamakla birlikte eşyaya bağlı diğer irtifakların kazanılması hükümleri uyarınca Türk Medeni Kanununun 780. maddesinden kıyasen yararlanarak taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasına ilişkin hükümlerin uygulanacağı kabul edilmektedir (m.704/2). Bu durumda kaynak hakkının, resmi şekilde düzenlenecek sözleşme ile tapu siciline tescil ile kazanılması mümkündür.
Gerçekten Türk Medeni Kanununun 756/2 ve 837. maddesinde belirtilen kaynak irtifakına konu olabilecek su özel su olup genel su niteliğindeki yeraltı suyu bu düzenlemelerin dışındadır. Nitekim genel sular taşınmaz mülkiyetinin kapsamı içinde kabul edilemez.
Yukarıda açıklanan ilkeler ışığında somut olaya gelince; Mahkemece mahallinde suların en az olduğu dönemde jeoloji bilirkişi, ziraat bilirkişi marifetiyle keşif yapılmamış, dava konusu suyun niteliği tespit edilmemiş, tarafların suya olan ihtiyaçlarıda saptanmamıştır.
Bu durumda mahkemece öncelikle dava konusu .. ada .. parsel sayılı taşınmazın tapu kaydında taşınmaz üzerinde bulunan su kaynağının davacıya ait olduğuna ilişkin şerh bulunduğundan bu şerhin dayanağı olan tapulama tutanağı, Fatsa Kadastro Mahkemesinin 2009/57 Esas, 2010/112 Karar sayılı dosyası varsa bu suya ilişkin kroki getirtilmeli, suların en az olduğu dönemde jeoloji, fen ve ziraat mühendisi eşliğinde keşif yapılarak tapu kaydında belirtilen dava konusu su, bu suyun niteliği tespit edilmeli, tarafların suya olan ihtiyaçları tarafların yararlandıkları başka su kaynaklarıda dikkate alınarak saptanmalı, davalı tarafından yapılan kazı çalışması nedeniyle bu suya müdahale edilip edilmediği de araştırılarak oluşacak sonuç dairesinde bir karar verilmelidir. Değinilen yönler gözetilmeden, eksik araştırma ve inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/541 K: 2016/8340 T: 12.10.2016
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/8313 K: 2018/7709 T: 13.11.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/7639 K: 2014/14225 T: 12.12.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/7752 K: 2014/13418 T: 26.11.2014
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/13275 K: 2015/6678 T: 15.06.2015
Kaynak irtifakı doğrudan kişiye bağlı olarak kurulabileceği gibi başkalarına devri de kararlaştırılabilir. Bağımsız ve daimi hak olarak tesis edildiğinde tapu kütüğüne ayrı bir sayfaya kaydı da mümkündür. Kaynak hakkının kazanılmasına ilişkin kanunda açık bir hüküm olmamakla birlikte eşyaya bağlı diğer irtifakların kazanılması hükümleri uyarınca TMK’nın 780. maddesinden kıyasen yararlanarak taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasına ilişkin hükümlerin uygulanacağı kabul edilmektedir
Yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve dosya kapsamına göre, davalı M.. A.. hakkındaki davanın reddine karar verilmesinde bir isabetsizlik bulunmamaktadır.
TMK’nın 718. maddesi gereğince arazi üzerindeki mülkiyet, kullanılmasında yarar olduğu ölçüde üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını kapsar. Bu mülkiyetin kapsamına yasal sınırlamalar saklı kalmak üzere yapılar, bitkiler ve kaynaklar da girer.
Bu madde hükmüne paralel olarak düzenlenen TMK’nın 756. maddesi gereğince de; “Kaynaklar, arazinin bütünleyici parçası olup bunların mülkiyeti ancak kaynadıkları arazinin mülkiyeti ile birlikte kazanılabilir. Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak, bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur. Yeraltı suları, kamu yararına ait sulardandır. Arza malik olmak onun altındaki yeraltı sularına da malik olmak sonucunu doğurmaz. Arazi maliklerinin yer altı sularından yararlanma biçimi ve ölçüsüne ilişkin özel kanun hükümleri saklıdır.”
Gerek TMK’nın 718. maddesi gerekse 756/2. maddesinde sözü edilen kaynaklar, yeraltı sularından farklıdır. Kaynak, kökeni yeraltı suyu olan tabi ve sürekli olarak yeryüzüne çıkan özel mülkiyete girecek nitelikte özel bir su olup, suni bir şekilde veya ara sıra yeryüzüne çıkan su kaynak niteliğini kazanmaz (Gürsoy/Eren/Cansel, Türk Eşya Hukuku, Ankara 1978, s.618). Ayrıca, kaynaktan çıkan suyun yararı kamuya ait bir akarsu oluşturacak kadar bol çıkması halinde kaynak artık özel mülkiyete konu olamaz. Yine, yeraltı suyundan sondaj gibi suni yollarla çıkartılan sulardan yararlanma usulü de 167 sayılı Yeraltı Suları Kanununa tabidir.
Bir başka ifadeyle kaynak suyu kendiliğinden kaynadığı arazinin hudutlarını aşacak debide ise ya da malikinin ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra fazlası varsa genel su kabul edilir ve komşular da yararlanabilir. Bunun yanında kaynak suyu tapulu olmayan araziden (örneğin mera, orman vb) çıkıyorsa suyun debisine bakılmaksızın genel sudur. Bu sudan ise kadim ve öncelik hakkı ihlal edilmemek suretiyle herkes ihtiyacı oranında yararlanabilir.
Özel su ise tapulu taşınmazdan çıkan ve sadece o taşınmazın ve malikinin kişisel ihtiyacını karşılamaya yeterli olan sudur.
Arazinin mülkiyetine tabi olan kaynak suyu bir başka ifadeyle özel su üzerinde, hak sahibi dilediği gibi tasarruf etme yetkisine sahiptir. Bu suyu kendisi kullanabileceği gibi kaynağındaki suyu kullanması hususunda bir başkasına irtifak hakkı da tanıyabilir. Ayrıca mülkiyet hakkına dayanarak kaynağa elatma varsa elatmanın giderilmesi için davalar açmak yetkisi de bulunmaktadır.
TMK’nın 756/2. maddesi gereğince “Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur” hükmü doğrultusunda kaynak hakkı ancak tapuda düzenlenecek resmi senetle tapu malikinin rızası ile kurulabilir.
Yine benzer şekilde TMK’nın 837. maddesi de “Başkasının arazisinde bulunan kaynak üzerinde irtifak hakkı, bu arazinin malikini suyun alınmasına ve akıtılmasına katlanmakla yükümlü kılar. Bu hak, aksi kararlaştırılmadıkça başkasına devredilebilir ve mirasçıya geçer. Kaynak hakkı, bağımsız nitelikte ve en az 30 yıl için kurulmuş ise tapu kütüğüne taşınmaz olarak kaydedilebilir” şeklinde düzenlenmiştir.
Madde hükmünde belirtildiği üzere, kaynak irtifakı doğrudan kişiye bağlı olarak kurulabileceği gibi başkalarına devri de kararlaştırılabilir. Bağımsız ve daimi hak olarak tesis edildiğinde tapu kütüğüne ayrı bir sayfaya kaydı da mümkündür. Kaynak hakkının kazanılmasına ilişkin kanunda açık bir hüküm olmamakla birlikte eşyaya bağlı diğer irtifakların kazanılması hükümleri uyarınca TMK’nın 780. maddesinden kıyasen yararlanarak taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasına ilişkin hükümlerin uygulanacağı kabul edilmektedir (m.704/2). Bu durumda kaynak hakkının, resmi şekilde düzenlenecek sözleşme ile tapu siciline tescil ile kazanılması mümkündür.
Gerçekten TMK’nın 756/2 ve 837. maddesinde belirtilen kaynak irtifakına konu olabilecek su özel su olup genel su niteliğindeki yeraltı suyu bu düzenlemelerin dışındadır. Nitekim genel sular taşınmaz mülkiyetinin kapsamı içinde kabul edilemez.
Yukarıda açıklanan ilkeler ışığında somut olaya gelince; mahkemece tespit edildiği gibi, tarafların kadim ve öncelik hakları bulunmamaktadır. Mahallinde yapılan keşif, dinlenen yerel bilirkişi ve tanık beyanlarına göre; köyün iki mahalleden oluştuğu, davaya konu suyun aşağı mahalle tarafından öteden beri bir depoda toplanarak borular vasıtasıyla paylaşıldığı, davalı İ.. K..’nın evinin yüksekte olması sebebiyle suyun evine çıkmadığı ancak, anılan davalının suyun akışını engelleyecek şekilde vana koymak suretiyle kendi evine çıkmasını sağladığı anlaşılmaktadır.
Bu durumda, mahkemece, mahalli bilirkişiler ve uzman bilirkişiler vasıtasıyla keşif yapılarak tarafların tanıklarının dinlenmesi, dava konusu suyun nasıl ve ne şekilde kullanıldığının tespit edilmesi, davalı İ.. K..’nın kullanabileceği miktarın belirlenmesi, geri kalan suyun aynı mahalledeki diğer köylülerin yararlanmaları için bırakılmasının sağlanması suretiyle uyuşmazlığın bir çözüme kavuşturulması gerekirken yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş, bu sebeple hükmün bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/10928 K: 2015/1944 T: 24.02.2015
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/541 K: 2016/8340 T: 12.10.2016
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/672 K: 2014/7456 T: 05.06.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/13993 K: 2018/3773 T: 15.05.2018
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/5751 K: 2014/6805 T: 23.05.2014
Arazinin mülkiyetine tabi olan kaynak suyu bir başka ifadeyle özel su üzerinde, hak sahibi dilediği gibi tasarruf etme yetkisine sahiptir. Bu suyu kendisi kullanabileceği gibi kaynağındaki suyu kullanması hususunda bir başkasına irtifak hakkı da tanıyabilir. Ayrıca mülkiyet hakkına dayanarak kaynağa elatma varsa elatmanın giderilmesi için davalar açmak yetkisi de bulunmaktadır.
Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gereğince; Arazi üzerindeki mülkiyet, kullanılmasında yarar olduğu ölçüde üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını kapsar. Bu mülkiyetin kapsamına yasal sınırlamalar saklı kalmak üzere yapılar, bitkiler ve kaynaklar da girer.
Bu madde hükmüne paralel olarak düzenlenen Türk Medeni Kanununun 756. maddesi gereğince de; “Kaynaklar, arazinin bütünleyici parçası olup bunların mülkiyeti ancak kaynadıkları arazinin mülkiyeti ile birlikte kazanılabilir. Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak, bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur. Yeraltı suları, kamu yararına ait sulardandır. Arza malik olmak onun altındaki yeraltı sularına da malik olmak sonucunu doğurmaz. Arazi maliklerinin yer altı sularından yararlanma biçimi ve ölçüsüne ilişkin özel kanun hükümleri saklıdır.”
Gerek Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gerekse 756/2. maddesinde sözü edilen kaynaklar, yeraltı sularından farklıdır.
Kaynak, kökeni yeraltı suyu olan tabi ve sürekli olarak yeryüzüne çıkan özel mülkiyete girecek nitelikte özel bir su olup, suni bir şekilde veya ara sıra yeryüzüne çıkan su kaynak niteliğini kazanmaz (Gürsoy/Eren/Cansel, Türk Eşya Hukuku, Ankara 1978, s.618). Ayrıca, kaynaktan çıkan suyun yararı kamuya ait bir akarsu oluşturacak kadar bol çıkması halinde kaynak artık özel mülkiyete konu olamaz. Yine, yeraltı suyundan sondaj gibi suni yollarla çıkartılan sulardan yararlanma usulü de 167 sayılı Yeraltı Suları Kanununa tabidir.
Bir başka ifadeyle kaynak suyu kendiliğinden kaynadığı arazinin hudutlarını aşacak debide ise ya da malikinin ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra fazlası varsa genel su kabul edilir ve komşular da yararlanabilir. Bunun yanında kaynak suyu tapulu olmayan araziden (örneğin mera,orman vb) çıkıyorsa suyun debisine bakılmaksızın genel sudur. Bu sudan ise kadim ve öncelik hakkı ihlal edilmemek suretiyle herkes ihtiyacı oranında yararlanabilir.
Özel su ise tapulu taşınmazdan çıkan ve sadece o taşınmazın ve malikinin kişisel ihtiyacını karşılamaya yeterli olan sudur.
Arazinin mülkiyetine tabi olan kaynak suyu bir başka ifadeyle özel su üzerinde, hak sahibi dilediği gibi tasarruf etme yetkisine sahiptir. Bu suyu kendisi kullanabileceği gibi kaynağındaki suyu kullanması hususunda bir başkasına irtifak hakkı da tanıyabilir. Ayrıca mülkiyet hakkına dayanarak kaynağa elatma varsa elatmanın giderilmesi için davalar açmak yetkisi de bulunmaktadır.
Türk Medeni Kanununun 756/2. maddesi gereğince “Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur” hükmü doğrultusunda kaynak hakkı ancak tapuda düzenlenecek resmi senetle tapu malikinin rızası ile kurulabilir.
Yine benzer şekilde Türk Medeni Kanununun 837. maddesi de “Başkasının arazisinde bulunan kaynak üzerinde irtifak hakkı, bu arazinin malikini suyun alınmasına ve akıtılmasına katlanmakla yükümlü kılar. Bu hak, aksi kararlaştırılmadıkça başkasına devredilebilir ve mirasçıya geçer. Kaynak hakkı, bağımsız nitelikte ve en az 30 yıl için kurulmuş ise tapu kütüğüne taşınmaz olarak kaydedilebilir” şeklinde düzenlenmiştir.
Madde hükmünde belirtildiği üzere, kaynak irtifakı doğrudan kişiye bağlı olarak kurulabileceği gibi başkalarına devri de kararlaştırılabilir. Bağımsız ve daimi hak olarak tesis edildiğinde tapu kütüğüne ayrı bir sayfaya kaydı da mümkündür. Kaynak hakkının kazanılmasına ilişkin kanunda açık bir hüküm olmamakla birlikte eşyaya bağlı diğer irtifakların kazanılması hükümleri uyarınca Türk Medeni Kanununun 780. maddesinden kıyasen yararlanarak taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasına ilişkin hükümlerin uygulanacağı kabul edilmektedir (m.704/2). Bu durumda kaynak hakkının, resmi şekilde düzenlenecek sözleşme ile tapu siciline tescil ile kazanılması mümkündür.
Gerçekten Türk Medeni Kanununun 756/2 ve 837. maddesinde belirtilen kaynak irtifakına konu olabilecek su özel su olup genel su niteliğindeki yeraltı suyu bu düzenlemelerin dışındadır. Nitekim genel sular taşınmaz mülkiyetinin kapsamı içinde kabul edilemez.
Yukarıda açıklanan ilkeler ışığında somut olaya gelince; Davalı A.. D.. Beykoz Asliye Hukuk Mahkemesinin 2011/314 Esas sayılı dosyasında davacı F.. U..’a karşı dava konusu orman arazisinde açılan su kuyusu ve deposunun kendisine ait olduğunun tespiti ile davalının suya elatmasının önlenmesini istediği, bu davanın halen derdest olduğu anlaşılmıştır. Bu durumda mahkemece 2011/314 Esas sayılı dosyadaki davanın bekletici mesele yapılması ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/10626 K: 2015/1500 T: 12.02.2015
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/18539 K: 2017/1658 T: 06.03.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/15050 K: 2017/2076 T: 20.03.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/15513 K: 2014/6042 T: 08.05.2014
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/15050 K: 2017/2076 T: 20.03.2017
Kaynak suyu kendiliğinden kaynadığı arazinin hudutlarını aşacak debide ise ya da malikinin ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra fazlası varsa genel su kabul edilir ve komşular da yararlanabilir. Bunun yanında kaynak suyu tapulu olmayan araziden çıkıyorsa suyun debisine bakılmaksızın genel sudur. Bu sudan ise kadim ve öncelik hakkı ihlal edilmemek suretiyle herkes ihtiyacı oranında yararlanabilir.
Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gereğince; Arazi üzerindeki mülkiyet, kullanılmasında yarar olduğu ölçüde üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını kapsar. Bu mülkiyetin kapsamına yasal sınırlamalar saklı kalmak üzere yapılar, bitkiler ve kaynaklar da girer.
Bu madde hükmüne paralel olarak düzenlenen Türk Medeni Kanununun 756. maddesi gereğince de; “Kaynaklar, arazinin bütünleyici parçası olup bunların mülkiyeti ancak kaynadıkları arazinin mülkiyeti ile birlikte kazanılabilir. Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak, bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur. Yeraltı suları, kamu yararına ait sulardandır. Arza malik olmak onun altındaki yeraltı sularına da malik olmak sonucunu doğurmaz. Arazi maliklerinin yer altı sularından yararlanma biçimi ve ölçüsüne ilişkin özel kanun hükümleri saklıdır.”
Gerek Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gerekse 756/2. maddesinde sözü edilen kaynaklar, yeraltı sularından farklıdır.
Kaynak, kökeni yeraltı suyu olan tabii ve sürekli olarak yeryüzüne çıkan özel mülkiyete girecek nitelikte özel bir su olup, suni bir şekilde veya ara sıra yeryüzüne çıkan su kaynak niteliğini kazanmaz (… Türk Eşya Hukuku, Ankara 1978, s.618). Ayrıca, kaynaktan çıkan suyun yararı kamuya ait bir akarsu oluşturacak kadar bol çıkması halinde kaynak artık özel mülkiyete konu olamaz. Yine, yeraltı suyundan sondaj gibi suni yollarla çıkartılan sulardan yararlanma usulü de 167 sayılı Yeraltı Suları Kanununa tabidir.
Başka bir ifadeyle kaynak suyu kendiliğinden kaynadığı arazinin hudutlarını aşacak debide ise ya da malikinin ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra fazlası varsa genel su kabul edilir ve komşular da yararlanabilir. Bunun yanında kaynak suyu tapulu olmayan araziden çıkıyorsa suyun debisine bakılmaksızın genel sudur. Bu sudan ise kadim ve öncelik hakkı ihlal edilmemek suretiyle herkes ihtiyacı oranında yararlanabilir.
Özel su ise tapulu taşınmazdan çıkan ve sadece o taşınmazın ve malikinin kişisel ihtiyacını karşılamaya yeterli olan sudur. Arazinin mülkiyetine tabi olan kaynak suyu yani özel su üzerinde, hak sahibi dilediği gibi tasarruf etme yetkisine sahiptir. Bu suyu kendisi kullanabileceği gibi kaynağındaki suyu kullanması hususunda bir başkasına irtifak hakkı da tanıyabilir. Ayrıca mülkiyet hakkına dayanarak kaynağa elatma varsa elatmanın giderilmesi için davalar açmak yetkisi de bulunmaktadır.
Türk Medeni Kanununun 756/2. maddesi gereğince “Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur” hükmü doğrultusunda kaynak hakkı ancak tapuda düzenlenecek resmi senetle tapu malikinin rızası ile kurulabilir.
Yine benzer şekilde Türk Medeni Kanununun 837. maddesi de “Başkasının arazisinde bulunan kaynak üzerinde irtifak hakkı, bu arazinin malikini suyun alınmasına ve akıtılmasına katlanmakla yükümlü kılar. Bu hak, aksi kararlaştırılmadıkça başkasına devredilebilir ve mirasçıya geçer. Kaynak hakkı, bağımsız nitelikte ve en az 30 yıl için kurulmuş ise tapu kütüğüne taşınmaz olarak kaydedilebilir” şeklinde düzenlenmiştir.
Madde hükmünde belirtildiği üzere, kaynak irtifakı doğrudan kişiye bağlı olarak kurulabileceği gibi başkalarına devri de kararlaştırılabilir. Bağımsız ve daimi hak olarak tesis edildiğinde tapu kütüğüne ayrı bir sayfaya kaydı da mümkündür. Kaynak hakkının kazanılmasına ilişkin kanunda açık bir hüküm olmamakla birlikte eşyaya bağlı diğer irtifakların kazanılması hükümleri uyarınca Türk Medeni Kanununun 780. maddesinden kıyasen yararlanarak taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasına ilişkin hükümlerin uygulanacağı kabul edilmektedir (m.704/2). Bu durumda kaynak hakkının, resmi şekilde düzenlenecek sözleşme ile tapu siciline tescil ile kazanılması mümkündür.
Gerçekten Türk Medeni Kanununun 756/2 ve 837. maddesinde belirtilen kaynak irtifakına konu olabilecek su özel su olup genel su niteliğindeki yeraltı suyu bu düzenlemelerin dışındadır. Nitekim genel sular taşınmaz mülkiyetinin kapsamı içinde kabul edilemez.
Somut olaya gelince; hükme esas alınan bilirkişi raporlarında dava konusu her iki su kaynağının aynı olup olmadığı, dava konusu suyun niteliği, tarafların suya olan ihtiyaçları belirlenmemiştir.
Mahkemece, suların en az olduğu dönemde mahallinde ziraatçi ve jeoloji mühendisi bilirkişilerle yeniden keşif yapılarak dava konusu her iki su kaynağının aynı olup olmadığı ile suyun niteliği ve tarafların hangi miktarda su ihtiyacının bulunduğu bilimsel verilere uygun olarak tespit edilmeli, tarafların kullanabilecekleri suyu şebeke suyu veya başka kaynaktan karşılayıp karşılamadıkları araştırılmalı, gerekirse içme suyu ihtiyacının sulama suyu ihtiyacına nazaran öncelikli olduğu da gözetilerek herkesin ihtiyaçları oranında yararlanabileceği bir su rejimi kurulması yoluna gidilmelidir. Değinilen yönler gözetilmeden eksik inceleme ve araştırma ile yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/541 K: 2016/8340 T: 12.10.2016
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/8313 K: 2018/7709 T: 13.11.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/7639 K: 2014/14225 T: 12.12.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/7752 K: 2014/13418 T: 26.11.2014
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/7137 K: 2014/12114 T: 31.10.2014
Kaynak, kökeni yer altı suyu olan tabi ve sürekli olarak yeryüzüne çıkan özel mülkiyete girecek nitelikte özel bir su olup, suni bir şekilde veya ara sıra yeryüzüne çıkan su kaynak niteliğini kazanmaz. Ayrıca, kaynaktan çıkan suyun yararı kamuya ait bir akarsu oluşturacak kadar bol çıkması halinde kaynak artık özel mülkiyete konu olamaz. Yine, yer altı suyundan sondaj gibi suni yollarla çıkartılan sulardan yararlanma usulü de Yeraltı Suları Kanununa tabidir.
Mahkemece davanın kısmen kabulü ile suyun yeterli olduğundan davalıların da kullanımı korunarak suyun eski yerinden akar duruma getirlmesine karar verilmiştir.
Türk Medeni Kanunu’nun “Taşınmaz Mülkiyetinin İçeriği” başlıklı 718.maddesinde “Arazi üzerindeki mülkiyet kullanılmasında yarar olduğu ölçüde üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını kapsar. Yapılar, bitkiler ve kaynaklar da girer.”şeklinde düzenlenmiştir.
Bu düzenlemeye paralel olarak “Kaynak ve Yeraltı Suları” başlıklı Türk Medeni Kanunu’nun 756. maddesinde yer verilmiş anılan maddede aynen “Kaynaklar, arazinin bütünleyici parçası olup, bunların mülkiyeti ancak kaynadıkları arazinin mülkiyeti ile birlikte kazanılabilir. Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak, bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil kurulur. Yeraltı suları, kamu yararına ait sulardandır. Arza malik olmak onun altındaki yeraltı sularına da malik olmak sonucunu doğurmaz. Arazi maliklerinin yer altı sularından yararlanma biçimi ve ölçüsüne ilişkin özel kanun hükümleri saklıdır.” biçimindedir.
Gerek Türk Medeni Kanunu’nun 718. Maddesi gerekse 756/2. maddesinde sözü edilen kaynaklar, yeraltı sularından farklıdır.
Burada hemen kaynağın tanımını yapmak gerekir. Kaynak: Kökeni yeraltı suyu olan tabi ve sürekli olarak yeryüzüne çıkan özel mülkiyete girecek nitelikte özel bir su olup, suni bir şekilde veya ara sıra yeryüzüne çıkan su kaynak niteliğini kazanmaz (Gürsoy/Eren/Cansel, Türk Eşya Hukuku, Ankara 1978, s.618) Ayrıca, kaynaktan çıkan suyun yararı kamuya ait bir akarsu oluşturacak kadar bol çıkması halinde kaynak artık özel mülkiyete konu olamaz. Yine, yeraltı suyundan sondaj gibi suni yollarla çıkartılan sulardan yararlanma usulüde Yeraltı Suları Kanununa tabidir.
Bir başka ifadeyle kaynak suyu kendiliğinden kaynadığı arazinin hudutlarını aşacak debide ise ya da malikinin ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra fazlası varsa genel su kabul edilir ve komşular yararlanabilir. Bunun yanında kaynak suyu tapulu olmayan araziden (örneğin mera,orman vb) çıkıyorsa suyun debisine bakılmaksızın genel sudur. Bu sudan ise kadim ve öncelik hak ihlal edilmemek suretiyle herkes ihtiyacı oranında yararlanabilir.
Özel su ise; tapulu taşınmazdan çıkan ve sadece o taşınmazın ve malikinin kişisel ihtiyacını karşılamaya yeterli olan sudur.
Arazinin mülkiyetine tabi olan kaynak su bir başka ifadeyle özel su üzerinde, hak sahibi dilediği gibi tasarruf etme yetkisine de sahiptir.Bu suyu kendisi kullanabileceği gibi kaynağındaki suyu kullanması hususunda bir başkasına irtifak hakkı da tanıyabilir. Ayrıca mülkiyet hakkına dayanarak kaynağa elatma varsa elatmanın giderilmesi için davalar açmak yetkisi de bulunmaktadır.
Türk Medeni Kanununun 756/2. maddesi gereğince “Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur” hükmü doğrultusunda kaynak hakkı ancak tapuda resmi senet yolu ile tapu malikinin rızası ile kurulabilir.
Yine benzer şekilde Türk Medeni Kanununun 837. Maddesi de “Başkasının arazisinde bulunan kaynak üzerinde irtifak hakkı, bu arazinin malikini suyun alınmasına ve akıtılmasına katlanmakla yükümlü kılar.Bu hak, aksi kararlaştırılmadıkça başkasına devredilebilir ve mirasçıya geçer.Kaynak hakkı, bağımsız nitelikte ve en az 30 yıl için kurulmuş ise tapu kütüğüne taşınmaz olarak kaydedilebilir.” şeklinde düzenlenmiştir.
Maddeden de anlaşıldığı gibi, kaynak irtifakı doğrudan kişiye bağlı olarak kurulabileceği gibi başkalarına devride kararlaştırılabilir. Bağımsız ve daimi hak olarak tesis edildiğinde tapu kütüğüne ayrı bir sayfaya kaydı da mümkündür.
Kaynak hakkının kazanılmasına ilişkin kanunda açık bir hüküm olmamakla birlikte eşyaya bağlı diğer irtifakların kazanılması hükümleri uyarınca Türk Medeni Kanunu’nun 780. maddesinden kıyasen yararlanarak taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasına ilişkin hükümlerin uygulanacağı kabul edilmektedir(m.704/2) Bu durumda kaynak hakkının, resmi şekilde düzenlenecek sözleşme ile tapu siciline tescil ile kazanılması mümkündür.
Gerçekten Türk Medeni Kanununun 756/2 ve 837. maddesinde belirtilen kaynak irtifakına konu olabilcek su özel su olup genel su niteliğindeki yeraltı suyu bu düzenlemelerin dışındadır. Nitekim genel su taşınmaz mülkiyetinin kapsamı içinde kabul edilemez.
Yukarıda açıklanan ilkeler ışığında somut olaya gelince; Mahkemece mahallinde 05.11.2013 tarihinde yapılan keşif sonucu alınan fen bilirkişi raporunda dava konusu suyun davalılara ait 525 ada 2 parsel çıktığı daha önce suyun davacıya ait 525 ada 1 parsele doğru aktığı, şu an ise 525 ada 2 parsel içine aktığı tespit edilmiştir. Jeoloji bilirkişi raporunda dava konusu suyun debisi tespit edilmemiş, ziraat bilirkişi raporunda da tarafların suya olan ihtiyaçları belirlenmemiştir. Ayrıca mahkemece kurulan hükümde tarafların hak ve yükümlülükleri açıkça belirtilmediğinden hükmün infaz kabiliyeti de bulunmamaktadır.
Bu durumda mahkemece suların en az olduğu dönemde jeoloji, fen ve ziraat bilirkişi eşliğinde keşif yapılarak dava konusu suyun debisi ölçülmeli, suyun debisine göre suyun niteliği tespit edilmeli, suyun öteden beri kullanım şekli, tarafların suya olan ihtiyaçları belirlenerek gerekirse tarafların ihtiyaçlarını karşılayacak infaza elverişli su rejimi kurulmalıdır.
Değinilen yönler gözetilmeden, yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/8313 K: 2018/7709 T: 13.11.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/15422 K: 2014/6040 T: 08.05.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/15493 K: 2014/6039 T: 08.05.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/17536 K: 2020/7007 T: 09.11.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/15422 K: 2014/6040 T: 08.05.2014
Kaynak irtifakı doğrudan kişiye bağlı olarak kurulabileceği gibi başkalarına devri de kararlaştırılabilir. Bağımsız ve daimi hak olarak tesis edildiğinde tapu kütüğüne ayrı bir sayfaya kaydı da mümkündür. Kaynak hakkının kazanılmasına ilişkin kanunda açık bir hüküm olmamakla birlikte eşyaya bağlı diğer irtifakların kazanılması hükümleri uyarınca Türk Medeni Kanununun 780. maddesinden kıyasen yararlanarak taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasına ilişkin hükümlerin uygulanacağı kabul edilmektedir
Mahkemece davanın kısmen kabulü ile davalının bilrkişi raporunda “A” harfi ile gösterilen su kaynağına müdahalesinin menine, mevcut suyu 1’er gün süreyle tarafların kullanmasına, davalının açtığı kuyu, yapı ve eklentilerin keşif tarihi itibariyle doldurulduğu taşınmazda yapı bulunmadığı anlaşıldığından karar verilmesine yer olmadığına karar vermiştir.
Yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve dosya kapsamına göre davacı vekilinin tüm davalı vekilinin ise aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde görülmemiş, reddi gerekmiştir.
Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gereğince; Arazi üzerindeki mülkiyet, kullanılmasında yarar olduğu ölçüde üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını kapsar. Bu mülkiyetin kapsamına yasal sınırlamalar saklı kalmak üzere yapılar, bitkiler ve kaynaklar da girer.
Bu madde hükmüne paralel olarak düzenlenen Türk Medeni Kanununun 756. maddesi gereğince de; “Kaynaklar, arazinin bütünleyici parçası olup bunların mülkiyeti ancak kaynadıkları arazinin mülkiyeti ile birlikte kazanılabilir. Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak, bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur. Yeraltı suları, kamu yararına ait sulardandır. Arza malik olmak onun altındaki yeraltı sularına da malik olmak sonucunu doğurmaz. Arazi maliklerinin yer altı sularından yararlanma biçimi ve ölçüsüne ilişkin özel kanun hükümleri saklıdır.”
Gerek Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gerekse 756/2. maddesinde sözü edilen kaynaklar, yeraltı sularından farklıdır.
Kaynak, kökeni yeraltı suyu olan tabi ve sürekli olarak yeryüzüne çıkan özel mülkiyete girecek nitelikte özel bir su olup, suni bir şekilde veya ara sıra yeryüzüne çıkan su kaynak niteliğini kazanmaz (Gürsoy/Eren/Cansel, Türk Eşya Hukuku, Ankara 1978, s.618). Ayrıca, kaynaktan çıkan suyun yararı kamuya ait bir akarsu oluşturacak kadar bol çıkması halinde kaynak artık özel mülkiyete konu olamaz. Yine, yeraltı suyundan sondaj gibi suni yollarla çıkartılan sulardan yararlanma usulü de 167 sayılı Yeraltı Suları Kanununa tabidir.
Bir başka ifadeyle kaynak suyu kendiliğinden kaynadığı arazinin hudutlarını aşacak debide ise ya da malikinin ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra fazlası varsa genel su kabul edilir ve komşular da yararlanabilir. Bunun yanında kaynak suyu tapulu olmayan araziden (örneğin mera,orman vb) çıkıyorsa suyun debisine bakılmaksızın genel sudur. Bu sudan ise kadim ve öncelik hakkı ihlal edilmemek suretiyle herkes ihtiyacı oranında yararlanabilir.
Özel su ise tapulu taşınmazdan çıkan ve sadece o taşınmazın ve malikinin kişisel ihtiyacını karşılamaya yeterli olan sudur.
Arazinin mülkiyetine tabi olan kaynak suyu bir başka ifadeyle özel su üzerinde, hak sahibi dilediği gibi tasarruf etme yetkisine sahiptir. Bu suyu kendisi kullanabileceği gibi kaynağındaki suyu kullanması hususunda bir başkasına irtifak hakkı da tanıyabilir. Ayrıca mülkiyet hakkına dayanarak kaynağa elatma varsa elatmanın giderilmesi için davalar açmak yetkisi de bulunmaktadır.
Türk Medeni Kanununun 756/2. maddesi gereğince “Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur” hükmü doğrultusunda kaynak hakkı ancak tapuda düzenlenecek resmi senetle tapu malikinin rızası ile kurulabilir.
Yine benzer şekilde Türk Medeni Kanununun 837. maddesi de “Başkasının arazisinde bulunan kaynak üzerinde irtifak hakkı, bu arazinin malikini suyun alınmasına ve akıtılmasına katlanmakla yükümlü kılar. Bu hak, aksi kararlaştırılmadıkça başkasına devredilebilir ve mirasçıya geçer. Kaynak hakkı, bağımsız nitelikte ve en az 30 yıl için kurulmuş ise tapu kütüğüne taşınmaz olarak kaydedilebilir” şeklinde düzenlenmiştir.
Madde hükmünde belirtildiği üzere, kaynak irtifakı doğrudan kişiye bağlı olarak kurulabileceği gibi başkalarına devri de kararlaştırılabilir. Bağımsız ve daimi hak olarak tesis edildiğinde tapu kütüğüne ayrı bir sayfaya kaydı da mümkündür. Kaynak hakkının kazanılmasına ilişkin kanunda açık bir hüküm olmamakla birlikte eşyaya bağlı diğer irtifakların kazanılması hükümleri uyarınca Türk Medeni Kanununun 780. maddesinden kıyasen yararlanarak taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasına ilişkin hükümlerin uygulanacağı kabul edilmektedir (m.704/2). Bu durumda kaynak hakkının, resmi şekilde düzenlenecek sözleşme ile tapu siciline tescil ile kazanılması mümkündür.
Gerçekten Türk Medeni Kanununun 756/2 ve 837. maddesinde belirtilen kaynak irtifakına konu olabilcek su özel su olup genel su niteliğindeki yeraltı suyu bu düzenlemelerin dışındadır. Nitekim genel sular taşınmaz mülkiyetinin kapsamı içinde kabul edilemez.
Yukarıda açıklanan ilkeler ışığında somut olaya gelince; Mahkemece mahallinde yapılan keşif sonucu düzenlenen bilirkişi raporuna göre davalı tarafından 870 sayılı parselde açılan su kuyusunun kapatılmış olduğu anlaşılmıştır. Bu durumda mahkemece dava konusu su ile ilgili karar verilmesine yer olmadığına karar verilmesi gerekirken davanın kısmen kabul edilerek taraflar arasında su rejimi kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
Kabulü göre de dava kısmen kabul edildiği halde vekalet ücreti haricinde yargılama giderlerinin tamamının davalıdan tahsiline karar verilmesi de isabetli olmamıştır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/5715 K: 2013/7588 T: 17.05.2013
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/7829 K: 2018/1369 T: 26.02.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/15050 K: 2017/2076 T: 20.03.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/9814 K: 2015/1156 T: 05.02.2015
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/7829 K: 2018/1369 T: 26.02.2018
Arazinin mülkiyetine tabi olan kaynak suyu yani özel su üzerinde, hak sahibi dilediği gibi tasarruf etme yetkisine sahiptir. Bu suyu kendisi kullanabileceği gibi kaynağındaki suyu kullanması hususunda bir başkasına irtifak hakkı da tanıyabilir. Ayrıca mülkiyet hakkına dayanarak kaynağa elatma varsa elatmanın giderilmesi için davalar açmak yetkisi de bulunmaktadır.
Mahkemece, davanın kabulü ile davalıya ait parselde bulunan su kaynağına davalının vaki müdahalesinin önlenmesine, davalının su ihtiyacı bulunmadığı gerekçesiyle su rejimi kurulmasına yer olmadığına dair karar verilmiştir.
Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gereğince; arazi üzerindeki mülkiyet, kullanılmasında yarar olduğu ölçüde üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını kapsar. Bu mülkiyetin kapsamına yasal sınırlamalar saklı kalmak üzere yapılar, bitkiler ve kaynaklar da girer.
Bu madde hükmüne paralel olarak düzenlenen Türk Medeni Kanununun 756. maddesi gereğince de “Kaynaklar, arazinin bütünleyici parçası olup bunların mülkiyeti ancak kaynadıkları arazinin mülkiyeti ile birlikte kazanılabilir. Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak, bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur. Yeraltı suları, kamu yararına ait sulardandır. Arza malik olmak onun altındaki yeraltı sularına da malik olmak sonucunu doğurmaz. Arazi maliklerinin yer altı sularından yararlanma biçimi ve ölçüsüne ilişkin özel kanun hükümleri saklıdır.”
Türk Medeni Kanununun 718. maddesi ile 756/2. maddesinde sözü edilen kaynaklar, yeraltı sularından farklıdır.
Kaynak, kökeni yeraltı suyu olan tabi ve sürekli olarak yeryüzüne çıkan özel mülkiyete girecek nitelikte özel bir su olup, suni bir şekilde veya ara sıra yeryüzüne çıkan su kaynak niteliğini kazanmaz (…/ …/ …, Türk Eşya Hukuku, … 1978, s.618). Ayrıca, kaynaktan çıkan suyun yararı kamuya ait bir akarsu oluşturacak kadar bol çıkması halinde kaynak artık özel mülkiyete konu olamaz. Yine, yeraltı suyundan sondaj gibi suni yollarla çıkartılan sulardan yararlanma usulü de 167 sayılı Yeraltı Suları Kanununa tabidir.
Başka bir ifadeyle kaynak suyu kendiliğinden kaynadığı arazinin hudutlarını aşacak debide ise ya da malikinin ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra fazlası varsa genel su kabul edilir ve komşular da yararlanabilir. Bunun yanında kaynak suyu tapulu olmayan araziden (örneğin mera,orman vb) çıkıyorsa suyun debisine bakılmaksızın genel sudur. Bu sudan ise kadim ve öncelik hakkı ihlal edilmemek suretiyle herkes ihtiyacı oranında yararlanabilir.
Özel su ise tapulu taşınmazdan çıkan ve sadece o taşınmazın ve malikinin kişisel ihtiyacını karşılamaya yeterli olan sudur. Arazinin mülkiyetine tabi olan kaynak suyu yani özel su üzerinde, hak sahibi dilediği gibi tasarruf etme yetkisine sahiptir. Bu suyu kendisi kullanabileceği gibi kaynağındaki suyu kullanması hususunda bir başkasına irtifak hakkı da tanıyabilir. Ayrıca mülkiyet hakkına dayanarak kaynağa elatma varsa elatmanın giderilmesi için davalar açmak yetkisi de bulunmaktadır.
Türk Medeni Kanununun 756/2. maddesi gereğince “Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur” hükmü doğrultusunda kaynak hakkı ancak tapuda düzenlenecek resmi senetle tapu malikinin rızası ile kurulabilir.
Yine benzer şekilde Türk Medeni Kanununun 837. maddesi de “Başkasının arazisinde bulunan kaynak üzerinde irtifak hakkı, bu arazinin malikini suyun alınmasına ve akıtılmasına katlanmakla yükümlü kılar. Bu hak, aksi kararlaştırılmadıkça başkasına devredilebilir ve mirasçıya geçer. Kaynak hakkı, bağımsız nitelikte ve en az 30 yıl için kurulmuş ise tapu kütüğüne taşınmaz olarak kaydedilebilir” şeklinde düzenlenmiştir.
Madde hükmünde belirtildiği üzere, kaynak irtifakı doğrudan kişiye bağlı olarak kurulabileceği gibi başkalarına devri de kararlaştırılabilir. Bağımsız ve daimi hak olarak tesis edildiğinde tapu kütüğüne ayrı bir sayfaya kaydı da mümkündür. Kaynak hakkının kazanılmasına ilişkin kanunda açık bir hüküm olmamakla birlikte eşyaya bağlı diğer irtifakların kazanılması hükümleri uyarınca Türk Medeni Kanununun 780. maddesinden kıyasen yararlanarak taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasına ilişkin hükümlerin uygulanacağı kabul edilmektedir (m.704/2). Bu durumda kaynak hakkının, resmi şekilde düzenlenecek sözleşme ile tapu siciline tescil ile kazanılması mümkündür.
Gerçekten Türk Medeni Kanununun 756/2 ve 837. maddesinde belirtilen kaynak irtifakına konu olabilecek su, özel su olup genel su niteliğindeki yeraltı suyu bu düzenlemelerin dışındadır. Nitekim genel sular taşınmaz mülkiyetinin kapsamı içinde kabul edilemez.
Yukarıda açıklanan ilkeler doğrultusunda somut olayda mahkemece, suların en az olduğu dönemde jeoloji, hidrolog ve ziraat mühendisinin bulunduğu bilirkişi heyetiyle mahallinde keşif yapılmak suretiyle dava konusu suyun debisi ölçülerek özel kaynak suyu mu yoksa genel su mu olduğu duraksamaya yer vermeyecek şekilde tespit edilmeli, genel su olduğu sonucuna varılırsa tarafların suya olan ihtiyaçları belirlenmeli, davalının suya elatması nedeniyle su kaynağının etkilenip etkilenmediği de araştırılarak tarafların bu sudan yararlanma şekil ve şartları belirlenmek suretiyle taraflar arasında su rejimi oluşturulmalıdır.
Mahkemece, değinilen hususlar gözetilmeksizin, eksik inceleme ve araştırma ile yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, hükmün bu nedenlerle bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/10626 K: 2015/1500 T: 12.02.2015
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/18539 K: 2017/1658 T: 06.03.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/7137 K: 2014/12114 T: 31.10.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/15513 K: 2014/6042 T: 08.05.2014
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/8313 K: 2018/7709 T: 13.11.2018
Kaynak suyu kendiliğinden kaynadığı arazinin hudutlarını aşacak debide ise ya da malikinin ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra fazlası varsa genel su kabul edilir ve komşular da yararlanabilir. Bunun yanında kaynak suyu tapulu olmayan araziden (örneğin mera) çıkıyorsa suyun debisine bakılmaksızın genel sudur. Bu sudan ise kadim ve öncelik hakkı ihlal edilmemek suretiyle herkes ihtiyacı oranında yararlanabilir.
Dava, suya müdahalenin önlenmesi ve kal istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir. Hükmü, davalılar temyiz etmiştir.
Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gereğince; Arazi üzerindeki mülkiyet, kullanılmasında yarar olduğu ölçüde üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını kapsar. Bu mülkiyetin kapsamına yasal sınırlamalar saklı kalmak üzere yapılar, bitkiler ve kaynaklar da girer.
Bu madde hükmüne paralel olarak düzenlenen Türk Medeni Kanununun 756. maddesi gereğince de; “Kaynaklar, arazinin bütünleyici parçası olup bunların mülkiyeti ancak kaynadıkları arazinin mülkiyeti ile birlikte kazanılabilir. Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak, bir irtifak hakkı olarak … kütüğüne tescil ile kurulur. Yeraltı suları, kamu yararına ait sulardandır. Arza malik olmak onun altındaki yeraltı sularına da malik olmak sonucunu doğurmaz. Arazi maliklerinin yer altı sularından yararlanma biçimi ve ölçüsüne ilişkin özel kanun hükümleri saklıdır.”
Gerek Türk Medeni Kanununun 718. maddesi, gerekse 756/2. maddesinde sözü edilen kaynaklar, yeraltı sularından farklıdır.
Kaynak, kökeni yeraltı suyu olan tabi ve sürekli olarak yeryüzüne çıkan özel mülkiyete girecek nitelikte özel bir su olup, suni bir şekilde veya ara sıra yeryüzüne çıkan su kaynak niteliğini kazanmaz (…/…/…, Türk Eşya Hukuku, … 1978, s.618). Ayrıca, kaynaktan çıkan suyun yararı kamuya ait bir akarsu oluşturacak kadar bol çıkması halinde kaynak artık özel mülkiyete konu olamaz. Yine, yeraltı suyundan sondaj gibi suni yollarla çıkartılan sulardan yararlanma usulü de 167 sayılı Yeraltı Suları Kanununa tâbidir.
Başka bir ifadeyle, kaynak suyu kendiliğinden kaynadığı arazinin hudutlarını aşacak debide ise ya da malikinin ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra fazlası varsa genel su kabul edilir ve komşular da yararlanabilir. Bunun yanında kaynak suyu tapulu olmayan araziden (örneğin mera,… vb) çıkıyorsa suyun debisine bakılmaksızın genel sudur. Bu sudan ise kadim ve öncelik hakkı ihlal edilmemek suretiyle herkes ihtiyacı oranında yararlanabilir.
Özel su ise tapulu taşınmazdan çıkan ve sadece o taşınmazın ve malikinin kişisel ihtiyacını karşılamaya yeterli olan sudur. Arazinin mülkiyetine tâbi olan kaynak suyu yani özel su üzerinde, hak sahibi dilediği gibi tasarruf etme yetkisine sahiptir. Bu suyu kendisi kullanabileceği gibi kaynağındaki suyu kullanması hususunda bir başkasına irtifak hakkı da tanıyabilir. Ayrıca mülkiyet hakkına dayanarak kaynağa elatma varsa elatmanın giderilmesi için davalar açmak yetkisi de bulunmaktadır.
Türk Medeni Kanununun 756/2. maddesi gereğince, “Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak bir irtifak hakkı olarak … kütüğüne tescil ile kurulur” hükmü doğrultusunda kaynak hakkı ancak tapuda düzenlenecek resmi senetle … malikinin rızası ile kurulabilir.
Yine benzer şekilde Türk Medeni Kanununun 837. maddesi de “Başkasının arazisinde bulunan kaynak üzerinde irtifak hakkı, bu arazinin malikini suyun alınmasına ve akıtılmasına katlanmakla yükümlü kılar. Bu hak, aksi kararlaştırılmadıkça başkasına devredilebilir ve mirasçıya geçer. Kaynak hakkı, bağımsız nitelikte ve en az 30 yıl için kurulmuş ise … kütüğüne taşınmaz olarak kaydedilebilir” şeklinde düzenlenmiştir.
Madde hükmünde belirtildiği üzere, kaynak irtifakı doğrudan kişiye bağlı olarak kurulabileceği gibi başkalarına devri de kararlaştırılabilir. Bağımsız ve daimi hak olarak tesis edildiğinde … kütüğüne ayrı bir sayfaya kaydı da mümkündür. Kaynak hakkının kazanılmasına ilişkin kanunda açık bir hüküm olmamakla birlikte eşyaya bağlı diğer irtifakların kazanılması hükümleri uyarınca Türk Medeni Kanununun 780. maddesinden kıyasen yararlanarak taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasına ilişkin hükümlerin uygulanacağı kabul edilmektedir (m.704/2). Bu durumda kaynak hakkının, resmi şekilde düzenlenecek sözleşme ile … siciline tescil ile kazanılması mümkündür.
Gerçekten Türk Medeni Kanununun 756/2 ve 837. maddesinde belirtilen kaynak irtifakına konu olabilecek su özel su olup genel su niteliğindeki yeraltı suyu bu düzenlemelerin dışındadır. Nitekim genel sular taşınmaz mülkiyetinin kapsamı içinde kabul edilemez.
Yukarıda açıklanan ilkeler ışığında somut olaya gelince; mahkemece, suların en az olduğu dönemde jeoloji, fen ve … mühendisinin bulunduğu bilirkişi heyetiyle mahallinde keşif yapılmak suretiyle dava konusu suyun debisi ölçülerek özel kaynak suyu mu yoksa genel su mu olduğu duraksamaya yer vermeyecek şekilde tespit edilmeli, genel su olduğu sonucuna varılırsa tarafların suya olan ihtiyaçları ve tarafların bu sudan yararlanma şekil ve şartları belirlenmek suretiyle taraflar arasında su rejimi oluşturulmalıdır.
Mahkemece, değinilen hususlar gözetilmeksizin yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, hükmün bu nedenlerle bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/5715 K: 2013/7588 T: 17.05.2013
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/10626 K: 2015/1500 T: 12.02.2015
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/15050 K: 2017/2076 T: 20.03.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/1521 K: 2015/2472 T: 05.03.2015
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/10928 K: 2015/1944 T: 24.02.2015
Arazinin mülkiyetine tabi olan kaynak suyu yani özel su üzerinde, hak sahibi dilediği gibi tasarruf etme yetkisine sahiptir. Bu suyu kendisi kullanabileceği gibi kaynağındaki suyu kullanması hususunda bir başkasına irtifak hakkı da tanıyabilir. Ayrıca mülkiyet hakkına dayanarak kaynağa elatma varsa elatmanın giderilmesi için davalar açmak yetkisi de bulunmaktadır.
Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gereğince; Arazi üzerindeki mülkiyet, kullanılmasında yarar olduğu ölçüde üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını kapsar. Bu mülkiyetin kapsamına yasal sınırlamalar saklı kalmak üzere yapılar, bitkiler ve kaynaklar da girer.
Bu madde hükmüne paralel olarak düzenlenen Türk Medeni Kanununun 756. maddesi gereğince de; “Kaynaklar, arazinin bütünleyici parçası olup bunların mülkiyeti ancak kaynadıkları arazinin mülkiyeti ile birlikte kazanılabilir. Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak, bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur. Yeraltı suları, kamu yararına ait sulardandır. Arza malik olmak onun altındaki yeraltı sularına da malik olmak sonucunu doğurmaz. Arazi maliklerinin yer altı sularından yararlanma biçimi ve ölçüsüne ilişkin özel kanun hükümleri saklıdır.”
Gerek Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gerekse 756/2. maddesinde sözü edilen kaynaklar, yeraltı sularından farklıdır.
Kaynak, kökeni yeraltı suyu olan tabi ve sürekli olarak yeryüzüne çıkan özel mülkiyete girecek nitelikte özel bir su olup, suni bir şekilde veya ara sıra yeryüzüne çıkan su kaynak niteliğini kazanmaz (Gürsoy/Eren/Cansel, Türk Eşya Hukuku, Ankara 1978, s.618). Ayrıca, kaynaktan çıkan suyun yararı kamuya ait bir akarsu oluşturacak kadar bol çıkması halinde kaynak artık özel mülkiyete konu olamaz. Yine, yeraltı suyundan sondaj gibi suni yollarla çıkartılan sulardan yararlanma usulü de 167 sayılı Yeraltı Suları Kanununa tabidir.
Başka bir ifadeyle kaynak suyu kendiliğinden kaynadığı arazinin hudutlarını aşacak debide ise ya da malikinin ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra fazlası varsa genel su kabul edilir ve komşular da yararlanabilir. Bunun yanında kaynak suyu tapulu olmayan araziden (örneğin mera,orman vb) çıkıyorsa suyun debisine bakılmaksızın genel sudur. Bu sudan ise kadim ve öncelik hakkı ihlal edilmemek suretiyle herkes ihtiyacı oranında yararlanabilir.
Özel su ise tapulu taşınmazdan çıkan ve sadece o taşınmazın ve malikinin kişisel ihtiyacını karşılamaya yeterli olan sudur. Arazinin mülkiyetine tabi olan kaynak suyu yani özel su üzerinde, hak sahibi dilediği gibi tasarruf etme yetkisine sahiptir. Bu suyu kendisi kullanabileceği gibi kaynağındaki suyu kullanması hususunda bir başkasına irtifak hakkı da tanıyabilir. Ayrıca mülkiyet hakkına dayanarak kaynağa elatma varsa elatmanın giderilmesi için davalar açmak yetkisi de bulunmaktadır.
Türk Medeni Kanununun 756/2. maddesi gereğince “Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur” hükmü doğrultusunda kaynak hakkı ancak tapuda düzenlenecek resmi senetle tapu malikinin rızası ile kurulabilir.
Yine benzer şekilde Türk Medeni Kanununun 837. maddesi de “Başkasının arazisinde bulunan kaynak üzerinde irtifak hakkı, bu arazinin malikini suyun alınmasına ve akıtılmasına katlanmakla yükümlü kılar. Bu hak, aksi kararlaştırılmadıkça başkasına devredilebilir ve mirasçıya geçer. Kaynak hakkı, bağımsız nitelikte ve en az 30 yıl için kurulmuş ise tapu kütüğüne taşınmaz olarak kaydedilebilir” şeklinde düzenlenmiştir.
Madde hükmünde belirtildiği üzere, kaynak irtifakı doğrudan kişiye bağlı olarak kurulabileceği gibi başkalarına devri de kararlaştırılabilir. Bağımsız ve daimi hak olarak tesis edildiğinde tapu kütüğüne ayrı bir sayfaya kaydı da mümkündür. Kaynak hakkının kazanılmasına ilişkin kanunda açık bir hüküm olmamakla birlikte eşyaya bağlı diğer irtifakların kazanılması hükümleri uyarınca Türk Medeni Kanununun 780. maddesinden kıyasen yararlanarak taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasına ilişkin hükümlerin uygulanacağı kabul edilmektedir (m.704/2). Bu durumda kaynak hakkının, resmi şekilde düzenlenecek sözleşme ile tapu siciline tescil ile kazanılması mümkündür.
Gerçekten Türk Medeni Kanununun 756/2 ve 837. maddesinde belirtilen kaynak irtifakına konu olabilecek su özel su olup genel su niteliğindeki yeraltı suyu bu düzenlemelerin dışındadır. Nitekim genel sular taşınmaz mülkiyetinin kapsamı içinde kabul edilemez. Yukarıda açıklanan ilkeler ışığında somut olaya gelince; mahkemece mahallinde yapılan keşif sonucunda düzenlenen ziraat ve jeoloji bilirkişiler raporlarında suyun debisinin 0.25 lt olduğunu, suyun genel sulardan olup davacıya düşen su miktarının taşınmazlarına yeter miktarda olduğunu belirtilmişlerdir. Keşifte beyanda bulunan davacı ve davalı …, davacının 12 günde 3 günlük su hakkı olduğunu belirtmişlerdir. Mahkemece 125 ada 85 parsel sayılı taşınmaz lehine 12 günde 3 gün 3 gece toplam 72 saat su hakkının 28.05.2012 havale tarihli fen bilirkişi raporunda belirtilen güzergah üzerinden sağlanmasına karar verilmiştir. Ancak yapılan inceleme araştırma uyuşmazlığı çözüme ulaştırmaya yeterli değildir.
Bu durumda mahkemece suların en az olduğu dönemde jeoloji, fen ve ziraat bilirkişi eşliğinde keşif yapılarak tarafların suya olan ihtiyaçları belirlenmeli, dava konusu suya olan ihtiyaçları yararlanabilecekleri başka kaynaklar olup olmadığı da araştırılarak tespit edilmeli, tarafların ihtiyaç durumuna göre infaza elverişli su rejimi kurulmalıdır.
Değinilen yönler gözetilmeden, infaza elverişli olmayacak şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş, bu sebeple hükmün bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/5408 K: 2015/5227 T: 11.05.2015
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/541 K: 2016/8340 T: 12.10.2016
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/5751 K: 2014/6805 T: 23.05.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/7021 K: 2015/6362 T: 09.06.2015
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/541 K: 2016/8340 T: 12.10.2016
Kaynak irtifakı doğrudan kişiye bağlı olarak kurulabileceği gibi başkalarına devri de kararlaştırılabilir. Bağımsız ve daimi hak olarak tesis edildiğinde tapu kütüğüne ayrı bir sayfaya kaydı da mümkündür. Kaynak hakkının kazanılmasına ilişkin kanunda açık bir hüküm olmamakla birlikte eşyaya bağlı diğer irtifakların kazanılması hükümleri uyarınca Türk Medeni Kanununun 780. maddesinden kıyasen yararlanarak taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasına ilişkin hükümlerin uygulanacağı kabul edilmektedir (m.704/2). Bu durumda kaynak hakkının, resmi şekilde düzenlenecek sözleşme ile tapu siciline tescil ile kazanılması mümkündür.
Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gereğince; Arazi üzerindeki mülkiyet, kullanılmasında yarar olduğu ölçüde üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını kapsar. Bu mülkiyetin kapsamına yasal sınırlamalar saklı kalmak üzere yapılar, bitkiler ve kaynaklar da girer.
Bu madde hükmüne paralel olarak düzenlenen Türk Medeni Kanununun 756. maddesi gereğince de; “Kaynaklar, arazinin bütünleyici parçası olup bunların mülkiyeti ancak kaynadıkları arazinin mülkiyeti ile birlikte kazanılabilir. Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak, bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur. Yeraltı suları, kamu yararına ait sulardandır. Arza malik olmak onun altındaki yeraltı sularına da malik olmak sonucunu doğurmaz. Arazi maliklerinin yer altı sularından yararlanma biçimi ve ölçüsüne ilişkin özel kanun hükümleri saklıdır.”
Gerek Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gerekse 756/2. maddesinde sözü edilen kaynaklar, yeraltı sularından farklıdır.
Kaynak, kökeni yeraltı suyu olan tabii ve sürekli olarak yeryüzüne çıkan özel mülkiyete girecek nitelikte özel bir su olup, suni bir şekilde veya ara sıra yeryüzüne çıkan su kaynak niteliğini kazanmaz … Türk Eşya Hukuku, …. 1978, s.618). Ayrıca, kaynaktan çıkan suyun yararı kamuya ait bir akarsu oluşturacak kadar bol çıkması halinde kaynak artık özel mülkiyete konu olamaz. Yine, yeraltı suyundan sondaj gibi suni yollarla çıkartılan sulardan yararlanma usulü de 167 sayılı Yeraltı Suları Kanununa tabidir.
Başka bir ifadeyle kaynak suyu kendiliğinden kaynadığı arazinin hudutlarını aşacak debide ise ya da malikinin ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra fazlası varsa genel su kabul edilir ve komşular da yararlanabilir. Bunun yanında kaynak suyu tapulu olmayan araziden (örneğin mera,orman vb) çıkıyorsa suyun debisine bakılmaksızın genel sudur. Bu sudan ise kadim ve öncelik hakkı ihlal edilmemek suretiyle herkes ihtiyacı oranında yararlanabilir.
Özel su ise tapulu taşınmazdan çıkan ve sadece o taşınmazın ve malikinin kişisel ihtiyacını karşılamaya yeterli olan sudur. Arazinin mülkiyetine tabi olan kaynak suyu yani özel su üzerinde, hak sahibi dilediği gibi tasarruf etme yetkisine sahiptir. Bu suyu kendisi kullanabileceği gibi kaynağındaki suyu kullanması hususunda bir başkasına irtifak hakkı da tanıyabilir. Ayrıca mülkiyet hakkına dayanarak kaynağa elatma varsa elatmanın giderilmesi için davalar açmak yetkisi de bulunmaktadır.
Türk Medeni Kanununun 756/2. maddesi gereğince “Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur” hükmü doğrultusunda kaynak hakkı ancak tapuda düzenlenecek resmi senetle tapu malikinin rızası ile kurulabilir.
Yine benzer şekilde Türk Medeni Kanununun 837. maddesi de “Başkasının arazisinde bulunan kaynak üzerinde irtifak hakkı, bu arazinin malikini suyun alınmasına ve akıtılmasına katlanmakla yükümlü kılar. Bu hak, aksi kararlaştırılmadıkça başkasına devredilebilir ve mirasçıya geçer. Kaynak hakkı, bağımsız nitelikte ve en az 30 yıl için kurulmuş ise tapu kütüğüne taşınmaz olarak kaydedilebilir” şeklinde düzenlenmiştir.
Madde hükmünde belirtildiği üzere, kaynak irtifakı doğrudan kişiye bağlı olarak kurulabileceği gibi başkalarına devri de kararlaştırılabilir. Bağımsız ve daimi hak olarak tesis edildiğinde tapu kütüğüne ayrı bir sayfaya kaydı da mümkündür. Kaynak hakkının kazanılmasına ilişkin kanunda açık bir hüküm olmamakla birlikte eşyaya bağlı diğer irtifakların kazanılması hükümleri uyarınca Türk Medeni Kanununun 780. maddesinden kıyasen yararlanarak taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasına ilişkin hükümlerin uygulanacağı kabul edilmektedir (m.704/2). Bu durumda kaynak hakkının, resmi şekilde düzenlenecek sözleşme ile tapu siciline tescil ile kazanılması mümkündür.
Gerçekten Türk Medeni Kanununun 756/2 ve 837. maddesinde belirtilen kaynak irtifakına konu olabilecek su özel su olup genel su niteliğindeki yeraltı suyu bu düzenlemelerin dışındadır. Nitekim genel sular taşınmaz mülkiyetinin kapsamı içinde kabul edilemez.
Yukarıda açıklanan ilkeler ışığında somut olaya gelince; hükme esas alınan bilirkişi raporlarının uyuşmazlığı çözmeye yeterli ve elverişli olmadığı anlaşılmıştır. Bu durumda mahkemece, suların en az olduğu dönemde uzman bilirkişi kurulu (jeoloji mühendisi, ziraat mühendisi ve fen elemanı) marifetiyle yeniden keşif yapılarak, yukarıda değinilen ilkeler gözetilmek suretiyle rapor alınması, davacıların suya ihtiyacı olup olmadığının bilimsel verilere uygun olarak tespit edilmesi, davacıların paydaşı olduğu taşınmazdaki dava konusu sudan, taşınmazın paydaşlarının neden yararlanamadıkları, suyun yapılandırılmasının ne şekilde yapılabileceği hususlarının da kuşkuya yer bırakmayacak biçimde belirlenmesi, Kaymakamlık Makamının 28.10.2009 tarih ve 2009/29 Karar sayılı idari men kararına ilişkin evraklar ile ….Asliye Ceza Mahkemesi’nin 2014-97 Esas, 2014-176 Karar sayılı dosyası getirtilerek incelenmesi, ondan sonra toplanan ve toplanacak olan deliller birlikte değendirilmek suretiyle bir karar verilmesi gerekirken, noksan soruşturmayla yetinilerek yazılı olduğu üzere hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu nedenlerle hükmün bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/18539 K: 2017/1658 T: 06.03.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/5408 K: 2015/5227 T: 11.05.2015
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/13275 K: 2015/6678 T: 15.06.2015
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/12591 K: 2015/5822 T: 25.05.2015
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/5408 K: 2015/5227 T: 11.05.2015
Kaynak irtifakına konu olabilecek su özel su olup genel su niteliğindeki yeraltı suyu bu düzenlemelerin dışındadır. Nitekim genel su taşınmaz mülkiyetinin kapsamı içinde kabul edilemez.
Mahkemece, davalının genel su niteliğinde olan sudan davacının faydalanmasını engellemeye yönelik herhangi bir eylemi olmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
TMK’nın “Taşınmaz Mülkiyetinin İçeriği” başlıklı 718. Maddesinde “Arazi üzerindeki mülkiyet kullanılmasında yarar olduğu ölçüde üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını kapsar. Yapılar, bitkiler ve kaynaklar da girer.” şeklinde düzenlenmiştir.
Bu düzenlemeye paralel olarak “Kaynak ve Yeraltı Suları” başlıklı TMK’nın 756. maddesinde yer verilmiş anılan maddede aynen “Kaynaklar, arazinin bütünleyici parçası olup, bunların mülkiyeti ancak kaynadıkları arazinin mülkiyeti ile birlikte kazanılabilir. Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak, bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur. Yeraltı suları, kamu yararına ait sulardandır. Arza malik olmak onun altındaki yeraltı sularına da malik olmak sonucunu doğurmaz. Arazi maliklerinin yer altı sularından yararlanma biçimi ve ölçüsüne ilişkin özel kanun hükümleri saklıdır.” biçimindedir.
Gerek TMK’nın 718. maddesi gerekse 756/2. maddesinde sözü edilen kaynaklar, yeraltı sularından farklıdır.
Burada hemen kaynağın tanımını yapmak gerekir. Kaynak: Kökeni yeraltı suyu olan tabi ve sürekli olarak yeryüzüne çıkan özel mülkiyete girecek nitelikte özel bir su olup, suni bir şekilde veya ara sıra yeryüzüne çıkan su kaynak niteliğini kazanmaz (Gürsoy/Eren/Cansel, Türk Eşya Hukuku, Ankara 1978, s. 618). Ayrıca, kaynaktan çıkan suyun yararı kamuya ait bir akarsu oluşturacak kadar bol çıkması halinde kaynak artık özel mülkiyete konu olamaz. Yine, yeraltı suyundan sondaj gibi suni yollarla çıkartılan sulardan yararlanma usulüde Yeraltı Suları Kanununa tabidir.
Bir başka ifadeyle kaynak suyu kendiliğinden kaynadığı arazinin hudutlarını aşacak debide ise ya da malikinin ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra fazlası varsa genel su kabul edilir ve komşular yararlanabilir. Bunun yanında kaynak suyu tapulu olmayan araziden (örneğin mera, orman vb) çıkıyorsa suyun debisine bakılmaksızın genel sudur. Bu sudan ise kadim ve öncelik hak ihlal edilmemek suretiyle herkes ihtiyacı oranında yararlanabilir.
Özel su ise; tapulu taşınmazdan çıkan ve sadece o taşınmazın ve malikinin kişisel ihtiyacını karşılamaya yeterli olan sudur.
Arazinin mülkiyetine tabi olan kaynak su bir başka ifadeyle özel su üzerinde, hak sahibi dilediği gibi tasarruf etme yetkisine de sahiptir. Bu suyu kendisi kullanabileceği gibi kaynağındaki suyu kullanması hususunda bir başkasına irtifak hakkı da tanıyabilir. Ayrıca mülkiyet hakkına dayanarak kaynağa elatma varsa elatmanın giderilmesi için davalar açmak yetkisi de bulunmaktadır.
TMK’nın 756/2. maddesi gereğince “Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur” hükmü doğrultusunda kaynak hakkı ancak tapuda resmi senet yolu ile tapu malikinin rızası ile kurulabilir.
Yine benzer şekilde TMK’nın 837. maddesi de “Başkasının arazisinde bulunan kaynak üzerinde irtifak hakkı, bu arazinin malikini suyun alınmasına ve akıtılmasına katlanmakla yükümlü kılar. Bu hak, aksi kararlaştırılmadıkça başkasına devredilebilir ve mirasçıya geçer. Kaynak hakkı, bağımsız nitelikte ve en az 30 yıl için kurulmuş ise tapu kütüğüne taşınmaz olarak kaydedilebilir.” şeklinde düzenlenmiştir.
Maddeden de anlaşıldığı gibi, kaynak irtifakı doğrudan kişiye bağlı olarak kurulabileceği gibi başkalarına devride kararlaştırılabilir. Bağımsız ve daimi hak olarak tesis edildiğinde tapu kütüğüne ayrı bir sayfaya kaydı da mümkündür. Kaynak hakkının kazanılmasına ilişkin kanunda açık bir hüküm olmamakla birlikte eşyaya bağlı diğer irtifakların kazanılması hükümleri uyarınca TMK’nın 780. maddesinden kıyasen yararlanarak taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasına ilişkin hükümlerin uygulanacağı kabul edilmektedir (m. 704/2). Bu durumda kaynak hakkının, resmi şekilde düzenlenecek sözleşme ile tapu siciline tescil ile kazanılması mümkündür.
Gerçekten TMK’nın 756/2 ve 837. maddesinde belirtilen kaynak irtifakına konu olabilecek su özel su olup genel su niteliğindeki yeraltı suyu bu düzenlemelerin dışındadır. Nitekim genel su taşınmaz mülkiyetinin kapsamı içinde kabul edilemez.
Yukarıda açıklanan ilkeler ışığında somut olaya gelince; Mahkemece mahallinde 11.04.2014 tarihinde yapılan keşifte ziraatçı bilirkişi bulundurulmamış, tarafların suya olan ihtiyaçları belirlenmemiştir.
Bu durumda mahkemece suların en az olduğu dönemde jeoloji, fen ve ziraatçı bilirkişi eşliğinde keşif yapılarak tarafların dava konusu suya olan ihtiyaçları ve yararlanabilecekleri başka kaynaklar olup olmadığı araştırılarak tespit edilmeli, dava konusu suyun debisi ölçülmeli, tarafların ihtiyaç durumuna göre gerekirse infaza elverişli su rejimi kurulmalıdır.
Değinilen yönler gözetilmeden, yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/541 K: 2016/8340 T: 12.10.2016
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/8313 K: 2018/7709 T: 13.11.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/672 K: 2014/7456 T: 05.06.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/13993 K: 2018/3773 T: 15.05.2018
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/18539 K: 2017/1658 T: 06.03.2017
Kaynak irtifakı doğrudan kişiye bağlı olarak kurulabileceği gibi başkalarına devri de kararlaştırılabilir. Bağımsız ve daimi hak olarak tesis edildiğinde tapu kütüğüne ayrı bir sayfaya kaydı da mümkündür. Kaynak hakkının kazanılmasına ilişkin kanunda açık bir hüküm olmamakla birlikte eşyaya bağlı diğer irtifakların kazanılması hükümleri uyarınca Türk Medeni Kanununun 780. maddesinden kıyasen yararlanarak taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasına ilişkin hükümlerin uygulanacağı kabul edilmektedir (m.704/2). Bu durumda kaynak hakkının, resmi şekilde düzenlenecek sözleşme ile tapu siciline tescil ile kazanılması mümkündür.
Mahkemece, davanın kabulü ile ziraat bilirkişisinin raporunda belitmiş olduğu şekilde 3 gün davacılara ait 128 parselin, 4 gün davalılara ait 131 parselin sulanması şeklinde su rejimi oluşturulmasına karar vermiştir.
Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gereğince; Arazi üzerindeki mülkiyet, kullanılmasında yarar olduğu ölçüde üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını kapsar. Bu mülkiyetin kapsamına yasal sınırlamalar saklı kalmak üzere yapılar, bitkiler ve kaynaklar da girer.
Bu madde hükmüne paralel olarak düzenlenen Türk Medeni Kanununun 756. maddesi gereğince de; “Kaynaklar, arazinin bütünleyici parçası olup bunların mülkiyeti ancak kaynadıkları arazinin mülkiyeti ile birlikte kazanılabilir. Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak, bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur. Yeraltı suları, kamu yararına ait sulardandır. Arza malik olmak onun altındaki yeraltı sularına da malik olmak sonucunu doğurmaz. Arazi maliklerinin yer altı sularından yararlanma biçimi ve ölçüsüne ilişkin özel kanun hükümleri saklıdır.”
Gerek Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gerekse 756/2. maddesinde sözü edilen kaynaklar, yeraltı sularından farklıdır.
Kaynak, kökeni yeraltı suyu olan tabi ve sürekli olarak yeryüzüne çıkan özel mülkiyete girecek nitelikte özel bir su olup, suni bir şekilde veya ara sıra yeryüzüne çıkan su kaynak niteliğini kazanmaz (…/…/…, … Hukuku, … 1978, s.618). Ayrıca, kaynaktan çıkan suyun yararı kamuya ait bir akarsu oluşturacak kadar bol çıkması halinde kaynak artık özel mülkiyete konu olamaz. Yine, yeraltı suyundan sondaj gibi suni yollarla çıkartılan sulardan yararlanma usulü de 167 sayılı Yeraltı Suları Kanununa tabidir.
Başka bir ifadeyle kaynak suyu kendiliğinden kaynadığı arazinin hudutlarını aşacak debide ise ya da malikinin ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra fazlası varsa genel su kabul edilir ve komşular da yararlanabilir. Bunun yanında kaynak suyu tapulu olmayan araziden (örneğin mera, orman vb) çıkıyorsa suyun debisine bakılmaksızın genel sudur. Bu sudan ise kadim ve öncelik hakkı ihlal edilmemek suretiyle herkes ihtiyacı oranında yararlanabilir.
Özel su ise tapulu taşınmazdan çıkan ve sadece o taşınmazın ve malikinin kişisel ihtiyacını karşılamaya yeterli olan sudur. Arazinin mülkiyetine tabi olan kaynak suyu yani özel su üzerinde, hak sahibi dilediği gibi tasarruf etme yetkisine sahiptir. Bu suyu kendisi kullanabileceği gibi kaynağındaki suyu kullanması hususunda bir başkasına irtifak hakkı da tanıyabilir. Ayrıca mülkiyet hakkına dayanarak kaynağa elatma varsa elatmanın giderilmesi için davalar açmak yetkisi de bulunmaktadır.
Türk Medeni Kanununun 756/2. maddesi gereğince “Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur” hükmü doğrultusunda kaynak hakkı ancak tapuda düzenlenecek resmi senetle tapu malikinin rızası ile kurulabilir.
Yine benzer şekilde Türk Medeni Kanununun 837. maddesi de “Başkasının arazisinde bulunan kaynak üzerinde irtifak hakkı, bu arazinin malikini suyun alınmasına ve akıtılmasına katlanmakla yükümlü kılar. Bu hak, aksi kararlaştırılmadıkça başkasına devredilebilir ve mirasçıya geçer. Kaynak hakkı, bağımsız nitelikte ve en az 30 yıl için kurulmuş ise tapu kütüğüne taşınmaz olarak kaydedilebilir” şeklinde düzenlenmiştir.
Madde hükmünde belirtildiği üzere, kaynak irtifakı doğrudan kişiye bağlı olarak kurulabileceği gibi başkalarına devri de kararlaştırılabilir. Bağımsız ve daimi hak olarak tesis edildiğinde tapu kütüğüne ayrı bir sayfaya kaydı da mümkündür. Kaynak hakkının kazanılmasına ilişkin kanunda açık bir hüküm olmamakla birlikte eşyaya bağlı diğer irtifakların kazanılması hükümleri uyarınca Türk Medeni Kanununun 780. maddesinden kıyasen yararlanarak taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasına ilişkin hükümlerin uygulanacağı kabul edilmektedir (m.704/2). Bu durumda kaynak hakkının, resmi şekilde düzenlenecek sözleşme ile tapu siciline tescil ile kazanılması mümkündür.
Gerçekten Türk Medeni Kanununun 756/2 ve 837. maddesinde belirtilen kaynak irtifakına konu olabilecek su özel su olup genel su niteliğindeki yeraltı suyu bu düzenlemelerin dışındadır. Nitekim genel sular taşınmaz mülkiyetinin kapsamı içinde kabul edilemez.
Somut olaya gelince; hükme esas alınan jeoloji bilirkişi raporunda dava konusu her iki suyun kimyasal kompozisyon olarak benzer olduğunun görüldüğü, bu sonucun her iki su kaynağının da aynı akiferden beslendiğini gösterdiği belirtilmiş; ancak, dava konusu suyun niteliği belirtilmemiştir. Ayrıca ziraat bilirkişi raporunda da su rejiminin nasıl kurulacağı, dava konusu suyu hangi gün kimin nasıl kullanacağı açıkça belirtilmemiştir.
Mahkemece, açıklanan ilkelere uygun bilirkişi raporu alınarak hüküm kurulması gerekirken, eksik ve infaza elverişli olmayan bilirkişi raporlarına dayanılarak karar verilmiş olması doğru görülmemiş, bu sebeple hükmün bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/5715 K: 2013/7588 T: 17.05.2013
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/10626 K: 2015/1500 T: 12.02.2015
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/15050 K: 2017/2076 T: 20.03.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/1521 K: 2015/2472 T: 05.03.2015
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/10626 K: 2015/1500 T: 12.02.2015
Arazinin mülkiyetine tabi olan kaynak suyu bir başka ifadeyle özel su üzerinde, hak sahibi dilediği gibi tasarruf etme yetkisine sahiptir. Bu suyu kendisi kullanabileceği gibi kaynağındaki suyu kullanması hususunda bir başkasına irtifak hakkı da tanıyabilir. Ayrıca mülkiyet hakkına dayanarak kaynağa el atma varsa el atmanın giderilmesi için davalar açmak yetkisi de bulunmaktadır.
Davacı, davalılarla birlikte otuz yıldır dava konusu su kaynağından bahçelerini suladıklarını, havuzlarına kaynaktan bağlanan hortumlarla su gitmekte olduğunu, kendisine ait havuza su aktaran hortumun davalıların taşınmazından geçtiğini, davalıların hortumları kullandırtmamaları nedeniyle sudan yararlanamadığını ileri sürerek suya elatmanın önlenmesini istemiştir.
Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gereğince; Arazi üzerindeki mülkiyet, kullanılmasında yarar olduğu ölçüde üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını kapsar. Bu mülkiyetin kapsamına yasal sınırlamalar saklı kalmak üzere yapılar, bitkiler ve kaynaklar da girer.
Bu madde hükmüne paralel olarak düzenlenen Türk Medeni Kanununun 756. maddesi gereğince de; “Kaynaklar, arazinin bütünleyici parçası olup bunların mülkiyeti ancak kaynadıkları arazinin mülkiyeti ile birlikte kazanılabilir. Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak, bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur. Yeraltı suları, kamu yararına ait sulardandır. Arza malik olmak onun altındaki yeraltı sularına da malik olmak sonucunu doğurmaz. Arazi maliklerinin yer altı sularından yararlanma biçimi ve ölçüsüne ilişkin özel kanun hükümleri saklıdır.”
Gerek Türk Medeni Kanununun 718. maddesi gerekse 756/2. maddesinde sözü edilen kaynaklar, yeraltı sularından farklıdır.
Kaynak, kökeni yeraltı suyu olan tabi ve sürekli olarak yeryüzüne çıkan özel mülkiyete girecek nitelikte özel bir su olup, suni bir şekilde veya ara sıra yeryüzüne çıkan su kaynak niteliğini kazanmaz (Gürsoy/Eren/Cansel, Türk Eşya Hukuku, Ankara 1978, s.618). Ayrıca, kaynaktan çıkan suyun yararı kamuya ait bir akarsu oluşturacak kadar bol çıkması halinde kaynak artık özel mülkiyete konu olamaz. Yine, yeraltı suyundan sondaj gibi suni yollarla çıkartılan sulardan yararlanma usulü de 167 sayılı Yeraltı Suları Kanununa tabidir.
Bir başka ifadeyle kaynak suyu kendiliğinden kaynadığı arazinin hudutlarını aşacak debide ise ya da malikinin ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra fazlası varsa genel su kabul edilir ve komşular da yararlanabilir. Bunun yanında kaynak suyu tapulu olmayan araziden (örneğin mera,orman vb) çıkıyorsa suyun debisine bakılmaksızın genel sudur. Bu sudan ise kadim ve öncelik hakkı ihlal edilmemek suretiyle herkes ihtiyacı oranında yararlanabilir.
Özel su ise tapulu taşınmazdan çıkan ve sadece o taşınmazın ve malikinin kişisel ihtiyacını karşılamaya yeterli olan sudur.
Arazinin mülkiyetine tabi olan kaynak suyu bir başka ifadeyle özel su üzerinde, hak sahibi dilediği gibi tasarruf etme yetkisine sahiptir. Bu suyu kendisi kullanabileceği gibi kaynağındaki suyu kullanması hususunda bir başkasına irtifak hakkı da tanıyabilir. Ayrıca mülkiyet hakkına dayanarak kaynağa el atma varsa el atmanın giderilmesi için davalar açmak yetkisi de bulunmaktadır.
Türk Medeni Kanununun 756/2. maddesi gereğince “Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur” hükmü doğrultusunda kaynak hakkı ancak tapuda düzenlenecek resmi senetle tapu malikinin rızası ile kurulabilir.
Yine benzer şekilde Türk Medeni Kanununun 837. maddesi de “Başkasının arazisinde bulunan kaynak üzerinde irtifak hakkı, bu arazinin malikini suyun alınmasına ve akıtılmasına katlanmakla yükümlü kılar. Bu hak, aksi kararlaştırılmadıkça başkasına devredilebilir ve mirasçıya geçer. Kaynak hakkı, bağımsız nitelikte ve en az 30 yıl için kurulmuş ise tapu kütüğüne taşınmaz olarak kaydedilebilir” şeklinde düzenlenmiştir.
Madde hükmünde belirtildiği üzere, kaynak irtifakı doğrudan kişiye bağlı olarak kurulabileceği gibi başkalarına devri de kararlaştırılabilir. Bağımsız ve daimi hak olarak tesis edildiğinde tapu kütüğüne ayrı bir sayfaya kaydı da mümkündür. Kaynak hakkının kazanılmasına ilişkin kanunda açık bir hüküm olmamakla birlikte eşyaya bağlı diğer irtifakların kazanılması hükümleri uyarınca Türk Medeni Kanununun 780. maddesinden kıyasen yararlanarak taşınmaz mülkiyetinin kazanılmasına ilişkin hükümlerin uygulanacağı kabul edilmektedir (m.704/2). Bu durumda kaynak hakkının, resmi şekilde düzenlenecek sözleşme ile tapu siciline tescil ile kazanılması mümkündür.
Gerçekten Türk Medeni Kanununun 756/2 ve 837. maddesinde belirtilen kaynak irtifakına konu olabilecek su özel su olup genel su niteliğindeki yeraltı suyu bu düzenlemelerin dışındadır. Nitekim genel sular taşınmaz mülkiyetinin kapsamı içinde kabul edilemez.
Yukarıda açıklanan ilkeler ışığında somut olaya gelince; mahkemece öncelikle tarafların çekişmeli kaynaktan sulama yaptıkları taşınmazların ada-parsel no’ları sorularak ve keşifte taraflara ait taşınmazlar açıkça belirlenerek Dairemizin yukarıdaki ilkeleri doğrultusunda bir karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirmeyle davanın husumet yönünden reddi doğru görülmemiş, hükmün bozulmasına karar vermek gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/5715 K: 2013/7588 T: 17.05.2013
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/7829 K: 2018/1369 T: 26.02.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/15050 K: 2017/2076 T: 20.03.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/9814 K: 2015/1156 T: 05.02.2015
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/5715 K: 2013/7588 T: 17.05.2013
Kaynak hakkı, başkasının taşınmazındaki bir kaynağın sularından yararlanmak, başka bir deyişle bir kaynağın sularını almak ve akıtmak yetkisini veren bir “irtifak hakkıdır”. Böyle bir hakkın oluşması için iki koşul aranmaktadır. Birincisi katlandıran taşınmaz maliki ile katlanan taşınmaz maliki arasında irtifak hakkının kurulması konusunda resmi şekilde yapılmış irtifak sözleşmesinin bulunması gerekir. İkinci koşul ise; bu sözleşmenin irtifakın ayni sonuçlarını doğurması için irtifak hakkının tapu kütüğüne tescili şarttır.
Dava, davalının tapulu taşınmazından çıkan ve davalı ile yapılan sözleşme uyarınca kullanılan kaynak suyunun kullanımının engellenmesi nedeni ile oluşan muarazanın önlenmesi ve Türk Medeni Kanununun 761. maddesi gereğince “zorunlu su irtifakı” kurulması istemlerine ilişkindir.
Davacının öncelikli istemi olan muarazanın önlenmesi istemi üzerinde durulacak olursa; Dosya kapsamından davalının 43 ada 1 parsel sayılı taşınmazından çıkan kaynak suyunun Ankara 1. Noterliğinin 16.06.2006 tarihli muvafakat belgesi ile davalının yararlanmasına bırakıldığı anlaşılmaktadır.
Türk Medeni Kanununun 756. maddesi gereğince “Kaynaklar, arazinin bütünleyici parçası olup, bunların mülkiyeti ancak kaynadıkları arazinin mülkiyeti ile birlikte kazanılabilir. Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak, bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil ile kurulur.” Yine aynı kanunun 837. maddesinde “Başkasının arazisinde bulunan kaynak üzerinde irtifak hakkı, bu arazinin malikini suyun alınmasına ve akıtılmasına katlanmakla yükümlü kılar” hükmü yer almaktadır.
Bu yasa maddelerinden anlaşılacağı gibi kaynak hakkı, başkasının taşınmazındaki bir kaynağın sularından yararlanmak, başka bir deyişle bir kaynağın sularını almak ve akıtmak yetkisini veren bir “irtifak hakkıdır”.
Böyle bir hakkın oluşması için iki koşul aranmaktadır. Birincisi katlandıran taşınmaz maliki ile katlanan taşınmaz maliki arasında irtifak hakkının kurulması konusunda TMK’nın 781. maddesi gereğince tapu sicil muhafızı ya da memuru huzurunda resmi şekilde yapılmış “irtifak sözleşmesi’ nin” bulunması gerekir. İkinci koşul ise; bu sözleşmenin irtifakın ayni sonuçlarını doğurması için aynı yasanın 780. maddesine göre irtifak hakkının tapu kütüğüne tescili şarttır. Bu şekilde tescil yapılmadıkça kaynak hakkı iktisap edilemez.
Davada taraflar arasında yukarıda sözü edilen resmi şekilde yapılmış bir irtifak sözleşmesi ve tescil işlemi yapılmadığı anlaşıldığından muvafakat belgesine dayalı olarak yapılan istemin reddine karar verilmesinde bir usulsüzlük bulunmamaktadır.
Ne var ki, davacı bunun yanında su ihtiyacı içinde bulunduğunu belirterek zorunlu su irtifakı kurulmasını da istemiştir.
Türk Medeni Kanununun 744. maddesi uyarınca “Her taşınmaz maliki, uğrayacağı zararın tamamının önceden ödenmesi koşuluyla su yolu, kurutma kanalı, gaz ve benzerlerine ait boruların, elektrik hat ve kablolarının, başka yerden geçirilmesi olanaksız veya aşırı ölçüde masraflı olduğu takdirde, kendi arazisinin altından veya üstünden geçirilmesine katlanmakla yükümlüdür.” Ancak, mecra geçirilmesini düzenleyen 744. maddeyi tek başına düşünmemek, Yasanın “zorunlu su” başlıklı 761. maddesi ile birlikte ele almak gerekir. Bu hüküm de; “Evi, arazisi veya işletmesi için gerekli sudan yoksun olup, bunu aşırı zahmet ve gidere katlanmaksızın başka yoldan sağlayamayan taşınmaz maliki, komşusundan, onun ihtiyacından fazla olan suyu tam bir bedel karşılığında almasını sağlayacak bir irtifak kurulmasını isteyebilir. Zorunlu su irtifakının kurulmasında öncelikle kaynak sahibinin menfaati gözetilir…” şeklindedir.
Zorunlu su mecra irtifakı kurulmasına ilişkin istemlerde; isteği öne süren kişinin zorunlu su mecra hakkı kurulmasına ihtiyacı olup olmadığının saptanması, taşınmazının bu ihtiyacını karşılama olanağı olup olmadığı hususunun açıklığa kavuşturulması, su ihtiyacı varsa bunu kendisinin aşırı zahmet ve gidere katlanarak başka yoldan sağlayıp sağlamayacağının araştırılması, bütün bunların yanında da zorunlu su irtifakı kurulacak kaynak sahibinin menfaatinin gözetilip gözetilmediği hususları üzerinde durulması gerekmektedir. O yüzden bu tür davalarda zorunlu su irtifakı kurulacak güzergâhtaki bütün taşınmaz malikleri ile kaynak sahibi davada taraf olarak yer almalıdır. Çünkü bu tür irtifakın da kesintisizlik ilkesine göre tesisi gerekir. Ayrıca mecranın niteliği, nasıl ve hangi araçlarla geçirileceği de belirlenerek kararda gösterilmelidir.
Diğer taraftan, irtifak hakkının bedeli, taşınmazların niteliğine göre uzman bilirkişiler aracılığı ile objektif kıstaslar esas alınarak saptanmalı ve bedel hükümden önce mahkeme veznesine depo ettirilmelidir.
Bu tür davaların niteliği gereği de, yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır.
Bu hususlar yanında öncelikle belirtilmesi gereken husus, Türk Medeni Kanunu’nun 718. maddesi gereğince kaynakların arazi mülkiyeti kapsamında kaldığıdır.
Benzeri bir hükme “kaynak ve yeraltı suları” başlıklı Türk Medeni Kanunu’nun 756. maddesinde yer verilmiş anılan maddede aynen “kaynaklar, arazinin bütünleyici parçası olup, bunların mülkiyeti ancak kaynadıkları arazinin mülkiyeti ile birlikte kazanılabilir. Başkasının arazisinde bulunan kaynaklar üzerindeki hak, bir irtifak hakkı olarak tapu kütüğüne tescil kurulur. Yeraltı suları, kamu yararına ait sulardandır. Arza malik olmak onun altındaki yeraltı sularına da malik olmak sonucunu doğurmaz. Arazi maliklerinin yer altı sularından yararlanma biçimi ve ölçüsüne ilişkin özel kanun hükümleri saklıdır” düzenlemesi yapılmıştır.
Gerek Türk Medeni Kanunu’nun 718. ve gerekse 756. maddelerinde sözü edilen kaynaklar, yeraltı sularından farklıdır. Bir tanımlama yapmak gerekirse kaynak, kendiliğinden veya insan emeği ile topraktan çıkartılan sudur. Yeraltı sularının menfaati ise umuma ait sulardan olduğundan arazi mülkiyetine tabi değildir. Bunlardan yararlanmanın şekilleri özel kanunlarla gösterilmiştir. Nitekim bu hususta Yer altı Suları Hakkındaki 167 sayılı, Devlet Su İşleri Umum Müdürlüğü Teşkilat ve Vazifeleri Hakkında 6200, Köy İçme Suları Hakkında 7478 sayılı yasalarda ayrıntılı düzenlemeler yapılmıştır. 167 sayılı Yeraltı Suları Kanunu ile 08.08.1961 tarihli tüzükte yeraltı sularından kişilerin faydalanma koşulları da gösterilmiştir. Bundan başka Yargıtay uygulamalarına göre bir araziden bir akarsu meydana getirecek kadar gür olarak su çıkmakta ise bu tür kaynaklar üzerinde de özel mülkiyet söz konusu olamaz.
Açıklanan iki özel durum dışında arazi malikinin arazisinden çıkan kaynağı dilediği gibi kullanmak isterse de kaynak üzerinde başkasına irtifak hakkı tanımak veya tam tersi mülkiyet hakkına dayanarak kaynağa elatma varsa elatmanın giderilmesi için davalar açmak yetkisi bulunmaktadır.
Bu genel açıklamalardan sonra somut olaya gelince; Mahkemece yapılan keşif ve düzenlenen bilirkişi raporu hüküm kurmaya yeterli değildir. Uyuşmazlığın çözümünde davalının maliki olduğu 43 ada 1 sayılı parsel içerisinde bulunan kuyunun yeraltı suyu veya Türk Medeni Kanununun 718. ile 756. maddeleri kapsamında kalan kaynak suyu olup olmadığının öncelikle açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.
Diğer taraftan kanuni (zorunlu) su (kaynak) hakkına ilişkin Türk Medeni Kanununun 761. maddesi hükmünün uygulanabilmesi için anılan Yasanın 760. maddesi hükmünün de gözetilmesi gerekir. Mahkemece zorunlu su irtifakının tesisi için Yasanın öngördüğü koşulların oluşup oluşmadığının da araştırılmadığı görülmüştür.
Bu durumda mahkemece mahallinde yeniden keşif yapılarak, öncelikle davacıların taşınmazının su ihtiyacının varlığı ve bu ihtiyacın kendi imkanları ile (örneğin davacıların kendi taşınmazları içinde sondaj kuyusu açılmak suretiyle) karşılanma imkanı olup olmadığı, su ihtiyacı varsa bunu kendisinin aşırı zahmet ve gidere katlanarak başka yoldan sağlayıp sağlayamayacağı araştırılmalıdır. Bu inceleme ve araştırmalar yanında, fen bilirkişi raporuna göre 43 ada 1 sayılı parselin çap kaydı içerisinde kalan kuyunun niteliğinin yeraltı suyu veya kaynak suyu olup olmadığı da araştırılması, yeraltı suyu olduğu sonucuna ulaşılırsa ancak yukarıda belirtilen özel yasa ve tüzük hükümlerine göre bu sudan yararlanmak mümkün olacağından Türk Medeni Kanununun 718. ile 756. maddeleri kapsamında kalan kaynak suyu olduğu anlaşılır ise, zorunlu su irtifakının kurulmasındaki Yasanın 761.maddesinde aranan şartların oluşup oluşmadığı konusunda ehil bilirkişilerden ayrıntılı ve gerekçeli rapor alınarak Yasanın 744 ve 761. maddelerindeki öngörülen kurallar da göz önünde bulundurularak sonucuna göre bir karar verilmelidir.
Bütün bu yönler bir yana bırakılarak eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/10928 K: 2015/1944 T: 24.02.2015
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/541 K: 2016/8340 T: 12.10.2016
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/5751 K: 2014/6805 T: 23.05.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/7021 K: 2015/6362 T: 09.06.2015
TAŞKIN İNŞAAT YARGITAY KARARLARI
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 1996/11678 K: 21997/13242 T: 28.10.1997
Medeni Yasanın 651. maddesinin uygulanmasını gerektiren olaylarda; maddenin öngördüğü diğer koşullar oluşmuş ve uyuşmazlığında “irtifak hakkı kurulması” yoluyla çözümlenmesi durumu ortaya çıkmış ise; bu durumda da 3194 sayılı Yasanın 16. maddesi hükmü gözetilmelidir.
Devaci tarafından, davalılar aleyhine açılan el atmanın önlenmesi ve yıkım davasında, Yargıtay Birinci Hukuk Dairesi’nin 4.5.1993 gün ve 1992/ 11234 -1993/5881 esas karar sayılı dozma ilamına uyulduktan sonra mahkemece davanın kabulüne dair verilen karar davacı vekili tarafından durusma istemli temyiz edilmekle dosya incelenerek, gereği görüşülüp düşünüldü:
İlk dava, çap kaydına dayalı el atmanın önlenmesi ve yıkım isteğine ilişkindir. Birleştirilen karşılık dava ise, irtifak hakkı tesisine yöneliktir. Mahkemece hükmüne uyulan bozmadan sonra dava tarihindeki zemin bedeli üzerinden davalılar yararına irtifak hakkı tesisine karar verilmiştir.
Hemen belirtmek gerekirki; taşkın yapılarda, sosyal ve ekonomik bir değeri yoketmemek ve yapının bütünlüğünü korumak amacıyla yasa koyucu, Medeni Kanunun 648, 649, 650. maddelerinde öngörülenlerden daha değişik ilkelere ihtiyaç duymuş bu nedenle, 651. madde hükmünü getirmek zorunda kalmıştır. Söz konusu maddeye göre; “(Yanındaki arsaya tecavüz etmiş olan inşaat ve imalat bunları yapan kimsenin o arsa üzerinde ayni bir hakkı varsa, bunlar o kimsenin arsasının mütemmin cüz’ü olur ve tecavüz eden kısmı irtifak hakkı olmak üzere tapu siciline kaydedilir.
Bundan mutazarrır olan arsa sahibi muttali olduğu tarihten itibaren onbeş gün içinde itiraz etmemiş ise inşaat hüsnüniyetle yapıldığı ve icabi hal müsait bulunduğu takdirde inşaatı yapan kimse muhik bir tazminat mukabilinde tecavüz ettiği mahal üzerinde kendisine ayni bir hak verilmesini veya o mahal mülkiyetinin kendisine aidiyetinin tanınmasını isteyebilir.”
Görüldüğü üzere, taşkın yapının korunmasındaki bireysel ve kamusal yarar nedeniyle Medeni Kanunun 619, 644, 648. maddelerinde kabul edilen “üst toprağa bağlıdır” kuralına ayrıcalık getirilmiş, taşkın yapı malikinin komşu taşınmazda inşaat veya irtifak hakkı gibi ayni bir hakkının bulunması halinde taşan kısım, taşılan taşınmazın değil anayapının bulunduğu taşınmazın tamamlayıcı parçası (mütemmim cüz’ü) sayılmış, tecavüz edilen kısım üzerinde yapı maliki yararına irtifak hakkı tanınmıştır. Hemen belirtmek gerekirki, taşkın yapıdan inşaat ve imalattan kasıt, taşınmaza sıkı ve devamlı surette bağlı olan esaslı yapılardır. Diğer bir söyleyişle taşan yapının tamamlayıcı, parça (mütemmim cüz) niteliğinde olması gerekir. Onun, taşınmazın altında veya üstünde yapılması, zeminde veya üstten sınırı aşması arasında madde hükmünü uygulaması açısından hiçbir fark yoktur.
Medeni Kanunun 651. maddesinin uygulanabilmesini haklı gösterecek en önemli koşul, yapı malikinin iyiniyetli olmasıdır. Bu maddede iyiniyetin tanımı yapılmamışsa da, aynı Kanunun 3. maddesinde hükme bağlanan subjektif iyiniyet olduğunda kuşku yoktur. Yapı malikinin kendinden beklenen tüm dikkat ve özeni göstermesine karşın, sınırı aştığını bilmesi veya bilecek durumda olmaması yahut sınırı aşmasında yasaca korunabilecek bir nedenin bulunması onun iyiniyetini gösterir. Yapı yapan kişinin iyiniyetli olmaması aşırı zarar bulunup bulunmadığına bakılmaksızın taşan kısmın yıkılması sonucunu doğuracağından iyiniyet üzerinde önemle durulmalı, olaylar, karineler, tüm taraf delilleri bir arada özenle değerlendirilmelidir. Kural olarak iyiniyetin isbatı 14.2.1951 tarih, 17/1 sayılı İctihadı Birleştirme Kararı uyarınca taşkın yapı malikine ait isede, iyiniyet sav ve savunması def’i olmayıp itiraz niteliği taşıdığından ve kamu düzeni ile ilgili bulunduğundan mahkemece kendiliginden (resen) gözönünde tutulmalıdır. Ancak, komşu taşınmaz malikinin veya o taşınmazda mulkiyetten baska ayni hak sahibi olupta zarar goren kımselerin taşınmaza elatıldığını öğrendikleri tarihten itibaren 15 gün içerisinde itiraz etmeleri, yapı malikinin iyiniyetli sayılması olanağını ortadan kaldırır. İtiraz hiçbir şekle bağlı değildir. Yapının ilerlemesini zararın büyümesini önlemek için konan bu sürenin başlangıcını objektif olarak saptamak, yapının görünebilir hale gelme tarihinden başlatmak, taşırılan taşınma malikinin öğrenmesine engel olan subjektif (öznel) nedenleri dikkate almamak gerekir. Aksine düşünce bu yöndeki yasa koyucunun amacını ortadan kaldırır.
(İcabı halin müsait bulunması) şeklinde açıklanan ikinci koşuldan ise imar durumuna göre ifrazın mümkün olması, ifraz halinde arsa malikinin uğrayacağı zarar ile taşkın yapı malikinin elde edeceği yarar arasında aşırı bir farkın bulunmaması, gibi hususlar anlaşılmalıdır.
Bu iki koşulun varlığı halinde taşkın yapı maliki muhik bir tazminat ödeyeceğini bildirerek açacağı yenilik doğurucu nitelikteki temliken tescil davası ile tecavüzlü kısımın mülkiyetini veya üzerine bir irtifak hakkı kurulmasını istiyebilir. Ayrıca, iyiniyet savunmasının yukarda açıklanan niteliği dikkate alınıp, bu savunma içerisinde temliken tescil isteğinin de bulunduğu kabul edilerek, tescil talebi, ayrı bir davaya gerek olmaksızın açılan davada savunma yoluylada ileri sürülebilir. Esasen bu kuralın uyuşmazlıkların en kısa sürede sağlıklı biçimde cözümlenmesi ve dava ekonomisi yönünden büyük yarar sağlayacağı da kuşkusuzdur. Her davada hakim muhik tazminat olarak salt temlik edilecek arsanın bedelini değil, gerektiğinde taşınmazının bir kısmını terk etmek zorunda kalan malikin özverisini düşunerek uzman bilirkişiden dava tarihine göre devredilen arsa bedeli yanında, geride kalan kısmın uğradığı deger kaybı varsa tasınmaz malikinin otekı zararları gibi konularda da rapor almak suretiyle Medeni Kanunun 4., Borçlar Kanununun 42. maddeleri uyarınca ve aynı zamanda sebepsiz zenginleşmeyi de önleyecek biçimde en uygun bedeli tayin ve takdir etmeli, bu bedel karşılığında tecavüzün şekline, taşkın yapının ve taşınmazların niteliğine göre, taşılan yerine mülkiyetinin devrine veya üzerinde irtifak hakkı kurulmasına karar verilmelidir.
Öte yandan, taşkın yapı ile iki komşu taşınmaz fiilen birleşmekte, iktisadi bir bütün oluşturmaktadır. Olayın bu özelliği itibariyle taşkın yapıya dayanan temliken tescil isteği uygulamada ve bilimsel alanda ortaklaşa kabul edildiği üzere taşınmaza bağlı kişisel hak niteliğindedir. Bu durumda taşınmazların miras yoluyla veya temliken intikal etmesi halinde yeni maliklerde maddede belirtilen haklardan yararlanabildikleri gibi borçlardan da sorumlu tutulurlar.
Somut olaya gelince, yanlar çap komşusudur. Davalılara ait kargir apartmanının 42 m2. sinin davacıların çaplı yerine taşkın yapıldığı sabittir. Ne varki, 3194 sayılı Yasanın 16. maddesi uyarınca irtifak hakkı kurulması yönünden imarca bir sakınca olup olmadığı yerel belediyeden sorulmamıştır. Öte yandan, karşılık davanın açılış tarihindeki irtifak bedeli saptanıp o bedel üzerinden hüküm kurulması gerekirken, ilk davanın açıldığı tarihdeki bedel üzeriden karar verilmesi de doğru değildir. Davacı Bekir’in temyiz itirazları yerindedir. Kabulüyle hükmün açıklanan sebeplerden ötürü HUMK: nun 428. maddesi gereğince (BOZULMASINA), peşin alınan harcın temyiz edene geri verilmesine, 16.5.1997 tarihinde yürürlüğe giden Avukatlık Ücret Tarifesinin 14. maddesi gereğince gelen temyiz eden vekili için 20.000.000 TL. duruşma avukatlık parasının temyiz edilenden alınmasına, 28.10.1997 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2014/17185 K: 2016/5953 T: 11.05.2016
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2014/14482 K: 2016/2164 T: 24.02.2016
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2013/16926 K: 2014/2234 T: 12.02.2014
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2013/17754 K: 2014/2177 T: 11.02.2014
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/1-62 K: 2006/92 T: 22.3.2006
Mülkiyet hakkı çap ile sınırlıdır; basit bir ölçümle davaya konu taşkınlığı öğrenilebilecek durumda olmakla; isteğinde iyiniyetli olduğunu ve temliken tescilin öncelikli koşulunun gerçekleştiğini söyleyebilme olanağı yoktur.
Taraflar arasındaki “temliken tescil-elatmanın önlenmesi” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ç. Asliye 2. Hukuk Mahkemesi’nce davanın kabulüne-birleştirilen davanın reddine dair verilen 12.1.2004 gün ve 2001/850 E: 2004/9 K: sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 16.3.2005 gün ve 2005/13770-2942 sayılı ilamı ile; (…Dava, temliken tescil, birleştirilerek görülen dava ise elatmanın önlenmesi ve yıkım isteklerine ilişkindir.
Mahkemece, temlik davasının kabulüne, elatmanın önlenmesi isteğinin reddine karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; temlik davacısının 3 parsel sayılı taşınmazı üzerindeki mevcut yapı ile birlikte satın almak suretiyle edindiği, komşu 2 parsel sayılı taşınmazın ise kadastro sonucu el atmanın önlenmesi davacılarının miras bırakanı adına kayıtlı bulunduğu; keşifte yapılan uygulama ile de 3 sayılı parseldeki binanın yan duvarının 2 sayılı parsele 2,56 m taşkın olduğu anlaşılmaktadır.
Davacı 3 sayılı parsel maliki, şartların gerçekleştiğinden söz ederek bedeli karşılığı taşkın kısmın ifrazı ile kendi parseline katılması isteğiyle eldeki davayı açmıştır.
Bilindiği üzere; Taşkın yapılarda, sosyal ve ekonomik bir değeri yok etmemek ve yapının bütünlüğünü korumak amacıyla yasa koyucu Medeni Kanunun 722, 723, 724 ncü maddelerinde öngörülenlerden daha değişik ilkelere ihtiyaç duymuş, bu nedenle 725. madde hükmünü getirmek zorunda kalmıştır. Söz konusu maddeye göre “Bir yapının başkasına ait araziye taşırılan kısmı, eğer yapıyı yapan malik taşırılan arazi üzerinde bir irtifak hakkına sahip bulunuyorsa, ona ait taşınmazın bütünleyici parçası olur.”
Böyle bir irtifak hakkı yoksa, zarar gören malik taşmayı öğrendiği tarihten başlayarak onbeş gün içinde itiraz etmediği, aynı zamanda durum ve koşullar da haklı gösterdiği takdirde, taşkın yapıyı iyi niyetle yapan kimse, uygun bir bedel karşılığında taşan kısım için bir irtifak hakkı kurulmasını veya bu kısmın bulunduğu arazi parçasının mülkiyetinin kendisine devredilmesini isteyebilir.
Görüldüğü üzere taşkın yapının korunmasındaki bireysel ve kamusal yarar nedeniyle Medeni Kanunun 684, 718, 722. maddelerinde kabul edilen “üst toprağa bağlıdır” kuralına ayrıcalık getirilmiş taşkın yapı malikinin komşu taşınmazda inşaat veya irtifak hakkı gibi ayni bir hakkının bulunması halinde taşan kısım, taşılan taşınmazın değil, anayapının bulunduğu taşınmazın tamamlayıcı parçası (mütemmim cüz’ü) sayılmış, tecavüz edilen kısım üzerinde yapı maliki yararına irtifak hakkı tanınmıştır. Hemen belirtmek gerekir ki taşkın yapıdan inşaat ve imalattan kasıt, taşınmaza sıkı ve devamlı surette bağlı olan esaslı yapılardır. Diğer bir söyleyişle taşan yapının tamamlayıcı parça “mütemmim cüz” niteliğinde olması gerekir. Onun, taşınmazın altında veya üstünde yapılması zeminde veya üstten sınırı aşması arasında madde hükmünü uygulaması açısından hiçbir fark yoktur.
Medeni Kanunun 725. maddesinin uygulanabilmesini haklı gösterecek en önemli koşul yapı malikinin iyiniyetli olmasıdır. Bu maddede iyi niyetin tanımı yapılmamışsa da aynı kanunun 3. maddesinde hükme bağlanan sübjektif iyiniyet olduğunda kuşku yoktur. Yapı malikinin kendinden beklenen tüm dikkat ve özeni göstermesine karşın, sınırı aştığını bilmesi veya bilecek durumda olmaması yahut sınırı aşmasında yasa korunabilecek bir nedenin bulunması onun iyiniyetini gösterir. Yapı yapan kişinin iyi niyetli olmaması aşırı zarar bulunup bulunmadığına bakılmaksızın taşan kısmın yıkılması sonucunu doğuracağından iyi niyet üzerinde önemli durulmalı, olaylar, karineler, tüm taraf delilleri bir arada özenle değerlendirilmelidir.
Kural olarak iyiniyetin isbatı 14.2.1951 tarih 17/1 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca taşkın yapı malikine ait ise de iyiniyet sav ve savunması defi olmayıp itiraz niteliği taşıdığından ve kamu düzeni ile ilgili bulunduğundan mahkemece kendiliğinden (re’sen) göz önünde tutulmalıdır.Ancak, komşu taşınmaz malikinin veya o taşınmazda mülkiyetten başka ayni hak sahibi olup ta zarar gören kimselerin taşınmaza elatıldığını öğrendikleri tarihten itibaren 15 gün içerisinde itiraz etmeleri, yapı malikinin iyiniyetli sayılması olanağını ortadan kaldırır. İtiraz hiçbir şekle bağlı değildir. Yapının ilerlemesini zararın büyümesini önlemek için konan bu sürenin başlangıcını objektif olarak saptamak, yapının görünebilir hale gelme tarihinden başlatmak, taşırılan taşınmaz malikinin öğrenmesine engel olan subjektif “öznel” nedenleri dikkate almamak gerekir. Aksine düşünce bu yöndeki yasa koyucunun amacını ortadan kaldırır.
“Durum ve koşulların haklı göstermesi” şeklinde açıklanan ikinci koşuldan ise imar durumuna göre ifrazın mümkün olması, ifraz halinde arsa malik inin uğrayacağı zarar ile taşkın yapı malikinin elde edeceği yarar arasında aşırı bir farkın bulunmaması, gibi hususlar anlaşılmalıdır.
Bu iki koşulun varlığı halinde taşkın yapı maliki uygun bir bedel ödeyeceğini bildirerek açacağı yenilik doğurucu nitelikteki temliken tescil davası ile taşkın kısmın mülkiyetini veya üzerine bir irtifak hakkı kurulmasını istiyebilir. Ayrıca, iyiniyet savunmasının yukarda açıklanan niteliği dikkate alınıp, bu savunma içerisinde temliken tescil isteğinin de bulunduğu kabul edilerek, tescil talebi,ayrı bir davaya gerek olmaksızın açılan davada savunma yoluyla da ileri sürülebilir. Esasen bu kuralın uyuşmazlıkların en kısa sürede sağlıklı biçimde çözümlenmesi ve dava ekonomisi yönünden büyük yarar sağlayacağı da kuşkusuzdur. Her davada hakim muhik tazminat (uygun bedel) olarak salt temlik edilecek arsanın bedelini değil,gerektiğinde taşınmazının bir kısmını terk etmek zorunda kalan malikin özverisini düşünerek uzman bilirkişiden dava tarihine göre devredilen arsa bedeli yanında, geride kalan kısmın uğradığı değer kaybı varsa taşınmaz malikinin öteki zararları gibi konularda da rapor almak suretiyle Medeni Kanunun 4, Borçlar Kanunun 42. maddeleri uyarınca ve aynı zamanda sebepsiz zenginleşmeyi de önleyecek biçimde en uygun bedeli tayin ve takdir etmeli, bu bedel karşılığında tecavüzün şekline, taşkın yapının ve taşınmazların niteliğine göre, taşılan yerin mülkiyetinin devrine veya üzerinde irtifak hakkı kurulmasına karar vermelidir.
Öte yandan taşkın yapı ile iki komşu taşınmaz fiilen birleşmekte, iktisadi bir bütün oluşturmaktadır. Olayın bu özelliği itibariyle taşkın yapıya dayanan temliken tescil isteği uygulamada ve bilimsel alanda ortaklaşa kabul edildiği üzere taşınmaza bağlı kişisel hak niteliğindedir. Bu durumda taşınmazların miras yoluyla veya temliken intikal etmesi halinde yeni maliklerde maddede belirtilen haklardan yararlanabildikleri gibi borçlardan da sorumlu tutulurlar.
Somut olayda, temlik davacısı çap satın alan kişidir. Başka bir deyişle taşınmazı kesinleşmiş çap sınırlarına göre edinmiştir. Mülkiyet hakkı çap ile sınırlıdır. Basit bir ölçümle davaya konu taşkınlığı öğrenebilecek durumdadır. Öyle ise isteğinde iyiniyetli olduğunu ve temliken tescilin öncelikli koşulunun gerçekleştiğini söyleyebilme olanağı yoktur.
Hal böyle olunca, asıl davanın reddine, birleştirilen davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı olduğu üzere hüküm kurulması isabetsizdir…)
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve direnme kararının verildiği tarih itibariyle HUMK: 2494 sayılı Yasa ile değişik 438/11. fıkrası hükmü gereğince duruşma isteğinin reddine karar verilip dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
Sonuç: Davalı-Birleştirilen davanın Davacısı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı H.U.M.K:nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, 22.3.2006 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2009/68 K: 2009/149 T: 29.04.2009
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/362 K: 2006/454 T: 21.06.2006
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/63 K: 2006/116 T: 29.03.2006
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/62 K: 2006/92 T: 22.03.2006
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2004/2007 K: 2004/2723 T:05.04.2004
Taşkın inşaatı kendi malzemesi ile yapan kişinin, inşaatın başlangıcından bitimine kadar iyi niyetli olması, diğer bir anlatımla zeminin kendisine ait olduğu, ya da 5.7.1944 tarihli 12/26 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında da belirtildiği gibi mülkiyetin ileride kendisine geçirileceği inancıyla hareket etmesi gereklidir
Davacı vekili tarafımdan, davalılar aleyhine 19.6.1995 gününde verilen dilekçe ile tapu iptali ve tescil istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kısmen kabul ve kısmen reddine dair verilen 16.9.2002 günlü hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı vekili ile davalı O.Ş. ve F.D. vekilleri tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
Yasal ayrıcalıklar dışında, Medeni Kanun’un 618 ve 644/2. maddelerine göre, arazinin mülkiyeti ve buna bağlı olan tasarruf hakkı o arazide kalıcı olmak koşuluyla yapılan şeyleri de kapsar. Bunun ayrıcalıklarından birisi de Medeni Kanun’un 651. maddesinde bu kuralın istisnalarından birisi düzenlenmiş olup, madde hükmü;
“Yanındaki arsaya tecavüz etmiş olan inşaat ve imalat bunları yapan kimsenin o arsa üzerinde ayni bir hakkı varsa, bunlar o kimsenin arsasının mütemmim cüz’ü olur ve tecavüz eden kısmı irtifak hakkı olmak üzere tapu siciline kaydedilir. Bundan mutazarrır olan arsa sahibi muttali olduğu tarihten itibaren on beş gün içinde itiraz etmemiş ise inşaat hüsnüniyetle yapıldığı ve icabi hal müsait bulunduğu taktirde inşaatı yapan kimse muhik bir tazminat mukabilinde tecavüz ettiği mahal üzerinde kendisine ayni bir hak verilmesini veya o mahal mülkiyetinin kendisine aidiyetinin tanınmasını isteyebilir.” şeklindedir.
Böylece, arz ile muhdesat arasındaki bağlantı kesilmiş ve aşağıdaki koşulların oluşması halinde ise, bina sahibine ayrılmaz parça niteliğindeki taşkın yapı için üzerinde bulunduğu taşınmaza malik olabilme olanağı tanınmıştır. Bunun için:
1-Tapuya kayıtlı özel mülkiyete konu bir taşınmaz üzerinde, temelli kalması amacıyla yapılan binanın ayrılmaz parçasının yine tapuda kayıtlı üçüncü kişiye ait taşınmaza taşkın yapılmış olmalıdır.
2-Anılan maddede bina sahibine tanınan bu hak, kişisel hak niteliğinde olup, bina sahibi ve onun külli halefleri tarafından, inşaat yapılırken taşınmazın maliki kim ise ona ya da onun külli haleflerine karşı ileri sürülebilir.
3- Bu inşaatı kendi malzemesi ile yapan kişinin, inşaatın başlangıcından bitimine kadar iyi niyetli olması, diğer bir anlatımla zeminin kendisine ait olduğu, ya da 5.7.1944 tarihli 12/26 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında da belirtildiği gibi mülkiyetin ileride kendisine geçirileceği inancıyla hareket etmesi gereklidir, (sübJektif koşul)
4- Taşkın yapının bulunduğu arazi parçası ana taşınmazdan ifrazının mümkün olması gereklidir.
5-İptale veya irtifak hakkına konu olacak zemin bedelinin arsa sahibine ödenmesine karar verilmeli, önceden ödenmiş bedel var ise bu miktar, ödenecek bedelden mahsup edilmelidir.
Somut olayda; Davacı, 1087 parsel sayılı taşınmazı üzerindeki yapının davalılara ait 1083 parsel sayılı taşınmaza taşkın olduğunu ileri sürerek 743 sayılı Medeni Kanunun’un 651. maddesi uyarınca temliken tescil isteğinde bulunmuştur.
Davalılar, yapının taşkın olduğu 23 metrekarelik kısmın devrine hazır olduklarını, fazlaya ilişkin isteğin ise reddine karar verilmesini istediklerini bildirmişlerdir. Mahkemece, 23 metrekarelik kısım için davanın kabulüne, fazlaya ilişkin isteğin reddine karar verilmiştir. Hükmü davacı vekili ile bir kısım davalılar vekili temyiz etmiştir.
1-Davalılar O.Ş. ve F.D. vekilleri verdikleri cevaplarda karşı temyiz isteğinde bulunmuş iseler de; gerekli temyiz harcını yatırmadıkları ve temyiz defterine kayıt işlemini yaptırmadıklarından adı geçen davalılar vekillerinin usulüne uygun olmayan temyiz dilekçelerinin reddine karar vermek gerekmiştir.
2-Davacı vekilinin temyiz itirazlarına gelince; 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 18/son maddesi “veraset yolu ile intikal eden bu kanun hükümlerine göre şuyulandırılan, kat mülkiyeti kanunu uygulaması tanın ve hayvancılık, turizm, sanayi ve depolama amacı hariç imar planı olmayan yerlerde her türlü yapılaşma amacıyla arsa ve parselleri hisselere ayıracak özel parselasyon planları, satış vaadi sözleşmeleri yapılamaz” hükmünü içermektedir. Mahkemece anılan madde uyarınca inceleme yapılmamıştır. Kamu düzenine ilişkin bulunduğundan bu hususun mahkemece re’sen araştırılması gerekir.
Dava konusu 1083 parsel sayılı taşınmazın imar planı ve Belediye sınırlan dışında bulunduğu gözetilerek İl Bayındırlık ve İskan Müdürlüğünden kabulüne karar verilen 23 metrekarelik alanın bu parselden ifrazı ile 1087 parsel sayılı taşınmaza eklenmesi mümkün olup olmadığı sorularak sonu- cuna göre bir karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ve araştırmaya dayalı olarak yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmediğinden hükmün bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda 2 numaralı bentte yazılı nedenlerle, davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, temyiz harcının istek halinde yatırana iadesine, 5.4.2004 günüde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/557 K: 2015/1135 T: 05.02.2015
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/9193 K: 2015/845 T: 22.01.2015
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/7933 K: 2013/9406 T: 20.06.2013
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2005/7378 K: 2005/9865 T. 15.11.2005
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2005/7378 K: 2005/9865 T. 15.11.2005
Taşkın binanın bulunduğu taşınmaz maliki veya o taşınmazda mülkiyetten başka aynı hak sahibi olup el atmadan zarar gören kimselerin, taşınmaza el atıldığını öğrendikleri tarihten itibaren 15 gün içerisinde itiraz etmeleri, yapı malikinin iyiniyetli sayılması olanağını ortadan kaldırır. Taşkın yapının bulunduğu arazi parçasının davacı adına tescili için, taşkın kısmın ana taşınmazdan ayrılarak müstakil parsel oluşacak veya davacıya ait taşınmazla birleştirilecek şekilde ifrazının mümkün olması gereklidir.
DAVA: Davacı E: vekili tarafından, davalı Y. aleyhine 9.7.2001 gününde verilen dilekçe ile tapulu taşınmaza el atmanın önlenmesi veya temliken tescil ve tazminat, davalı tarafından açılan birleşen davada temliken tescil istenmesi üzerine yapılan muhakeme sonunda; davanın kabulüne dair verilen 1.3.2005 günlü hükmün Yargıtayca duruşmalı olarak incelenmesi davalı-karşı davacı Y.A. vekili tarafından duruşmasız incelemesi ise davacı-karşı davalı vekili tarafından istenilmekle, tayin olunan 15.11.2005 günü için yapılan tebligat üzerine temyiz eden taraflar ve vekilleri gelmedi. Süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR : Davacı E.S., davalı Y.A.’nın kendisine ait 13984 parsel sayılı taşınmazına 22.34 metrekarelik el atmasının olduğunu bu el atmanın yıkım yoluyla giderilemeyeceğini ileri sürerek, tecavüzlü kısmın arsa bedeli karşılığı davalı adına tescilini, mevcut parselin cephesinin daraltılması nedeniyle değer kaybının tazminini ve ecrimisil talep etmiştir.
Birleştirilen davada ise Y.A. Medeni Kanunun 725. maddesi uyarınca taşkın kısmın tapusunun iptali ile adına tescilini talep etmiş, E.S.’nin açtığı davanın ise reddi gerektiğini savunmuştur.
Mahkemece, her iki davanın da kabulüne karar verilmiştir. Hükmü taraflar temyiz etmişlerdir.
İlk dava çaplı taşınmaza el atmanın önlenmesi, kal ve ecrimisil kademeli olarak taşkın yapının bulunduğu yerin davalı adına tescili ve tazminat, birleştirilen dava ise Medeni Kanunun 725. maddesi uyarınca tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir. Öncelikle somut olayda, Medeni Kanunun, 725. maddesi uyarınca tapu iptali tescil davasının koşullarının oluşup oluşmadığının irdelenmesi gerekir.
Yasal ayrıcalıklar dışında, Medeni Kanunun 684/1 ve 718/2 ( Önceki Medeni Kanunun 618, 644/2 ) maddelerine göre, arazinin mülkiyeti ve buna bağlı olan tasarruf hakkı o arazide kalıcı olmak koşuluyla yapılan şeyleri de kapsar. Bunun ayrıcalıklarından birisi de Medeni Kanunun 725. ( Önceki Medeni Kanunun 651. ) maddesinde düzenlenmiş olup, madde hükmü;
“Bir yapının başkasına ait araziye taşılan kısmı, eğer yapıyı yapan malik taşılan arazi üzerinde bir irtifak hakkına sahip bulunuyorsa, ona ait taşınmaz bütünleyici parça olur.
Böyle bir irtifak hakkı yoksa, zarar gören malik taşmayı öğrendiği tarihten başlayarak onbeş gün içinde itiraz etmediği, aynı zamanda durum ve koşullar da haklı gösterdiği takdirde, taşkın yapıyı iyi niyetle yapan kimse uygun bir bedel karşılığında taşan kısım için bir irtifak hakkı kurulmasının veya bu kısmın bulunduğu arazi parçasının kendisine devrini isteyebilir.” şeklindedir.
Böylece arazi ile muhdesat arasındaki bağlantı kesilmiş ve aşağıdaki koşulların oluşması halinde ise, bina sahibine ayrılmaz parça niteliğindeki taşkın yapı için üzerinde bulunduğu taşınmaza malik olabilme olanağı tanınmıştır.
Bunun için: Tapuya kayıtlı özel mülkiyete konu bir taşınmaz üzerinde, temelli kalması amacıyla yapılan binanın ayrılmaz parçasının yine tapuda kayıtlı üçüncü kişiye ait taşınmaza taşkın yapılmış olmalıdır. Anılan maddede bina sahibine tanınan bu hak, kişisel hak niteliğinde olup, bina sahibi ve onun külli halefleri tarafından, inşaat yapılırken taşınmazın maliki kim ise ona ya da onun külli haleflerine karşı ileri sürülebilir.
Bu inşaatı kendi malzemesi ile yapan kişinin, iyi niyetli olması, diğer bir anlatımla zeminin kendisine ait olduğu, ya da 5.7.1944 tarihli 12/26 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında’da belirtildiği gibi mülkiyetin ileride kendisine geçirileceği inancıyla hareket etmesi gereklidir.
14.2.1951 tarih 17/1 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca, iyiniyetin ispatı taşkın yapı malikine ait ise de iyiniyet sav ve savunması defi olmayıp itiraz niteliği taşıdığından ve kamu düzeni ile ilgili bulunduğundan mahkemece kendiliğinden gözönünde tutulmalıdır.
Taşkın binanın bulunduğu taşınmaz maliki veya o taşınmazda “mülkiyetten başka aynı hak sahibi olup el atmadan zarar gören kimselerin, taşınmaza elatıldığını öğrendikleri tarihten itibaren 15 gün içerisinde itiraz etmeleri, yapı malikinin iyiniyetli sayılması olanağını ortadan kaldırır. İtiraz hiçbir şekle bağlı değildir. Yapının ilerlemesini zararın büyümesini önlemek için konan bu sürenin başlangıcını objektif olarak saptamak, yapının görünebilir hale gelme tarihinden başlatmak, taşırılan taşınmaz malikinin öğrenmesine engel olan subjektif ( öznel ) nedenleri dikkate almamak gerekir. Aksine düşünce bu yöndeki yasa koyucunun amacını ortadan kaldırır. (sübjektif koşul)
Taşkın yapının bulunduğu arazi parçasının davacı adına tescili için, taşkın kısmın ana taşınmazdan ayrılarak müstakil parsel oluşacak veya davacıya ait taşınmazla birleştirilecek şekilde ifrazının mümkün olması gereklid
İptale veya irtifak hakkına konu olacak zemin bedelinin arsa sahibine ödenmesine karar verilmeli, önceden ödenmiş bedel var ise bu miktar, ödenecek bedelden mahsup edilmelidir.
Somut olayda; davacı E.S. dava konusu taşınmaza 18.5.1993 tarihinde satın alma yoluyla malik olduğu taşınmaz üzerinde davalı ( birleştirilen davanın davacısı ) Y.A.’ya ait taşkın yapı olduğu sabittir. Bina taşınmaz E.S. tarafından satın alınmadan önce yapılmıştır. Y.A. taşkınlığın imar uygulaması sonucu oluştuğunu ileri sürmektedir. Mahkeme, binayı taşkın yapan Y.A.’nın çaplı yerde bina yaparken gerekli özeni göstermediğini bu nedenle iyiniyetli olmadığı kabul edilmiştir. Ancak, E.S.’den önceki malik ve taşınmaz satın alındıktan sonra da E.S. tarafından taşkın binaya itiraz edilmemesi nedeniyle E.S.’de kötüniyetli kabul edilerek, Medeni Kanun’un 1. maddesi uyarınca çözüm bulunması gerektiği gerekçesiyle her iki dava da kabul edilmiştir.
Öncelikle tarafların kötüniyetli kabul edilmelerine ilişkin mahkeme gerekçelerinin irdelenmesi gerekmektedir. Yukarıda koşulları açıklanan Medeni Kanun’un 725. maddesinde iyiniyetli malzeme sahibine tanınan hak kişisel hak niteliğindedir. Bu kişisel hak da ancak bina yapılırken taşınmazın maliki kim ise ona karşı ileri sürülebilir. Yeni malike karşı bu hak ancak önceki malikle el ve işbirliği yapılarak taşkın yapı sahibini zararlandırma kastı ile hareket etmeleri; veya danışıklı işlem yapmaları halinde olanaklıdır. Taşınmazına taşkın yapı inşa edilen E.S. bina yapıldıktan sonra taşınmazı satın almıştır. Y.A.’nın kişisel hakkını E.S.’ye karşı ileri sürme olanağı yoktur. Kaldı ki, Y.A.’nın çaplı taşınmazına bina yaparken gerekli özeni göstermemesi nedeniyle iyiniyetli kabulü de olanaklı değildir.
Tüm bu açıklamalar birlikte değerlendirildiğinde, Y.A. tarafından açılan davanın yasal koşullarının oluştuğundan söz edilmez.
E.S. tarafından açılan davada ise, taşkın yapının bulunduğu kısmın davalı parseli ile tevhit edilmesi suretiyle ifrazında yasal engel olmadığı da anlaşıldığından E.S.’nin isteminin kabulünde bir usulsüzlük yoktur. Mahkemece, yazılı nedenlerle, davacı E.S.’nin davasının kabulüne, birleşen davanın ise reddine karar vermek gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru değildir.
SONUÇ: Yukarda yazılı nedenlerle: 1- Davalı ( birleşen davanın davacısı ) Y.A.’nın temyiz itirazlarının reddine;2- Davacı E.S.’nin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde yatırana geri verilmesine 15.11.2005 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/557 K: 2015/1135 T: 05.02.2015
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/9193 K: 2015/845 T: 22.01.2015
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/7933 K: 2013/9406 T: 20.06.2013
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2004/2007 K: 2004/2723 T:05.04.2004
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2012/16674 K: 2013/4331 T: 26.03.2013
Komşu taşınmaz malikinin veya o taşınmazda mülkiyetten başka ayni hak sahibi olup ta zarar gören kimselerin taşınmaza elatıldığını öğrendikleri tarihten itibaren 15 gün içerisinde itiraz etmeleri, yapı malikinin iyiniyetli sayılması olanağını ortadan kaldırır. İtiraz hiçbir şekle bağlı değildir.
Dava, el atmanın önlenmesi, yıkım ve tazminat isteklerine ilişkindir. Mahkemece, el atma ve yıkım istemlerinin kabulüne, tazminat isteğinin reddine karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; dava konusu 293 ada 15 sayılı 66,38 m² yüzölçümlü harap dükkan cinsli taşınmazın davacının miras bırakanı olan babası Cihangir Demirci adına kayıtlı olduğu, komşu 293 ada 32 parselin kayden maliki olan davalının çekişmeli taşınmazda kayıttan ve mülkiyetten kaynaklanan bir hakkının bulunmadığı, mahkemece yapılan uygulama sonucu davalının taşınmazına yaptığı binanın 293 ada 15 sayılı taşınmazın fen bilirkişi tarafından düzenlenen krokili raporda A ile işaretlenen 7.23 m² yüzölçümlü kesimine taşkın olduğu, davacının; taşkın yapının yıkımı, taşkın yapı sebebiyle dükkanı yıkıldığında uğradığı zararın tazmini ve davalının haksız el atmasının önlenmesi istekleriyle eldeki davayı açtığı, davalının 29.11.2011 havale tarihli cevap dilekçesi ile savunma yoluyla taşkın kesimin adına tescilini istediği, mahkemece; çekişmeli 293 ada 15 sayılı taşınmazın davacının miras bırakanı adına kayıtlı olmakla iştirak halinde mülkiyetin söz konusu olduğu tazminat davasının tüm mirasçılar tarafından açılması gerektiği, savunma yoluyla da temliken tescil istenemeyeceği gerekçesiyle davacının el atma ve yıkım isteğinin kabulüne, tazminat istemi ile davalının temliken tescil isteğinin reddine karar verildiği anlaşılmaktadır.
Davalı 29.11.2011 havale tarihli cevap dilekçesi ile savunma yoluyla taşkın kesimin adına tescilini istemiş olup somut uyuşmazlıkta Türk Medeni Kanunu’nun 725. maddesinin uygulama yeri bulacağı ve çekişmenin buna göre çözüme kavuşturulacağı kuşkusuzdur. Taşkın yapı maliki ayrı bir davaya gerek olmaksızın aleyhine açılan el atmanın önlenmesi ve yıkım davalarında bu davaların niteliği gereği ayrı bir dava açmaya gerek olmasızın savunma yoluyla temliken tescil isteminde bulunabilir. Esasen bu kural, uyuşmazlıkların en kısa sürede sağlıklı biçimde çözümlenmesi ve dava ekonomisi yönünden büyük yarar sağlamaktadır.
Bilindiği üzere; taşkın yapılarda, sosyal ve ekonomik bir değeri yok etmemek ve yapının bütünlüğünü korumak amacıyla yasa koyucu Medeni Kanunun 722, 723, 724 ncü maddelerinde öngörülenlerden daha değişik ilkelere ihtiyaç duymuş bu nedenle 725. madde hükmünü getirmek zorunda kalmıştır. Söz konusu maddeye göre ” Bir yapının başkasına ait araziye taşırılan kısmı, eğer yapıyı yapan malik taşırılan arazi üzerinde bir irtifak hakkına sahip bulunuyorsa, ona ait taşınmazın bütünleyici parçası olur.”
Böyle bir irtifak hakkı yoksa, zarar gören malik taşmayı öğrendiği tarihten başlayarak onbeş gün içinde itiraz etmediği, aynı zamanda durum ve koşullar da haklı gösterdiği takdirde, taşkın yapıyı iyi niyetle yapan kimse, uygun bir bedel karşılığında taşan kısım için bir irtifak hakkı kurulmasını veya bu kısmın bulunduğu arazi parçasının mülkiyetinin kendisine devredilmesini isteyebilir.
Görüldüğü üzere taşkın yapının korunmasındaki bireysel ve kamusal yarar nedeniyle Medeni Kanunun 684, 718, 722. maddelerinde kabul edilen ” üst toprağa bağlıdır ” kuralına ayrıcalık getirilmiş taşkın yapı malikinin komşu taşınmazda inşaat veya irtifak hakkı gibi ayni bir hakkının bulunması halinde taşan kısım, taşılan taşınmazın değil, anayapının bulunduğu taşınmazın tamamlayıcı parçası ( mütemmim cüz’ü ) sayılmış, tecavüz edilen kısım üzerinde yapı maliki yararına irtifak hakkı tanınmıştır. Hemen belirtmek gerekir ki taşkın yapıdan inşaat ve imalattan kasıt, taşınmaza sıkı ve devamlı surette bağlı olan esaslı yapılardır. Diğer bir söyleyişle taşan yapının tamamlayıcı parça ( mütemmim cüz ) niteliğinde olması gerekir. Onun, taşınmazın altında veya üstünde yapılması zeminde veya üstten sınırı aşması, arasında madde hükmünü uygulaması açısından hiçbir fark yoktur.
Medeni Kanunun 725. maddesinin uygulanabilmesini haklı gösterecek en önemli koşul yapı malikinin iyiniyetli olmasıdır. Bu maddede iyi niyetin tanımı yapılmamışsa da aynı kanunun 3. maddesinde hükme bağlanan subjektif iyiniyet olduğunda kuşku yoktur. Yapı malikinin kendinden beklenen tüm dikkat ve özeni göstermesine karşın, sınırı aştığını bilmesi veya bilecek durumda olmaması yahut sınırı aşmasında yasaca korunabilecek bir nedenin bulunması onun iyiniyetini gösterir. Yapı yapın kişinin iyiniyetli olmaması aşırı zarar bulunup bulunmadığına bakılmaksızın taşan kısmın yıkılması sonucunu doğuracağından iyiniyet üzerinde önemle durulmalı, olaylar, karineler, tüm taraf delilleri bir arada özenle değerlendirilmelidir. Kural olarak iyiniyetin isbatı 14.2.1951 tarih 17/1 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca taşkın yapı malikine ait ise de iyiniyet sav ve savunması def’i olmayıp itiraz niteliği taşıdığından ve kamu düzeni ile ilgili bulunduğundan mahkemece kendiliğinden (re’sen) göz önünde tutulmalıdır.
Ancak, komşu taşınmaz malikinin veya o taşınmazda mülkiyetten başka ayni hak sahibi olup ta zarar gören kimselerin taşınmaza elatıldığını öğrendikleri tarihten itibaren 15 gün içerisinde itiraz etmeleri, yapı malikinin iyiniyetli sayılması olanağını ortadan kaldırır. İtiraz hiçbir şekle bağlı değildir. Yapının ilerlemesini zararın büyümesini önlemek için konan bu sürenin başlangıcını objektif olarak saptamak, yapının görünebilir hale gelme tarihinden başlatmak, taşırılan taşınmaz malikinin öğrenmesine engel olan subjektif (öznel) nedenleri dikkate almamak gerekir. Aksine düşünce bu yöndeki yasa koyucunun amacını ortadan kaldırır. Durum ve koşulların haklı göstermesi şeklinde açıklanan ikinci koşul ise imar durumuna göre ifrazın mümkün olması, ifraz halinde arsa malikinin uğrayacağı zarar ile taşkın yapı malikinin elde edeceği yarar arasında aşırı bir farkın bulunmaması, gibi hususlar olarak anlaşılmalıdır.
Bu iki koşulun varlığı halinde taşkın yapı maliki uygun bir bedel ödeyeceğini bildirerek açacağı yenilik doğurucu nitelikteki temliken tescil davası ile veya savunma yoluyla taşkın kısımın mülkiyetini veya üzerine bir irtifak hakkı kurulmasını isteyebilir.. Her davada hakim muhik tazminat (uygun bedel) olarak salt temlik edilecek arsanın bedelini değil, gerektiğinde taşınmazının bir kısmını terk etmek zorunda kalan malikin özverisini düşünerek uzman bilirkişiden dava tarihine göre devredilen arsa bedeli yanında, geride kalan kısmın uğradığı değer kaybı varsa taşınmaz malikinin öteki zararları gibi konularda da rapor almak suretiyle Medeni Kanunun 4, Türk Borçlar Kanunun 50 (eski 42.) maddeleri uyarınca ve aynı zamanda sebepsiz zenginleşmeyi de önleyecek biçimde en uygun bedeli tayin ve takdir etmeli, bu bedel karşılığında tecavüzün şekline, taşkın yapının ve taşınmazların niteliğine göre, taşılan yerin mülkiyetinin devrine veya üzerinde irtifak hakkı kurulmasına karar vermelidir.
Öte yandan taşkın yapı ile iki komşu taşınmaz fiilen birleşmekte, iktisadi bir bütün oluşturmaktadır. Olayın bu özelliği itibariyle taşkın yapıya dayanan temliken tescil isteği uygulamada ve bilimsel alanda kabul edildiği üzere taşınmaza bağlı kişisel hak niteliğindedir. Bu durumda taşınmazların miras yoluyla veya temliken intikal etmesi halinde yeni maliklerde maddede belirtilen haklardan yararlanabildikleri gibi borçlardan da sorumlu tutulurlar.
Hal böyle olunca, yukarıda açıklandığı üzere davalının temliken tescil isteği yönünden gerekli inceleme, uygulama ve araştırmanın yapılması, sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, yazılı olduğu üzere hüküm kurulması doğru değildir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2014/14482 K: 2016/2164 T: 24.02.2016
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2013/16926 K: 2014/2234 T: 12.02.2014
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2013/17754 K: 2014/2177 T: 11.02.2014
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2013/1058 K: 2013/4933 T: 04.04.2013
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2013/1058 K: 2013/4933 T: 04.04.2013
Bir kimsenin çaplı taşınmaza yapılanmasında iyiniyetli olduğunun kabul edilebilmesi için mutlak surette Belediyeye, Tapu Sicil Müdürlüğüne veya Kadastro Müdürlüğüne yazılı olarak başvurması, oradan görevlendirilecek harita mühendisi veya fen memuru sıfatını taşıyan teknik bilirkişi marifeti ile çap kaydının kapsamının belirlenmesi bu hususlarında belgelendirilmesi zorunludur.
Dava, elatmanın önlenmesi ve yıkım isteğine ilişkindir. Mahkemece, çekişme konusu 918 nolu parselden kaynaklanan müdahale yönünden davanın kabulüne, 923 nolu parselde yeralan ve davacı parseline taşkın olan yapı yönünden ise savunma yoluyla getirilen irtifak hakkı tesisi isteğinin kabulü ile depo edilen bedelin davacıya ödenmesine karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; çekişme konusu 922 parsel sayılı taşınmazın davacı kısıtlı Kemal’e, komşu 918 ve 923 parsel sayılı taşınmazların ise davalıların miras bırakanı Ahmet’e ait olduğu anlaşılmaktadır.
Davacı, davalıların miras bırakanı Ahmet’in taşkın yapılaşmak suretiyle vasisi olduğu Kemal’a ait 922 parsel sayılı taşınmaza müdahale ettiğini, davalıların da duvar yapmak suretiyle tecavüz ettiklerini ileri sürerek elatmanın önlenmesi ve duvarların yıkılmasını istemiş, davalı Ahmet ise, iddiaların doğru olmadığını belirterek, davanın reddini savunmuş, savunma yoluyla da; temliken tescil veya irtifak hakkı tesisine karar verilmesini talep etmiştir.
Hemen belirtilmelidir ki, Türk Medeni Kanununun 724. maddesine dayalı haksız yapılanma sebebiyle temliken tescil isteklerinin müstakil bir davaya konu olması gerektiği halde, Türk Medeni Kanununun 725. maddesinden kaynaklanan taşkın yapı sebebiyle müstakilen temliken tescil davasına konu yapılabileceği gibi taşkın inşaatı yapan kişiye karşı açılan elatmanın önlenmesi ve yıkım istekli davalarda savunma yoluyla da istekte bulunulması olanaklıdır.
Bilindiği üzere; taşkın yapıyla ilgili davaların kabul edilebilmesi Türk Medeni Kanununun 725. maddesi hükmünde öngörülen koşulların gerçekleşmesine bağlıdır. Anılan yasal düzenlemeyle öngörülen koşulların en başında gelen ve öncül koşulu yapılanmada yapı sahibinin iyiniyetli olmasıdır. Şayet yapı sahibi iyiniyetli değil ise, diğer koşulların araştırılmasına ve gerçekleşip gerçekleşmediğinin de irdelenmesine gerek yoktur.
Diğer taraftan bir kimsenin çaplı taşınmaza yapılanmasında iyiniyetli olduğunun kabul edilebilmesi için mutlak surette Belediyeye, Tapu Sicil Müdürlüğüne veya Kadastro Müdürlüğüne yazılı olarak başvurması, oradan görevlendirilecek harita mühendisi veya fen memuru sıfatını taşıyan teknik bilirkişi marifeti ile çap kaydının kapsamının belirlenmesi bu hususlarında belgelendirilmesi zorunludur. Ancak, böylesi bir durumda yapı sahibini iyiniyetli olarak kabul etmek mümkündür. Oysa somut olayda; böyle bir durumun varlığı iddia ve ispat edilmiş değildir.
Hal böyle olunca, 923 parsel üzerinde yer alan ve davacı parseline taşkın olan yapı yönünden de davanın kabulüne, savunma yoluyla getirilen temliken tescil isteği ile irtifak hakkı tesis edilmesine ilişkin talebin reddine karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirmelerle yazılı olduğu üzere hüküm kurulmuş olması doğru değildir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2014/17185 K: 2016/5953 T: 11.05.2016
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2014/14482 K: 2016/2164 T: 24.02.2016
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2013/16926 K: 2014/2234 T: 12.02.2014
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2013/17754 K: 2014/2177 T: 11.02.2014
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/7933 K: 2013/9406 T: 20.06.2013
Taşkın inşaat, taşkın yapı ile iki komşu taşınmazı fiilen birleştirmekte, ekonomik bir bütünlük oluşturmaktadır. Bu özelliğinden dolayı taşkın yapıya dayanan temliken tescil isteği taşınmaza bağlı kişisel hak niteliğindedir. Taşılan arazi malikinin devir borcu eşyaya bağlı bir borç olduğundan inşaat maliki hakkını taşılan arazinin her malikine karşı kullanabilir.
Davacı, 1648 ada 32 ( yeni 354 ada 52 ) parsel sayılı taşınmazda 1978 yılında pay satın aldığını, satın aldığı paya düşen kesime iyiniyetle bina yaptığını, daha sonradan binasının davalılara ait 1648 ada 20 parsel ( yeni 354 ada 51 ) sayılı taşınmaza taşkın olduğunun anlaşıldığı ileri sürerek davalılara ait taşınmazın 400 metrekarelik kesiminin tapusunun iptali ile adına tescilini istemiştir.
Davalılar vekili, dava konusu taşınmazın zilyetlikle iktisap edinilemeyeceğini ve davacının da iyiniyetli olmadığını savunmuştur.
Mahkemece davanın kısmen kabulü ile 21.11.2011 tarihli teknik bilirkişi raporunda A ile işaretli 94,96 metrekarelik kesim ile D ile işaretli 1.56 metrekarelik kesimin davalılara ait parselden ifrazı ile davacı adına tesciline, fazlaya dair istemin reddine karar verilmiştir. Karar, davacı vekili ile bir kısım davalılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Bir davada olayları anlatmak tarafların, hukuki nitelemeyi yapmak ise hakimin görevidir. Dava dilekçesindeki ve yargılamalar sırasında açıklanan isteme göre dava Türk Medeni Kanununun 725. Maddesi hükmüne dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
1-Yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve tüm dosya kapsamına göre davacı vekilinin tüm temyiz itirazları yerinde görülmemiş ve reddi gerekmiştir.
2- Yasal ayrıcalıklar dışında, Türk Medeni Kanununun 684/1 ve 718/2 maddeleri hükümlerine göre, arazinin mülkiyeti ve buna bağlı olan tasarruf hakkı o arazide kalıcı olmak koşuluyla yapılan şeyleri de kapsar. Türk Medeni Kanununun 725. maddesinde bu kuralın istisnalarından birisi düzenlenmiş olup anılan hüküm; “Bir yapının başkasına ait araziye taşırılan kısmı, eğer yapıyı yapan malik taşırılan arazi üzerinde bir irtifak hakkına sahip bulunuyorsa, ona ait taşınmaz bütünleyici parçası olur.
Böyle bir irtifak hakkı yoksa zarar gören malik taşmayı öğrendiği tarihten başlayarak onbeş gün içinde itiraz etmediği, aynı zamanda durum ve koşullar da haklı gösterdiği takdirde, taşkın yapıyı iyi niyetle yapan kimse, uygun bir bedel karşılığında taşan kısım için bir irtifak hakkı kurulmasını veya bu kısmın bulunduğu arazi parçasının mülkiyetinin kendisine devrini isteyebilir” şeklindedir.
Böylece, muhdesatla arasındaki bağlantı kesilmiş bina sahibine aşağıdaki koşulların oluşması halinde ayrılmaz parça niteliğindeki taşkın yapı için üzerinde bulunduğu taşınmaza malik olabilme olanağı tanınmıştır.
Bunun için: 1-Tapuya kayıtlı özel mülkiyete konu bir taşınmaz üzerinde, temelli kalması amacıyla yapılan binanın ayrılmaz parçası yine tapuda kayıtlı üçüncü kişiye ait taşınmaza taşkın yapılmış olmalıdır.
2- Taşkın inşaat, taşkın yapı ile iki komşu taşınmazı fiilen birleştirmekte, ekonomik bir bütünlük oluşturmaktadır. Bu özelliğinden dolayı taşkın yapıya dayanan temliken tescil isteği taşınmaza bağlı kişisel hak niteliğindedir. Taşılan arazi malikinin devir borcu eşyaya bağlı bir borç olduğundan inşaat maliki hakkını taşılan arazinin her malikine karşı kullanabilir. Yeni malikler de Türk Medeni Kanununun 725. maddesinde belirtilen haklardan yararlanabilecekleri gibi borçlardan da sorumlu olur.
3- Bu inşaatı kendi malzemesi ile yapan kişinin iyiniyetli olması, diğer bir anlatımla zeminin kendisine ait olduğu, ya da 5.7.1944 tarihli ve 12/26 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında da belirtildiği gibi mülkiyetin ileride kendisine geçirileceği inancıyla hareket etmesi gereklidir.
14.2.1951 tarihli ve 17/1 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca, iyiniyetin ispatı taşkın yapı malikine ait ise de iyiniyet iddia ve savunması def’i olmayıp itiraz niteliği taşıdığından ve kamu düzeni ile ilgili bulunduğundan mahkemece kendiliğinden göz önünde tutulmalıdır.
Taşkın binanın bulunduğu taşınmaz maliki veya o taşınmazda mülkiyetten başka ayni hak sahibi olup da zarar gören kimselerin, taşınmaza elatıldığını öğrendikleri tarihten itibaren onbeş gün içerisinde itiraz etmeleri, yapı malikinin iyiniyetli sayılması olanağını ortadan kaldırır. İtiraz hiçbir şekle bağlı değildir. Yapının ilerlemesini, zararın büyümesini önlemek için konan bu sürenin başlangıcını objektif olarak saptamak, yapının görünebilir hale gelme tarihinden başlatmak, taşırılan taşınmaz malikinin öğrenmesine engel olan sübjektif (öznel) nedenleri dikkate almamak gerekir. Aksine düşünce bu yöndeki yasa koyucunun amacını ortadan kaldırır. (Sübjektif koşul)
4- Bu tür davalarda üzerinde önemle durulması gereken diğer bir koşul da halin icabından taşkın inşaatın yıkılması gerekip gerekmediğinin saptanmasıdır.
Uygulama ve doktrinde “durum ve koşulların haklı kılması” şeklinde ifade edilen bu şarttan inşaatın yıkılması ile inşaat sahibinin uğrayacağı zarar veya yıkılmaması halinde arsa malikinin arsasının uğrayacağı değer kaybının mukayese edilmesi anlaşılmalıdır. Değer kaybı, sadece taşılan arazinin değerinden ibaret değildir. Bu değerin içinde arazi sahibinin taşılan kısım dışında kalan arazisinin uğrayacağı değer kaybı da vardır. Arsa malikinin arsasının uğrayacağı değer kaybı uzman bilirkişilerden rapor alınmak suretiyle Türk Medeni Kanununun 4., Türk Borçlar Kanununun 50. maddesi uyarınca ve aynı zamanda sebepsiz zenginleşmeyi önleyecek biçimde en uygun şekilde tespit ve takdir edilmeli, önceden ödenen bedel var ise mahsup edilmek suretiyle arsa sahibine ödenmek üzere depo ettirilmelidir.
5-Aranacak diğer bir koşulda taşkın kısmın ana taşınmazdan ayrılarak müstakil parsel oluşturacak şekilde veya ait olduğu taşınmazla birleştirilerek ifrazen tescilinin mümkün olması koşuludur.
Somut olayda; Davacıya ait 1648 ada 32 ( yeni 354 ada 52) parsel sayılı taşınmazın evveliyatının 1648 ada 7 parsel sayılı taşınmaz olduğu, kadastro tespitinin 05.09.1963 tarihinde kesinleştiği, davacının 01.02.1978 tarihinde pay satın almak suretiyle 1980 yılında dava konusu taşkın yapıyı yaptığı, davalılara ait 1648 ada 20 ( yeni 354 ada 51 ) parsel sayılı taşınmazın da kadastro tespitinin 05.09.1963 tarihinde kesinleştiği anlaşılmıştır. Davacı, taşkın yapıyı paydaş olduğu taşınmaz ile davalılara ait taşınmazın kadastro tespiti kesinleşip her iki taşınmaz da çapa bağlandıktan sonra yaptığından davacı yararına sübjektif iyiniyet koşulunun gerçekleştiği, başka bir deyişle zeminin kendisine ait olduğu ya da 5.7.1944 tarihli ve 12/26 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında da belirtildiği gibi mülkiyetin ileride kendisine geçirileceği inancıyla hareket ettiğinden söz edilemez.
Açıklanan bu nedenle somut olayda sübjektif iyiniyet koşulu gerçekleşmediğinden davanın reddine karar vermek gerekirken yazılı gerekçe ile kabulü doğru görülmemiş, bu nedenle kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/557 K: 2015/1135 T: 05.02.2015
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/9193 K: 2015/845 T: 22.01.2015
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2005/7378 K: 2005/9865 T. 15.11.2005
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2004/2007 K: 2004/2723 T:05.04.2004
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/315 K: 2003/323 T: 30.04.2003
Taşkın yapıdan inşaat ve imalattan kasıt, taşınmaza sıkı ve devamlı surette bağlı olan esaslı yapılardır. Diğer bir söyleyişle taşan yapının tamamlayıcı parça (mütemmim cüz) niteliğinde olması gerekir. Onun, taşınmazın altında veya üstünde yapılması zeminde veya üstten sınırı aşması, arasında madde hükmünü uygulaması açısından hiçbir fark yoktur.
Taraflar arasındaki “Elatmanın önlenmesi, Yıkım-Karşı dava Temliken Tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Kırklareli Asliye 1. Hukuk Mahkemesince davanın Reddine-Karşı Davanın Kabulüne dair verilen 14.2.2002 gün ve 2001/480, 2002/54 sayılı kararın incelenmesi Davacı-Karşı Davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 11.6.2002 gün ve 4910-7478 sayılı ilamı ile; (…Davacılar dava konusu 19 parsel sayılı taşınmazın kendilerine ait iken, davalı Ticaret Borsası Başkanlığının, Kırklareli İl İdare Kurulu’na başvurarak, kamulaştırma için kamu yararı bulunduğuna dair karar aldırdığını, buna dayanarak da Kamulaştırma Yasasının 16. maddesi gereğince hükmen adına tescil ettirdiğini, İl İdare Kurulu’nun kararının, İdare Mahkemesinde iptal edilmesine rağmen, davalıca taşınmaz üzerine inşaat yapıldığını, ileri sürerek tapu iptali-tescil, elatmanın önlenilmesi ve yapılan inşaatın yıkımını istemişlerdir.
Davalı Ticaret Borsası Başkanlığı ise, karşı dava ile, iyi niyetli olduklarını, yıkımın fahiş zarar doğuracağını belirterek temliken tescil isteğinde bulunmuştur.
Bilindiği üzere; taşkın yapılarda, sosyal ve ekonomik bir değeri yok etmemek ve yapının bütünlüğünü korumak amacıyla yasa koyucu Medeni Kanunun 722, 723, 724 üncü maddelerinde öngörülenlerden daha değişik ilkelere ihtiyaç duymuş bu nedenle 725. madde hükmünü getirmek zorunda kalmıştır. Söz konusu maddeye göre ” Bir yapının başkasına ait araziye taşırılan kısmı, eğer yapıyı yapan malik taşırılan arazi üzerinde bir irtifak hakkına sahip bulunuyorsa, ona ait taşınmazın bütünleyici parçası olur.”
Böyle bir irtifak hakkı yoksa, zarar gören malik taşmayı öğrendiği tarihten başlayarak onbeş gün içinde itiraz etmediği, aynı zamanda durum ve koşullar da haklı gösterdiği takdirde, taşkın yapıyı iyi niyetle yapan kimse, uygun bir bedel karşılığında taşan kısım için bir irtifak hakkı kurulmasını veya bu kısmın bulunduğu arazi parçasının mülkiyetinin kendisine devredilmesini isteyebilir.
Görüldüğü üzere taşkın yapının korunmasındaki bireysel ve kamusal yarar nedeniyle Medeni Kanunun 684, 718, 722. maddelerinde kabul edilen ” üst toprağa bağlıdır ” kuralına ayrıcalık getirilmiş taşkın yapı malikinin komşu taşınmazda inşaat veya irtifak hakkı gibi ayni bir hakkının bulunması halinde taşan kısım, taşılan taşınmazın değil, ana yapının bulunduğu taşınmazın tamamlayıcı parçası (mütemmim cüz’ü) sayılmış, tecavüz edilen kısım üzerinde yapı maliki yararına irtifak hakkı tanınmıştır. Hemen belirtmek gerekir ki taşkın yapıdan inşaat ve imalattan kasıt, taşınmaza sıkı ve devamlı surette bağlı olan esaslı yapılardır. Diğer bir söyleyişle taşan yapının tamamlayıcı parça (mütemmim cüz) niteliğinde olması gerekir. Onun, taşınmazın altında veya üstünde yapılması zeminde veya üstten sınırı aşması, arasında madde hükmünü uygulaması açısından hiçbir fark yoktur.
Medeni Kanunun 725. maddesinin uygulanabilmesini haklı gösterecek en önemli koşul yapı malikinin iyiniyetli olmasıdır. Bu maddede iyi niyetin tanımı yapılmamışsa da aynı kanunun 3. maddesinde hükme bağlanan sübjektif iyiniyet olduğunda kuşku yoktur. Yapı malikinin kendinden beklenen tüm dikkat ve özeni göstermesine karşın, sınırı aştığını bilmesi veya bilecek durumda olmaması yahut sınırı aşmasında yasa korunabilecek bir nedenin bulunması onun iyiniyetini gösterir. Yapı yapan kişinin iyi niyetli olmaması aşırı zarar bulunup bulunmadığına bakılmaksızın taşan kısmın yıkılması sonucunu doğuracağından, iyi niyet üzerinde önemli durulmalı, olaylar, karineler, tüm taraf delilleri bir arada özenle değerlendirilmelidir.
Kural olarak, iyiniyetin ispatı 14.2.1951 tarih 17/1 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca taşkın yapı malikine ait ise de iyiniyet sav ve savunması defi olmayıp itiraz niteliği taşıdığından ve kamu düzeni ile ilgili bulunduğundan mahkemece kendiliğinden (re’sen) göz önünde tutulmalıdır.
Ancak, komşu taşınmaz malikinin veya o taşınmazda mülkiyetten başka ayni hak sahibi olup ta zarar gören kimselerin taşınmaza elatıldığını öğrendikleri tarihten itibaren 15 gün içerisinde itiraz etmeleri, yapı malikinin iyiniyetli sayılması olanağını ortadan kaldırır. İtiraz hiçbir şekle bağlı değildir. Yapının ilerlemesini zararın büyümesini önlemek için konan bu sürenin başlangıcını objektif olarak saptamak, yapının görünebilir hale gelme tarihinden başlatmak, taşırılan taşınmaz malikinin öğrenmesine engel olan sübjektif (öznel) nedenleri dikkate almamak gerekir. Aksine düşünce bu yöndeki yasa koyucunun amacını ortadan kaldırır.
(Durum ve koşulların haklı göstermesi) şeklinde açıklanan ikinci koşuldan ise imar durumuna göre ifrazın mümkün olması, ifraz halinde arsa malikinin uğrayacağı zarar ile taşkın yapı malikinin elde edeceği yarar arasında aşırı bir farkın bulunmaması, gibi hususlar anlaşılmalıdır.
Bu iki koşulun varlığı halinde taşkın yapı maliki uygun bir bedel ödeyeceğini bildirerek açacağı yenilik doğurucu nitelikteki temliken tescil davası ile taşkın kısmın mülkiyetini veya üzerine bir irtifak hakkı kurulmasını isteyebilir. Ayrıca, iyiniyet savunmasının yukarda açıklanan niteliği dikkate alınıp, bu savunma içerisinde temliken tescil isteğinin de bulunduğu kabul edilerek, tescil talebi, ayrı bir davaya gerek olmaksızın açılan davada savunma yoluyla da ileri sürülebilir. Esasen bu kuralın uyuşmazlıkların en kısa sürede sağlıklı biçimde çözümlenmesi ve dava ekonomisi yönünden büyük yarar sağlayacağı da kuşkusuzdur. Her davada hakim muhik tazminat (uygun bedel) olarak salt temlik edilecek arsanın bedelini değil, gerektiğinde taşınmazının bir kısmım terk etmek zorunda kalan malikin özverisini düşünerek uzman bilirkişiden dava tarihine göre devredilen arsa bedeli yanında, geride kalan kısmın uğradığı değer kaybı varsa taşınmaz malikinin öteki zararları gibi konularda da rapor almak suretiyle Medeni Kanunun 4, Borçlar Kanunun 42. maddeleri uyarınca ve aynı zamanda sebepsiz zenginleşmeyi de önleyecek biçimde, en uygun bedeli tayin ve takdir etmeli, bu bedel karşılığında tecavüzün şekline, taşkın yapının ve taşınmazların niteliğine göre, taşılan yerin mülkiyetinin devrine veya üzerinde irtifak hakkı kurulmasına karar vermelidir.
Öte yandan taşkın yapı ile iki komşu taşınmaz fiilen birleşmekte, iktisadi bir bütün oluşturmaktadır. Olayın bu özelliği itibariyle taşkın yapıya dayanan temliken tescil isteği uygulamada ve bilimse alanda ortaklaşa kabul edildiği üzere taşınmaza bağlı kişisel hak niteliğindedir. Bu durumda taşınmazların miras yoluyla veya temliken intikal etmesi halinde yeni maliklerde maddede belirtilen haklardan yararlanabildikleri gibi borçlardan da sorumlu tutulurlar.
Somut olaya gelince; dava dışı komşu 20 parsel sayılı taşınmaza malik olan davalının, çekişmeli 19 ve dava dışı 18 parsel sayılı taşınmazlar için, kamulaştırılmaya ihtiyaç duyulması nedeni ile, Kırklareli il idare Kurulu’na başvurduğu, İl İdare Kurulunca kamulaştırılmasında kamu yararı olduğuna dair kararın verildiği, davacıların bu kararın iptali için idare Mahkemesinde iptal davası açtıkları, İdare Mahkemesinde iptal davası görülürken, davalının Kamulaştırma Yasasının 17. maddesi gereği mahkemeden tescil istediği, bu isteğin reddine karar verilip, hükmün Yargıtay’ca onandığı, bu kez davalının Kamulaştırma Yasasının 16. maddesi uyarınca tekrar tescil isteğinde bulunduğu, mahkemece tescil davasının kabulüne dair karar verildiği, kararın da Yargıtay’ca onandığı, İdare Mahkemesinde açılan iptal davasının ise reddine karar verildiği, ancak verilen kararın Danıştay’ca bozulması üzerine, İl İdare Kurulu kararının iptal edilip kesinleştiği, davalının İdare Mahkemesinde dava devam ederken adlarına verilen tescil kararından yararlanılmak suretiyle inşaata başladığı, davacıların da eldeki iptal tescil davasını açıp, tedbir kararı aldıkları, buna rağmen davalının inşaata devam ettiği sabittir.
Belirlenen olgular ve toplanan deliller yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde değerlendirildiğinde davalının iyi niyetli olduğundan söz etme olanağı yoktur. Özellikle mülkiyeti belirleyecek idari karar hakkında idare mahkemesinde dava devam ederken Kamulaştırma Yasasının 16. maddesi gereğince dava konusu taşınmazı kendi üzerine tescil ettirmesi kendisini iyi niyetli kılmaz. Kesinleşen iptal hükmüyle birlikte davalı adına yapılan tescil de dayanaksız kalmıştır.
Hal böyle olunca, davacının açtığı iptal tescil, elatmanın önlenilmesi, yıkım davasının kabulüne; karşı davanın ise reddine karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile yazılı olduğu üzere hüküm kurulması doğru değildir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere ve özellikle idari yargıda açılan iptal davasının kabul ile sonuçlanıp kesinleşmesi durumunda, idari işlemle oluşturulan tapunun, ilk tesis tarihinden itibaren geçersiz olacağına, bu itibarla açılan iptal davasının sonuçlanması beklenmesinin gerekmesine, kaldı ki Edirne İdare Mahkemesince verilen iptal davasının reddine ilişkin kararın Danıştay 6. Dairesince “kamulaştırma yetkisi bulunmayan Ticaret borsasının yapacağı kamulaştırma için İl İdare Kurulu tarafından kamu yararı kararı alınmasında ve bu kararın vali tarafından onaylanmasında hukuka uyarlık bulunmadığı” gerekçesi ile, 18.01.2001 tarihinde bozulmasından sonra, 06.03.2001 tarihinde taşınmazların birleştirilip davalı Borsa Başkanlığı adına tescil edilmesinde ve 02.04.2001 tarihinde İnşaat Ruhsatı alınıp inşaata başlanmasında iyiniyetin bulunmamasına göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2009/68 K: 2009/149 T: 29.04.2009
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/362 K: 2006/454 T: 21.06.2006
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/63 K: 2006/116 T: 29.03.2006
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/62 K: 2006/92 T: 22.03.2006
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/586 K: 2005/608 T: 25.10.2005
Arzın bütünleyici parçası olan taşkın yapı üzerinde davalı dışındaki paydaşların da payları oranında mülkiyet hakları bulunduğunun kabulü gerekir. Bu durumda mahkemece yapılması gereken, 10 parselin davalı dışındaki maliklerinin de davaya katılmaların sağlamaktır. Açıklanan nedenle usul ve yasaya aykırı olan direnme kararı bozulmalıdır.
Taraflar arasındaki “Müdahalenin Önlenmesi ve Yıkım” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Üsküdar Asliye 4. Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 15.12.2003 gün ve 955-1137 sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin 28.9.2004 gün ve 37S7-6311 sayılı ilamı ile; (…Davada, mülkiyeti dava dışı Hazineye ait olan ve yararlanması davacı üniversiteye bırakılan 914 ada 11 parsel sayılı taşınmaza davalı elatmasının yıkım suretiyle önlenmesi istenmiştir.
Uyuşmazlık, 30.5.2003 tarihli krokide sarı ile boyanan 6.16 metrekare yüzölçümlü taşkın bölüme ilişkin olup mahkemece istem hüküm altına alınmış, karar davalı tarafından temyiz edilmiştir.
Taşkın bölümünün yıkımı hüküm altına alınan bina 914 ada 10 parsel üzerine yapılmıştır. Tapu kaydına göre, 10 parselde davalı Recep Kış dışında başkaları da paydaştır. Diğer bir anlatımla 10 parsel, paylı mülkiyet hükümlerine tabidir. Paylı mülkiyet rejimine tabi taşınmazda tüm paydaşlar arasında payları karşılığı intifalarına bırakılan kesimleri belirleyen kullanmaya ilişkin geçerliği tartışılamayacağı bağlayıcı bir anlaşmanın varlığı ileri sürülmediğinden, arzın mütemmim cüzi olan yapıda paydaşların taşınmazdaki payları oranında mülkiyet haklarının bulunduğunun kabulü zorunludur. Hal böyle olunca davanın 10 parselin davalı dışındaki maliklerine de yöneltilip katılmaları sağlandıktan sonra çözümü gerekirken, eksik taraf teşkili ile sonuçlandırılması doğru olmamıştır. Karar bu nedenle bozulmalıdır…) Gerekçesiyle bozularak dosya yerine çeri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, elatmanın önlenmesi ve yıkım istemine ilişkindir. A- Davacının isteminin özeti: Davacı vekilleri, dava konusu taşınmazın Maliye Hazinesi adına kayıtlı olup davacı üniversiteye tahsis edildiğini ancak komşu parselin hissedarlarından olan davalının, dava konusu taşınmaza inşaat yapmak suretiyle tecavüz ettiğini ileri sürerek müdahalenin men’ine, muhtesatın kal’ine karar verilmesini talep etmiştir.
B- Davalının esvabının özeti: Davalı vekili, davanın reddini savunmuştur.
C- Yerel Mahkemenin Kararının Özeti: Yerel Mahkemece, davalıya ait binanın davacıya tahsis edilen 11 nolu parsele tecavüzlü bulunduğunun anlaşıldığı, Türk Medeni Kanununun 683 ve 722. maddeleri uyarınca, davalının haksız müdahalesinin yıkım suretiyle önlenebileceği gerekçesiyle “davanın kabulüne” karar verilmiştir.
D- Temyiz Evresi, Bozma ve Direnme; Hüküm, davalı vekilinin temyizi üzerine Özel Dairece yukarıda açıklanan gerekçe ile bozulmuş; yerel mahkemece “Türk Medeni Kanununun 722/son ve 725/2. maddelerinden, kendi malzemesi ile taşkın-yapıyı yapan kimseye karşı arazi malikinin yapının sökülüp kaldırılmasını isteyebileceği anlaşılmaktadır. Davalı yapı maliki taşırılan davacıya ait taşınmaz üzerinde bir irtifak hakkına sahip olmadığına ve iyi niyetli bulunmadığına göre bozma kararı yerinde değildir.” gerekçesi ile kararında direnmiştir.
E- Maddi Olay: Dava konusu 11 parsel, tapuda dava dışı Hazine adına kayıtlı olup davacı üniversiteye tahsis edilmiştir. Parsele taşan bina ise 10 parselin paydaşlarından davalı tarafından kullanılmaktadır.
F- Gerekçe; Türk Medeni Kanunu’nun 688. maddesine göre; paylı mülkiyette birden çok kimse, maddi olarak bölünmüş olmayan bir şeyin tamamına belli paylarla malik olup, paydaşlardan her biri kendi payı bakımından malikin hak ve yükümlülüklerine sahip olur. Kural olarak bir şeye malik olan kimse o şeyin bütünleyici parçalarının da malikidir. Bununla birlikte paydaşlar, kendi aralarında oybirliği ile anlaşarak yararlanma, kullanma ve yönetime ilişkin konularda kanun hükümlerinden farklı bir düzenleme yapabilirler.
Somut olayda, davacıya tahsis edile 11 parsele taşan yapı. 10 parselin paydaşlarından olan davalı tarafından kullanılmakla birlikte 10 parsel sayılı taşınmaz paylı mülkiyet hükümlerine tabi olup tüm paydaşlar arasında kullanıma ilişkin geçerli bir taksim sözleşmesinin yapıldığı ileri sürülmemiştir.
O halde arzın bütünleyici parçası olan taşkın yapı üzerinde davalı dışındaki paydaşların da payları oranında mülkiyet hakları bulunduğunun kabulü gerekir. Bu durumda mahkemece yapılması gereken, 10 parselin davalı dışındaki maliklerinin de davaya katılmaların sağlamaktır. Açıklanan nedenle usul ve yasaya aykırı olan direnme kararı bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2009/68 K: 2009/149 T: 29.04.2009
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/362 K: 2006/454 T: 21.06.2006
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/315 K: 2003/323 T: 30.04.2003
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/1-62 K: 2006/92 T: 22.3.2006
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/62 K: 2006/92 T: 22.03.2006
Taşkın yapı ile iki komşu taşınmaz fiilen birleşmekte, iktisadi bir bütün oluşturmaktadır. Olayın bu özelliği itibariyle taşkın yapıya dayanan temliken tescil isteği uygulamada ve bilimsel alanda ortaklaşa kabul edildiği üzere taşınmaza bağlı kişisel hak niteliğindedir. Bu durumda taşınmazların miras yoluyla veya temliken intikal etmesi halinde yeni maliklerde maddede belirtilen haklardan yararlanabildikleri gibi borçlardan da sorumlu tutulurlar.
Taraflar arasındaki “temliken tescil-elatmanın önlenmesi” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ç. Asliye 2. Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne-birleştirilen davanın reddine dair verilen 12.01.2004 gün ve 2001/850 E. 2004/9 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 16.03.2005 gün ve 2005/13770-2942 sayılı ilamı ile; (…Dava, temliken tescil, birleştirilerek görülen dava ise elatmanın önlenmesi ve yıkım isteklerine ilişkindir.
Mahkemece, temlik davasının kabulüne, elatmanın önlenmesi isteğinin reddine karar verilmiştir. Dosya içeriği ve toplanan delillerden; temlik davacısının 3 parsel sayılı taşınmazı üzerindeki mevcut yapı ile birlikte satın almak suretiyle edindiği, komşu 2 parsel sayılı taşınmazın ise kadastro sonucu elatmanın önlenmesi davacılarının miras bırakanı adına kayıtlı bulunduğu; keşifte yapılan uygulama ile de 3 sayılı parseldeki binanın yan duvarının 2 sayılı parsele 2,56 m taşkın olduğu anlaşılmaktadır.
Davacı 3 sayılı parsel maliki, şartların gerçekleştiğinden söz ederek bedeli karşılığı taşkın kısmın ifrazı ile kendi parseline katılması isteğiyle eldeki davayı açmıştır.
Bilindiği üzere; Taşkın yapılarda, sosyal ve ekonomik bir değeri yok etmemek ve yapının bütünlüğünü korumak amacıyla yasa koyucu Medeni Kanunun 722, 723, 724 üncü maddelerinde öngörülenlerden daha değişik ilkelere ihtiyaç duymuş, bu nedenle 725. madde hükmünü getirmek zorunda kalmıştır. Söz konusu maddeye göre “Bir yapının başkasına ait araziye taşırılan kısmı, eğer yapıyı yapan malik taşırılan arazi üzerinde bir irtifak hakkına sahip bulunuyorsa, ona ait taşınmazın bütünleyici parçası olur.”
Böyle bir irtifak hakkı yoksa, zarar gören malik taşmayı öğrendiği tarihten başlayarak onbeş gün içinde itiraz etmediği, aynı zamanda durum ve koşullar da haklı gösterdiği takdirde, taşkın yapıyı iyi niyetle yapan kimse, uygun bir bedel karşılığında taşan kısım için bir irtifak hakkı kurulmasını veya bu kısmın bulunduğu arazi parçasının mülkiyetinin kendisine devredilmesini isteyebilir.
Görüldüğü üzere taşkın yapının korunmasındaki bireysel ve kamusal yarar nedeniyle Medeni Kanunun 684, 718, 722. maddelerinde kabul edilen “üst toprağa bağlıdır” kuralına ayrıcalık getirilmiş taşkın yapı malikinin komşu taşınmazda inşaat veya irtifak hakkı gibi ayni bir hakkının bulunması halinde taşan kısım, taşılan taşınmazın değil, anayapının bulunduğu taşınmazın tamamlayıcı parçası (mütemmim cüz’ü) sayılmış, tecavüz edilen kısım üzerinde yapı maliki yararına irtifak hakkı tanınmıştır. Hemen belirtmek gerekir ki taşkın yapıdan inşaat ve imalattan kasıt, taşınmaza sıkı ve devamlı surette bağlı olan esaslı yapılardır. Diğer bir söyleyişle taşan yapının tamamlayıcı parça “mütemmim cüz” niteliğinde olması gerekir. Onun, taşınmazın altında veya üstünde yapılması zeminde veya üstten sınırı aşması arasında madde hükmünü uygulaması açısından hiçbir fark yoktur.
Medeni Kanunun 725. maddesinin uygulanabilmesini haklı gösterecek en önemli koşul yapı malikinin iyiniyetli olmasıdır. Bu maddede iyi niyetin tanımı yapılmamışsa da aynı kanunun 3. maddesinde hükme bağlanan sübjektif iyiniyet olduğunda kuşku yoktur. Yapı malikinin kendinden beklenen tüm dikkat ve özeni göstermesine karşın, sınırı aştığını bilmesi veya bilecek durumda olmaması yahut sınırı aşmasında yasa korunabilecek bir nedenin bulunması onun iyiniyetini gösterir. Yapı yapan kişinin iyi niyetli olmaması aşırı zarar bulunup bulunmadığına bakılmaksızın taşan kısmın yıkılması sonucunu doğuracağından iyi niyet üzerinde önemli durulmalı, olaylar, karineler, tüm taraf delilleri bir arada özenle değerlendirilmelidir.
Kural olarak iyiniyetin isbatı 14.2.1951 tarih 17/1 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca taşkın yapı malikine ait ise de iyiniyet sav ve savunması defi olmayıp itiraz niteliği taşıdığından ve kamu düzeni ile ilgili bulunduğundan mahkemece kendiliğinden (re’sen) göz önünde tutulmalıdır. Ancak, komşu taşınmaz malikinin veya o taşınmazda mülkiyetten başka ayni hak sahibi olupta zarar gören kimselerin taşınmaza elatıldığını öğrendikleri tarihten itibaren 15 gün içerisinde itiraz etmeleri, yapı malikinin iyiniyetli sayılması olanağını ortadan kaldırır. İtiraz hiçbir şekle bağlı değildir. Yapının ilerlemesini zararın büyümesini önlemek için konan bu sürenin başlangıcını objektif olarak saptamak, yapının görünebilir hale gelme tarihinden başlatmak, taşırılan taşınmaz malikinin öğrenmesine engel olan subjektif “öznel” nedenleri dikkate almamak gerekir. Aksine düşünce bu yöndeki yasa koyucunun amacını ortadan kaldırır.
“Durum ve koşulların haklı göstermesi” şeklinde açıklanan ikinci koşuldan ise imar durumuna göre ifrazın mümkün olması, ifraz halinde arsa malikinin uğrayacağı zarar ile taşkın yapı malikinin elde edeceği yarar arasında aşırı bir farkın bulunmaması, gibi hususlar anlaşılmalıdır.
Bu iki koşulun varlığı halinde taşkın yapı maliki uygun bir bedel ödeyeceğini bildirerek açacağı yenilik doğurucu nitelikteki temliken tescil davası ile taşkın kısmın mülkiyetini veya üzerine bir irtifak hakkı kurulmasını isteyebilir. Ayrıca, iyiniyet savunmasının yukarda açıklanan niteliği dikkate alınıp, bu savunma içerisinde temliken tescil isteğinin de bulunduğu kabul edilerek, tescil talebi, ayrı bir davaya gerek olmaksızın açılan davada savunma yoluyla da ileri sürülebilir. Esasen bu kuralın uyuşmazlıkların en kısa sürede sağlıklı biçimde çözümlenmesi ve dava ekonomisi yönünden büyük yarar sağlayacağı da kuşkusuzdur. Her davada hakim muhik tazminat (uygun bedel) olarak salt temlik edilecek arsanın bedelini değil, gerektiğinde taşınmazının bir kısmını terk etmek zorunda kalan malikin özverisini düşünerek uzman bilirkişiden dava tarihine göre devredilen arsa bedeli yanında, geride kalan kısmın uğradığı değer kaybı varsa taşınmaz malikinin öteki zararları gibi konularda da rapor almak suretiyle Medeni Kanunun 4, Borçlar Kanunun 42. maddeleri uyarınca ve aynı zamanda sebepsiz zenginleşmeyi de önleyecek biçimde en uygun bedeli tayin ve takdir etmeli, bu bedel karşılığında tecavüzün şekline, taşkın yapının ve taşınmazların niteliğine göre, taşılan yerin mülkiyetinin devrine veya üzerinde irtifak hakkı kurulmasına karar vermelidir.
Öte yandan taşkın yapı ile iki komşu taşınmaz fiilen birleşmekte, iktisadi bir bütün oluşturmaktadır. Olayın bu özelliği itibariyle taşkın yapıya dayanan temliken tescil isteği uygulamada ve bilimsel alanda ortaklaşa kabul edildiği üzere taşınmaza bağlı kişisel hak niteliğindedir. Bu durumda taşınmazların miras yoluyla veya temliken intikal etmesi halinde yeni maliklerde maddede belirtilen haklardan yararlanabildikleri gibi borçlardan da sorumlu tutulurlar.
Somut olayda, temlik davacısı çap satın alan kişidir. Başka bir deyişle taşınmazı kesinleşmiş çap sınırlarına göre edinmiştir. Mülkiyet hakkı çap ile sınırlıdır. Basit bir ölçümle davaya konu taşkınlığı öğrenebilecek durumdadır. Öyle ise isteğinde iyiniyetli olduğunu ve temliken tescilin öncelikli koşulunun gerçekleştiğini söyleyebilme olanağı yoktur.
Hal böyle olunca, asıl davanın reddine, birleştirilen davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı olduğu üzere hüküm kurulması isabetsizdir…)
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve direnme kararının verildiği tarih itibariyle HUMK. 2494 sayılı Yasa ile değişik 438/11. fıkrası hükmü gereğince duruşma isteğinin reddine karar verilip dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2009/68 K: 2009/149 T: 29.04.2009
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/362 K: 2006/454 T: 21.06.2006
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/315 K: 2003/323 T: 30.04.2003
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/1-62 K: 2006/92 T: 22.3.2006
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/63 K: 2006/116 T: 29.03.2006
Medeni Kanunun 725. maddesinde iyiniyetin tanımı yapılmamış ise de, bu maddede deyimini bulan iyiniyet, sübjektif iyiniyettir. Burada kural taşkın yapı sahibinin, tecavüz ettiği taşınmazın başkasının mülkü olduğunu ya da yapısının başkasının arsasına taştığını bilmemesi veya kendinden beklenen tüm dikkat ve özeni göstermesine rağmen bilecek durumda olmamasıdır. Görülüyor ki açıklanan iyiniyet, kusursuz bilgisizlik anlamındadır.
Taraflar arasındaki “meni müdahale ve kal” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Düziçi Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine karşı davacının davasının kabulüne dair verilen 15.6.2004 gün ve 2003/705-2004/401 E.K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 1.Hukuk Dairesinin 4.11.2004 gün ve 12389-12565 sayılı ilamı ile, (…Dava çaplı taşınmaza elatmanın önlenmesi ve yıkım; karşı dava temliken tescil isteklerine ilişkindir. Mahkemece, davanın reddine, karşı davanın kabulüne karar verilmiştir.
Dosya içeriğinden, toplanan delillerden; davalının kayden davacıya ait bulunan 811 parsel sayılı taşınmaza kısmen taşkın inşaat, yapmak kısmen bahçe ve bir bölümünü de yol olarak kullanmak suretiyle elattığı görülmektedir.
Dosyada bulunan kadastral çap kaydında, kada stro tespit tarihi olan 17.4.1978 tarihi itibariyle davalının kendi mülkiyet alanında bulunan muhtesatın belirlendiği, tecavüzlü bir durumun varlığının 3402 Sayılı Kadastro Yasasının 19 uncu maddesi uyarınca tutanaklara yansıtılmadığı anlaşılmaktadır. Öyle ise tecavüzlü durumun kadastro tespiti sonrasında oluştuğu sabittir. Elatmanın haklı ve geçerli bir nedeni bulunduğu da kanıtlanamamıştır. Bu durumda davalının taşkın yapılaşmada iyiniyetli olduğundan sözedilemez.
Hal böyle olunca davanın kabulüne, karşı davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı olduğu şekilde hüküm kurulması isabetsizdir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava elatmanın önlenmesi ve yıkım, karşı dava temliken tescil istemine ilişkindir. Davacı-karşı davalı vekili; tapuda müvekkili adına kayıtlı bulunan 811 numaralı parselin bir bölümüne, davalıya ait komşu 810 parsele inşa edilen binanın taşırıldığını; taşınmazın bir bölümünün de davalı tarafından bahçe olarak kullanıldığını ileri sürerek, davalının el atmasının önlenmesine ve tecavüzlü binanın yıkımına karar verilmesini istemiştir.
Davalı-karşı davacı vekili, müvekkilinin iyi niyetli olup, dava konusu binayı kadastro tespitinden önce inşa ettiğini, kadastro tespiti sırasında yapılan hata nedeniyle binanın tecavüzlü hale geldiğini savunarak davanın reddine karar verilmesini istemiş; imar mevzuatına uygun olarak belirlenecek bölümün muhik bedel karşılığında Türk Medeni Kanunu’nun 724 ve devamı maddeleri uyarınca müvekkili adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
Mahkemenin, “taşkın inşaatın kadastro tespitinden önce yapıldığı ve arsa malikinin inşaata ses çıkarmadığı, bu itibarla inşaatı yapan temliken tescil davacısının iyi niyetli olduğunun anlaşıldığı” gerekçesiyle “elatmanın önlenmesi ve yıkım istemine ilişkin asıl davanın reddine, taşkın inşaat nedeniyle temliken tescil istemine ilişkin karşılık davanın kabulüne” dair verdiği karar, Özel Daire’ce yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuş; Yerel Mahkeme önceki gerekçesini tekrarla direnme kararı vermiştir.
Davacının kayden maliki bulunduğu 811 parsel sayılı taşınmazın bir kısmına davalıya ait 810 numaralı komşu parsele inşa edilen binanın taşırıldığı, uzman bilirkişi raporu ile saptanmıştır.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; temlik davacısının inşaatını davacı taşınmazına tecavüzlü olarak yapmasının iyiniyete dayanıp dayanmadığı noktasında toplanmaktadır.
Türk Medeni Kanunu’nun 725′ inci maddesinin ikinci fıkrasına göre, taşkın inşaat yapanın, bu kısmın bulunduğu arazi parçasının mülkiyetinin kendisine devredilmesini isteyebilmesi için; arsa malikinin süresinde itiraz etmemiş olması, yapı inşa edenin iyiniyetli olması, durumun elverişli bulunması ve uygun bir bedel ödenmesi gerekir.
Bu noktada, yapı sahibi iyiniyetli değil ise, sınırı aşılmış bulunan arsanın maliki taşkın yapıya itiraz etmemiş olsa bile taşkın yapının kaldırılmasını Medeni Kanunun 683. maddesine dayanarak her zaman isteyebilir.
Her ne kadar, Medeni Kanunun 725. maddesinde iyiniyetin tanımı yapılmamış ise de, bu maddede deyimini bulan iyiniyet, sübjektif iyiniyettir. Burada kural taşkın yapı sahibinin, tecavüz ettiği taşınmazın başkasının mülkü olduğunu ya da yapısının başkasının arsasına taştığını bilmemesi veya kendinden beklenen tüm dikkat ve özeni göstermesine rağmen bilecek durumda olmamasıdır. Görülüyor ki açıklanan iyiniyet, kusursuz bilgisizlik anlamındadır.
O halde, yapı inşa edenin iyiniyetli sayılıp sayılmayacağı, olaylar ve tarafların tüm delilleri bir arada incelenip değerlendirilerek, sonuca bağlanmalıdır.
Gerek arsa maliki davacı ve gerekse tanık olarak dinlenen davacının eşi Mehmet Gençoğlu; davalı bina inşa etmek istediği sırada, sınırları ölçtürerek ev yaptırmasını istediklerini ve davalıya, binanın taşırılması halinde yıktıracaklarını ifade ettiklerini, beyan etmişlerdir.
Bu haliyle, temlik davacısı-davalının, inşaata başlamadan önce kendisine düşen bütün dikkat ve özeni göstererek uyuşmazlığa meydan vermeyecek şekilde sınır tespit ettirmesi gerekli iken, yeterli özeni göstermeden dava konusu binayı inşa ettiği anlaşılmaktadır. Taşınmazları birbirinden ayıran sınırı belli edebilmek için gerekli özeni göstermeyen davalının, davacıya ait arsaya tecavüz eden binadan dolayı iyiniyetli sayılması olanaklı değildir.
Hal böyle olunca; Mahkemece, aynı yöne işaret eden ve Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyularak, elatmanın önlenmesi ve yıkım istemine ilişkin asıl davanın kabulüne, temliken tescil istemine ilişkin karşılık davanın reddine karar verilmesi gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2009/68 K: 2009/149 T: 29.04.2009
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/362 K: 2006/454 T: 21.06.2006
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/62 K: 2006/92 T: 22.03.2006
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/586 K: 2005/608 T: 25.10.2005
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/362 K: 2006/454 T: 21.06.2006
Türk Medeni Kanunu’nun 725 (651) maddesinde ifadesini bulan iyiniyet, subjektif iyiniyettir. Burada uygulanması gereken kural, taşkın yapı sahibinin tecavüz ettiği taşınmazın, başkasının mülkü olduğunu yada yapısının başkasının arsasına taştığını bilmemesi veya kendisinden beklenen tüm dikkat ve özeni göstermesine rağmen bilecek durumda olmamasıdır.
Taraflar arasındaki “elatmanın önlenmesi” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Trabzon 2.Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 10.3.2005 gün ve 404-77 sayılı kararın incelenmesi davacılar vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 1.Hukuk Dairesinin 4.7.2005 gün ve 7730-8312 sayılı ilamı ile, (….Dava, çaplı taşınmaza elatmanın önlenmesi ve yıkım isteklerine ilişkindir. Davalı, savunma yoluyla temliken tescil ve irtifak tesisi isteğinde bulunmuştur. Mahkemece, irtifak tesisine karar verilmiştir.
Bilindiği üzere; Başkasının taşınmazına; temelli ve kalıcı nitelikte yapı yapılması durumunda, Medeni Kanunun 684 ve 718 maddelerinin hükümleri gereğince yapı üzerinde veya altında bulunduğu taşınmazın tamamlayıcı parçası (mütemmim cüzü) haline geleceğinden ana taşınmazın mülkiyetine tabi olur. Yasa koyucu bu konumdaki taşınmaz maliki ile yapıyı yapan kişi arasındaki ilişkiyi genel hükümlere bırakmamış Medeni Kanunun 722, 723, 724 maddelerinin özel hükümleri ile düzenlemeyi uygun bulmuştur.
Bir kimse kendi malzemesi ile başkasının taşınmazına sürekli, esaslı ve tamamlayıcı (mütemmim cüz) nitelikte yapı yapmışsa ve (Medeni Kanunun 724 maddesine göre), “yapının değeri açıkça arazinin değerinden fazlaysa iyiniyetli taraf uygun bir bedel karşısında yapının ve arazinin tamamının veya yeterli bir kısmının mülkiyetinin malzeme sahibine verilmesini isteyebilir.” “Söz konusu madde hükmünden açıkça anlaşıldığı üzere taşınmazın mülkiyetinin yapı malikine verilebilmesi için öncelikli koşul iyi inançtır. Öngörülen iyi inancın Medeni Kanunun 3. maddesinde hükme bağlanan sübjektif iyi inanç olduğunda kuşku yoktur. Bu kural, elattığı taşınmazın başkasının mülkü olduğunu bilmemesini veya beklenen tüm dikkat ve özeni göstermesine karşın bilecek durumda olmamasını; yada yapı yapmakta haklı bir sebebin bulunmasını ifade eder. Böyle bir davada iyi inançlı olduğunu iddia eden kişinin 14.2.1951 tarih 17/1 sayılı İçtihatları Birleştirme Kararında belirtildiği gibi bu iddiasını ispat etmesi gerekir. İkinci koşul ise, yapı kıymetinin taşınmazın değerinden açıkça fazla olmasıdır. Bu koşul, dava gününe ve objektif esaslara göre saptanmalı fazlalık ilk bakışta kolayca anlaşılmalıdır. Üçüncü koşul olarak ta yapıyı yapan, taşınmaz malikine uygun bir bedel ödemelidir. Uygun bedel genellikle yapı için lazım olan arsa miktarının dava tarihindeki gerçek değeri olarak kabul edilmekte ise de büyük bir taşınmazın bir kısmının devri gerektiğinde geri kalan kısmın bedelinde meydana gelecek noksanlıklar, varsa taşınmaza bağlı öteki zararlar gözönünde bulundurularak bu bedelin aşılması hak ve nesafet kuralı gereğidir. Hemen belirtmek gerekir ki, temliken tescil isteme hakkı ancak, yapı yapıldığı sıradaki taşınmazın maliki olan kişiye karşı açılacak davada ileri sürülebilecek bir kişisel hak olup, yenilik doğurucu bu dava sonunda verilen kararın kesinleşmesinden sonra ayni hakka dönüşebilir.
Öte yandan, Medeni Kanunun 722. maddesi taşınmaz malikine rızası olmaksızın yapılmış ve yıkımı aşırı zarar doğurmayan yapının yıkımını isteme hakkı tanımış, yıkım masrafının yapı malikine ait olacağını hükme bağlamıştır. Ne var ki, yasada aşırı zarar kavramı tanımlanmadığından yasa koyucunun bu yöndeki asıl amacının gözönünde tutulmasında yarar vardır. Değinilen maddenin düzenlemesine yol açan asıl neden, meydana getirilen yapının korunmasındaki mevcut olan genel iktisadi yarardır. Diğer bir söyleyişle yapının yıkımı halinde dava tarihine göre objektif ölçüler içerisinde tespit edilecek zararın çok fazla olması aşırı zararın varlığını gösterir. Bununla birlikte gerektiğinde özel ve teknik hususlarda uzman bilirkişilerin bilgisine başvurulmak suretiyle taşınmaz sahibinin o yapıdan yararlanma derecesi arsanın bütünlüğünün bozulup bozulmaması taşınmazın değerinde doğacak noksanlık gibi sübjektif olgularda dikkate alınmalıdır.
Aşırı zarar doğması sebebiyle yapı yıkılamadığı takdirde taşınmaz malikinin mamelekinde sebepsiz bir zenginleşme meydana geleceğinden, taşınmaz malikinin malzeme malikine (muhik) bir tazminat vermesi gerektiği, malzeme maliki iyi niyetli değilse tazminat miktarının, levazımın en az kıymetini geçemeyeceği, aynı yasanın 723. maddesinde belirtilmiştir.
Bu durumda, 4.3.1953 tarih 10/3 sayılı İçtihatları Birleştirme Kararının gerekçesinde benimsenen ve uygulamada kararlılık kazanmış ilke uyarınca aşırı zarar nedeniyle yapı yıkılamıyorsa, iyi veya kötü niyete göre, haklı (muhik) tazminat veya en az levazım bedelini ödeyip ödemeyeceği, arsa malikinden sorulmalı, kabul ettiği takdirde bu bedel karşılığı yapının taşınmaz malikine aidiyetine karar verilmeli, aksi halde yıkım isteği reddedilmelidir. Maddedeki (muhik tazminat) sözcüğünden salt inşaat bedeli değil olayın özelliğine göre, Medeni Kanunun 4. maddesinden aldığı yetkiye dayanarak hakimin takdir edeceği en uygun bedel (asgari levazım bedeli) ise, taşınmaz maliki yönünden yapının sübjektif (öznel) olarak taşıdığı değer anlaşılmalıdır.
Yukarda ilkeleri açıklandığı üzere taşkın bölüme isabet eden yer üzerinde irtifak hakkı kurulabilmesinin de açıklanan ilkeler gözetilmek suretiyle mümkün olduğu düşünülmelidir. Diğer taraftan, yasada değinilen hal ve şartların uygunluğu kapsamında görülen ifraz kabiliyeti yönünden belirlemenin idarelerce yapılması gerekeceği de kuşkusuzdur. Bu bakımdan dosyada mevcut il idare kurulunun 4.1.2005 tarihli kararının 3194 sayılı Yasanın 15. ve 16. maddeleri kapsamında kabul edilmesi zorunludur.
Hal böyle olunca, ifrazı mümkün olmayan yer yönünden taşkın yapının yıkımı suretiyle elatmanın önlenmesine karar verilmesi gerekirken hükümde yazılan gerekçelerle karar verilmiş olması doğru değildir. Davacıların temyiz itirazları yerindedir…..) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararın süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, çaplı taşınmaza elatmanın önlenmesi ve yıkım isteğine ilişkindir. Davacı, davalının inşaat yapmak ve yol geçirmek suretiyle vaki el atmasının önlenmesini istemiş; davalı davanın reddini cevaben bildirmiş; uygun bir bedel karşılığında taşan kısmın mülkiyetinin adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir. Mahkemece davalı yararına irtifak tesisine ilişkin olarak verilen hüküm, Özel Dairece, yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuştur.
Türk Medeni Kanunu’nun 725 (651) maddesinde ifadesini bulan iyiniyet, subjektif iyiniyettir. Burada uygulanması gereken kural, taşkın yapı sahibinin tecavüz ettiği taşınmazın, başkasının mülkü olduğunu yada yapısının başkasının arsasına taştığını bilmemesi veya kendisinden beklenen tüm dikkat ve özeni göstermesine rağmen bilecek durumda olmamasıdır.
Dosyadaki bilgi ve belgelere göre somut olayda davalı, kadastro gören yerde, iyiniyet iddiasını ispat edememiş; İl İdare Kurulu’nca da ifrazın mümkün olmadığı bildirilmiştir. Bu durumda, taşkın yapının yıkımı suretiyle elatmanın önlenmesine karar verilmelidir.
Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2009/68 K: 2009/149 T: 29.04.2009
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/63 K: 2006/116 T: 29.03.2006
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/315 K: 2003/323 T: 30.04.2003
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/1-62 K: 2006/92 T: 22.3.2006
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2009/68 K: 2009/149 T: 29.04.2009
Bilindiği üzere, Türk Medeni Kanunu’nun 719 md.sine göre “…Taşınmazın sınırları, tapu planları ve arz üzerindeki sınır işaretleriyle belirlenir.” Davalılar taşınmazları kadastrodan sonra, yani çapa bağlandıktan sonra edindiklerine göre, davalıların iyi niyetli olduklarının kabulü mümkün değildir.
Taraflar arasındaki “El atmanın önlenmesi, yıkım, ecrimisil ve temliken tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Bolu 1.Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 4.12.2007 gün ve 2002/439-2007/346 sayılı kararın incelenmesi taraf vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 14.H.D.nin 26.6.2008 tarih ve 2008/6440-8437 sayılı ilamı ile (…Davacılar, çapa bağlı 12 parsel sayılı taşınmazın malikleri olduğunu, 13 parsel sayılı taşınmaz maliki B. ile 19 parsel sayılı taşınmazın maliki davalı M.’nin taşkın yapı yaparak taşınmazlarına elattığını, elatmanın önlenmesini, taşkın yapıların kal’ini ve ecrimisil ödetilmesini istemiştir.
Mahkemece, bilirkişinin 06.08.2003 tarihli krokisinde; kırmızı boyalı ve “A” harfiyle gösterilen yapının taşkın kısmı olan 26 m2 yüz ölçümlü yerde 19 parsel sayılı taşınmaz lehine irtifak hakkı tesisine, bunun dışında 16 m2’lik kısma davalı Mehmet Kemal Ünlü’nün müdahalesinin men’ine, depo edilen bedelin davacılara ödenmesine, 857.54 YTL. ecrimisilin faizi ile birlikte davalı Mehmet Kemal Ünlü’den alınmasına, aynı krokide, yeşil ile boyalı ve “B” harfi ile gösterilen üzerinde taşkın yapı bulunan 21.47 ve 6 m2 yüz ölçümündeki yerde 13 parsel lehine irtifak hakkı tesisine, üzerinde bina bulunmayan bölüme davalı Battal Türksever’in yaptığı müdahalenin men’ine, 1.040.00 YTL. ecrimisilin davalı Battal’dan alınarak davacılara ödenmesine, karşılık davacı Battal Türksever’in açtığı tescil davasının reddine karar verilmiştir.
1- Dosyada yer alan bilgi ve belgelerden 12 parsel sayılı taşınmazın davacıya, 13 parsel olanının davalı ve karşı davacı Battal’a, 19 parselin ise diğer davalı M.K.Ü.’ye ait olduğu, bilirkişi krokisine göre, davacıların çapa dayalı mülkiyetindeki 12 parselin “B” harfiyle gösterilen bölümüne davalılardan B.’nin kısmen inşaat yaparak elattığı, “A” harfiyle gösterilen yerde ise diğer davalı M.K.Ü.’nün taşkın inşaatı bulunduğu anlaşılmaktadır. Kuşkusuz, mülkiyet hakkı sahibi davacılar TMK.nun 683. maddesinden yararlanarak malına haksız elatan kişilerin elatmalarının önlenmesini isteyebilir. Ne var ki, yasanın 725. maddesi “…durum ve koşullarda haklı gösterdiği takdirde taşkın yapıyı iyiniyetle yapan kimse uygun bir bedel karşılığında taşan kısım için bir irtifak hakkı kurulmasını veya bu kısmın bulunduğu arazi parçasının mülkiyetinin kendisine devredilmesini isteyebilir.” hükmünü içermektedir. Görülüyor ki, Türk Medeni Kanunu’nun 725. maddesi ile kendi malzemesi ile yapı yaparak ve ancak yapıyı başkasının arazisi üzerine taşıran kimseye iyiniyetli olması aynı zamanda durum ve koşullarda onu haklı göstermesi halinde ya taşan kısım için bir irtifak hakkı kurulması veya bu kısmın bulunduğu arazi parçasının mülkiyetinin kendisine devredilmesi yetkisi tanımıştır. Eldeki asıl ve birleştirilen davanın ortaya konan bu yasal çerçevede incelenip değerlendirilmesi gerekir.
Kendi malzemesi ile başkasına ait taşınmaz üzerine taşkın yapı yapan malzeme sahibinin Türk Medeni Kanunu’nun 725. maddesinden yararlanmasında aranan en önemli koşul, malzeme sahibinin iyiniyetli olmasıdır. Taşkın inşaat sahibinde aranan iyiniyet koşulu Türk Medeni Kanunu’nun 3. maddesinde düzenlenen anlamda bir iyiniyettir. Taşmış olduğu arazinin kendisine ait olmadığını bilen veya bilmek durumunda olan kişi iyiniyet iddiasında bulunamaz. Diğer taraftan, mülkiyet hakkı sahibinin, malik olmasından dolayı kullanacağı haklar hak düşürücü süre veya zamanaşımına bağlı değildir. Malik Türk Medeni Kanunu’nun 683. maddesinin kendisine tanıdığı dava hakkını bir süreye bağlı olmaksızın her zaman kullanabilir.
Somut olayda; incelenen kayıt örneklerine göre, 13 parsel maliki taşkın yapı sahibi Battal’ın taşınmazı 14.02.1975 tarihinde çapa bağlandıktan sonra, Mehmet Kemal Ünlü’nün ise 13.04.1984 ve 22.11.1985 tarihlerinde yine çapa, bağlandıktan sonra satın aldıkları anlaşılmaktadır. Türk Medeni Kanunu’nun 719. maddesine göre satın aldıkları taşınmazın sınırları çapı ile belirlenir. Karşı davacı 13 parsel maliki Battal, çap satın aldığından sınırları dışındaki taşkın yapıda iyiniyet iddiasında bulunamaz. İyiniyet koşulu bulunmadığından karşı davacı Battal tarafından açılan dava reddedilmelidir.
Kabule göre de; Davalı ve karşı davacı Battal Türksever, 14.10.2002 tarihli dilekçesinde Türk Medeni Kanunu’nun 725. maddesine dayanarak temliken tescil isteminde bulunmuştur. Karşı davacının irtifak hakkı tesisine ilişkin talep ve davası yoktur.
Davalılardan Mehmet Kemal Ünlü’nün ise, ne temliken tescil, ne de irtifak hakkı tesisine ilişkin birleştirilen veya karşı davası yoktur. Usulünce açılmış bir dava bulunmadığından savunma yoluyla mahkeme önüne getirilen bu hususta dava varmış gibi yararına irtifak hakkı tesisi HUMK.nun 72 ve 74. maddelerine aykırı olmuştur.
Bunların dışında, Türk Medeni Kanunu’nun taşkın yapılara ilişkin 725. maddesinin 2.fıkrası taşkın yapı sahibine ya taşan kısım için bir irtifak hakkı kurulması veya bu kısmın bulunduğu arazi parçasının mülkiyetinin kendisine devredilmesi yetkisi tanımıştır. Buradaki hak, seçimlik hak olduğundan inşaat sahibi muhik bir bedel ödeyerek dilerse tecavüz edilen kısım üzerinde lehine ayni bir hak kurulmasının, dilerse o kısım mülkiyetinin kendisine verilmesini isteyebilir. Mahkeme de kullanılan seçimlik hakkına göre bir karar vermek zorundadır. Olayda, karşı davacı Battal’ın irtifak hakkı tesisine ilişkin bir talebi yokken, diğer davalı Mehmet Kemal Ünlü’nün ise bu konuda davası yokken yararlarına irtifak hakkı tesisi doğru olmamıştır. Ayrıca, irtifak hakkı bedeli olarak saptanan 20.120.50 YTL. depo ettirilmeksizin karar kurulması da yanlıştır.
2- Yukarıdaki bozma nedenine göre, karşı davacı ile davalının temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesi gerekmemiştir…) gerekçesi ile bozularak, dosya yerel mahkemesine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, çaplı taşınmaza el atmanın önlenmesi, taşkın binaların yıkımı ve ecrimisil istemine; karşı dava ise, temliken tescil isteğine ilişkindir.
Davacılar, 12 parsel sayılı taşınmazın miras bırakanları adına kayıtlı olduğunu, davalılara ait 13 ve 19 parsel sayılı taşınmazlarda bulunan yapıların taşınmazlarına taşkın olduğunu ileri sürerek, el atmanın önlenmesi, yıkım ve ecrimisile karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalılardan Battal Türksever, karşı davası ile iyi niyetli olduğunu taşkın kısmın adına tescilini istemiş;diğer davalı ise kadastronun 50-60 yıl önce yapıldığını, iyi niyetli olduğunu bildirerek, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davalılara ait yapıların davacılara ait taşınmaza taşkın olduğu, ifrazın mümkün olmadığı, davalıların iyi niyetli olduğu gerekçesi ile taşkın yapılar nedeniyle davalılar lehine irtifak hakkı tesisine; yapı bulunmayan kısımlarla ilgili asıl davanın kabulüne karar verilmiştir.
Türk Medeni Kanunu’nun 725. md.si; “…Zarar gören malik taşmayı öğrendiği tarihten başlayarak onbeş gün içinde itiraz etmediği, aynı zamanda durum ve koşullar da haklı gösterdiği takdirde, taşkın yapıyı iyiniyetle yapan kimse, uygun bir bedel karşılığında taşan kısım için bir irtifak hakkı kurulmasını veya bu kısmın bulunduğu arazi parçasının mülkiyetinin kendisine devredilmesini isteyebilir.” hükmünü düzenlemektedir. Buna göre temliken tescil koşullarının oluşması için, taşkın yapı sahiplerinin iyi niyetli olmasının yanı sıra, durum ve koşulların da haklı göstermesi gerekmektedir.
Somut olayda; 19 parsel sayılı taşınmazın kadastro tespitinin, ilk 27.11.1941 tarihinde yapıldığı, taşınmazın davalı Mehmet Kemal Ünlü tarafından 23/24 payının bakım akti ile 13.4.1984’te; 1/24 payının da satış ile 22.11.1985’te edinildiği; yine 13 parsel sayılı taşınmazın kadastro tespitinin 26.9.1953 tarihinde yapılıp, davalı Battal Türksever adına satışla 14.2.1975’te tescil edildiği dosya içerisindeki belgelerden anlaşılmaktadır. Teknik bilirkişiler tarafından düzenlenen rapor ve krokide; 19 parsel sayılı taşınmazdaki 7.486.500.000 TL değerindeki yapı ile 13 parsel sayılı taşınmazın kuzeyinde yer alan 1.978.400.000 TL değerindeki yapının kadastrodan sonra yapıldığı,13 parsel sayılı taşınmazın güneyinde yer alan 6.808.500.000 TL değerindeki yapının ise kadastro sırasında mevcut olduğu bildirilmektedir. Davacının taşınmazının değerinin 68.000 YTL olduğu da bilirkişilerce belirlenmiştir.Yapı değerleri dikkate alındığında yıkımın aşırı zarar doğuracağından söz edilemez.
Bilindiği üzere, Türk Medeni Kanunu’nun 719 md.sine göre “…Taşınmazın sınırları, tapu planları ve arz üzerindeki sınır işaretleriyle belirlenir.” Davalılar taşınmazları kadastrodan sonra, yani çapa bağlandıktan sonra edindiklerine göre, davalıların iyi niyetli olduklarının kabulü mümkün değildir.
Öte yandan davalılara ait yapıların değeri iyi niyetli olmadıkları ve taşınmazların ifrazının mümkün olmayışı da göz önünde bulundurulduğunda, temliken tescil isteminin Türk Medeni Kanununun 725. maddesine uygun olduğu söylenemez. Diğer taraftan dosya kapsamı ve toplanan delillere göre de irtifak hakkı tesisinin de koşullarının oluşmadığı açıktır. Bu durumda temliken tescil ve irtifak hakkı tesisi ile ilgili davanın kabulü yerinde değildir.
Davacılar tarafından haksız kullanım nedeniyle istenen ecrimisil mahkemece kabul edilmiş ise de, temyiz edenin sıfatına göre bu husus irdelenmemiştir.
O halde, yukarda açıklanan gerekçelerle ve Özel Daire bozması da göz önünde bulundurularak, mahkemece el atmanın önlenmesi ve yıkım isteminin kabulüne, temliken tescil isteminin reddine karar verilmesi gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/62 K: 2006/92 T: 22.03.2006
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/586 K: 2005/608 T: 25.10.2005
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/315 K: 2003/323 T: 30.04.2003
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/1-62 K: 2006/92 T: 22.3.2006
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2013/17754 K: 2014/2177 T: 11.02.2014
Davalının haricen satın almadan kaynaklanan kişisel hakkını bayiine (haricen satın aldığı) yöneltebileceği, davalı bakımından 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu 725.maddesinde belirtilen koşulların gerçekleşmediği, her ne kadar mahkemece yıkımın fahiş zarar doğuracağı kabul edilmiş ise de, belirlenen bina bedellerine göre yıkımın fahiş zarar doğurmayacağı anlaşılmaktadır.
Dava, çaplı taşınmaza elatmanın önlenmesi ve yıkım isteğine ilişkin olup savunma yoluyla temliken tescil isteğinde bulunulmuştur.
Mahkemece, elatmanın önlenmesi isteğinin kabulüne; yıkımının fahiş zarar doğuracağı, davalının kötü niyetli olduğu, asgari levazım bedelinin ödenmediği gerekçesi ile de yıkım isteğinin reddine karar verilmiştir.
Dosya içeriğine, toplanan delillere, hükmün dayandığı yasal ve hukuksal gerekçeye ve özellikle kayden davacıya ait çekişme konusu 1215 parsel sayılı tarla nitelikli taşınmazın mahkemece yapılan uygulama sonucu fen bilirkişisi tarafından düzenlenen krokili raporda (A) harfi ile işaretlenen 370 m2 yüzölçümlü bölümünün davalı tarafından haklı ve geçerli bir neden olmaksızın kullanıldığı, davalının iyiniyetli olmadığı saptanarak elatmanın önlenmesine karar verilmiş olmasında bir isabetsizlik yoktur. Davalının tüm temyiz itirazları yerinde değildir. Reddine,
Davacının temyiz itirazına gelince; davalının haricen satın almadan kaynaklanan kişisel hakkını bayiine (haricen satın aldığı) yöneltebileceği, davalı bakımından 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu 725.maddesinde belirtilen koşulların gerçekleşmediği, her ne kadar mahkemece yıkımın fahiş zarar doğuracağı kabul edilmiş ise de, belirlenen bina bedellerine göre yıkımın fahiş zarar doğurmayacağı anlaşılmaktadır.
Hal böyle olunca, mülkiyet hakkına üstünlük tanınarak davacı taşınmazı içerisindeki davalıya ait binaların yıkılmasına karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde karar verilmiş olması doğru değildir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2014/17185 K: 2016/5953 T: 11.05.2016
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2014/14482 K: 2016/2164 T: 24.02.2016
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2013/16926 K: 2014/2234 T: 12.02.2014
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2013/1058 K: 2013/4933 T: 04.04.2013
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2013/16926 K: 2014/2234 T: 12.02.2014
Çapa bağlı taşınmazlarda mülkiyetten kaynaklanan bir hakkı olmayan ve başkasının taşınmazına bilerek bina inşa eden davalı iyiniyetli olamayacağından Türk Medeni Kanununun 722, 723, 724 ve 725. maddelerinin olayda uygulama yeri bulamayacağı kuşkusuzdur. Ne varki, temyiz edenin sıfatına göre bu husus bozma nedeni yapılmamıştır.
Dava, çaplı taşınmaza elatmanın önlenmesi ve yıkım isteklerine ilişkindir. Davacılar, paydaşı oldukları 919 ada 2 parsel sayılı taşınmaza, bina yapmak ve bir bölümünü zilyetliğinde bulundurmak suretiyle davalı tarafından müdahale edildiğini ileri sürerek elatmanın önlenmesi ve yıkım isteklerinde bulunmuşlardır.
Mahkemece, başkasının taşınmazına bilerek bina inşa eden davalının iyi niyetli olamayacağı ve taşınmazda mülkiyete dayalı bir hakkı bulunmadığı gerekçesiyle davacının elatmanın önlenmesi isteğinin kabulüne, vazgeçme nedeniyle yıkım konusunda karar verilmesine yer olmadığına, sebepsiz zenginleşme nedeniyle 11.816,86-TL malzeme bedelinin davalıya ödenmesine karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; çekişmeli 919 ada 2 parsel sayılı taşınmazda davacılarla birlikte dava dışı kişilerin paydaş oldukları, davacıların dava açıldıktan sonra 16.6.2011 tarihinde paylarını dava dışı Z.. Ş..’na devrettikleri, yargılamaya yeni malik Zülfiye’nin devam ettiği, davacı vekilinin 10.1.2013 tarihli celsede yıkım isteğinden vazgeçtiğini bildirdiği, tapu kaydına göre davalının bu taşınmazda kayıttan ve mülkiyetten kaynaklanan bir hakkının olmadığı, yapılan keşif neticesinde davalı tarafından yapılan bina ve kullanılan bahçenin 332,07 m2’lik kısmının dava konusu 2 parselde, 502,03 m2’lik kısmının komşu 1 parselde kaldığının tespit edildiği anlaşılmaktadır.
Her ne kadar, davalıya ait binanın büyük kısmı dava konusu olmayan 1 parsel sayılı taşınmaz üzerinde kalmakta ise de, 1 sayılı parselin mülkiyet durumu dosya kapsamından anlaşılamamaktadır. Dava konusu 2 parsel sayılı taşınmaz yönünden, fiili durum itibariyle teknik bilirkişi raporunda gösterildiği biçimde davalı, 2 parsel sayılı taşınmaza taşkın olacak şekilde yapılanmak suretiyle elatmış olup, bu bakımdan elatmanın önlenmesine karar verilmiş olmasında bir isabetsizlik bulunmamaktadır. Davalının bu yöne ilişkin temyiz itirazları yerinde değildir. Reddine.
Davalının diğer temyiz itirazlarına gelince; Çapa bağlı taşınmazlarda mülkiyetten kaynaklanan bir hakkı olmayan ve başkasının taşınmazına bilerek bina inşa eden davalı iyiniyetli olamayacağından Türk Medeni Kanununun 722, 723, 724 ve 725. maddelerinin olayda uygulama yeri bulamayacağı kuşkusuzdur. Ne varki, temyiz edenin sıfatına göre bu husus bozma nedeni yapılmamıştır.
Ancak, davalıya ait yapının tamamı dava konusu 2 parselde bulunmadığından tazminat olarak taşınmazın tamamı için belirlenen malzeme bedeline hükmedilmesi, dolayısıyla bir bütün olarak binanın mülkiyetinin haksız olarak davacıya devrine yol açacak şekilde hüküm tesisi doğru değildir.
Hal böyle olunca, dava konusu 2 sayılı parsel üzerinde kalan yapı ve varsa eklentilerinin değeri belirlenmek suretiyle sadece bu değerin tazminat olarak hüküm altına alınması gerekirken yanılgılı değerlendirme ile taşınmazın tamamı için tespit edilen malzeme bedeline hükmedilmesi doğru değildir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2014/14482 K: 2016/2164 T: 24.02.2016
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2013/17754 K: 2014/2177 T: 11.02.2014
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2013/1058 K: 2013/4933 T: 04.04.2013
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2012/16674 K: 2013/4331 T: 26.03.2013
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/9193 K: 2015/845 T: 22.01.2015
Taşkın yapıda tescil talebinde bulunulabilmesi bazı koşulların varlığına bağlıdır; a) Birinci koşul, malzeme sahibinin iyiniyetli olmasıdır. b) İkinci koşul, yapı kıymetinin taşılan arazi parçasının değerinden açıkça fazla olmasıdır. c) Üçüncü koşul ise taşkın inşaat yapanın, taşınmaz malikine bu bedeli ödemesidir. d)Yukarıda değinilen üç koşulun yanısıra, mahkemece iptal ve tescile karar verilebilmesi için taşkın yapının zeminindeki arazi parçasının ana taşınmazdan ifrazının da mümkün olması gereklidir.
Asıl dava, elatmanın önlenmesi ve kal istemine ilişkin olup; karşı dava ise TMK 725. maddesine dayalı tapu iptali tescil istemine ilişkindir. Mahkemece, asıl davanın reddine, karşı davanın ise kabulüne karar verilmiştir. Hükmü taraf vekilleri temyiz etmiştir.
1-Karşı davaya ilişkin temyiz itirazları yönünden davalı-karşı davacı kendine ait 606 parsel sayılı taşınmazda inşaa ettiği deponun davacıya ait 607 parsele taşkın olduğunu ileri sürerek, bu bölümün adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
Yasal ayrıcalıklar dışında, TMK’nın 684/1 ve 718/2 maddeleri hükümlerine göre, arazinin mülkiyeti ve buna bağlı olan tasarruf hakkı o arazide kalıcı olmak koşuluyla yapılan şeyleri de kapsar TMK’nın 725. maddesinde bu kuralın istisnalarından birisi düzenlenmiş, böylece muhdesatla arasındaki bağlantı kesilmiş bina sahibine bazı koşulların oluşması halinde ayrılmaz parça niteliğindeki taşkın yapı için üzerinde bulunduğu taşınmaza malik olabilme olanağı tanınmıştır.
Bunun için, tapuya kayıtlı özel mülkiyete konu bir taşınmaz üzerinde, temelli kalması amacıyla yapılan binanın ayrılmaz parçası yine tapuda kayıtlı üçüncü kişiye ait taşınmaza taşkın yapılmış olmalıdır.
Taşkın inşaat, taşkın yapı ile iki komşu taşınmazı fiilen birleştirmekte, ekonomik bir bütünlük oluşturmaktadır. Bu özelliğinden dolayı taşkın yapıya dayanan temliken tescil isteği taşınmaza bağlı kişisel hak niteliğindedir. Taşılan arazi malikinin devir borcu eşyaya bağlı bir borç olduğundan inşaat maliki hakkını taşılan arazinin her malikine karşı kullanabilir. Yeni malikler de Türk Medeni Kanununun 725. maddesinde belirtilen haklardan yararlanabilecekleri gibi borçlardan da sorumlu olur.
Bu tür davalarda taşkın yapıyı yapan kişinin taşınmazı lehine, taşırılan arazi üzerinde bir irtifak hakkı yoksa durum ve koşullar da haklı gösterdiği takdirde taşkın yapıyı yapan kimse, taşan kısım, için uygun bir bedel karşılığında irtifak hakkı kurulmasını veya bu kısmın bulunduğu arazi parçasının mülkiyetinin kendisine devredilmesini isteyebilir.
TMK’nın 724. maddesine dayanılarak tescil talebinde bulunulabilmesi bazı koşulların varlığına bağlıdır;
- a) Birinci koşul, malzeme sahibinin iyiniyetli olmasıdır. TMK’nın 725. maddesi hükmünden açıkça anlaşılacağı üzere, taşkın yapının bulunduğu arazi parçasının mülkiyetinin yapı sahibine verilebilmesi için öncelikli koşul iyiniyettir. Öngörülen iyiniyetin TMK’nın 3. maddesinde hükme bağlanan sübjektif iyiniyet olduğunda da kuşku yoktur.
Bu kural, taşkın inşaatı yapan kimsenin, elattığı taşınmazın başkasının mülkü olduğunu bilmemesini veya beklenen tüm dikkat ve özeni göstermesine karşılık bilebilecek durumda olmamasını ya da taşkın inşaat yapmakta haklı bir sebebinin bulunmasını ifade eder.
İyiniyetin varlığı iddia ve savunmaya bakılmaksızın mahkemece re’sen araştırılmalıdır. Ne var ki, 14.02.1951 tarihli ve 17/1 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında belirtildiği gibi olay ve karinelerden, durumun özelliklerine göre kendisinden beklenen dikkat ve özeni göstermemiş olduğu açık bulunan taşkın inşaat sahibinin temliken tescil talebinde bulunması mümkün değildir. Çünkü bu gibi durumlarda kötüniyet karşı tarafın ispatı gerekmeden belirlenmiş olur. Ayrıca iyiniyet inşaatın başladığı andan tamamlandığı ana kadar devam etmelidir.
İyiniyet koşulunun gerçekleşmediği durumlarda diğer koşulların gerçekleşip gerçekleşmediğinin araştırılmasına gerek bulunmamaktadır.
- b) İkinci koşul, yapı kıymetinin taşılan arazi parçasının değerinden açıkça fazla olmasıdır.
- c) Üçüncü koşul ise taşkın inşaat yapanın, taşınmaz malikine bu bedeli ödemesidir.
d)Yukarıda değinilen üç koşulun yanısıra, mahkemece iptal ve tescile karar verilebilmesi için taşkın yapının zeminindeki arazi parçasının ana taşınmazdan ifrazının da mümkün olması gereklidir.
Somut olayda; yukarıda değinilen ilkelere göre çapa bağlı taşınmaza inşaat yaparken gerekli özeni göstermeyen davalı-karşı davacının iyiniyetli olduğundan söz edilemez. Sübjektif koşul gerçekleşmediğinden diğer koşulların gerçekleşip gerçekleşmediğinin araştırılmasına da gerek bulunmamaktadır. Kaldı ki dosya içerisindeki inşaat mühendisi bilirkişi tarafından hazırlanan rapora göre söz konusu yapı yarı açık depo olup kalıcı nitelikte bir yapı niteliğinde olmadığından temliken tescile konu edilemez. Bu durumda mahkemece temliken tescil koşulları oluşmadığından karşı davanın reddine karar vermek gerekirken yazılı şekilde hüküm tesisi doğru görülmemiştir.
2-Asıl dava yönünden; Davacının 607 parsel sayılı taşınmazına davalının 606 parsel sayılı taşınmazında bulunan yapının tecavüzlü olduğu anlaşıldığından elatmanın önlenmesi ve kal davasının kabulüne karar verilmesi gerekirken, reddine karar verilmesi doğru görülmemiş açıklanan bu nedenlerle hükmün bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/557 K: 2015/1135 T: 05.02.2015
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/7933 K: 2013/9406 T: 20.06.2013
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2005/7378 K: 2005/9865 T. 15.11.2005
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2004/2007 K: 2004/2723 T:05.04.2004
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/557 K: 2015/1135 T: 05.02.2015
Taşkın inşaat, taşkın yapı ile iki komşu taşınmazı fiilen birleştirmekte, ekonomik bir bütünlük oluşturmaktadır. Bu özelliğinden dolayı taşkın yapıya dayanan temliken tescil isteği taşınmaza bağlı kişisel hak niteliğindedir. Taşılan arazi malikinin devir borcu eşyaya bağlı bir borç olduğundan inşaat maliki hakkını taşılan arazinin her malikine karşı kullanabilir. Yeni malikler de Türk Medeni Kanununun 725. maddesinde belirtilen haklardan yararlanabilecekleri gibi borçlardan da sorumlu olur.
Dava, elatmanın önlenmesi, kal ve ecrimisil istemine ilişkindir. Birleştirilen dava da ise TMK’nın 725. maddesine dayalı tapu iptali tescil isteğine ilişkindir. Mahkemece, asıl davanın reddine, birleştirilen tapu iptali tescil isteminin kabulüne karar verilmiştir. Hükmü, davacı-karşı davalı vekili temyiz etmiştir.
Yasal ayrıcalıklar dışında, TMK’nın 684/1 ve 718/2 maddeleri hükümlerine göre, arazinin mülkiyeti ve buna bağlı olan tasarruf hakkı o arazide kalıcı olmak koşuluyla yapılan şeyleri de kapsar TMK’nın 725. maddesinde bu kuralın istisnalarından birisi düzenlenmiş, böylece muhdesatla arasındaki bağlantı kesilmiş bina sahibine bazı koşulların oluşması halinde ayrılmaz parça niteliğindeki taşkın yapı için üzerinde bulunduğu taşınmaza malik olabilme olanağı tanınmıştır.
Bunun için, tapuya kayıtlı özel mülkiyete konu bir taşınmaz üzerinde, temelli kalması amacıyla yapılan binanın ayrılmaz parçası yine tapuda kayıtlı üçüncü kişiye ait taşınmaza taşkın yapılmış olmalıdır.
Taşkın inşaat, taşkın yapı ile iki komşu taşınmazı fiilen birleştirmekte, ekonomik bir bütünlük oluşturmaktadır. Bu özelliğinden dolayı taşkın yapıya dayanan temliken tescil isteği taşınmaza bağlı kişisel hak niteliğindedir. Taşılan arazi malikinin devir borcu eşyaya bağlı bir borç olduğundan inşaat maliki hakkını taşılan arazinin her malikine karşı kullanabilir. Yeni malikler de Türk Medeni Kanununun 725. maddesinde belirtilen haklardan yararlanabilecekleri gibi borçlardan da sorumlu olur.
Bu tür davalarda taşkın yapıyı yapan kişinin taşınmazı lehine, taşırılan arazi üzerinde bir irtifak hakkı yoksa durum ve koşullar da haklı gösterdiği takdirde taşkın yapıyı yapan kimse, taşan kısım için uygun bir bedel karşılığında irtifak hakkı kurulmasını veya bu kısmın bulunduğu arazi parçasının mülkiyetinin kendisine devredilmesini isteyebilir.
TMK’nın 725. maddesine dayanılarak tescil talebinde bulunulabilmesi bazı koşulların varlığına bağlıdır;
- a) Birinci koşul, malzeme sahibinin iyiniyetli olmasıdır: TMK’nın 725. maddesi hükmünden açıkça anlaşılacağı üzere, taşkın yapının bulunduğu arazi parçasının mülkiyetinin yapı sahibine verilebilmesi için öncelikli koşul iyiniyettir. Öngörülen iyiniyetin TMK’nın 3. maddesinde hükme bağlanan sübjektif iyiniyet olduğunda da kuşku yoktur.
Bu kural, taşkın inşaatı yapan kimsenin, elattığı taşınmazın başkasının mülkü olduğunu bilmemesini veya beklenen tüm dikkat ve özeni göstermesine karşılık bilebilecek durumda olmamasını ya da taşkın inşaat yapmakta haklı bir sebebinin bulunmasını ifade eder.
İyiniyetin varlığı iddia ve savunmaya bakılmaksızın mahkemece re’sen araştırılmalıdır. Ne var ki, 14.02.1951 tarihli ve 17/1 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında belirtildiği gibi olay ve karinelerden, durumun özelliklerine göre kendisinden beklenen dikkat ve özeni göstermemiş olduğu açık bulunan taşkın inşaat sahibinin temliken tescil talebinde bulunması mümkün değildir. Çünkü bu gibi durumlarda kötüniyet karşı tarafın ispatı gerekmeden belirlenmiş olur. Ayrıca iyiniyet inşaatın başladığı andan tamamlandığı ana kadar devam etmelidir.
İyiniyet koşulunun gerçekleşmediği durumlarda diğer koşulların gerçekleşip gerçekleşmediğinin araştırılmasına gerek bulunmamaktadır. (Sübjektif koşul)
- b) İkinci koşul, yapı kıymetinin taşılan arazi parçasının değerinden açıkça fazla olmasıdır. (Objektif koşul)
- c) Üçüncü koşul ise taşkın inşaat yapanın, taşınmaz malikine bu bedeli ödemesidir.
- d) Yukarıda değinilen üç koşulun yanısıra, mahkemece iptal ve tescile karar verilebilmesi için taşkın yapının zeminindeki arazi parçasının ana taşınmazdan ifrazının da mümkün olması gereklidir.
Yukarıda açıklanan ilkeler ışığında somut olaya gelince; Davacı, 215 ada, 43 parselde kayıtlı taşınmazın sahibi olduğunu, bu taşınmaza komşu ve 108 ada 11 parsel sayılı taşınmazın sahibi olan davalı …’ün, taşınmazına 307,47 m2 taşkın inşaat yaptığını belirterek elatmanın önlenmesi ve kal, ayrıca şimdilik 250,00 TL ecrimisil istemiştir.
Birleştirilen davada ise davalı, 22.11.1990 yılında 108 ada, 11 sayılı parselde kayıtlı 1800 m2 arsayı satın aldığını, inşaata başlamadan önce yer tespiti için İnegöl Kadastro Müdürlüğüne başvurduğunu, taşkın yapının belirlenen arsa bedelinin iyiniyetli olduğu da gözetilerek davacıya ödenmesi koşuluyla kapsadığı bölümün adına tesciline, iyiniyetli olması sebebiyle davacının ecrimisil taleplerinin reddine karar verilmesini istemiştir.
Çaplı taşınmazlara taşkın inşaat yapılması halinde kural olarak iyiniyet iddiası dinlenmez. Davalının 11 parsel sayılı taşınmazı 05.08.1991 tarihinde tapudan satın almak suretiyle edindiği, daha sonra üzerine bina inşa ettiği anlaşılmaktadır.
Mahkemece, davalı-karşı davacı Gürbüz’ün iyiniyetli olduğu ve yıkımın fahiş zarar doğuracağı gerekçesi ile asıl davanın reddine karar verilmiş ise de yukarıda belirtildiği üzere çap kaydı oluşan taşınmazlar üzerine taşkın inşaat yapılması halinde iyiniyetin varlığı kabul edilmeyeceğinden temliken tescil isteminin reddine, asıl davadaki elatmanın önlenmesi, kal ve ecrimisil isteğinin ise kabulüne karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/9193 K: 2015/845 T: 22.01.2015
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/7933 K: 2013/9406 T: 20.06.2013
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2005/7378 K: 2005/9865 T. 15.11.2005
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2004/2007 K: 2004/2723 T:05.04.2004
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2014/14482 K: 2016/2164 T: 24.02.2016
4721 sayılı TMK. nun 725. maddesinden kaynaklanan temliken tescil istekleri, ayrı bir davaya konu yapılabileceği gibi savunma yoluyla da istenebilir.
Dava, elatmanın önlenmesi, yıkım ve ecrimisil istemine ilişkindir. Davacı yönetici, üzerinde kat mülkiyeti ve kat irtifakı kurulu 12 ada 13 parsel sayılı taşınmaza üzerinde kat mülkiyeti ve kat irtifakı kurulu komşu 21 parsel sayılı taşınmazdaki binanın taşkın olduğunu ileri sürerek elatmanın önlenmesine, yıkıma ve geriye dönük kademeli faizi ile birlikte 50.000,00 TL ecrimisile karar verilmesini istemiş; davalılardan … dava tarihinden önce 23.01.1997 tarihinde öldüğünden birleşen dava mirasçılar aleyhine açılmıştır.
Mahkemece, 12 parsel sayılı taşınmaza komşu 21 parselden 32,07 m2 taşkınlığın ve 13,02 m2 tecavüzün keşfen saptandığı gerekçesi ile elatmanın önlenmesine ve taşkın kısmın yıkımına; dava tarihi olan 26.08.2009 tarihinden geriye dönük 5 yıllık hesaplanan bilirkişi raporuna atfen 7.758,00 TL ecrimisilin davalılardan tahsiline karar verilmiştir.
Dosya içeriğinden ve toplanan delillerden; davacının yöneticisi olduğu ifraz suretiyle oluşan üzerinde kat mülkiyeti kurulu 12 ada 13 parsel sayılı taşınmaza komşu davalılara ait üzerinde kat mülkiyeti kurulu 21 parsel sayılı taşınmazda bulunan yapının 32,07 m2 lik bölümünün taşkın olduğu gibi 13 parsel sayılı taşınmazın 13,02 m2 lik bölümünün de 21 parselin sınırlarına dahil edilmek suretiyle kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Hemen belirtmek gerekir ki; 4721 sayılı TMK. nun 725. maddesinden kaynaklanan temliken tescil istekleri, ayrı bir davaya konu yapılabileceği gibi savunma yoluyla da istenebilir.
Ne var ki; davalı taraf savunma yolu ile temliken tescil talep ettiği halde, mahkemece davalının bu talebi değerlendirilmemiş ve bu konuda olumlu veya olumsuz bir karar verilmemiştir.
Hâl böyle olunca, davalının savunma yolu ile getirdiği temliken tescil isteği değerlendirilerek varılacak sonuç çerçevesinden bir karar verilmesi gerekirken, anılan husus üzerinde durulmadan sonuca gidilmiş olması doğru değildir.
Kabule göre de; her yıl için belirlenen ecrimisil bedeline, o yılın dönem sonundan itibaren yasal faiz yürütülmesi gerekirken, infazda tereddüt yaratacak şekilde faiz başlangıç tarihini belirtmeksizin ecrimisilin tamamına kadameli faiz yürütülmesi de isabetsizdir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2014/17185 K: 2016/5953 T: 11.05.2016
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2013/16926 K: 2014/2234 T: 12.02.2014
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2013/17754 K: 2014/2177 T: 11.02.2014
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2013/1058 K: 2013/4933 T: 04.04.2013
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2014/17185 K: 2016/5953 T: 11.05.2016
Çapa bağlı taşınmazlarda mülkiyetten kaynaklanan bir hakkı olmayan ve başkasının taşınmazına bilerek bina inşa eden davalılar iyiniyetli olamayacağından Türk Medeni Kanunu’nun 722, 723, 724 ve 725.maddelerinin olayda uygulama yeri bulamayacağı kuşkusuzdur. Hâl böyle olunca; yıkım isteğinin de kabulüne karar verilmesi gerekirken, reddedilmesi doğru değildir.
Dava, çaplı taşınmaza elatmanın önlenmesi ve yıkım isteklerine ilişkindir. Davacı, kayden maliki bulunduğu 1657 parsel sayılı taşınmaza davalıların duvar çekmek ve taşkın inşaat yapmak suretiyle müdahale ettiklerini ileri sürerek elatmanın önlenmesi ve yıkıma karar verilmesini istemiştir.
Davalılar, taşkınlığın iradeleri dışında idari bir işlem sonucu meydana geldiğini, kendilerine atfedilecek bir kusurdan söz edilemeyeceğini, yıkımın fahiş zarar doğuracağını, iyiniyetli olduklarını belirterek davanın reddini savunup, ayrıca savunma yoluyla temliken tescil istemişlerdir.
Mahkemece, müdahalenin keşfen saptandığı gerekçesiyle elatmanın önlenmesi isteğinin kabulüne, fahiş zarar doğuracağı gerekçesiyle taşkın bina ve duvarın yıkılması isteğinin reddine karar verilmiştir.
Toplanan deliller ve dosya içeriğinden; çekişme konusu 1657 parsel sayılı bahçe vasıflı taşınmazın rızai taksim sonucu … adına kayıtlı iken 02.10.1992 tarihinde satın alma ile davacı adına tescil edildiği, taşınmazın 16.07.1992 tarihinde Bayar soyisimli kişiler adına ifrazen oluştuğu, komşu 1232 parsel sayılı evli bahçe vasıflı taşınmazın ise 08.10.1976 tarihinde yapılan ifraz işlemi ile davalılar ve mirasbırakanları adına kayıtlı olduğu, 1232 sayılı parsel üzerinde bulunan tek katlı çelik kontruksiyon binanın 5 yaşında, 3 katlı betonarme binanın 10-12 yaşlarında olup davacı taşınmazına tecavüzlü olduğunun tespit edildiği, üç kişilik inşaat bilirkişi kurulundan ikisi 3 katlı binanın ve arkasındaki tek katlı binanın tecavüzlü kısımlarındaki taşıyıcı kolonların yıkılması durumunda fahiş zarar oluşturacağını bildirdikleri halde …. isimli inşaat mühendisinin bunlara muhalif görüş bildirerek, tek katlı binanın tecavüzlü kısmının yıkılmasının sorun teşkil etmeyeceği, 3 katlı betonarme karkas binanın ise tecavüzlü kısmının statik ve deprem yönetmeliğine göre yapının tüm katlarının askıya alınması kaydıyla yıkılmasının mümkün olduğunu beyan ettiği sabittir.
Somut olayda; davalıların bahçe niteliğindeki davacıya ait taşınmaza taşkın bina yapmasında iyiniyetli olduğundan sözetme olanağı yoktur. Mahkemece elatmanın önlenmesine karar verilmiş olması kural olarak doğrudur.
Bilindiği ve Türk Medeni Kanununun 722. vd. maddesinde düzenlendiği üzere; bina arazi malikinin rızası alınmaksızın iyiniyetli malzeme sahibi tarafından yapılmış ise, yıkılıp sökülmesi aşırı zarara yol açmadıkça arazi sahibi yıkılıp sökülmesini isteyebilir.
Ne var ki, yasada aşırı zarar kavramı tanımlanmadığından, yasa koyucunun bu yöndeki asıl amacının göz önünde tutulması gerekmektedir. Değinilen maddenin düzenlenmesine yol açan asıl neden meydana getirilen yapının korunmasındaki mevcut olan genel iktisadi yarardır. Başka bir anlatımla, yapının yıkılması halinde dava tarihine göre objektif ölçüler içerisinde tespit edilecek zararın çok fazla olması aşırı zararın varlığını gösterir.
Tüm bunların yanında kural olarak yıkımın fahiş zarar doğurup doğurmayacağının takdiri hakime aittir. Hakim, takdir hakkını kullanırken elbette bilirkişinin ya da bilirkişilerin bildirdikleri teknik bilgilerden ve gözlemlerden yararlanacaktır. Ancak, vardıkları sonuç bu yönden (yıkımın fahiş zarar doğurup doğurmayacağı yönünden) hâkimi bağlamaz. Değinilen ilke kararlılık kazanmış, içtihatlarla da benimsenmiş bulunmaktadır.
Çapa bağlı taşınmazlarda mülkiyetten kaynaklanan bir hakkı olmayan ve başkasının taşınmazına bilerek bina inşa eden davalılar iyiniyetli olamayacağından Türk Medeni Kanunu’nun 722, 723, 724 ve 725.maddelerinin olayda uygulama yeri bulamayacağı kuşkusuzdur. Hâl böyle olunca; yıkım isteğinin de kabulüne karar verilmesi gerekirken, reddedilmesi doğru değildir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2013/16926 K: 2014/2234 T: 12.02.2014
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2013/17754 K: 2014/2177 T: 11.02.2014
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2013/1058 K: 2013/4933 T: 04.04.2013
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2012/16674 K: 2013/4331 T: 26.03.2013
TAPU SİCİLİNİN TUTULMASINDAN DEVLETİN SORUMLULUĞU YARGITAY KARARI
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1-222 K: 1999/226 T: 21.4.1999
Medeni Kanun’un 917. maddesinden kaynaklanan davalarda uygulanacak zamanaşımı süresi tapu kaydının düzeltilmesi davasının reddine ilişkin kararın kesinleşme tarihinden başlar.
Taraflar arasındaki “kayıt terkini” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; S. Asliye 2. Hukuk Mahkemesi’nce davanın reddine dair verilen 8.5.1997 gün ve 1997/54 – 194 sayılı kararın incelenmesi davacılar vekili tarafından istenilmesi üzerine,
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi’nin 14.10.1997 gün ve 1997/10614 – 12282 sayılı ilamı; (… Davacılar vekili, davaya konu 394 ada, 6 parsel sayılı çekişmeli taşınmazın Mıgırdıç oğlu Parsih K: adına kayıtlı iken isim benzerliğinden yararlanılarak sahte bir işlemle 3.9.1986 tarihinde Rahmi A.’ya temlik edildiğini, Rahmi A.’nın da 11.9.1986 tarihinde B…. İnşaat Malzemeleri Taahhüt ve Ticaret ve Sanayi Limited Şirketine devrettiğini, bu şirketten de 14.11.1981 tarihinde müvekkillerince yarı yarıya satın alındığını, Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’nün 3.4.1991 tarihli yazısı üzerine Medeni Kanun’un 917 maddesinden bahisle “3. 9.1996 tarihindeki satış işleminin sahtecilik yolu ile yapıldığı” şeklinde tapu siciline şerh konulduğunun şerhin terkini için açtıkları davanın yerel mahkemece reddedildiğini, verilen hükmün kesinleştiğini ancak müvekkillerinin üçüncü el durumunda olup iyi niyetli bulunduklarını Hazine’nin Medeni Kanun’un 917. maddesinden kaynaklanan sorumluluğunun haksız eylem sorumluluğunun bir türü olup Borçlar Kanun’un 60. maddesinde düzenlenen 1 ve 10 yıllık zaman aşımı süresince bağlı tutulduğunu işlem 3.9.1986 tarihinde vuku bulunduğuna göre Hazine’nin sorumluluğunun zaman aşımına uğradığını, şerhin devamında Hazine’nin bir yararının kalmadığını, ileri sürerek şerhin terkinini istemiştir.
Gerçekten 3.9.1986 tarihinde yapılan ilk temliki işlemin sahtecilik yolu ile gerçekleştirildiği tartışmasızdır. Nitekim temliki işlemi yapan görevliler görevi ihmal suçundan mahkum olmuşlardır. Davalı taşınmazın söz konusu sahte işlemden sonra 11.9.1986 – 14.11.1986 tarihlerinde satış yoluyla iki kez el değiştirdiği, son malikler olan davalılar üzerine kayıtlı iken müfettiş tahkikatı sonucu ilk devrin tapu maliki ile isim benzerliğinden yararlanılarak sahtecilikle gerçekleştirildiğinin anlaşıldığı, tapu kadastro genel Müdürlüğü’nün 3.4.1991 tarihli yazısı ile hanesine bu yönde beyan düşünüldüğü tüm Dosya içeriği ve toplanan delillerle sabittir.
Hemen belirtmek gerekir ki S. 1. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 1933/128 esas 1994/249 sayılı Dosyasında verilen kararın bozulmasına dair 29.12.1994 tarih 1984/15710 Esas 1994/17210 sayılı Yargıtay ilamında belirtildiği üzere davalı Hazine tarafından tapu malikinin beyanlar hanesindeki belirtmenin (beyanın), Medeni Kanun’un 917. maddesinde öngörülen sorumluluktan kurtulmak amacı yanında sicilinin gerçeğe uygun tutulması ve bir zarara sebebiyet verilmemesi düşüncesiyle yazıldığı anlaşılmaktadır.
Ne var ki mülkiyet hakkının kullanılmasını olumsuz yönde etkileyecek bu beyanın, amacı ve özelliğide göz önünde tutularak Tapu Sicil Müdürlüğünce sahte işlemden önceki malik veya mirasçılarına haklarını korumaları için gerekli tebligat yapılarak sonucuna göre akibetinin belirlenmesi yerine süresiz ve gereksiz yere korunmaya çalışılması haklı ve yasal bir davranış olarak kabul edilemez.
Ayrıca Medeni Kanun’un 918. maddesinde tapu siciline tescili gereken aynı haklar sınırlı olarak sayılmış, tapu sicilinin şerhler hanesinde gösterilecek kişisel haklar 919, 920, 921 maddelerinde aynı şekilde belirtilmiş, beyanlar hanesine işaret edilecek kişisel haklar ise 8.10.1939 tarih 10012 sayılı eski tapu sicil nizamnamesinin 85 – 90 maddelerinde, 7.6.1994 tarihinde yürürlüğe giren yeni tapu sicil tüzüğünün 60, 64 maddelerinde açıklanmıştır. Böylece, devletin muntazam tutulmasını üstlendiği, doğru tutulmamasından doğan sorumluluğunu yüklendiği tapu sicilini disipline almak, tapu sicili nedeniyle çıkacak çekişmeleri asgariye indirmek, onu yaz boz tahtasına çevirmemek, lüzumsuz veya zorunlu olmayan, bilgilerin tapu siciline geçirilmesi önlenmek istenilmiştir. Oysa açıklanan türdeki bir beyanın tapu siciline işlenmesine ilişkin anılan nizamname ve tüzükte hiçbir sarahat yoktur.
Öte yandan Hazine’nin sorumluluğunu hükme bağlayan Medeni Kanun’un 917/1 maddesine dayanan davalarda olayın Borçlar Kanun’un 41. maddesinde düzenlenen haksız eylemin bir türü olduğu ve mürürüzaman yönünden Borçlar Kanun’un 60. maddesinin uygulanması gerekeceği gerek uygulamada gerekse doktrinde ortaklaşa kabul edilmektedir. Söz konusu maddenin 1. fıkrası uyarınca; zararın ve sorumluluğun öğrenilmesi tarihinden itibaren 1 yıl herhalde zararı doğuran eylem veya işlem tarihinden başlayarak 10 yıl geçtikten sonra davanın zaman aşımına uğrayacağı kuşkusuzdur.
Somut olayda ise zararı meydana getiren işlem ile dava tarihi arasında on yıllık zamanaşımı süresi de çoktan geçmiştir.
Hal böyle olunca yukarda değinilen ilke ve olgular göz önünde tutularak davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile reddi yönünde hüküm kurulması isabetsizdir…) gerekçesiyle bozularak Dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Kararı: Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve Dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
1.9.1986 tarihinde yapılan ilk temliki tasarrufun sahtecilik yoluyla gerçekleştirildiği ve işlemi yapan görevlilerinde görevi ihmal suçundan mahkum oldukları kesindir.
Yine 29.12.1994 T: ve 1984/15710 E: , 1994/17210 K: sayılı Yargıtay 1. Hukuk Dairesi’nin ilamında da açıklanıp kabul edildiği üzere, davalı Hazine tarafından tapu malikinin beyanlar hanesindeki belirtmenin M.K: ’nun 917 maddesinde öngörülen sorumluluktan kurtulmak amacı ile ve bir zararın meydana gelmesini baştan önlemeye matuf tedbirli bir düşünce sonucu vaz edildiği de açıktır.
Şu durum karşısında davaya konu, tapu sicilinde tapu malikinin beyanlar hanesindeki belirtmenin Hazine’nin hukuki yararını korumak amacıyla konulup devam ettirildiğinde kuşku ve duraksamaya yer bulunmamaktadır. Esasen bu maddi ve hukuki olgular Özel Dairenin de kabulü altındadır.
Özel Dairenin bozmasında egemen olan görüşe; Medeni Kanun’unun 917. maddesine dayanan davalarda uygulanan B.K: 60. maddesindeki zamanaşımı süresinin başlangıç tarihinin zararı meydana getiren işlemin yapıldığı tarih olarak kabul edilmesi olmuştur.
O nedenle öncelikle bu konunun aydınlanması gerekir. Hemen belirtelim ki; öğreti ve uygulamada M.K: 917. maddesinden kaynaklanan davalarda uygulanacak zamanaşımına ilişkin yasa maddesi B.K: ’nun 60. maddesidir. M.K: ’nun 917. maddesi gereğince Hazine’nin sorumlu tutulabilmesinin koşulları, tapu sicilinin tutulmasından zarar doğmuş bulunması, memurun hukuka aykırı eylemi olması zarar ile eylem arasında illiyet bağı bulunmasıdır.
O nedenle, zarar doğmadıkça Hazine’nin sorumluluğundan sözedilemeyeceği kuşkusuzdur. Diğer bir anlatımla tapu kaydının düzeltilmesi mümkün bulundukça zarardan sözedilmeyecek ve Hazine’ye karşı açılacak tazminat davası dinlenemeyecektir.
Yine mülkiyet hakkına dayanılarak açılacak bir davada zamanaşımı da söz konusu değildir. M.K: ’nun 933. maddesi uyarınca haklı bir neden olmaksızın yapılan bir tescil mülkiyet hakkını sona erdiren salt yeterli bir delil olarak kabul edilemez. O nedenle sahteciliğe dayanan bir tescil karşısında eski malik tapu tashihi davası sonuçlanıp kesinleşinceye kadar taşınmazın mülkiyetini henüz hukuken kaybetmiş sayılamaz, öte yandan tapudaki yanlışlık başlı başına hukuki bir varlık ifade etmez, ancak neden olduğu zarar itibariyle hukuki bir sonuç yaratır. (Bkz. 16.5.1956 T: E: 1, K: 7; 13.5.1944 T: 1943/13 E: 1944/8 K: sayılı İçtihadı Birleştirme Kararları ve H.G.K: 20.1.1982 T: 19/9/4 – 458 E: 1982/46 K: )
Hal böyle olunca, M.K: ’nun 917. maddesinden kaynaklanan davalarda uygulanacak B.K: ’nun 60. maddesindeki zamanaşımı süresinin tapu kaydının düzeltilmesi davasının reddine ilişkin kararın kesinleşme tarihinden başlayacağı açıktır. Bu kabul altında somut olayı ve delillere bakıldığında anılan zamanaşımı süresi dolmadığı gibi esasen başlamadığı da çok açıktır. Öyleyse tapudaki belirtmenin kaldırılmamasında Hazine’nin önceden var olan hukuki yararının devam ettiğinin kabulü kaçınılmazdır. Açıklanan nedenler ve yerel Mahkemenin dayandığı gerekçelerle direnme kararı usule ve yasaya uygundur. Bu nedenle onanmalıdır.
Sonuç: Davacılar vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, gerekli ilam harcı peşin alınmış olduğundan, başkaca harç alınmasına mahal olmadığına, oyçokluğuyla karar verildi.
Karşı Oy Yazısı: Dava, tapu kaydı maliki davacılar tarafından tapu sicilinin sakat işlemle düzenlenmesi sebebiyle davalı Tapu Sicil Müdürlüğü’nün sorumluluğunu zaman aşımına uğramış olduğu iddiasına dayalı olarak açılmış, tapudaki şerhin terkinine ilişkin bulunmaktadır.
Bilindiği üzere Borçlar Kanunu’nda zaman aşımı, borcu sona erdiren sebepler arasında sayılmakla beraber, aynı Yasa’nın 140’ncı maddesinde zaman aşımının oluştuğu iddiasının ancak borçlu tarafından ileri sürüldüğünde hakim tarafından dikkate alınabileceği, yoksa resen dikkate alınamayacağı emredici bir şekilde düzenlenmiştir. Bu sebeple de usul hukuku sahasında, zaman aşımının bir defi olduğu ve bunun da borçluya edimini yerine getirmekten kaçınma olanağı sağlayan bir hak olduğu diğer bir deyişle borçlunun, borcunun devam etmekle birlikte bu defiyi kullanarak borcu yerine getirmekten kaçınma hakkının mevcut olduğu kabul edilmektedir. (Bkz. Prof. Dr. B. Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü El Kitabı, İsT: 1995 Sh. 369 vd.) Borçlar hukuku sahasında da, zamanaşımının borcu ortadan kaldırmadığı, sadece eksik borç haline getirdiği kabul edilmektedir. (Bkz. Tekinay Borçlar Hukuku, Genel Hükümler, Cilt 2, İsT: 1985, Sh. 1382 vd.)
Bu açıklamalar karşısında, zamanaşımının kendisini oluşturan borç ilişkisinde ve o borç ilişkisinin tarafları arasında oluşacak uyuşmazlık sebebiyle alacaklı tarafından açılan davada borçlu sıfatını taşıyan davalıya tanınan bir hak olduğu ve hükümlerini de açıklanan taraflar arasında açılacak bir davada doğuracağının kabulü gerekmektedir. Böyle bir dava açılmadığı aşamada sırf zamanaşımı süresinin dolması borcu ve sorumluluğu sona erdiren bir sebep olarak kabul edilemez. Bu sonuç, sadece hak düşürücü sürelere tanınan bir haktır.
Dava konusu olayda ise, davalı Tapu Sicil Müdürlüğü’nün sorumluluğuna ilişkin bir dava henüz açılmadığına göre, sakat işleme dayalı olarak taşınmazı devir alan tapu malikleri davacılar tarafından bu sakatlığı belirten şerhin, Tapu Sicil Müdürlüğü’nün bu sakat işlemden kaynaklanan sorumluluğunun zamanaşımına uğradığından bahisle iş bu terkin davası açmaları mümkün olmadığı gibi, buna imkan tanıyan Özel Dairenin bozma kararıda öncelikle yukarıda açıkladığım nedenlerden dolayı isabetli bulunmadığından, Mahkemenin direnme kararı vermesini, bu açıdan doğru bulmaktayım.
Genel Kurul Kararı’nda açıklanan bozma sebeplerine iştirak etmekle beraber, bozma gerekçesine yukarıda açıkladığım gerekçelerinde ilavesinin dikkate alınmayışı sebebiyle ve sadece bu yönden karşı oy kullanmış bulunuyorum.
Karşı Oy Yazısı Tapu Sicilleri taşınmazlar üzerinde mevcut hakları açıklamak, bunların tesisini ve devirlerini sağlamak için Devlet tarafından ve Devletin güvencesi altında tutulan kamuya açık resmi sicillerdir. Devletin tapu sicilleri üzerindeki bu fonksiyonu, kuşkusuz sorumluluğunu da beraberinde getirir. Bu sorumluluk Medeni Kanun’un 917. maddesi ile düzenlenmiş olup, şu şekilde ifade edilmiştir. “Hazine, tapu sicillerinin tutulmasından mütevellit bütün zararlardan mesüldür.”
Madde metninde açıklık bulunmamakla birlikte, Devletin tapu sicilinin tutulmasından meydana gelen zararlardan sorumluluğu, kusursuz, kusur koşulu kaldırılmış bir haksız fiil sorumluluğudur. Sorumluluğun hukuki mahiyeti, yani haksız fiile dayalı kusursuz sorumluluk hali, gerek öğretide, gerekse yargısal uygulamalarda oybirliği ile benimsenmiştir.
Bunun sonucu olarak, Devlete karşı Medeni Kanun’un 917. maddesine dayalı olarak açılacak tazminat davalarında, Borçlar Kanun’unun 60. maddesinde öngörülen zaman aşımının uygulanacağı hususunda da öğreti ve uygulama tam bir görüş birliği içerisindedir. Bu konularda yerel mahkeme ile Daire arasında bir uyuşmazlık bulunmadığı gibi, sayın çoğunluğunda aynı görüşü paylaştığı anlaşılmaktadır.
Uyuşmazlık, haksız fiil sorumluluğunda uygulanan Borçlar Kanun’unun 60. maddesinde öngörülen 1 ve 10 yıllık zaman aşımının hangi tarihte başlayacağı noktasında toplanmaktadır.
Bilindiği üzere, sözü edilen madde; “… zarar ve ziyan yahut manevi zarar namıyla nakdi bir meblağ tediyesine müteallik dava, mutazarrı olan tarafın zarar ve failine ıttıla tarihinden itibaren bir sene ve herhalde zararı müstelzim fiilin vukuundan itibaren on sene mürurundan sonra istima olunamaz….” Şeklinde düzenlenmiştir.
Madde metninden anlaşılacağı gibi, yasada iki tür zamanaşımı öngörülmüştür. Bir yıllık asli zamanaşımı süresi, haksız eylemden doğan zararın ve onu giderme borcu altında bulunan kimsenin öğrenilmesinden itibaren işlemeye başlayacaktır. Devamlılık arzeden Yargıtay uygulamalarında, zararın varlığını öğrenmenin zamanaşımının işlemesi için yeterli olduğu, kapsam ve miktarının bilinmesinin şart olmadığı kabul edile gelmektedir.
Zarar görenin zararı ve bundan yükümlü kişiyi öğrendikten itibaren bir yıl içerisinde dava açabilmesinin üst sınırı ise yine yasada gösterilmiş ve haksız fiil tarihinden itibaren 10 yıl olarak belirlenmiştir. Borçlar Kanun’unun 60. maddesindeki “… ve her halde zararı müstelzim fiilin vukuundan itibaren 10 sene mürurundan sonra…” maddi ve manevi tazminat davalarının dinlenemeyeceği ifadelerinden anlaşılmak gereken budur. Anılan maddedeki on yıllık zamanaşımı süresi, tazminat isteme hakkını doğuran eylem ya da olgu ile başlayacaktır. 10 yıllık sürenin başlaması için, zarar unsurunun mevcudiyetinin, yahut zararın doğmuş olup olmamasının önemi yoktur. Zarar sonradan meydana gelmiş olsa bile 10 yıllık zamanaşımı haksız eylem tarihinde başlamıştır.
Yasa’nın bunca açık hükmüne rağmen, 10 yıllık zamanaşımı başlangıcını, zararın doğduğu (ortaya çıktığı) tarihe taşıyan Yüce Genel Kurulun sayın çoğunluğunun düşünce tarzına anlam vermekte güçlük çekileceği muhakkaktır.
Bilindiği gibi, haksız eylemler; ani, temadi ya da teselsül eden haksız eylem şeklinde ortaya çıkar. Tapu sicillerinin tutulmasından doğan zararların, ani bir haksız eylem şeklinde oluştuğu kuşkusuzdur. Nitekim olayımızda 1986 yılında sahtecilikle illetli, yolsuz tutulmuş, tesis edilmiş bir tapu kaydı mevcuttur. Bu tarihten sonra devam eden başkaca bir eylem söz konusu değildir. Tekrarlanan bir haksız eylemden de söz edilemez.
Şu hale göre, devam eden haksız eylem değil zarardır; hukuka aykırılıktır. Hukuka aykırılığın, zararın devamı süresince zamanaşımının işlemeyeceğini, başlamayacağını kabul etmek Yasa’nın açık hükmüne aykırıdır. Böyle bir düşünce tarzı, zamanaşımının başlangıcını belirsiz bir tarihe bağlamak, zarara uğrayanın keyfine bırakmak olur. Dolayısı ile yasada öngörülen zamanaşımı hükmünün hiçbir zaman uygulanamayacağı sonucu ortaya çıkar.
Bu bakımdan, zararın öğrenilmesi on yıllık değil, bir yıllık zamanışımının süresinin başlaması bakımından önem taşır. Haksız fiilin vukuundan itibaren 10 yıl geçtikten sonra zararın öğrenilmesinin önemi yoktur.
Somut olayda tapu sicilinin yolsuz tutulmasından itibaren 10 yıl geçmesine rağmen, Hazine’nin sorumluluğuna ilişkin bir dava açılmamış, zararı belirleyen bir hüküm de oluşmamıştır. Öyle ise Borçlar Kanun’unun 60. maddesindeki zamanaşımı süresi geçmiş, Hazine’nin sorumluluğu ortadan kalkmıştır. Bu bakımdan hazineyi sorumluluktan kurtarma amacıyla tapu siciline yazıldığı anlaşılan, “3.9.1986 tarihindeki satış işleminin sahtecilik yoluyla yapıldığı” biçimindeki beyanın terkini, silinmesi gerekir.
Burada şu hususu vurgulamakta yarar vardır. Borçlar Kanun’unun 60. maddesinde belirtilen 10 yıllık sürenin geçmesi ile ortadan kalkan, Hazine’nin tazmin sorumluluğudur. Yoksa, kayıt malikinin yolsuz tescil ile taşınmazı edinene veya sonraki müktesiplere karşı ayın veya bedel davası açma hakkı devam etmektedir. Bilindiği üzere, ayni haklara ilişkin dava hakları zamanaşımı ile sınırlı tutulmamıştır.
Yüce Genel Kurulda tartışma konusu yapılan, çekişmeye konu beyan (belirtme) nin niteliğine de değinmek gerekir.
Tapu siciline tescili gereken ayni haklar Medeni Kanun’un 918. maddesinde sayılmış, aynı Yasa’nın 919, 920 ve 921. maddelerinde de sicile tescili mümkün olan kişisel haklar tadadi olarak belirtilmiştir.
Bu şerhlerin amacı, şahsi hakların kuvvetlendirilmesi malikin tasarruf yetkisinin sınırlandırılması, geçici tescilin tapu kütüğüne yazılmasıdır. Bu amaçlara yönelik olsa dahi, her istenilen hususun tapuya şerhi mümkün değildir. Bir hususun tapuya şerhi için, kanun tarafından açıkça şerhin öngörülmüş olması gerekir.
Beyanlar ise tapu kütüğünün diğer sütunlarında yer almayan fakat, tapu kütüğüne yazılarak alenileştirilmesinde fayda görülen fiili durumlardır. Beyanlar Medeni Kanunda özel olarak düzenlenmemiştir. Ancak, 1939 tarihli eski Tapu Sicil Nizamnamesinin 85 – 90; 1994 tarihli yeni Tapu Sicil Tüzüğünün 60 – 64 üncü maddeleri bu hususta düzenlemeler getirmiş olup, tüzükte öngörülmeyen hususların da beyanlar hanesine yazılmasına olanak yoktur. Yasa ve tüzükte yer almayan bir hususun tapu siciline şerh veya beyan olarak yazılması mümkün değildir. Çekişme konusu yapılan beyanın da sicile yazılacağına dair ne yasada, ne de tüzükde bir hüküm bulunmadığına göre, dayanağı olmadığı yolsuz bulunduğu kuşkusuzdur.
Açıklanan bütün bu nedenlerle, sebebi bulunmayan tapudaki beyanın kaldırılması sonucuna yönelik Daire bozma kararının doğru olduğu inancıyla, aksi görüşü benimseyen sayın çoğunluk görüşüne katılmıyoruz.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/5-252 K: 2003/324 T: 09.04.2003
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/76 K: 2002/96 T: 13.02.2002
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1996/7-705 K: 1997/7 T: 29.1.1997
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/14-372 K: 2004/377 T: 23.6.2004
GEÇİT HAKKI YARGITAY KARARLARI
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/2006 K: 2018/371
Geçit hakkı davasında, taşınmazların ortak sınırında her bir parselden bir metre olmak suretiyle iki metre genişlikte akdi geçit irtifakı bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda davacının nispi geçit ihtiyacı içerisinde olduğu gözetilerek öncelikle mevcut akdi geçit irtifakının 2,5-3 metreyi aşmamak şartıyla genişletilmesinin mümkün olup olmadığı belirlendikten sonra oluşacak sonuca göre karar verilmesi gerektiği açıktır.
Taraflar arasındaki “geçit hakkı kurulması” istemli davadan dolayı yapılan yargılama sonunda İzmir 9. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 27.05.2013 gün ve 2011/433 E.-2013/265 sayılı kararbir kısım davalılar vekili tarafından temyiz edilmekle Yargıtay 14 Hukuk Dairesinin 25.11.2013 gün ve 2013/11086 E.-2013/14536 sayılı kararı ile:
“…Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması isteğine ilişkindir. Davalılar …, …, … ve ortakları; davanın reddini istemiştir. Mahkemece, zeminde fiilen yol olarak kullanıldığı gerekçesi ile davacı parseli lehine 35 ada 14 parsel sayılı taşınmaz üzerinde geçit tesisine karar verilmiştir. Hükmü, davalı … ve arkadaşları vekili temyiz etmiştir.
Bu tür davalar ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi nedeniyle zorunlu olarak açılmaktadır. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
Türk Medeni Kanununun 747/2 maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Zira geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri gözetilmelidir. Geçit ihtiyacının nedeni, taşınmazın niteliği ile bu ihtiyacın nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakârlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
Yararına geçit kurulacak taşınmazın tapuda kayıtlı niteliği ve kullanım amacı nazara alınarak özellikle tarım alanlarında, nihayet bir tarım aracının geçeceği genişlikte (emsaline göre 2,5-3 m.) geçit hakkı tesisine karar vermek gerekir. Bu genişliği aşan bir yol verilmesinin zorunlu olduğu hallerde, gerekçesi kararda dayanakları ile birlikte gösterilmelidir.
Bu ilkeler ışığında somut olaya bakıldığında; Dosya içerisindeki tapu kayıtları ve ekli krokilere göre davacının taşınmazı lehine 185 ve 188 parsel sayılı taşınmazların ortak sınırından 23.06.1961 tarihinde 2 m genişliğinde geçit tesis edildiği anlaşılmaktadır. Davacı 2 m enindeki mevcut geçitin ihtiyacını karşılamadığını belirterek bu davayı açmıştır.
Davacının taşınmazının nispi geçit ihtiyacı içinde olduğu anlaşıldığından öncelikle daha evvel kurulan 2 m genişliğindeki geçit de muhafaza edilmek şartıyla Dairemizin yukarıda yazılı ilkeleri de gözetilerek geçit eni 2,5-3 metreyi aşmamak kaydıyla mevcut geçitin genişletilmesi suretiyle davacı taşınmazının geçit ihtiyacı karşılanmalıdır. Bilirkişi incelemesi neticesinde bu suretle geçit yetersizliğinin giderilemeyeceği bildirildiği takdirde başka seçeneklerden geçit kurulması yoluna gidilmelidir.
Mahkemece davacının taşınmazı yararına daha önce kurulmuş bulunan 2 m genişliğindeki bir geçitin bulunduğu gözetilmeden komşuluk hukukundan kaynaklanan geçit davalarında uygulanan fedakarlığın denkleştirilmesi ilkesine aykırı olarak yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir. …” gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava geçit hakkı kurulması istemine ilişkindir. Davacı vekili müvekkiline ait olan 187 parsel sayılı taşınmaz lehine 185 ve 188 parsel sayılı taşınmazların ortak sınırında birer metre genişlikte geçit hakkı bulunmasına rağmen 188 parsel sayılı taşınmazın içinde bulunan binanın ve çevre duvarlarının geçit hakkı dikkate alınmadan inşa edilmesi nedeniyle kullanıma uygun olmadığını, bu nedenle 187 parsel yararına 186, 185, 188 ve 14 parsel sayılı taşınmazlardan davacının aracı ile evine girmesine ve manevra yapmasına yetecek şekilde en az sekiz metre genişlikte geçit hakkı kurulmasına karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalılar 187 parsel sayılı taşınmaz yararına 185 ve 188 parsel sayılı taşınmazlardan birer metre geçit hakkı bulunduğu dikkate alındığında davacının dava açmakta hukuki yararının bulunmadığını belirterek, davanın reddini savunmuşlardır.
Yerel mahkemece genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısının sağlanması gerektiği, bu nedenle zeminde yol olarak kullanılan ve bilirkişi raporunda (D) seçeneği olarak gösterilen yerde muhdesat ve ağaç bulunmaması da dikkate alınarak 187 parsel sayılı taşınmaz lehine 35 ada 14 parselden geçit hakkı kurulmasına karar verilmiş;
Karar 35 ada 14 parsel sayılı taşınmaz paydaşları vekilinin temyiz üzerine Özel Dairece yukarıda açıklanan nedenlerle bozulmuştur.
Yerel Mahkemece önceki gerekçelerle direnme kararı verilmiş; direnme kararı davalılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, 187 parsel sayılı taşınmaz lehine 185 ve 188 parsel sayılı taşınmazların ortak sınırında yer alan ve toplamda iki metre genişliği bulunan akdi geçit irtifakının davacının geçit ihtiyacını karşılayıp karşılamadığının değerlendirilmesinin gerekli olup olmadığı,187 parsel sayılı taşınmaz yararına 35 ada 14 parsel sayılı taşınmazdan geçit hakkı kurulmasının mümkün olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle geçit hakkına ilişkin kısa bir açıklama yapılmasında fayda vardır. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun “zorunlu geçit” başlıklı 747’nci maddesi “Taşınmazından genel yola çıkmak için yeterli geçidi bulunmayan malik, tam bir bedel karşılığında bir geçit hakkı tanınmasını komşularından isteyebilir” hükmünü içermektedir. Bu itibarla geçit hakkı kurulabilmesi için geçit ihtiyacı duyulan taşınmazın genel yola hiç veya yeteri kadar bağlantısının bulunmaması gerekmektedir. İlk hâlde mutlak, ikinci hâlde nisbi geçit ihtiyacı söz konusudur. Geçit ihtiyacı baştan itibaren olabileceği gibi sonradan gerçekleştirilen kadastro, imar uygulamaları veya kamulaştırma işlemi sonucu da doğabilir.
Mutlak geçit ihtiyacının olduğu durumlarda geçit hakkının kurulması zorunlu olmasına rağmen, nisbi geçit ihtiyacının olduğu durumlarda ise geçit hakkı tesis edilip edilmeyeceği somut olaydaki durum ve şartlar dikkate alınarak hukuka ve hakkaniyete uygun bir şekilde değerlendirilmelidir (Demir, M.: Zorunlu Geçit Hakkı Kurulmasının Koşulları ve Tazminatın (Tam Bedelin) Belirlenmesi Sorunu, AÜHFD, cilt 52,sayı 4,s.196.39). Burada dava konusu taşınmazın niteliği, kullanım amacı, geçit ihtiyacının nasıl ve hangi araçlarla giderileceği objektif kriterler dikkate alınarak belirlenmeli ve fedakarlığın denkleştirilmesi ilkesi göz ardı edilmemelidir. Mevcut bir yolun objektif ölçülere göre taşınmazın ekonomik ihtiyaçlarına cevap vermemesi veya taşınmazın yararlanma biçiminde zaman içinde değişiklik olması durumunda nisbi geçit ihtiyacının varlığından söz edilebilir (Surlu,M.H./Öztürk, G.:Öğreti ve Uygulamada Geçit Hakkı, Ankara, 2003,s.251.).
Bununla birlikte geçit hakkı tesis edilirken, taşınmazın önceki durumuna ve zeminde mevcut fiilen kullanılan mevcut yola öncelik tanınmalıdır. Eğer bu şart uygulanamıyorsa bu durumda geçidin en az zarar verecek şekilde kurulması gerekmektedir. Ancak buradaki öncelikli amaç, alternatifli güzergâhlar içerisinde, lehine geçit hakkı tesis edilecek taşınmaz maliki açısından en kısa ve en az giderli olanı değil; aleyhine geçit hakkı tesis edilebilecek taşınmaz malikleri açısından objektif olarak en az zarar oluşturacak seçeneğin tercih edilmesidir.
Somut olayda, mahkemece davacının geçit ihtiyacı içinde olduğu kabul edilmek suretiyle dava konusu 187 sayılı parsel yararına, 35 ada 14 sayılı parselden geçit hakkı kurulmasına karar verilmiştir. Ne var ki dosyaya sunulan tapu kayıt örneği, pafta örneği ve bilirkişi raporunda da belirtildiği üzere 187 sayılı parsel lehine 185 ve 188 parsel sayılı taşınmazların ortak sınırında her bir parselden bir metre olmak suretiyle iki metre genişlikte akdi geçit irtifakı bulunduğu anlaşılmaktadır. Az yukarıda açıklanan ilkeler uyarınca bu durumda davacının nispi geçit ihtiyacı içerisinde olduğu gözetilerek öncelikle mevcut akdi geçit irtifakının 2,5-3 metreyi aşmamak şartıyla genişletilmesinin mümkün olup olmadığı belirlendikten sonra oluşacak sonuca göre karar verilmesi gerektiği açıktır.
Hâl böyle olunca Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davalılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun Geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, aynı Kanun’un 440. maddesi uyarınca tebliğden itibaren on beş günlük süre içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 28.02.2018 gününde oy birliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2009/14637 K: 2010/479
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/6846 K: 2013/8080
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/1307 K: 2018/7834
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/3529 K: 2021/876
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/2861 K: 2021/2388
Davaya konu olayda, teknik bilirkişi yol ile davacı taşınmazı arasında kot farkı bulunduğunu bildirmiş ise de davacı taşınmazından iş makinalarıyla makul süre çalışma (tıraşlama vb.) ve masraf yapılmak suretiyle yola çıkma olanağı bulunup bulunmadığını ayrıntılı şekilde açıklamamıştır.
Davacılar vekili tarafından, davalılar aleyhine 15.05.2015 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı tesisi talebi üzerine Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin bozma ilamına uyularak yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 03.03.2021 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı … tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması istemine ilişkindir. Davacılar vekili, maliki oldukları 106 ada 533 parsel sayılı taşınmazın genel yola bağlantısının bulunmadığını ileri sürerek davalılara ait 106 ada 524, 525, 526 parsel sayılı taşınmazlar üzerinden uygun bir bedel karşılığında geçit hakkı kurulmasını talep etmişlerdir.
Davalılar … ve … ve … lehine geçit tesisi istenen taşınmazın ana yola bağlantısının bulunduğunu belirterek davanın reddini savunmuşlardır.
Mahkemece, davanın kabulü ile davacıya ait 106 ada 533 parsel sayılı taşınmaz lehine davalılara ait 24.12.2015 tarihli fen bilirkişisi raporu ve ekli krokisinde 526 parsel sayılı taşınmazda F ve B harfi ile, 524 parsel sayılı taşınmazda C harfi ile, gösterilen yerden geçit hakkı kurulmasına dair verilen kararın davalılar … ve … tarafından temyizi üzerine Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin 21.03.2019 tarih, 2016/16186 Esas-2019/2572 Karar sayılı ilamıyla “lehine geçit tesis edilen 106 ada 533 parsel sayılı taşınmazın dosya içerisinde bulunan krokiye göre yola cephesinin olduğu, yol ile geçit tesis edilen taşınmaz arasında uçurum olduğu davacı tarafından iddia edilmiş ise de; bu hususun bilirkişiler tarafından irdelenmediği bu alandan yola geçişin mümkün olup olmadığının değerlendirilmediği, mahkeme tarafından geçit hakkı kurulan güzergahlar olan fen bilirkişisi raporunda F harfi ile gösterilen alanın 526 parsel sayılı taşınmazı ve C harfi ile gösterilen alanın 524 parsel sayılı taşınmazı ikiye böldüğü taşınmazların ekonomik kullanım bütünlüğünün bozulduğu, bilirkişi raporunda R-N-L-H harfleri ile gösterilen alternatif yol güzergahının da taşınmazları ikiye böldüğü, başkaca alternatiflerinde gösterilmediği gibi tek ve zorunlu geçit hakkı tesis edilecek yerin mahkeme tarafından geçit hakkı tesis edilen yer olduğu da yeterince ve bilimsel olarak açıklanamadığı anlaşılmıştır.
Bu durumda mahkemece, taşınmaz başında bilirkişiler eşliğinde tekrar keşif yapılarak, yararına geçit tesisi istenen 533 parsel sayılı taşınmazın yola cephesi bulunduğundan davacının yol ile parsel arasının uçurum olduğu iddiasının gözönünde bulundurulup, taşınmazın yola cephesi olan kısmın eğiminin araştırılması istenerek bu kısımdan yola geçişin mümkün olup olmadığı hususunda bilirkişilerden denetime uygun ayrıntılı rapor alınması, bu kısımdan yola geçişin mümkün olması halinde davanın reddine dair karar verilmesi,
Taşınmazın yola cephesi olan kısımdan yola geçişin mümkün olmadığı anlaşılması halinde, bilirkişilerden yararına geçit hakkı tesisi istenen taşınmazın genel yola bağlantısını sağlayacak şekilde, taşınmazların ekonomik bütünlüğünü bozmadan geçit seçeneklerini gösterir rapor düzenlemeleri ve krokide göstermeleri istenerek, yararına geçit hakkı tesisi istenen 106 ada 533 parsel sayılı taşınmazın genel yola kesintisiz bağlanmasını sağlayacak şekilde en uygun alternatiften geçit hakkı tesisine karar verilmesi gerekir.” gerekçesiyle hükmün bozulmasına karar verilmiştir.
Mahkemece, bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonucunda; davanın kabulü ile 106 ada 533 parsel sayılı taşınmaz lehine, Giresun ili, Dereli ilçesi, Çalca Köyü, 106 ada 524, 525, 526 parsel sayılı taşınmazlar aleyhine geçit hakkı kurulmasına karar verilmiştir. Hükmü, davalı … temyiz etmiştir.
Bu tür davalar ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi nedeniyle zorunlu olarak açılmaktadır. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
Geçit hakkı verilmesine ilişkin davalarda, bu hak taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından leh ve aleyhine geçit istenen taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına geçit istenen taşınmaz paylı mülkiyete konu ise dava paydaşlardan biri veya birkaçı tarafından açılabilir.
Türk Medeni Kanununun 747/2 maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Zira geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri gözetilmelidir. Geçit ihtiyacının nedeni, taşınmazın niteliği ile bu ihtiyacın nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakârlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
Uygun güzergah saptanırken önemle üzerinde durulması gereken diğer bir yön ise, aleyhine geçit kurulan taşınmaz veya taşınmazlar bölünerek kullanım şekli ve bütünlüğünün bozulmamasıdır. Şayet başka türlü geçit tesisi mümkün değilse bunun gerekçesi kararda açıkça gösterilmelidir.
Yararına geçit kurulacak taşınmazın tapuda kayıtlı niteliği ve kullanım amacı nazara alınarak özellikle tarım alanlarında, nihayet bir tarım aracının geçeceği genişlikte (emsaline göre 2,5-3 m.) geçit hakkı tesisine karar vermek gerekir. Bu genişliği aşan bir yol verilmesinin zorunlu olduğu hallerde, gerekçesi kararda dayanakları ile birlikte gösterilmelidir.
Saptanan geçit nedeniyle yükümlü taşınmaz malikine ödenmesi gereken bedel taşınmazın niteliği gözetilerek uzman bilirkişiler aracılığı ile objektif kıstaslar esas alınarak belirlenmelidir. Bu bedel de hükümden önce depo ettirilmelidir. Hemen belirtmek gerekir ki, bedelin belirlenmesinden sonra hüküm tarihine kadar taşınmazın değerinde önemli derecede değişim yaratabilecek uzunca bir süre geçmiş veya bedel tespitinden sonra yörede taşınmazın değerini artıracak değişiklikler meydana gelmiş olabilir. Bu gibi durumlarda mülkiyet hakkı kısıtlanan taşınmaz malikinin mağduriyetine neden olmamak ve diğer tarafın hakkın kötüye kullanılması sonucunu doğuracak olası davranışlarını önlemek için hüküm tarihine yakın yeni bir değer tespiti yapılması da gerekebilir.
Kurulan geçit hakkının Türk Medeni Kanununun 748/3 ve 1012. maddesi ile yeni Tapu Sicil Tüzüğünün “İrtifak hakları ve taşınmaz yükünün tescili” başlıklı 30. maddesi gereğince kütük sayfasında ayrılan özel sütununa tesciline karar verilmelidir.
Geçit hakkı kurulmasına ilişkin davalarda davanın niteliği gereği yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır.
Mahkemece her ne kadar bozma ilamına uyulmasına karar verilmiş ise de; bozma gerekleri tam olarak yerine getirilmemiştir. Dosya içindeki bilgi ve belgeler ile hükme esas alınan 19.02.2020 tarihli fen bilirkişi raporuna ekli krokinin incelenmesinden, davacıya ait 106 ada 533 parsel sayılı taşınmazın, kadastral yola cepheli olduğu anlaşılmaktadır. Yukarıda açıklandığı üzere geçit hakkı ile genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazların genel yola bağlantısının sağlanması amaçlanmaktadır. Davaya konu olayda, teknik bilirkişi yol ile davacı taşınmazı arasında kot farkı bulunduğunu bildirmiş ise de davacı taşınmazından iş makinalarıyla makul süre çalışma (tıraşlama vb.) ve masraf yapılmak suretiyle yola çıkma olanağı bulunup bulunmadığını ayrıntılı şekilde açıklamamıştır.
Bu durumda mahkemece, mahallinde teknik bilirkişiler aracılığı ile yeniden keşif yapılarak bilirkişilere davacıya ait taşınmazda teknik araçlarla (greyder vb.) çalışma yapılmak suretiyle bitişiğindeki yola çıkış olanağının bulunup bulunmadığı hususu açıklattırılmalı, gerekirse fotoğrafları da çektirilmek suretiyle keşfi izlemeye elverişli rapor ve kroki düzelttirilerek sonucuna göre bir karar verilmelidir.
Mahkemece bu yönler araştırılmadan ve davalıya ait taşınmazın bütünlüğü bozulmadan yola ulaşımın sağlanmasının mümkün olup olmadığı araştırılarak en uygun alternatiften geçit hakkı kurulması gerekirken belirtilen hususlar gözetilmeden davalılara ait taşınmazları ikiye bölerek ekonomik kullanım bütünlüğü bozulacak şekilde ve davacıya ait parselin mutlak geçit ihtiyacı içinde olup olmadığı kesin olarak saptanmadan geçit hakkı tesisine karar verilmesi doğru görülmemiş, hükmün bu nedenle bozulması gerekmiştir.
SONUÇ : Temyiz itirazlarının yukarıda açıklanan nedenlerle kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan harcın yatırana iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 27.10.2021 tarihinde oy birliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/1374 K: 2021/3572
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/3132 K: 2021/1726
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1993/4840 K: 1995/2969 T: 21.3.1995
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 1992/7448 K: 1994/10443 T: 3.11.1994
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/1826 K: 2021/991
Davacı taşınmazının açılmış fiilen kullanılan imar yoluna cephesinin bulunması karşısında geçit ihtiyacı içerisinde olduğunun kabulü mümkün olmadığı gibi davacının subjektif arzusuna göre geçit güzergahı saptanıp buna ilişkin hüküm kurulması da doğru değildir.
Taraflar arasındaki “geçit hakkı kurulması” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Kahramanmaraş 2. Asliye Hukuk Mahkemesince verilen davanın kabulüne ilişkin karar davalılar … ve Mustafa Kirişçi vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay (Kapatılan) 14. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
Direnme kararı davalı … Kirişçi ile davalı … mirasçıları Muharrem Kirişçi ve arkadaşları vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve direnme kararının verildiği tarih itibariyle 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 438. maddesinin 2. fıkrası hükmü gereğince direnme kararlarının temyiz incelemesinde duruşma yapılamayacağından temyiz eden davalı … Kirişçi vekilinin duruşma talebinin reddine karar verilip dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:
YARGILAMA SÜRECİ
Davacı İstemi: 4. Davacı vekili dava dilekçesinde; müvekkiline ait 595 ada 46 parsel sayılı taşınmazda tekstil fabrikası bulunduğunu, fabrikanın kurulduğu tarihten bu yana davalı adına kayıtlı 595 ada 51 parselde kayıtlı taşınmazın ana yola bağlantıyı sağlayan kısmından geçit yolu kurulduğunu, ağır araçlarla ticari faaliyet gerçekleştirildiğini ve bu araçların yalnızca bu hat üzerinden ilerleyebildiklerini, fabrikanın yola cephesi bulunan arka kısmında kazan dairesi, su arıtma tesisi ve elektrik döşemesi bulunduğundan araç geçişi sırasında çökme tehlikesi oluşturduğunu bu nedenle fabrikanın arkasına düşen bağlantılı yoldan geçiş sağlayamadıklarını ileri sürerek müvekkil şirket lehine davalıya ait taşınmaz üzerinden geçit hakkı tesis edilmesini talep etmiştir.
Davalı Cevabı: 5. Davalı … vekili cevap dilekçesinde; geçit hakkı talep edilen taşınmazın müvekkili tarafından 22.10.2007 tarihinde satış suretiyle Mustafa Kirişçi’ye devredildiğini, husumetin geçit hakkı istenilen taşınmaz malikine yöneltilmesi gerektiğini beyan ederek davanın husumet nedeniyle reddini savunmuştur.
Davalı … Kirişçi vekili cevap dilekçesinde; davacının imar planında belirtilen ve fiilen kullanılan yola bağlantısı bulunduğunu, bu yerin davacının ihtiyacını karşılamaya yetecek nitelikte olduğunu, geçit hakkı talebinin subjektif arzusuna dayandığını belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkeme Kararı: 7. Kahramanmaraş Sulh Hukuk Mahkemesinin 23.07.2010 tarihli ve 2020/1639 E., 2010/2107 sayılı kararı ile; dava konusu yerin belirlenen değerine göre miktar itibariyle mahkemenin görevsiz olduğu gerekçesiyle dava dilekçesinin görev yönünden reddine karar verilmiş, davacı vekili tarafından süresinde talepte bulunulması üzerine dosya Kahramanmaraş 2. Asliye Hukuk Mahkemesine gönderilmiştir.
Kahramanmaraş 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 11.10.2013 tarihli ve 2010/914 E., 2013/511 sayılı kararı ile; davacı tarafa ait 46 parsel ile davalı tarafa ait 51 parsel numaralı taşınmazların birbirinin mücaviri (bitişiği) olup davacı tarafa ait taşınmaz üzerinde fiilen kurulu ve çalışan pamuk işleme/dokuma fabrikasının mevcut olduğu, geçit hakkı talep edilen yerin bu dava açılıncaya kadar davacı tarafça fabrikaya geçişi sağlayacak şekilde yol olarak kullanılmış olduğu, dava konusu yerin organize sanayi imar mevzuatı gereği zorunlu 5 m. çekme mesafesi dahilinde kaldığı, dolayısıyla çekme mesafesi dahilinde kalan bu yerle alakalı davacı tarafın yapılaşmaya gitmesinin fiilen mümkün olmadığı, davacı taşınmazı üzerindeki çalışan fabrika iş kolunda işin niteliği gereği sık sık yangınlar meydana geldiği, mevcut kullanılan yolun olası bir yangında fabrikaya ulaşmaya zaman kaybı yaratacağı gibi daha önemlisi fabrikaya dönüşlerde iki ayrı yerde 90 derecelik keskin viraj olması ulaşmayı imkansız hale getirebileceği gerekçesiyle, davanın kabulü ile 595 ada 51 nolu parsel üzerinde fen bilirkişi raporunun krokisinde A harfi ile gösterilen 5 m. en, 92,30 m. uzunluğunda 507 m2 mesehalı yer üzerinde aynı ada 46 parsel lehine geçit hakkı tanınmasına, depo edilen bedelin ödeme tarihindeki mevduat faizi ile birlikte davalı yana ödenmesine karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı: 9. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalılar … ve Mustafa Kirişçi vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
Yargıtay (Kapatılan) 14. Hukuk Dairesince 14.10.2014 tarihli ve 2014/6530 E., 2014/11126 sayılı kararı ile; “…Bu tür davalar ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi nedeniyle zorunlu olarak açılmaktadır. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
Somut olayda; dosyada mevcut imar planı ve bilirkişi raporlarına göre davacının geçit hakkı talep ettiği 595 ada 46 parsel sayılı taşınmazının açılmış imar yoluna cephesinin bulunduğu görülmektedir. Bu nedenle 46 parsel sayılı taşınmazın mutlak ya da nispi geçide ihtiyacı olmadığı anlaşılmıştır. Davacının subjektif arzusuna göre geçit güzergahı saptanıp buna ilişkin hüküm kurulması mümkün olmadığından davanın reddi gerekirken yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş, bu sebeple hükmün bozulması gerekmiştir…” gerekçesiyle karar bozulmuştur.
Direnme Kararı: 11. Kahramanmaraş 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 25.02.2016 tarihli ve 2015/254 E., 2016/61 sayılı kararı ile; fabrikanın bulunduğu yerde imar planında yol gözükse de doğusundaki imar yolunun aktif yol olmadığı, imar yolundan olası geçiş güzergahı üzerine bir kısım müştemilatın yapılmış olduğu, iş güvenliği uzmanlarından alınan raporda, geçit istenen yerden olası bir yangına, diğer durumlara göre bir dakika daha önce ve kolay şekilde müdahale yapılabileceği, büyük araçların da geçit istenen yerden fabrikaya ulaşabileceklerinin belirtildiği, kaldı ki geçit istenen yerin çekme mesafesi içinde olduğu ve geçit hakkı verilmesinde davalı tarafın zararının da söz konusu olmadığı gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi: 12. Direnme kararı süresi içinde davalı … Kirişçi vekili ve davalı … mirasçıları vekili tarafından temyiz edilmiştir.
UYUŞMAZLIK
Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (TMK)’nun 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması isteğine ilişkin eldeki davada, davacının geçit hakkı talep ettiği 595 ada 46 parsel sayılı taşınmazının açılmış imar yoluna cephesinin bulunması karşısında mutlak ya da nispi geçit ihtiyacı içerisinde olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
III. GEREKÇE
A- Davalı … mirasçıları vekilinin temyizi yönünden;
Türk Medeni Kanunu’nun “Zorunlu geçit” başlıklı 747. maddesi; “Taşınmazından genel yola çıkmak için yeterli geçidi bulunmayan malik, tam bir bedel karşılığında bir geçit hakkı tanınmasını komşularından isteyebilir.
Bu hak, ilk önce kendisinden bu geçidin istenmesi önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun düşen komşuya karşı ve daha sonra bundan en az zarar görecek olana karşı kullanılır. Zorunlu geçit iki tarafın menfaati gözetilerek belirlenir” hükmünü içermektedir.
Anılan maddeye göre, genel yola çıkmak için yeterli bir geçidi bulunmayan taşınmaz sahibi, tam bir bedel karşılığında komşularından kendisine geçmek için geçit hakkı tanınmasını isteyebilir. Kanun koyucu bu düzenleme ile şartların gerçekleşmesi hâlinde ihtiyaç sahibine irtifak hakkı kurulmasını isteme hakkı sağlamıştır.
Geçit hakkı, yenilik doğuran bir hak olup, bu hak, geçit ihtiyacı bulunan taşınmazın mülkiyetine bağlıdır. Hak sahibinin, bu hakkını kullanarak irtifak hakkı kurulmasını istemesi ile yükümlü taşınmaz maliki irtifak hakkı kurma borcu altına girmektedir. Taşınmazın bu borçla yükümlü olma durumu, mülkiyetin dolayısıyla kısıtlanmasını teşkil etmektedir. Bu borç yerine getirilince, ortaya geçit irtifakı çıkmaktadır (Oğuzman/Seliçi Ö./Oktay Özdemir S.; Eşya Hukuku, 12. Bası, Filiz Kitabevi, İstanbul 2009, s.467).
Geçit hakkı verilmesine ilişkin davalarda, bu hak taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından leh ve aleyhine geçit istenen taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur.
Somut olayda, geçit irtifakı tesis edilen 595 ada 51 parsel sayılı taşınmazın satış nedeniyle davalı … Kirişçi adına kayıtlı olduğu, davalı … Kirişli’nin ise taşınmazda hissesi bulunmadığı görülmüştür. Bu durumda davalı … Kirişli’ye husumet yöneltilmesi doğru olmadığından mahkemece anılan davalı hakkında açılan davanın pasif husumet yokluğundan reddine karar verilmesi gerekirken davanın kabulüne karar verilmesi yerinde görülmemiştir.
B- Davalı … Kirişçi vekilinin temyizi yönünden;
Ülkemizde arazi düzenlemesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın doğrudan yol ihtiyacının karşılanmamış bulunması, geçit davalarının kaynağını oluşturmaktadır. Bilindiği üzere geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Geçit hakkı kurulabilmesi için geçit ihtiyacı duyulan taşınmazın genel yola hiç veya yeteri kadar bağlantısının bulunmaması gerekmektedir. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir. Geçit ihtiyacı baştan itibaren olabileceği gibi, sonradan gerçekleştirilen kadastro, imar uygulamaları veya kamulaştırma işlemi sonucu da doğabilir.
Mutlak geçit ihtiyacının olduğu durumlarda geçit hakkının kurulması zorunlu olmasına rağmen, nispi geçit ihtiyacının olduğu durumlarda ise geçit hakkı tesis edilip edilmeyeceği somut olaydaki durum ve şartlar dikkate alınarak hukuka ve hakkaniyete uygun bir şekilde değerlendirilmelidir. Burada dava konusu taşınmazın niteliği, kullanım amacı, geçit ihtiyacının nasıl ve hangi araçlarla giderileceği objektif kriterler dikkate alınarak belirlenmeli ve fedakarlığın denkleştirilmesi ilkesi göz ardı edilmemelidir (Demir, M.: Zorunlu Geçit Hakkı Kurulmasının Koşulları ve Tazminatın (Tam Bedelin) Belirlenmesi Sorunu, AÜHFD, cilt 52,sayı 4,s.196). Mevcut bir yolun objektif ölçülere göre taşınmazın ekonomik ihtiyaçlarına cevap vermemesi veya taşınmazın yararlanma biçiminde zaman içinde değişiklik olması durumunda nispi geçit ihtiyacının varlığından söz edilebilir (Surlu, M.H./Öztürk, G.: Öğreti ve Uygulamada Geçit Hakkı, Ankara 2003,s. 251).
Öte yandan, geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayıcı bir irtifak hakkı olmakla birlikte özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri gözetilmelidir. TMK’nın 747/2. maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması hâlinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Geçit hakkı tesisinde fedakarlığın denkleştirilmesi ilkesi gereği, alternatifli güzergâhlar içerisinde lehine geçit hakkı tesis edilecek taşınmaz maliki açısından en kısa ve en az giderli olanı değil; aleyhine geçit hakkı tesis edilebilecek taşınmaz malikleri açısından objektif olarak en az külfet yüklenecek ve en az zarar görecek olanının tercih edilmesi gerekir.
Açıklanan ilkeler ışığında somut olaya gelince; dosya arasında mevcut bilirkişi raporları ile Kahramanmaraş Belediye Başkanlığı İmar ve Şehircilik Müdürlüğünün cevabi yazılarından davacıya ait 595 ada 46 parsel sayılı taşınmazın doğu yönünde uygulama imar planına göre genel yol niteliğinde ve 15.00 m. genişliğindeki imar yoluna parsel cephesinin bulunduğu ve bu yolun kamyon, tır, itfaiye aracı gibi geniş araçların geçişine uygun genişlikte olduğu anlaşılmaktadır. Davacıya ait taşınmaz üzerinde bulunan dokuma/tekstil fabrikasının yola cephesi bulunan doğu kısmında kazan dairesi, su arıtma ve elektrik tesisatı bulunduğu, yüklü araçların bu yolu kullanmalarının tehlike yaratabileceği belirtilmiş ise de, davacı tarafından meydana gelebilecek olası risklere karşı tedbir alınması mümkün olduğundan davacının masraflı olsa dahi bu yükümlülüğe katlanması gerektiği açıktır.
O hâlde, davacı taşınmazının açılmış fiilen kullanılan imar yoluna cephesinin bulunması karşısında geçit ihtiyacı içerisinde olduğunun kabulü mümkün olmadığı gibi davacının subjektif arzusuna göre geçit güzergahı saptanıp buna ilişkin hüküm kurulması da doğru değildir.
Hâl böyle olunca; direnme kararının (A) ve (B) bentlerinde belirtilen değişik gerekçe ve nedenlerle bozulması gerekmiştir.
SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle; Davalı … mirasçıları vekili ve davalı … Kirişçi vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının (A) ve (B) bentlerinde belirtilen değişik gerekçe ve nedenlerle dolayı 6217 sayılı Kanun’un 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen Geçici 3. maddeye göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatıranlara geri verilmesine,
Aynı Kanun’un 440. maddesi uyarınca kararın tebliğ tarihinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 14.09.2021 tarihinde oy birliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/14-264 K: 2006/237 T.26.4.2006
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1994/848 K: 1995/75 T:15.2.1995
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2013/1524 K: 2015/1041
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/14-264 K: 2006/237
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2021/803 K: 2021/2341
Ekonomik kullanım bütünlüğünün bozulmaması için aleyhine geçit kurulan parseller bölünmeksizin geçit tesisine karar verilmesi gerekir. Uygun güzergah saptanırken önemle üzerinde durulması gereken diğer bir yön ise, aleyhine geçit kurulan taşınmaz veya taşınmazlar bölünerek kullanım şekli ve bütünlüğünün bozulmamasıdır. Şayet başka türlü geçit tesisi mümkün değilse bunun gerekçesi kararda açıkça gösterilmelidir.
Taraflar arasındaki geçit hakkı tesisi davasından dolayı mahal mahkemesinden verilen yukarıda gün ve sayısı yazılı hükmün; Dairemizin 24/11/2020 gün ve 2017/1261 Esas, 2020/7691 Karar sayılı ilamı ile temyiz isteminin süreden reddine karar verilmişti. Süresi içinde davalı vekili tarafından kararın düzeltilmesi istenilmiş olmakla, dosya içerisindeki bütün evrak incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, geçit hakkı tesisi istemine ilişkindir. Davacı vekili; müvekkilinin … ili, … ilçesi, … Köyü, 514 parselde kayıtlı tarla ve kargir ev vasıflı taşınmazının genel yol ile bağlantısı bulunmayıp geçit ihtiyacı olduğunu, genel yola ulaşmak için en az masraflı ve en uygun yolun davalıya ait 530 parsel sayılı taşınmazdan geçilmesiyle mümkün olabileceğini, geçit hakkı bedelini yatırmaya hazır olduğunu beyan ederek; mahkemece uygun görülecek bir yerden taşınmazı lehine zorunlu geçit hakkı tesis edilmesini talep etmiştir. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir. Hükmü, davalı asil 23.11.2016 tarihinde temyiz etmiştir.
Mahkemece 21.12.2016 tarihli ek kararda; gerekçeli kararın davalı asile 16.08.2016 tarihinde tebliğ edildiği, temyiz süresinin adli tatil nedeniyle 07/09/2016 tarihinde sona erdiği, davalının hükmü süresinde temyiz etmediği gerekçesiyle temyiz talebinin reddine dair ek karar verilmiş, bu aşamadan sonra dosyaya vekaletname sunan davalı vekilince 22.12.2016 tarihinde tebellüğ edilen ek karar, 02.01.2017 tarihinde temyiz edilmiş, dairemizin ilamı ile; anılan kanuni düzenlemeler ve Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı doğrultusunda somut olay incelendiğinde; hükmün davalı asile 16.08.2016 tarihinde tebliğ edildiği, davalı tarafından 23.11.2016 tarihinde temyiz yoluna başvurulduğu, bu durumda temyiz süresi geçtiğinden mahkemesince “temyiz dilekçesinin süre aşımı yönünden reddine” karar verildiği; sonrasında 21.12.2016 günlü “temyiz dilekçesinin süre yönünden reddine dair verilen ek kararın” davalı vekiline 22.12.2016 Perşembe günü tebliğ edildiği, ek karara yönelik temyiz süresinin 29.12.2016 Perşembe günü sona erdiği, ancak davalı vekilince ek karara karşı 02/01/2017 tarihli dilekçe ve aynı tarihli harç makbuzuyla temyiz yoluna başvurulduğu, UYAP sistemi üzerinden daha önceki bir tarihte gönderilmiş temyiz dilekçesinin de bulunmadığı anlaşılmakla; “HMK’nın 366. maddesi atfıyla 346/2. maddesi gereğince, bir haftalık kanuni süre içerisinde verilmemiş olduğundan, ek karara yönelik temyiz dilekçesinin süre yönünden reddine karar vermek gerekmiştir.” şeklindeki gerekçe ile temyiz dilekçesinin süreden reddine karar verilmiştir.
Davalı vekili; dairemizin ilamına karşı karar düzeltme isteminde bulunmuştur.
Bilindiği üzere 01/10/2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı HUMK’nun 297. maddesi bir mahkeme hükmünün kapsamının ne şekilde olması gerektiğini açıklamıştır.
Bu kapsamda, Hukuk Muhakemeleri Kanununun “Hükmün kapsamı” başlıklı 297. maddesinde: “(1) Hüküm “Türk Milleti Adına” verilir ve bu ibareden sonra aşağıdaki hususları kapsar;
- a) Hükmü veren mahkeme ile hâkim veya hâkimlerin ve zabıt kâtibinin ad ve soyadları ile sicil numaraları, mahkeme çeşitli sıfatlarla görev yapıyorsa hükmün hangi sıfatla verildiğini,
- b) Tarafların ve davaya katılanların kimlikleri ile Türkiye Cumhuriyeti kimlik numarası, varsa kanuni temsilci ve vekillerinin ad ve soyadları ile adreslerini,
- c) Tarafların iddia ve savunmalarının özetini, anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususları, çekişmeli vakıalar hakkında toplanan delilleri, delillerin tartışılması ve değerlendirilmesini, sabit görülen vakıalarla bunlardan çıkarılan sonuç ve hukuki sebepleri,
ç) Hüküm sonucu, yargılama giderleri ile taraflardan alınan avansın harcanmayan kısmının iadesi, varsa kanun yolları ve süresini,
- d) Hükmün verildiği tarih ve hâkim veya hâkimlerin ve zabıt kâtibinin imzalarını,
- e) Gerekçeli kararın yazıldığı tarihi,
(2) Hükmün sonuç kısmında, gerekçeye ait herhangi bir söz tekrar edilmeksizin, taleplerden her biri hakkında verilen hükümle, taraflara yüklenen borç ve tanınan hakların, sıra numarası altında; açık, şüphe ve tereddüt uyandırmayacak şekilde gösterilmesi gereklidir.” şeklinde düzenleme mevcuttur.
Mahkemece 21.12.2016 tarihli ek kararın hüküm kısmında Hukuk Muhakemeleri Kanununun 297/ç bendi gereği tarafların başvurabilecekleri kanun yolları ve süresinin bildirilmesi gerekirken temyiz süresi ve başlangıcına ilişkin sürenin gösterilmemesi doğru değildir. Bu nedenle dairemizin 24.11.2020 tarihli 2017/1261 Esas- 2020/7691 Karar sayılı ilamının maddi hataya dayalı olduğu anlaşıldığından 21.12.2016 tarihli ek kararın içeriğinin incelenmesine geçilmiştir.
Hükmün davalı asile 16.08.2016 tarihinde tebliğ edildiği, davalı tarafından 23.11.2016 tarihinde temyiz yoluna başvurulduğu, bu duruma göre temyiz süresi geçtiğinden mahkemesince “temyiz dilekçesinin süre aşımı yönünden reddine” karar verilmişse de; davalı asile yapılan gerekçeli karar tebligatının bilinen en son adresine çıkarılması, bu adresin tebligata elverişli olmadığının anlaşılması veya tebligat yapılamaması halinde, muhatabın adres kayıt sisteminde bulunan yerleşim yeri adresi, bilinen en son adresi olarak kabul edilip tebligatın buraya yapılması gerekirken, ilk seferde doğrudan Kanunun 21/2. maddesine göre tebligat yapılmasının usulüne uygun olmadığı ve temyiz isteminin süresinde olduğu anlaşıldığından mahkemece temyiz isteminin reddine karar verilmesi doğru görülmemiş, 21.12.2016 tarihli ek karar kaldırılarak davalının temyiz itirazlarının incelenmesine geçilmiştir.
1) Bu tür davalar ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi nedeniyle zorunlu olarak açılmaktadır. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
2) TMK’nın 747/2. maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumlarına göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Zira geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri gözetilmelidir. Geçit gereksiniminin nedeni, taşınmazın niteliği ile bu gereksinimin nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakarlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
3) Geçit davalarında uygulanan fedakarlığın denkleştirilmesi ilkesi gereğince yüzölçümü küçük olan taşınmazlar yerine öncelikle yüzölçümü daha büyük olan taşınmazlardan geçit kurulması tercih edilmelidir. Ayrıca ekonomik kullanım bütünlüğünün bozulmaması için aleyhine geçit kurulan parseller bölünmeksizin geçit tesisine karar verilmesi gerekir. Uygun güzergah saptanırken önemle üzerinde durulması gereken diğer bir yön ise, aleyhine geçit kurulan taşınmaz veya taşınmazlar bölünerek kullanım şekli ve bütünlüğünün bozulmamasıdır. Şayet başka türlü geçit tesisi mümkün değilse bunun gerekçesi kararda açıkça gösterilmelidir.
Somut olayda; davalıya ait 530 parsel sayılı taşınmaz üzerinden geçit hakkı tesis edilmişse de; dosya içerisindeki pafta sureti ve krokilere göre 530 parselim kuzeyindeki 529 no’lu parselin, aleyhine geçit kurulan taşınmazdan daha büyük olduğu açıkça görülmektedir. Mahkemece yapılması gereken iş; 529 parsel sayılı taşınmazın güncel tapu kaydı dosya arasına alınıp, maliklerinin davada taraf kılınması için davacı tarafa süre verilerek taşınmazın maliklerinin davada taraf olması sağlandıktan sonra, yüzölçümü büyük olan 529 parsel ve diğer alternatiflerle birlikte taşınmazların ortak sınırından geçit hakkı kurulması da değerlendirilerek fedakarlığın denkleştirilmesi ilkesi uyarınca bir karar verilmesi gerekirken bu husus gözetilmeden eksik araştırma ve inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeplerle kararın bozulması gerekmiştir.
Dairemizce ilk derece mahkeme kararının bu gerekçe ile bozulması gerekirken maddi hata sonucu temyiz dilekçesinin süreden reddine karar verildiği bu kez yapılan inceleme sonucu anlaşıldığından davalı vekilinin karar düzeltme isteminin kabulü ile hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle bozulması gerekmektedir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle, davalı vekilinin karar düzeltme isteminin kabulü ile Dairemizin 24.11.2020 tarihli, 2017/1261 Esas, 2020/7691 Karar sayılı ilamının KALDIRILMASINA, hükmün yukarıdaki gerekçe ile BOZULMASINA, peşin yatırılan harcın iadesine, 31.03.2021 tarihinde oy birliği ile karar verilmiştir
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/17021 K: 2020/5628
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/2217 K: 2012/2909
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/3806 K: 2015/3615
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/3874 K: 2019/3180
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/8513 K: 2019/2337
Taşınmaz başında bilirkişiler eşliğinde tekrar keşif yapılarak, bilirkişilerden yararına geçit hakkı tesisi istenen taşınmazın genel yola bağlantısını sağlayacak şekilde, geçit davalarında uygulanan kesintisizlik ilkesi gözetilerek, geçit alternatiflerini gösterir rapor düzenlemeleri ve krokide göstermeleri istenmesi, taşınmazların tapu kayıtlarının getirtilerek maliklerinin davada taraf olarak yer alması sağlanmalı, taşınmazın genel yola kesintisiz bağlanmasını sağlayacak şekilde en uygun alternatiften geçit hakkı tesisine karar verilmesi gerekir.
Davacı vekili tarafından, davalı aleyhine 28.04.2015 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı tesisi talebi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 19.04.2016 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı … vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması isteğine ilişkindir. Davacı, maliki olduğu 957 parsel sayılı taşınmaz lehine, davalı … adına kayıtlı 969 parsel sayılı taşınmaz aleyhine zorunlu geçit hakkı tesis edilmesini istemiştir.
Davalı vekili; geçit hakkı tesisinin taşınmazın gerek yüzölçümü ve gerekse tarımsal kullanımı itibariyle uygun olmadığını, geçit hakkı tesisi ile taşınmazın ekonomik bütünlüğü, kullanım alanı ve değerinin daha da küçüleceğini, diğer güzergahların değerlendirilmesi gerektiğini, önceki mülkiyet ve kullanılan yol durumuna göre en az zarar görecek olan ve yüzölçümü büyük olan komşu taşınmazlar üzerinden geçit hakkı tesisine karar verilmesini, Hazineye ait taşınmaz yönünden davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.
Mahkemece; davanın kabulü ile, davacıya ait 957 parsel sayılı taşınmaz lehine fen bilirkişilerinin 05/02/2016 tarihli rapora ekli krokide 3 no’lu güzergah olarak belirtilen 969 parsel sayılı taşınmaz aleyhine ve bu taşınmazdan 3 metre genişliğinde 789,18 m²’lik alanda geçit hakkı tesisine karar verilmiştir. Hükmü, davalı … vekili temyiz etmiştir.
Bu tür davalar ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi nedeniyle zorunlu olarak açılmaktadır. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
Geçit hakkı verilmesine ilişkin davalarda, bu hak taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından leh ve aleyhine geçit istenen taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına geçit istenen taşınmaz paylı mülkiyete konu ise dava paydaşlardan biri veya birkaçı tarafından açılabilir. Geçit tesisi davalarında başlangıçta davacı tarafından öngörülemediğinden dava dilekçesinde talep edilen yer dışındaki güzergahlardan da geçit kurulması gerekebilir. Bu güzergah üzerindeki taşınmazların maliklerine dava dilekçesi ile husumet yöneltilmemiş olması kabul edilebilir bir yanılgıya dayandığından 6100 sayılı HMK’nun 124. maddesi gereğince dürüstlük kuralına aykırı olmayan bu taraf değişikliği talebi kabul edilerek davacının bu kişilerin harçsız olarak davaya katılmalarını sağlamasına imkan verilmelidir.
Türk Medeni Kanununun 747/2. maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Zira geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri gözetilmelidir. Geçit ihtiyacının nedeni, taşınmazın niteliği ile bu ihtiyacın nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakârlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
Uygun güzergah saptanırken önemle üzerinde durulması gereken diğer bir yön ise, aleyhine geçit kurulan taşınmaz veya taşınmazlar bölünerek kullanım şekli ve bütünlüğünün bozulmamasıdır. Şayet başka türlü geçit tesisi mümkün değilse bunun gerekçesi kararda açıkça gösterilmelidir.
Yararına geçit kurulacak taşınmazın tapuda kayıtlı niteliği ve kullanım amacı nazara alınarak özellikle tarım alanlarında, nihayet bir tarım aracının geçeceği genişlikte (emsaline göre 2,5-3 m.) geçit hakkı tesisine karar vermek gerekir. Bu genişliği aşan bir yol verilmesinin zorunlu olduğu hallerde, gerekçesi kararda dayanakları ile birlikte gösterilmelidir.
Saptanan geçit nedeniyle yükümlü taşınmaz malikine ödenmesi gereken bedel taşınmazın niteliği gözetilerek uzman bilirkişiler aracılığı ile objektif kıstaslar esas alınarak belirlenmelidir. Bu bedel de hükümden önce depo ettirilmelidir. Hemen belirtmek gerekir ki, bedelin belirlenmesinden sonra hüküm tarihine kadar taşınmazın değerinde önemli derecede değişim yaratabilecek uzunca bir süre geçmiş veya bedel tespitinden sonra yörede taşınmazın değerini artıracak değişiklikler meydana gelmiş olabilir. Bu gibi durumlarda mülkiyet hakkı kısıtlanan taşınmaz malikinin mağduriyetine neden olmamak ve diğer tarafın hakkın kötüye kullanılması sonucunu doğuracak olası davranışlarını önlemek için hüküm tarihine yakın yeni bir değer tespiti yapılmalıdır.
Kurulan geçit hakkının Türk Medeni Kanununun 748/3 ve 1012. maddesi ile yeni Tapu Sicil Tüzüğünün “İrtifak hakları ve taşınmaz yükünün tescili” başlıklı 30. maddesi gereğince kütük sayfasında ayrılan özel sütununa tesciline karar verilmelidir.
Geçit hakkı kurulmasına ilişkin davalarda davanın niteliği gereği yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır.
Somut olaya gelince; mahkemece davanın kabulü ile, davacıya ait 957 parsel sayılı taşınmaz lehine fen bilirkişilerinin 05/02/2016 tarihli ek raporuna ekli krokide 3 No’lu güzergah olarak belirtilen alandan 969 parsel sayılı taşınmaz aleyhine geçit hakkı tesisine karar verilmiş ise de; araştırma ve inceleme yeterli olmadığından; yanılgılı değerlendirme ile hüküm kurulmuştur.
Şöyle ki; davacıya ait 957 parsel sayılı taşınmazın mevcut kadastral yollara çıkış imkanının olmadığı, geçit ihtiyacı içinde olduğu sabittir. Mahkemece mahallinde yapılan 18/09/2015 tarihli keşif sonucunda ziraat ve fen bilirkişiler tarafından düzenlenmiş olan 02/10/2015 havale tarihli raporda; geçit güzergahı olarak iki alternatif yolun belirlendiği, ekli krokide kırmızı renkli ve 1 No’lu güzergah olarak gösterilen 969 No’lu parselin kuzey sınırından geçen güzergahın en uygun güzergah olduğunun bildirilmesi üzerine mahkemece, söz konusu güzergahtan geçit tesisinin mümkün olup olmadığı hususunun Karayolları Bölge Müdürlüğüne sorulduğu, Karayolları … İl Müdürlüğünün 17/12/2015 tarihli yazısı ile bilirkişi raporunda gösterilen 1 No’lu geçit güzergahının 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu ve buna bağlı olarak çıkarılan “Karayolları Kenarında Yapılacak ve Açılacak Tesisler Hakkında Yönetmelik” hükümleri gereği bölge müdürlüklerince uygun görülmediğinin bildirildiği, bunun üzerine bilirkişilerden ek rapor alındığı, mahkemece; bilirkişi kurulunun 05/02/2016 havale tarihli ek raporuna dayanılarak, bilirkişiler tarafından ekli krokide yeşil renkli ve 3 No’lu güzergah olarak gösterilen ve 969 parselin kuzey sınırından geçerek 969 parsel ile Buca İlçesi, Karaağaç Köyü 1 ve 2 numaralı parsel arasındaki toprak yola bağlandığı ve halen kısmen asfalt kaplamalı ve fiilen yol olarak kullanıldığı belirtilen yerden geçit tesis edildiği, ancak bilirkişiler tarafından köy yolu olarak nitelendirilen ve geçit kurulan 3 No’lu güzergahın bağlandığı yerin krokisinde gözükmediği, krokide … … yolu olarak gözüktüğü, mahkemece geçit tesis edilen yerin taşınmazın yüzölçümü itibari ile de değerlendirildiğinde 969 parselin ekonomik bütünlüğünü bozduğu, kalan bölümün ekonomik değerinin kalmadığı anlaşılmaktadır.
Bu durumda mahkemece, taşınmaz başında bilirkişiler eşliğinde tekrar keşif yapılarak, bilirkişilerden yararına geçit hakkı tesisi istenen 957 parsel sayılı taşınmazın genel yola bağlantısını sağlayacak şekilde, geçit davalarında uygulanan kesintisizlik ilkesi gözetilerek, geçit alternatiflerini gösterir rapor düzenlemeleri ve krokide göstermeleri istenmesi, taşınmazların tapu kayıtlarının getirtilerek maliklerinin davada taraf olarak yer alması sağlandıktan sonra; 945 parsel sayılı taşınmazın doğu güzergahından ve 944 parsel sayılı taşınmazın batı güzergahından yola bağlantısının sağlanması hususunun değerlendirilmesi, bu güzergahında uygun olmaması halinde taşınmazın güney tarafındaki yol ile bağlantısının kurulması için geçit seçeneklerinin belirlenmesi istenerek bu seçeneklerin değerlendirilmesi; yararına geçit hakkı tesisi istenen 857 parsel sayılı taşınmazın genel yola kesintisiz bağlanmasını sağlayacak şekilde en uygun alternatiften geçit hakkı tesisine karar verilmesi gerekir.
Belirtilen hususlar üzerinde durulmadan eksik inceleme ile yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş, bu nedenle hükmün bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davalı … vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 14.03.2019 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/10309 K: 2018/2532
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2010/7226 K: 2010/8366
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2010/3299 K: 2010/4395
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/10638 K: 2012/12297
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/15375 K: 2017/8047
Mahkemece; taşınmazın bütünlüğü bozulmadan yola ulaşımın sağlanmasının mümkün olup olmadığı araştırılarak en uygun alternatiften geçit hakkı kurulmalı, başka yerden geçit hakkı tesis edilemeyeceğinin kesin olarak tespit edilmesi halinde şimdiki gibi geçit tesisinde zorunluluk varsa bunun nedeni kararın gerekçesinde açıklanarak geçit hakkı tesis edilmelidir.
Taraflar arasındaki geçit hakkı tesisi davasından dolayı mahal mahkemesinden verilen yukarıda gün ve sayısı yazılı hükmün; Dairemizin 03.05.2016 gün ve 2015/3214 Esas, 2016/5419 Karar sayılı ilamı ile bozulmasına karar verilmişti. Süresi içinde davacı vekili tarafından kararın düzeltilmesi istenilmiş olmakla, dosya içerisindeki bütün evrak incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, Türk Medeni Kanunu’nun 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması isteğine ilişkindir. Davacı vekili, müvekkilinin maliki olduğu 165 ada 12 parsel sayılı taşınmaz lehine 165 ada 11 parsel sayılı taşınmaz üzerinde geçit hakkı tesis edilmesini talep etmiştir.
Davalı Hazine, dava konusu taşınmaz mera vasfında olduğunu geçit kurulma olanağının bulunmadığını, davanın reddini savunmuştur. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir.
Hükmü, davalı hazine vekili temyiz etmesi üzerine; Dairemizin 03.05.2016 tarih 2015/3214-2016/5419 Esas – Karar sayılı ilamı ile Mera niteliğindeki taşınmazlar aleyhine geçit hakkı kurulamayacağı gerekçesi ile bozulmasına karar verilmiştir. Davacı vekili tarafından karar düzeltme yoluna başvurulmuştur.
Bu tür davalar ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi nedeniyle zorunlu olarak açılmaktadır. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
Geçit hakkı verilmesine ilişkin davalarda, bu hak taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından leh ve aleyhine geçit istenen taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına geçit istenen taşınmaz paylı mülkiyete konu ise dava paydaşlardan biri veya birkaçı tarafından açılabilir.
Geçit tesisi davalarında başlangıçta davacı tarafından öngörülemediğinden dava dilekçesinde talep edilen yer dışındaki güzergahlardan da geçit kurulması gerekebilir. Bu güzergah üzerindeki taşınmazların maliklerine dava dilekçesi ile husumet yöneltilmemiş olması kabul edilebilir bir yanılgıya dayandığından 6100 sayılı HMK’nun 124. maddesi gereğince dürüstlük kuralına aykırı olmayan bu taraf değişikliği talebi kabul edilerek davacının bu kişilerin harçsız olarak davaya katılmalarını sağlamasına imkan verilmelidir.
Türk Medeni Kanununun 747/2 maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Zira geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri gözetilmelidir. Geçit ihtiyacının nedeni, taşınmazın niteliği ile bu ihtiyacın nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakârlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
Uygun güzergah saptanırken önemle üzerinde durulması gereken diğer bir yön ise, aleyhine geçit kurulan taşınmaz veya taşınmazlar bölünerek kullanım şekli ve bütünlüğünün bozulmamasıdır. Şayet başka türlü geçit tesisi mümkün değilse bunun gerekçesi kararda açıkça gösterilmelidir.
Yararına geçit kurulacak taşınmazın tapuda kayıtlı niteliği ve kullanım amacı nazara alınarak özellikle tarım alanlarında, nihayet bir tarım aracının geçeceği genişlikte (emsaline göre 2,5-3 m.) geçit hakkı tesisine karar vermek gerekir. Bu genişliği aşan bir yol verilmesinin zorunlu olduğu hallerde, gerekçesi kararda dayanakları ile birlikte gösterilmelidir.
Saptanan geçit nedeniyle yükümlü taşınmaz malikine ödenmesi gereken bedel taşınmazın niteliği gözetilerek uzman bilirkişiler aracılığı ile objektif kıstaslar esas alınarak belirlenmelidir. Bu bedel de hükümden önce depo ettirilmelidir. Hemen belirtmek gerekir ki, bedelin belirlenmesinden sonra hüküm tarihine kadar taşınmazın değerinde önemli derecede değişim yaratabilecek uzunca bir süre geçmiş veya bedel tespitinden sonra yörede taşınmazın değerini artıracak değişiklikler meydana gelmiş olabilir. Bu gibi durumlarda mülkiyet hakkı kısıtlanan taşınmaz malikinin mağduriyetine neden olmamak ve diğer tarafın hakkın kötüye kullanılması sonucunu doğuracak olası davranışlarını önlemek için hüküm tarihine yakın yeni bir değer tespiti yapılmalıdır.
Kurulan geçit hakkının Türk Medeni Kanununun 748/3 ve 1012. maddesi ile yeni Tapu Sicil Tüzüğünün “İrtifak hakları ve taşınmaz yükünün tescili” başlıklı 30. maddesi gereğince kütük sayfasında ayrılan özel sütununa tesciline karar verilmelidir.
Bu ilkeler ışığında somut olaya gelince; davacı vekili, müvekkilinin maliki olduğu 165 ada 12 parsel sayılı taşınmaz lehine hazine adına ham toprak vasfı ile kayıtlı 165 ada 11 parsel sayılı taşınmaz üzerinde geçit hakkı tesis edilmesini talep etmiştir.
Mahkemece davanın kabulü ile 165 ada 12 parsel sayılı taşınmaz lehine, 165 ada 11 parsel sayılı taşınmazın fen bilirkişisi’nin 31.03.2014 havale tarihli rapor ve krokisinde 1. tercih olarak gösterdiği 3 metre genişliğindeki toplam 231,42 m2’lik kısımda geçit hakkı tesisine, karar verilmiştir. Hükmün, Dairemizin 03.05.2016 tarih 2015/3214-2016/5419 Esas-Karar sayılı ilamı ile mera niteliğindeki taşınmazlar aleyhine geçit hakkı kurulamayacağı gerekçesi ile bozulmasına karar verilmiş ise de mahkemece üzerinde geçit hakkı tesis edilen 165 ada 11 parsel sayılı taşınmaz ham toprak vasfı ile hazine adına kayıtlı olduğundan geçit hakkı tesis edilebilecek bir taşınmaz ise de yapılan araştırma ve incelemeler hüküm kurmaya yeterli değildir. Dairemizin yukarıda belirtilen ilkelerine göre zorunluluk bulunmadıkça aleyhine geçit kurulacak taşınmazın bölünmemesi, ekonomik kullanım bütünlüğünün bozulmaması gerekir; karara esas alınan 31.03.2014 havale tarihli rapor ve krokisinde 1. tercih olarak gösterilen ve mahkeme tarafından geçit hakkı kurulan kısım 165 ada 11 parsel sayılı sayılı taşınmazı ikiye bölmüş, taşınmazın ekonomik kullanım bütünlüğü bozulmuştur. Bilirkişi raporunda alternatifler gösterilmiş ise de gösterilen yerlerden geçit hakkı kurulmasının imkansız olduğu, tek ve zorunlu geçit hakkı tesis edilecek yerin mahkeme tarafından geçit hakkı tesis edilen yer olduğu yeterince ve bilimsel olarak açıklanamadığı anlaşılmakla,
Mahkemece; taşınmazın bütünlüğü bozulmadan yola ulaşımın sağlanmasının mümkün olup olmadığı araştırılarak en uygun alternatiften geçit hakkı kurulmalı, başka yerden geçit hakkı tesis edilemeyeceğinin kesin olarak tespit edilmesi halinde şimdiki gibi geçit tesisinde zorunluluk varsa bunun nedeni kararın gerekçesinde açıklanarak geçit hakkı tesis edilmelidir.
Belirtilen hususlar gözetilmeden dairemizin yukarıda belirtilen ilkelerine aykırı olarak 165 ada 11 parsel sayılı taşınmazı ikiye bölerek ekonomik kullanım bütünlüğü bozulacak şekilde geçit hakkı tesisine karar verilmesi doğru görülmemiş, belirtilen husus karar düzeltme istenmesi üzerine yapılan incelemede anlaşıldığından karar düzeltme isteminin kabulü ile bozma ilamının kaldırılarak hükmün değişik gerekçe ile bozulması gerekmiştir.
Açıklanan nedenlerle davacı vekilinin karar düzeltme isteminin kabul edilerek Dairemizin 03.05.2016 tarih 2015/3214-2016/5419 Esas-Karar sayılı bozma ilamının kaldırılmasına mahkeme hükmünün açıklanan değişik gerekçe ile bozulmasına karar verilmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davacı vekilinin karar düzeltme itirazlarının kabulü ile Dairemizin 03.05.2016 tarih 2015/3214-2016/5419 Karar sayılı ilamının KALDIRILMASINA, davalı hazine vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, temyiz olunan mahkeme kararının açıklanan nedenlerle, değişik gerekçe ile BOZULMASINA, 02.11.2017 tarihinde oy birliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2011/15274 K: 2011/16418
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/11209 K: 2012/12836
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/14447 K: 2018/3497
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/12669 K: 2017/2163
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2011/5740 K: 2011/7114
Yargılama sırasında uygun geçit yeri olarak dava açılanlar dışında yeni bir taşınmaz belirlenmesi halinde, bu yeni taşınmaz maliki ya da malikleri hakkında ya usulünce dava açılıp eldeki dava ile birleştirilmeli ya da usul ekonomisi açısından harcı da verilmek suretiyle davaya dahil edilmeleri sağlanmalıdır.
Davacı tarafından, davalılar aleyhine 17.12.2008 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı kurulması istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 24.02.2011 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi bir kısım davalılar tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması istemine ilişkindir. Davalılar, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, 4103 sayılı parsel yararına, 4124, 4122, 4106, 4105 ve 4104 sayılı parseller üzerinden, 4118 sayılı parsel yararına 4121, 4120 ve 4109 sayılı parseller üzerinden geçit hakkı tesis edilmiştir. Hükmü, bir kısım davalılar temyiz etimştir.
Ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi geçit davalarının nedenidir. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir. Davacının maliki olduğu 4103 VE 4118 sayılı parselin mutlak geçit ihtiyacı içerisinde olduğu dosya kapsamıyla sabittir.
Geçit hakkı verilmesine ilişkin davalarda, bu hak taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından leh ve aleyhine geçit istenen taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına geçit istenen taşınmaz paylı mülkiyete konu ise dava paydaşlardan biri veya birkaçı tarafından açılabilir.
Türk Medeni Kanununun 747/2 maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Zira geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri gözetilmelidir. Geçit gereksiniminin nedeni, taşınmazın niteliği ile bu gereksinimin nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakârlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır. Denilebilir ki geçit kurulmasına ilişkin davalarda, ihtiyaç sahibi parsel malikinin dava konusu üzerinde tam bir tasarruf yetkisi bulunmamaktadır.
Uygun güzergâh saptanırken önemle üzerinde durulması gereken diğer bir yön ise, aleyhine geçit kurulan taşınmaz veya taşınmazların kullanım şekli ve bütünlüğünün bozulmamasıdır. Şayet başka türlü geçit tesisi olanaklı değil ise bunun gerekçesi kararda açıkça gösterilmelidir.
Yararına geçit kurulacak taşınmazın tapuda kayıtlı niteliği ve kullanım amacı nazara alınarak özellikle tarım alanlarında, nihayet bir tarım aracının geçeceği genişlikte (emsaline göre 2,5-3 m.) geçit hakkı tesisine karar vermek gerekir. Bu genişliği aşan bir yol verilecekse, gerekçesi kararda dayanakları ile birlikte gösterilmelidir.
Saptanan geçit nedeniyle yükümlü taşınmaz malikine ödenmesi gereken bedel taşınmazın niteliği gözetilerek uzman bilirkişiler aracılığı ile objektif kıstaslar esas alınarak belirlenmelidir. Saptanacak bedel de hükümden önce depo ettirilmelidir. Hemen belirtmek gerekir ki, bedelin saptanmasından sonra hüküm tarihine kadar taşınmazın değerinde önemli derecede değişim yaratabilecek uzunca bir süre geçmiş veya bedel tespitinden sonra yörede taşınmazın değerini artıracak değişiklikler meydana gelmiş olabilir. Bu gibi durumlarda mülkiyet hakkı kısıtlanan taşınmaz malikinin mağduriyetine neden olmamak ve diğer tarafın hakkın kötüye kullanılması sonucunu doğuracak olası davranışlarını önlemek için hüküm tarihine yakın yeni bir değer tespiti yapılmalıdır.
Kurulan geçit hakkının Türk Medeni Kanununun 748/3 maddesi uyarınca tapu siciline kaydı da gereklidir. Geçit hakkı kurulmasına ilişkin davalarda davanın niteliği gereği yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır.
Somut olaya gelince; Yukarıda belirtildiği üzere davacıya ait 4118 ve 4103 parsel sayılı taşınmazlar mutlak geçit ihtiyacındadır. Ancak, dava bidayette 4119,4120,4121,4122,4124 parsel sayılı taşınmaz malikleri aleyhine açılmış ve geçit tesisi istenmiştir. Aleyhlerine geçit kurulan 4106, 4105 ve 4104 parsel malikleri davaya harçsız dilekçe ile dahil edilmiş ve aynı zamanda 4124 sayılı parselin paydaşı … kızı … davada taraf olmadığı halde aleyhine hüküm kurulmuştur.
Yargılama sırasında uygun geçit yeri olarak dava açılanlar dışında yeni bir taşınmaz belirlenmesi halinde, bu yeni taşınmaz maliki ya da malikleri hakkında ya usulünce dava açılıp eldeki dava ile birleştirilmeli ya da usul ekonomisi açısından harcı da verilmek suretiyle davaya dahil edilmeleri sağlanmalıdır.
Eldeki davada 4106, 4105 ve 4104 ve 4124 parsel sayılı taşınmazın paydaşı … hakkında bu kural çerçevesinde işlem yapılmadığı ve bu parsel malikleri hakkında usulünce açılmış bir dava olmadığı halde işin esasına girilerek istemin hüküm altına alınması doğru değildir.
Geçit hakkı kurulurken, yukarıda değinilen aleyhine geçit hakkı kurulan taşınmazın kullanım şekli ve bütünlüğünün bozulmaması ilkesine aykırı hareket edilmiştir. Dosya arasındaki hükme esas alınan rapor ve ekindeki krokiden, üzerinden geçit hakkı kurulan 4124 parsel sayılı taşınmazın bölünmek suretiyle kullanım bütünlüğünün ve şeklinin bozulduğu sabittir. Üzerinden geçit hakkı kurulacak taşınmazların kullanım şekli ve bütünlüğü bozulmadan geçit kurulmalıdır.
Zorunlu geçit hakkının yukarıda açıklandığı gibi genel yola kadar kesintisiz kurulması şart olup dosya içinde hükme easas alınan kroki incelendiğinde 4118 sayılı parsel yönünden kesintisizlik ilkesine aykırı hareket edildiği, kurulan geçitin 4118 parsel sayılı taşınmazın batısında kalan kadastrol yola kadar ulaşmadığı anlaşılmaktadır.
Yararına geçit kurulması talep edilen 4118 parsel sayılı taşınmazın batı sınırında yüzölçümü daha büyük olan 4122 parsel sayılı taşınmazın bulunduğu paftasından anlaşılmaktadır. Yüzölçümü daha büyük olan 4122 parsel sayılı taşınmazın güney ve güney doğu sınırı boyunca geçit tesisi edilmesi gerekirken yüzölçümü küçük olan 4119, 4120 ve 4121 parsel sayılı taşınmazlardan geçit tesisi de doğru değildir.
Bu durumda mahkemece; gerekirse mahallinde yeniden keşif yapılarak yararına geçit kurulması istenen taşınmazın sınırında bulunan 4122 sayılı parsel üzerinden geçit kurulmasının mümkün olup olmadığı konusunda bilirkişilerden ek rapor alınmalı, yukarıdaki ilkelere göre tüm alternatifler değerlendirilerek en uygun seçenekten genel yola kesintisiz ulaşımı sağlanabilecek şekilde geçit kurulmalıdır.
Eksik inceleme ve araştırma sonucu yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmediğinden kararın bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davalılar vekillerinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan temyiz harcının istek halinde yatırana iadesine, 02.06.2011 tarihinde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/10309 K: 2018/2532
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2010/7226 K: 2010/8366
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2010/3299 K: 2010/4395
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/10638 K: 2012/12297
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/3190 K: 2017/9622
Zorunluluk bulunmadıkça aleyhine geçit kurulacak taşınmazın bölünmemesi, ekonomik kullanım bütünlüğünün bozulmaması gerekir; Mahkemece; taşınmazın bütünlüğü bozulmadan yola ulaşımın sağlanmasının mümkün olup olmadığı araştırılarak en uygun alternatiften geçit hakkı kurulmalı, başka yerden geçit hakkı tesis edilemeyeceğinin kesin olarak tespit edilmesi halinde bunun nedeni kararın gerekçesinde açıklanarak geçit hakkı tesis edilmelidir.
Davacı tarafından, davalılar aleyhine 04.06.2013 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı tesisi talebi üzerine bozma ilamına uyularak yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 08.03.2017 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalılar Hazine Temsilcisi ve davalı … tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması isteğine ilişkindir. Davacı, adına kayıtlı 116 ada 8 parsel sayılı taşınmazın genel yola bağlantısının olmadığını belirterek 116 ada 7 ve 11 6 ada 6 parsel sayılı taşınmazlar üzerinde geçit hakkı kurulmasını talep etmiştir.
Davalı Hazine temsilcisi, geçit hakkı kurulurken taşınmazın kullanım bütünlüğünün bozulmaması, başka alternatiflerin araştırılması gerektiğini belirterek davanın reddini savunmuştur. Diğer davalılar; taşınmazlarından yol geçmesini istemediklerini belirterek davanın reddini istemişlerdir.
Mahkemece, ilk kararda davanın kabulü ile 116 ada 7 parsel sayılı taşınmazın, … bilirkişilerin 16.07.2014 tarihli raporunda 1. alternatif olarak ve kırmızı boyalı olarak gösterdikleri 249,56 m2’lik kısım üzerinden geçit hakkı tesisine karar verilmiştir.
Hükmün, davalı Hazine temsilcisi tarafından temyiz edilmesi üzerine; Dairemizin; 04.05.2016 tarih 2015/3705-2016/5500 E-K sayılı ilamı ile Hazineye ait 116 ada 7 parsel sayılı taşınmazın ikiye bölünerek ekonomik kullanım bütünlüğünü bozacak şekilde geçit hakkı tesis edildiğinden başkaca alternatifler araştırılarak, parseller bölünmeden en uygun seçenekten geçit hakkı tesis edilmesi gereğince bozulmasına karar verilmiştir.
Bozmaya uyularak yapılan yargılama sonunda; Davanın kabulü ile; … bilirkişilerinin raporunda 2. alternatif olarak gösterilen; 116 ada 7 ve 116 ada 6 parsel sayılı taşınmazlar üzerinde geçit hakkı tesisine karar verilmiştir. Hükmü; Davalı Hazine Temsilcisi temyiz etmiştir.
Bu tür davalar ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi nedeniyle zorunlu olarak açılmaktadır. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
Geçit hakkı verilmesine ilişkin davalarda, bu hak taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından leh ve aleyhine geçit istenen taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına geçit istenen taşınmaz paylı mülkiyete konu ise dava paydaşlardan biri veya birkaçı tarafından açılabilir.
Geçit tesisi davalarında başlangıçta davacı tarafından öngörülemediğinden dava dilekçesinde talep edilen yer dışındaki güzergahlardan da geçit kurulması gerekebilir. Bu güzergah üzerindeki taşınmazların maliklerine dava dilekçesi ile husumet yöneltilmemiş olması kabul edilebilir bir yanılgıya dayandığından 6100 sayılı HMK’nun 124. maddesi gereğince dürüstlük kuralına aykırı olmayan bu taraf değişikliği talebi kabul edilerek davacının bu kişilerin harçsız olarak davaya katılmalarını sağlamasına imkan verilmelidir.
Türk Medeni Kanununun 747/2 maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Zira geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri gözetilmelidir. Geçit ihtiyacının nedeni, taşınmazın niteliği ile bu ihtiyacın nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakârlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
Uygun güzergah saptanırken önemle üzerinde durulması gereken diğer bir yön ise, aleyhine geçit kurulan taşınmaz veya taşınmazlar bölünerek kullanım şekli ve bütünlüğünün bozulmamasıdır. Şayet başka türlü geçit tesisi mümkün değilse bunun gerekçesi kararda açıkça gösterilmelidir.
Yararına geçit kurulacak taşınmazın tapuda kayıtlı niteliği ve kullanım amacı nazara alınarak özellikle tarım alanlarında, nihayet bir tarım aracının geçeceği genişlikte (emsaline göre 2,5-3 m.) geçit hakkı tesisine karar vermek gerekir. Bu genişliği aşan bir yol verilmesinin zorunlu olduğu hallerde, gerekçesi kararda dayanakları ile birlikte gösterilmelidir.
Saptanan geçit nedeniyle yükümlü taşınmaz malikine ödenmesi gereken bedel taşınmazın niteliği gözetilerek uzman bilirkişiler aracılığı ile objektif kıstaslar esas alınarak belirlenmelidir. Bu bedel de hükümden önce depo ettirilmelidir. Hemen belirtmek gerekir ki, bedelin belirlenmesinden sonra hüküm tarihine kadar taşınmazın değerinde önemli derecede değişim yaratabilecek uzunca bir süre geçmiş veya bedel tespitinden sonra yörede taşınmazın değerini artıracak değişiklikler meydana gelmiş olabilir. Bu gibi durumlarda mülkiyet hakkı kısıtlanan taşınmaz malikinin mağduriyetine neden olmamak ve diğer tarafın hakkın kötüye kullanılması sonucunu doğuracak olası davranışlarını önlemek için hüküm tarihine yakın yeni bir değer tespiti yapılmalıdır.
Somut olaya gelince; mahkemece, 116 ada 7 parsel sayılı taşınmaza isabet eden kırmızı renkle boyalı “A” harfi ile gösterilen 116,82 m2 lik kısım ile, yine aynı krokide 116 ada 6 parsel sayılı taşınmaza isabet eden yeşil renkle boyalı “B” harfi ile gösterilen 69,39 m2’lik kısımlar üzerinden geçit hakkı tesisine karar verilerek, bozmaya uyulmasına rağmen bozma gerekleri yerine getirilmemiş; hazineye ait 116 ada 7 parsel sayılı taşınmaz ikiye bölünerek taşınmazın ekonomik kullanım bütünlüğü bozulacak şekilde hüküm tesis edilmiştir, Dairemizin yukarıda belirtilen ilkelerine göre zorunluluk bulunmadıkça aleyhine geçit kurulacak taşınmazın bölünmemesi, ekonomik kullanım bütünlüğünün bozulmaması gerekir; Bilirkişi raporunda alternatifler gösterilmiş ise de gösterilen yerlerden geçit hakkı kurulmasının imkansız olduğu, tek ve zorunlu geçit hakkı tesis edilecek yerin mahkeme tarafından geçit hakkı tesis edilen yer olduğu yeterince ve bilimsel olarak açıklanamadığı görülmüştür.
Mahkemece; Taşınmazın bütünlüğü bozulmadan yola ulaşımın sağlanmasının mümkün olup olmadığı araştırılarak en uygun alternatiften geçit hakkı kurulmalı, başka yerden geçit hakkı tesis edilemeyeceğinin kesin olarak tespit edilmesi halinde şimdiki gibi geçit tesisinde zorunluluk varsa bunun nedeni kararın gerekçesinde açıklanarak geçit hakkı tesis edilmelidir.
Mahkemece, belirtilen hususlar gözetilmeden Dairemizin yukarıda belirtilen ilkelerine aykırı olarak 116 ada 7 parsel sayılı taşınmazı ikiye bölerek ekonomik kullanım bütünlüğü bozulacak şekilde geçit hakkı tesisine karar verilmesi doğru görülmemiş, bu sebeple hükmün bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan harcın istek halinde yatırana iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 20.12.2017 tarihinde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2003/1306 K: 2003/1733 T: 13.3.2003
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2010/672 K: 2010/1095
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/11441 K: 2013/14767
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/17240 K: 2016/4188
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2021/63 K: 2021/2840
Geçit ihtiyacının nedeni, taşınmazın niteliği ile bu ihtiyacın nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakârlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 13/06/2014 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı kurulması talebi üzerine bozma ilamına uyularak yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 23/09/2020 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı … vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması isteğine ilişkindir. Davacı, adına kayıtlı 107 ada 35 parsel sayılı taşınmazın genel yola bağlantısının olmadığını belirterek davalılara ait 107 ada 34, 36, 37 ve 40 parsel sayılı taşınmazlar aleyhine geçit hakkı kurulmasını talep etmiştir. Davalı, Hazine vekili ve davalı … vekili davanın reddini istemişlerdir.
Mahkemece, davanın kabulü ile dava konusu 107 ada 40 parsel sayılı taşınmazda fen bilirkişinin 08.10.2019 tarihli raporunun ekindeki 2 numaralı krokide 1. alternatif olarak gösterilen A harfi ile işaretli 69.04 m2 yüzölçümlü kısımda davacıya ait 107 ada 35 parsel sayılı taşınmaz lehine geçit hakkı tesisine karar verilmiştir. Hükmü, davalı … vekili temyiz etmiştir.
Bu tür davalar ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi nedeniyle zorunlu olarak açılmaktadır. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
Geçit hakkı verilmesine ilişkin davalarda, bu hak taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından leh ve aleyhine geçit istenen taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına geçit istenen taşınmaz paylı mülkiyete konu ise dava paydaşlardan biri veya birkaçı tarafından açılabilir.
Geçit tesisi davalarında başlangıçta davacı tarafından öngörülemediğinden dava dilekçesinde talep edilen yer dışındaki güzergahlardan da geçit kurulması gerekebilir. Bu güzergah üzerindeki taşınmazların maliklerine dava dilekçesi ile husumet yöneltilmemiş olması kabul edilebilir bir yanılgıya dayandığından 6100 sayılı HMK’nun 124. maddesi gereğince dürüstlük kuralına aykırı olmayan bu taraf değişikliği talebi kabul edilerek davacının bu kişilerin harçsız olarak davaya katılmalarını sağlamasına imkan verilmelidir.
Türk Medeni Kanununun 747/2 maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Zira geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır.
Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri gözetilmelidir. Geçit ihtiyacının nedeni, taşınmazın niteliği ile bu ihtiyacın nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakârlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
Uygun güzergah saptanırken önemle üzerinde durulması gereken diğer bir yön ise, aleyhine geçit kurulan taşınmaz veya taşınmazlar bölünerek kullanım şekli ve bütünlüğünün bozulmamasıdır. Şayet başka türlü geçit tesisi mümkün değilse bunun gerekçesi kararda açıkça gösterilmelidir.
Yararına geçit kurulacak taşınmazın tapuda kayıtlı niteliği ve kullanım amacı nazara alınarak özellikle tarım alanlarında, nihayet bir tarım aracının geçeceği genişlikte (emsaline göre 2,5-3 m.) geçit hakkı tesisine karar vermek gerekir. Bu genişliği aşan bir yol verilmesinin zorunlu olduğu hallerde, gerekçesi kararda dayanakları ile birlikte gösterilmelidir.
Saptanan geçit nedeniyle yükümlü taşınmaz malikine ödenmesi gereken bedel taşınmazın niteliği gözetilerek uzman bilirkişiler aracılığı ile objektif kıstaslar esas alınarak belirlenmelidir. Bu bedel de hükümden önce depo ettirilmelidir. Hemen belirtmek gerekir ki, bedelin belirlenmesinden sonra hüküm tarihine kadar taşınmazın değerinde önemli derecede değişim yaratabilecek uzunca bir süre geçmiş veya bedel tespitinden sonra yörede taşınmazın değerini artıracak değişiklikler meydana gelmiş olabilir. Bu gibi durumlarda mülkiyet hakkı kısıtlanan taşınmaz malikinin mağduriyetine neden olmamak ve diğer tarafın hakkın kötüye kullanılması sonucunu doğuracak olası davranışlarını önlemek için hüküm tarihine yakın yeni bir değer tespiti yapılmalıdır.
Somut olayda; mahkemece Dairemizin 20.06.2018 tarihli 2015/17278 Esas, 2018/4745 Karar sayılı bozma ilamına uyulmasına karar verildiği halde bozma gerekçeleri yerine getirilmemiştir.
Hükme esas alınan bilirkişi raporunda A harfi ile gösterilen ve mahkeme tarafından geçit hakkı kurulan kısım 107 ada 40 parsel sayılı taşınmazı ikiye bölmüş, taşınmazın ekonomik kullanım bütünlüğü bozulmuş olup fedakarlığın denkleştirilmesi ilkesine aykırıdır.
Öte yandan, mahkemece, 107 ada 35 parsel sayılı taşınmaz lehine, 107 ada 40 parsel sayılı taşınmaz aleyhine geçit hakkı kurulmasına karar verilmiş ise de kurulan geçidin kadastral yola değil paftasında dere olarak gözüken yere bağlandığı anlaşılmakla kesintisizlik ilkesi ihlal edilmiştir.
Dairemizin yukarıda belirtilen ilkelerine göre zorunluluk bulunmadıkça aleyhine geçit kurulacak taşınmazın bölünmemesi, ekonomik kullanım bütünlüğünün bozulmaması gerekir; bilirkişi raporunda alternatifler gösterilmiş ise de gösterilen yerlerden geçit hakkı kurulmasının imkansız olduğunun, tek ve zorunlu geçit hakkı tesis edilecek yerin mahkeme tarafından geçit hakkı tesis edilen yer olduğunun yeterince ve bilimsel olarak açıklanamadığı görülmüştür.
Mahkemece; davalıya ait taşınmazın bütünlüğü bozulmadan yola ulaşımın sağlanmasının mümkün olup olmadığı araştırılarak en uygun alternatiften geçit hakkı kurulması gerekirken belirtilen hususlar gözetilmeden davalıya ait taşınmazı ikiye bölerek ekonomik kullanım bütünlüğü bozulacak şekilde ve kesintisizlik ilkesi ihlal edilerek dereye bağlanacak şekilde geçit hakkı tesisine karar verilmesi doğru görülmemiş, hükmün bu nedenle bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davalı … vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, kararın tebliğinden itibaren 15 gün İçinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 15.04.2021 tarihinde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/10309 K: 2018/2532
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2010/7226 K: 2010/8366
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2010/3299 K: 2010/4395
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/10638 K: 2012/12297
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/6588 K: 2019/1398
Uygun güzergah saptanırken önemle üzerinde durulması gereken diğer bir yön ise, aleyhine geçit kurulan taşınmaz veya taşınmazlar bölünerek kullanım şekli ve bütünlüğünün bozulmamasıdır. Şayet başka türlü geçit tesisi mümkün değilse bunun gerekçesi kararda açıkça gösterilmelidir.
Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 09.03.2015 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı kurulması talebi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 02.02.2016 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı Hazine vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması isteğine ilişkindir. Davacı vekili, müvekkiline ait 246 ada, 12 ve 13 parsel sayılı taşınmazların genel yola bağlantısının bulunmadığını belirterek, davalılara ait 246 ada, 20 ve 7 parsel sayılı taşınmazlardan uygun görülecek güzergahtan geçit hakkı kurulmasını talep ve dava etmiştir.
Davalılar, davanın reddini savunmuştur. Mahkemece, davanın kabulü ile 246 ada, 12 ve 13 parselde kayıtlı taşınmaz lehine, davalı … Hazinesine ait 246 ada, 20 parsel aleyhine, 28/07/2015 tarihli krokili fen raporunda A harfi ile gösterilen 335,85 m²’lik kısımda geçit hakkı tesisine karar verilmiştir. Hükmü davalı … vekili temyiz etmiştir.
Bu tür davalar ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi nedeniyle zorunlu olarak açılmaktadır. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
Geçit hakkı verilmesine ilişkin davalarda, bu hak taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından leh ve aleyhine geçit istenen taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına geçit istenen taşınmaz paylı mülkiyete konu ise dava paydaşlardan biri veya birkaçı tarafından açılabilir.
Geçit tesisi davalarında başlangıçta davacı tarafından öngörülemediğinden dava dilekçesinde talep edilen yer dışındaki güzergahlardan da geçit kurulması gerekebilir. Bu güzergah üzerindeki taşınmazların maliklerine dava dilekçesi ile husumet yöneltilmemiş olması kabul edilebilir bir yanılgıya dayandığından 6100 sayılı HMK’nun 124. maddesi gereğince dürüstlük kuralına aykırı olmayan bu taraf değişikliği talebi kabul edilerek davacının bu kişilerin harçsız olarak davaya katılmalarını sağlamasına imkan verilmelidir.
Türk Medeni Kanununun 747/2 maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Zira geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri gözetilmelidir. Geçit ihtiyacının nedeni, taşınmazın niteliği ile bu ihtiyacın nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakârlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
Uygun güzergah saptanırken önemle üzerinde durulması gereken diğer bir yön ise, aleyhine geçit kurulan taşınmaz veya taşınmazlar bölünerek kullanım şekli ve bütünlüğünün bozulmamasıdır. Şayet başka türlü geçit tesisi mümkün değilse bunun gerekçesi kararda açıkça gösterilmelidir.
Yararına geçit kurulacak taşınmazın tapuda kayıtlı niteliği ve kullanım amacı nazara alınarak özellikle tarım alanlarında, nihayet bir tarım aracının geçeceği genişlikte (emsaline göre 2,5-3 m.) geçit hakkı tesisine karar vermek gerekir. Bu genişliği aşan bir yol verilmesinin zorunlu olduğu hallerde, gerekçesi kararda dayanakları ile birlikte gösterilmelidir.
Saptanan geçit nedeniyle yükümlü taşınmaz malikine ödenmesi gereken bedel taşınmazın niteliği gözetilerek uzman bilirkişiler aracılığı ile objektif kıstaslar esas alınarak belirlenmelidir. Bu bedel de hükümden önce depo ettirilmelidir. Hemen belirtmek gerekir ki, bedelin belirlenmesinden sonra hüküm tarihine kadar taşınmazın değerinde önemli derecede değişim yaratabilecek uzunca bir süre geçmiş veya bedel tespitinden sonra yörede taşınmazın değerini artıracak değişiklikler meydana gelmiş olabilir. Bu gibi durumlarda mülkiyet hakkı kısıtlanan taşınmaz malikinin mağduriyetine neden olmamak ve diğer tarafın hakkın kötüye kullanılması sonucunu doğuracak olası davranışlarını önlemek için hüküm tarihine yakın yeni bir değer tespiti yapılmalıdır.
Kurulan geçit hakkının Türk Medeni Kanununun 748/3 ve 1012. maddesi ile yeni Tapu Sicil Tüzüğünün “İrtifak hakları ve taşınmaz yükünün tescili” başlıklı 30. maddesi gereğince kütük sayfasında ayrılan özel sütununa tesciline karar verilmelidir.
Geçit hakkı kurulmasına ilişkin davalarda davanın niteliği gereği yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır.
Somut olaya gelince; fen bilirkişisi raporunda A harfi ile gösterilen ve mahkeme tarafından geçit hakkı kurulan güzergah 246 ada 20 parsel sayılı taşınmazı ikiye bölmüş, taşınmazın ekonomik kullanım bütünlüğü bozulmuştur. Bilirkişi raporunda alternatifler gösterilmiş ise de gösterilen yerlerden geçit hakkı kurulmasının imkansız olduğu, tek ve zorunlu geçit hakkı tesis edilecek yerin mahkeme tarafından geçit hakkı tesis edilen yer olduğu yeterince ve bilimsel olarak açıklanamadığı anlaşılmıştır. Mahkemece bu husus gözardı edilerek, 20 parsel sayılı taşınmaz aleyhine geçit hakkı tesisine karar verilmesi doğru değildir.
Bu durumda mahkemece, öncelikle bilirkişi raporunda belirtilen diğer alternatifler yeniden değerlendirilmeli, yeterli görülmezse mahallinde uzman bilirkişiler marifetiyle yeniden keşif yapılmak suretiyle geçit davalarında uygulanan kesintisizlik ilkesi göz önünde bulundurularak taşınmazların bütünlüğü bozulmadan yola ulaşımın sağlanmasının mümkün olup olmadığı araştırılmalı, davacının maliki olduğu taşınmazlardan genel yola kadar kesintisiz bağlantı sağlanacak şekilde alternatifler oluşturularak en uygun alternatiften geçit hakkı kurulmalıdır
Mahkemece, belirtilen hususlar gözetilmeden Dairemizin yukarıda belirtilen ilkelerine aykırı olarak 246 ada 20 parsel sayılı taşınmazı ikiye bölerek ekonomik kullanım bütünlüğü bozulacak şekilde geçit hakkı tesisine karar verilmesi doğru görülmemiş, bu sebeple hükmün bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda belirtilen nedenlerle davalı Hazine vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 18.02.2019 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2011/15274 K: 2011/16418
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/11209 K: 2012/12836
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/14447 K: 2018/3497
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/12669 K: 2017/2163
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/16186 K: 2019/2572
Uygun güzergah saptanırken önemle üzerinde durulması gereken diğer bir yön ise, aleyhine geçit kurulan taşınmaz veya taşınmazlar bölünerek kullanım şekli ve bütünlüğünün bozulmamasıdır. Şayet başka türlü geçit tesisi mümkün değilse bunun gerekçesi kararda açıkça gösterilmelidir.
Davacılar vekili tarafından, davalılar aleyhine 15.05.2015 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı tesisi talebi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 27.04.2016 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalılar …,… tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması istemine ilişkindir. Davacılar vekili, maliki oldukları 106 ada 533 parsel sayılı taşınmazın genel yola bağlantısının bulunmadığını ileri sürerek davalılara ait 106 ada 524, 525, 526 parsel sayılı taşınmazlar üzerinden uygun bir bedel karşılığında geçit hakkı kurulmasını talep etmişlerdir.
Davalılar … ve … ve … lehine geçit tesisi istenen taşınmazın ana yola bağlantısının bulunduğunu belirterek davanın reddini savunmuşlardır.
Mahkemece, davanın kabulü ile davacıya ait 106 ada 533 parsel parsel sayılı taşınmaz lehine davalılara ait 24.12.2015 tarihli fen bilirkişisi raporu ve ekli krokisinde 526 parsel sayılı taşınmazda F ve B harfi ile, 524 parsel sayılı taşınmazda C harfi ile, gösterilen yerden geçit hakkı kurulmasına karar verilmiştir. Hükmü, Davalılar … ve … temyiz etmiştir.
Bu tür davalar ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi nedeniyle zorunlu olarak açılmaktadır. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
Geçit hakkı verilmesine ilişkin davalarda, bu hak taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından leh ve aleyhine geçit istenen taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına geçit istenen taşınmaz paylı mülkiyete konu ise dava paydaşlardan biri veya birkaçı tarafından açılabilir.
Türk Medeni Kanununun 747/2 maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Zira geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri gözetilmelidir. Geçit ihtiyacının nedeni, taşınmazın niteliği ile bu ihtiyacın nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakârlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
Uygun güzergah saptanırken önemle üzerinde durulması gereken diğer bir yön ise, aleyhine geçit kurulan taşınmaz veya taşınmazlar bölünerek kullanım şekli ve bütünlüğünün bozulmamasıdır. Şayet başka türlü geçit tesisi mümkün değilse bunun gerekçesi kararda açıkça gösterilmelidir.
Yararına geçit kurulacak taşınmazın tapuda kayıtlı niteliği ve kullanım amacı nazara alınarak özellikle tarım alanlarında, nihayet bir tarım aracının geçeceği genişlikte (emsaline göre 2,5-3 m.) geçit hakkı tesisine karar vermek gerekir. Bu genişliği aşan bir yol verilmesinin zorunlu olduğu hallerde, gerekçesi kararda dayanakları ile birlikte gösterilmelidir.
Saptanan geçit nedeniyle yükümlü taşınmaz malikine ödenmesi gereken bedel taşınmazın niteliği gözetilerek uzman bilirkişiler aracılığı ile objektif kıstaslar esas alınarak belirlenmelidir. Bu bedel de hükümden önce depo ettirilmelidir. Hemen belirtmek gerekir ki, bedelin belirlenmesinden sonra hüküm tarihine kadar taşınmazın değerinde önemli derecede değişim yaratabilecek uzunca bir süre geçmiş veya bedel tespitinden sonra yörede taşınmazın değerini artıracak değişiklikler meydana gelmiş olabilir. Bu gibi durumlarda mülkiyet hakkı kısıtlanan taşınmaz malikinin mağduriyetine neden olmamak ve diğer tarafın hakkın kötüye kullanılması sonucunu doğuracak olası davranışlarını önlemek için hüküm tarihine yakın yeni bir değer tespiti yapılması da gerekebilir.
Kurulan geçit hakkının Türk Medeni Kanununun 748/3 ve 1012. maddesi ile yeni Tapu Sicil Tüzüğünün “İrtifak hakları ve taşınmaz yükünün tescili” başlıklı 30. maddesi gereğince kütük sayfasında ayrılan özel sütununa tesciline karar verilmelidir.
Geçit hakkı kurulmasına ilişkin davalarda davanın niteliği gereği yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır.
Yukarıda açıklanan genel ilkeler doğrultusunda somut olaya gelince; Mahkemece, lehine geçit tesis edilen 106 ada 533 parsel sayılı taşınmazın dosya içerisinde bulunan krokiye göre yola cephesinin olduğu, yol ile geçit tesis edilen taşınmaz arasında uçurum olduğu davacı tarafından iddia edilmiş ise de; bu hususun bilirkişiler tarafından irdelenmediği bu alandan yola geçişin mümkün olup olmadığının değerlendirilmediği, mahkeme tarafından geçit hakkı kurulan güzergahlar olan fen bilirkişisi raporunda F harfi ile gösterilen alanın 526 parsel sayılı taşınmazı ve C harfi ile gösterilen alanın 524 parsel sayılı taşınmazı ikiye böldüğü taşınmazların ekonomik kullanım bütünlüğünün bozulduğu, bilirkişi raporunda R- N- L- H harfleri ile gösterilen alternatif yol güzergahının da taşınmazları ikiye böldüğü, başkaca alternatiflerinde gösterilmediği gibi tek ve zorunlu geçit hakkı tesis edilecek yerin mahkeme tarafından geçit hakkı tesis edilen yer olduğu da yeterince ve bilimsel olarak açıklanamadığı anlaşılmıştır.
Bu durumda mahkemece, taşınmaz başında bilirkişiler eşliğinde tekrar keşif yapılarak, yararına geçit tesisi istenen 533 parsel sayılı taşınmazın yola cephesi bulunduğundan davacının yol ile parsel arasının uçurum olduğu iddiasının gözönünde bulundurulup, taşınmazın yola cephesi olan kısmın eğiminin araştırılması istenerek bu kısımdan yola geçişin mümkün olup olmadığı hususunda bilirkişilerden denetime uygun ayrıntılı rapor alınması, bu kısımdan yola geçişin mümkün olması halinde davanın reddine dair karar verilmesi,
Taşınmazın yola cephesi olan kısımdan yola geçişin mümkün olmadığı anlaşılması halinde, bilirkişilerden yararına geçit hakkı tesisi istenen taşınmazın genel yola bağlantısını sağlayacak şekilde, taşınmazların ekonomik bütünlüğünü bozmadan geçit seçeneklerini gösterir rapor düzenlemeleri ve krokide göstermeleri istenerek, yararına geçit hakkı tesisi istenen 106 ada 533 parsel sayılı taşınmazın genel yola kesintisiz bağlanmasını sağlayacak şekilde en uygun alternatiften geçit hakkı tesisine karar verilmesi gerekir.
Açıklanan hususlar gözetilmeden yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş bu nedenlerle kararın bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan harcın istek halinde yatırana iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 21.03.2019 tarihinde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/11152 K: 2012/13821
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/405 K: 2012/1312
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/9520 K: 2012/9872
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/11121 K: 2019/3481
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/17278 K: 2018/4745
Kurulan geçidin kadastral yola değil paftasında dere olarak gözüken yere bağlandığı anlaşılmaktadır. Dere yatakları kural olarak Türk Medeni Kanununun 715. maddesi kapsamına giren devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerdendir. Bu özelliği itibariyle de kamu malıdır. Kamu malı niteliğinde olan bir yerin, kişinin özel istifadesine terki olanaklı değildir. Kısaca belirtmek gerekirse, dere yatağı üzerinden geçit kurulamaz.
Davacı vekili tarafından, davalı aleyhine 13.06.2014 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı tesisi talebi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 14.10.2015 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı … vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması isteğine ilişkindir. Davacı, adına kayıtlı 107 ada 35 parsel sayılı taşınmazın genel yola bağlantısının olmadığını belirterek davalılara ait 107 ada 34, 36, 37 ve 40 parsel sayılı taşınmazlar aleyhine geçit hakkı kurulmasını talep etmiştir. Davalı, … vekili ve davalı … vekili davanın reddini istemişlerdir.
Mahkemece, davanın kabulü ile Dava konusu 107 ada 40 parsel sayılı taşınmazda fen bilirkişi’nin 29.05.2015 tarihli raporunun ekindeki krokide 1.alternatif olarak gösterilen A harfi ile işaretli 59,54m² yüzölçümlü kısımda davacıya ait 107 ada 35 parsel sayılı taşınmaz lehine geçit hakkı tesisine karar verilmiştir. Hükmü, davalı … vekili temyiz etmiştir.
Bu tür davalar ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi nedeniyle zorunlu olarak açılmaktadır. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
Geçit hakkı verilmesine ilişkin davalarda, bu hak taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından leh ve aleyhine geçit istenen taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına geçit istenen taşınmaz paylı mülkiyete konu ise dava paydaşlardan biri veya birkaçı tarafından açılabilir.
Geçit tesisi davalarında başlangıçta davacı tarafından öngörülemediğinden dava dilekçesinde talep edilen yer dışındaki güzergahlardan da geçit kurulması gerekebilir. Bu güzergah üzerindeki taşınmazların maliklerine dava dilekçesi ile husumet yöneltilmemiş olması kabul edilebilir bir yanılgıya dayandığından 6100 sayılı HMK’nun 124. maddesi gereğince dürüstlük kuralına aykırı olmayan bu taraf değişikliği talebi kabul edilerek davacının bu kişilerin harçsız olarak davaya katılmalarını sağlamasına imkan verilmelidir.
Türk Medeni Kanununun 747/2 maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Zira geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri gözetilmelidir. Geçit ihtiyacının nedeni, taşınmazın niteliği ile bu ihtiyacın nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakârlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
Uygun güzergah saptanırken önemle üzerinde durulması gereken diğer bir yön ise, aleyhine geçit kurulan taşınmaz veya taşınmazlar bölünerek kullanım şekli ve bütünlüğünün bozulmamasıdır. Şayet başka türlü geçit tesisi mümkün değilse bunun gerekçesi kararda açıkça gösterilmelidir.
Yararına geçit kurulacak taşınmazın tapuda kayıtlı niteliği ve kullanım amacı nazara alınarak özellikle … alanlarında, nihayet bir … aracının geçeceği genişlikte (emsaline göre 2,5-3 m.) geçit hakkı tesisine karar vermek gerekir. Bu genişliği aşan bir yol verilmesinin zorunlu olduğu hallerde, gerekçesi kararda dayanakları ile birlikte gösterilmelidir.
Saptanan geçit nedeniyle yükümlü taşınmaz malikine ödenmesi gereken bedel taşınmazın niteliği gözetilerek uzman bilirkişiler aracılığı ile objektif kıstaslar esas alınarak belirlenmelidir. Bu bedel de hükümden önce depo ettirilmelidir. Hemen belirtmek gerekir ki, bedelin belirlenmesinden sonra hüküm tarihine kadar taşınmazın değerinde önemli derecede değişim yaratabilecek uzunca bir süre geçmiş veya bedel tespitinden sonra yörede taşınmazın değerini artıracak değişiklikler meydana gelmiş olabilir. Bu gibi durumlarda mülkiyet hakkı kısıtlanan taşınmaz malikinin mağduriyetine neden olmamak ve diğer tarafın hakkın kötüye kullanılması sonucunu doğuracak olası davranışlarını önlemek için hüküm tarihine yakın yeni bir değer tespiti yapılmalıdır.
Yukarıda açıklanan ilkeler ışığında somut olaya gelince; mahkemece, 107 ada 35 parsel sayılı taşınmaz lehine, 107 ada 40 parsel sayılı taşınmaz aleyhine geçit hakkı kurulmasına karar verilmiş ise de kurulan geçidin kadastral yola değil paftasında dere olarak gözüken yere bağlandığı anlaşılmaktadır. Dere yatakları kural olarak Türk Medeni Kanununun 715. maddesi kapsamına giren devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerdendir. Bu özelliği itibariyle de kamu malıdır. Kamu malı niteliğinde olan bir yerin, kişinin özel istifadesine terki olanaklı değildir. Kısaca belirtmek gerekirse, dere yatağı üzerinden geçit kurulamaz. Kaldı ki geçit davalarındaki amaç, yol ihtiyacı içinde bulunan bir taşınmazın, kesintisiz olarak genel yola ulaşımını sağlamaktır. Dere yatağı tapuya tescil edilmiş bir yer olmadığından bu şekilde kurulan geçitle kesintisizlik ilkesi de ihlal edilmiş olur.
Ayrıca zorunluluk bulunmadıkça aleyhine geçit kurulacak taşınmazın bölünmemesi, ekonomik kullanım bütünlüğünün bozulmaması gerekir; karara esas alınan 29.05.2015 tarihli bilirkişi raporunda A harfi ile gösterilen ve mahkeme tarafından geçit hakkı kurulan kısım 107 ada 40 parsel sayılı taşınmazı ikiye bölmüş, taşınmazın ekonomik kullanım bütünlüğü bozulmuştur. Bilirkişi raporunda alternatifler gösterilmiş ise de gösterilen yerlerden geçit hakkı kurulmasının imkansız olduğu, tek ve zorunlu geçit hakkı tesis edilecek yerin mahkeme tarafından geçit hakkı tesis edilen yer olduğu yeterince ve bilimsel olarak açıklanamadığı anlaşılmıştır.
Bu durumda mahkemece, mahallinde uzman bilirkişiler marifetiyle yeniden keşif yapılmak suretiyle Kamu malı niteliğinde olan yerlerden geçit hakkı tesis edilemeyeceği ve geçit davalarında uygulanan kesintisizlik ilkesi göz önünde bulundurularak taşınmazların bütünlüğü bozulmadan yola ulaşımın sağlanmasının mümkün olup olmadığı araştırılarak davacının maliki olduğu taşınmazdan genel yola kadar kesintisiz bağlantı sağlanacak şekilde alternatifler oluşturularak en uygun alternatiften geçit hakkı kurulmalıdır.
Yukarıda belirtilen ilkelere aykırı olarak yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş, bu nedenle hükmün bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz olunan hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan harcın istek halinde yatırana iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün İçinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 20.06.2018 tarihinde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/10309 K: 2018/2532
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2010/7226 K: 2010/8366
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2010/3299 K: 2010/4395
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/10638 K: 2012/12297
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/5254 K: 2018/3743
Geçit hakkı verilmesine ilişkin davalarda, bu hak taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından leh ve aleyhine geçit istenen taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına geçit istenen taşınmaz paylı mülkiyete konu ise dava paydaşlardan biri veya birkaçı tarafından açılabilir.
Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 14.09.2012 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı talebi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kısmen kabulüne dair verilen 13.07.2017 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı … tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması isteğine ilişkindir. Davacı, adına kayıtlı 177 ada 51 parsel sayılı taşınmazın genel yola bağlantısının olmadığını belirterek taşınmazı lehine geçit hakkı kurulmasını talep etmiştir. Davalı … vekili, ulaşımı sağlayan bir yolun zaten mevcut olduğunu savunarak davanın reddini istemiştir.
Davalı …, 16 parsel maliki olarak davaya dahil edildiğini, parselinin küçük bir parsel olduğunu ve geçit hakkının verilmesi durumunda parselinden yararlanma imkanının kalmayacağını, yolun devamında su kuyusu ve ev bulunduğunu, geçit hakkının 4 no’lu alternatiften verilmesi durumunda su kaynağının zarar göreceğini, belirterek davanın reddini istemiştir.
Mahkemece, ilk kararda davanın kısmen kabulü ile davacıya ait 177 ada 51 parsel lehine, 4 no’lu alternatif olan aynı köyde kayıtlı 177 ada 15 parsel ve 177 ada 16 parsel sayılı taşınmaz aleyhine 3 metre genişliğinde toplamda 159.71 m2 geçit hakkı tesisine karar verilmiştir. Hükmün, davalı … vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine;
Dairemizin; 18.06.2015 tarih 2014/13566-2015/6842 E-K sayılı ilamı ile “davaya konu olayda 177 ada 15 sayılı parseli ikiye bölecek şekilde geçit kurulduğu görülmektedir. Bu şekilde aleyhine geçit kurulan bu parsellerin ekonomik kullanım bütünlüğünü bozacağından mahkemece öncelikle aleyhine geçit kurulacak parseller bölünmeksizin başka seçeneklerden geçit kurulmasının mümkün olup olmadığı araştırılarak sonucuna göre bir karar verilmelidir.
Bilirkişilerden özellikle 2 no’lu güzergahtan günümüzün teknolojisinden yararlanılarak makul sürede ve emek harcanarak geçit yolu açılmasının mümkün olup olmadığı konusunda ek rapor alınmak suretiyle geçit kurulup kurulamayacağı araştırılarak gerekirse mahallinde yeniden keşif yapılmak suretiyle sonucuna göre bir karar verilmelidir denilerek bozma kararı verilmiştir.
Bozmaya uyularak yapılan yargılama sonunda; Davanın kısmen kabulü ile; davacıya ait 177 ada 51 parsel lehine kadastro bilirkişisinin 11/01/2016 tarihli krokisinde belirttiği 7 nolu alternatif olan 177 ada 15 parsel sayılı taşınmaz aleyhine toplamda 163,41 m2 geçit hakkı tesisine karar verilmiştir. Hükmü; davalı … vekili temyiz etmiştir.
Bu tür davalar ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi nedeniyle zorunlu olarak açılmaktadır. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
Geçit hakkı verilmesine ilişkin davalarda, bu hak taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından leh ve aleyhine geçit istenen taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına geçit istenen taşınmaz paylı mülkiyete konu ise dava paydaşlardan biri veya birkaçı tarafından açılabilir.
Uygun güzergah saptanırken önemle üzerinde durulması gereken diğer bir yön ise, aleyhine geçit kurulan taşınmaz veya taşınmazlar bölünerek kullanım şekli ve bütünlüğünün bozulmamasıdır. Şayet başka türlü geçit tesisi mümkün değilse bunun gerekçesi kararda açıkça gösterilmelidir.
Yararına geçit kurulacak taşınmazın tapuda kayıtlı niteliği ve kullanım amacı nazara alınarak özellikle … alanlarında, nihayet bir … aracının geçeceği genişlikte (emsaline göre 2,5-3 m.) geçit hakkı tesisine karar vermek gerekir. Bu genişliği aşan bir yol verilmesinin zorunlu olduğu hallerde, gerekçesi kararda dayanakları ile birlikte gösterilmelidir.
Saptanan geçit nedeniyle yükümlü taşınmaz malikine ödenmesi gereken bedel taşınmazın niteliği gözetilerek uzman bilirkişiler aracılığı ile objektif kıstaslar esas alınarak belirlenmelidir. Bu bedel de hükümden önce depo ettirilmelidir. Hemen belirtmek gerekir ki, bedelin belirlenmesinden sonra hüküm tarihine kadar taşınmazın değerinde önemli derecede değişim yaratabilecek uzunca bir süre geçmiş veya bedel tespitinden sonra yörede taşınmazın değerini artıracak değişiklikler meydana gelmiş olabilir. Bu gibi durumlarda mülkiyet hakkı kısıtlanan taşınmaz malikinin mağduriyetine neden olmamak ve diğer tarafın hakkın kötüye kullanılması sonucunu doğuracak olası davranışlarını önlemek için hüküm tarihine yakın yeni bir değer tespiti yapılmalıdır.
Somut olaya gelince; mahkemece, 177 ada 51 parsel lehine kadastro bilirkişisinin 11/01/2016 tarihli krokisinde belirttiği 7 nolu alternatif olan aynı köyde kayıtlı 177 ada 15 parsel sayılı taşınmaz aleyhine toplamda 163,41 m2’lik kısımdan geçit hakkı tesisine karar verilerek, bozmaya uyulmasına rağmen bozma gerekleri yerine getirilmemiş; davalı …’e ait 177 ada 15 parsel sayılı taşınmaz ikiye bölünerek taşınmazın ekonomik kullanım bütünlüğü bozulacak şekilde hüküm tesis edilmiştir.
Dairemizin yukarıda belirtilen ilkelerine göre zorunluluk bulunmadıkça aleyhine geçit kurulacak taşınmazın bölünmemesi, ekonomik kullanım bütünlüğünün bozulmaması gerekir; Bilirkişi raporunda alternatifler gösterilmiş ise de gösterilen yerlerden geçit hakkı kurulmasının imkansız olduğunun, tek ve zorunlu geçit hakkı tesis edilecek yerin mahkeme tarafından geçit hakkı tesis edilen yer olduğunun yeterince ve bilimsel olarak açıklanamadığı görülmüştür.
Mahkemece; Taşınmazın bütünlüğü bozulmadan yola ulaşımın sağlanmasının mümkün olup olmadığı araştırılarak en uygun alternatiften geçit hakkı kurulmalı, başka yerden geçit hakkı tesis edilemeyeceğinin kesin olarak tespit edilmesi halinde şimdiki gibi geçit tesisinde zorunluluk varsa bunun nedeni kararın gerekçesinde açıklanarak geçit hakkı tesis edilmelidir.
Mahkemece, belirtilen hususlar gözetilmeden Dairemizin yukarıda belirtilen ilkelerine aykırı olarak 177 ada 15 parsel sayılı taşınmazı ikiye bölerek ekonomik kullanım bütünlüğü bozulacak şekilde geçit hakkı tesisine karar verilmesi doğru görülmemiş, bu sebeple hükmün bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davalı … vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan harcın istek halinde yatırana iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 14.05.2018 tarihinde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2003/1306 K: 2003/1733 T: 13.3.2003
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2010/672 K: 2010/1095
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/11441 K: 2013/14767
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/17240 K: 2016/4188
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/12544 K: 2018/3275
Türk Medeni Kanununun 747/2 maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir.
Davacı tarafından, davalı aleyhine 22.11.2013 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı kurulması talebi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 06.05.2015 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması isteğine ilişkindir. Davacı, mülkiyetinde olan 178 ada 48 parsel sayılı taşınmazın genel yola bağlantısının bulunmadığını ileri sürerek, davalıya ait 178 ada 64 parsel sayılı taşınmazdan uygun bir bedel karşılığında geçit hakkı kurulmasını talep etmiştir. Davalı vekili, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davanın kabulü ile davacıya ait … İli … İlçesi 178 ada 48 parsel lehine davalıya ait 178 ada 64 parsel ve davacının kendisine ait 178 ada 51 parsel aleyhine 10/02/2015 havale tarihli fen bilirkişi rapor ve ekli krokisinde belirtilen 178 ada 64 parselin kırmızı boyalı B harfi ile gösterilen 155,38m2’lik yüzölçümüne sahip 3 metre genişliğindeki kısımdan ve 178 ada 51 parselin mavi boyalı A harfi ile gösterilen 824,62m2lik yüzölçümüne sahip 3 metre genişliğindeki kısmından zorunlu geçit hakkı tesisine karar verilmiştir. Hükmü, davalı vekili temyiz etmiştir.
Bu tür davalar ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi nedeniyle zorunlu olarak açılmaktadır. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
Geçit hakkı verilmesine ilişkin davalarda, bu hak taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından leh ve aleyhine geçit istenen taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına geçit istenen taşınmaz paylı mülkiyete konu ise dava paydaşlardan biri veya birkaçı tarafından açılabilir.
Geçit tesisi davalarında başlangıçta davacı tarafından öngörülemediğinden dava dilekçesinde talep edilen yer dışındaki güzergahlardan da geçit kurulması gerekebilir. Bu güzergah üzerindeki taşınmazların maliklerine dava dilekçesi ile husumet yöneltilmemiş olması kabul edilebilir bir yanılgıya dayandığından 6100 sayılı HMK’nın 124. maddesi gereğince dürüstlük kuralına aykırı olmayan bu taraf değişikliği talebi kabul edilerek davacının bu kişilerin harçsız olarak davaya katılmalarını sağlamasına imkan verilmelidir.
Türk Medeni Kanununun 747/2 maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Zira geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri gözetilmelidir. Geçit ihtiyacının nedeni, taşınmazın niteliği ile bu ihtiyacın nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakârlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
Uygun güzergah saptanırken önemle üzerinde durulması gereken diğer bir yön ise, aleyhine geçit kurulan taşınmaz veya taşınmazlar bölünerek kullanım şekli ve bütünlüğünün bozulmamasıdır. Şayet başka türlü geçit tesisi mümkün değilse bunun gerekçesi kararda açıkça gösterilmelidir.
Yararına geçit kurulacak taşınmazın tapuda kayıtlı niteliği ve kullanım amacı nazara alınarak özellikle tarım alanlarında, nihayet bir tarım aracının geçeceği genişlikte (emsaline göre 2,5-3 m.) geçit hakkı tesisine karar vermek gerekir. Bu genişliği aşan bir yol verilmesinin zorunlu olduğu hallerde, gerekçesi kararda dayanakları ile birlikte gösterilmelidir.
Saptanan geçit nedeniyle yükümlü taşınmaz malikine ödenmesi gereken bedel taşınmazın niteliği gözetilerek uzman bilirkişiler aracılığı ile objektif kıstaslar esas alınarak belirlenmelidir. Bu bedel de hükümden önce depo ettirilmelidir. Hemen belirtmek gerekir ki, bedelin belirlenmesinden sonra hüküm tarihine kadar taşınmazın değerinde önemli derecede değişim yaratabilecek uzunca bir süre geçmiş veya bedel tespitinden sonra yörede taşınmazın değerini artıracak değişiklikler meydana gelmiş olabilir. Bu gibi durumlarda mülkiyet hakkı kısıtlanan taşınmaz malikinin mağduriyetine neden olmamak ve diğer tarafın hakkın kötüye kullanılması sonucunu doğuracak olası davranışlarını önlemek için hüküm tarihine yakın yeni bir değer tespiti yapılması da gerekebilir.
Kurulan geçit hakkının Türk Medeni Kanununun 748/3 ve 1012. maddesi ile yeni Tapu Sicil Tüzüğünün “İrtifak hakları ve taşınmaz yükünün tescili” başlıklı 30. maddesi gereğince kütük sayfasında ayrılan özel sütununa tesciline karar verilmelidir.
Geçit hakkı kurulmasına ilişkin davalarda davanın niteliği gereği yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır.
Yukarıda açıklanan genel ilkeler ışığında somut olaya gelince; her ne kadar mahkemece, 09.02.2015 tarihli fen bilirkişisi raporu ve ekli krokisinde 1 no’lu alternatif olarak gösterilen güzergahtan geçit verilmiş ise de bu güzergah üzerinde kurulacak geçidin 178 ada 64 parsel sayılı taşınmazı ikiye bölmesi nedeniyle geçit hakkı tesisi için uygun olmadığı anlaşılmaktadır.
Mahkemece, ilgili kadastro müdürlüğünden 178 ada 64 parseli tevhit edilmiş son hali ile gösteren geniş paftanın temin edilmesi, başkaca alternatiflerin de araştırılarak değerlendirilmesi başka alternatifin bulunmaması halinde 178 ada 64 parselin bütünlüğü bozulmayacak şekilde parsel sınırından geçit hakkı tesis edilmesi ve ayrıca, dava tarihinin 2013 yılı olduğu dikkate alınarak, geçit güzergahının yapılacak keşif tarihi itibarıyla yeniden değerinin belirlenmesi, belirlenen değerin depo edilmesinin sağlanması gerekirken noksan soruşturmayla yetinilerek yazılı olduğu üzere hüküm kurulması doğru görülmemiş, hükmen bu nedenlerle bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle; davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan harcın istek halinde yatırana iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 24.04.2018 tarihinde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/10309 K: 2018/2532
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2010/7226 K: 2010/8366
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2010/3299 K: 2010/4395
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/10638 K: 2012/12297
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/14536 K: 2015/9455
Saptanan geçit nedeniyle yükümlü taşınmaz malikine ödenmesi gereken bedel taşınmazın niteliği gözetilerek uzman bilirkişiler aracılığı ile objektif kıstaslar esas alınarak belirlenmelidir. Bu bedel de hükümden önce depo ettirilmelidir.
Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 11.03.2011 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kısmen kabulüne, kısmen reddine dair verilen 19.03.2014 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı A.. E.. tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması isteğine ilişkindir.
Davacı vekili, davacının İzmir İli, Ç.. İlçesi, S… Mahallesi, 170 ada 15 parsel sayılı taşınmazda kayıtlı 15/35 arsa paylı 1. kat (1) bağımsız bölüm no’lu mesken vasıflı taşınmazın maliki olduğunu, davalılardan R.. E.. komşu 18 sayılı parselin, B.. G.. komşu 8 sayılı parselin maliki olduğunu, 2010 yılı son aylarında davacının konutunun bulunduğu arsaya bitişik olup uzun yıllardan bu yana boş olan 70 ada 18 parsel üzerine davalı malik R.. E.. tarafından bina yapılmaya başlandığını, yapılmakta olan inşaat nedeniyle davacının kapı girişi ve merdivenin kullanılması engellenmiş davacının evine çıkan merdiven hiçbir uyarı yapılmadan, haber verilmeden ve çözüm bulunmadan haksız ve kanuna aykırı olarak yıkılmış ve eve girişin engellendiğini, binanın konumu gereği davacının 1. katta bulunan evine hiçbir yerden girmesi mümkün olmadığını bu nedenle öncelikle tedbiren davacının evine girişinin sağlanmasını ve 1. katta bulunan evine geçit hakkı tanınmasını talep etmiştir. Davalılar, davanın reddini savunmuşlardır.
Bilirkişi raporunda 15 no’lu parselde bulunan taşınmazın üst katındaki meskene çıkışın sağlanması için mevcut merdivenin başlangıcındaki 1 metrelik genişlik yeterli olup mesken girişinde 0,60 m olan genişliğin de 1 metreye çıkarılması gerekmektedir. Meskene çıkış için talep edilen kısmın ekteki krokide “B” harfiyle, halihazır durumdaki merdiven ise krokide “A” harfiyle gösterilmiştir. Davacıya ait 15 no’lu parselin zemin katında dükkan bulunmakta olup, doğu ve güney cephelerinde bulunan yollardan imar mevzuatı sebebiyle meskene giriş sağlanamamaktadır. Geçit hakkı talep edilen ve krokide “A” harfiyle gösterilen 1,46 m2’lik kısmın günün piyasa rayiçlerine göre 1 m2’si 1.000,00 TL/m2 =1,460,00 TL olabileceği yönünde görüş ve kanaat bildirmişlerdir.
Mahkemece, 170 ada 15 parsel sayılı taşınmaz üzerindeki meskene çıkışın sağlanması için halihazırda mevcut bulunan ve krokide “A” harfiyle gösterilen merdivenin krokide gösterildiği biçimde eninin 1 metreye çıkarılarak 18 parsel sayılı taşınmaz aleyhine geçit hakkı tesisine, müddeabbih değeri dikkate alınarak kesin olarak karar verilmiştir. Hükmü, davalı temyiz etmiştir.
Bu tür davalar ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi nedeniyle zorunlu olarak açılmaktadır. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
Türk Medeni Kanununun 747/2 maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Zira geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri gözetilmelidir. Geçit ihtiyacının nedeni, taşınmazın niteliği ile bu ihtiyacın nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakârlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
Uygun güzergah saptanırken önemle üzerinde durulması gereken diğer bir yön ise, aleyhine geçit kurulan taşınmaz veya taşınmazlar bölünerek kullanım şekli ve bütünlüğünün bozulmamasıdır. Şayet başka türlü geçit tesisi mümkün değilse bunun gerekçesi kararda açıkça gösterilmelidir.
Yararına geçit kurulacak taşınmazın tapuda kayıtlı niteliği ve kullanım amacı nazara alınarak özellikle tarım alanlarında, nihayet bir tarım aracının geçeceği genişlikte (emsaline göre 2,5-3 m.) geçit hakkı tesisine karar vermek gerekir. Bu genişliği aşan bir yol verilmesinin zorunlu olduğu hallerde, gerekçesi kararda dayanakları ile birlikte gösterilmelidir.
Saptanan geçit nedeniyle yükümlü taşınmaz malikine ödenmesi gereken bedel taşınmazın niteliği gözetilerek uzman bilirkişiler aracılığı ile objektif kıstaslar esas alınarak belirlenmelidir. Bu bedel de hükümden önce depo ettirilmelidir. Hemen belirtmek gerekir ki, bedelin belirlenmesinden sonra hüküm tarihine kadar taşınmazın değerinde önemli derecede değişim yaratabilecek uzunca bir süre geçmiş veya bedel tespitinden sonra yörede taşınmazın değerini artıracak değişiklikler meydana gelmiş olabilir. Bu gibi durumlarda mülkiyet hakkı kısıtlanan taşınmaz malikinin mağduriyetine neden olmamak ve diğer tarafın hakkın kötüye kullanılması sonucunu doğuracak olası davranışlarını önlemek için hüküm tarihine yakın yeni bir değer tespiti yapılmalıdır.
Geçit hakkı kurulmasına ilişkin davalarda davanın niteliği gereği yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır.
Dava zorunlu geçit hakkı kurulması talebi ile açılmıştır. Geçit hakkı yol ihtiyacı olan taşınmazlar yararına ve araçla ulaşım sağlamak amacıyla istenebilir. Dosya içerisindeki bilirkişi raporları ve krokilere göre davacının 15 sayılı parseli kadastrol yola cephelidir. 15 sayılı parselin maliklerinin binalarının 2. katına çıkmak için kullandıkları merdivenin kısmen yıkılması nedeniyle kullanılması mümkün değil ise de 18 sayılı parseldeki inşaatın tamamlanmasından sonra tadilat yapılarak kullanılması mümkün olduğu gibi kullanılamasa dahi davacının binasının iç kısmından merdiven yapmak suretiyle üst kata çıkma imkanı vardır.
Somut olayda davacının 15 numaralı parseli yola cepheli olduğundan davaya konu olayda davacının taşınmazı yararına zorunlu geçit tesisi koşulları gerçekleşmediğinden mahkemece davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, bozma nedenine göre sair hususların şimdilik incelenmesine yer olmadığına, peşin yatırılan harcın istek halinde yatırana iadesine, 23.10.2015 tarihinde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2011/15274 K: 2011/16418
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/11209 K: 2012/12836
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/14447 K: 2018/3497
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/12669 K: 2017/2163
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/3105 K: 2017/1580
Zorunluluk bulunmadıkça aleyhine geçit kurulacak taşınmazın bölünmemesi, ekonomik kullanım bütünlüğünün bozulmaması gerekir. Uygun güzergah saptanırken önemle üzerinde durulması gereken diğer bir yön ise, aleyhine geçit kurulan taşınmaz veya taşınmazlar bölünerek kullanım şekli ve bütünlüğünün bozulmamasıdır. Şayet başka türlü geçit tesisi mümkün değilse bunun gerekçesi kararda açıkça gösterilmelidir.
Davacı tarafından, davalı aleyhine 11.02.2014 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 19.11.2014 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı … tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması isteğine ilişkindir. Davacı, adına kayıtlı 263 ada 17 parsel sayılı taşınmazın genel yola bağlantısının olmadığını belirterek geçit hakkı kurulmasını talep etmiştir.
Davalı, davacıya ait 263 ada 17 parsel sayılı taşınmazın ana yol bağlantısının olduğunu, davacının geçit ihtiyacının olmadığını geçit hakkı verilmesi halinde taşınmazındaki ağaçların zarar göreceğini belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, bilirkişi raporunda belirtilen seçeneklerden G harfi ile belirtilen 162,67 metrekarelik kısmın geçit hakkı için uygun olduğu gerekçesi ile davanın kabulüne karar verilmiştir. Hüküm, davalı … temyiz etmiştir.
Bu tür davalar ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi nedeniyle zorunlu olarak açılmaktadır. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
Geçit hakkı verilmesine ilişkin davalarda, bu hak taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından leh ve aleyhine geçit istenen taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına geçit istenen taşınmaz paylı mülkiyete konu ise dava paydaşlardan biri veya birkaçı tarafından açılabilir.
Geçit tesisi davalarında başlangıçta davacı tarafından öngörülemediğinden dava dilekçesinde talep edilen yer dışındaki güzergahlardan da geçit kurulması gerekebilir. Bu güzergah üzerindeki taşınmazların maliklerine dava dilekçesi ile husumet yöneltilmemiş olması kabul edilebilir bir yanılgıya dayandığından 6100 sayılı HMK’nun 124. maddesi gereğince dürüstlük kuralına aykırı olmayan bu taraf değişikliği talebi kabul edilerek davacının bu kişilerin harçsız olarak davaya katılmalarını sağlamasına imkan verilmelidir.
Türk Medeni Kanununun 747/2 maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Zira geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri gözetilmelidir. Geçit ihtiyacının nedeni, taşınmazın niteliği ile bu ihtiyacın nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakârlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
Uygun güzergah saptanırken önemle üzerinde durulması gereken diğer bir yön ise, aleyhine geçit kurulan taşınmaz veya taşınmazlar bölünerek kullanım şekli ve bütünlüğünün bozulmamasıdır. Şayet başka türlü geçit tesisi mümkün değilse bunun gerekçesi kararda açıkça gösterilmelidir.
Yararına geçit kurulacak taşınmazın tapuda kayıtlı niteliği ve kullanım amacı nazara alınarak özellikle tarım alanlarında, nihayet bir tarım aracının geçeceği genişlikte (emsaline göre 2,5-3 m.) geçit hakkı tesisine karar vermek gerekir. Bu genişliği aşan bir yol verilmesinin zorunlu olduğu hallerde, gerekçesi kararda dayanakları ile birlikte gösterilmelidir.
Saptanan geçit nedeniyle yükümlü taşınmaz malikine ödenmesi gereken bedel taşınmazın niteliği gözetilerek uzman bilirkişiler aracılığı ile objektif kıstaslar esas alınarak belirlenmelidir. Bu bedel de hükümden önce depo ettirilmelidir. Hemen belirtmek gerekir ki, bedelin belirlenmesinden sonra hüküm tarihine kadar taşınmazın değerinde önemli derecede değişim yaratabilecek uzunca bir süre geçmiş veya bedel tespitinden sonra yörede taşınmazın değerini artıracak değişiklikler meydana gelmiş olabilir. Bu gibi durumlarda mülkiyet hakkı kısıtlanan taşınmaz malikinin mağduriyetine neden olmamak ve diğer tarafın hakkın kötüye kullanılması sonucunu doğuracak olası davranışlarını önlemek için hüküm tarihine yakın yeni bir değer tespiti yapılmalıdır.
Somut olaya gelince; mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş ise de yapılan araştırma ve incelemeler hüküm kurmaya yeterli değildir. Dairemizin yukarıda belirtilen ilkelerine göre zorunluluk bulunmadıkça aleyhine geçit kurulacak taşınmazın bölünmemesi, ekonomik kullanım bütünlüğünün bozulmaması gerekir; karara esas alınan 16.9.2014 tarihli bilirkişi raporunda G harfi ile gösterilen ve mahkeme tarafından geçit hakkı kurulan kısım 263 ada 15 parsel sayılı taşınmazı ikiye bölmüş, taşınmazın ekonomik kullanım bütünlüğü bozulmuştur. Bilirkişi raporunda alternatifler gösterilmiş ise de gösterilen yerlerden geçit hakkı kurulmasının imkansız olduğu, tek ve zorunlu geçit hakkı tesis edilecek yerin mahkeme tarafından geçit hakkı tesis edilen yer olduğu yeterince ve bilimsel olarak açıklanamadığı anlaşılmaktadır.
Taşınmazın bütünlüğü bozulmadan yola ulaşımın sağlanmasının mümkün olup olmadığı araştırılarak en uygun alternatiften geçit hakkı kurulmalıdır.
Mahkemece, belirtilen hususlar gözetilmeden Dairemizin yukarıda belirtilen ilkelerine aykırı olarak 263 ada 15 parsel sayılı taşınmazı ikiye bölerek ekonomik kullanım bütünlüğü bozulacak şekilde geçit hakkı tesisine karar verilmesi doğru görülmemiş, bu sebeple hükmün bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davalının temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan harcın istek halinde yatıranlara iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 02.03.2017 tarihinde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2011/15274 K: 2011/16418
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/11209 K: 2012/12836
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/14447 K: 2018/3497
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/12669 K: 2017/2163
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/13475 K: 2018/3519
Geçit hakkının kaldırılması davalarında, davacı tarafından geçit ihtiyacının sona erdiğinin veya kaldırılması istenen geçitin davalının taşınmazına, yüküne oranla çok az yarar sağladığının kanıtlanması gerekir.
Davacı vekili tarafından, davalı aleyhine 25.09.2014 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkının kaldırılması talebi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın reddine dair verilen 24.06.2015 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, geçit hakkının kaldırılması isteğine ilişkindir. Mahkemece, lehine geçit hakkı bulunan 20 parsel malikinin genel yola sınırı bulunan 26 parsel maliki ile aynı kişi olmasının 20 sayılı parseli geçit ihtiyacından kurtarmayacağı, 20 ve 26 parsel sayılı taşınmazlar tehvit de edilmediğinden her parselin ayrı ayrı değerlendirilmesi gerektiği gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir. Hükmü, davacı vekili temyiz etmiştir.
İrtifak hakkı, tescilin terkini veya yüklü ya da yararlanan taşınmazın yok olmasıyla sona erer (TMK m.783). Lehine irtifak kurulan taşınmaz için bu hakkın sağladığı hiç bir yarar kalmamışsa, yüklü taşınmazın maliki bu hakkın terkinini isteyebilir. Yüküne oranla çok az yarar sağlayan bir irtifak hakkının, bedel karşılığında kısmen veya tamamen terkini istenebilir (TMK m.785). Genel yola bağlantısı bulunmayan taşınmazlar için, yol ihtiyacını karşılamak amacıyla kurulan geçit hakkı, bu ihtiyacın sona ermesi ile birlikte ya da yüküne oranla çok az yarar sağladığı kanıtlandığı takdirde hukuksal temelini de kaybedeceğinden, böyle bir durumda yükümlü taşınmazın maliki de bedel karşılığında taşınmazı üzerinde kurulan geçit hakkının kaldırılmasını isteyebilir.
Geçit hakkının kaldırılması davalarında, davacı tarafından geçit ihtiyacının sona erdiğinin veya kaldırılması istenen geçitin davalının taşınmazına, yüküne oranla çok az yarar sağladığının kanıtlanması gerekir.
Somut olaya gelince, dava geçit hakkının kaldırılması isteğine ilişkindir. Davalının maliki olduğu 20 parsel lehine, davacının maliki olduğu 19 parsel aleyhine 06.12.2013 tarihinde akdi irtifak kurulmuş olup, davalının 12.04.2012 tarihinde ise 20 parselin komşusu olan 26 parsel sayılı taşınmazı satın aldığı anlaşılmıştır. Böylelikle 26 parsel sayılı taşınmazın, 20 parsel sayılı taşınmaz üzerinden yola cephesi oluşmuş olduğundan, davacı parseli aleyhine kurulan irtifaktan beklenen amaç sona ermiştir. TMK 785. maddesi uyarınca kurulan geçit hakkına ilişkin ihtiyacın sona erdiği ispatlandığından geçit hakkının kaldırılması gerekirken yazılı şekilde davanın reddine karar verilmesi doğru görülmemiş, bu sebeple hükmün bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, istek halinde peşin yatırılan temyiz harcının yatırana iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 07.05.2018 tarihinde oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY Davalı ……’e ait…Köyü, 129 Ada, 20 nolu parsel lehine, …’e ait aynı yer 19 nolu parsel üzerinden 06.12.2013 tarihinde rızaen akti geçit irtifakı tesis edilmiştir.
Davacı, davalıya ait 20 nolu parsele bitişik 26 nolu parselin yola cephesinin bulunması nedeniyle akti geçit irtifakının kaldırılmasını talep etmektedir.
Zorunlu geçit hakkı, ihtiyaç sahibi taşınmaz malikinin umumi yola ulaşmak için duyduğu zorunluluk sonucu ortaya çıktığından bu zaruret durumu devam ettiği sürece vardır. Zaruret ortadan kalktığında tesis edilmiş geçit hakkının da terkini talep edilebilir.
Rızai geçit irtifakı ise, ihtiyaç sahibi taşınmaz malikinin bu konudaki talep hakkını kullanması ve yükümlü taşınmaz malikinin de bu talebin kullanılmasıyla doğan borcu ifa etmesi sonucunda kurulur.
Türk Medeni Kanununun 783 ve devamı maddelerinde taşınmaz lehine kurulan kazai olmayan irtifak hakkının sona erme sebepleri belirtilmiştir.
İrtifak hakkı, tescilin terkini veya yüklü ya da yararlanan taşınmazın yok olmasıyla sona erer. (TMK m.783) Yüklü ve yararlanan taşınmazlara aynı kimse malik olursa bu kişide irtifak hakkını terkin ettirebilir. Terkin edilmedikce irtifak, ayni hak olarak varlığını sürdürür. (TMK m.784) Yararlanan taşınmaz malikinin tesis edilen zorunlu geçit hakkından vazgeçmesi de bu hakkı sona erdiren ndenlerden biridir. Yararlanan ve yükümlü taşınmazların birinin veya her ikisinin kamulaştırılmasıyla birlikte geçit hakkı ortadan kalkar. Lehine irtifak kurulan taşınmaz için bu hakkın sağladığı hiçbir yarar kalmamışsa yüklü taşınmazın maliki bu hakkın terkinini isteyebilir. Yüküne oranla çok az yarar sağlayan bir irtifak hakkını bedel karşılığında kısmen veya tamamen terkini istenilebilir. (TMK m.785)
Türk Medeni Kanununun 779. maddesi gereğince irtifak hakkı bir taşınmaz lehine olacak şekilde diğer taşınmaz üzerine kurulur. Geçit irtifakı taşınmazın mülkiyet hakkına bağlı olduğundan eşyaya bağlı bir haktır.
Lehine irtifak hakkı tesis edilen taşınmaza, yola cepheli olan bitişik taşınmazın malikinin aynı kişiler olması, geçit irtifakının taşınmaz lehine kurulduğu ilkesi gereği geçit irtifakının kaldırılması sebebi değildir. Davalıya ait her iki taşınmaz tevhid edilmediği sürece ve yukarıda belirtilen sona erme sebepleri gerçekleşmediğinde geçit irtifakının mahkeme kararıyla kaldırılması mümkün değildir.
Mahkemece bu gerekçeler ile davanın reddine karar verilmesinde bir isabetsizlik bulunmadığından hükmün Onanması gerekmektedir. Sayın çoğunluğun bozma kararına katılamamaktayız
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/10311 K: 2015/10871
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2011/673 K: 2011/2149
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2009/14847 K: 2010/803
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/2806 K: 2012/3134
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/13123 K: 2012/14452
Uygun güzergah saptanırken önemle üzerinde durulması gereken diğer bir yön ise, aleyhine geçit kurulan taşınmaz veya taşınmazların kullanım şekli ve bütünlüğünün bozulmamasıdır. Şayet başka türlü geçit tesisi olanaklı değil ise bunun gerekçesi kararda açıkça gösterilmelidir.
Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 10.03.2010 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 13.01.2012 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı … tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması isteğine ilişkindir. Davalılar, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, 2331 parsel sayılı taşınmaz yararına bilirkişi rapor ve krokisinde gösterildiği üzere 2320, 2321, 2330 parsel sayılı taşınmazlar aleyhine geçit tesis edilmiştir.
Hükmü, Ümmühan ve … temyiz etmiş, karar Dairemizin 02.12.2010 tarihli ilamıyla ve ilamda gösterilen nedenlerle bozulmuştur.
Mahkemece bozmaya uyulmuş, 2331 parsel sayılı taşınmaz yararına, kadastro bilirkişisi…’in 25/07/2011 havale tarihli raporunda 6 nolu güzergah olarak gösterilen dahili davalı …’a ait 2352 parselden geçit hakkı tesisine karar verilmiştir. Hükmü, davalı … temyiz etmiştir.
Ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi geçit davalarının nedenidir. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
Geçit hakkı verilmesine ilişkin davalarda, bu hak taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından leh ve aleyhine geçit istenen taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına geçit istenen taşınmaz paylı mülkiyete konu ise dava paydaşlardan biri veya birkaçı tarafından açılabilir.
Türk Medeni Kanununun 747/2 maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Zira geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri gözetilmelidir. Geçit gereksiniminin nedeni, taşınmazın niteliği ile bu gereksinimin nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakârlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
Uygun güzergah saptanırken önemle üzerinde durulması gereken diğer bir yön ise, aleyhine geçit kurulan taşınmaz veya taşınmazların kullanım şekli ve bütünlüğünün bozulmamasıdır. Şayet başka türlü geçit tesisi olanaklı değil ise bunun gerekçesi kararda açıkça gösterilmelidir.
Yararına geçit kurulacak taşınmazın tapuda kayıtlı niteliği ve kullanım amacı nazara alınarak özellikle … alanlarında, nihayet bir … aracının geçeceği genişlikte (emsaline göre 2,5-3 m.) geçit hakkı tesisine karar vermek gerekir. Bu genişliği aşan bir yol verilecekse, gerekçesi kararda dayanakları ile birlikte gösterilmelidir.
Saptanan geçit nedeniyle yükümlü taşınmaz malikine ödenmesi gereken bedel taşınmazın niteliği gözetilerek uzman bilirkişiler aracılığı ile objektif kıstaslar esas alınarak belirlenmelidir. Saptanacak bedel de hükümden önce depo ettirilmelidir. Hemen belirtmek gerekir ki, bedelin saptanmasından sonra hüküm tarihine kadar taşınmazın değerinde önemli derecede değişim yaratabilecek uzunca bir süre geçmiş veya bedel tespitinden sonra yörede taşınmazın değerini artıracak değişiklikler meydana gelmiş olabilir. Bu gibi durumlarda mülkiyet hakkı kısıtlanan taşınmaz malikinin mağduriyetine neden olmamak ve diğer tarafın hakkın kötüye kullanılması sonucunu doğuracak olası davranışlarını önlemek için hüküm tarihine yakın yeni bir değer tespiti yapılmalıdır.
Kurulan geçit hakkının Türk Medeni Kanununun 748/3 maddesi uyarınca … kaydının beyanlar hanesine şerhi de gereklidir.
Geçit hakkı kurulmasına ilişkin davalarda davanın niteliği gereği yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır.
Zorunlu geçit hakkının genel yola kadar kesintisiz olarak kurulması şarttır. Davacının maliki olduğu 2331 parsel sayılı taşınmaz yararına 2332 parsel sayılı taşınmazdan geçit kurulmasına karar verilmiş ise de 25.07.2011 tarihli bilirkişi raporundan anlaşıldığına göre tesis edilen geçitin önceki geçide bağlantısının sağlanması kesintisizlik ilkesine aykırı olmuştur. Bir başka deyişle, aleyhine geçit kurulan taşınmaz ile genel yol arasında bulunan 2352 parsel sayılı taşınmazdan geçit kurulmaması suretiyle kesintisizlik ilkesi ihlal edilmiştir. Bu nedenle, davacıya ait 2331 parsel sayılı taşınmaz lehine, dava dışı 2352 parsel sayılı taşınmaz üzerinde… Asliye Hukuk Mahkemesinin 1997/105-163 sayılı kararı ile tesis edilen geçit irtifakının bulunduğu kısımdan da geçit tesisi gerekir.
Bu durumda mahkemece, 2352 parsel sayılı taşınmaza ait … kaydı … Müdürlüğünden getirtilerek maliklerinin belirlenmesi, maliklerin harçlı dilekçe ile davaya katılmalarının sağlanması veya haklarında ayrı dava açılması için süre verilerek, ayrı dava açıldığı takdirde bu dava ile birleştirilmesine karar verilmesi, bu şekilde taraf teşkili sağlandıktan sonra işin esasının incelenmesi gerekir. Değinilen bu hususlar gözardı edilerek yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, hükmün bozulması gerekmiştir.
Kabule göre; …’a ait taşınmazın 2332 olan parsel numarasının hüküm fıkrasında 2352 şeklinde yanlış yazılmış olması da doğru değildir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davalı …’un temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin harcın istek halinde yatırana iadesine, 17.12.2012 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/8466 K: 2017/1073
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/6503 K: 2019/1385
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/2769 K: 2021/2923
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/14758 K: 2018/3777
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/3132 K: 2021/1726
Dava konusu taşınmazın güncel tapu kaydının getirilip, devir işlemini değerlendirmek ve bu yönde yeni malikin davaya dahil edilerek mahkemesince karar verilmek üzere hükmün bozulması gerekmiştir.
Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 23.03.2015 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı talebi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 02.06.2016 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı Selahattin Bakan vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün evrak incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, Türk Medeni Kanunu’nun 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması isteğine ilişkindir.
Davacı …, 160 ada 6 parsel sayılı taşınmazın maliki olduğunu, parselinin yola bağlantısının bulunmadığını, davalılara ait 160 ada 3 parsel sayılı taşınmazdan bedeli karşılığı taşınmazı yararına geçit hakkı kurulmasını talep etmiştir.
Davalılar davaya cevap vermemişlerdir. Yargılama aşamasında davalılara ait taşınmazın dava dışı …’a satış işlemi ile devredilmesi sebebi ile … davaya dahil edilmiştir. Davalı … davanın reddini savunmuştur. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiştir. Hükmü, davalı … vekili temyiz etmiştir.
Bu tür davalar ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi nedeniyle zorunlu olarak açılmaktadır. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “Mutlak geçit ihtiyacı” veya “Geçit yoksunluğu”, ikincisine de “Nispi geçit ihtiyacı” ya da “Geçit yetersizliği” denilmektedir.
Türk Medeni Kanunu’nun 747/2 maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Zira geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri gözetilmelidir. Geçit ihtiyacının nedeni, taşınmazın niteliği ile bu ihtiyacın nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakârlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
Uygun güzergah saptanırken önemle üzerinde durulması gereken diğer bir yön ise, aleyhine geçit kurulan taşınmaz veya taşınmazlar bölünerek kullanım şekli ve bütünlüğünün bozulmamasıdır. Şayet başka türlü geçit tesisi mümkün değilse bunun gerekçesi kararda açıkça gösterilmelidir.
Yararına geçit kurulacak taşınmazın tapuda kayıtlı niteliği ve kullanım amacı nazara alınarak özellikle tarım alanlarında, nihayet bir tarım aracının geçeceği genişlikte (emsaline göre 2,5-3 m.) geçit hakkı tesisine karar vermek gerekir. Bu genişliği aşan bir yol verilmesinin zorunlu olduğu hallerde, gerekçesi kararda dayanakları ile birlikte gösterilmelidir.
Kurulan geçit hakkının Türk Medeni Kanunu’nun 748/3 ve 1012. maddesi gereğince kütük sayfasında ayrılan özel sütununa tesciline karar verilmelidir.
Somut olaya gelince; Dairemizin yukarıda belirtilen ilkelerine göre zorunluluk bulunmadıkça aleyhine geçit kurulacak taşınmazın bölünmemesi, ekonomik kullanım bütünlüğünün bozulmaması gerekir; bilirkişi raporunda alternatifler gösterilmiş ise de gösterilen yerlerden geçit hakkı kurulmasının imkansız olduğunun, tek ve zorunlu geçit hakkı tesis edilecek yerin mahkeme tarafından geçit hakkı tesis edilen yer olduğunun yeterince ve bilimsel olarak açıklanamadığı görülmüştür. Mahkemece; davalıya ait taşınmazın bütünlüğü bozulmadan yola ulaşımın sağlanmasının mümkün olup olmadığı araştırılarak en uygun alternatiften geçit hakkı kurulması gerekirken, belirtilen hususlar gözetilmeden davalıya ait taşınmazı ikiye bölerek ekonomik kullanım bütünlüğü bozulacak şekilde geçit hakkı tesisine karar verilmesi doğru görülmemiştir. Ayrıca dava konusu taşınmazların tapu kaydına ilişkin UYAP sisteminde bulunan Tapu ve Kadastro Bilgi Sistemi (TAKBİS) kayıtları üzerinden yapılan güncel sorgulamaya göre; davacı …’a ait 160 ada 6 parsel sayılı taşınmazın karar ve temyiz tarihinden sonra 05.03.2018 tarihinde dava dışı Recep Dugan’a satış işlemi ile devredildiği anlaşılmıştır. HMK’nun 125. maddesi uyarınca davacı hissesini devralan Recep Dugan yönünden taraf teşkili sağlanmak suretiyle hüküm kurulması gerekmektedir. Dava konusu taşınmazın güncel tapu kaydının getirilip, devir işlemini değerlendirmek ve bu yönde yeni malikin davaya dahil edilerek mahkemesince karar verilmek üzere hükmün bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davalı … vekilinin temyiz itirazının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan harcın yatırana iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 11.10.2021 tarihinde oy birliğiyle karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/1374 K: 2021/3572
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2004/574 K: 2004/1628 T: 27.4.2004
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/2434 K: 2003/2681 T: 30.9.2003
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2003/1933 K: 2003/2976 T: 17.10.2003
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/1374 K: 2021/3572
Geçit hakkı bedelinin belirlenmesinden sonra hüküm tarihine kadar taşınmazın değerinde önemli derecede değişim yaratabilecek uzunca bir süre geçmiş veya bedel tespitinden sonra yörede taşınmazın değerini artıracak değişiklikler meydana gelmiş ise hüküm tarihine yakın yeni bir değer tespiti yapılmalıdır.
Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 04/08/2011 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 27/12/2012 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı … tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün evrak incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR
1.DAVA
1.1. Davacı vekili; davacıya ait İzmir ili, Karaburun ilçesi, Bozköy Köyünde kain 1214 parsel numaralı taşınmazın genel yola çıkabilmesi amacı ile aynı yer 607 ve 608 parsel numaralı taşınmazlardan geçit hakkı tesisine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
- CEVAP
2.1. Bir kısım davalılar, 608 parsel aleyhine geçit tesisine karar verilmesi gerektiğini dile getirmişlerdir.
2.2. Davalı …, hakkaniyete uygun olan yerden geçit hakkı tesis edilmesini istediğini dile getirmiştir.
- İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI
3.1. İlk derece mahkemesi; davanın kabulü ile İzmir ili, Karaburun ilçesi, Bozköy Köyü, 1214 parsel numaralı taşınmaz lehine aynı yerde kain 608 parsel numaralı komşu taşınmazda fen bilirkişisinin 10.02.2012 tarihli bilirkişi raporu ve krokisinde F harfi ile gösterilen yerden 3 metre genişliğinde 91.00 m² miktarında zorunlu geçit hakkı tesisine karar vermiştir.
- TEMYİZ
4.1. Hükmü, davalı … temyiz etmiştir.
4.2. Temyiz Nedenleri
4.2.1. Davalı …; 607 parsel aleyhine geçit tesisine karar verilmesini, keşfen belirlenen değerin düşük olduğunu belirterek hükmü temyiz etmiştir.
- YARGITAY KARARI
5.1. Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme
5.1.1. Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması isteğine ilişkindir.
5.2. Hukuki Sebep
5.2.1. Bu tür davalar ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi nedeniyle zorunlu olarak açılmaktadır. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
5.2.2. Geçit hakkı verilmesine ilişkin davalarda, bu hak taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından leh ve aleyhine geçit istenen taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına geçit istenen taşınmaz paylı mülkiyete konu ise dava paydaşlardan biri veya birkaçı tarafından açılabilir.
5.2.3. 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 747/2. maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Zira geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri gözetilmelidir. Geçit ihtiyacının nedeni, taşınmazın niteliği ile bu ihtiyacın nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakârlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
5.2.4. Saptanan geçit nedeniyle yükümlü taşınmaz malikine ödenmesi gereken bedel taşınmazın niteliği gözetilerek uzman bilirkişiler aracılığı ile objektif kıstaslar esas alınarak belirlenmelidir. Bu bedel de hükümden önce depo ettirilmelidir. Hemen belirtmek gerekir ki, bedelin belirlenmesinden sonra hüküm tarihine kadar taşınmazın değerinde önemli derecede değişim yaratabilecek uzunca bir süre geçmiş veya bedel tespitinden sonra yörede taşınmazın değerini artıracak değişiklikler meydana gelmiş olabilir. Bu gibi durumlarda mülkiyet hakkı kısıtlanan taşınmaz malikinin mağduriyetine neden olmamak ve diğer tarafın hakkın kötüye kullanılması sonucunu doğuracak olası davranışlarını önlemek için hüküm tarihine yakın yeni bir değer tespiti yapılmalıdır.
5.3. Temyiz Nedenlerinin Değerlendirilmesi
5.3.1. Mahkemece, bilirkişi raporunda F harfi ile belirtilen güzergahtan 608 parsel aleyhine geçit tesisine karar verilmesinde bir isabetsizlik bulunmamakta ise de; fedakarlığın denkleştirilmesi ilkesi gereğince geçit bedeli 2011 yılı itibariyle belirlendiğinden, hükmün temyiz edildiği tarihe kadar geçen süre içerisinde enflasyonda meydana gelen artış sebebiyle güncel bedelin yeniden belirlenmesi amacıyla bilirkişiden ek rapor alınmalı, belirlenen geçit bedelinden depo edilen 1.365,00 TL’nin mahsubuyla kalan miktarın depo edilmesinden sonra işin esası hakkında bir karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş, hükmün bu sebeple bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda (5.3.1) numaralı bentte açıklanan nedenlerle davalı …’ün temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan harcın yatırana iadesine, 08.12.2021 tarihinde oy birliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8353 K: 2022/2078 T: 16.03.2022
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/14-264 K: 2006/237 T.26.4.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2009/14637 K: 2010/479
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/6846 K: 2013/8080
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/11153 K: 2013/14581
Bir irtifak çeşidi olan geçit hakkı ancak tapuda kayıtlı taşınmazlar leh ve aleyhine kurulabileceğinden ve bu haliyle kurulan geçit kesintisizlik ilkesine uygun olmadığından davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde kabulüne dair hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu nedenle kararın bozulması gerekmiştir.
Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 13.09.2012 günlerinde verilen dilekçe ile geçit hakkı istenmesi üzerine yapılan yargılama sonunda; davanın kabulüne dair verilen 26.03.2013 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı … tarafından istenmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması isteğine ilişkindir. Davacı, maliki olduğu 7126, 7300, 7302, 7303, 7304, 7305, 7307, 7311, 7312 ve 7313 parsel sayılı taşınmazlar yararına, davalılara ait 7294 parsel sayılı taşınmaz üzerinden geçit hakkı kurulmasını istemiştir.
Davalı … davacının davasını kabul etmiş, diğer iştirak halindeki malik … ise davanın reddini savunmuştur. Mahkemece, davacı taşınmazları yararına, davalılara ait 7294 parsel sayılı taşınmazdan geçit hakkı kurulmasına karar verilmiştir. Hükmü, davalı … temyiz etmiştir.
Ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi geçit davalarının nedenidir. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
Türk Medeni Kanununun 747/2 maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Zira geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri gözetilmelidir. Geçit ihtiyacının nedeni, taşınmazın niteliği ile bu ihtiyacın nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakârlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
Yararına geçit kurulacak taşınmazın tapuda kayıtlı niteliği ve kullanım amacı nazara alınarak özellikle tarım alanlarında, nihayet bir tarım aracının geçeceği genişlikte (emsaline göre 2,5-3 m.) geçit hakkı tesisine karar vermek gerekir. Bu genişliği aşan bir yol verilmesinin zorunlu olduğu hallerde, gerekçesi kararda dayanakları ile birlikte gösterilmelidir.
Saptanan geçit nedeniyle yükümlü taşınmaz malikine ödenmesi gereken bedel taşınmazın niteliği gözetilerek uzman bilirkişiler aracılığı ile objektif kıstaslar esas alınarak belirlenmelidir. Bu bedel de hükümden önce depo ettirilmelidir. Hemen belirtmek gerekir ki, bedelin belirlenmesinden sonra hüküm tarihine kadar taşınmazın değerinde önemli derecede değişim yaratabilecek uzunca bir süre geçmiş veya bedel tespitinden sonra yörede taşınmazın değerini artıracak değişiklikler meydana gelmiş olabilir. Bu gibi durumlarda mülkiyet hakkı kısıtlanan taşınmaz malikinin mağduriyetine neden olmamak ve diğer tarafın hakkın kötüye kullanılması sonucunu doğuracak olası davranışlarını önlemek için hüküm tarihine yakın yeni bir değer tespiti yapılmalıdır.
Kurulan geçit hakkının Türk Medeni Kanununun 748/3 maddesi uyarınca tapu kaydının beyanlar hanesine şerhi de gereklidir. Zorunlu geçit hakkı, mülkiyet hakkının kanundan doğan dolaylı bir sınırlaması olduğundan bu tür sınırlamalar, ancak mülkiyet hakkına konu taşınmazlar için söz konusu olabilir
Geçit hakkı kurulmasına ilişkin davalarda davanın niteliği gereği yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır.
Geçit hakkı kurulması davalarında amaç, genel yola bağlantısı olmayan taşınmazların yolla bağlantısının sağlanmasıdır. Bundan dolayı, geçit kurulurken ihtiyaç içinde olan taşınmaz kesintisiz olarak genel yola bağlanmalıdır. Buna uygulamada “kesintisizlik ilkesi” denilir.
Somut olaya gelince; mahkemece, davalılara ait 7294 parsel sayılı taşınmaz üzerinden fen bilirkişi …tarafından düzenlenen 27.02.2013 havale tarihli rapor ve krokisinde beyaz renkle gösterilen 248 m2 yüzölçümündeki bölümden davacıya ait 7126, 7300, 7302, 7303, 7304, 7305, 7307, 7311, 7312 ve 7313 parsel sayılı taşınmazlar lehine geçit hakkı kurulmasına karar verilmiş ise de davacının taşınmazları ile geçit hakkı kurulan yer arasında ve geçit hakkı kurulan yer ile bağlantı sağlanacak yol arasında tescil harici bırakılan ve tapuda kayıtlı olmayan kısımlar bulunduğundan kesintisizlik ilkesine uygun karar verilmediği anlaşılmaktadır. Dairemizin yerleşik uygulamalarına göre bir irtifak çeşidi olan geçit hakkı ancak tapuda kayıtlı taşınmazlar leh ve aleyhine kurulabileceğinden ve bu haliyle kurulan geçit kesintisizlik ilkesine uygun olmadığından davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde kabulüne dair hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu nedenle kararın bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davalı …’ın temyiz itirazlarının kabulüyle hükmün BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde yatırana iadesine, 25.11.2013 tarihinde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/11152 K: 2012/13821
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/405 K: 2012/1312
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/9520 K: 2012/9872
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/11121 K: 2019/3481
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/12669 K: 2017/2163
Geçit tesisi davalarında başlangıçta davacı tarafından öngörülemediğinden dava dilekçesinde talep edilen yer dışındaki güzergahlardan da geçit kurulması gerekebilir. Bu güzergah üzerindeki taşınmazların maliklerine dava dilekçesi ile husumet yöneltilmemiş olması halinde davacının bu kişilerin harçsız olarak davaya katılmalarını sağlamasına imkan verilmelidir.
Davacılar vekili tarafından, davalılar aleyhine 18.12.2012 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı tesisi talebi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 05.07.2013 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı … vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne, duruşma isteminin dava değeri yönünden reddine karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Davacılar vekili 18.12.2012 tarihli dilekçesi ile maliki oldukları 60, 454, 469 ve 486 parsel sayılı taşınmazlar lehine davalı … adına kayıtlı 497 sayılı parselde bulunan geçitin … Asliye Hukuk Mahkemesinin 22.02.2011 tarih 2008/234 Esas, 2011/64 Karar sayılı ve 1. Hukuk Dairesinden geçip kesinleşen elatmanın önlenmesi ve kal hükmü ile kapatılmış olduğunu ileri sürerek 497, 469 ve 486 parsel sayılı taşınmazlardan geçit hakkı tesisini istemiştir.
Davalı, 497 sayılı parsel maliki … vekili davacıların yolu bulunduğunu ileri sürerek davanın reddini savunmuştur. Davalı, 781 sayılı parselin maliki … vekili, davacı parsellerin tapuda geçit hakları bulunduğunu bildirip davanın reddini savunmuştur. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiştir. Hükmü, davalı 497 parsel sayılı taşınmazın maliki … vekili temyiz etmiştir.
Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması isteğine ilişkindir. Bu tür davalar ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi nedeniyle zorunlu olarak açılmaktadır. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
Geçit tesisi davalarında başlangıçta davacı tarafından öngörülemediğinden dava dilekçesinde talep edilen yer dışındaki güzergahlardan da geçit kurulması gerekebilir. Bu güzergah üzerindeki taşınmazların maliklerine dava dilekçesi ile husumet yöneltilmemiş olması kabul edilebilir bir yanılgıya dayandığından 6100 sayılı HMK’nın 124. maddesi gereğince dürüstlük kuralına aykırı olmayan bu taraf değişikliği talebi kabul edilerek davacının bu kişilerin harçsız olarak davaya katılmalarını sağlamasına imkan verilmelidir.
Türk Medeni Kanununun 747/2. maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Zira geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri gözetilmelidir. Geçit ihtiyacının nedeni, taşınmazın niteliği ile bu ihtiyacın nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakârlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
Uygun güzergah saptanırken önemle üzerinde durulması gereken diğer bir yön ise, aleyhine geçit kurulan taşınmaz veya taşınmazlar bölünerek kullanım şekli ve bütünlüğünün bozulmamasıdır. Şayet başka türlü geçit tesisi mümkün değilse bunun gerekçesi kararda açıkça gösterilmelidir.
Yararına geçit kurulacak taşınmazın tapuda kayıtlı niteliği ve kullanım amacı nazara alınarak özellikle tarım alanlarında, nihayet bir tarım aracının geçeceği genişlikte (emsaline göre 2,5–3 m.) geçit hakkı tesisine karar vermek gerekir. Bu genişliği aşan bir yol verilmesinin zorunlu olduğu hallerde, gerekçesi kararda dayanakları ile birlikte gösterilmelidir.
Somut olayda; mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş ise de, yapılan inceleme ve araştırmalar hüküm kurmaya yeterli değildir. Davalı … adına kayıtlı olan 781 parsel sayılı taşınmaz yola cepheli olup … davacı sıfatında yer almamış ise de aynı zamanda dava konusu 469 parsel sayılı taşınmazın 1/3 paydaşıdır. Yine 486 parsel sayılı taşınmaz, 781 parsel sayılı taşınmaza sınır komşusudur. Bu nedenle komşuluk ilkeleri gereğince diğer dava konusu 497 sayılı parselden geçit istemi iyiniyetli sayılamaz. Ayrıca 454, 469 ve 60 sayılı parseller lehine tapuda geçit hakları bulunduğu halde bu husus araştırılmamış tapuda geçit hakkı olan parseller yönünden dava hakkının bulunup bulunmadığı TMK 747. maddesi gereğince zorunlu geçit hakkı tesisi koşullarının gerçekleşip gerçekleşmediği incelenmemiştir. Belirtilen hususlar gözetilmeden yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeplerle kararın bozulması gerekmiştir.
Kabule göre de; Dairemizin yukarıda açıklanan ilkelerine aykırı şekilde, gerekçesi açıklanmadan geçit eninin 4 metre olarak belirlenmesi de isabetli değildir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan harcın istek halinde yatırana iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 21.03.2017 tarihinde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/10311 K: 2015/10871
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2011/673 K: 2011/2149
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2009/14847 K: 2010/803
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/2806 K: 2012/3134
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/10638 K: 2012/12297
Mahkemece uzman bilirkişiler eşliğinde mahallinde yeni bir keşif yapılarak yukarıda açıklandığı şekilde, genel yola bağlantı kurulması için alternatif araştırması yapıldıktan sonra geçit kurulması uygun görülen yeni taşınmaz maliki ya da malikleri hakkında ya usulünce dava açılıp eldeki dava ile birleştirilmeli ya da usul ekonomisi açısından harcı da verilmek suretiyle aynı davaya dahil edilmeleri sağlanmalıdır.
Davacı tarafından, davalılar aleyhine 09.05.2011 gününde verilen dilekçe ile zorunlu geçit hakkı istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın reddine dair verilen 15.05.2012 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davacı tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması isteğine ilişkindir. Davalılar, davanın reddini savunmuşlardır. Mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir. Hükmü, davacı temyiz etmiştir.
Ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi geçit davalarının nedenidir. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
Geçit hakkı verilmesine ilişkin davalarda, bu hak taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından leh ve aleyhine geçit istenen taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına geçit istenen taşınmaz paylı mülkiyete konu ise dava paydaşlardan biri veya birkaçı tarafından açılabilir.
Türk Medeni Kanununun 747/2. maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Zira geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri gözetilmelidir. Geçit gereksiniminin nedeni, taşınmazın niteliği ile bu gereksinimin nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakârlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
Uygun güzergâh saptanırken önemle üzerinde durulması gereken diğer bir yön ise, aleyhine geçit kurulan taşınmaz veya taşınmazların kullanım şekli ve bütünlüğünün bozulmamasıdır. Şayet başka türlü geçit tesisi olanaklı değil ise bunun gerekçesi kararda açıkça gösterilmelidir.
Yararına geçit kurulacak taşınmazın tapuda kayıtlı niteliği ve kullanım amacı nazara alınarak özellikle tarım alanlarında, nihayet bir tarım aracının geçeceği genişlikte (emsaline göre 2,5-3 m.) geçit hakkı tesisine karar vermek gerekir. Bu genişliği aşan bir yol verilecekse, gerekçesi kararda dayanakları ile birlikte gösterilmelidir.
Saptanan geçit nedeniyle yükümlü taşınmaz malikine ödenmesi gereken bedel taşınmazın niteliği gözetilerek uzman bilirkişiler aracılığı ile objektif kıstaslar esas alınarak belirlenmelidir. Saptanacak bedel de hükümden önce depo ettirilmelidir. Hemen belirtmek gerekir ki, bedelin saptanmasından sonra hüküm tarihine kadar taşınmazın değerinde önemli derecede değişim yaratabilecek uzunca bir süre geçmiş veya bedel tespitinden sonra yörede taşınmazın değerini artıracak değişiklikler meydana gelmiş olabilir. Bu gibi durumlarda mülkiyet hakkı kısıtlanan taşınmaz malikinin mağduriyetine neden olmamak ve diğer tarafın hakkın kötüye kullanılması sonucunu doğuracak olası davranışlarını önlemek için hüküm tarihine yakın yeni bir değer tespiti yapılmalıdır.
Kurulan geçit hakkının Türk Medeni Kanununun 748/3. maddesi uyarınca tapu siciline kaydı da gereklidir.
Geçit hakkı kurulmasına ilişkin davalarda davanın niteliği gereği yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır.
Somut olayda, davacıya ait 112 ada 21 parsel sayılı taşınmazın mutlak geçit ihtiyacı içerisinde bulunduğu anlaşılmaktadır. Mahkemece sadece aleyhine geçit kurulması istenen 13 parsel sayılı taşınmaz ile dava dışı 12 parsel sayılı taşınmazdan alternatif araştırması yapılmış, bu parsellerden kurulacak geçitin parselleri ortadan böldüğü ve dereden geçtiği, başka bir yerden de alternatif geçit seçeneği bulunmadığı gerekçesi ile istemin reddine karar verilmiştir.
Mahkemece uzman bilirkişiler eşliğinde mahallinde yeni bir keşif yapılarak yukarıda açıklandığı şekilde, genel yola bağlantı kurulması için alternatif araştırması yapıldıktan sonra geçit kurulması uygun görülen yeni taşınmaz maliki ya da malikleri hakkında ya usulünce dava açılıp eldeki dava ile birleştirilmeli ya da usul ekonomisi açısından harcı da verilmek suretiyle aynı davaya dahil edilmeleri sağlanmalıdır. Taraf teşkili sağlandıktan sonra Dairemizin yukarıda belirtilen ilkeleri doğrultusunda gerekli araştırma ve incelemeler yapılarak sonucuna göre bir karar verilmelidir.
Eksik araştırma ve inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan harcın istek halinde yatırana iadesine, 30.10.2012 tarihinde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/8466 K: 2017/1073
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/6503 K: 2019/1385
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/2769 K: 2021/2923
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/14758 K: 2018/3777
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/14327 K: 2015/9113
Yararına geçit kurulacak taşınmazın tapuda kayıtlı niteliği ve kullanım amacı nazara alınarak özellikle tarım alanlarında, nihayet bir tarım aracının geçeceği genişlikte (emsaline göre 2,5-3 m.) geçit hakkı tesisine karar vermek gerekir. Bu genişliği aşan bir yol verilmesinin zorunlu olduğu hallerde, gerekçesi kararda dayanakları ile birlikte gösterilmelidir.
Davacı vekili tarafından, davalı aleyhine 03.09.2013 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 11.06.2014 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması isteğine ilişkindir. Davacı, 17 parsel sayılı taşınmaz yararına, davalıya ait 22 parsel sayılı taşınmaz üzerinden geçit hakkı kurulmasını istemiştir. Davalı, İ.. T.. davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, 17 parsel sayılı taşınmaz lehine, 22 parsel taşınmaz üzerinden geçit hakkı kurulmasına karar vermiştir. Hükmü, davalı temyiz etmiştir.
1- Yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve tüm dosya içeriğine göre davalının aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde görülmemiş, reddi gerekir.
2-Bu tür davalar ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi nedeniyle zorunlu olarak açılmaktadırr. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
Türk Medeni Kanununun 747/2 maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Zira geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri gözetilmelidir. Geçit ihtiyacının nedeni, taşınmazın niteliği ile bu ihtiyacın nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakârlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
Uygun güzergah saptanırken önemle üzerinde durulması gereken diğer bir yön ise, aleyhine geçit kurulan taşınmaz veya taşınmazlar bölünerek kullanım şekli ve bütünlüğünün bozulmamasıdır. Şayet başka türlü geçit tesisi mümkün değilse bunun gerekçesi kararda açıkça gösterilmelidir.
Yararına geçit kurulacak taşınmazın tapuda kayıtlı niteliği ve kullanım amacı nazara alınarak özellikle tarım alanlarında, nihayet bir tarım aracının geçeceği genişlikte (emsaline göre 2,5-3 m.) geçit hakkı tesisine karar vermek gerekir. Bu genişliği aşan bir yol verilmesinin zorunlu olduğu hallerde, gerekçesi kararda dayanakları ile birlikte gösterilmelidir.
Saptanan geçit nedeniyle yükümlü taşınmaz malikine ödenmesi gereken bedel taşınmazın niteliği gözetilerek uzman bilirkişiler aracılığı ile objektif kıstaslar esas alınarak belirlenmelidir. Bu bedel de hükümden önce depo ettirilmelidir. Hemen belirtmek gerekir ki, bedelin belirlenmesinden sonra hüküm tarihine kadar taşınmazın değerinde önemli derecede değişim yaratabilecek uzunca bir süre geçmiş veya bedel tespitinden sonra yörede taşınmazın değerini artıracak değişiklikler meydana gelmiş olabilir. Bu gibi durumlarda mülkiyet hakkı kısıtlanan taşınmaz malikinin mağduriyetine neden olmamak ve diğer tarafın hakkın kötüye kullanılması sonucunu doğuracak olası davranışlarını önlemek için hüküm tarihine yakın yeni bir değer tespiti yapılmalıdır.
Kurulan geçit hakkının Türk Medeni Kanununun 748/3 ve 1012. maddesi ile yeni Tapu Sicil Tüzüğünün “irtifak hakları ve taşınmaz yükünün tescili” başlıklı 30. maddesi gereğince kütük sayfasında ayrılan özel sütununa tesciline karar verilmelidir.
Geçit hakkı kurulmasına ilişkin davalarda davanın niteliği gereği yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır.
Bu ilkeler ışığında somut olaya bakıldığında dosya içerisindeki bilirkişi rapor ve krokisine göre davacının 17 sayılı parselinin doğusunda geçit olarak kullanılabilecek genişlikte bir kadastral yolun mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Parsel üzerindeki binaların güneyinden bu yola çıkışın da mümkün olabileceği anlaşılmaktadır. Hükme esas alınan bilirkişi raporunda diğer seçenekler değerlendirilmiş ise de davacının bu yoldan taşınmazına gerektiği takdirde mevcut binalarından kapı açılmak suretiyle ulaşım sağlayıp sağlamayacağı araştırılmış değildir. Bu nedenle mahkemece öncelikle dairemizin yukarıda açıklanan ilkeleri doğrultusunda davacının taşınmazı yararına zorunlu geçit hakkı tesisi koşullarının gerçekleşip gerçekleşmediği araştırılarak, gerçekleştiği takdirde en uygun seçenekten geçit kurulması, aksi halde davanın reddine karar vermesi gerekir. Eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda (1) numaralı bentte açıklanan nedenlerle davalının diğer temyiz itirazlarının reddine, (2) numaralı bent uyarınca davalının temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan harcın istek halinde yatırana iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 16.10.2015 gününde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2003/1306 K: 2003/1733 T: 13.3.2003
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2010/672 K: 2010/1095
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/11441 K: 2013/14767
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/17240 K: 2016/4188
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/1163 K: 2014/4485
Saptanan geçit nedeniyle yükümlü taşınmaz malikine ödenmesi gereken bedel taşınmazın niteliği gözetilerek uzman bilirkişiler aracılığı ile objektif kıstaslar esas alınarak belirlenmelidir. Bu bedel de hükümden önce depo ettirilmelidir.
Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 21.06.2010 günlerinde verilen dilekçe ile geçit hakkı istenmesi üzerine yapılan yargılama sonunda; davanın kabulüne dair verilen 11.11.2013 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı H… vekili tarafından istenmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, TMK’nın 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması isteğine ilişkindir. Davacı, maliki olduğu .. parsel sayılı taşınmaz yararına, davalılara ait .. parsel sayılı taşınmaz üzerinden geçit hakkı kurulmasını istemiştir. Davalılardan H…, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davacı taşınmazı yararına, davalılara ait .. parsel sayılı taşınmazdan geçit hakkı kurulmasına karar verilmiştir. Hükmü, davalı H. vekili temyiz etmiştir.
Ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi geçit davalarının nedenidir. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
TMK’nın 747/2 maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Zira geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri gözetilmelidir. Geçit ihtiyacının nedeni, taşınmazın niteliği ile bu ihtiyacın nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakârlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
Yararına geçit kurulacak taşınmazın tapuda kayıtlı niteliği ve kullanım amacı nazara alınarak özellikle tarım alanlarında, nihayet bir tarım aracının geçeceği genişlikte (emsaline göre 2,5-3 m.) geçit hakkı tesisine karar vermek gerekir. Bu genişliği aşan bir yol verilmesinin zorunlu olduğu hallerde, gerekçesi kararda dayanakları ile birlikte gösterilmelidir.
Saptanan geçit nedeniyle yükümlü taşınmaz malikine ödenmesi gereken bedel taşınmazın niteliği gözetilerek uzman bilirkişiler aracılığı ile objektif kıstaslar esas alınarak belirlenmelidir. Bu bedel de hükümden önce depo ettirilmelidir. Hemen belirtmek gerekir ki, bedelin belirlenmesinden sonra hüküm tarihine kadar taşınmazın değerinde önemli derecede değişim yaratabilecek uzunca bir süre geçmiş veya bedel tespitinden sonra yörede taşınmazın değerini artıracak değişiklikler meydana gelmiş olabilir. Bu gibi durumlarda mülkiyet hakkı kısıtlanan taşınmaz malikinin mağduriyetine neden olmamak ve diğer tarafın hakkın kötüye kullanılması sonucunu doğuracak olası davranışlarını önlemek için hüküm tarihine yakın yeni bir değer tespiti yapılmalıdır.
Kurulan geçit hakkının TMK’nın 748/3 maddesi uyarınca tapu kaydının beyanlar hanesine şerhi de gereklidir. Zorunlu geçit hakkı, mülkiyet hakkının kanundan doğan dolaylı bir sınırlaması olduğundan bu tür sınırlamalar, ancak mülkiyet hakkına konu taşınmazlar için söz konusu olabilir
Geçit hakkı kurulmasına ilişkin davalarda davanın niteliği gereği yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır.
Geçit hakkı kurulması davalarında amaç, genel yola bağlantısı olmayan taşınmazların yolla bağlantısının sağlanmasıdır. Bundan dolayı, geçit kurulurken ihtiyaç içinde olan taşınmaz kesintisiz olarak genel yola bağlanmalıdır. Buna uygulamada “kesintisizlik ilkesi” denilir.
Somut olaya gelince; mahkemece, davalılara ait .. parsel sayılı taşınmaz üzerinden fen bilirkişi tarafından düzenlenen 03.06.2010 tarihli rapor ve krokisinde kırmızı renkle gösterilen 384,81 m2 yüzölçümündeki bölümden
davacıya ait .. parsel sayılı taşınmaz lehine geçit hakkı kurulmasına karar verilmiş ise de davacının taşınmazı ile geçit kurulan yer arasında ve geçit kurulan yer ile bağlantı sağlanacak yol arasında tescil harici bırakılan ve tapuda kayıtlı olmayan kısımlar bulunduğu anlaşılmaktadır. Dairemizin yerleşik uygulamalarına göre bir irtifak çeşidi olan geçit hakkı ancak tapuda kayıtlı taşınmazlar leh ve aleyhine kurulabileceğinden ve bu haliyle kurulan geçit kesintisizlik ilkesine uygun olmadığından davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davalı H..K.. vekilinin temyiz itirazlarının kabulüyle hükmün BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde yatırana iadesine, 03.04.2014 tarihinde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/8466 K: 2017/1073
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/6503 K: 2019/1385
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/2769 K: 2021/2923
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/14758 K: 2018/3777
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2019/1991 K: 2019/8409
Geçit hakkı kurulması davalarında amaç, genel yola bağlantısı olmayan taşınmazların yolla bağlantısının sağlanmasıdır. Bundan dolayı, geçit kurulurken ihtiyaç içinde olan taşınmazlar kesintisiz olarak genel yola bağlanmalıdır. Buna uygulamada “kesintisizlik ilkesi” denilir.
Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 06/03/2014 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı tesisi talebi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 09/12/2015 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı … vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması isteğine ilişkindir.
Davacı vekili, davacının maliki olduğu … ili, … ilçesi, 7, 8, 9 ve 11 parsel sayılı taşınmazların genel yola bağlantısının bulunmadığını, 11 parsel sayılı taşınmaz lehine geçit hakkı istemiyle … 7. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2012/126 Esas sayılı dosya ile açtıkları davanın 28.11.2013 günlü ve 2013/652 sayılı Kararı ile müvekkilinin 7, 8, 9 parsel sayılı taşınmazların da maliki olmasına ve taşınmazların bütün olarak kullanılmasına rağmen sadece 11 parsel sayılı taşınmaz lehine geçit hakkı tesisi isteminin dürüstlük kuralı ile bağdaşmadığı gerekçesiyle reddedildiğini belirterek, bu defa müvekkilinin maliki olduğu 4 adet taşınmaz lehine 6, 10, 12, 13, 14, 15 ve 16 parsel sayılı taşınmazlardan geçit hakkı kurulmasını talep etmiştir.
Bir kısım davalılar; davacının daha önce aynı istemle açtığı davanın reddedildiğini, kesin hüküm bulunduğunu, Botaş hattı üzerinde güçlendirme yapıldığında yol geçirilebileceğinin bildirildiğini belirterek, paydaşı oldukları taşınmazlar yönünden davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davanın kabulü ile davacı adına tapuya kayıtlı … ili, … ilçesi, Turan Mah. 7, 8, 9 ve 11 parsel sayılı taşınmazlar lehine aynı yer 10, 16 ve 17 parsel sayılı taşınmazlar aleyhine olmak üzere Fen Bilirkişisi Uğurcan Uykun’un 04/03/2015 tarihli müşterek bilirkişi raporuna ekli krokili raporda sarı boyalı C harfi ile gösterilen, 10 parsel sayılı taşınmaz yönünden 129,27 m2, 16 parsel sayılı taşınmaz yönünden 21,37 m2, 17 parsel sayılı taşınmaz yönünden 456,66 m² olmak üzere toplam 607,30 m2’lik 3 metre genişliğindeki kısımda zorunlu geçit hakkı tesisi suretiyle tapuya tesciline karar verilmiştir. Hükmü, davalı … vekili temyiz etmiştir.
Bu tür davalar ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi nedeniyle zorunlu olarak açılmaktadır. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “Mutlak geçit ihtiyacı” veya “Geçit yoksunluğu”, ikincisine de “Nispi geçit ihtiyacı” ya da “Geçit yetersizliği” denilmektedir.
Geçit hakkı kurulması davalarında amaç, genel yola bağlantısı olmayan taşınmazların yolla bağlantısının sağlanmasıdır. Bundan dolayı, geçit kurulurken ihtiyaç içinde olan taşınmazlar kesintisiz olarak genel yola bağlanmalıdır. Buna uygulamada “kesintisizlik ilkesi” denilir.
Yukarıda açıklanan ilkeler ışığında somut olaya gelince; davacı her ne kadar 7, 8, 9 ve 11 parsel sayılı taşınmazlar lehine geçit hakkı kurulması istemiyle dava açmış olsa da mahkemece, bilirkişi raporunda C harfi ile gösterilen güzergahtan 11 parsel sayılı taşınmazın sınırına kadar ulaşım sağlayan yerden geçit hakkı kurulmuş olup, geçit hakları kişiler lehine değil taşınmazlar lehine kurulacağından, lehine geçit hakkı istenilen 7, 8, 9 ve 11 parsel sayılı taşınmazların maliki aynı olsa da 7, 8, 9 ve 11 parsel sayılı taşınmazlardan yola ulaşımın sağlanması için 8, 9 ve 11 parsel sayılı taşınmazlardan akdi irtifak kurulması gerekmektedir.
Belirtilen husus gözardı edilerek yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş, hükmün bu nedenle bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle; davalı … vekilinin temyiz itirazının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan harcın istek halinde yatırana iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 09.12.2019 tarihinde oy birliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/11152 K: 2012/13821
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/405 K: 2012/1312
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/9520 K: 2012/9872
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/11121 K: 2019/3481
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/15549 K: 2018/4154
Yararına geçit kurulacak taşınmazın tapuda kayıtlı niteliği ve kullanım amacı nazara alınarak özellikle tarım alanlarında, nihayet bir aracının geçeceği genişlikte (emsaline göre 2,5-3 m.) geçit hakkı tesisine karar vermek gerekir. Bu genişliği aşan bir yol verilmesinin zorunlu olduğu hallerde, gerekçesi kararda dayanakları ile birlikte gösterilmelidir.
Davacı tarafından, davalı aleyhine 11.12.2014 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı talebi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın reddine dair verilen 03.04.2015 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davacı tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması istemine ilişkindir. Davacı, 221 parsel sayılı taşınmaz lehine geçit hakkı kurulmasını talep ve dava etmiştir. Davalı vekili, mera ve ormanlar aleyhine zorunlu geçit hakkı tesisi mümkün olmadığını, davanın reddini savunmuştur. Mahkemece, davanın reddine karar verilmiştir. Hükmü, davacı temyiz etmiştir.
Bu tür davalar ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi nedeniyle zorunlu olarak açılmaktadır. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
Geçit tesisi davalarında başlangıçta davacı tarafından öngörülemediğinden dava dilekçesinde talep edilen yer dışındaki güzergahlardan da geçit kurulması gerekebilir. Bu güzergah üzerindeki taşınmazların maliklerine dava dilekçesi ile husumet yöneltilmemiş olması kabul edilebilir bir yanılgıya dayandığından 6100 sayılı HMK’nın 124. maddesi gereğince dürüstlük kuralına aykırı olmayan bu taraf değişikliği talebi kabul edilerek davacının bu kişilerin harçsız olarak davaya katılmalarını sağlamasına imkan verilmelidir.
Türk Medeni Kanununun 747/2 maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Zira geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri gözetilmelidir. Geçit ihtiyacının nedeni, taşınmazın niteliği ile bu ihtiyacın nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakârlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
Uygun güzergah saptanırken önemle üzerinde durulması gereken diğer bir yön ise, aleyhine geçit kurulan taşınmaz veya taşınmazlar bölünerek kullanım şekli ve bütünlüğünün bozulmamasıdır. Şayet başka türlü geçit tesisi mümkün değilse bunun gerekçesi kararda açıkça gösterilmelidir.
Yararına geçit kurulacak taşınmazın tapuda kayıtlı niteliği ve kullanım amacı nazara alınarak özellikle … alanlarında, nihayet bir … aracının geçeceği genişlikte (emsaline göre 2,5-3 m.) geçit hakkı tesisine karar vermek gerekir. Bu genişliği aşan bir yol verilmesinin zorunlu olduğu hallerde, gerekçesi kararda dayanakları ile birlikte gösterilmelidir.
Somut olaya gelince, dava konusu 221 parsel sayılı taşınmazın doğusunda dosyadaki mevcut krokiye göre yol gösterilmiştir. Taşınmazın diğer cephelerinin … olması nedeniyle, kadastral yol olup olmadığı anlaşılamamaktadır. Mahkemece bu husus gözetilerek dava konusu 221 parsel sayılı taşınmazın çevresini de gösterir şekilde geniş paftası getirtilerek davacının geçit ihtiyacı içinde olup olmadığı araştırılmalı, geçit ihtiyacının bulunduğunun tespit edilmesi halinde yukarıda değinilen ilkelere göre inceleme ve araştırma yapılması ondan sonra bir karar verilmesi gerekirken, noksan inceleme ve araştırma ile yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, hükmün bu nedenle bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davacının temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan harcın istek halinde yatırana iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 28.05.2018 tarihinde oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY Yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve dosya içeriğine göre, davanın reddine yönelik mahkeme kararı ve dayandığı gerekçeler usul ve kanuna uygun bulunduğundan yerinde olmayan temyiz itirazlarının reddiyle hükmün onanması görüşünde olduğumdan sayın çoğunluğun hükmün bozulması kararına katılmıyorum
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2009/14637 K: 2010/479
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/6846 K: 2013/8080
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/1307 K: 2018/7834
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/3529 K: 2021/876
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2010/2844 K: 2010/3762
Zorunlu geçit hakkının yukarıda açıklandığı gibi genel yola kadar kesintisiz olarak kurulması şarttır. Bilirkişi raporundan anlaşıldığına göre tesis edilen geçidin önceki geçide bağlantısının sağlanması kesintisizlik ilkesine aykırı olmuştur. Bir başka deyişle, aleyhine geçit kurulan taşınmaz ile genel yol arasında bulunan parsellerden geçit kurulmaması suretiyle kesintisizlik ilkesi ihlal edilmiştir.
Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 28.04.2009 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı tesisi istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın 153 ada 45 sayılı parsel yönünden kabulüne dair verilen 29.12.2009 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı … tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Davacı, 153 ada 41 parsel sayılı taşınmazının genel yol ile bağlantısının bulunmadığını belirterek taşınmazı yararına, davalılara ait 153 ada 24, 39, 42, 43, 44, 45, 51, 55 ve 56 parsel sayılı taşınmazlar üzerinden geçit hakkı kurulmasını talep etmiştir.
Mahkemece; 153 ada 41 sayılı parsel yararına, 153 ada 45 parsel sayılı taşınmaz üzerinden, 27.07.2009 tarihli fen bilirkişisinin krokisinde mavi renkle ve (F-G) harfleri ile gösterilen 358,20 m2’lik kısımdan geçit hakkı tesisine karar verilmiştir. Hüküm davalı … tarafından temyiz edilmiştir.
Dava, Türk Medeni Kanununun 747’nci maddesine dayanılarak açılmış geçit hakkı kurulması istemine ilişkindir. Ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi geçit davalarının nedenidir. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
Türk Medeni Kanununun 747/2 maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Zira, geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri gözetilmelidir. Geçit gereksiniminin nedeni, taşınmazın niteliği ile bu gereksinimin nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakarlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
1-Zorunlu geçit hakkının yukarıda açıklandığı gibi genel yola kadar kesintisiz olarak kurulması şarttır. Mahkemece 153 ada 41 parsel sayılı taşınmaz yararına 153 ada 45 parsel sayılı taşınmazdan geçit kurulmasına karar verilmiş ise de 27.07.2009 tarihli bilirkişi raporundan anlaşıldığına göre tesis edilen geçitin önceki geçide bağlantısının sağlanması kesintisizlik ilkesine aykırı olmuştur. Bir başka deyişle, aleyhine geçit kurulan taşınmaz ile genel yol arasında bulunan 50 ve 51 sayılı parsellerden geçit kurulmaması suretiyle kesintisizlik ilkesi ihlal edilmiştir.
Bu durumda mahkemece davacıya 50 sayılı parsel maliki hakkında ayrı bir dava açması için yeterli süre verilerek dava açıldığı takdirde eldeki dava ile birleştirilmesi gerekir.
Bu güzergahtan geçit kurulacak olursa, 50 ve 51 sayılı parsel maliklerinin katlanma yükümü çoğalacağından, davacının bu parsel maliklerine bu yükü karşılayacak bedel ödemesi gerekeceğinden, 45 sayılı parsel maliki davalının, taşınmazı yararına 51 sayılı parselden kurulan geçit nedeniyle bedel istemine ilişkin itirazı yerinde değildir.
Eksik inceleme ve araştırma ile hüküm tesisi doğru görülmemiş olup hükmün belirtilen nedenlerle bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davalı …’nın temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde yatırana iadesine, 05.04.2010 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/10311 K: 2015/10871
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2011/673 K: 2011/2149
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2009/14847 K: 2010/803
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/2806 K: 2012/3134
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/11121 K: 2019/3481
Uygun güzergah saptanırken önemle üzerinde durulması gereken diğer bir yön ise, aleyhine geçit kurulan taşınmaz veya taşınmazlar bölünerek kullanım şekli ve bütünlüğünün bozulmamasıdır. Şayet başka türlü geçit tesisi mümkün değilse bunun gerekçesi kararda açıkça gösterilmelidir.
Davacı vekili tarafından, davalı aleyhine 05.08.2015 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı tesisi talebi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 04.05.2016 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, TMK’nin 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması isteğine ilişkindir. Davacı vekili, müvekkilinin maliki bulunduğu 155 ada 10 parsel sayılı taşınmaz yararına davalıya ait 155 ada 90 parsel sayılı taşınmazdan genel yola çıkabilmek için geçit hakkı kurulmasını istemiştir. Davalı vekili, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davacıya ait 155 ada 10 parsel sayılı taşınmaz yararına davalıya ait 155 ada 90 parsel sayılı taşınmazda, bilirkişi rapor ve krokisinde kırmızı renge taralı 246,72 m2’lik kısımdan geçit hakkı kurulmasına karar verilmiştir. Hükmü, davalı vekili temyiz etmiştir.
Ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi nedeniyle zorunlu olarak açılmaktadır. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
TMK’nin 747/2 maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Zira geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri gözetilmelidir. Geçit ihtiyacının nedeni, taşınmazın niteliği ile bu ihtiyacın nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakârlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
Uygun güzergah saptanırken önemle üzerinde durulması gereken diğer bir yön ise, aleyhine geçit kurulan taşınmaz veya taşınmazlar bölünerek kullanım şekli ve bütünlüğünün bozulmamasıdır. Şayet başka türlü geçit tesisi mümkün değilse bunun gerekçesi kararda açıkça gösterilmelidir.
Somut olaya gelince; mahkemece, davalı Hazineye ait 155 ada 90 parsel sayılı taşınmaz ikiye bölünerek taşınmazın ekonomik kullanım bütünlüğü bozulacak şekilde hüküm tesis edilmiştir.
Dairemizin yukarıda belirtilen ilkelerine göre zorunluluk bulunmadıkça aleyhine geçit kurulacak taşınmazın bölünmemesi, ekonomik kullanım bütünlüğünün bozulmaması gerekir; Bilirkişi raporunda alternatifler gösterilmemiş, tek ve zorunlu geçit hakkı tesis edilecek yerin mahkeme tarafından geçit hakkı tesis edilen yer olduğunun yeterince ve bilimsel olarak açıklanamadığı görülmüştür.
Mahkemece; taşınmazın bütünlüğü bozulmadan yola ulaşımın sağlanmasının mümkün olup olmadığı araştırılarak en uygun alternatiften geçit hakkı kurulmalı, başka yerden geçit hakkı tesis edilemeyeceğinin kesin olarak tespit edilmesi halinde şimdiki gibi geçit tesisinde zorunluluk varsa bunun nedeni kararın gerekçesinde açıklanarak geçit hakkı tesis edilmelidir.
Mahkemece, belirtilen hususlar gözetilmeden Dairemizin yukarıda belirtilen ilkelerine aykırı olarak 155 ada 90 parsel sayılı taşınmazı ikiye bölerek ekonomik kullanım bütünlüğü bozulacak şekilde geçit hakkı tesisine karar verilmesi doğru görülmemiş, bu sebeple hükmün bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 17.04.2019 tarihinde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/10311 K: 2015/10871
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2011/673 K: 2011/2149
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2009/14847 K: 2010/803
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/2806 K: 2012/3134
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/14447 K: 2018/3497
Kurulan geçit hakkının Türk Medeni Kanununun 748/3 maddesi uyarınca tapu sicilinin beyanlar hanesine şerh verilmesi gereklidir.
Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 07.11.2014 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı tesisi talebi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 23.06.2015 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı … tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesine dayanılarak açılmış geçit hakkı kurulması istemine ilişkindir.
Davacı vekili, müvekkiline ait 159 ada 56 parsel sayılı taşınmaz lehine 159 ada 50, 51 ve 57 parsel sayılı taşınmazlar aleyhine geçit hakkı kurulmasını talep etmiştir. Davalı …, davanın reddini istemiştir.
Mahkemece; davanın kabulüne; 159 ada 56 parsel sayılı taşınmaz lehine 159 ada 51, 159 ada 50 ve 159 ada 57 parsel sayılı taşınmazlar üzerinden karara ekli 30/01/2015 havale tarihli bilirkişi ek rapor ve krokisinde 159 ada 51 nolu parselden 356,47 m² , 159 ada 50 nolu parselden 139,84 m² ve 159 ada 57 nolu parselden 16,50 m² olmak üzere gösterilen yerden daimi ve zorunlu geçit hakkı tesisine karar verilmiştir. Hükmü, davalı …, temyiz etmiştir.
1-Yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve dosya kapsamına göre davalı …’ün aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde görülmemiş, reddi gerekmiştir.
2-4721 Sayılı Türk Medeni Kanununun “Beyanlar” başlıklı 1012 madde hükmü “Bir taşınmazın eklentileri, malikin istemi üzerine kütükteki beyanlar sütununa yazılır. Bu kaydın terkini, kütükte hak sahibi görünen bütün ilgililerin rızasına bağlıdır. Taşınmaz mülkiyetine ilişkin kamu hukuku kısıtlamalarının beyanlar sütununa yazılması ve bu sütuna yazılabilecek diğer hususlar tüzükle belirlenir. Özel kanun hükümleri saklıdır” şeklindedir. Yasanın sözü edilen bu hükmü uyarınca genellikle … kütüğüne yazılarak alenileştirilmesinde fayda umulan hukuki ilişki ve fiili durum şeklinde tarif edilen her beyanın … kütüğünün beyanlar hanesinde gösterebilme olanağı yoktur. Başka bir anlatımla, … kütüğünün beyanlar hanesine “beyanda” bulunulabilmesi için ya Medeni Kanunda bir hüküm olması, veya özel kanunlarda bu konuda bir hükme yer verilmesi, yahut … sicil tüzüğünde bir düzenleme yapılmış olması gerekir.
Kurulan geçit hakkının Türk Medeni Kanununun 748/3 maddesi uyarınca tapu sicilinin beyanlar hanesine şerh verilmesi gereklidir.
Somut olayda; hükümle kurulan geçit hakkının Türk Medeni Kanununun 748/3. maddesi uyarınca … Sicilinin beyanlar hanesine şerh verilmemesi ve Mahkemece; davanın kabulü ile, 159 ada 56 parsel lehine 30.01.2015 tarihli bilirkişi ek rapor ve krokisinde 159 ada 50,51 ve 57 parseller üzerinden geçit hakkı tesisine karar verilmesine rağmen, hangi alternatiften geçit hakkı tesisi edildiği hüküm sonucunda belirtilmemesi doğru görülmemiş ise de; bu hususlar kararın bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden HUMK’nın 438/7 maddesi gereğince hüküm sonucunun aşağıdaki şekilde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda (1) numaralı bentte açıklanan nedenlerle davalı davalı …’ün diğer temyiz itirazlarının reddine, (2) numaralı bentte açıklanan nedenlerle davalı …’ün temyiz itirazlarının kabulü ile ; hüküm sonucunun 2. bendine ek rapor ve krokisinde ibarelerinden sonra gelmek üzere ‘’4. Alternatif olarak gösterilen’’ibarelerinin eklenmesine ve 7. bent olarak ‘’kurulan geçit hakkının Türk Medeni Kanununun 748/3. maddesi uyarınca … kaydının beyanlar hanesine şerh verilmesine” ibarelerinin eklenmesine, hükmün DÜZELTİLMİŞ ve değiştirilmiş bu şekli ile ONANMASINA, peşin yatırılan harcın istek halinde yatırana iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 07.05.2018 tarihinde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/10311 K: 2015/10871
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2011/673 K: 2011/2149
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2009/14847 K: 2010/803
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/2806 K: 2012/3134
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/14758 K: 2018/3777
Geçit hakkı bedelin belirlenmesinden sonra hüküm tarihine kadar taşınmazın değerinde önemli derecede değişim yaratabilecek uzunca bir süre geçmiş veya bedel tespitinden sonra yörede taşınmazın değerini artıracak değişiklikler meydana gelmiş olabilir. Bu gibi durumlarda hüküm tarihine yakın yeni bir değer tespiti yapılmalıdır.
Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 04.01.2013 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı tesisi talebi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 11.06.2015 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı … vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Davacı vekili, 04.01.2013 tarihli dilekçesi ile 2466 parsel sayılı 541 m2 tarla vasıflı ve genel yola çıkışı olmayan arazinin sahibi olduğunu, davalılardan … ve …’nun 1/2’şer hisse sahibi olarak komşu 2471 parsel sayılı 1979 m2 arazinin sahipleri olduğunu, diğer komşu 2472 parsel sayılı 1171 m2 arazinin tamamının ise davalı …’e ait olduğunu, taşınmazı lehine zorunlu geçit hakkı tesisini istemiştir.
Davalı …, cevap dilekçesinde ve yargılama aşamasındaki beyanlarında özetle; kendisinin 1/2 hisse ile 2471 parsel sayılı taşınmazın maliki olduğunu, davacının taşınmazına kendilerinden yol verilmesi halinde bu yoldan sadece davacının faydalanabileceğini, oysa 2466 parsel sayılı taşınmazın alt tarafından yol verilmesi halinde başkaca parsel sahiplerinin de faydalanabileceğini, kendi taşınmazından yol vermek istemediğini, taşınmazın bütünlüğünü bozmak istemediğini, kendi taşınmazının değerli olduğunu belirterek davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.
Dahili davalılar …, … ve…, en uygun yolun 2472 parselden geçmesinin daha uygun olacağını, 2471 sayılı parsele açılan davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
Mahkemece, davanın kabulü ile davacının maliki olduğu 10191 ada 60 parsel (eski 2466 parsel) lehine, davalı …’ nun ve dahili davalıların mirsabırakanı …’in 1/2’şer oranında maliki oldukları 10191 ada 62 parsel (eski 2471 parsel) aleyhine bilirkişi kurulu tarafından düzenlenen 02/01/2015 tarihli rapor ve 02/04/2015 tarihli ek raporda krokide (A) harfi ile yeşil boyalı olarak gösterilen 2,5 metre genişliğinde 26,38 metre uzunluğunda toplam 64,53 m2 alandan zorunlu geçit hakkı kurulmasına, kurulan geçit hakkının Türk Medeni Kanununun 748/3. maddesi uyarınca … kaydının beyanlar hanesine şerhine, geçit hakkı bedeli olan ve davacı tarafça 13/05/2015 tarihinde depo edilen 3.872,80.-TL geçit hakkı bedelinin karar kesinleştiğinde ve talep halinde neması ile birlikte davalı …’na ½ oranında, kalan 1/2 oranındaki kısmının ise dahili davalılara veraset ilamında belirtilen payları oranında ödenmesine karar verilmiştir.
Hükmü, davalı eski 2471 yeni 62 parsel sayılı taşınmazın 1/2 paylı maliki … vekili temyiz etmiştir.
1-Yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve dosya kapsamına göre davalı … vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışındaki temyiz itirazları yerinde görülmemiş, reddi gerekmiştir.
2- Davalı … vekilinin diğer temyiz itirazlarına gelince; Bu tür davalar ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi nedeniyle zorunlu olarak açılmaktadır. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
Türk Medeni Kanununun 747/2 maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Zira geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri gözetilmelidir. Geçit ihtiyacının nedeni, taşınmazın niteliği ile bu ihtiyacın nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakârlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
Uygun güzergah saptanırken önemle üzerinde durulması gereken diğer bir yön ise, aleyhine geçit kurulan taşınmaz veya taşınmazlar bölünerek kullanım şekli ve bütünlüğünün bozulmamasıdır. Şayet başka türlü geçit tesisi mümkün değilse bunun gerekçesi kararda açıkça gösterilmelidir.
Yararına geçit kurulacak taşınmazın tapuda kayıtlı niteliği ve kullanım amacı nazara alınarak özellikle … alanlarında, nihayet bir … aracının geçeceği genişlikte (emsaline göre 2,5-3 m.) geçit hakkı tesisine karar vermek gerekir. Bu genişliği aşan bir yol verilmesinin zorunlu olduğu hallerde, gerekçesi kararda dayanakları ile birlikte gösterilmelidir.
Saptanan geçit nedeniyle yükümlü taşınmaz malikine ödenmesi gereken bedel taşınmazın niteliği gözetilerek uzman bilirkişiler aracılığı ile objektif kıstaslar esas alınarak belirlenmelidir. Bu bedel de hükümden önce depo ettirilmelidir. Hemen belirtmek gerekir ki, bedelin belirlenmesinden sonra hüküm tarihine kadar taşınmazın değerinde önemli derecede değişim yaratabilecek uzunca bir süre geçmiş veya bedel tespitinden sonra yörede taşınmazın değerini artıracak değişiklikler meydana gelmiş olabilir. Bu gibi durumlarda mülkiyet hakkı kısıtlanan taşınmaz malikinin mağduriyetine neden olmamak ve diğer tarafın hakkın kötüye kullanılması sonucunu doğuracak olası davranışlarını önlemek için hüküm tarihine yakın yeni bir değer tespiti yapılmalıdır.
Kurulan geçit hakkının Türk Medeni Kanununun 748/3 ve 1012. maddesi ile yeni … Sicil Tüzüğünün “İrtifak hakları ve taşınmaz yükünün tescili” başlıklı 30. maddesi gereğince kütük sayfasında ayrılan özel sütununa tesciline karar verilmelidir.
Geçit hakkı kurulmasına ilişkin davalarda davanın niteliği gereği yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır.
6001 sayılı Karayolları Genel Müdürlüğünün Teşkilat ve Görevleri Hakkındaki Kanununun “Erişme kontrolü uygulanan karayollarına bağlantı, şehir geçişleri ve yerleşim” başlıklı 17. maddesine göre;
Erişme kontrolü uygulanan karayollarına bağlantılar Genel Müdürlüğün uygun gördüğü yerlerde ve şekillerde yapılır. Erişme kontrolü uygulanan karayolu çevresinin bu bağlantı noktalarına ulaşımı, toplayıcı yollarla veya bağlantı noktasına ulaşan diğer yollar vasıtasıyla sağlanır.
Erişme kontrolü uygulanan karayollarına bitişik taşınmaz sahipleri ile kiracıları veya kullananların arazilerinden erişme kontrolü uygulanan karayoluna doğrudan giriş ve çıkış hakları yoktur.
Erişme kontrolü uygulanan karayolunun şehir geçişlerinde karayolunun şehir ile bağlantı ve ilişkilerinin düzenlenmesi, Genel Müdürlüğün teklifi üzerine, Bakanlık ve ilgili belediye tarafından müştereken kararlaştırılır. İşletme hakkı verilen veya devredilen erişme kontrolü uygulanan karayollarında, şehir geçiş güzergâhının veya karayolunun şehir ile bağlantı ve ilişkilerinin değiştirilmesinde işletici şirketin görüşü alınır.
Bu bakımdan yukarıda değinilen yasa hükmü doğrultusunda, mahkemece kurulan geçit yeri paftasına işaretlenerek Karayolları Genel Müdürlüğüne gönderilmeli, çıkışın karayolu bağlantısı nedeniyle gerek ilgili mevzuat ve gerekse can güvenliği açısından tehlike oluşturup, oluşturmadığı veya davacının katlanabileceği boyuttaki harcama ile varsa sakıncalarının giderilip giderilemeyeceği ve bunun için ne yapılması gerektiği sorulmalı; karayoluna çıkış engeli bulunduğu saptanırsa ve bunun giderilme olanağı da yok ise diğer alternatifler üzerinde durulmalı, bu da mümkün değilse davanın reddedilmesi gerekir.
Bu ilkeler ışığında somut olaya gelince; davacı erişim kontrollü karayoluna geçit cepheli eski 2471 yeni 10191 ada 62 parsel sayılı davalı taşınmaz aleyhine geçit isteğinde bulunmuştur.
Bu durumda kurulan geçit yeri paftasına işaretlenerek Karayolları Genel Müdürlüğüne gönderilerek çıkışın karayolu bağlantısı nedeniyle gerek ilgili mevzuat ve gerekse can güvenliği açısından tehlike oluşturup, oluşturmadığı veya davacının katlanabileceği boyuttaki harcama ile varsa sakıncalarının giderilip giderilemeyeceği ve bunun için ne yapılması gerektiği de sorularak karayoluna çıkış engeli bulunduğu saptanırsa ve bunun giderilme olanağı da yoksa başka alternatifler üzerinde durulmalı, neticesine göre bir karar verilmelidir.
Mahkemece açıklanan bu hususlar nazara alınmadan yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda (1) numaralı bentte açıklanan nedenle davalı … vekilinin temyiz itirazlarının reddine, (2) numaralı bent uyarınca davalı … vekilinin temyiz itirazının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan harcın istek halinde yatırana iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 15.05.2018 tarihinde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/10311 K: 2015/10871
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2011/673 K: 2011/2149
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2009/14847 K: 2010/803
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/2806 K: 2012/3134
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2010/3299 K: 2010/4395
Türk Medeni Kanununun 715.maddesine göre bu tür yerler kural olarak devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Hiçbir şekilde özel mülkiyete konu edilemezler. Başka bir deyişle bu gibi yerler kişinin yararına ve onun kullanımına terk edilemez. Esasen Türk Medeni Kanununun 748.maddesine göre bu tür bir geçidin tapu kaydına işlenme olanağı da yoktur.
Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 31.08.2005 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı kurulması istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 31.12.2008 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı … vekilleri tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesine dayanılarak açılmış geçit hakkı kurulması istemine ilişkindir. Ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi geçit davalarının nedenidir. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
Türk Medeni Kanununun 747/2 maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Zira, geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri gözetilmelidir. Geçit gereksiniminin nedeni, taşınmazın niteliği ile bu gereksinimin nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakarlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
Bu ilkeler ışığında somut olaya bakıldığında; Davacı maliki olduğu 782 parsel sayılı taşınmazın genel yola çıkışı bulunmadığından, davalılara ait taşınmazlar üzerinden geçit hakkı kurulmasını istemiştir. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir. Hükmü, 21 sayılı parsel maliki … vekili temyiz etmiştir.
Zorunlu geçit hakkının yukarıda açıklandığı gibi genel yola kadar kesintisiz kurulması şarttır. Mahkemece davalı …’e ait 21 parsel numaralı taşınmaz üzerinden davacıya ait 782 parsel yararına, teknik bilirkişilerin 24.04.2007 tarihli raporlarda … renkle gösterilen 260m2 yerden paftasında Aksu Deresi olarak gösterilen tapulama harici bırakılan yere çıkarılmak suretiyle karşılanmıştır. Türk Medeni Kanununun 715.maddesine göre bu tür yerler kural olarak devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Hiçbir şekilde özel mülkiyete konu edilemezler. Başka bir deyişle bu gibi yerler kişinin yararına ve onun kullanımına terk edilemez. Esasen Türk Medeni Kanununun 748.maddesine göre bu tür bir geçidin tapu kaydına işlenme olanağı da yoktur.
O halde mahkemece davacının geçit ihtiyacı başka alternatifler üzerinde durularak karşılanmalıdır. Bu bağlamda, paftasından geçit hakkı talep edilen 782 parsel sayılı taşınmazın güney sınırında yüzölçümü daha büyük olan 20 parsel sayılı taşınmazın bulunduğu paftasından anlaşılmaktadır. Mahkemece yapılması gereken iş; yararına geçit hakkı istenilen taşınmaz sınırında bulunan 20 parsel numaralı taşınmazdan geçit hakkı kurulma olanağı bulunup bulunmadığı yönünde bilirkişilerden rapor alınmalı, tüm alternatifler yukarıdaki ilkelere göre değerlendirilerek en uygun seçenekten genel yola kesintisiz ulaşabilecek geçit hakkı kurulmalıdır Mahkemece, eksik araştırma ve soruşturmaya dayalı şekilde geçit kurulmasına karar verilmesi doğru görülmediğinden karar bozulmalıdır.
SONUÇ: Temyiz itirazlarının yukarıda açıklanan nedenlerle kabulü ile hükmün BOZULMASINA, istek halinde peşin yatırılan temyiz harcının yatırana iadesine, 15.04.2010 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/11152 K: 2012/13821
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/17021 K: 2020/5628
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/405 K: 2012/1312
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/9520 K: 2012/9872
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/2806 K: 2012/3134
Geçit gereksiniminin nedeni, taşınmazın niteliği ile bu gereksinimin nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakarlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
Davacı vekili tarafından, davalı aleyhine 16.04.2010 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 18.08.2011 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi dahili davalı Mefture Armağan vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması isteğine ilişkindir. Davalılar, cevap vermemiştir. Mahkemece, 2022 parsel sayılı taşınmaz lehine, 26.05.2011 tarihli bilirkişi raporunda 1 no’lu güzergah olarak gösterilen, 2025 parsel sayılı taşınmazın kuzeyinden Kemalpaşa ASHM kararı ile tescilli geçit hakkına müteakip yola ulaşan yerden geçit hakkı tesisine karar verilmiştir. Hükmü, dahili davalı … vekili temyiz etmiştir.
Ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi geçit davalarının nedenidir. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
Türk Medeni Kanununun 747/2 maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Zira, geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri gözetilmelidir. Geçit gereksiniminin nedeni, taşınmazın niteliği ile bu gereksinimin nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakarlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
1-Zorunlu geçit hakkının yukarıda açıklandığı gibi genel yola kadar kesintisiz olarak kurulması şarttır. Davacı, maliki olduğu 2022 parsel sayılı taşınmaz yararına 2025 parsel sayılı taşınmazdan geçit kurulmasına karar verilmiş ise de 26.05.2011 tarihli bilirkişi raporundan anlaşıldığına göre tesis edilen geçitin önceki geçide bağlantısının sağlanması kesintisizlik ilkesine aykırı olmuştur. Bir başka deyişle, aleyhine geçit kurulan taşınmaz ile genel yol arasında bulunan 2026 ve 2027 parsel sayılı taşınmazlardan geçit kurulmaması suretiyle kesintisizlik ilkesi ihlal edilmiştir.
Bu durumda mahkemece, davacıya ait 2022 parsel sayılı taşınmaz lehine 2026 ve 2027 parsel sayılı taşınmazlar üzerinde Kemalpaşa Asliye Hukuk Mahkemesinin 1994/300-652 sayılı kararı tesis edilen geçit irtifakının bulunduğu kısımdan da geçit tesisi gerekir.
Bu güzergahtan geçit kurulunca, 2026 ve 2027 parsel sayılı taşınmaz maliklerinin katlanma yükümü çoğalacağından, davacının bu parsel maliklerine bu yükü karşılayacak bedel ödemesi gerekeceğinden, bilirkişi raporunda 2026 ve 2027 parsel sayılı taşınmazlar için belirlenen geçit bedelinin de davalı 2025 parsel sayılı taşınmaz malikine ödenmesine karar verilmesi de doğru olmamıştır.
Eksik inceleme ve araştırma ile hüküm tesisi doğru görülmemiş olup hükmün belirtilen nedenlerle bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davalı … vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan temyiz harcının istek halinde yatırana iadesine, 05.03.2012 tarihinde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/11152 K: 2012/13821
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/405 K: 2012/1312
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2011/15274 K: 2011/16418
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/11209 K: 2012/12836
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/1632 K: 2012/2424
Geçit hakkına konu olan yer tescil harici bırakılan taşlık niteliğindeki taşınmazdır. Bu tür yerler kural olarak devletin hüküm ve tasarrufu altında olup hiçbir şekilde özel mülkiyete konu edilemezler. Esasen Türk Medeni Kanununun 748. maddesine göre bu tür bir geçidin tapu kaydına işlenme olanağı da yoktur. O halde davacının geçit ihtiyacı başka alternatifler üzerinde durularak karşılanmalıdır.
Davacı vekili tarafından, davalı aleyhine 27.04.2011 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkının kurulması istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 22.11.2011 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı ve davacı tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Davacı, genel yola çıkışı olmayan 302 parsel sayılı taşınmazı lehine, davalı Hazine’ye ait taşlık alandan geçit hakkı kurulmasını istemiştir. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilerek, bilirkişinin 21.10.2011 tarihli raporunda “A” harfi ile gösterilen tescil harici yerden geçit kurulmuştur.
Hükmü davalı Hazine vekili taşlık alandan geçit verilemeyeceği gerekçesiyle, davacı vekili ise vekalet ücreti ve yargılama giderleri yönünden temyiz etmişlerdir.
Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesine dayalı geçit hakkı kurulması istemine ilişkindir. Ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi geçit davalarının nedenidir. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine mutlak geçit ihtiyaç veya geçit yoksunluğu, ikincisine de nisbi geçit ihtiyacı ya da geçit yetersizliği denilmektedir.
Geçit hakkı verilmesine ilişkin davalarda bu hak taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından leh ve aleyhine geçit istenen taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına geçit istenen taşınmaz müşterek mülkiyete konu ise dava paydaşlardan biri veya birkaçı tarafından açılabilir. Geçit ihtiyacı olan kişi davasını öncelikle taşınmazların mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun taşınmaz malikine karşı ve daha sonra bundan en az zarar görecek olana yöneltmelidir.
Mahkemece kurulan geçit hakkının Türk Medeni Kanununun 748/3 maddesi uyarınca tapu siciline kaydı gereklidir. Zorunlu geçit hakkı, mülkiyet hakkının kanundan doğan dolaylı bir sınırlaması olduğundan bu tür sınırlamalar, ancak mülkiyet hakkına konu taşınmazlar için söz konusu olabilir
Geçit hakkı kurulmasına ilişkin davalarda davanın niteliği gereği yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır.
1-Yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve tüm dosya kapsamına göre davacılar vekilinin tüm temyiz itirazları yerinde görülmemiş ve reddi gerekmiştir.
2-Davalı Hazine vekilinin temyiz itirazlarına gelince; Davacıya ait 302 parsel sayılı taşınmazın geçit ihtiyacının bulunduğu açıktır. Mahkemece yapılan araştırma sonucu istek hüküm altına alınmış ise de geçit hakkına konu olan yer tescil harici bırakılan taşlık niteliğindeki taşınmazdır. Türk Medeni Kanununun 715.maddesine göre bu tür yerler kural olarak devletin hüküm ve tasarrufu altında olup hiçbir şekilde özel mülkiyete konu edilemezler. Başka bir deyişle bu gibi yerler kişilerin yararına ve kullanımına terk edilemez. Esasen Türk Medeni Kanununun 748. maddesine göre bu tür bir geçitin tapu kaydına işlenme olanağı da yoktur.
O halde davacının geçit ihtiyacı başka alternatifler üzerinde durularak karşılanmalıdır. Değinilen yönün göz ardı edilmesi doğru olmadığından karar bozulmalıdır.
SONUÇ: Yukarıda (1). bentte açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddine, (2). bentte açıklanan nedenlerle davalı hazine vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, 23.02.2012 tarihinde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/11152 K: 2012/13821
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/405 K: 2012/1312
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2011/15274 K: 2011/16418
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/11209 K: 2012/12836
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2020/3529 K: 2021/876
Taşınmazın ekonomik bütünlüğünü bozacak şekilde geçit irtifakı kurulması doğru değildir. Davacı taşınmazı lehine geçit irtifakı tesis edilebilecek başka alternatiflerin bulunmadığının tespit edilmesi halinde mahkemece davanın reddine karar verilmesi gerekir
Davacı vekili tarafından, davalı aleyhine 05.08.2015 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı tesisi talebi üzerine bozma ilamına uyularak yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 05.02.2020 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı … Daşdaş ve Maliye Hazinesi vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunun 744. maddesi gereğince mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkindir.
Davacı, maliki olduğu 155 ada 10 parsel sayılı taşınmazı lehine davalıya ait 155 ada 90 parsel aleyhine geçit irtifakı kurulmasını talep etmiştir. Taşınmazı Maliye Hazinesi’nden satış işlemi ile devir alan dahili davalı … davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davanın kabulüne dair verilen ilk kararın temyiz edilmesi üzerine Dairemizin 17.04.2019 tarih, 2016/11121 Esas, 2019/3481 Karar sayılı ilamı ile “mahkemece, davalı Hazineye ait 155 ada 90 parsel sayılı taşınmaz ikiye bölünerek taşınmazın ekonomik kullanım bütünlüğü bozulacak şekilde hüküm tesis edilmiştir. Dairemizin yukarıda belirtilen ilkelerine göre zorunluluk bulunmadıkça aleyhine geçit kurulacak taşınmazın bölünmemesi, ekonomik kullanım bütünlüğünün bozulmaması gerekir; bilirkişi raporunda alternatifler gösterilmemiş, tek ve zorunlu geçit hakkı tesis edilecek yerin mahkeme tarafından geçit hakkı tesis edilen yer olduğunun yeterince ve bilimsel olarak açıklanamadığı görülmüştür…Mahkemece, belirtilen hususlar gözetilmeden Dairemizin yukarıda belirtilen ilkelerine aykırı olarak 155 ada 90 parsel sayılı taşınmazı ikiye bölerek ekonomik kullanım bütünlüğü bozulacak şekilde geçit hakkı tesisine karar verilmesi doğru görülmemiştir.” gerekçesiyle bozulmasına karar verilmiştir.
Mahkemece, bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonucunda; Davanın davalı Hazine yönünden reddine, davanın dahili davalı … yönünden kabulü ile 155 ada 10 parsel sayılı taşınmaz lehine fen bilirkişileri tarafından düzenlenen 18.04.2016 havale tarihli rapora ekli krokide kırmızı renge taralı 155 ada 90 parsel sayılı taşınmaz içerisinde bulunan 246,72 m²’lik kısımdan geçit irtifakı kurulmasına karar verilmiştir. Hükmü, Maliye Hazinesi vekili ve dahili davalı … temyiz etmişlerdir.
1-Yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve tüm dosya içeriğine göre davalı Maliye Hazinesi vekilinin temyiz itirazları yerinde görülmemiş, bu nedenle reddi gerekmiştir.
2- Dahili davalı …’ın temyiz itirazlarının incelenmesine gelince; Mahkemece, Dairemizin 17.04.2019 tarih, 2016/11121 Esas, 2019/3481 Karar sayılı bozma ilamına uyulduğu halde ilk verilen hüküm ile aynı sonucu doğuracak ve dahili davalıya ait taşınmazın ekonomik bütünlüğünü bozacak şekilde geçit irtifakı kurulması doğru değildir. Davacı taşınmazı lehine geçit irtifakı tesis edilebilecek başka alternatiflerin bulunmadığının tespit edilmesi halinde nahkemece davanın reddine karar verilmesi gerekirken eldeki verilere göre davanın kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiş, hükmün bu nedenle bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda (1) numaralı bent uyarınca davalı Maliye Hazinesi vekilinin temyiz itirazlarının reddine, (2) numaralı bent uyarınca dahili davalı … temyiz itirazının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan harcın yatırana iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 11.02.2021 tarihinde oy birliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2003/1306 K: 2003/1733 T: 13.3.2003
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2010/672 K: 2010/1095
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/11441 K: 2013/14767
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/17240 K: 2016/4188
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/3874 K: 2019/3180
Yararına geçit kurulacak taşınmazın tapuda kayıtlı niteliği ve kullanım amacı nazara alınarak özellikle tarım alanlarında, nihayet bir tarım aracının geçeceği genişlikte (emsaline göre 2,5-3 m.) geçit hakkı tesisine karar vermek gerekir. Bu genişliği aşan bir yol verilmesinin zorunlu olduğu hallerde, gerekçesi kararda dayanakları ile birlikte gösterilmelidir.
Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 05.07.2013 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı kurulması talebi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 14.03.2014 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı … tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması isteğine ilişkindir. Davacı, 116 ada 37 parsel sayılı taşınmazı yararına davalılara ait 116 ada 38 parsel sayılı taşınmaz üzerinden geçit hakkı kurulmasını istemiştir.
Mahkemece, davanın kabulü ile 116 ada 37 parsel lehine aynı yer ve mevkiide bulunan 116 ada 38 parsel sayılı taşınmaz aleyhine 17.02.2014 tarihli bilirkişi rapor ve krokisinde 1 nolu yol olarak belirlenen ve kırmızı renkte A harfi ile gösterilen 24,59 metrekarelik alanda zorunlu geçit hakkı kurulmasına karar verilmiştir. Hükmü, davalı … temyiz etmiştir.
Türk Medeni Kanununun 747/2 maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Zira geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri gözetilmelidir. Geçit ihtiyacının nedeni, taşınmazın niteliği ile bu ihtiyacın nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakârlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
Uygun güzergah saptanırken önemle üzerinde durulması gereken diğer bir yön ise, aleyhine geçit kurulan taşınmaz veya taşınmazlar bölünerek kullanım şekli ve bütünlüğünün bozulmamasıdır. Şayet başka türlü geçit tesisi mümkün değilse bunun gerekçesi kararda açıkça gösterilmelidir.
Yararına geçit kurulacak taşınmazın tapuda kayıtlı niteliği ve kullanım amacı nazara alınarak özellikle tarım alanlarında, nihayet bir tarım aracının geçeceği genişlikte (emsaline göre 2,5-3 m.) geçit hakkı tesisine karar vermek gerekir. Bu genişliği aşan bir yol verilmesinin zorunlu olduğu hallerde, gerekçesi kararda dayanakları ile birlikte gösterilmelidir.
Somut olaya gelince; bu tür davalarda uygulanan fedakarlığın denkleştirilmesi ilkesi gereğince öncelikle yüzölçümü daha büyük olan parseller üzerinden geçit kurulması tercih edilmelidir. Dosya içerisindeki pafta suretine ve 01.07.2014 tarihli fen bilirkişi raporunda, 3. alternatif güzergah olarak gösterilen dava dışı 49 parsel sayılı taşınmazın geçit hakkı için uygun olup olmadığına ilişkin herhangi bir görüş bildirilmediği gibi, mahkemece de tapu kaydının getirtilmesi suretiyle paftasına göre, aleyhine geçit kurulan 38 parsel sayılı taşınmazdan daha büyük yüzölçümlü olup olmadığı hususunda bir değerlendirme yapılmamıştır.
Bu durumda mahkemece, gerekirse mahallinde yeniden keşif yapılmak suretiyle dava konusu 49 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydının getirtilmesi ve malikinin davaya dahil edilmesi suretiyle, taşınmazın üzerinden geçit kurulup kurulamayacağı hususu araştırılarak sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davalı …’ın temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 08.04.2019 tarihinde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/8466 K: 2017/1073
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/6503 K: 2019/1385
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2011/15274 K: 2011/16418
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/2769 K: 2021/2923
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/9520 K: 2012/9872
Zorunlu geçit hakkının genel yola kadar kesintisiz olarak kurulması şarttır. Aleyhine geçit kurulan taşınmaz ile genel yol arasında bulunan taşınmazdan geçit kurulmaması suretiyle kesintisizlik ilkesi ihlal edilmiştir.
Taraflar arasındaki geçit hakkı kurulması davasından dolayı mahal mahkemesinden verilen yukarıda gün ve sayısı yazılı hükmün; Dairemizin 02.02.2012 gün ve 2012/571 – 1271 sayılı ilamiyle onanmasına karar verilmişti. Süresi içinde davalı … vekili tarafından kararın düzeltilmesi istenilmiş olmakla, dosya içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması isteğine ilişkindir. Davalı … davanın reddini savunmuş, davalı … davayı kabul etmiş, diğer davalılar savunmada bulunmamışlardır.
Mahkemece, dava kabul edilmiş, hükmü davalı … vekili temyiz etmiş, karar Dairemizce onanmıştır. Davalı … vekili, karar düzeltme isteminde bulunmuştur.
Mahkemece, 64, 67 ve 95 parsel sayılı taşınmazlar lehine, 18.08.2010 tarihli bilirkişi raporunda 1 no’lu güzergah olarak gösterilen, B, C, D, Z ve E harfleri ile işaretli ve 62 parsel sayılı taşınmazın doğu cephesinden 2002 yılında tescil edildiği bilirkişilerce rapor edilen geçit hakkına müteakip yola ulaşan yerden geçit hakkı tesisine karar verilmiştir. Hükmü, davalı … vekili temyiz etmiştir.
Ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi geçit davalarının nedenidir. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
Türk Medeni Kanununun 747/2 maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Zira, geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri gözetilmelidir. Geçit gereksiniminin nedeni, taşınmazın niteliği ile bu gereksinimin nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakarlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
Zorunlu geçit hakkının yukarıda açıklandığı gibi genel yola kadar kesintisiz olarak kurulması şarttır. Davacıların maliki oldukları 64, 67 ve 95 parsel sayılı taşınmazlar yararına B, C, D, Z ve E ile işaretli yerden geçit kurulmasına karar verilmiş ise de 18.08.2010 tarihli bilirkişi raporundan anlaşıldığına göre tesis edilen geçitin önceki geçide bağlantısının sağlanması kesintisizlik ilkesine aykırı olmuştur. Bir başka deyişle, aleyhine geçit kurulan taşınmaz ile genel yol arasında bulunan 62 parsel sayılı taşınmazdan geçit kurulmaması suretiyle kesintisizlik ilkesi ihlal edilmiştir.
Bu durumda mahkemece, davacılara ait 64, 67 ve 95 parsel sayılı taşınmazlar lehine 62 parsel sayılı taşınmaz üzerinde tesis edildiği bilirkişilerce rapor edilen geçit irtifakının bulunduğu kısımdan da geçit tesisi gerekir.
Eksik inceleme ve araştırma ile yazılı şekilde hüküm tesisi doğru görülmemiş davalı … vekilinin karar düzeltme isteminin kabulü ile hükmün bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davalı … vekilinin karar düzeltme isteminin kabulü ile onamaya ilişkin Dairemizin 02.02.2012 tarih 2012/571 – 1271 sayılı ilamının KALDIRILMASINA, temyiz olunan mahkeme kararının açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, 10.09.2012 tarihinde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2009/14637 K: 2010/479
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/10311 K: 2015/10871
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/6846 K: 2013/8080
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/1307 K: 2018/7834
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/11209 K: 2012/12836
Zorunlu geçit hakkı eşyaya bağlı bir irtifak hakkıdır, kişilerin değil taşınmazların leh ve aleyhine kurulur. Bununla kastedilen, o taşınmaza kim malik olursa irtifak hakkının da ona ait olacağıdır. Zorunlu geçit hakkındaki yol ihtiyacı, taşınmaz malikinin değil, o taşınmazın yola ihtiyacı olup olmadığı ile ilgilidir. Diğer bir anlatımla taşınmaz malikinin kişisel ihtiyaçları değil, taşınmazın yola ihtiyacı olup olmadığı önem taşır. Bu sebeple taşınmaz malikinin sıfatı önem taşımaz.
Davacı tarafından, davalı aleyhine 23.02.2011 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın reddine dair verilen 09.04.2012 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması isteğine ilişkindir. Davalılar, davaya cevap vermemişlerdir. Dahili davalı …, davanın reddini savunmuştur.
Yargılama sırasında 190 parsel sayılı taşınmaz devredildiğinden, yeni malik … davaya dahil edilmiş ve ayrıca alternatif geçit güzergahı olarak belirlenen 186 ve 188 parsel sayılı taşınmazın malikleri … ve … de davaya dahil edilmiştir.
Mahkemece, dava dışı 191 parsel sayılı taşınmazın davacının eşine ait olduğu, bu sebeple hayatın olağan işleyişine göre geçit bedeli ödemeden bu parselden geçit hakkı kurabileceği, dava dışı 191 parsel sayılı taşınmaz ile birlikte 190 parsel sayılı taşınmaz üzerinden geçit hakkı kurulmasının belirtilen sebeple daha uygun olduğu halde, davacının ısrarla 190 parsel sayılı taşınmaz üzerinden geçit irtifakı talep etmesi hakkın kötüye kullanılması olduğundan davanın reddine karar verilmiştir.
Hükmü, geçit hakkının taşınmazın aynına bağlı bir hak olduğu, taşınmaz malikinin kim olduğunun önemi olmadığı, 190 parsel sayılı taşınmazda gösterilen güzergahın en uygun güzergah olduğu gerekçesi ile davacı vekili temyiz etmiştir.
Türk Medeni Kanununun 747/2 maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Zira geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri gözetilmelidir. Geçit gereksiniminin nedeni, taşınmazın niteliği ile bu gereksinimin nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakârlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
İrtifak hakkı, hak sahibine irtifak hakkı borçlusuna ait bir malı kullanma hakkı veren yahut mal sahibine mülkiyet hakkının tanıdığı bazı hakları kullanmaktan kaçınma borcu yükleyen ve herkese karşı ileri sürülebilen bir ayni haktır. Zorunlu geçit hakkı eşyaya bağlı bir irtifak hakkıdır, kişilerin değil taşınmazların leh ve aleyhine kurulur. Bununla kastedilen, o taşınmaza kim malik olursa irtifak hakkının da ona ait olacağıdır. Zorunlu geçit hakkındaki yol ihtiyacı, taşınmaz malikinin değil, o taşınmazın yola ihtiyacı olup olmadığı ile ilgilidir. Diğer bir anlatımla taşınmaz malikinin kişisel ihtiyaçları değil, taşınmazın yola ihtiyacı olup olmadığı önem taşır. Bu sebeple taşınmaz malikinin sıfatı önem taşımaz.
Bu ilkeler ışığında somut olaya bakıldığında, dava dışı 191 parsel sayılı taşınmaz malikinin davacının eşi olmasının bir önemi bulunmamaktadır. Mahkemece anılan parsel malikinin davacının eşi olması ve bu sebeple bedel ödemeden geçit kurulabileceği gerekçesi yukarıda anlatılanlara uygun değildir. 12.10.2011 tarihli bilirkişi raporu ve eki krokiye göre, 2 numara ile ve kırmızı renkle gösterilen güzergâh öncelikle değerlendirilmek suretiyle geçit hakkı tesis edilmesi gerekirken hatalı değerlendirme ile yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan temyiz harcının istek halinde yatırana iadesine, 06.11.2012 tarihinde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/10309 K: 2018/2532
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/8466 K: 2017/1073
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/6503 K: 2019/1385
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2010/7226 K: 2010/8366
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/2769 K: 2021/2923
Mahkemece kurulan geçit hakkının Türk Medeni Kanununun 748/3 maddesi uyarınca tapu siciline kaydı gereklidir. Zorunlu geçit hakkı, mülkiyet hakkının kanundan doğan dolaylı bir sınırlaması olduğundan bu tür sınırlamalar, ancak mülkiyet hakkına konu taşınmazlar için söz konusu olabilir. Geçit hakkı kurulmasına ilişkin davalarda, davanın niteliği gereği yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır.
Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 14.04.2015 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı tesisi talebi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 03.05.2016 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı Maliye Bakanlığı vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Davacı, genel yola çıkışı olmayan 2094 parsel sayılı taşınmazı lehine, davalı Hazine’ye ait taşlık alandan geçit hakkı kurulmasını istemiştir. Davalılar, davaya cevap vermemişlerdir. Davacıya ait 2094 parsel sayılı taşınmaz, tevhit işlemi ile 2955 parsele dönüşmüştür.
Mahkemece, davanın kabulü ile; … ilçesi, … Mahallesi, 2955 parsel lehine, Fen bilirkişisinin 23.03.2016 tarihli raporunda “A” harfi ile gösterilen, tescil harici ve hazine adına kayıtlı yerden geçit hakkı kurulmasına karar verilmiştir. Hükmü, davalı Maliye Bakanlığı vekili temyiz etmiştir.
Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesine dayalı geçit hakkı kurulması istemine ilişkindir. Ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi geçit davalarının nedenidir. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine mutlak geçit ihtiyaç veya geçit yoksunluğu, ikincisine de nisbi geçit ihtiyacı ya da geçit yetersizliği denilmektedir.
Geçit hakkı verilmesine ilişkin davalarda bu hak taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından leh ve aleyhine geçit istenen taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına geçit istenen taşınmaz müşterek mülkiyete konu ise dava paydaşlardan biri veya birkaçı tarafından açılabilir. Geçit ihtiyacı olan kişi davasını öncelikle taşınmazların mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun taşınmaz malikine karşı ve daha sonra bundan en az zarar görecek olana yöneltmelidir.
Mahkemece kurulan geçit hakkının Türk Medeni Kanununun 748/3 maddesi uyarınca tapu siciline kaydı gereklidir. Zorunlu geçit hakkı, mülkiyet hakkının kanundan doğan dolaylı bir sınırlaması olduğundan bu tür sınırlamalar, ancak mülkiyet hakkına konu taşınmazlar için söz konusu olabilir
Geçit hakkı kurulmasına ilişkin davalarda, davanın niteliği gereği yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır.
Bu açıklamalar ışığında somut olaya gelince; mahkemece, davacı lehine geçit tesis edilen yer, tescil harici bırakılan taşlık niteliğindeki taşınmazdır. Türk Medeni Kanununun 715. maddesine göre; bu tür yerler kural olarak devletin hüküm ve tasarrufu altında olup hiçbir şekilde özel mülkiyete konu edilemezler. Başka bir deyişle; bu gibi yerler, kişilerin yararına ve kullanımına terk edilemez. Esasen Türk Medeni Kanununun 748. maddesine göre, bu tür bir geçitin tapu kaydına işlenme olanağı da yoktur.
O halde, davacının geçit ihtiyacı başka alternatifler üzerinde durularak karşılanmalıdır. Bunun mümkün olmaması halinde ise davanın reddine karar verilmesi gerekmektedir.
Değinilen hususların göz ardı edilmesi doğru olmadığından kararın bozulmasına karar verilmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle; davalı Maliye Bakanlığı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 19.04.2021 tarihinde oy birliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/11152 K: 2012/13821
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/17021 K: 2020/5628
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/405 K: 2012/1312
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2011/15274 K: 2011/16418
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2010/7226 K: 2010/8366
Geçit hakkına konu olan yer tescil harici bırakılan taşınmazdır. Türk Medeni Kanununun 715. maddesine göre bu tür yerler kural olarak devletin hüküm ve tasarrufu altında olup hiçbir şekilde özel mülkiyete konu edilemezler. Esasen Türk Medeni Kanununun 748. maddesine göre bu tür bir geçitin tapu kaydına işlenme olanağı da yoktur. O halde davacının geçit ihtiyacı başka alternatifler üzerinde durularak karşılanmalıdır.
Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 18.04.2006 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı kurulması istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 17.06.2009 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı Hazine vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Davacı, genel yola çıkışı olmayan 1632 parsel sayılı taşınmazları lehine, davalılara ait 1631 ve 1940 parsel sayılı taşınmaz üzerinden geçit hakkı kurulmasını istemiştir. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilerek, bilirkişinin 16.12.2008 tarihli raporunda “C” harfi ile gösterilen tescil harici yerden geçit kurulmuş, hükmü dahili davalı Hazine vekili temyiz etmiştir
Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesine dayalı geçit hakkı kurulması istemine ilişkindir. Ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi geçit davalarının nedenidir. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine mutlak geçit ihtiyaç veya geçit yoksunluğu, ikincisine de nisbi geçit ihtiyacı ya da geçit yetersizliği denilmektedir.
Geçit hakkı verilmesine ilişkin davalarda bu hak taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından leh ve aleyhine geçit istenen taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına geçit istenen taşınmaz müşterek mülkiyete konu ise dava paydaşlardan biri veya birkaçı tarafından açılabilir. Geçit ihtiyacı olan kişi davasını öncelikle taşınmazların mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun taşınmaz malikine karşı ve daha sonra bundan en az zarar görecek olana yöneltmelidir.
Mahkemece kurulan geçit hakkının Türk Medeni Kanununun 748/3 maddesi uyarınca tapu siciline kaydı gereklidir. Zorunlu geçit hakkı, mülkiyet hakkının kanundan doğan dolaylı bir sınırlaması olduğundan bu tür sınırlamalar, ancak mülkiyet hakkına konu taşınmazlar için söz konusu olabilir
Davacıya ait 1632 parsel sayılı taşınmazın geçit ihtiyacının bulunduğu açıktır. Mahkemece yapılan araştırma sonucu istek hüküm altına alınmış ise de geçit hakkına konu olan yer tescil harici bırakılan taşınmazdır. Türk Medeni Kanununun 715.maddesine göre bu tür yerler kural olarak devletin hüküm ve tasarrufu altında olup hiçbir şekilde özel mülkiyete konu edilemezler. Başka bir deyişle bu gibi yerler kişilerin yararına ve kullanımına terk edilemez. Esasen Türk Medeni Kanununun 748. maddesine göre bu tür bir geçitin tapu kaydına işlenme olanağı da yoktur.
O halde davacının geçit ihtiyacı başka alternatifler üzerinde durularak karşılanmalıdır. Değinilen yönün göz ardı edilmesi doğru olmadığından karar bozulmalıdır.
SONUÇ: Temyiz olunan kararın yukarıda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, 15.07.2010 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/11944 K: 2006/12116 T: 31.10.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/17021 K: 2020/5628
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/2217 K: 2012/2909
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/3806 K: 2015/3615
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2009/14847 K: 2010/803
Mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkin davalar, özünü komşuluk hukuku ilkelerinden alması nedeniyle yapılacak araştırma ve incelemede, öncelikle davacının mecra ihtiyacının bulunup bulunmadığı saptanmalıdır.
Davacı vekili tarafından, davalı aleyhine 26.11.2008 gününde verilen dilekçe ile zorunlu geçit hakkı ve mecra istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın reddine dair verilen 15.10.2009 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Davacı 211 ada 10 parsel sayılı taşınmazının ana yol ile arasında kot farkı olduğundan hayvanları için geçit ihtiyacı içinde bulunduğunu, yine taşınmazındaki ağaçların sulanabilmesi için mecra geçirilmesi gerektiğini beyanla davacı taşınmazı lehine, davalıya ait 211 ada 1 parsel sayılı taşınmazdan geçit ve mecra hakkı kurulmasını istemiştir.
Davalı, davacı taşınmazının sınırlarında yol ve ark bulunduğundan geçit ve mecra ihtiyacı içinde bulunmadığını beyanla davanın reddini savunmuştur. Mahkemece 211 ada 1 parsel sayılı taşınmazdan geçit ve mecra hakkı tesisine karar verilmiş, hükmü davalı vekili temyiz etmiştir.
Dava, Türk Medeni Kanunu’nun 744 ve 747. maddesine dayanılarak açılmış geçit hakkı ve mecra kurulması istemine ilişkindir.
Ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi geçit davalarının nedenidir. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
Türk Medeni Kanununun 744. maddesi ise “Her taşınmaz maliki, uğrayacağı zararın tamamının önceden ödenmesi koşuluyla su yolu, kurutma kanalı, gaz ve benzerlerine ait boruların, elektrik hat ve kablolarının, başka yerden geçirilmesi olanaksız veya aşırı ölçüde masraflı olduğu takdirde, kendi arazisinin altından veya üstünden geçirilmesine katlanmakla yükümlüdür.” Şeklinde düzenleme getirmiştir. Mecra irtifakı kurulması isteğine ilişkin davalar, özünü komşuluk hukuku ilkelerinden alması nedeniyle yapılacak araştırma ve incelemede, öncelikle davacının mecra ihtiyacının bulunup bulunmadığı saptanmalıdır.
Eldeki davada; fen bilirkişilerinin 15.05.2009 tarihli raporları krokisinde davacının 10 parsel sayılı taşınmazının kuzey yönünde genel yol, güney sınırına bitişik sulama arkı, ve dört tarafında komşu parsellere ihtiyaç hissedilmeksizin mecra geçirilebilecek sulama kanallarının bulunduğu ve dolgu yaparak hayvanların geçişinin sağlanabileceği anlaşıldığından davacının taşınmazının nispi geçit ihtiyacı ya da geçit yetersizliği içinde olmadığı ve mecra ihtiyacının bulunmadığı sabit olduğundan davanın reddi gerekirken, yazılı gerekçe ile kabulü ile geçit ve mecra hakkı kurulması doğru olmamış hükmün bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan temyiz harcının istek halinde yatırana iadesine, 01.02.2010 tarihinde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/11152 K: 2012/13821
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/17021 K: 2020/5628
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/405 K: 2012/1312
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/2217 K: 2012/2909
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/1307 K: 2018/7834
Geçit hakkı davasında mahkemece “…imar düzenlemesi yapılıncaya kadar geçerli olmak üzere zorunlu geçit hakkı tesisine…” şeklinde şartlı karar verilmesi mümkün değildir.
Davacı tarafından, davalı aleyhine 06.06.2014 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı talebi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 08.10.2015 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, geçit hakkı kurulması isteğine ilişkindir. Davacı, kendisine ait olan 3470 sayılı parseldeki taşınmazına konut inşa etmek istediğini, bu nedenle yola ihtiyacı olduğunu, fiilen 1402 sayılı parseldeki taşınmazda bulunan bir yolu kullandığını, söz konusu parselin maliki ile bu yol konusunda anlaşamadığını, bu nedenle geçit hakkı tesisini talep etmiştir. Davalı taraf, davanın reddini savunmuştur. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir. Hükmü davalı taraf temyiz etmiştir.
1-Yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve dosya kapsamına göre davalının aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde görülmemiş, reddi gerekmiştir.
2-1086 Sayılı HUMK’nun 389. maddesinde, “Verilen karar ile iki tarafa tahmil ve bahşedilen vazife ve haklar şüphe ve tereddüdü mucip olmayacak surette gayet sarih ve açık yazılmalıdır.” hükmüne yer verilmiştir. Aynı hüküm, 6100 Sayılı HMK’nin 297. maddesinin 2. fıkrasında “hükmün sonuç kısmında, taleplerden her biri hakkında verilen hükümle, taraflara yüklenen borç ve tanınan hakların, sıra numarası altında; açık, şüphe ve tereddüt uyandırmayacak şekilde gösterilmesi gereklidir.” şeklinde düzenlenmiştir. Hükümlerin çelişkiden uzak ve infaza elverişli olması, kamu düzeniyle ilgili olup, hükmü temyiz etmeyen yönünden sonuç doğurması gerekeceği de gözetilerek, gerçeğe ve hukuka uygun bir karar verilmesi gerekir. Diğer taraftan, hüküm, davanın açıldığı tarihteki hal ve şartlara göre tesis edilen bir karar olup HMK’ya göre ileriye dönük olarak ve şarta bağlı biçimde karar tesis edilmesi mümkün değildir.
Somut olayda; yerel mahkemenin uyuşmazlık hakkında tesis ettiği hükmün 1. bendinde “…imar düzenlemesi yapılıncaya kadar geçerli olmak üzere zorunlu geçit hakkı tesisine…” şeklindeki kısmın şarta bağlı olarak kabul edildiği, yukarıda bahsi geçen açıklamalar dikkate alındığında şarta bağlı hüküm kurulması mümkün olamayacağından verilen karar doğru görülmemiş ise de bu husus kararın bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden HUMK’nun 438/7 maddesi gereğince hüküm sonucunun aşağıdaki şekilde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda 1. bentte açıklanan nedenlerle davalının sair temyiz itirazlarının reddine, 2. bent uyarınca davalının temyiz itirazlarının kabulü ile hüküm sonucunun 4. satırındaki “67,72 m2 alanlı kısımdan” sözcüklerinden sonra gelen “imar düzenlemesi yapılıncaya kadar geçerli olmak üzere” sözcüklerinin hükümden çıkartılması suretiyle hükmün düzeltilmesine, hükmün DÜZELTİLMİŞ ve değiştirilmiş bu şekli ile ONANMASINA, peşin yatırılan harcın istek halinde yatırana iadesine, 15.11.2018 tarihinde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/11152 K: 2012/13821
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/17021 K: 2020/5628
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/405 K: 2012/1312
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2011/15274 K: 2011/16418
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/17240 K: 2016/4188
Türk Medeni Kanununun 747/2 maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Zira geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır.
Davacı vekili tarafından, davalı aleyhine 25.10.2013 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 04.11.2014 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması isteğine ilişkindir. Davacı, 2078 parsel sayılı taşınmazının geçit ihtiyacı olduğunu belirterek bedeli karşılığında komşu 2079 parsel sayılı taşınmazdan geçit hakkı tesis edilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı, kendisinin davacıya yola ulaşması için arsasının alt kısmında 5 m genişliğinde yer verdiğini, ayrıca kendi arsasında zaten yolun mevcut olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir. Hükmü, davalı vekili temyiz etmiştir.
Bu tür davalar ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi nedeniyle zorunlu olarak açılmaktadır. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
Türk Medeni Kanununun 747/2 maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Zira geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri gözetilmelidir. Geçit ihtiyacının nedeni, taşınmazın niteliği ile bu ihtiyacın nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakârlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
Somut olaya gelince; dosya içerisindeki bilirkişi raporu ve krokilerine göre lehine geçit kurulması istenen 2078 parsel sayılı taşınmazın kuzeydeki genel yola 3 metre genişliğinde cephesi bulunduğu açıkça anlaşılmaktadır. Bu genişlikte bir yerden tüm araçların rahatça geçmesi mümkün olduğundan davacıya ait 2078 parsel sayılı taşınmazın nispi geçit ihtiyacı bulunmamaktadır.
Bu durumda, zorunlu geçit hakkı tesisi için gerekli koşullar gerçekleşmediğinden, mahkemece davanın reddine karar verilmesi gerekirken yerinde olmayan gerekçe ile yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz olunan hükmün BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde yatırana iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 07.04.2016 tarihinde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/11152 K: 2012/13821
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/17021 K: 2020/5628
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/405 K: 2012/1312
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2011/15274 K: 2011/16418
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/3806 K: 2015/3615
Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
Davacı tarafından, davalılar aleyhine 13.12.2010 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı istenmesi üzerine bozma ilamına uyularak yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 24.12.2014 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı … vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR_Dava, TMK’nın 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması isteğine ilişkindir. Davalılar, davanın reddini savunmuşlardır.
Mahkemece, daha önce davanın kabulü ile 800 ve 801 no’lu parseller lehine, aynı yerde bulunan 1325 parsel numaralı taşınmazdan zorunlu geçit hakkı tesisine karar verilmiş, hükmü davalı …’ın temyiz etmesi üzerine Dairemizce 23.11.2012 tarihli, 2012/11999 Esas, 2012/ 13559 Karar sayılı ilam ile “…ayrıca üzerinden geçit kurulan 1325 sayılı parselin kuzey kısmında genişliği oldukça dar olup bu parselden 2,5 metre eninde geçit kurulması halinde genişliği daha da daralacağı ve kullanımını zorlaştıracağı, yüzölçümünün daha büyük olması sebebiyle 1291 parselin doğusundan geçit kurulup kurulamayacağı konusunda bilirkişilerden ek rapor alınarak veya gerekirse yeniden keşif yapılarak sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulması” doğru görülmeyerek kararın bozulmasına karar verilmiştir.
Dairemiz bozma kararına uyularak yapılan yargılama sonunda mahkemece, davanın kabulü ile davacıya ait 800 Parsel nolu taşınmaz lehine geçit ihtiyacının, 1326 parsel nolu taşınmaz üzerinden geçit hakkı tesisi edilerek karşılanmasına karar verilmiştir. Hüküm, davalı … vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Bu tür davalar ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi nedeniyle zorunlu olarak açılmaktadır. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
Mahkemece, Dairemizin bozma ilamına uyulduğu halde bozma gereği yerine getirilmemiş; 1291 parselin doğusundan geçit kurulup kurulamayacağı bozmaya uygun şekilde araştırılmamış ve sonucuna göre hüküm kurulmamıştır. Bu nedenle mahkemece öncelikle Dairemizin bozma ilamı doğrultusunda 1291 sayılı parsel üzerinden geçit kurulup kurulmayacağı araştırılmalı, kurulamayacağı tespit edildiği takdirde bunun gerekçesi ayrıntılı şekilde belirtilmeli daha sonra diğer seçenekler üzerinde durularak sonucuna göre bir karar verilmelidir.
Mahkemece, belirtilen hususlar gözetilmeden yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş, hükmün bu nedenlerle bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle, davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan harcın istek halinde yatırana iadesine, 02.04.2015 tarihinde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/11152 K: 2012/13821
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/8466 K: 2017/1073
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/6503 K: 2019/1385
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2011/15274 K: 2011/16418
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2011/2620 K: 2011/3937
Zorunlu geçit hakkının genel yola kadar kesintisiz kurulması şart olup, genel yol ile bağlantısı bulunmayan, paftasında dere ve sonrasında tescil harici kısma bağlantı sağlanarak davalı parsellerden geçit tesisi ile kesintisizlik ilkesi ihlal edilmiştir.
Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 10.11.2008 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı tesisi istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 20.01.2011 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı … tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Davacı, 361 parsel numaralı taşınmazının genel yol ile bağlantısının bulunmadığını belirterek, davalılara ait 363 ve 364 parsel numaralı taşınmazlar üzerinden geçit hakkı kurulmasını talep etmiştir.
Mahkemece, 22.04.2010 tarihli fen bilirkişi raporunun ekindeki krokide gösterildiği şekilde 361 parsel yararına, 364 parsel numaralı taşınmaz üzerinden (C) harfi ile gösterilen 8,66 m2’lik, 363 parsel numaralı taşınmaz üzerinden de 111,63 m2’lik (A) harfi ve 46,83 m2’lik (B) harfi ile gösterilen kısımlardan geçit hakkı tesisine karar verilmiştir.
Hüküm, 363 parsel numaralı taşınmazın malikinin mirasçılarından davalı … tarafından temyiz edilmiştir
Ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi geçit davalarının nedenidir. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
Somut olayda; mahkemece davacı taşınmazı yararına 364 ve 363 parsel numaralı taşınmazlar üzerinden kurulan geçitin zemindeki Karakaya deresine bağlandığı görülmektedir. Geçitin bağlandığı ve krokide 1 no’lu köprü mahalli olarak gösterilen dere üzerindeki bu kısma davacı insiyatifi ile yapılacak köprüden sonra, zeminde yol olarak kullanılan ve fakat kadastro paftasında tescil harici olarak görünen yerden geçilmek suretiyle genel yola ulaşıldığı anlaşılmaktadır.
Zorunlu geçit hakkının yukarıda açıklandığı gibi genel yola kadar kesintisiz kurulması şart olup, genel yol ile bağlantısı bulunmayan, paftasında dere ve sonrasında tescil harici kısma bağlantı sağlanarak davalı parsellerden geçit tesisi ile kesintisizlik ilkesi ihlal edilmiştir.
Mahkemece davanın reddine karar vermek gerekirken, infazı da mümkün olmayacak şekilde istemin kabulüne karar verilmesi doğru görülmediğinden hükmün bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davalı …’nin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde yatırana iadesine, 28.03.2011 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2009/14637 K: 2010/479
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/6846 K: 2013/8080
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2009/14847 K: 2010/803
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/2806 K: 2012/3134
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2011/15274 K: 2011/16418
Kurulacak geçit, daha önce bir başka parsel lehine geçit hakkı tesis edilen yerden ana yola ulaşıyorsa bu parseller de geçit güzergahına dahil edilerek ana yola kesintisiz olarak bağlantı sağlanmalıdır. Ancak bu şekilde kurulan geçit ile daha önce üzerinden geçit hakkı tesis edilen taşınmazlara ek külfet yükleneceğinden ve bu taşınmazların maliklerine daha önce geçit bedeli ödendiğinden getirilen ek külfet nedeniyle bu davada da mahkemece takdir edilecek uygun bir miktarda geçit bedelinin ödenmesine karar verilmelidir.
Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 16.09.2008 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı tesisi istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 13.10.2011 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı … vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesine dayalı açılmış geçit hakkı kurulması istemine ilişkindir.
Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiş, Dairemizin 07.03.2011 tarihli ve 2011/2422-2767 esas ve karar sayılı ilamı ile infaza elverişli olmadığı gerekçesiyle karar bozulmuştur.
Mahkemece, bozma kararına uyularak davanın kabulü ile davacıya ait 889 sayılı parsel lehine, 16.01.2009 hakim havaleli bilirkişi rapor ve krokisinde 1 no’lu güzergah olarak tespit edilen yerden 888 parsel aleyhine olmak üzere güney sınırını takip ederek asliye hukuk mahkemesinin 1999/698 esas 2001/703 karar sayılı kararına istinaden 888 parsel lehine, 887 ve 901 parseller aleyhine kurulan geçit güzergahına bağlanan 2,5 metre genişliğindeki yoldan geçit hakkı tesisine karar verilmiştir. Hükmü, davalılardan … temyiz etmiştir.
Davacı, 889 parsel sayılı taşınmazın maliki olduğunu belirterek, davalılara ait 887, 888, 900, 901 ve 5963 parsel sayılı taşınmazlar üzerine geçit hakkı kurulması için dava açmıştır. Mahkemenin önceki hükmü infaza elverişli olmaması nedeniyle bozulmuştur. Bu defa mahkemece bozmaya uyularak kurulan geçit hakkı genel yola bağlanmayıp daha önce 888 parsel sayılı taşınmaz lehine kurulan geçit yerine bağlanmıştır.
Oysa, zorunlu geçit hakkının genel yola kadar kesintisiz olarak kurulması şarttır. Hukuken genel yol sayılmayan bir yola bağlantı kurulması yasanın amacına uygun düşmez. Kurulacak geçit, daha önce bir başka parsel lehine geçit hakkı tesis edilen yerden ana yola ulaşıyorsa bu parseller de geçit güzergahına dahil edilerek ana yola kesintisiz olarak bağlantı sağlanmalıdır. Ancak bu şekilde kurulan geçit ile daha önce üzerinden geçit hakkı tesis edilen taşınmazlara ek külfet yükleneceğinden ve bu taşınmazların maliklerine daha önce geçit bedeli ödendiğinden getirilen ek külfet nedeniyle bu davada da mahkemece takdir edilecek uygun bir miktarda geçit bedelinin ödenmesine karar verilmelidir.
Mahkemece tüm bu hususlar gözardı edilerek geçit hakkının kesintisiz olarak kurulmaması ve ek külfet karşılığı ödenmesi gereken bedelin de önceki geçit hakkı lehtarına ödenmesine karar verilmesi doğru olmamış, hükmün belirtilen nedenlerle bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davalı …’nın temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan temyiz harcının istek halinde yatırana iadesine, 30.12.2011 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/11152 K: 2012/13821
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/17021 K: 2020/5628
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/405 K: 2012/1312
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/2217 K: 2012/2909
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/6503 K: 2019/1385
Geçit tesisi davalarında başlangıçta davacı tarafından öngörülemediğinden dava dilekçesinde talep edilen yer dışındaki güzergahlardan da geçit kurulması gerekebilir. Bu güzergah üzerindeki taşınmazların maliklerine dava dilekçesi ile husumet yöneltilmemiş olması kabul edilebilir bir yanılgıya dayandığından dürüstlük kuralına aykırı olmayan bu taraf değişikliği talebi kabul edilerek davacının bu kişilerin harçsız olarak davaya katılmalarını sağlamasına imkan verilmelidir.
Davacı vekili tarafından, davalı aleyhine 10.12.2014 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı tesisi talebi üzerine yapılan duruşma sonunda; asıl dava, karşı dava ve birleştirilen davaların kabulüne dair verilen 25.11.2015 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davacı-karşı ve birleştirilen dava davalısı … tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Asıl dava, karşı dava ve birleştirilen davalar Türk Medeni Kanununun 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması isteğine ilişkindir.
Asıl davada davacı …, mülkiyetinde olan … İli, … İlçesi 111 ada 34 parsel sayılı taşınmazın genel yola bağlantısının bulunmadığını ileri sürerek, 111 ada 30 ve 32 parsel sayılı taşınmazlardan 7 metre genişliğinde geçit hakkı kurulmasını talep etmiş, davacı yargılama sırasında 111 ada 30 parsel sayılı taşınmazı satın almış ve davalı … yönünden davadan feragat etmiştir.
Aleyhine geçit hakkı tesisi istenilen 111 ada 32 parsel sayılı taşınmazın maliki cevap ve karşı dava dilekçesinde, 7 metre genişlikte geçit hakkı tesis edilemeyeceğini, 3 metre genişlikte geçit hakkı tesisini kabul ettiğini beyan etmiş, maliki olduğu 111 ada 32 parsel lehine davacı … mülkiyetinde bulunan 111 ada 29 ve 30 parsel sayılı taşınmazlardan geçit hakkı tesisini talep etmiştir.
Birleştirilen 2015/42 Esas sayılı dosyada davacı, mülkiyetinde olan 111 ada 32 parsel sayılı taşınmaz lehine 111 ada 28 parsel sayılı taşınmazdan geçit hakkı tesisini talep etmiştir.
Birleştirilen 2014/255 Esas sayılı dosyada davacı, mülkiyetinde olan 111 ada 31 parsel sayılı taşınmaz lehine 111 ada 28, 29 ve 30 parsel sayılı taşınmazlardan geçit hakkı tesisini talep etmiştir.
Dosyanın tarafları 08.07.2015 tarihli 4. celsede, biçerdöver ve … makinelerinin geçebilmesi için 4 metre genişlikte geçit hakkı tesis edilmesi gerektiğini ve bu hususta rızalarının bulunduğunu beyan etmiştir
Mahkemece, asıl davanın davalı … yönünden vaki feragat nedeniyle reddine, davalı … yönünden kabulüne, davacı …’a ait olup, … İli, … İlçesi, … Mahallesi’nde bulunan 111 ada 34 parsel sayılı taşınmaz lehine davalı …’a ait olup aynı yerde bulunan 111 ada 32 parsel sayılı taşınmazın, fen bilirkişisi …’nın 06/08/2015 tarihli raporu ekinde bulunan krokisinde (a) harfi ve pembe renkle kesik kesik işaretlenmiş 91,94 m2’lik kesimi üzerinde zorunlu geçit hakkı kurulmasına, karşı ve birleştirilen 2015/42 esas sayılı davanın kabulüne, davacı …’a ait olup, … İli … İlçesi … Mahallesi’nde bulunan 111 ada 32 parsel sayılı taşınmaz lehine davalı …’a ait olup aynı yerde bulunan ve fen bilirkişisi …’nın 06/08/2015 tarihli raporu ekinde bulunan krokisinde 111 ada 30 parsel sayılı taşınmazın (b1) harfi ve pembe renkle kesik kesik işaretlenmiş 95,28 m2’lik kesimi ile 111 ada 29 parsel sayılı taşınmazın (c) harfi ve pembe renkle kesik kesik işaretlenmiş 131,41 m2’lik kesimi üzerinde ve davalı …’a ait olup aynı yerde bulunan ve fen bilirkişisi …’nın 06/08/2015 tarihli raporun ekinde bulunan krokisinde 111 ada 28 parsel sayılı taşınmazın (d) harfi ve pembe renkle kesik kesik işaretlenmiş 273,31 m2’lik kesimi üzerinde zorunlu geçit hakkı kurulmasına, Birleştirilen 2014/255 Esas sayılı davanın kabulüne, davacı …’e ait olup, … İli, … İlçesi, … Mahallesi’nde bulunan 111 ada 31 parsel sayılı taşınmaz lehine davalı …’a ait olup aynı yerde bulunan ve fen bilirkişisi …’nın 06/08/2015 tarihli raporu ekinde bulunan krokisinde 111 ada 30 parsel sayılı taşınmazın (b2) harfi ve pembe renkle kesik kesik işaretlenmiş 271,15 m2’lik kesimi ile 111 ada 29 parsel sayılı taşınmazın (c) harfi ve pembe renkle kesik kesik işaretlenmiş 131,41 m2’lik kesimi üzerinde ve davalı …’a ait olup aynı yerde bulunan ve fen bilirkişisi …’nın 06/08/2015 tarihli raporun ekinde bulunan krokisinde 111 ada 28 parsel sayılı taşınmazın (d) harfi ve pembe renkle kesik kesik işaretlenmiş 273,31 m2’lik kesimi üzerinde zorunlu geçit hakkı kurulmasına karar verilmiştir. Hükmü, davacı – karşı ve birleştirilen dava davalısı … temyiz etmiştir.
Bu tür davalar ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi nedeniyle zorunlu olarak açılmaktadır. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine “mutlak geçit ihtiyacı” veya “geçit yoksunluğu”, ikincisine de “nispi geçit ihtiyacı” ya da “geçit yetersizliği” denilmektedir.
Geçit hakkı verilmesine ilişkin davalarda, bu hak taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından leh ve aleyhine geçit istenen taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına geçit istenen taşınmaz paylı mülkiyete konu ise dava paydaşlardan biri veya birkaçı tarafından açılabilir.
Geçit tesisi davalarında başlangıçta davacı tarafından öngörülemediğinden dava dilekçesinde talep edilen yer dışındaki güzergahlardan da geçit kurulması gerekebilir. Bu güzergah üzerindeki taşınmazların maliklerine dava dilekçesi ile husumet yöneltilmemiş olması kabul edilebilir bir yanılgıya dayandığından 6100 sayılı HMK’nın 124. maddesi gereğince dürüstlük kuralına aykırı olmayan bu taraf değişikliği talebi kabul edilerek davacının bu kişilerin harçsız olarak davaya katılmalarını sağlamasına imkan verilmelidir.
Türk Medeni Kanununun 747/2 maddesi gereğince geçit isteği, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun komşuya, bu şekilde ihtiyacın karşılanmaması halinde geçit tesisinden en az zarar görecek olana yöneltilmelidir. Zira geçit hakkı taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, özünü komşuluk hukukundan alır. Bunun doğal sonucu olarak yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri gözetilmelidir. Geçit ihtiyacının nedeni, taşınmazın niteliği ile bu ihtiyacın nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı davacının sübjektif arzularına göre değil, objektif esaslara uygun olarak belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakârlığın denkleştirilmesi prensibi dikkatten kaçırılmamalıdır.
Uygun güzergah saptanırken önemle üzerinde durulması gereken diğer bir yön ise, aleyhine geçit kurulan taşınmaz veya taşınmazlar bölünerek kullanım şekli ve bütünlüğünün bozulmamasıdır. Şayet başka türlü geçit tesisi mümkün değilse bunun gerekçesi kararda açıkça gösterilmelidir.
Yararına geçit kurulacak taşınmazın tapuda kayıtlı niteliği ve kullanım amacı nazara alınarak özellikle tarım alanlarında, nihayet bir tarım aracının geçeceği genişlikte (emsaline göre 2,5-3 m.) geçit hakkı tesisine karar vermek gerekir. Bu genişliği aşan bir yol verilmesinin zorunlu olduğu hallerde, gerekçesi kararda dayanakları ile birlikte gösterilmelidir.
Kurulan geçit hakkının Türk Medeni Kanununun 748/3 ve 1012. maddesi ile yeni Tapu Sicil Tüzüğünün “İrtifak hakları ve taşınmaz yükünün tescili” başlıklı 30. maddesi gereğince kütük sayfasında ayrılan özel sütununa tesciline karar verilmelidir.
Geçit hakkı kurulmasına ilişkin davalarda davanın niteliği gereği yargılama giderleri davacı üzerinde bırakılmalıdır.
Yukarıdaki ilkeler ışığında somut olaya gelince; geçit hakkı kurulması davalarında amaç, genel yola bağlantısı olmayan taşınmazların yolla bağlantısının sağlanmasıdır. Bundan dolayı, geçit kurulurken ihtiyaç içinde olan taşınmaz kesintisiz olarak genel yola bağlanmalıdır. Buna uygulamada “kesintisizlik ilkesi” denilir.
Davacı …’a ait 111 ada 34 parsel yararına 111 ada 32 numaralı parselden 4 metre genişlikte geçit hakkı tesis edilmiş ise de kesintisizlik ilkesi dikkate alınarak 111 ada 34 parselin genel yola ulaşımı sağlanmamıştır. Kesintisizlik ilkesine uygun olarak öncelikle mülkiyeti davacı …’a ait 111 ada 29, 30 ve 33 parsel ile davacının eşi davalı … mülkiyetinde bulunan 111 ada 28 parsel sayılı taşınmazların doğusundan 111 ada 34 parsel lehine akdi veya bedeli karşılığında irtifak hakkı tesis edilmeli, daha sonra 111 ada 34 parsel lehine 111 ada 32 parsel sayılı taşınmazdan geçit hakkı tesisine karar verilmelidir.
Ayrıca, mahkemece yapılan keşif sonucunda alınan 06.08.2015 tarihli fen bilirkişisi raporu doğrultusunda 111 ada 31 parsel lehine 111 ada 30 parselin b2 ile gösterilen kısımdan geçit hakkı tesis edilmiş ise de yargılama sırasında davacı … 111 ada 30 parsel sayılı taşınmazı satın almış, 111 ada 29 parsel sayılı taşınmazın da mülkiyetinin …’a ait olduğu ve kullanım bütünlüğü yönünden 111 ada 31 parsel lehine 111 ada 30 parsel sayılı taşınmazın kuzey doğu sınırından geçit hakkı tesisinin uygun olacağı görülmüştür.
Belirtilen hususlar üzerinde durulmadan eksik inceleme ile yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş, bu nedenle hükmün bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle; davacı – karşı ve birleştirilen dava davalısı …’ın temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan harcın istek halinde yatırana iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 18.02.2019 tarihinde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2009/14637 K: 2010/479
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/10311 K: 2015/10871
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/6846 K: 2013/8080
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2011/673 K: 2011/2149
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/14-264 K: 2006/237
Dört tarafı Hazine adına orman niteliği ile kayıtlı parsel ile çevrili olan parselde geçit hakkı tesis edilirken orman içi fiili yollar dikkate alınamaz. Devlet ormanı içerisindeki fiili yollardan yararlanma hakkına sahip olacağı benimsenmek suretiyle bir hüküm kurulması halinde; böylesi bir hüküm, sonuç itibariyle Devlet ormanından zorunlu geçit hakkı tesisi anlamına gelecektir ki buna hukuken olanak yoktur.
(Bu kararın sonundaki karar düzeltme kısmına bakınız)
Taraflar arasındaki “geçit hakkı tesisi” davasından dolayı, bozma üzerine direnme yoluyla; Pendik Asliye 2. Hukuk Mahkemesinden verilen 4.5.2005 gün ve E:2004/467, K:2005/148 sayılı kararın bozulmasını kapsayan ve Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’ndan çıkan 30.11.2005 gün, 2005/14-638 Esas, 2005/689 karar sayılı ilamın karar düzeltme yoluyla incelenmesi davalılardan Hazine vekili tarafından verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla; Hukuk Genel Kurulu’nca dilekçe, düzeltilmesi istenilen ilam ve dosyadaki ilgili bütün kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava geçit hakkı istemine ilişkindir. Davacı SS……… Konut Yapı Kooperatifi vekili, başlangıçta Hazine’ye ait iken gerçek kişilere satılan ve en son satış yoluyla davacı Kooperatif adına tapuya tescil edilen 850 parsel sayılı taşınmazın ormanla çevrili olması nedeniyle genel yola çıkışının bulunmadığını, bu nedenle Orman İdaresinden lüzumlu geçit hakkı istenildiğini, bu isteğin reddedildiğini; taşınmazı önceki maliklere satanın da, yolu vermeyenin de Hazine olduğunu, iyiniyetli başvurulardan sonuç alınamadığını ileri sürerek, çevresindeki diğer taşınmazlardan en uygun yerden geçit hakkı kurulmasına; geçit var ise korunmasına karar verilmesini istemiştir.
Davalı orman İdaresi vekili, ormanların mülkiyetinin, işletilmesinin, idare ve gözetiminin Devlet’e ait olduğunu; Devlet ormanlarında izin ve irtifak hakkı tesisinin 6831 S.K. nun 17. maddesinde özel olarak düzenlendiğini, uyuşmazlığa özel hukuk hükümlerinin uygulanamayacağını savunarak davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
Davalı Hazine vekili, davacının taşınmazın genel anlamda yola çıkışın olmadığını bilerek taşınmazı satın aldığını, dava dilekçesinde geçit hakkı istenen parsellerin de gösterilmediğini, geçit hakkı verilmesini gerektiren koşulların oluşmadığını savunarak davanın reddini istemiştir.
Yerel Mahkeme; davacıya ait 850 numaralı parsele orman parseli olan ..numaralı parsel dışında başkaca komşu parsel bulunmadığı, Yargıtay 14.Hukuk Dairesinin kararlılık kazanmış içtihatlarına göre, mera ve ormanlar aleyhine zorunlu geçit hakkı tesisinin mümkün olmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar vermiş; bu karar 14. Hukuk Dairesince ve aynı yöndeki direnme kararı da, davacı vekilinin temyizi üzerine Hukuk Genel Kurulunca bozulmuştur.
Davalılardan Hazine vekili, Hukuk Genel Kurulunun bozma ilamıyla ilgili olarak karar düzeltme isteminde bulunmuştur.
Hukuk Genel Kurulu’nun karar düzeltme istemine konu edilen kararının gerekçe ve sonuç bölümleri, aşağıdaki gibidir:
“…H-GEREKÇE: Dava, Türk Medeni Kanunu’nun 747.maddesine dayalı geçit hakkı kurulması istemine ilişkindir.
Bir geçit isteminin çözüm ve sonuçlandırılmasında gözönünde tutulması gereken genel ilkeleri şöyle belirlemek mümkündür:
Geçit hakkı davalarını, genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunmasına rağmen mevcut bu yol ile ihtiyacı karşılanmayan tapulu taşınmaz maliki açabilir.
Bunlardan ilkine mutlak geçit ihtiyacı veya geçit yoksunluğu, ikincisine nisbi geçit ihtiyacı veya geçit yetersizliği denilebilir.
Geçit ihtiyacı olan kişi, davasını öncelikle taşınmazların önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun taşınmaz malikine karşı ve daha sonra bundan en az zarar görecek olana yöneltilmesi gerekir.
Geçit hakkı verilmesi isteğine ilişkin davalarda, bu hak taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından, leh ve aleyhine geçit istenen tapulu taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına geçit istenen taşınmazın müşterek mülkiyete konu olması halinde, paydaşlardan bir ya da bir kaçı dava açabilir.
Ülkemizde arazi düzenlemesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın doğrudan yol ihtiyacının karşılanmamış bulunması, geçit davalarının kaynağını oluşturmaktadır. Mahkemece uygun geçit yeri saptanırken öncelikle taraf yararlarının gözetilmesi ilkesi göz önünde tutulmalıdır. Geçit hakkı, taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, bir anlamda özünü komşuluk hukukundan almaktadır denilebilir. Bunun doğal sonucu olarak da yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri de esas alınmalıdır.
Geçit gereksiniminin nedeni, taşınmazın niteliği ile bu gereksinimin nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı, davacının subjektif arzularına göre değil objektif esaslara göre belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakarlığın denkleştirilmesi prensibi de gözetilmelidir.
Bu nedenlerle de bir taşınmaz için 2,5-3 metre genişliğindeki bir yolun yeterli olacağı kabul edilmelidir.
Davacı yararına tesis edilen geçidin, genel yola kesintisiz ulaşması sağlanmalıdır.
Saptanan geçit nedeniyle yükümlü taşınmaz malikine ödenmesi gereken bedel de yine objektif kriterlere, taşınmazın niteliğine göre atanacak bilirkişiler aracılığı ile saptanmalıdır. Saptanan bu bedel, hükümden önce depo ettirilmeli, böylece geçit bedelinin geç ödenmesinden doğabilecek sakıncalara meydan verilmemelidir. Aksinin kabulü, maddenin amacı ile de çelişir.
Kurulan geçit hakkının Medeni Kanunun 748/3.maddesi uyarınca Tapu Siciline kaydı da gereklidir.
Davanın niteliği gereği, yargılama giderleri de davacı üzerinde bırakılmalıdır.
Geçit hakkına ilişkin ana ilkeler bu olmakla birlikte eldeki dava özellik taşıyan bir durum arz etmektedir. Şöyle ki: Yararına geçit kurulması istenilen davacıya ait 850 parselin dört tarafı Hazine adına orman niteliği ile kayıtlı 938 parsel ile çevrili olup, genel yol ile bağlantısı bulunmadığı sabittir. Mutlak geçit ihtiyacı içerisindedir. İstemi bu mutlak gereksinim nedeniyle aşağıda açıklanacak hususlar çerçevesinde çözüme kavuşturulmalıdır.
Özel Daire bozmasında da vurgulandığı üzere davacıya ait taşınmazı dört bir yanından çevreleyip kuşatan, orman vasfıyla Hazine adına kayıtlı 938 parsel üzerinde orman yönetimince gereksinimleri karşılamak üzere açılmış eylemli yollar bulunabilir. Nitekim davacı da bu tür yolların varlığından söz etmektedir.
Bunun yanı sıra bu orman parselinin çevresinde genel yol ile özel mülkiyete konu taşınmazlar da bulunabilir. Veyahutta ormanı çevreleyen özel mülkiyete konu taşınmazların ötesinde genel yol olabilir.
Bu nedenlerle mahkemece öncelikle, 938 sayılı orman parseli ile çevresindeki taşınmazları içeren pafta getirtilmeli, mahallinde yapılacak keşifte orman içindeki fiili yollar; çevreleyen özel mülkiyete konu parseller, bu parsellerden genel yola cepheli olanlar belirlenip, orman yönetiminden davacının hangi eylemli yoldan yararlanabileceği sorulup saptandıktan sonra bu cevapta dikkate alınıp yukarıdaki genel ilkeler gözetilmek suretiyle, ormana komşu sair taşınmazlardan genel yola kadar olan ulaşım olanağı araştırılmalı ve buna göre bir sonuca gidilmelidir.
Yerel mahkeme kararı yukarıda açıklanan nedenlerle ve Özel Daire kararındaki sebeplerle bozulmalıdır.
SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı HUMK.nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine,30.11.2005 gününde oybirliği ile karar verildi.”
Davalı Hazine vekilinin karar düzeltme istemi üzerine Hukuk Genel Kurulundaki görüşmede şu sonuca varılmıştır:
Davacıya ait … parsel sayılı, 43.142 metrekare mesahalı ve tarla vasıflı taşınmazın dört bir tarafının, Devlet Ormanı vasfıyla Hazine adına kayıtlı 1.581.816,75 metrekare mesahalı …parsel sayılı taşınmaz ile çevrili olduğu çekişmesizdir.
Görülmekte olan davada, Devlet ormanı vasıflı 938 parsel sayılı taşınmazdan geçit hakkı tesisi istenilmiştir.
Yargıtay Hukuk Dairelerinin ve Hukuk Genel kurulu’nun kararlılık kazanmış uygulamasına göre, mera ve ormanlardan zorunlu geçit tesis edilemez. Esasen, gerek Özel Daire bozma ilamında ve gerekse düzeltilmesi istenilen Hukuk Genel Kurulu kararında, aksi yönde bir benimseme de mevcut değildir: Her iki ilamda da, davacının zorunlu geçit ihtiyacı içerisinde olduğu belirtilmekle birlikte, taşınmazının dört bir tarafının Devlet ormanıyla çevrili bulunmasından dolayı, davacı lehine ormandan geçit hakkı tesis edilemeyeceği gerçeğinden hareket edilip; davacı tarafça ileri sürülen şekilde orman içerisinde fiili yollar bulunup bulunmadığının araştırılması gereğine işaret edilmiştir. Başka bir ifadeyle, her iki ilam da, Devlet ormanından zorunlu geçit hakkı tesisi sonucunu öngörmemektedir; sadece, eğer varsa ve hukuken olanaklı ise, orman içerisindeki fiili yollardan herkes gibi davacının da yararlanabileceği belirtilmiştir.
Ancak, karar düzeltme istemi üzerine yeniden yapılan inceleme ve değerlendirmede şu sonuca varılmıştır:
Yerel Mahkemece, Hukuk Genel Kurulu’nun bozma ilamında da işaret edilen şekilde bir inceleme ve araştırma yapılıp, Devlet ormanı içerisinde fiili yollar bulunduğunun saptanması ve buna dayalı olarak davacı kooperatifin bu fiili yol veya yollardan yararlanma hakkına sahip olacağı benimsenmek suretiyle bir hüküm kurulması halinde; böylesi bir hüküm, sonuç itibariyle Devlet ormanından zorunlu geçit hakkı tesisi anlamına gelecektir; ki, yukarıda açıklandığı üzere buna hukuken olanak yoktur.
Öte yandan, yine, karar düzeltme istemine konu Hukuk Genel Kurulu kararında yapılması gereğine işaret edilen araştırmanın sonucunda, orman içerisinde fiili yollar bulunduğu saptansa dahi, 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 17. maddesi uyarınca, bu konudaki yetkinin Orman Bakanlığına ait olması nedeniyle, davacının öncelikle anılan hükümde öngörülen prosedür çerçevesinde, anılan yollardan yararlandırılması için Orman Bakanlığı’na başvurması gerekeceği açıktır. Bu istemi reddedilirse, davacı, ancak ret işleminin iptali istemiyle bir dava açabilecektir. Böylesi bir davanın ise, adli yargının değil; 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 2/1-a maddesi uyarınca idare mahkemelerinin görevi içerisinde bulunduğunda da kuşku yoktur.
Bu durumda, Yerel Mahkemenin aynı yöndeki direnme gerekçesi usul ve yasaya uygun olup, onanmalıdır.
Ne var ki, temyiz aşamasında zuhulen direnme hükmünün bozulmasına karar verilmiş olduğu, karar düzeltme istemi üzerine yeniden yapılan inceleme sonucunda anlaşıldığından; Hukuk Genel Kurulu’nun bozma kararının kaldırılmasına, direnme kararının onanmasına karar verilmesi gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan gerekçeyle; Davalı Hazine vekilinin karar düzeltme isteminin kabulüne, Hukuk Genel Kurulu’nun 30.11.2005 gün ve 2005/14-638 esas, 2005/689 karar sayılı bozma kararının kaldırılmasına,
Yerel Mahkemenin temyize konu direnme kararının ONANMASINA, ( 12.20 YTL ) harcın davacıdan alınmasına ilk görüşmede çoğunluk sağlanamadığından, 26.4.2006 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/14-264 K: 2006/237 T.26.4.2006
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1994/848 K: 1995/75 T:15.2.1995
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2013/1524 K: 2015/1041
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1998/528 K: 1998/544 T: 24.06.1998
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2011/673 K: 2011/2149
- maddenin 1. fıkrasında “taşınmazından genel yola çıkmak için yeterli geçidi bulunmayan malik tam bir bedel karşılığında bir geçit hakkı tanınmasını komşularından isteyebilir” hükmü yer almaktadır. Buna göre geçit hakkı isteyebilmek için lehine geçit hakkı kurulacak taşınmazın maliki olmak gerekmektedir.
Davacı tarafından, davalı aleyhine 12.04.2010 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı kurulması istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın reddine dair verilen 12.11.2010 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davacı tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Davacı …, 292 ada 11 parsel sayılı taşınmaz üzerinde evi bulunduğunu, evinin genel yola çıkışının olmadığını belirterek davalıya ait 292 ada 10 parsel sayılı taşınmaz üzerinden geçit hakkı kurulmasını istemiştir.
Davalı, davacının evinin yola cephesi olduğunu, geçit ihtiyacının bulunmadığını söyleyerek davanın reddini istemiştir.
Mahkemece, davacının evinin yola cephesinin bulunduğu, geçit ihtiyacı içinde bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Hükmü, davacı vekili temyiz etmiştir.
Zorunlu geçit hakkı kurulması Türk Medeni Kanununun 747. maddesinde düzenlenmiştir. 747. maddenin 1. fıkrasında “taşınmazından genel yola çıkmak için yeterli geçidi bulunmayan malik tam bir bedel karşılığında bir geçit hakkı tanınmasını komşularından isteyebilir” hükmü yer almaktadır. Buna göre geçit hakkı isteyebilmek için lehine geçit hakkı kurulacak taşınmazın maliki olmak gerekmektedir.
Dosya arasındaki 292 ada 11 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydına göre arsa vasıflı taşınmazın maliki dava dışı Ali Bozdağ olup; tapu kaydındaki belirtmeye göre davacı, arsa vasıflı taşınmazın üzerindeki binanın malikidir. Bu durumda davacının geçit davası açma hususunda aktif dava ehliyeti bulunmamaktadır. Mahkemece davanın bu gerekçeyle reddine karar verilmesi gerekirken, işin esasına girilerek davanın reddine karar verilmesi doğru görülmemiş ise de; yerel mahkeme kararı sonucu bakımından usul ve yasaya uygun bulunduğundan yerinde olmayan temyiz itirazlarının reddi ile HUMK’nun 438/VII ve son maddesi uyarınca gerekçesi düzeltilerek yukarıda yazılı gerekçesiyle onanmasına karar verilmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle HUMK’nun 438/VII. maddesi uyarınca temyiz olunan kararın düzeltilerek, hüküm fıkrasının 1. bendinde yer alan “davacının davasının” kelimelerinden sonra gelmek üzere “AKTİF DAVA EHLİYETİ YOKLUĞU NEDENİYLE” cümlesinin eklenmesine, 438/son maddesi uyarınca gerekçesinin DEĞİŞTİRİLEREK DÜZELTİLMESİNE ve mahkeme kararının hüküm fıkrası ve gerekçesi DÜZELTİLMİŞ bu şekli ile ONANMASINA, peşin yatırılan temyiz harcının istek halinde yatırana iadesine, 23.02.2011 tarihinde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2009/14637 K: 2010/479
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/10311 K: 2015/10871
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/10309 K: 2018/2532
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/6846 K: 2013/8080
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/6846 K: 2013/8080
Geçit hakkı kurulmasına ilişkin hükümde, lehine geçit hakkı tesis edilen taşınmaz ile üzerinden geçit hakkı kurulan taşınmazların ve geçit genişliği ile kurulan geçit büyüklüğünün duruksamaya yer vermeksizin yer alması zorunludur. Geçit hakkı tesis edilmekle kendiliğinden infaz kabiliyeti kazanmaz. Hüküm özetinin tapunun beyanlar hanesine işlenmesi gerekir.
Davacı tarafından, davalı aleyhine 30.03.2012 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı kurulması istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 08.02.2013 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesine dayalı geçit hakkı kurulması istemine ilişkindir. Davalı, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davanın kabulü ile 3361 parsel sayılı taşınmaz lehine, 3360 parsel sayılı taşınmaz üzerinden, fen bilirkişinin 11.10.2012 tarihli rapor ve krokisinde (A) ile gösterilen yerden geçit hakkı kurulmasına karar verilmiştir. Hükmü, davalı vekili temyiz etmiştir.
1-Yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve dosya içeriğine göre davalı vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan diğer temyiz itirazlarının reddine karar vermek gerekmiştir.
2- Geçit hakkı, irtifak hakkı olmakla birlikte özünü komşuluk hukukundan almaktadır. Geçit hakkı kurulmasına ilişkin hükümde, lehine geçit hakkı tesis edilen taşınmaz ile üzerinden geçit hakkı kurulan taşınmazların ve geçit genişliği ile kurulan geçit büyüklüğünün duruksamaya yer vermeksizin yer alması zorunludur. Geçit hakkı tesis edilmekle kendiliğinden infaz kabiliyeti kazanmaz. Hüküm özetinin tapunun beyanlar hanesine işlenmesi gerekir.
Somut uyuşmazlıkta, mahkemece geçit hakkı usulüne uygun bir biçimde tesis edilmiş ise de; hüküm sonucunda kurulan geçit hakkının tapu kütüğünün beyanlar hanesine işlenmesi yönünde herhangi bir ibareye yer verilmemesi doğru görülmemiş ise de bu husus kararın bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden HUMK’nın 438/7 maddesi gereğince hüküm sonucunun aşağıdaki şekilde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda 1. bentte yazılı nedenlerle davalı vekilinin diğer temyiz itirazlarının reddine, 2. bent uyarınca temyiz itirazlarının kabulü ile hüküm fıkrasının 1. bendinin sonunda yer alan “tesisine” kelimesinden sonra gelmek üzere “tapu kütüğünün beyanlar hanesinde gösterilmesine” sözcüklerinin eklenmesi suretiyle düzeltilmesine, hükmün DÜZELTİLMİŞ ve değiştirilmiş bu şekli ile ONANMASINA, peşin harcın istek halinde yatırana iadesine, 28.05.2013 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/11944 K: 2006/12116 T: 31.10.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 1983/7839 K: 1984/3362 T. 7.5.1984
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/17021 K: 2020/5628
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/2217 K: 2012/2909
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/11441 K: 2013/14767
Mahkemece geçit hakkı usulüne uygun bir biçimde tesis edilmiş ise de; hükümde, kurulan geçit hakkının beyanlar hanesine işlenmesine karar verilmesi yerine tapu kütüğüne tesciline karar verilmesi doğru değildir.
Davacı vekili tarafından, davalı aleyhine 05.07.2011 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı kurulması istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 04.06.2013 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı temsilci tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesine dayalı geçit hakkı kurulması istemine ilişkindir. Davalı kurum temsilcisi davaya cevap vermemiştir. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir. Hükmü, davalı kurum temsilcisi temyiz etmiştir.
1-Yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve dosya kapsamına göre davalının aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan sair temyiz itirazları yerinde görülmemiş, reddi gerekmiştir.
2-Geçit hakkı irtifak hakkı olmakla birlikte özünü komşuluk hukukundan almaktadır. Geçit hakkı kurulmasına ilişkin hükümde, lehine geçit hakkı tesis edilen taşınmaz ile üzerinden geçit hakkı kurulan taşınmazların ve geçit genişliği ile kurulan geçit büyüklüğünün duruksamaya yer vermeksizin yer alması zorunludur. Geçit hakkı tesis edilmekle kendiliğinden infaz kabiliyeti kazanmaz. Hüküm özetinin tapunun beyanlar hanesine işlenmesi gerekir.
Somut uyuşmazlıkta mahkemece geçit hakkı usulüne uygun bir biçimde tesis edilmiş ise de; hükümde, kurulan geçit hakkının beyanlar hanesine işlenmesine karar verilmesi yerine tapu kütüğüne tesciline karar verilmesi doğru görülmemiş ise de bu hususlar kararın bozularak yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden HUMK’nın 438/7 maddesi gereğince hüküm sonucunun aşağıdaki şekilde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda (1) numaralı bentte açıklanan nedenlerle davalı kurum temsilcinin diğer temyiz itirazlarının reddine, (2) numaralı bent uyarınca kabulü ile hüküm fıkrasının 3. Bendinin hükümden çıkartılarak yerine “Kurulan geçit hakkının Türk Medeni Kanununun 748/3 maddesi uyarınca tapu kaydının beyanlar hanesinde gösterilmesine” cümlesinin eklenmesi suretiyle düzeltilmesine, hükmün HUMK’nun 438/7. maddesi gereğince DEĞİŞTİRİLMİŞ ve DÜZELTİLMİŞ bu şekliyle ONANMASINA, 28.11.2013 tarihinde oybirliğiyle karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/11152 K: 2012/13821
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/10311 K: 2015/10871
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/10309 K: 2018/2532
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/8466 K: 2017/1073
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/2217 K: 2012/2909
Geçit hakkı tesis edilmekle kendiliğinden infaz kabiliyeti kazanmaz. Hüküm özetinin tapunun beyanlar hanesine işlenmesi gerekir.
Davacı tarafından, davalılar aleyhine 10.05.2011 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı kurulması istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 02.11.2011 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalılar … ve … tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, Türk Medeni Kanununun 747.maddesine dayalı geçit hakkı kurulması istemine ilişkindir. Davalılardan, … ve … davanın reddini savunmuş, diğer davalılar cevap vermemişlerdir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiştir. Hükmü, davalılar … ve … temyiz etmiştir.
1-Yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve dosya içeriğine göre davalıların diğer temyiz itirazları yerinde görülmemiş, reddi gerekmiştir.
2-Geçit hakkı irtifak hakkı olmakla birlikte özünü komşuluk hukukundan almaktadır. Geçit hakkı kurulmasına ilişkin hükümde, lehine geçit hakkı tesis edilen taşınmaz ile üzerinden geçit hakkı kurulan taşınmazların ve geçit genişliği ile kurulan geçit büyüklüğünün duruksamaya yer vermeksizin yer alması zorunludur. Geçit hakkı tesis edilmekle kendiliğinden infaz kabiliyeti kazanmaz. Hüküm özetinin tapunun beyanlar hanesine işlenmesi gerekir.
Somut uyuşmazlıkta mahkemece geçit hakkı usulüne uygun bir biçimde tesis edilmiş ise de; hükümde, kurulan geçit hakkının tapu kütüğünün beyanlar hanesine işlenmesi yönünde herhangi bir ibarenin yer almaması
infazda tereddüt oluşturabileceğinden hükmün bu haliyle bozulması gerekmekte ise de; düşülen yanlışlığın giderilmesi yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden hüküm fıkrasının HUMK’nun 438/VII maddesi gereğince düzeltilerek onanmasına karar verilmiştir.
SONUÇ: Yukarıda 1. bentte yazılı nedenlerle davalıların diğer temiyz itirazlarının kabulüne, 2. bent uyarınca kabulü ile hüküm fıkrasının 3.bendine “Beğel Köyü 937 ve 938 parsel sayılı taşınmazların tapu kütüklerinde” ibaresinden sonra gelmek üzere “beyanlar hanesinde gösterilmesine” cümlesinin eklenmesine, hükmün DEĞİŞTİRİLMİŞ VE DÜZELTİLMİŞ BU ŞEKLİ İLE ONANMASINA, peşin harcın istek halinde yatırana iadesine, 29.02.2012 gününde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/11152 K: 2012/13821
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/17021 K: 2020/5628
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/8466 K: 2017/1073
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/405 K: 2012/1312
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/405 K: 2012/1312
Geçit hakkı kurulmasına ilişkin hükümde, lehine geçit hakkı tesis edilen taşınmaz ile üzerinden geçit hakkı kurulan taşınmazların ve geçit genişliği ile kurulan geçit büyüklüğünün duruksamaya yer vermeksizin yer alması zorunludur. Geçit hakkı tesis edilmekle kendiliğinden infaz kabiliyeti kazanmaz. Hüküm özetinin tapunun beyanlar hanesine işlenmesi gerekir.
Davacılar vekili tarafından, davalılar aleyhine 16.12.20008 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 18.10.2011 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davacılar vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, Türk Medeni Kanununun 747.maddesine dayalı geçit hakkı kurulması istemine ilişkindir. Davalılardan …, …, … davanın reddini savunmuş, diğer davalılar cevap vermemişlerdir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiştir.
Hükmü, davacı vekili “kurulan geçit hakkının Türk Medeni Kanununun 748/3 maddesi gereğince tapu kütüğüne tescili yönünde hüküm tesis edilmemesi” gerekçesiyle temyiz etmiştir.
Geçit hakkı irtifak hakkı olmakla birlikte özünü komşuluk hukukundan almaktadır. Geçit hakkı kurulmasına ilişkin hükümde, lehine geçit hakkı tesis edilen taşınmaz ile üzerinden geçit hakkı kurulan taşınmazların ve geçit genişliği ile kurulan geçit büyüklüğünün duruksamaya yer vermeksizin yer alması zorunludur. Geçit hakkı tesis edilmekle kendiliğinden infaz kabiliyeti kazanmaz. Hüküm özetinin tapunun beyanlar hanesine işlenmesi gerekir.
Somut uyuşmazlıkta mahkemece geçit hakkı usulüne uygun bir biçimde tesis edilmiş ise de; hükümde, kurulan geçit hakkının tapu kütüğünün beyanlar hanesine işlenmesi yönünde herhangi bir ibarenin yer almaması infazda tereddüt oluşturabileceğinden hükmün bu haliyle bozulması gerekmekte ise de; düşülen yanlışlığın giderilmesi yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden hüküm fıkrasının HUMK’nun 438/VII maddesi gereğince düzeltilerek onanmasına karar verilmiştir.
SONUÇ: Yukarıda yazılı nedenlerle davacılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hüküm fıkrasının 1.bendine “geçit hakkı tesisine” ibaresinden sonra gelmek üzere “tapu kütüğünün beyanlar hanesinde gösterilmesine” cümlesinin eklenmesine, hükmün DEĞİŞTİRİLMİŞ VE DÜZELTİLMİŞ BU ŞEKLİ İLE ONANMASINA, 02.02.2012 gününde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/11944 K: 2006/12116 T: 31.10.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 1983/7839 K: 1984/3362 T. 7.5.1984
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/11152 K: 2012/13821
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/17021 K: 2020/5628
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2013/1524 K: 2015/1041
Zorunlu geçit hakkının genel yola kadar kurulması şarttır. Uygulamada buna kesintisizlik ilkesi denilmektedir. Yani taşınmaz yararına tesis edilen geçidin, genel yola kesintisiz ulaşması sağlanmalıdır.
Taraflar arasındaki “geçit hakkı” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Karaman Sulh Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 20.03.2012 gün ve 2011/702 E., 2012/448 sayılı kararın incelenmesi davalı E.. E.. vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin 27.11.2012 gün ve 2012/11152 E., 2012/13821 sayılı ilamı ile:
“…Davacı, 361 parsel numaralı taşınmazının genel yol ile bağlantısının bulunmadığını belirterek, davalılara ait 363 ve 364 parsel numaralı taşınmazlar üzerinden geçit hakkı kurulmasını talep etmiştir.
Mahkemece, 22.04.2010 tarihli fen bilirkişi raporunun ekindeki krokide gösterildiği şekilde 361 parsel yararına, 364 parsel numaralı taşınmaz üzerinden (C) harfi ile gösterilen 8,66 m2’lik, 363 parsel numaralı taşınmaz üzerinden de 111,63 m2’lik (A) harfi ve 46,83 m2’lik (B) harfi ile gösterilen kısımlardan geçit hakkı tesisine dair verilen karar; Dairemizce “Zorunlu geçit hakkının genel yola kadar kesintisiz kurulması şart olup, genel yol ile bağlantısı bulunmayan, paftasında dere ve sonrasında tescil harici kısma bağlantı sağlanarak davalı parsellerden geçit tesisi ile kesintisizlik ilkesi ihlal edilmiştir” gerekçesi ile bozulmuştur.
Mahkemece bozmaya uyularak Orman İşletme Müdürlüğü’ne yazılan yazı doğrultusunda, krokide genel yola bağlantı sağlayan yolun mevcut kullanım şekli ile halk tarafından kullanılmasında bir sakınca bulunmadığı gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiş, hükmü davalı E.. E.. vekili temyiz etmiştir.
Bozma ilamımızda da belirtildiği gibi zorunlu geçit hakkının genel yola kadar kesintisiz kurulması şart olup mahkemece Dairemizin bozma ilamına aykırı olarak genel yol ile bağlantısı bulunmayan, paftasında dere ve sonrasında tescil harici kısma bağlantı sağlanarak davalı parsellerden geçit tesisi ile kesintisizlik ilkesine aykırı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir…” gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, geçit hakkı istemine ilişkindir. Davacı vekili, müvekkiline ait 361 parsel numaralı taşınmazın yola cephesinin bulunmadığını belirterek, davalılara ait 363 ve 364 parsel numaralı taşınmazlardan kendi taşınmazı lehine geçit hakkı tesis edilmesine karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Davalı E.. E.. vekili, davanın reddini istemiş, diğer davalılar cevap vermemişlerdir.
Yerel Mahkeme; davanın kabulü ile davacının maliki bulunduğu 361 nolu parsel lehine, davalılar adına kayıtlı bulunan 363 ve 364 nolu parsel numaralı taşınmazlardan 3 metre genişliğinde geçit hakkı tesisine karar vermiş; bu karar davalı E.. E.. vekilinin temyizi üzerine Özel Dairece zorunlu geçit hakkının genel yola kadar kesintisiz kurulması gerektiği, genel yol ile bağlantısı bulunmayan davacı taşınmazı yararına, paftasında dere ve sonrasında tescil harici kısma bağlantı sağlanarak davalı parsellerden geçit tesisi ile kesintisizlik ilkesi ihlal edildiği gerekçesi ile bozulmuştur.
Yerel Mahkemece, bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonunda, Orman İşletme Şefliğince verilen 23.12.2011 cevabi yazıda krokide genel yola bağlantı sağlayan fiilen kullanılan yolun kadimden beri kullanıla geldiği ve fiili durumdaki şekli ile halkın kullanımında herhangi bir sakınca olmadığının belirtildiği, bu yazı uyarınca tapulama harici bırakılan kadimden beri kullanılan yola kadar davacı parseli lehine geçit hakkı tesis edilmesi gerektiği gerekçesiyle; davanın kabulü ile davacının maliki bulunduğu 361 nolu parsel lehine, davalılar adına kayıtlı bulunan 363 ve 364 nolu parsel numaralı taşınmazlardan 3 metre genişliğinde geçit hakkı tesisine karar vermiş, bu karar, davalı E.. E..’nin temyizi üzerine Özel Dairece başlık bölümünde yazılı nedenlerle bozulmuş, yerel mahkemece önceki gerekçeler tekrarlanmak suretiyle direnme kararı verilmiştir. Direnme kararını davalı E.. E.. vekili ve dahili davalı A.. C.. temyiz etmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; genel yola bağlantısı bulunmayan taşınmaz yararına, kadastro paftasında dere ve sonrasında tescil harici bırakılan kısma bağlantı sağlanmak suretiyle geçit hakkı tesisinin mümkün olup olmadığı noktasında toplamaktadır.
Öncelikle, uyuşmazlığın çözümünde etkili yasal düzenlemelerin irdelenmesinde yarar bulunmaktadır. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (TMK)’nun “Zorunlu geçit” başlıklı 747. maddesi:
“Taşınmazından genel yola çıkmak için yeterli geçidi bulunmayan malik, tam bir bedel karşılığında bir geçit hakkı tanınmasını komşularından isteyebilir.
Bu hak, ilk önce kendisinden bu geçidin istenmesi önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun düşen komşuya karşı ve daha sonra bundan en az zarar görecek olana karşı kullanılır.
Zorunlu geçit iki tarafın menfaati gözetilerek belirlenir.” hükmünü içermektedir.
Anılan maddeye göre, genel yola çıkmak için yeterli bir geçidi bulunmayan taşınmaz sahibi, tam bir bedel karşılığında komşularından kendisine geçmek için geçit hakkı tanınmasını isteyebilir. Kanun koyucu bu düzenleme ile şartların gerçekleşmesi halinde ihtiyaç sahibine irtifak hakkı kurulmasını isteme hakkı sağlamıştır.
Geçit hakkı, yenilik doğuran bir hak olup, bu hak, geçit ihtiyacı bulunan taşınmazın mülkiyetine bağlıdır. Hak sahibinin, bu hakkını kullanarak irtifak hakkı kurulmasını istemesi ile yükümlü taşınmaz maliki irtifak hakkı kurma borcu altına girmektedir. Taşınmazın bu borçla yükümlü olma durumu, mülkiyetin dolayısıyla kısıtlanmasını teşkil etmektedir. Bu borç yerine getirilince, ortaya geçit irtifakı çıkmaktadır (Oğuzman/Seliçi Ö./Oktay Özdemir S.; Eşya Hukuku, 12. Bası, Filiz Kitabevi, İstanbul 2009, s.467).
TMK. m. 747 uyarınca bir taşınmaz malikinin diğerinden geçit irtifakı kurulmasını isteyebilmesi için öncelikle geçit isteyen taşınmaz malikinin genel yola çıkmak için yeterli bir geçiti bulunmamalıdır. Hiç geçit bulunmaması gibi mevcut geçidin ihtiyacı karşılamaması da söz konusu şartın gerçekleşmesi için yeterlidir.
Öte yandan, geçit güzergahı, önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun düşen komşu taşınmaz, bu yoksa bundan en az zarar görecek taşınmazın durumu ve maliklerinin uğrayacakları zararlar göz önünde tutularak belirlenmelidir (TMK m. 747/2).
Hemen belirtmek gerekir ki, zorunlu geçit hakkının genel yola kadar kurulması şarttır. Çünkü TMK’nun 747. maddesinin ve maddenin dayandığı düşüncenin temeli budur. İşte bu yüzden m. 747/1 de “Taşınmazından genel yola çıkmak için yeterli geçidi bulunmayan malik, tam bir bedel karşılığında bir geçit hakkı tanınmasını komşularından isteyebilir.” denilmiştir. Uygulamada buna kesintisizlik ilkesi denilmektedir. Yani taşınmaz yararına tesis edilen geçidin, genel yola kesintisiz ulaşması sağlanmalıdır.
Eldeki davada: davacı, 361 parsel sayılı taşınmazın yola cephesinin bulunmadığı, geçit ihtiyacının olduğu açıktır. Geçit davasında amaç genel yola bağlantısı olmayan taşınmazları genel yola kesintisiz olarak bağlamaktır.
Ne var ki, mahkemenin gerekçesine esas aldığı bilirkişi raporunda davacı taşınmazı yararına 363 ve 364 parsel numaralı taşınmazlar üzerinden kurulan geçit güzergahının zemindeki Karakaya deresine bağlandığı görülmektedir. Geçitin bağlandığı ve krokide 1 no’lu köprü mahalli olarak gösterilen dere üzerindeki bu kısma davacı inisiyatifi ile yapılacak köprüden sonra, zeminde yol olarak kullanılan fakat kadastro paftasında tescil harici olarak görünen yerden geçilmek suretiyle genel yola ulaşıldığı anlaşılmaktadır.
Geçit hakkının yukarıda açıklandığı gibi genel yola kadar kesintisiz kurulması şart olup, mahkemece, genel yol ile bağlantısı bulunmayan, paftasında dere ve sonrasında tescil harici kısma bağlantı sağlanarak davalı parsellerden geçit tesisi edilmesi nedeniyle kesintisizlik ilkesi ihlal edilmiştir.
Bununla birlikte, dereler devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden olmakla, ileride buraların dava konusu yapılabileceği de gözetilmelidir.
Görüşmeler sırasında bir kısım üyelerce; davacı taşınmazının mutlak geçit ihtiyacı içinde olduğu, direnme kararının onanması gerektiği yönünde görüş beyan edilmiş ise de, bu görüş yukarıda belirtilen nedenlerle Kurul çoğunluğu tarafından kabul edilmemiştir.
O halde, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davalı E.. E.. vekilinin ve dahili davalı A.. C..’nin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 18.03.2015 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/14-264 K: 2006/237 T.26.4.2006
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1994/848 K: 1995/75 T:15.2.1995
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/164 K: 2011/245 T: 29.04.2011
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/439 K: 2002/478 T: 05.06.2002
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/8466 K: 2017/1073
Zorunlu geçit hakkı, mülkiyet hakkının kanundan doğan dolaylı bir sınırlaması olduğundan bu tür sınırlamalar ancak mülkiyet hakkına konu taşınmazlar için söz konusu olabilir.
Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 14.02.2014 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı istenmesi üzerine bozma ilamına uyularak yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 17.02.2016 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı hazine vekili, bir kısım davalılar vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması istemine ilişkindir. Davacı vekili, 141 ada 34 parsel sayılı taşınmazı lehine, 141 ada 33 veya 32 parsel sayılı taşınmazlardan ya da tapulama harici yerden geçit hakkı kurulmasını istemiştir.
Mahkemece ilk olarak, aleyhine geçit istenen 141 ada 33 parsel maliki davalı …’ın 18.09.1976 tarihinde öldüğü, davacının ölü kişiye karşı dava açtığı, mirasçıların davaya dahil edilemeyeceği gerekçesiyle davanın pasif husumet yokluğu nedeniyle reddine karar verilmiş, davacı vekilinin temyiz talebi üzerine hükmün, Dairemizin 03.02.2015 tarih 2014/9139 Esas, 2015/1092 Karar sayılı ilamıyla bozulmasına karar verilmiştir.
Mahkemece bozma ilamına uyularak, davanın kabulüne 141 ada 34 parsel lehine 141 ada 33 parsel ve tapulama harici yer aleyhine geçit hakkı tesisine karar verilmiştir. Hükmü, davalı … vekili ve bir kısım davalılar vekili temyiz etmiştir.
Zorunlu geçit hakkı, mülkiyet hakkının kanundan doğan dolaylı bir sınırlaması olduğundan bu tür sınırlamalar ancak mülkiyet hakkına konu taşınmazlar için söz konusu olabilir.
Taşınmaz mallarda mülkiyet hakkı, kural olarak o taşınmazın tapu siciline tescil edilmesi ile doğar. Tapu siciline kayıtlı olmayan bir taşınmaz üzerinde mülkiyet hakkının varlığından söz edilemez. Mülkiyet hakkının kanundan doğan dolaylı sınırlamaları, bir yasa hükmü gereği kendiliğinden doğmayıp ancak belli koşulların varlığı halinde hak sahibine bir talep hakkı tanıdığından bu kısıtlamaların doğması için tapu siciline tescil edilmeleri gerekir. Ayrıca zorunlu geçit hakkı, taşınmaza bağlı bir irtifak hakkı olduğundan Türk Medeni Kanununun 780. maddesi uyarınca da bu hakkın doğumu için tescil şarttır. Yine aynı kanunun tapu siciline ilişkin 1000. ve 1008. maddelerinde de bu irtifak hakkının tapu siciline tescil edilmesi gerekliliği belirtilmektedir.
Bu ilkeler ışığında somut olaya bakıldığında; 141 ada 34 parsel lehine 3 m. genişliğinde 141 ada 33 parsel sayılı taşınmazda sarıya boyalı 267,58 m2, tapulama harici yerde yeşile boyalı A harfiyle gösterilen 122,81 m2, toplam 390,39 m2’lik yerden geçit tesis edilmiştir. Mahkemece, tapusuz taşınmazın aleyhine geçit tesis edilemeyeceği gözönünde bulundurulup gerekirse yeniden keşif yapılmalı, bilirkişilerden tapulama harici yerin geçit alternatiflerine dahil edilmeden ek rapor aldırılarak sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken belirtilen hususlar gözetilmeksizin yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz edilen hükmün BOZULMASINA, bozma sebebine göre sair temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına, peşin yatırılan temyiz harcının istek halinde yatırana iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 15.02.2017 tarihinde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/11944 K: 2006/12116 T: 31.10.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 1983/7839 K: 1984/3362 T. 7.5.1984
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/11152 K: 2012/13821
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/17021 K: 2020/5628
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/10309 K: 2018/2532
Zorunlu geçit hakkı, taşınmaza bağlı bir irtifak hakkı olduğundan Türk Medeni Kanununun 780. maddesi uyarınca da bu hakkın doğumu için tescil şarttır. Yine aynı kanunun tapu siciline ilişkin 1000. ve 1008. maddelerinde de bu irtifak hakkının tapu siciline tescil edilmesi gerekliliği belirtilmektedir.
Davacı tarafından, davalı aleyhine 04.12.2013 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı kurulması talebi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 12.03.2015 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesi gereğince geçit hakkı kurulması istemine ilişkindir. Davacı, 841 parsel sayılı taşınmazı lehine, parseline komşu tapulama harici bırakılan taşınmazdan geçit hakkı kurulmasını talep etmiştir. Davalı vekili, davanın haksız ve yersiz olarak açıldığını, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davacının davasının kabulü ile, … Merkez Karabayır Köyünde bulunan 841 parsel lehine, fen bilirkişiler … ve … tarafından düzenlenen 21/01/2015 tarihli raporda boşluk olarak tespit dışı bırakıldığı belirlenen 1.alternatif olarak gösterilen A ve B rakamlarının toplamlarından oluşan 109,12 m²’lik alan aleyhine geçit hakkı tesisi ile tapuya kayıt ve tesciline karar verilmiştir. Hükmü, davalı … vekili temyiz etmiştir.
Zorunlu geçit hakkı, mülkiyet hakkının kanundan doğan dolaylı bir sınırlaması olduğundan bu tür sınırlamalar ancak, mülkiyet hakkına konu taşınmazlar için söz konusu olabilir.
Taşınmaz mallarda mülkiyet hakkı, kural olarak o taşınmazın tapu siciline tescil edilmesi ile doğar. Tapu siciline kayıtlı olmayan bir taşınmaz üzerinde mülkiyet hakkının varlığından söz edilemez. Mülkiyet hakkının kanundan doğan dolaylı sınırlamaları, bir yasa hükmü gereği kendiliğinden doğmayıp ancak belli koşulların varlığı halinde hak sahibine bir talep hakkı tanıdığından bu kısıtlamaların doğması için tapu siciline tescil edilmeleri gerekir. Ayrıca zorunlu geçit hakkı, taşınmaza bağlı bir irtifak hakkı olduğundan Türk Medeni Kanununun 780. maddesi uyarınca da bu hakkın doğumu için tescil şarttır. Yine aynı kanunun tapu siciline ilişkin 1000. ve 1008. maddelerinde de bu irtifak hakkının tapu siciline tescil edilmesi gerekliliği belirtilmektedir.
Bu ilkeler ışığında somut olaya bakıldığında; 841 parsel lehine, fen bilirkişiler … ve … tarafından düzenlenen 21/01/2015 tarihli raporda boşluk olarak tespit dışı bırakıldığı belirlenen 1.alternatif olarak gösterilen A ve B rakamlarının toplamlarından oluşan 109,12 m²’lik alan aleyhine geçit hakkı tesis edilmiştir. Mahkemece, tapusuz taşınmazın aleyhine geçit tesis edilemeyeceği gözönünde bulundurularak dava konusu taşınmazın geniş paftası getirtilerek, tapulama harici yer geçit alternatiflerine dahil edilmeden farklı alternatifler değerlendirilerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken belirtilen hususlar gözetilmeksizin yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz edilen hükmün BOZULMASINA, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 02.04.2018 tarihinde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/11944 K: 2006/12116 T: 31.10.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 1983/7839 K: 1984/3362 T. 7.5.1984
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2003/1306 K: 2003/1733 T: 13.3.2003
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/17021 K: 2020/5628
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/10311 K: 2015/10871
Aleyhine geçit kurulması talep edilen taşınmazların da tapulu olmaması halinde bunların tapuya tescilinde hukuki yararı bulunduğundan mahkemece davacıya istediği takdirde tescil harici taşınmazın da tapuya tescilini sağlamak amacıyla yetki ve süre verilmeli ve bu davanın sonucu beklenmeli, bu işlemler tamamlandıktan sonra geçit istemi incelenmelidir.
Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 23.09.2013 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı kurulması istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 20.01.2015 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi bir kısım davalılar vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
KARAR Dava, geçit hakkı kurulması isteğine ilişkindir. Davalı, davanın reddini savunmuştur. Mahkemece, davacı taşınmazı yararına, ..parsel sayılı taşınmazdan ve tescil harici yerden geçit hakkı kurulmasına karar verilmiş, davalı vekilinin temyizi üzerine hüküm Dairemizce, geçit davalarında uygulanan kesintisizlik ilkesine uygun şekilde davacıya .. parsel sayılı taşınmazından kadastrol yola kesintisiz şekilde ulaşma imkanı sağlayacak biçimde geçit hakkı tesisine karar verilmesi gerektiği hususu belirtilerek bozulmuştur.
Mahkemece, Dairemizin bozma ilamına uyularak davanın kabulüne karar verilmiş ise de yine .. parsel sayılı taşınmazdan tescil harici yerden geçit kurularak bozma gereği yerine getirilmemiştir.
Zorunlu geçit hakkının hukuki niteliği gereği leh ve aleyhine geçit tesisi istenen taşınmazların tapu siciline kayıtlı olmaları gerekir. 11.02.1959 tarihli ve 1958/14 Esas, 1959/13 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında zorunlu geçit hakkının ancak tapuda kayıtlı taşınmazlar hakkında söz konusu olabileceği, tapu siciline kayıtlı olmayan yerler için böyle bir zorunluluk doğduğunda ise tapuya tescil gerekliliği yerine getirildikten sonra ihtiyaç sahibi kişinin talepte bulunmasının mümkün olduğu öngörülmüştür.
Bu nedenle zorunlu geçit gereksinimi duyan ve taşınmazı tapuda kayıtlı olmayan davacıya talep ettiği takdirde mahkemece taşınmazının tapuya tescilini sağlamak amacıyla dava açması için yetki ve süre verilmelidir.
Aleyhine geçit kurulması talep edilen taşınmazların da tapulu olmaması halinde bunların tapuya tescilinde hukuki yararı bulunduğundan mahkemece davacıya istediği takdirde tescil harici taşınmazın da tapuya tescilini sağlamak amacıyla yetki ve süre verilmeli ve bu davanın sonucu beklenmeli, bu işlemler tamamlandıktan sonra geçit istemi incelenmelidir.
Somut olayda davacıya ait ..parsel yararına kurulan geçit genel yola değil tescil harici bölüme bağlanmıştır. Yukarıda değinilen ilkelere göre davacıya ait taşınmazın genel yola değil tescil harici bırakılan ve tapuda kayıtlı olmayan bölüme bağlanması doğru değildir. Mahkemece davacı taşınmazını genel yola kesintisiz bağlayacak güzergah belirlenerek, gerekirse davacıya tescil harici bölümün tapuya tescili için yetki ve süre verilerek geçit tesis edilmesi gerekirken yanılgılı olarak yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, hükmün bu sebeple bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle bir kısım davalılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan harcın istek halinde yatıranlara iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 26.11.2015 tarihinde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/11944 K: 2006/12116 T: 31.10.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 1983/7839 K: 1984/3362 T. 7.5.1984
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/11152 K: 2012/13821
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/17021 K: 2020/5628
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2010/672 K: 2010/1095
Aleyhine geçit kurulması talep edilen taşınmazların da tapulu olmaması halinde bunların tapuya tescilinde hukuki yararı bulunduğundan davacıya yine dilediği ve istediği takdirde mahkemece bunların da tapuya tescilini sağlamak amacıyla yetki ve süre verilmeli ve bu davaların sonucu beklenmeli, bunlar tamamlandıktan sonra geçit istemi incelenmelidir.
Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 20.02.2009 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı kurulması istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kısmen kabulüne dair verilen 10.12.2009 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
K A R A R_ Davacı, genel yola çıkışı olmayan 3524 ve 3527 parsel sayılı taşınmazları lehine, davalılara ait 3526 parsel sayılı taşınmaz üzerinden geçit hakkı kurulmasını istemiştir.
Mahkemece davanın kabulüne karar verilerek, bilirkişinin 08.09.2009 tarihli raporunda, davalılara ait 3526 parsel sayılı taşınmaz üzerinden (A) ile gösterilen, kırmızı renkle taralı yerden ve (B) ile gösterilen mavi taralı olarak gösterilen tescil harici yerden geçit kurulmuş, hükmü davalılar temyiz etmiştir.
Dava, Türk Medeni Kanununun 747. maddesine dayanılarak açılmış geçit hakkı kurulması istemine ilişkindir. Ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi geçit davalarının nedenidir. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine mutlak geçit ihtiyaç veya geçit yoksunluğu, ikincisine de nisbi geçit ihtiyacı yada geçit yetersizliği denilmektedir.
Geçit hakkı verilmesine ilişkin davalarda bu hak taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından leh ve aleyhine geçit istenen taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına geçit istenen taşınmaz müşterek mülkiyete konu ise dava paydaşlardan biri veya birkaçı tarafından açılabilir. Geçit ihtiyacı olan kişi davasını öncelikle taşınmazların mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun taşınmaz malikine karşı ve daha sonra bundan en az zarar görecek olana yöneltmelidir.
Mahkemece kurulan geçit hakkının Türk Medeni Kanununun 748/3 maddesi uyarınca tapu siciline kaydı gereklidir.
Davacıya ait 3524 ve 3527 parsel sayılı taşınmazların geçit ihtiyacının bulunduğu açıktır. Mahkemece yapılan araştırma sonucu istek hüküm altına alınmış ise de geçit hakkına konu olan yerin bir kısmı tescil harici bırakılan taşınmazdır. Zorunlu geçit hakkı, mülkiyet hakkının kanundan doğan dolaylı bir sınırlaması olduğundan bu tür sınırlamalar, ancak mülkiyet hakkına konu taşınmazlar için söz konusu olabilir.
11.2.1959 tarih 1958/14 Esas, ve 1959/13 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında da “… Bir gayrimenkule sahip olmak ancak tapu kaydıyla mümkün olur. Şu halde tapuya kayıtlı olmayan bir gayrimenkulün zilyedi o yerin maliki ve sahibi sayılamayacağından komşu gayrimenkul malikinden lüzumlu geçit hakkını isteyemeyeceği gibi, tapuda kayıtlı olamayan geçit hakkına mevzu teşkil edecek gayrimenkul zilyedine karşı da bir hak istimal olunamaz. Tapuda kayıtlı olmayan gayrimenkul lehine ve yine tapuda kayıtlı olmayan gayrimenkul aleyhine geçit hakkına müteallik bir karar istihsal edilse bile bu hakkın Medeni Kanunun 672. maddesi hükmü dairesinde tapu siciline tescili mümkün değildir. Halbuki sözü geçen madde bu hakkın tapuya tescil edilmesi lüzumuna amildir. İşte bu madde hükmü dahi tapuda kayıtlı olmayan diğer bir gayrimenkul zilyedi aleyhine lüzumlu geçit talebinde bulunamayacağını teyit etmektedir. Tariki amme çıkmak için kafi bir yolu bulunmayan zilyedin eğer o gayrimenkulü tescil ettirmek hakkını kazanmışsa, evvela o gayrimenkulünü tapuya tescil ettirdikten ve geçit hakkına mevzu olacak komşu gayrimenkulde tapuda kayıtlı olmayıp, o gayrimenkulün zilyedi lehine iktisap şartları tahakkuk etmişse, lüzumlu geçit hakkına haiz olan şahsın hukuki menfaati dolayısıyla, sözü geçen bu gayrimenkulün zilyet adına tescilini talep ve temin ettikten sonra, lüzumlu geçit isteme hakkını kullanması lazımdır” denilmek suretiyle, zorunlu geçit hakkının ancak tapuda kayıtlı taşınmazlar hakkında söz konusu olabileceği, tapu siciline kayıtlı olmayan yerler için böyle bir zorunluluk doğduğunda ise, tapuya tescil gerekliliği yerine getirildikten sonra ihtiyaç sahibi kişinin talepte bulunmasının mümkün olduğu öngörülmüştür.
Zorunlu geçit hakkının hukuki niteliği, açıklanan ilgili yasa hükümleri ve İçtihadı Birleştirme kararı uyarınca, leh ve aleyhine geçit tesisi istenen taşınmazların tapu siciline kayıtlı olmaları gerekir.
Aleyhine geçit kurulması talep edilen taşınmazların da tapulu olmaması halinde bunların tapuya tescilinde hukuki yararı bulunduğundan davacıya yine dilediği ve istediği takdirde mahkemece bunların da tapuya tescilini sağlamak amacıyla yetki ve süre verilmeli ve bu davaların sonucu beklenmeli, bunlar tamamlandıktan sonra geçit istemi incelenmelidir.
Mahkemece tüm bu hususlar gözetilmeksizin tapuda kayıtlı olmayan taşınmaz aleyhine hüküm kurulmuş olması doğru olmadığından karar bozulmalıdır.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davalının temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, bozma nedenine göre diğer hususların incelenmesine yer olmadığına 08.02.2010 gününde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2003/1306 K: 2003/1733 T: 13.3.2003
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/11152 K: 2012/13821
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/17021 K: 2020/5628
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2009/14637 K: 2010/479
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2009/14637 K: 2010/479
Geçit hakkı verilmesine ilişkin davalarda bu hak taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından leh ve aleyhine geçit istenen taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına geçit istenen taşınmaz müşterek mülkiyete konu ise dava paydaşlardan biri veya birkaçı tarafından açılabilir.
Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 19.06.2008 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı kurulması istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 29.07.2009 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi Hazine vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
K A R A R Davacı, tapuda adına kayıtlı 657 parsel numaralı taşınmazının genel yol ile bağlantısının bulunmadığını belirterek davalılara ait 658 ve 659 parsel sayılı taşınmazlardan geçit hakkı kurulması isteğinde bulunmuştur. Davalı davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece davanın kabulü ile, 657 parsel numaralı taşınmaz yararına tescil harici bırakılan taşınmazdan geçit hakkı kurulmasına karar verilmiş olup hüküm, davalı hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Dava, Türk Medeni Kanunu’nun 747. maddesine dayanılarak açılmış geçit hakkı kurulması istemine ilişkindir. Ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi geçit davalarının nedenidir. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine mutlak geçit ihtiyaç veya geçit yoksunluğu, ikincisine de nisbi geçit ihtiyacı yada geçit yetersizliği denilmektedir.
Geçit hakkı verilmesine ilişkin davalarda bu hak taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından leh ve aleyhine geçit istenen taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına geçit istenen taşınmaz müşterek mülkiyete konu ise dava paydaşlardan biri veya birkaçı tarafından açılabilir. Geçit ihtiyacı olan kişi davasını öncelikle taşınmazların mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun taşınmaz malikine karşı ve daha sonra bundan en az zarar görecek olana yöneltmelidir.
Açıklanan ilkeler doğrultusunda somut olaya gelince;
Davacıya ait 657 parsel numaralı taşınmazın geçit ihtiyacının bulunduğu açıktır. Mahkemece yapılan araştırma sonucu istek hüküm altına alınmış ise de geçit hakkına konu olan yer tescil harici bırakılan taşınmazdır. Zorunlu geçit hakkı, mülkiyet hakkının kanundan doğan dolaylı bir sınırlaması olduğundan bu tür sınırlamalar, ancak mülkiyet hakkına konu taşınmazlar için söz konusu olabilir.
11.2.1959 tarih 1958/14 Esas, ve 1959/13 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında da “… Bir gayrimenkule sahip olmak ancak tapu kaydıyla mümkün olur. Şu halde tapuya kayıtlı olmayan bir gayrimenkulün zilyedi o yerin maliki ve sahibi sayılamayacağından komşu gayrimenkul malikinden lüzumlu geçit hakkını isteyemeyeceği gibi, tapuda kayıtlı olamayan geçit hakkına mevzu teşkil edecek gayrimenkul zilyedine karşı da bir hak istimal olunamaz. Tapuda kayıtlı olmayan gayrimenkul lehine ve yine tapuda kayıtlı olmayan gayrimenkul aleyhine geçit hakkına müteallik bir karar istihsal edilse bile bu hakkın Medeni Kanunun 672. maddesi hükmü dairesinde tapu siciline tescili mümkün değildir. Halbuki sözü geçen madde bu hakkın tapuya tescil edilmesi lüzumuna amildir. İşte bu madde hükmü dahi tapuda kayıtlı olmayan diğer bir gayrimenkul zilyedi aleyhine lüzumlu geçit talebinde bulunamayacağını teyit etmektedir. Tariki amme çıkmak için kafi bir yolu bulunmayan zilyedin eğer o gayrimenkulü tescil ettirmek hakkını kazanmışsa, evvela o gayrimenkulünü tapuya tescil ettirdikten ve geçit hakkına mevzu olacak komşu gayrimenkulde tapuda kayıtlı olmayıp, o gayrimenkulün zilyedi lehine iktisap şartları tahakkuk etmişse, lüzumlu geçit hakkına haiz olan şahsın hukuki menfaati dolayısıyla, sözü geçen bu gayrimenkulün zilyet adına tescilini talep ve temin ettikten sonra, lüzumlu geçit isteme hakkını kullanması lazımdır” denilmek suretiyle, zorunlu geçit hakkının ancak tapuda kayıtlı taşınmazlar hakkında söz konusu olabileceği, tapu siciline kayıtlı olmayan yerler için böyle bir zorunluluk doğduğunda ise, tapuya tescil gerekliliği yerine getirildikten sonra ihtiyaç sahibi kişinin talepte bulunmasının mümkün olduğu öngörülmüştür.
Zorunlu geçit hakkının hukuki niteliği, açıklanan ilgili yasa hükümleri ve İçtihadı Birleştirme kararı uyarınca, leh ve aleyhine geçit tesisi istenen taşınmazların tapu siciline kayıtlı olmaları gerekir.
Aleyhine geçit kurulması talep edilen taşınmazların da tapulu olmaması halinde bunların tapuya tescilinde hukuki yararı bulunduğundan davacıya yine dilediği ve istediği takdirde mahkemece bunların da tapuya tescilini sağlamak amacıyla yetki ve süre verilmeli ve bu davaların sonucu beklenmeli, bunlar tamamlandıktan sonra geçit istemi incelenmelidir.
Mahkemece tüm bu hususlar gözetilmeksizin tapuda kayıtlı olmayan taşınmaz aleyhine hüküm kurulmuş olması doğru olmadığından karar bozulmalıdır.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davalının temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, bozma nedenine göre diğer hususların incelenmesine yer olmadığına 25.01.2010 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/11944 K: 2006/12116 T: 31.10.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 1983/7839 K: 1984/3362 T. 7.5.1984
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2003/1306 K: 2003/1733 T: 13.3.2003
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/17021 K: 2020/5628
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/17021 K: 2020/5628
Zorunlu geçit hakkının hukuki niteliği gereği leh ve aleyhine geçit tesisi istenen taşınmazların tapu siciline kayıtlı olmaları gerekir. Zorunlu geçit hakkının ancak tapuda kayıtlı taşınmazlar hakkında söz konusu olabileceği, tapu siciline kayıtlı olmayan yerler için böyle bir zorunluluk doğduğunda ise tapuya tescil gerekliliği yerine getirildikten sonra ihtiyaç sahibi kişinin talepte bulunmasının mümkün olduğu öngörülmüştür.
Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 05/11/2015 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı kurulması talebi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 18/05/2016 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı … adına köy muhtarı tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
K A R A R Davacı, 514 parsel sayılı taşınmazın maliki olduğunu, parselin yola çıkışının bulunmadığını, yol çıkmak için en uygun yer olan köy boşluğundan açtığı yol hakkında köy muhtarlığının şikayeti üzerine Devrekani Kaymakamlığı tarafından men kararı verildiğini belirterek, davalıya ait köy boşluğu olarak bırakılan alandan, bedeli karşılığında geçit hakkı verilmesini istemiştir. Davalı … adına köy muhtarı, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davanın kabulü ile, teknik bilirkişiler… ve …nün 19/04/2016 tarihli rapor ve krokisinde II numaralı güzergah (G_2) olarak gösterilen tapulama harici taşlık alandan geçen 168,24 m2 lik alandan davacıya ait Devrekani ilçesi, Başakpınartepe Köyü 514 parsel lehine geçit hakkı tesisine karar verilmiştir.
Hükmü davalı köy muhtarı temyiz etmiş, mahkeme ek karar ile dava değeri kesinlik sınırı içinde kaldığından temyiz isteminin reddine karar verilmiştir.
Taşınmazların aynına ilişkin davalar, taşınmazın değerine bakılmaksızın temyiz yoluna gidilebilecek davalardan olduğundan temyiz isteminin reddine dair karar kaldırılarak, hükmün esastan incelenmesi gerekmiştir.
Zorunlu geçit hakkının hukuki niteliği gereği leh ve aleyhine geçit tesisi istenen taşınmazların tapu siciline kayıtlı olmaları gerekir. 11.02.1959 tarihli ve 1958/14 Esas, 1959/13 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında zorunlu geçit hakkının ancak tapuda kayıtlı taşınmazlar hakkında söz konusu olabileceği, tapu siciline kayıtlı olmayan yerler için böyle bir zorunluluk doğduğunda ise tapuya tescil gerekliliği yerine getirildikten sonra ihtiyaç sahibi kişinin talepte bulunmasının mümkün olduğu öngörülmüştür.
Bu nedenle zorunlu geçit gereksinimi duyan davacı taşınmazına geçit için uygun diğer alternatifler incelenmeli, tapuda kayıtlı taşınmazlardan geçit verilmesinin uygun olup olmadığı gerekçeleri belirtilerek incelenmeli, uygun değil ise tapuda kayıtlı olmayan tescil harici yerin tapuya tescilini sağlamak için davacıya dava açması için yetki ve süre verilmeli, bu davanın sonucu beklenmeli, bu işlemler tamamlandıktan sonra geçit istemi incelenmesi gerekirken yanılgılı olarak yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, hükmün bu sebeple bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davalının temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan harcın yatırana iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 30.09.2020 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/11944 K: 2006/12116 T: 31.10.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 1983/7839 K: 1984/3362 T. 7.5.1984
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2003/1306 K: 2003/1733 T: 13.3.2003
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/11152 K: 2012/13821
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2012/11152 K: 2012/13821
Geçit hakkının genel yola kadar kesintisiz kurulması şart olup mahkemece genel yol ile bağlantısı bulunmayan, paftasında dere ve sonrasında tescil harici kısma bağlantı sağlanarak davalı parsellerden geçit tesisi ile kesintisizlik ilkesine aykırı şekilde hüküm kurulması bozma nedenidir.
Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 10.11.2008 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı tesisi istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 20.03.2012 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı … vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
K A R A R Davacı, 361 parsel numaralı taşınmazının genel yol ile bağlantısının bulunmadığını belirterek, davalılara ait 363 ve 364 parsel numaralı taşınmazlar üzerinden geçit hakkı kurulmasını talep etmiştir.
Mahkemece, 22.04.2010 tarihli fen bilirkişi raporunun ekindeki krokide gösterildiği şekilde 361 parsel yararına, 364 parsel numaralı taşınmaz üzerinden (C) harfi ile gösterilen 8,66 m2’lik, 363 parsel numaralı taşınmaz üzerinden de 111,63 m2’lik (A) harfi ve 46,83 m2’lik (B) harfi ile gösterilen kısımlardan geçit hakkı tesisine dair verilen karar; Dairemizce “Zorunlu geçit hakkının genel yola kadar kesintisiz kurulması şart olup, genel yol ile bağlantısı bulunmayan, paftasında dere ve sonrasında tescil harici kısma bağlantı sağlanarak davalı parsellerden geçit tesisi ile kesintisizlik ilkesi ihlal edilmiştir” gerekçesi ile bozulmuştur.
Mahkemece bozmaya uyularak Orman İşletme Müdürlüğü’ne yazılan yazı doğrultusunda, krokide genel yola bağlantı sağlayan yolun mevcut kullanım şekli ile halk tarafından kullanılmasında bir sakınca bulunmadığı gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiş, hükmü davalı … vekili temyiz etmiştir.
Bozma ilamımızda da belirtildiği gibi zorunlu geçit hakkının genel yola kadar kesintisiz kurulması şart olup mahkemece Dairemizin bozma ilamına aykırı olarak genel yol ile bağlantısı bulunmayan, paftasında dere ve sonrasında tescil harici kısma bağlantı sağlanarak davalı parsellerden geçit tesisi ile kesintisizlik ilkesine aykırı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davalı … vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin harcın istek halinde yatırana iadesine, 27.11.2012 gününde oybirliği ile karar verildi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/11944 K: 2006/12116 T: 31.10.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 1983/7839 K: 1984/3362 T. 7.5.1984
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2003/1306 K: 2003/1733 T: 13.3.2003
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/818 K: 2014/3248 T: 11.03.2014
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2003/1306 K: 2003/1733 T: 13.3.2003
Aleyhine geçit hakkı kurulan parsel maliye hazinesi adına tapuda kayıtlı olup, üzerinde köy okuluna ait intifa hakkı bulunduğundan dava konusu parsel kamu hizmetine tahsis edilmiş özel mülkiyete konu olamayacak bu nedenle de üzerinde geçit kurulamayacak yerlerdendir.
Davacı vekili tarafından, davalı aleyhine 4.12.2001 gününde verilen dilekçe ile geçit hakkı kurulması istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 16.5.2002 günlü hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
Davacı, 450 parsel sayılı taşınmazı için davalıya ait 449 parsel sayılı taşınmazdan geçit hakkı verilmesini istemiştir. Mahkemece; davanın kabulüne karar verilmiş; Hüküm, davalı Hazine vekili tarafından temyize getirilmiştir.
Dava, 743 sayılı Medeni Kanunun 671. maddesi uyarınca geçit hakkı verilmesi istemine ilişkindir. Bu tür davaları ancak yola gereksinimi olan yani hiç yolu bulunmayan ya da yeterli yolu olmayan taşınmaz malikleri açabilir. Amaç, onları kesintisiz olarak genel yola ulaştırmaktır. Tarafların yararları, taşınmazların kullanım amaçları objektif esaslara göre incelenerek saptanmalı, yolun verilmesinden en az zarar görecek taşınmaz üzerinden geçit tesis edilmelidir.
Somut olayda; davacı taşınmazının genel yola bağlantısının olmadığı sabittir. Ancak, aleyhine geçit kurulan 449 parselin Maliye Hazinesi adına tapuda kayıtlı olup, üzerinde köy okuluna ait intifa hakkı bulunduğu anlaşılmaktadır. Böylece; dava konusu 449 parselin kamu hizmetine tahsis edilmiş özel mülkiyete konu olamayacak bu nedenle de üzerinde geçit kurulamayacak yerlerden olduğu gözetilmeden yazılı olduğu şekilde davanın kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiştir. Mahkemece yapılacak iş, taşınmaz başında yeniden keşif yaparak dosyada mevcut bilirkişi raporlarına göre üzerinde ev bulunduğu anlaşılan 945 ve 946 parsel sayılı taşınmazlar yönünden bina bulunmayan kısımlarından geçit verilebilme olasılığı ile “eğimi nedeniyle geçit verilmesi ekonomik olmayacağı” zirai bilirkişi tarafından bildirilen 1105 numaralı mera parselinin içinden olmak üzere 449 parselin çevresinden bu yola ulaşma imkanının bulunup bulunmadığı saptanmalıdır.
Kabule göre ise; geçit bedelinin hükümden önce mahkeme veznesine depo ettirilmesi gerekirken, bu ilke gereğinin yerine getirilmemiş olması doğru görülmemiştir.
Sonuç: Yukarıda yazılı nedenlerle; temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, 13.3.2003 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/11944 K: 2006/12116 T: 31.10.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 1983/7839 K: 1984/3362 T. 7.5.1984
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2003/7666 K: 2003/7882 T: 7.11.2003
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2003/3374 K: 2003/4239 T: 23.5.2003
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1994/848 K: 1995/75 T:15.2.1995
Genel yola çıkmak için yeterli yolu bulunmayan taşınmaz sahibinin, komşunun taşınmazından geçit isteyebilmesi için yeterli yol kavramını “zaruret hali” olarak kabul etmek gerekir.
Taraflar arasındaki “geçit hakkı” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; B. Asliye 1. Hukuk Mahkemesi’nce davanın kabulüne dair verilen 5.7.1993 gün ve 1993/6242-1993/535 sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 14. Hukuk Dairesi’nin 28.3.1994 gün ve 641-3103 sayılı ilâmı; (… 93 sayılı parselin evvelki malikinin 21.6.1993 günlü krokide işaretlenen çıkmaz yoldan komşuları bulunan 81 ilâ 94 sayılı parsellerin malikleri ile birlikte yararlanarak K: Deresi üzerinden genel yola ulaştığı dosyadan anlaşılmıştır. Hal böyle olunca 93 sayılı parselin yeni malikinin de bu yollardan yararlanma olanağının bulunduğu bu hali ile taşınmazın malikinin yol için zaruri bir ihtiyaç içinde kalmadığı anlaşıldığından davanın reddine karar vermek gerekirken kabulüne karar verilmesi doğru değildir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Karar: Medeni Kanun’un 671. maddesine göre genel yola çıkmak için “kafi yolu” bulunmayan taşınmaz sahibi, komşularından geçit hakkı isteyebilir.
Komşunun taşınmazından geçit isteyebilmek için maddenin öngördüğü bu kafi yol kavramını “zaruret hali” olarak anlamak gerekir. Çünkü bu istem neticede karşı tarafın mülkiyet hakkını sınırlayıcı bir taleptir. O nedenledir ki, gerek öğretide, gerekse uygulamada geçit zaruretinin iki şekilde ortaya çıkabileceği kabul edilmektedir. Birinci hal, taşınmazın hiç yolunun bulunmamasıdır. Buna (geçit yoksunluğu) veya (mutlak geçit zarureti) denilmektedir. İkinci durum ise (geçit yetersizliği)’dir ki, bir başka anlatımla (nisbi geçit zarureti) şeklinde de ifade edilmektedir.
Geçit hakkı isteminin ileri sürülmesi halinde mahkemece öncelikle bu iki halden hangisinin söz konusu olduğuna bakılmalıdır.
İstemin mutlak geçit yoksunluğuna dayalı olması durumunda, hiç yolun bulunmaması sebebiyle, çekişmenin çözümü sadece en uygun yolun neresi olacağının belirlenmesi noktasında düğümlenir.
Geçit yetersizliğine dayalı olarak bir istemde bulunulması halinde ise, konu daha karmaşık ve çok boyutludur. Çünkü, öncelikle geçit yetersizliği kavramının değerlendirilmesi zorunludur. Yani mevcut yolun kafi olup olmadığının mahkemece takdiri gerekmektedir. Bu yetersizlik, çeşitli nedenlere dayandırılabileceğinden çözümde ancak dayanılan bu neden veya nedenlerin kabul edilebilir olup olmadığının etraflıca tartışılıp irdelenmesinden sonra ortaya çıkabilir. Bu sebepledir ki, geçit yetersizliğine dayalı olarak bir istemde bulunulduğu, mahkemece öncelikle bu yetersizliğin gerçekten söz konusu olup olmadığı üzerinde durulmalı, bu husus her yönüyle incelenip araştırılmalı, gerekli görülürse uzman bilirkişi veya bilirkişilerin düşüncelerinden de yararlanılmak suretiyle bir sonuca ulaşılmalıdır. Böylece bir geçit zarureti yetersizliğinin mevcut olduğu kabul edilirse, ondan sonra en uygun yolun neresi olacağının araştırılmasına geçilmelidir.
Somut olayda; davacı her ne kadar mutlak geçit yoksunluğundan söz ederek, 93 parsel numaralı taşınmazı için geçit hakkı istenmiş ise de, savunma ve yerinde yapılan keşifte düzenlenen kroki ile pafta örneğinden davacı taşınmazın güneybatı ucundan aşağıya doğru davacı taşınmazı gibi yolu olmayan onu aşkın parselin arasından inen ve geniş K: Deresi’ne ulaşan bir çıkmaz yolun mevcut olduğu görülmüştür. Buradan da genel yola çıkıldığının ileri sürülmesine ve komşu parsel maliklerinden olan davalı tanıklarınca da bu hususun doğrulanmasına rağmen, mahkemece bu hususlar üzerinde yeterince durulmadan, eksik incelemeye, yetersiz bilirkişi düşüncesine, denetim ve değerlendirmeye elverişsiz krokiye müsteniden davanın kabulü yönüne gidildiği anlaşılmıştır.
Bu haliyle davanın mutlak değil nisbi geçit zaruretine dayalı olduğunun ve bu nisbiliğin de mevcut yolun yetersizliğine istinat ettirildiğinin kabulü zorunludur.
O halde, mahkemece, öncelikle yararına geçit istenen taşınmaz ile etrafındaki tüm parselleri ve ulaşılabilecek genel yolları gösteren kadastro paftası getirildikten sonra, yukarıda da vurgulandığı üzere, mevcut yolun gerçekten kafi olup olmadığının ve dereceden yararlanılarak genel yola çıkış olanağı verip vermediğinin, taraf kanıtları çerçevesinde etraflıca araştırılması, bu konuda uzman bilirkişilerin mütalaasına başvurulması ve ondan sonra bir neticeye varılması gerekir. Bu sonuca ulaşılırken de, İsviçre Federal Mahkemesi’nin bir kararında belirtildiği üzere “eğer var olan çıkış yolları, eksik de olsa ulaşımı sağlıyorsa, böyle bir hakkın ileri sürülemeyeceği” (Senai Olgaç, Türk Medeni Kanunu Şerhi İstanbul, 1969 sh 672/4) ve “mevcut bir geçit bağının, sırf (kullanışsız) olmasının da bir geçit yetersizliği olarak kabul edilmesini gerektirmeyeceği” (Ergun Özsunay, Zaruri Geçit Hakkı, İstanbul-1968 Sh.47) hususları gözönünde tutulmalıdır.
Bu durumda uyuşmazlığın niteliğine göre, belirtilen inceleme ve araştırmalar yapılan yazılı gerekçe ile davanın kabulüne ilişkin kararda direnilmesi doğru değildir. O halde usul ve yasaya aykırı bulunan direnme kararı bozulmalıdır.
Sonuç: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulüyle direnme kararının, yukarıda gösterilen sebepten ötürü HUMK:nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz harcının geri verilmesine, 15.2.1995 gününde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/14-264 K: 2006/237 T.26.4.2006
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/965 K: 1999/975 T: 17.11.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2013/96 K: 2013/859 T: 19.06.2013
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/7-134 K: 2006/140 T. 5.4.2006
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 1983/7839 K: 1984/3362 T. 7.5.1984
Genel yola çıkmak için geçit hakkı istenebilir. Denizden yararlanma gayesiyle geçit hakkı tanınması istenemez. Belediye Encümeni kararının, Tapu İdaresince yerine getirilip, getirilmemesi idari işlem olup, idari yargının denetimine bağlıdır.
DAVA VE KARAR: Davacı Bedriye Otluoğlu ve arkadaşı vekili tarafından, davalı Emine Muammer Dural ve arkadaşları aleyhine 13.5.1981 gününde verilen dilekçe ile 100 ve 101 parselleri lehine denize çıkmak üzere 102 parselden geçit hakkı istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın reddine ve görev yönünden dava dilekçesinin reddine dair verilen 19.4.1983 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davacılar vekili tarafından istenilmekle, süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kâğıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
SONUÇ: İncelenen dosya münderecatına, kararın dayandığı gerekçelere göre yerinde bulunmayan temyiz itirazlarının reddi ile usul ve yasaya uygun olan hükmün (ONANMASINA), oybirliğiyle karar verild
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/11944 K: 2006/12116 T: 31.10.2006
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/11492 K: 2013/11674 T: 17.09.2013
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 1990/7765 K: 1990/7312 T: 21.9.1990
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 1993/1886 K: 1993/2626 T: 29.3.1993
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2006/11944 K: 2006/12116 T: 31.10.2006
Ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi geçit davalarının nedenidir. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine mutlak geçit ihtiyaç veya geçit yoksunluğu, ikincisine de nisbi geçit ihtiyacı yada geçit yetersizliği denilmektedir.
Dava, geçit hakkı kurulması istemine ilişkindir. Ülkemizde arazi düzenlenmesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın yol ihtiyacına cevap verilmemesi geçit davalarının nedenidir. Geçit hakkı verilmesiyle genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunsa bile bu yol ile ihtiyacı karşılanamayan taşınmazın genel yolla kesintisiz bağlantısı sağlanır. Uygulama ve doktrinde genellikle bunlardan ilkine mutlak geçit ihtiyaç veya geçit yoksunluğu, ikincisine de nisbi geçit ihtiyacı yada geçit yetersizliği denilmektedir.
Somut olayda; Davacı, genel yola bağlantısı bulunmayan 1308 parsel sayılı taşınmazı yararına davalılara ait 1309 ve 1320 parsel sayılı taşınmazlardan geçit hakkı kurulmasını istemiştir.
Mahkemece, davacıya ait taşınmaz yararına 1320 parsel sayılı taşınmazdan geçit kurulmasına karar verilmiş; hükmü, 1320 parsel sayılı taşınmaz malikleri temyiz etmişlerdir.
Zorunlu geçit hakkının az yukarıda açıklandığı gibi genel yola kadar kesintisiz kurulması şarttır. Mahkemece, 1308 parsel sayılı taşınmaz yararına kurulan geçit hakkı genel yola bağlanmamış, genel yol ile aleyhine geçit kurulan 1320 parsel arasında bulunan ve tapuda harman yeri vasfı ile özel sicilinde kayıtlı olan 1636 parsel sayılı taşınmaz sınırında bırakılmıştır.
Harman yerleri, anılan niteliğine uygun şekilde kullanılmak amacıyla kamunun ortak kullanımına bırakılan yerlerdendir. Başka bir deyişle, harman yerleri bu niteliklerinden başka bir amaçla kullanılamaz. Bu nedenle, harman yerlerinin yol olarak kullanması mümkün olmadığı gibi, davacının münhasıran kullanmasına da bırakılamaz.
Mahkemece, yeniden keşif yapılarak özel mülk olarak tapuda kayıtlı diğer tüm seçenekler değerlendirilerek fedakarlığın denkleştirilmesi ilkesi uyarınca en uygun güzergahtan davacıya ait parsel yararına genel yola kadar kesintisiz geçit hakkı kurulması gerekir. Bu yönün göz ardı edilerek geçidin harman yeri vasfı ile özel sicilinde kayıtlı 1636 parsel sayılı taşınmaz sınırında bırakılması doğru olmadığından karar bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 1983/7839 K: 1984/3362 T. 7.5.1984
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2018/265 K: 2018/2827 T: 09.04.2018
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/3871 K: 2014/7902 T: 12.06.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/8167 K: 2014/9035 T: 07.07.2014
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/14-264 K: 2006/237 T.26.4.2006
Orman içerisinde fiili yollar bulunduğu saptansa dahi, 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 17. Maddesi uyarınca, bu konudaki yetkinin orman bakanlığına ait olması nedeniyle, davacının öncelikle anılan hükümde öngörülen prosedür çerçevesinde, anılan yollardan yararlandırılması için Orman Bakanlığı’na başvurması gerekir; bu istem reddedilirse, ret işleminin iptali istemiyle açılacak dava idari yargıda görülür.
Taraflar arasındaki “geçit hakkı tesisi” davasından dolayı, bozma üzerine direnme yoluyla; P. Asliye 2. Hukuk Mahkemesi’nden verilen 4.5.2005 gün ve E: 2004/467, K: 2005/148 sayılı kararın bozulmasını kapsayan ve Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’ndan çıkan 30.11.2005 gün, 2005/14-638 Esas, 2005/689 karar sayılı ilamın karar düzeltme yoluyla incelenmesi davalılardan Hazine vekili tarafından verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla; Hukuk Genel Kurulu’nca dilekçe, düzeltilmesi istenilen ilam ve dosyadaki ilgili bütün kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava geçit hakkı istemine ilişkindir. Davacı S. S. Ç. Doğa Konut Yapı Kooperatifi vekili, başlangıçta Hazine’ye ait iken gerçek kişilere satılan ve en son satış yoluyla davacı kooperatif adına tapuya tescil edilen 850 parsel sayılı taşınmazın ormanla çevrili olması nedeniyle genel yola çıkışının bulunmadığını, bu nedenle Orman İdaresinden lüzumlu geçit hakkı istenildiğini, bu isteğin reddedildiğini; taşınmazı önceki maliklere satanın da, yolu vermeyenin de Hazine olduğunu, iyiniyetli başvurulardan sonuç alınamadığını ileri sürerek, çevresindeki diğer taşınmazlardan en uygun yerden geçit hakkı kurulmasına; geçit var ise korunmasına karar verilmesini istemiştir.
Davalı Orman İdaresi vekili, ormanların mülkiyetinin, işletilmesinin, idare ve gözetiminin Devlet’e ait olduğunu; Devlet ormanlarında izin ve irtifak hakkı tesisinin 6831 sayılı kanunun 17. maddesinde özel olarak düzenlendiğini, uyuşmazlığa özel hukuk hükümlerinin uygulanamayacağını savunarak davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
Davalı Hazine vekili, davacının taşınmazın genel anlamda yola çıkışın olmadığını bilerek taşınmazı satın aldığını, dava dilekçesinde geçit hakkı istenen parsellerin de gösterilmediğini, geçit hakkı verilmesini gerektiren koşulların oluşmadığını savunarak davanın reddini istemiştir.
Yerel Mahkeme; davacıya ait 850 numaralı parsele orman parseli olan 938 numaralı parsel dışında başkaca komşu parsel bulunmadığı, Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin kararlılık kazanmış içtihatlarına göre, mera ve ormanlar aleyhine zorunlu geçit hakkı tesisinin mümkün olmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar vermiş; bu karar 14. Hukuk Dairesince ve aynı yöndeki direnme kararı da, davacı vekilinin temyizi üzerine Hukuk Genel Kurulunca bozulmuştur.
Davalılardan Hazine vekili, Hukuk Genel Kurulunun bozma ilamıyla ilgili olarak karar düzeltme isteminde bulunmuştur.
Hukuk Genel Kurulu’nun karar düzeltme istemine konu edilen kararının gerekçe ve sonuç bölümleri, aşağıdaki gibidir:
“… H- GEREKÇE: Dava, Türk Medeni Kanunu’nun 747. maddesine dayalı geçit hakkı kurulması istemine ilişkindir.
Bir geçit isteminin çözüm ve sonuçlandırılmasında gözönünde tutulması gereken genel ilkeleri şöyle belirlemek mümkündür:
Geçit hakkı davalarını, genel yola bağlantısı olmayan veya yolu bulunmasına rağmen mevcut bu yol ile ihtiyacı karşılanmayan tapulu taşınmaz maliki açabilir.
Bunlardan ilkine mutlak geçit ihtiyacı veya geçit yoksunluğu, ikincisine nispi geçit ihtiyacı veya geçit yetersizliği denilebilir.
Geçit ihtiyacı olan kişi, davasını öncelikle taşınmazların önceki mülkiyet ve yol durumuna göre en uygun taşınmaz malikine karşı ve daha sonra bundan en az zarar görecek olana yöneltilmesi gerekir.
Geçit hakkı verilmesi isteğine ilişkin davalarda, bu hak taşınmaz leh ve aleyhine kurulacağından, leh ve aleyhine geçit istenen tapulu taşınmaz maliklerinin tamamının davada yer alması zorunludur. Ancak, yararına geçit istenen taşınmazın müşterek mülkiyete konu olması halinde, paydaşlardan bir ya da bir kaçı dava açabilir.
Ülkemizde arazi düzenlemesinin sağlıklı bir yapıya kavuşmamış olması ve her taşınmazın doğrudan yol ihtiyacının karşılanmamış bulunması, geçit davalarının kaynağını oluşturmaktadır. Mahkemece uygun geçit yeri saptanırken öncelikle taraf yararlarının gözetilmesi ilkesi gözönünde tutulmalıdır. Geçit hakkı, taşınmaz mülkiyetini sınırlayan bir irtifak hakkı olmakla birlikte, bir anlamda özünü komşuluk hukukundan almaktadır denilebilir. Bunun doğal sonucu olarak da yol saptanırken komşuluk hukuku ilkeleri de esas alınmalıdır.
Geçit gereksiniminin nedeni, taşınmazın niteliği ile bu gereksinimin nasıl ve hangi araçlarla karşılanacağı, davacının sübjektif arzularına göre değil objektif esaslara göre belirlenmeli, taşınmaz mülkiyetinin sınırlandırılması konusunda genel bir ilke olan fedakarlığın denkleştirilmesi prensibi de gözetilmelidir.
Bu nedenlerle de bir taşınmaz için 2,5-3 metre genişliğindeki bir yolun yeterli olacağı kabul edilmelidir.
Davacı yararına tesis edilen geçidin, genel yola kesintisiz ulaşması sağlanmalıdır.
Saptanan geçit nedeniyle yükümlü taşınmaz malikine ödenmesi gereken bedel de yine objektif kriterlere, taşınmazın niteliğine göre atanacak bilirkişiler aracılığı ile saptanmalıdır. Saptanan bu bedel, hükümden önce depo ettirilmeli, böylece geçit bedelinin geç ödenmesinden doğabilecek sakıncalara meydan verilmemelidir. Aksinin kabulü, maddenin amacı ile de çelişir.
Kurulan geçit hakkının Medeni Kanunun 748/3. maddesi uyarınca Tapu Siciline kaydı da gereklidir.
Davanın niteliği gereği yargılama giderleri de davacı üzerinde bırakılmalıdır.
Geçit hakkına ilişkin ana ilkeler bu olmakla birlikte eldeki dava özellik taşıyan bir durum arz etmektedir. Şöyle ki: Yararına geçit kurulması istenilen davacıya ait 850 parselin dört tarafı hazine adına orman niteliği ile kayıtlı 938 parsel ile çevrili olup, genel yol ile bağlantısı bulunmadığı sabittir. Mutlak geçit ihtiyacı içersindedir. İstemi bu mutlak gereksinim nedeniyle aşağıda açıklanacak hususlar çerçevesinde çözüme kavuşturulmalıdır.
Özel Daire bozmasında da vurgulandığı üzere davacıya ait taşınmazı dört bir yandan çevreleyip kuşatan, orman vasfıyla Hazine adına kayıtlı 938 parsel üzerinde orman yönetimince gereksinimleri karşılamak üzere açılmış eylemli yollar bulunabilir. Nitekim davacı da bu tür yolların varlığından söz etmektedir.
Bunun yanı sıra bu orman parselinin çevresinde genel yol ile özel mülkiyete konu taşınmazlarda bulunabilir. Veyahut da ormanı çevreleyen özel mülkiyete konu taşınmazların ötesinde genel yol olabilir.
Bu nedenlerle mahkemece öncelikle, 938 sayılı orman parseli ile çevresindeki taşınmazları içeren pafta getirtilmeli, mahallinde yapılacak keşifte orman içindeki fiili yollar; çevreleyen özel mülkiyete konu parseller, bu parsellerden genel yola cepheli olanlar belirlenip, orman yönetiminden davacının hangi eylemli yoldan yararlanabileceği sorulup saptandıktan sonra bu cevapta dikkate alınıp yukarıdaki genel ilkeler gözetilmek suretiyle, ormana komşu sair taşınmazlardan genel yola kadar olan ulaşım olanağı araştırılmalı ve buna göre bir sonuca gidilmelidir.
Yerel mahkeme kararı yukarıda açıklanan nedenlerle ve Özel Daire kararındaki sebeplerle bozulmalıdır.
Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı HUMK’nın 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 30.11.2005 gününde oybirliği ile karar verildi.”
Davalı Hazine vekilinin karar düzeltme istemi üzerine Hukuk Genel Kurulundaki görüşmede şu sonuca varılmıştır:
Davacıya ait 850 parsel sayılı, 43.142 metrekare mesahalı ve tarla vasıflı taşınmazın dört bir tarafının, Devlet Ormanı vasfıyla Hazine adına kayıtlı 1.581.816,75 metrekare mesahalı 938 parsel sayılı taşınmaz ile çevrili olduğu çekişmesizdir.
Görülmekte olan davada, Devlet ormanı vasıflı 938 parsel sayılı taşınmazdan geçit hakkı tesisi istenilmiştir.
Yargıtay Hukuk Dairelerinin ve Hukuk Genel Kurulu’nun kararlılık kazanmış uygulamasına göre, mera ve ormanlardan zorunlu geçit tesis edilemez. Esasen, gerek Özel Daire bozma ilamında ve gerekse düzeltilmesi istenilen Hukuk Genel Kurulu kararında, aksi yönde bir benimseme de mevcut değildir: Her iki ilamda da, davacının zorunlu geçit ihtiyacı içerisinde olduğu belirtilmekle birlikte, taşınmazın dört bir tarafının Devlet ormanıyla çevrili bulunmasından dolayı, davacı lehine ormandan geçit hakkı tesis edilemeyeceği gerçeğinden hareket edilip; davacı tarafça ileri sürülen şekilde orman içerisinde fiili yollar bulunup bulunmadığının araştırılması gerektiğine işaret edilmiştir. Başka bir ifadeyle, her iki ilam da, Devlet ormanından zorunlu geçit hakkı tesisi sonucunu öngörmemektedir; sadece, eğer varsa ve hukuken olanaklı ise, orman içerisindeki fiili yollardan herkes gibi davacının da yararlanabileceği belirtilmiştir.
Ancak, karar düzeltme istemi üzerine yeniden yapılan inceleme ve değerlendirmede şu sonuca varılmıştır.:
Yerel Mahkemece, Hukuk Genel Kurulu’nun bozma ilamında da işaret edilen şekilde bir inceleme ve araştırma yapılıp, Devlet ormanı içerisinde fiili yollar bulunduğunun saptanması ve buna dayalı olarak davacı kooperatifinin bu fiili yol veya yollardan yararlanma hakkına sahip olacağı benimsenmek suretiyle bir hüküm kurulması halinde; böylesi bir hüküm, sonuç itibariyle Devlet ormanından zorunlu geçit hakkı tesisi anlamına gelecektir ki, yukarıda açıklandığı üzere buna hukuken olanak yoktur.
Öte yandan, yine karar düzeltme istemine konu Hukuk Genel Kurulu kararında yapılması gereğine işaret edilen araştırmanın sonucunda, orman içerisinde fiili yollar bulunduğu saptansa dahi, 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 17. maddesi uyarınca, bu konudaki yetkinin Orman Bakanlığına ait olması nedeniyle, davacının öncelikle anılan hükümde öngörülen prosedür çerçevesinde, anılan yollardan yararlandırılması için Orman Bakanlığı’na başvurması gerekeceği açıktır. Bu istemi reddedilirse, davacı, ancak ret işleminin iptali istemiyle bir dava açabilecektir. Böylesi bir davanın ise, adli yargının değil; 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 2/1-a maddesi uyarınca idare mahkemelerinin görevi içerisinde bulunduğunda da kuşku yoktur.
Bu durumda, Yerel Mahkemenin aynı yöndeki direnme gerekçesi usul ve yasaya uygun olup, onanmalıdır.
Ne var ki, temyiz aşamasında zuhulen direnme hükmünün bozulmasına karar verilmiş olduğu, karar düzeltme istemi üzerine yeniden yapılan inceleme sonucunda anlaşıldığından; Hukuk Genel Kurulu’nun bozma kararının kaldırılmasına, direnme kararının onanmasına karar verilmesi gerekmiştir.
Sonuç: Yukarıda açıklanan gerekçeyle; Davalı Hazine vekilinin karar düzeltme isteminin kabulüne, Hukuk Genel Kurulu’nun 30.11.2005 gün ve 2005/14-638 esas, 2005/689 karar sayılı bozma kararının kaldırılmasına, Yerel Mahkemenin temyize konu direnme kararının ONANMASINA, harcın davacıdan alınmasına ilk görüşmede çoğunluk sağlanamadığından, 26.4.2006 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1-262 K: 1999/257 T.5.5.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/7-174 K: 2004/161 T: 24.3.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1994/848 K: 1995/75 T:15.2.1995
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/8-15 K: 2004/7 T: 21.1.2004
TAPU SİCİLİNE GÜVEN İLKESİ YARGITAY KARARLARI
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2021/108 K: 2022/1929 T: 28.12.2022
Arsa sahiplerinin yapım aşamasında yükleniciye veya yüklenicinin göstereceği üçüncü kişilere pay devri, inşaata finansman sağlayabilmesi için yükleniciye verilmiş avans niteliğindedir. Sözleşme gereği yükleniciye isabet eden bağımsız bölümleri arsa sahiplerinden satın alan üçüncü kişilerin hakları, sözleşme geriye etkili olarak feshedildiği için korunamayacak iken sözleşme gereği arsa sahiplerine isabet eden bağımsız bölümleri arsa sahiplerinden satın alan üçüncü kişilerin hakları ise muhafaza edilecektir.
- Taraflar arasındaki “tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Ankara Batı 2. Asliye Hukuk Mahkemesince verilen davanın kabulüne ilişkin karar davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay (Kapatılan) 15. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir. 2. Direnme kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir. 3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:
- YARGILAMA SÜRECİ
Davacılar İstemi: 4. Davacılar vekili dava dilekçesinde; arsa sahibi müvekkilleri ile yüklenici … İnş. San. ve Tic. Ltd. Şti. arasında Ankara ili, … ilçesi, … mevkiinde 46259 ada 1 parselde kayıtlı taşınmazla ilgili olarak 11.07.2001 tarihinde kat karşılığı inşaat sözleşmesi imzalandığını, ancak yüklenicinin sözleşme gereğince edimlerini yerine getirmediğini, bu durumun Sincan 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2005/262 D. iş sayılı dosyasında alınan bilirkişi raporuyla da tespit edildiğini, inşaatın 13.08.2003 tarihine kadar bitirilmesi gerekirken, %4,25 seviyesine getirildiğini, bu nedenle müvekkilleri tarafından 25.10.2007 tarihli ihtarname ile sözleşmenin tek taraflı ve haklı olarak feshedildiğini, yüklenicinin sözleşme gereği edimlerini tam olarak yerine getirdiği takdirde payına düşecek olan dairelerden üç tanesini üçüncü kişilere devrettiğini, davalının da C blok 11 nolu bağımsız bölümü bu şekilde devraldığını, yüklenicinin hak etmediği daireleri üçüncü kişilere sattığını ileri sürerek davalı adına kayıtlı bağımsız bölüme ait tapu kaydının iptali ile müvekkilleri adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı Cevabı: 5. Davalı usulüne uygun davetiye tebliğine rağmen davaya cevap vermemiş, yargılama aşamasında ise davalı vekili davanın reddini savunmuştur.
İlk Derece Mahkemesinin Birinci Kararı: 6. Sincan 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 05.05.2009 tarihli ve 2007/463 E., 2009/218 K. sayılı kararı ile; davacı arsa sahipleri ile dava dışı yüklenici şirket arasında 11.07.2001 tarihli kat karşılığı inşaat sözleşmesi imzalandığı, sözleşmede öngörülen süre içerisinde inşaatın bitirilememesi üzerine davacılar tarafından tespit yaptırıldığı ve düzenlenen bilirkişi raporuna göre inşaatın gerçekleşme oranının %4,25 olduğu, davacıların 25.10.2007 tarihli ihtarname ile sözleşmeyi tek taraflı olarak feshettikleri, 27.02.2009 tarihli keşif sonrasında alınan bilirkişi raporunda ise, inşaatın ancak %6’lık kısmının tamamlandığının belirlendiği, taraflar arasında imzalanan sözleşmede belirlenen tarihte inşaatın bitirilememesi nedeniyle, yüklenicinin daireleri hakedişinin ve üçüncü kişilere satma hakkının bulunmadığı, yüklenici şirket tarafından hak edilmediği hâlde davaya konu C blok 11 numaralı bağımsız bölümün davalıya satıldığı gerekçesiyle davanın kabulü ile C blok 11 numaralı bağımsız bölümün davalı … adına olan tapu kaydının iptali ile davacılar adına tapuya kayıt ve tesciline karar verilmiştir.
Özel Dairenin Birinci Bozma Kararı: 7. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili tarafından temyiz isteminde bulunulmuştur.
- Yargıtay (Kapatılan) 15. Hukuk Dairesinin 26.03.2012 tarihli ve 2012/1490 E., 2012/1910 K. sayılı kararı ile; “…Dava dilekçesi ekinde sunulan 25.10.2007 tarihli ihtarname ile arsa sahiplerinin yüklenici şirketle aralarında akdedilen 11.07.2001 tarihli kat karşılığı inşaat sözleşmesini feshettikleri anlaşılmaktadır.
Arsa payı karşılığı inşaat yapım sözleşmeleri aynı zamanda tapuda pay devrini de içerdiğinden sözleşmenin noterde düzenleme şeklinde yapılması zorunlu olduğu gibi feshi için de taraf iradelerinin birleşmesi veya mahkeme kararının varlığı zorunludur. Tek taraflı irade beyanı ile kat karşılığı inşaat sözleşmesinin feshi mümkün olmadığından öncelikle yüklenici şirket aleyhine sözleşmenin feshi için ayrıca dava açılarak bu dava ile birleştirilmesi sağlanmalı, sözleşme mahkeme kararı ile feshedildiği takdirde feshin sonucuna göre yüklenicinin üçüncü kişiye devrettiği bağımsız bölümle ilgili olarak açılan tapu iptâli ve tescil davası değerlendirilerek sonucuna uygun bir karar verilmelidir. Bu husus nazara alınmayarak eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulması doğru olmamış, kararın bozulması gerekmiştir,…” gerekçesiyle karar bozulmuştur.
İlk Derece Mahkemesinin İkinci Kararı: 9. Sincan 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 14.11.2013 tarihli ve 2012/109 E., 2013/341 K. sayılı kararı ile; önceki karar gerekçesi yanında, davacıların, adına tebligat yapılamayan davalı Bahri Balcıoğlu hakkındaki davasından feragat ettikleri, Sincan 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 01.10.2009 tarihli ve 2008/579 E., 2009/454 K. sayılı dosyası incelendiğinde; davacı arsa sahipleri tarafından yüklenici aleyhine kat karşılığı inşaat sözleşmesinin feshi için dava açıldığı, yargılama sonucunda davanın kabul edilerek kat karşılığı inşaat sözleşmesinin feshine karar verildiği, kararın 09.04.2012 tarihinde kesinleştiği, yüklenicinin edimini sözleşmeye uygun olarak ifa etmediği, sözleşmeye göre arsa sahiplerine verilecek olan C bloktaki inşaatın henüz %6 seviyesinde olduğu, bu nedenle yüklenici ile davacı arsa sahipleri arasında imzalanan kat karşılığı inşaat sözleşmesinin feshine karar verildiğinin anlaşıldığı gerekçesiyle davalı Bahri Balcıoğlu hakkında açılan davanın feragat nedeniyle reddine, davalı … yönünden açılan davanın kabulü ile C blok 11 numaralı bağımsız bölümün davalı adına olan tapu kaydının iptali ile davacılar adına tapuya kayıt ve tesciline karar verilmiştir.
Özel Dairenin İkinci Bozma Kararı: 10. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili tarafından temyiz isteminde bulunulmuştur.
- Yargıtay (Kapatılan) 23. Hukuk Dairesinin 20.04.2015 tarihli ve 2014/5617 E., 2015/2716 K. sayılı kararı ile; “…Dava, arsa sahibi davacılar ile dava dışı şirket arasında imzalanan sözleşme kapsamındaki edimlerin yüklenici tarafından ifa edilmemesi ve sözleşmenin feshedilmesi nedeniyle sözleşmede üçüncü kişi konumundaki davalıya yapılan satışın haksız olduğu iddiasına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir. Anılan sözleşmenin Sincan 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 01.10.2009 tarih ve 2008/579 E., 2009/454 K. sayılı kararla feshedildiği ve bu kararın 09.04.2012 tarihinde kesinleştiği üzerindeki şerhten anlaşılmaktadır. Davalı …, uyuşmazlık konusu bölümü arsa sahiplerinden …’dan aldığını savunmuştur. Dosyada bulunan resmi akit tablosuna göre 06.09.2002 tarihinde yapılan satışın, … adına vekili … tarafından gerçekleştirildiği görülmektedir. Ne var ki, mahkemece, dava konusu bölümün sözleşmeyle hangi tarafa bırakıldığı, gerçekte kimin tarafından satıldığı ve bedelinin kime ödendiği hususları araştırılmamıştır. Yapılacak araştırma sonucunda C Blok 11 no’lu bağımsız bölümün kayıtlarda görüldüğü gibi, gerçekte adı geçen arsa sahibi tarafından satılmış olduğunun anlaşılması halinde davanın reddinin gerekeceği açıktır. HMK’nın 27/2-c maddesi uyarınca mahkemenin, açıklamaları dikkate alarak değerlendirmesi ve kararların somut ve açık olarak gerekçelendirilmesi zorunlu olup, davalı yönünden savunmanın değerlendirilip, karşılanmasını istemek hukuki dinlenilme hakkı kapsamındadır. Bu itibarla, yetersiz incelemeye dayalı hüküm tesisi usul ve Yasa’ya aykırı görülmüş, kararın bozulması gerekmiştir,…’’ gerekçesiyle karar bozulmuştur.
İlk Derece Mahkemesinin Üçüncü Kararı: 12. Ankara Batı 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 14.11.2017 tarihli ve 2015/282 E., 2017/329 K. sayılı kararı ile; önceki karar gerekçesi yanında, yükleniciden daire satın alan üçüncü kişilerin ancak yüklenicinin edimini yerine getirip daireye hak kazanması hâlinde mülkiyeti edinebilecekleri, arsa sahiplerinin yapım aşamasında yükleniciye veya yüklenicinin göstereceği kişilere pay devrinin inşaata finansman sağlayabilmesi için yükleniciye verilmiş avans niteliğinde olduğu ve yükleniciye isabet eden daireleri satın alan üçüncü kişilerin de binanın yapım hâlinde olduğunu ve yüklenici edimini ifa ettiği takdirde hak sahibi olacaklarını bildikleri, sözleşme gereğince arsa sahiplerine isabet eden bağımsız bölümleri arsa sahiplerinden satın alan üçüncü kişilerin haklarının korunacağı, yükleniciye isabet eden bağımsız bölümleri arsa sahiplerinden satın alan üçüncü kişilerin haklarının ise sözleşme geriye etkili olarak feshedildiği için korunmayacağı, 11.07.2017 tarihinde yapılan keşifte hazır bulundurulan bilirkişilerce düzenlenen 06.09.2017 tarihli raporda, davalı …’e satış yapan … isimli kişinin yüklenici şirket nam ve hesabına iş yapan kişi olduğu, …’nın arsa sahibi adına değil yüklenici adına dava konusu taşınmazı davalıya devrettiğinin belirtildiği, keşif sırasında dinlenen tanıklar … ve …’ın beyanlarından da anlaşılacağı üzere, dava konusu bağımsız bölümün yüklenici şirkete isabet eden bağımsız bölüm olduğu, davalı …’in kardeşi …’in, yüklenici şirketten taşeron olarak yaptığı işe karşılık verildiği ve tapusunun davalı … adına devredildiği, satış işlemini yapan …’nın yüklenici şirketi temsilen hareket ettiği, yükleniciden bağımsız bölüm satın alan davalı …’in hak sahibi olabilmesinin, yüklenicinin bu sözleşmeden doğan edimlerini tamamen yerine getirmiş olması koşuluna bağlı olduğu, yüklenicinin edimini sözleşmeye uygun olarak ifa etmediği, kat karşılığı inşaat sözleşmesinin geriye etkili olacak şekilde feshine karar verildiği gerekçesiyle davanın kabulü ile C blok 11 numaralı bağımsız bölümün davalı … adına olan tapu kaydının iptali ile davacılar adına tapuya kayıt ve tesciline karar verilmiştir.
Özel Dairenin Üçüncü Bozma Kararı: 13. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili tarafından temyiz isteminde bulunulmuştur.
- Yargıtay (Kapatılan) 15. Hukuk Dairesinin 03.12.2018 tarihli ve 2018/2201 E., 2018/4791 K. sayılı kararı ile; “…Dosyada bulunan tapu kaydı ve satış akit tablosuna göre kat irtifakı sonucu davacılardan … adına kaydedilen dava konusu bağımsız bölümün 06.09.2012 gün 5889 yevmiye nolu resmi senet (taşınmaz satış akit tablosu) ile davacı arsa sahibi … vekili tarafından davalı …’e satılarak tapu kaydının davalı adına intikâl ettiği anlaşılmaktadır.
Arsa sahipleri, edimini ifa etmeyen ve temerrüde düşen yüklenici ile aralarında var olan arsa payı karşılığı inşaat yapım sözleşmesinden dönseler (fesih etseler) dahi, kendilerinin dönmeden önce üçüncü kişiye satış suretiyle devrettikleri tapu payının geri verilmesini bu kişiden talep etmeleri mümkün değildir. Çünkü satın alan kişi, tasarruf yetkisi olan arsa sahibinden bağımsız bölüm satın aldığından tescil işlemi yolsuz değildir. Tapuda devir işlemi arsa sahibince yapıldığından karine de arsa sahibinin kendisine ait bağımsız bölümü satmış olmasıdır.
Ancak bu karinenin aksinin ispatı mümkün olup, arsa sahibi tapudaki satış akit tablosunun aksini, yani tapuda devrettiği bağımsız bölümün arsa payı karşılığı yapım sözleşmesi ya da ek sözleşme ile dava dışı yükleniciye bırakıldığı, bu bağımsız bölümün yüklenici tarafından satılmış olup onun istek ve talimatıyla tapuda devrin kendisi tarafından yapıldığını yasal delillerle kanıtlayabilir. Dairemiz uygulamalarında, uygulamada tapu masrafından kurtulmak düşüncesiyle yüklenicilerin kendi adlarına intikâl yaptırmadan arsa sahibi üzerinden devir yaptırdıkları bilindiğinden arsa sahibinin resmi akit tablosunun aksini ispat külfeti kolaylaştırılarak yüklenici ile 3. kişi arasında bağımsız bölümün temlikine ilişkin adi yazılı sözleşmenin ya da yüklenicinin arsa sahibine yaptığı yazılı talimatı bulunup bunların yüklenici tarafından isticvap edilerek ya da belge tanıklarınca doğrulanması ile kanıtlanabileceği kabul edilmektedir.
Bu açıklamalardan sonra somut olaya gelince mahkemenin kabulüne göre de dava konusu bağımsız bölüm arsa sahiplerine bırakılmış olup, davacı tarafça dava konusu bağımsız bölümün dönülen sözleşme ve paylaşım gereğince dava dışı yükleniciye bırakıldığı onun talimatı ile davacı arsa sahibi … tarafından davalıya tapuda devredildiği diğer bir anlatımla karinenin aksi yasal delillerle kanıtlanamadığından, davalının dava konusu yeri arsa sahibi …’dan satın aldığı kabul edilip, davanın reddine karar verilmesi gerekir.
Mahkemece bu husus gözden kaçırılarak yanlış değerlendirme ile davanın kabulü doğru olmamış, kararın bozulması uygun görülmüştür,…’’ gerekçesiyle karar oy çokluğu ile bozulmuştur.
Direnme Kararı: 15. Ankara Batı 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 07.02.2020 tarihli ve 2020/11 E., 2020/34 K. sayılı kararı ile; önceki karar gerekçesi yanında, 11.07.2001 tarihli vekâletname ile davacı arsa sahipleri tarafından yüklenici ile dava dışı …, …, …’ye inşaat ile ilgili işlemleri yapmak üzere vekâletname verildiği, sonrasında davacı … tarafından …’ya 28.08.2002 tarihli ikinci vekâletnamenin verildiği, …’nın aynı zamanda hissedar olan … Konut Yapı Kooperatifinin de vekili olduğu, aldığı vekâletnameler uyarınca kooperatif adına A blokta yer alan bir kısım bağımsız bölümlerin satışını yaptığının anlaşıldığı, dinlenen tanıklardan …’ın, emlakçı olarak çalıştığını, …’yı yüklenici şirketin temsilcisi olarak tanıdığını, şirket adına satışlar yaptığını bildiğini ifade ettiği, tanık …’ın ise kooperatif başkanı olduğunu, …’nın yüklenici şirket adına daire satışlarını organize ettiğini belirttiği, Sosyal Güvenlik Kurumundan gelen kayıtlara göre, …’nın 15.02.2002-27.08.2004 tarihleri arasında yüklenici şirkette sigortalı olarak çalıştığı, kat karşılığı inşaat sözleşmesine göre davacı arsa sahiplerine ve yüklenici şirkete verilecek bağımsız bölümlerin hangisi olduğuna ilişkin sözleşme gereği kura yolu ile bir belirlemenin yapılmadığı, dava konusu olan 11 nolu bağımsız bölümün ise davacı … adına kayıtlı iken 14.08.2002 tarihli vekâletname ile vekil olan … tarafından 06.09.2002 tarihinde davalı …’e satıldığı, somut olayda davacı arsa sahiplerince kat karşılığı inşaat sözleşmesinin düzenlenmesinden hemen sonra inşaat işlerinin takibi için …’ya vekâletname verildiği, bu kişinin aynı zamanda hissedar olan kooperatiften de vekâletname aldığı, değişik tarihlerde üçüncü kişilere devirler yaptığı, inşaatın başlangıcından itibaren yüklenici şirket adına hareket ettiği anlaşılan …’nın davacı arsa sahiplerinden aldığı vekâletname ile dava konusu yeri yüklenici adına sattığı gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi: 16. Direnme kararı süresi içinde davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
- UYUŞMAZLIK
- Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; davalının C blok 11 nolu bağımsız bölümü arsa sahibinden mi yoksa yükleniciden mi satın aldığı, davacıların tescil talebine konu bağımsız bölümün yüklenici ile yapılan kat karşılığı inşaat sözleşmesi uyarınca yükleniciye bırakılan yerlerden olduğu yönündeki iddialarını kanıtlayıp kanıtlayamadıkları, buradan varılacak sonuca göre mahkemece verilen kararın yerinde olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
III. GEREKÇE
- Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle konu ile ilgili kavramların ve yasal mevzuatın incelenmesinde yarar bulunmaktadır.
- Somut olayda uygulanması gereken ve uyuşmazlığın ortaya çıktığı tarihte yürürlükte bulunan mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun (BK) 355. maddesinde “İstisna akdi” olarak tanımlanan, 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nda (TBK) ise 470 ve devamı maddelerinde düzenlenen “Eser sözleşmesi” yüklenicinin bir eser meydana getirmeyi, iş sahibinin de bunun karşılığında bir bedel ödemeyi üstlendiği sözleşmedir.
- Her iki tarafa karşılıklı borç yükleyen bir tür iş görme sözleşmesi olan eser sözleşmesinde “eser” ve “bedel” olmak üzere iki temel unsur vardır. Bu sözleşmelerde yüklenici, iş sahibine karşı yüklendiği özen borcu nedeniyle eseri yasa ve sözleşme hükümlerine, fen, teknik ve sanat kurallarına uygun olarak yapıp zamanında tamamlayarak teslim etmeyi, iş sahibi de bu çalışma karşılığında ivaz ödemeyi üstlenmektedir.
- Bu noktada eser sözleşmesinin bir türü olan “kat karşılığı inşaat sözleşmesi” başka bir ifadeyle “arsa payı karşılığı inşaat sözleşmesi” ile ilgili açıklama yapılmasında fayda vardır.
- Kat karşılığı inşaat sözleşmesi; bir yönüyle arsa sahibinin koşullar gerçekleştiğinde sahibi olduğu taşınmazın mülkiyetinin bir kısmını yükleniciye devretmesini öngörürken, diğer yönüyle de, yüklenicinin yapacağı inşaat bakımından arsa sahibine karşı yükümlülüklerini gösteren, tapulu taşınmazın mülkiyetinin bir kısmının devrine ilişkin vaadi ve eser sözleşmesini içeren, iki tipli karma bir sözleşmedir. Başka bir anlatımla yüklenici yönünden inşaat yapma yükümlülüğünü, arsa sahibi yönünden ise tapuda pay intikal ettirme yükümlülüğünü içeren kat karşılığı inşaat sözleşmesi, hem inşaat yapma hem de satış vaadisözleşmesini bünyesinde birleştiren özel bir sözleşme türüdür.
- Kat karşılığı inşaat sözleşmesinin konusu, arsa sahibinin maliki olduğu arsa üzerine yapılacak bina inşaatıdır. Yüklenici, finansmanını sağlayarak, lüzumunda sanat, beceri ve emek sarfıyla bir bina (inşaat) meydana getirmeyi üstlenirken, arsa sahibi de buna karşılık arsa payı devri suretiyle bir bedel ödemeyi borçlanmaktadır. Bu sözleşmede ücret (bedel) arsa sahibi tarafından ayın olarak ödenmektedir.
- Hukukumuzda egemen ilke “şekil serbestisi” olup, kural olarak eser sözleşmesi herhangi bir geçerlilik şartına tabi değildir. Yasada aksi öngörülmedikçe, sözlü veya yazılı yahut resmî biçimde yapılabilir. Bununla birlikte bazı sözleşmelerin geçerli olabilmesi için yasada belirlenen şekle uygun olarak yapılması zorunludur.
- 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) “Hukuki işlem” başlıklı 706. maddesi, “Taşınmaz mülkiyetinin devrini amaçlayan sözleşmelerin geçerli olması, resmî şekilde düzenlenmiş bulunmalarına bağlıdır” şeklindedir. BK’nın 213. maddesinde de (TBK m. 237) “Akdin şekli” başlığı altında; taşınmaz satımının geçerli olması için getirilen resmî senede bağlanması şartı, taşınmaz satış vaadisözleşmeleri için de öngörülmüştür. 2644 sayılı Tapu Kanunu’nun 26. maddesine göre taşınmaz satışları için tapu sicil müdürü veya tapu sicil görevlileri yetkili iken, 1512 sayılı Noterlik Kanunu’nun 60/3. ve 89. maddelerinde taşınmaz satış vaadisözleşmelerinin noterlerce re’sen düzenleme şeklinde yapılacağı kuralı getirilmiştir.
- Anılan düzenlemeler uyarınca tapulu taşınmazlarda mülkiyetin devrini öngören sözleşmelerin geçerli olmaları için resmi şekilde yapılmaları zorunlu olup; kat karşılığı inşaat sözleşmeleri, arsa sahibi yönünden taşınmaz mülkiyetinin ileride yükleniciye devrine ilişkin bir yükümlülüğü (mülkiyetin nakline yönelik vaadi) içerdiğinden, bu tür sözleşmelerin noterde re’sen düzenleme şeklinde yapılmaları geçerlilik koşuludur. Emredici kural gereği, resmi şekle uyulmadan yapılan sözleşmeler geçersizdir.
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 30.09.1988 tarihli ve 1987/2 E., 1988/2 K. sayılı kararında belirtildiği gibi, bazı istisnaî hâllerin gerçekleşmesi durumunda, TMK’nın 2. maddesi gereğince zorunlu şekil koşuluna uygun şekilde yapılmayan kat karşılığı inşaat sözleşmesi de tarafları bağlayıcı nitelikte olabilmektedir. Öngörülen bu şekle uymaksızın imzalanan sözleşmelerin sonradan geçerlilik kazanması için ya tapuda pay devrinin yapılmış olması ya da ifanın tamamlanmış olması gerekir. Yine, şekil bakımından geçersiz olan bir kat karşılığı inşaat sözleşmesine göre yapılan karşılıklı ve kısmî ifada da tarafların yaptıkları sözleşme ile bağlı oldukları kabul edilmelidir.
- Kat karşılığı inşaat sözleşmesi, tapulu taşınmazın veya tapulu taşınmaz payının devrini içermesi nedeniyle tek taraflı irade beyanıyla feshedilemez; taraf iradelerinin fesih konusunda uyuşması gerekir veya mahkeme kararı ile fesih mümkündür. Taraf iradeleri fesih konusunda uyuşmamış ise, mutlaka hâkim kararı gereklidir.
- Hukukumuzda, kişilerin satın aldığı şeylerin ileride kendilerinden alınabileceği endişesi taşımamaları, dolayısıyla toplum düzenini sağlamak düşüncesiyle, satın alan kişinin iyi niyetinin korunması ilkesi kabul edilmiştir. Bir tanımlama yapmak gerekirse, iyi niyetten maksat “hakkın doğumuna engel olacak bir hususun, hak iktisap edilirken kusursuz olarak bilinmemesidir”.
- Belirtilen ilke, TMK’nın 1023. maddesinde aynen “Tapu kütüğündeki tescile iyiniyetle dayanarak mülkiyet veya başka bir aynî hak kazanan üçüncü kişinin bu kazanımı korunur” şeklinde yer almış, aynı ilke tamamlayıcı madde niteliğindeki 1024. maddede; “Bir aynî hak yolsuz olarak tescil edilmiş ise, bunu bilen veya bilmesi gereken üçüncü kişi bu tescile dayanamaz” biçiminde vurgulanmıştır.
- Ne var ki; tapulu taşınmazların intikallerinde, huzur ve güveni koruma, toplum düzenini sağlama uğruna, tapu kaydında ismi geçmeyen ama asıl malik olanın hakkı feda edildiğinden, iktisapta bulunan kişinin iyi niyetli olup olmadığının tam olarak tespiti büyük önem taşımaktadır. Söz konusu kişinin gerçekten iyi niyetli olması sözleşme yaptığı tapu malikinin gerçek hak sahibi olduğuna inanması kendisinden beklenen özeni göstermesine rağmen gerçek hak sahibi olmadığını, tapu sicilinde yolsuzluk bulunduğunu bilmesinin imkânsız olması gerekir. Bu görüşten hareketle kötü niyet iddiasının def’î değil itiraz olduğu, her zaman ileri sürülebileceği, mahkemece re’sen nazara alınacağı gerek 08.11.1991 tarihli ve 1990/4 E. 1991/3 K. sayılı İnançları Birleştirme Kararında ve gerekse bilimsel görüşlerde ortaklaşa kabul edilmiş, benimsenen bu ilke Hukuk Genel Kurulunun 23.05.2001 tarihli ve 2001/1-422 E., 2001/434 K. sayılı kararında da kapsamlı olarak açıklanmıştır.
- Kat karşılığı inşaat sözleşmesine göre inşaat yapan yüklenicinin, yaptığı işin karşılığı olan arsa payını, BK’nın 364. maddesi hükmü doğrultusunda, kural olarak arsa sahibine verilmesi gereken dairelerin teslimi anında talep hakkı doğar. Ancak taraflar yasa hükmünün aksine, arsa payının devrine ilişkin özel koşullar kararlaştırabilir. Örneğin, üzerinde inşaat yapılacak arsanın yükleniciye verilmesi öngörülen payının, peşinen devri kabul edilebileceği gibi, yükleniciye isabet edecek bağımsız bölümlerin kat irtifaklı arsa paylarının, inşaatın belirli aşamalarında devri de kararlaştırılabilir. İnşaatın tamamlanmasından önce yükleniciye pay devri yapılması, inşaat yapımı sırasında yükleniciye gerekli olan sermayenin sağlanarak işin bir an önce bitirilmesi amacını gütmektedir. Peşinen tapuda yapılan bu pay devri bir nevi avans niteliğindedir.
- Kat karşılığı inşaat sözleşmeleri karşılıklı edimler içerdiğinden, yüklenicinin peşinen kendisine devredilen tapuya hak kazanabilmesi için sözleşmede açık bir hüküm bulunmadıkça kendi edimini yüklendiği özen borcu uyarınca kanuna, sözleşme hükümlerine fen ve sanat kurallarına uygun olarak ifa etmiş olması gerekmektedir. Eş söyleyişle yüklenici edimini tam olarak yerine getirdiğinde, kendi adına düşen bağımsız bölümlerin tescilini isteyebilecektir. Yükleniciden pay satın alan üçüncü kişiler de yüklenicinin halefi olduklarından ancak, yüklenici edimi tam olarak yerine getirip tapuyu almaya hak kazandığı takdirde hak sahibi olacaklardır. Nitekim yüklenici edimini yerine getirmediği takdirde arsa sahibine sözleşmenin feshi ile devredilen tapunun iptalini isteme hakkı doğmaktadır. Zira ani edimli türden olan eser sözleşmeleri kural olarak geriye etkili olarak sonuç doğurmaktadır. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulunun 25.01.1984 tarihli ve 1983/3 E., 1984/1 K. sayılı kararında da kat karşılığı inşaat sözleşmelerinde yüklenicinin kendi kusuruyla işi muayyen bir zamanda bitirmeyerek temerrüde düşmesi hâlinde, uyuşmazlığın kural olarak mülga BK’nın 106-108. maddeleri gereğince çözümlenmesi gerektiği, ancak olayın niteliği ve özelliği haklı gösteriyorsa TMK’nın 2. maddesi uyarınca sözleşmenin feshinin ileriye etkili sonuç doğuracağına karar vermek gerektiği belirtilmiştir.
- İnşaatın kısa sürede tamamlanması amacıyla inşaatın başında bu sözleşme uyarınca tapuda devir yapılmasına rağmen, yüklenicinin edimini yerine getirmemesi nedeniyle sözleşmeden dönüldüğünde artık tapuda yapılan devrin sebebi ortadan kalkacak ve kayıt yolsuz tescile dönüşecektir. Avans niteliğindeki bu paylar, yüklenici temerrüde düştüğünde arsa sahibi tarafından geri istenebilir ve yüklenici ile bağımsız bölüm almak üzere sözleşme yapan üçüncü kişiler, tapuda yapılan devre rağmen bu payları arsa sahibine iade etmek zorundadır. Bu durumda üçüncü kişiler için TMK’nın 1023. maddesi uygulanamaz. Zira üçüncü kişiler yüklenicinin halefidir. Bu sözleşmenin arsa payı karşılığı inşaat sözleşmesine istinaden yapıldığını, yüklenici inşaatı tamamladığında bağımsız bölümü alabileceğini bilirler veya bilmeleri gerekir. Bu sebeple TMK’nın 1023. maddesi hükmünün uygulanması için aranan iyi niyet şartı, üçüncü kişi açısından gerçekleşmez. Anayasa Mahkemesi 2014/12321 başvuru numaralı ve 20.07.2017 tarihli kararında da, bu durumda yükleniciden tapuda devir suretiyle pay alan üçüncü kişilerin mülkiyet haklarının ihlâl edilmediğine karar vermiştir.
- Nitekim Hukuk Genel Kurulunun 08.04.2021 tarihli ve 2017/(23)15-1612 E., 2021/441 K.; 24.06.2021 tarihli ve 2017/(23)15-2930 E., 2021/831 K.; 23.12.2021 tarihli ve 2018/(23)6-1057 E., 2021/1756 K.; 08.02.2022 tarihli ve 2021/(15)6-843 E., 2022/80 K., 17.05.2022 tarihli ve 2017/(23)6-1817 E., 2022/643 K. sayılı kararlarında da aynı hususlara değinilmiştir.
- Tüm bu açıklanan maddi ve hukukî olgular ışığında somut olay değerlendirildiğinde, davacı arsa sahipleri ile dava dışı yüklenici şirket arasında Ankara ili, … ilçesi, … mevkiinde, tamamı 22556 m2 olan 46259 ada 1 nolu parselin kendi hisselerine isabet eden 6054 m2’lik kısmı üzerine bina yapılması için Ankara 29. Noterliğinin 11.07.2001 tarihli ve 10554 yevmiye sayılı düzenleme şeklinde gayrimenkul satış vaadive kat karşılığı inşaat sözleşmesi imzalanmış, sözleşmede yapılacak inşaatta bağımsız bölümlerden %35’inin arsa sahiplerine, geri kalan kısmın ise yükleniciye ait olacağı kararlaştırılmıştır.
- Sözleşmenin 10. maddesine göre, inşaatın kabasının bitiminde yüklenici hissesinin %30’u, ince işlerin bitiminde %50’si, çevre düzenlemesi yapılarak iskânın alımında ise kalan %20’sinin tapusunun verileceği kararlaştırılmıştır.
- Davacı arsa sahipleri tarafından 11.07.2001 tarihli ve 10555 yevmiye nolu vekâletname ile yüklenici şirket … İnş. San. Tic. Ltd. Şti. ile dava dışı …, …, …’ye inşaat ile ilgili işlemleri yapmak üzere vekâletname verildiği, sonrasında davacı … tarafından …, … ve yüklenici şirkete taşınmaz satışını da içeren 28.08.2002 tarihli ikinci bir vekâletnamenin verildiği görülmektedir
- Dosya içerisinde yer alan ve tapu sicil müdürlünce düzenlenen 06.09.2002 tarihli 5889 yevmiye nolu resmi senet incelendiğinde, dava konusu C blok 11 nolu bağımsız bölümün davacı …’a vekâleten … tarafından davalı …’e satıldığı anlaşılmaktadır.
- Öte yandan Sincan 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 01.10.2009 tarihli ve 2008/579 E., 2009/454 K. sayılı dosyasında; davacı arsa sahipleri tarafından yüklenici şirket aleyhine kat karşılığı inşaat sözleşmesinin feshi davası açılmış, yapılan yargılama sonucunda davanın kabulü ile kat karşılığı inşaat sözleşmesinin feshine karar verilmiş ve karar 09.04.2012 tarihinde kesinleşmiştir.
- Az yukarıda da açıklandığı üzere yükleniciden daire satın alan üçüncü kişiler, yüklenici edimini tam ve eksiksiz olarak yerine getirmesi hâlinde yüklenicinin halefi olarak mülkiyete hak kazanabilecek olup, arsa sahiplerinin yapım aşamasında yükleniciye veya yüklenicinin göstereceği üçüncü kişilere pay devri, inşaata finansman sağlayabilmesi için yükleniciye verilmiş avans niteliğindedir. Yükleniciye isabet eden bağımsız bölümleri satın alan kişilerin de inşaatın yapım aşamasında olduğunu, yüklenicinin edimini ifa etmesi hâlinde hak sahibi olacaklarını bildiklerinin kabulü gerekir. Sözleşme gereği yükleniciye isabet eden bağımsız bölümleri arsa sahiplerinden satın alan üçüncü kişilerin hakları, sözleşme geriye etkili olarak feshedildiği için korunamayacak iken sözleşme gereği arsa sahiplerine isabet eden bağımsız bölümleri arsa sahiplerinden satın alan üçüncü kişilerin hakları ise muhafaza edilecektir.
- Eldeki uyuşmazlıkta olduğu gibi tapuda devir işlemi arsa sahibi tarafından yapıldığından, mevcut karine de arsa sahibinin kendisine ait bağımsız bölümü sattığı yönündedir. Ancak bu karinenin aksinin ispatı mümkün olup, arsa sahibi tapuda devrettiği bağımsız bölümün dava dışı yükleniciye bırakıldığını, bu bağımsız bölümün yüklenici tarafından satıldığını, onun istek ve talimatıyla tapuda devrin kendisi tarafından yapıldığını kanıtlayabilir.
- Somut olayda, dava konusu C blok 11 nolu bağımsız bölüm davacı …’a vekâleten dava dışı … tarafından davalıya satılmış olup, aynı satış senedinde vekil …’nın dava dışı … Konut Yapı Kooperatifi’ne vekâleten de kooperatif adına kayıtlı A blok 37 nolu bağımsız bölümü de dava dışı üçüncü kişiye sattığı görülmektedir.
- Sosyal Güvenlik Kurumundan gelen yazı cevabına göre vekil …’nın 15.02.2002-27.08.2004 tarihleri arasında yüklenici şirkette sigortalı olarak çalıştığı, aynı zamanda taşınmazda hissedar olan … Konut Yapı Kooperatifi’nin de vekili olduğu ve aldığı vekâletnamelerle kooperatif adına kayıtlı A Blok 11-28-25-43-31-7-15 nolu bağımsız bölümlerin satışını yaptığı anlaşılmaktadır.
- Mahkemece 11.07.2017 tarihinde yapılan keşif sırasında dinlenen tanıklardan … beyanında, emlakçılık işi yaptığını, vekil …’nın yüklenici şirkete isabet eden bağımsız bölümleri yüklenici şirket adına sattığını bildiğini, tanık … ise beyanında, kooperatif başkanı olduğunu, vekil …’nın yüklenici şirketin işlerini takip ettiğini, C blok 11 nolu bağımsız bölümün davalının kardeşinin inşaatta taşeron olarak yaptığı işlere karşılık davalıya devredildiğini, dava konusu bağımsız bölümün yüklenici şirkete isabet eden bağımsız bölüm olduğunu ifade etmiştir.
- Dosya içerisinde yer alan delillerin değerlendirilmesi sonucunda, dava dışı vekil …’nın, inşaatın başlangıcından itibaren yüklenici şirket adına hareket ettiği, dava konusu bağımsız bölümün de yükleniciye isabet eden dairelerden olup arsa sahibi davacıdan aldığı vekâletname ile C blok 11 nolu bağımsız bölümü yüklenici adına davalıya sattığının kabulü gerekmektedir. Bu durumda mahkemece, arsa sahipleri tarafından tapuda devredilen bağımsız bölümün, dava dışı yükleniciye bırakılan yerlerden olduğunun kabulüne ilişkin verilen direnme kararı yerindedir.
- Diğer taraftan dava tarihi 26.11.2007 olduğu hâlde, direnmeye ilişkin gerekçeli karar başlığında 25.06.2012 olarak gösterilmiş ise de; bu yanlışlık, mahallinde düzeltilebilir maddi hata niteliğinde bulunduğundan bozma nedeni yapılmamıştır.
- Hâl böyle olunca, mahkemece usul ve yasaya uygun olarak verilen direnme kararı açıklanan gerekçelerle onanmalıdır.
- SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
Davalı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararının ONANMASINA,
Harç peşin alındığından harç alınmasın yer olmadığın,
6217 sayılı Kanun’un 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici Madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 440. maddesi uyarınca kararın tebliğ tarihinden itibaren on beş gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 28.12.2022 tarihinde oy birliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2021/194 K: 2023/411 T. 3.5.2023
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/2022 K: 2018/1168 T: 06.06.2018
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2022/111 K: 2022/1714 T: 13.12.2022
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/2273 K: 2017/2023 T: 20.12.2017
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2021/194 K: 2023/411 T. 3.5.2023
İnşaatın kısa sürede tamamlanması amacıyla inşaatın başında bu sözleşme uyarınca tapuda devir yapılmasına rağmen, yüklenicinin edimini yerine getirmemesi nedeniyle sözleşmeden dönüldüğünde artık tapuda yapılan devrin sebebi ortadan kalkacak ve kayıt yolsuz tescile dönüşecektir. Avans niteliğindeki bu paylar, yüklenici temerrüde düştüğünde arsa sahibi tarafından geri istenebilir ve yüklenici ile bağımsız bölüm almak üzere sözleşme yapan üçüncü kişiler, tapuda yapılan devre rağmen bu payları arsa sahibine iade etmek zorundadır. Bu durumda üçüncü kişiler için TMK’nın 1023 üncü maddesi uygulanamaz.
- Taraflar arasındaki tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, … Batı 5. Asliye Hukuk Mahkemesince verilen davanın kabulüne ilişkin karar davacılar vekili ile davalı … vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay (Kapatılan) 15. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
- Direnme kararı davalı … vekili tarafından temyiz edilmiştir.
- Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği düşünüldü:
- YARGILAMA SÜRECİ
Davacılar İstemi
- Davacılar vekili dava dilekçesinde; müvekkilleri ile yüklenici kooperatif arasında … ili, … ilçesi, … Mahallesi 47357 ada 1 parsel sayılı taşınmaz üzerinde bina inşa edilmesine ilişkin … 52. Noterliğinde 07.03.2005 tarihli düzenleme şeklinde taşınmaz mal satış vaadive kat karşılığı inşaat sözleşmesi imzalandığını, daha sonra kooperatif ile 29.05.2006 tarihli ve 03.12.2008 tarihli ek sözleşmelerin düzenlendiğini, sözleşmeler uyarınca kooperatife yer teslimi yapıldığını, kooperatif tarafından inşaat belli bir aşamaya getirildikten sonra sözleşme gereğince kooperatife düşecek A blok 2 No.lu bağımsız bölümün davalı …’ya devredilmesinin istendiğini, kooperatifin talebi üzerine devir işleminin yapıldığını ve bağımsız bölümün davalı adına tescil edildiğini, ancak kooperatif sözleşme gereğince edimlerini yerine getirmediğinden sözleşmenin feshi davası açıldığını, Sincan Asliye Ticaret Mahkemesinin 2011/222 Esas sayılı dosyasında sözleşmenin geriye etkili olarak feshine karar verildiğini, kararın Yargıtay incelemesinden geçerek 18.11.2013 tarihinde kesinleştiğini, davalı …’nın tapuda pay sahibi olabilmesi için arsa payı karşılığı inşaat sözleşmesinin tarafı olan kooperatifin edimini yerine getirmesi gerektiğini, ancak kooperatifin edimini yerine getirmeyerek sözleşmenin geriye etkili feshine karar verildiğini ileri sürerek davalı adına olan tapu kaydının iptali ile müvekkilleri adına tesciline karar verilmesini, 22.01.2016 tarihli ıslah dilekçesi ile de dava konusu bağımsız bölümün her türlü takyidattan arındırılmış olarak tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalılar Cevabı
- Davalı … vekili, dava konusu bağımsız bölümün bizzat davacı … tarafından müvekkiline satılarak devredildiğini, bedelin kendisine ödendiğini, müvekkilinin iyiniyetli üçüncü kişi olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.
- Dahili davalı S.S. Güzel Çağ Hedef Konut Yapı Kooperatifi vekili, dava konusu bağımsız bölümün davalı … adına kayıtlı olduğunu, eldeki davada kooperatifin sıfatının bulunmadığını belirterek davanın sıfat yokluğundan reddini savunmuştur.
İlk Derece Mahkemesi Kararı
- … Batı 5. Asliye Hukuk Mahkemesinin 18.02.2016 tarihli ve 2015/18 Esas, 2016/43 Karar sayılı kararı ile; davacı arsa sahipleri ile kooperatif arasında düzenleme şeklinde taşınmaz mal satış vaadive kat karşılığı inşaat sözleşmesi ve devamında ek sözleşmeler imzalandığı, ancak Sincan Asliye Ticaret Mahkemesinin 2011/222 Esas sayılı dosyasında inşaatın %63,30 seviyesinde olduğu tespit edilerek sözleşmelerin geriye etkili olarak feshine karar verildiği, dava konusu A blok 2 No.lu bağımsız bölümün 30.05.2008 tarihinde kat irtifakı tesisi sonucu … adına tescil edildiği, …’ın 03.06.2008 tarihli ve 16579 yevmiye sayılı resmî senetle taşınmazı 13.500,00 TL bedelle davalı …’ya satarak devrettiği, kat karşılığı inşaat sözleşmesi geriye etkili olarak feshedilmiş olmakla yükleniciye isabet eden ve yüklenicinin temlik ettiği kişilere devredilmiş olan bağımsız bölümlere ait tapu kayıtlarının iptalinin gerektiği, her ne kadar davalı, dava konusu bağımsız bölümü bizzat arsa sahibi olan davacıdan satın aldığını savunmuş ise de, dava konusu bağımsız bölümün yüklenici olan kooperatife isabet ettiğinin sözleşme, bilirkişi raporu ve kesinleşmiş olan mahkeme kararı ve dayanağı olan bilirkişi raporuyla sabit olduğu, davalı …’nın satış bedelinin davacı arsa sahibine ödendiğini gösterir kesin delil sunamadığı, sözleşme gereğince yükleniciye isabet eden bağımsız bölümün yüklenici tarafından ve temlik ettiği kişiye devredilmiş olduğunun kabulü gerektiği, yükleniciden temlik alan kişinin, binanın inşaat hâlinde olması sebebiyle iyiniyetli olduğuna dair itirazının dinlenemeyeceği gerekçesiyle davanın kabulü ile dava konusu bağımsız bölümün davalı adına olan tapu kaydının iptali ile eşit paylarla davacılar adına tesciline karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı
- Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı davacılar vekili ile davalı … vekili tarafından temyiz isteminde bulunulmuştur.
- Yargıtay (Kapatılan) 15. Hukuk Dairesinin 04.07.2018 tarihli ve 2018/999 Esas, 2018/2889 Karar sayılı kararı ile;
“…1-Davacılar vekili 07.09.2016 tarihli temyize cevap dilekçesi ile ıslahla ileri sürülen talepleri yönünden hükmün düzeltilerek onanmasını talep etmiş ise de; dilekçesi temyiz defterine kayıtlı olmadığı gibi temyiz harcının da yatırılmadığı ve bu arada temyiz süresi de geçmiş olduğundan, katılma yoluyla temyiz talebinin süre yönünden reddine karar vermek gerekmiştir.
2-Davalı …’nın temyiz itirazlarına gelince; bu davalı cevap dilekçesi ve aşamalardaki savunmalarında dava konusu bağımsız bölümü davalı yükleniciden değil, davacı arsa sahiplerinden Mürivet ‘dan bedelini ödeyerek satın aldığını ileri sürmüştür. Dosyadaki tapu kaydı ve … Tapu Sicil Müdürlüğü’nün 03.06.2008 gün 16579 yevmiye nolu satış akit tablosuna (resmi senet) göre dava konusu … Mahallesi 47357 ada 1 parsel A blok zemin kat 2 nolu bağımsız bölümün davacı … adına kayıtlı iken 03.06.2008 tarihinde satış suretiyle davalı …’ya devredildiği ve halen adı geçen şahıs adına kayıtlı olduğu anlaşılmaktadır. Tapuda satışı bizzat davacı arsa sahibi Mürivet yapmış olup, yüklenicinin talimat ve isteğiyle ve onun adına yapıldığına dair akit tablosunda açıklık bulunmamaktadır.
Arsa payı karşılığı inşaat yapım sözleşmesinin geriye etkili feshi halinde yükleniciden bağımsız bölüm ya da bölümleri satın alanlara yapılan tapu devirleri sözleşme gereği arsa sahibince yapılan avans ödemesinin iadesi niteliğinde olduğundan tapu kayıtlarının iptâl ve arsa sahipleri adına tescili gerekir ise de, satış arsa sahibince yapılıp satın alanın arsa sahibinden satın aldığını savunması ve arsa sahibinin kendisince yapılan tapu devrini yüklenicinin istek ve talimatı ile yapıldığını kanıtlayamaması halinde satış işleminin bedel karşılığı arsa sahibi ile satın alan kişi arasında yapıldığının kabulü zorunlu olacağından tapu kaydının iptâl ve tesciline karar verilmesi mümkün değildir. Somut olayda davalı …’nın bu yoldaki savunmasına karşı davacı arsa sahiplerince bu davalı ile yüklenici kooperatif arasında devir ve satış ilişkisinin bulunduğu ile tapu devrinin yüklenicinin talimatı ve isteği ile yapıldığı yasal delillerle kanıtlanmamıştır.
Bu durumda mahkemece, davalı … dava konusu taşınmazı arsa sahibi Mürivet ‘dan satın aldığı ve arsa payı karşılığı inşaat yapım sözleşmesi feshedilse dahi arsa sahibince satılan bağımsız bölümler geri istenemeyeceğinden hakkındaki davanın reddi yerine bu husus gözden kaçırılarak yanlış değerlendirme ile kabulü doğru olmamış, kararın bozulması uygun görülmüştür,…’’ gerekçesiyle karar davalı … yararına bozulmuştur.
Direnme Kararı
- … Batı 3. Asliye Hukuk Mahkemesinin 19.11.2019 tarihli ve 2019/287 Esas, 2019/425 Karar sayılı kararı ile; önceki karar gerekçesi yanında, kat karşılığı inşaat sözleşmesinde arsa, yükleniciye devredilebileceği gibi kat irtifakı tesis edildikten sonra yükleniciye isabet eden bağımsız bölümlerin tapularının yüklenici veya yüklenicinin sattığı kişilere de devredilebileceği, arsanın yükleniciye devredilmediği durumlarda kanun gereği kat irtifakı tesisi sonucu bağımsız bölümlerin arsa sahipleri adına tescil edilmesi zorunlu olduğundan, iki kez devir işlemi yapmak yerine arsa sahiplerince kendilerine isabet eden bağımsız bölümlerin yükleniciye devredilmeksizin satış yaptığı üçüncü kişilere devrinin yaygın ve bilinen bir uygulama olduğu, somut olayda, A blok 2 No.lu bağımsız bölümün sözleşme gereğince yükleniciye isabet ettiğinin belirli olduğu, kat irtifakı sonucu bağımsız bölümün arsa sahiplerinden … adına tescil edildiği, kooperatifin A blok 2 No.lu bağımsız bölüm kendisine isabet ettiği hâlde arsa sahibi tarafından satıldığı konusunda iddiasının bulunmadığı, bu durumda sözleşmeye göre yükleniciye isabet eden bağımsız bölümün yüklenicinin sattığı kişiye devredilmiş olduğunun kabul edilmesi gerektiği, yüklenici tarafından satılan dava konusu bağımsız bölümün, satın alan kişiye arsa sahibi tarafından devredildiği gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi
- Direnme kararı süresi içinde davalı … vekili tarafından temyiz edilmiştir.
- UYUŞMAZLIK
- Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olayda davalının, davacı ile yüklenici kooperatif arasında imzalanan arsa payı karşılığı inşaat sözleşmesi uyarınca yükleniciye düşen dava konusu bağımsız bölümü bizzat arsa sahibinden mi yoksa kooperatifin talebi üzerine arsa sahibinden mi aldığı, buradan varılacak sonuca göre mahkemece tapu iptali ve tescile karar verilmesinin yerinde olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
III. GEREKÇE
- Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle konu ile ilgili kavramların ve yasal mevzuatın incelenmesinde yarar bulunmaktadır.
- Somut olayda uygulanması gereken ve uyuşmazlığın ortaya çıktığı tarihte yürürlükte bulunan mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun (BK) 355 inci maddesinde “İstisna akdi” olarak tanımlanan, 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nda (TBK) ise 470 ve devamı maddelerinde düzenlenen “Eser sözleşmesi” yüklenicinin bir eser meydana getirmeyi, iş sahibinin de bunun karşılığında bir bedel ödemeyi üstlendiği sözleşmedir.
- Her iki tarafa karşılıklı borç yükleyen bir tür iş görme sözleşmesi olan eser sözleşmesinde “eser” ve “bedel” olmak üzere iki temel unsur vardır. Bu sözleşmelerde yüklenici, iş sahibine karşı yüklendiği özen borcu nedeniyle eseri yasa ve sözleşme hükümlerine, fen, teknik ve sanat kurallarına uygun olarak yapıp zamanında tamamlayarak teslim etmeyi, iş sahibi de bu çalışma karşılığında ivaz ödemeyi üstlenmektedir.
- Bu noktada eser sözleşmesinin bir türü olan “kat karşılığı inşaat sözleşmesi” başka bir ifadeyle “arsa payı karşılığı inşaat sözleşmesi” ile ilgili açıklama yapılmasında fayda vardır.
- Türk Hukuk Lûgatında, hukuki niteliği itibariyle taşınmaz satış sözleşmesi ile eser sözleşmesinden oluşan bir sözleşme türü olarak vurgulanan (Türk Hukuk Lûgatı, Türk Hukuk Kurumu, Cilt 1, … 2021, s. 669) kat karşılığı inşaat sözleşmesi; bir yönüyle arsa sahibinin koşullar gerçekleştiğinde sahibi olduğu taşınmazın mülkiyetinin bir kısmını yükleniciye devretmesini öngörürken, diğer yönüyle de, yüklenicinin yapacağı inşaat bakımından arsa sahibine karşı yükümlülüklerini gösteren, tapulu taşınmazın mülkiyetinin bir kısmının devrine ilişkin vaadi ve eser sözleşmesini içeren, iki tipli karma bir sözleşmedir. Başka bir anlatımla yüklenici yönünden inşaat yapma yükümlülüğünü, arsa sahibi yönünden ise tapuda pay intikal ettirme yükümlülüğünü içeren kat karşılığı inşaat sözleşmesi, hem inşaat yapma hem de satış vaadisözleşmesini bünyesinde birleştiren özel bir sözleşme türüdür.
- Kat karşılığı inşaat sözleşmesinin konusu, arsa sahibinin maliki olduğu arsa üzerine yapılacak bina inşaatıdır. Yüklenici, finansmanını sağlayarak, lüzumunda sanat, beceri ve emek sarfıyla bir bina (inşaat) meydana getirmeyi üstlenirken, arsa sahibi de buna karşılık arsa payı devri suretiyle bir bedel ödemeyi borçlanmaktadır. Bu sözleşmede ücret (bedel) arsa sahibi tarafından ayın olarak ödenmektedir.
- Hukukumuzda egemen ilke “şekil serbestisi” olup, kural olarak eser sözleşmesi herhangi bir geçerlilik şartına tabi değildir. Yasada aksi öngörülmedikçe, sözlü veya yazılı yahut resmî biçimde yapılabilir. Bununla birlikte bazı sözleşmelerin geçerli olabilmesi için yasada belirlenen şekle uygun olarak yapılması zorunludur.
- 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) “Hukuki işlem” başlıklı 706 ncı maddesi, “Taşınmaz mülkiyetinin devrini amaçlayan sözleşmelerin geçerli olması, resmî şekilde düzenlenmiş bulunmalarına bağlıdır” şeklindedir. BK’nın 213 üncü maddesinde de (TBK md. 237) “Akdin şekli” başlığı altında; taşınmaz satımının geçerli olması için getirilen resmî senede bağlanması şartı, taşınmaz satış vaadisözleşmeleri için de öngörülmüştür. 2644 sayılı Tapu Kanunu’nun 26 ncı maddesine göre taşınmaz satışları için tapu sicil müdürü veya tapu sicil görevlileri yetkili iken, 1512 sayılı Noterlik Kanunu’nun 60/3 üncü ve 89 uncu maddelerinde taşınmaz satış vaadi sözleşmelerinin noterlerce resen düzenleme şeklinde yapılacağı kuralı getirilmiştir.
- Anılan düzenlemeler uyarınca tapulu taşınmazlarda mülkiyetin devrini öngören sözleşmelerin geçerli olmaları için resmî şekilde yapılmaları zorunlu olup; kat karşılığı inşaat sözleşmeleri, arsa sahibi yönünden taşınmaz mülkiyetinin ileride yükleniciye devrine ilişkin bir yükümlülüğü (mülkiyetin nakline yönelik vaadi) içerdiğinden, bu tür sözleşmelerin noterde resen düzenleme şeklinde yapılmaları geçerlilik koşuludur. Emredici kural gereği, resmî şekle uyulmadan yapılan sözleşmeler geçersizdir.
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 30.09.1988 tarihli ve 1987/2 Esas, 1988/2 Karar sayılı kararında belirtildiği gibi, bazı istisnaî hâllerin gerçekleşmesi durumunda, TMK’nın 2 nci maddesi gereğince zorunlu şekil koşuluna uygun şekilde yapılmayan kat karşılığı inşaat sözleşmesi de tarafları bağlayıcı nitelikte olabilmektedir. Öngörülen bu şekle uymaksızın imzalanan sözleşmelerin sonradan geçerlilik kazanması için ya tapuda pay devrinin yapılmış olması ya da ifanın tamamlanmış olması gerekir. Yine, şekil bakımından geçersiz olan bir kat karşılığı inşaat sözleşmesine göre yapılan karşılıklı ve kısmî ifada da tarafların yaptıkları sözleşme ile bağlı oldukları kabul edilmelidir.
- Kat karşılığı inşaat sözleşmesi, tapulu taşınmazın veya tapulu taşınmaz payının devrini içermesi nedeniyle tek taraflı irade beyanıyla feshedilemez; taraf iradelerinin fesih konusunda uyuşması gerekir veya mahkeme kararı ile fesih mümkündür. Taraf iradeleri fesih konusunda uyuşmamış ise, mutlaka hâkim kararı gereklidir.
- Hukukumuzda, kişilerin satın aldığı şeylerin ileride kendilerinden alınabileceği endişesi taşımamaları, dolayısıyla toplum düzenini sağlamak düşüncesiyle, satın alan kişinin iyiniyetinin korunması ilkesi kabul edilmiştir. Bir tanımlama yapmak gerekirse, iyiniyetten maksat “hakkın doğumuna engel olacak bir hususun, hak iktisap edilirken kusursuz olarak bilinmemesidir”.
- Belirtilen ilke, TMK’nın 1023 üncü maddesinde aynen “Tapu kütüğündeki tescile iyiniyetle dayanarak mülkiyet veya başka bir aynî hak kazanan üçüncü kişinin bu kazanımı korunur” şeklinde yer almış, aynı ilke tamamlayıcı madde niteliğindeki 1024 üncü maddede; “Bir aynî hak yolsuz olarak tescil edilmiş ise, bunu bilen veya bilmesi gereken üçüncü kişi bu tescile dayanamaz” biçiminde vurgulanmıştır.
- Ne var ki; tapulu taşınmazların intikallerinde, huzur ve güveni koruma, toplum düzenini sağlama uğruna, tapu kaydında ismi geçmeyen ama asıl malik olanın hakkı feda edildiğinden, iktisapta bulunan kişinin iyiniyetli olup olmadığının tam olarak tespiti büyük önem taşımaktadır. Söz konusu kişinin gerçekten iyiniyetli olması sözleşme yaptığı tapu malikinin gerçek hak sahibi olduğuna inanması kendisinden beklenen özeni göstermesine rağmen gerçek hak sahibi olmadığını, tapu sicilinde yolsuzluk bulunduğunu bilmesinin imkânsız olması gerekir. Bu görüşten hareketle kötüniyet iddiasının def’i değil itiraz olduğu, her zaman ileri sürülebileceği, mahkemece resen nazara alınacağı gerek 08.11.1991 tarihli ve 1990/4 Esas 1991/3 Karar sayılı İnançları Birleştirme Kararında ve gerekse bilimsel görüşlerde ortaklaşa kabul edilmiş, benimsenen bu ilke Hukuk Genel Kurulunun 23.05.2001 tarihli ve 2001/1-422 Esas, 2001/434 Karar sayılı kararında da kapsamlı olarak açıklanmıştır.
- Kat karşılığı inşaat sözleşmesine göre inşaat yapan yüklenicinin, yaptığı işin karşılığı olan arsa payını, BK’nın 364 üncü maddesi hükmü doğrultusunda, kural olarak arsa sahibine verilmesi gereken dairelerin teslimi anında talep hakkı doğar. Ancak taraflar yasa hükmünün aksine, arsa payının devrine ilişkin özel koşullar kararlaştırabilir. Örneğin, üzerinde inşaat yapılacak arsanın yükleniciye verilmesi öngörülen payının, peşinen devri kabul edilebileceği gibi, yükleniciye isabet edecek bağımsız bölümlerin kat irtifaklı arsa paylarının, inşaatın belirli aşamalarında devri de kararlaştırılabilir. İnşaatın tamamlanmasından önce yükleniciye pay devri yapılması, inşaat yapımı sırasında yükleniciye gerekli olan sermayenin sağlanarak işin bir an önce bitirilmesi amacını gütmektedir. Peşinen tapuda yapılan bu pay devri bir nevi avans niteliğindedir.
- Kat karşılığı inşaat sözleşmeleri karşılıklı edimler içerdiğinden, yüklenicinin peşinen kendisine devredilen tapuya hak kazanabilmesi için sözleşmede açık bir hüküm bulunmadıkça kendi edimini yüklendiği özen borcu uyarınca kanuna, sözleşme hükümlerine fen ve sanat kurallarına uygun olarak ifa etmiş olması gerekmektedir. Bir başka deyişle yüklenici edimini tam olarak yerine getirdiğinde, kendi adına düşen bağımsız bölümlerin tescilini isteyebilecektir. Yükleniciden pay satın alan üçüncü kişiler de yüklenicinin halefi olduklarından ancak, yüklenici edimi tam olarak yerine getirip tapuyu almaya hak kazandığı takdirde hak sahibi olacaklardır. Nitekim yüklenici edimini yerine getirmediği takdirde arsa sahibine sözleşmenin feshi ile devredilen tapunun iptalini isteme hakkı doğmaktadır. Zira ani edimli türden olan eser sözleşmeleri kural olarak geriye etkili olarak sonuç doğurmaktadır. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulunun 25.01.1984 tarihli ve 1983/3 Esas, 1984/1 Karar sayılı kararında da kat karşılığı inşaat sözleşmelerinde yüklenicinin kendi kusuruyla işi muayyen bir zamanda bitirmeyerek temerrüde düşmesi hâlinde, uyuşmazlığın kural olarak mülga BK’nın 106-108 inci maddeleri gereğince çözümlenmesi gerektiği, ancak olayın niteliği ve özelliği haklı gösteriyorsa TMK’nın 2 nci maddesi uyarınca sözleşmenin feshinin ileriye etkili sonuç doğuracağına karar vermek gerektiği belirtilmiştir.
- İnşaatın kısa sürede tamamlanması amacıyla inşaatın başında bu sözleşme uyarınca tapuda devir yapılmasına rağmen, yüklenicinin edimini yerine getirmemesi nedeniyle sözleşmeden dönüldüğünde artık tapuda yapılan devrin sebebi ortadan kalkacak ve kayıt yolsuz tescile dönüşecektir. Avans niteliğindeki bu paylar, yüklenici temerrüde düştüğünde arsa sahibi tarafından geri istenebilir ve yüklenici ile bağımsız bölüm almak üzere sözleşme yapan üçüncü kişiler, tapuda yapılan devre rağmen bu payları arsa sahibine iade etmek zorundadır. Bu durumda üçüncü kişiler için TMK’nın 1023 üncü maddesi uygulanamaz. Zira üçüncü kişiler yüklenicinin halefidir. Bu sözleşmenin arsa payı karşılığı inşaat sözleşmesine istinaden yapıldığını, yüklenici inşaatı tamamladığında bağımsız bölümü alabileceğini bilirler veya bilmeleri gerekir. Bu sebeple TMK’nın 1023 üncü maddesi hükmünün uygulanması için aranan iyiniyet şartı, üçüncü kişi açısından gerçekleşmez. Anayasa Mahkemesi 2014/12321 başvuru numaralı ve 20.07.2017 tarihli kararında da, bu durumda yükleniciden tapuda devir suretiyle pay alan üçüncü kişilerin mülkiyet haklarının ihlal edilmediğine karar vermiştir.
- Nitekim Hukuk Genel Kurulunun 08.04.2021 tarihli ve 2017/(23)15-1612 Esas, 2021/441 Karar; 24.06.2021 tarihli ve 2017/(23)15-2930 Esas, 2021/831 Karar; 23.12.2021 tarihli ve 2018/(23)6-1057 Esas, 2021/1756 Karar; 08.02.2022 tarihli ve 2021/(15)6-843 Esas, 2022/80 Karar, 17.05.2022 tarihli ve 2017/(23)6-1817 Esas, 2022/643 Karar ve 28.12.2022 tarihli ve 2021/(15)6-108 Esas, 2022/1929 Karar sayılı kararlarında da aynı hususlara değinilmiştir.
- Tüm bu açıklanan maddi ve hukuki olgular ışığında somut olay değerlendirildiğinde, davacı arsa sahipleri ile kooperatif arasında … ili, … ilçesi, … Mahallesi 47357 ada 1 parsel sayılı taşınmaz üzerinde bina inşa edilmesine ilişkin … 52. Noterliğinde 07.03.2005 tarihli düzenleme şeklinde taşınmaz mal satış vaadi ve kat karşılığı inşaat sözleşmesi imzalanmış, sözleşmede taşınmaz 100 hisse kabul edilerek 69 hissesinin 1.000,00 TL karşılığında ve taşınmaz üzerinde 16 adet villa yapılması koşuyla satışı vaat edilmiş, satış bedeli olan 1.000,00 TL yerine taşınmaz üzerinde yapılacak villalardan planda belirtilen 1, 13, 14, 15, 16 No.lu villaların arsa sahiplerine, geriye kalan 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10, 11 ve 12 No.lu villaların ise kooperatife ait olacağı kararlaştırılmış, daha sonra imzalanan 29.05.2006 tarihli ve 03.12.2008 tarihli ek sözleşmeler ile asıl sözleşmedeki şartlar geçerli olmak kaydıyla inşaatın tamamlanma süresine ve bu süreçte yükleniciye verilmesi kararlaştırılan villaların yükleniciye devir zamanına ilişkin hususlar düzenlenmiştir.
- Davacı arsa sahiplerinden … ile davalı … arasında düzenlenen 03.06.2008 tarihli ve 16579 yevmiye sayılı resmî senet ile, davacılar ile kooperatif arasında imzalanan kat karşılığı inşaat sözleşmesine konu taşınmazda 8/128 arsa paylı A blok, zemin kat, 2 No.lu dubleks meskenin davalı …’ya satıldığı, satış bedelinin nakden ve tamamen ödendiği belirtilmiştir.
- Davacı arsa sahipleri tarafından 03.10.2011 tarihinde, kooperatif ile imzalanan kat karşılığı inşaat sözleşmesi ve ek sözleşmelerin feshi talebiyle açılan dava sonucunda Sincan Asliye Ticaret Mahkemesinin 27.12.2012 tarihli ve 2011/222 Esas, 2012/393 Karar sayılı kararı ile, kat karşılığı inşaat sözleşmesi uyarınca yapılacak villalardan 1, 13, 14, 15, 16 No.lu villaların davacı arsa sahiplerine, geriye kalan villaların yüklenici payına tahsis edileceği, davacı arsa sahiplerine düşen villaların toplam yapım oranının %63,30 seviyesinde olduğu, kooperatif tarafından inşaatın sözleşmede kararlaştırılan süre içerisinde teslim edilmediği, arsa sahiplerinin sözleşmenin feshi talebinde haklı oldukları gerekçesiyle arsa sahipleri ile kooperatif arasında imzalanan 07.03.2005 tarihli düzenleme şeklinde taşınmaz mal satış vaadi ve kat karşılığı inşaat sözleşmesi ile 29.05.2006 tarihli ve 03.12.2008 tarihli ek sözleşmelerin, kooperatifin kusurlu olduğunun kabulü ile geriye etkili feshine karar verilmiş, mahkemece verilen kararın kooperatif tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay (Kapatılan) 23. Hukuk Dairesinin 15.05.2013 tarihli ve 2013/2161 Esas, 2013/3197 Karar sayılı kararı ile hükmün onanmasına karar verilmiş, onama kararına karşı davalının karar düzeltme talebi de aynı Dairenin 18.11.2013 tarihli ve 2013/5490 Esas. 2013/7161 Karar sayılı kararı ile reddedilmiştir.
- Az yukarıda da açıklandığı üzere yükleniciden daire satın alan üçüncü kişiler, yüklenicinin edimini tam ve eksiksiz olarak yerine getirmesi hâlinde, yüklenicinin halefi olarak mülkiyete hak kazanabilecek olup, arsa sahiplerinin yapım aşamasında yükleniciye veya yüklenicinin göstereceği üçüncü kişilere pay devri, inşaata finansman sağlayabilmesi için yükleniciye verilmiş avans niteliğindedir. Yükleniciye isabet eden bağımsız bölümleri satın alan kişilerin de inşaatın yapım aşamasında olduğunu, yüklenicinin edimini ifa etmesi hâlinde hak sahibi olacaklarını bildiklerinin kabulü gerekir. Sözleşme gereğince yükleniciye isabet eden bağımsız bölümleri arsa sahiplerinden satın alan üçüncü kişilerin hakları, sözleşme geriye etkili olarak feshedildiği için korunamayacak iken sözleşme gereği arsa sahiplerine isabet eden bağımsız bölümleri arsa sahiplerinden satın alan üçüncü kişilerin hakları ise muhafaza edilecektir.
- Eldeki uyuşmazlıkta olduğu gibi tapuda devir işlemi arsa sahibi tarafından yapıldığından, mevcut karine de arsa sahibinin kendisine ait bağımsız bölümü sattığı yönündedir. Ancak bu karinenin aksinin ispatı mümkün olup, arsa sahibi tapuda devrettiği bağımsız bölümün dava dışı yükleniciye bırakıldığını, bu bağımsız bölümün yüklenici tarafından satıldığını kanıtlayabilir.
- Dosya içerisinde yer alan delillerin değerlendirilmesi sonucunda, davacı arsa sahipleri ile yüklenici kooperatif arasında imzalanan 07.03.2005 tarihli düzenleme şeklinde taşınmaz mal satış vaadi sözleşmesinde, dava konusu A blok 2 No.lu bağımsız bölümün yüklenici kooperatife bırakıldığı sabittir. Davacı arsa sahipleri ile kooperatif arasında imzalanan sözleşmelerde inşaatın yapım aşamasında yüklenici kooperatife aşamalı olarak pay devri de kararlaştırılmıştır.
- Dava konusu bağımsız bölüm, düzenlenen kat irtifakı uyarınca davacı arsa sahiplerinden … adına tescil edilmiş olup, inşaatın yapım aşamasında dava konusu A blok 2 No.lu bağımsız bölüm 03.06.2008 tarihinde arsa sahiplerinden … tarafından davalıya devredilmiştir.
- Yargılama aşamasında yüklenici kooperatifin, söz konusu bağımsız bölüm kendisine bırakıldığı hâlde arsa sahibi tarafından bilgisi dışında davalıya satıldığı yönünde iddiası da bulunmamaktadır.
- Bu durumda davacı arsa sahipleri ile kooperatif arasından imzalanan düzenleme şeklinde taşınmaz mal satış vaadi ve kat karşılığı inşaat sözleşmesi ve ek sözleşmeler uyarınca, yükleniciye düşen A blok 2 No.lu bağımsız bölümün inşaatın yapımı aşamasında yüklenici kooperatif tarafından davalıya satıldığı, arsa sahibi tarafından da devir işleminin gerçekleştirildiğinin kabulü gerekir.
- Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında; dosya içerisinde yer alan 03.06.2008 tarihli resmî satış senedi incelendiğinde, dava konusu bağımsız bölümün bizzat arsa sahibi tarafından davalıya satıldığı ve satış bedelinin nakten ve tamamen ödendiğinin anlaşıldığı, arsa sahibi davacı tarafından yapılan satış işleminin yüklenicinin talebi ve talimatıyla yapıldığının kanıtlanamadığı, bu durumda satış işleminin bedel karşılığında arsa sahibi ile davalı arasında yapıldığının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında belirtilen gerekçe ve nedenlerle bozulması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de, bu görüş yukarıda açıklanan nedenlerle Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.
- Hâl böyle olunca, mahkemece usul ve yasaya uygun olarak verilen direnme kararı açıklanan gerekçelerle onanmalıdır.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle;
Davalı … vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararının ONANMASINA,
Aşağıda dökümü yazılı (10.246,50 TL) harcın temyiz edenden alınmasına,
6217 sayılı Kanun’un 30 uncu maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici Madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 440 ıncı maddesi uyarınca kararın tebliğ tarihinden itibaren on beş gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere,
03.05.2023 tarihinde oy çokluğuyla karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2021/108 K: 2022/1929 T: 28.12.2022
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2015/53 K: 2016/211 T: 02.03.2016
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2023/843 K: 2024/45 T: 31.1.2024
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2022/726 K: 2022/1845 T: 27.12.2022
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2004/705 K: 2004/2746
Hukuki dayanaktan yoksun ve geçersiz olan bir işlemle merayı kendi adına tescil ettiren kişiden vaki kazanımlar da geçersizdir; bu özelliği gereği taşınmaz kayda dayanarak iktisap eden kişinin ikinci yada üçüncü el olması sonuca etkili olmadığından iyiniyet savı dinlenmez.
Davacı… Köyü Tüzel Kişiliği vekili tarafından, davalı Hazine vd. aleyhine 31.7.2001 gününde verilen dilekçe ile tapu iptali ve tescil istenmesi üzerine yapılan muhakeme sonunda; davanın reddine dair verilen 22.10.2003 günlü hükmün Yargıtay’ca duruşmalı olarak incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmekle tayin olunan 6.4.2004 günü için yapılan tebligat üzerine temyiz eden davacı vekili avukat … ile karşı taraftan davalı vekili avukat … ve Hazine vekili avukat … geldiler. Açık duruşmaya başlandı. Süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra gelenlerin sözlü açıklamaları dinlendi. Duruşmanın bittiği bildirildi. İş karara bırakıldı. Bilahare dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
Davacı, davalılardan… Konut Yapı Kooperatifi adına kayıtlı olan 381 parsel numaralı taşınmazın öncesinin mera olduğunu bu nedenle özel mülkiyete konu olamayacağını belirterek tapu kaydının iptali ile tescil isteğinde bulunmuştur.
Davalı Hazine dava konusu taşınmazın 6.11.1998’de Arsa Ofisi Genel Müdürlüğüne devredilmiş olması sebebiyle Hazine husumet yöneltilemeyeceğini savunmuş, tapu kayıt maliki olan… Konut Yapı Kooperatifi vekili ise, taşınmazın ihale yoluyla satın aldığını, ihalenin iptalinin de söz konusu olmadığını belirterek davanın reddini savunmuştur. 1 Mahkemece, 743 sayılı Medeni Kanunun 931. maddesi uyarınca davalının iyiniyetli olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Hükmü, davacı temyiz etmiştir.
Dava, tapu iptali ve mera olarak sınırlandırma isteğine ilişkindir. Dava konusu taşınmaz 1955 yılında yapılan kadastro çalışmaları sırasında otlakiye niteliği ile davacı köy adına tespit edilmiştir.
Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün 2.10.1996 tarih ve 1717 sayılı yazısı ile, taşınmazın 1/5000’lik imar paftasında kaldığı bu nedenle 3194 sayılı Yasa’nın 11. maddesi kapsamında işlem yapılabileceği belirtilmiş ve taşınmaz 15.4.1997 tarihinde idari işlem ile Hazine adına tescil edilmiştir. Taşınmaz, Hazine tarafından 6.11.1998 talihinde Arsa Ofisi Genel Müdürlüğüne ve Arsa Ofisi Genel Müdürlüğü’nce yapılan ihaleye istinaden 29.12.1998 talihinde… Konut Yapı Kooperatifi adına tescil edilmiştir.
Taraflar arasındaki uyuşmazlığın çözümü için meraların hukuki niteliğinin saptanması, meralık vasfının ne şekilde değişeceğinin belirlenmesi ve imar planı kapsamında meraların hukuki durumu ve 743 sayılı Medeni Kanunun 931 (1023) maddesinin uygulama olanağının bulunup bulunmadığı üzerinde durulması gerekmektedir.
4342 sayılı Mera Kanununda, hayvan otlatılması ve otundan yararlanılması için tahsis edilen veya kadimden beri kullanılan taşınmazlar (m 3/a) mera olarak tanımlanmış ve kullanım hakkı bir veya birden çok köy veya belediyeye ait olan meraların Devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu belirtilmiştir, (m 4/1) Ayrıca meraların özel mülkiyete geçirilemeyeceği de yasada düzenlenmiştir, (m 4/3)
3194 sayılı Yasa’nın 11. maddesi yine anılan Yasa ile değiştirilmiş, imar planı sınıfları içindeki kadastral yollar ile meydanların, imar planının onayı ile bu vasıflarını kendiliğinden kaybederek onaylanmış imar planı kararı ile getirilen kullanım amacına konu olacağı belirtilmiştir. (m 35.) Böylece mera sözcüğü 3194 sayılı Yasa’nın 11. maddesi kapsamından çıkarılmış ve meraların belediyeler tarafından imar planı kapsamına alınarak bu vasfını yitirmesinin önüne geçilmiştir.
Mera olarak sınırlandırılan taşınmazın bu niteliğinin değişimi ise Mera Kanunun 14. maddesinde düzenlenmiştir. Mera Kanunun yürürlüğe girdiği 28.2.1998 tarihinden önceki uygulamada da, 3194 sayılı yasanın 11. maddesi uyarınca imar planı kapsamına alınan meraların Danıştay 1. Dairesinin 10.2.1989 tarih 1988/326-1989/19 sayılı kararı uyarınca “… imar planı sınırları içindeki meraların, planın onayı ile birlikte hukuki bakımdan meralık niteliğini yitireceği, bu yerlerden genel hizmetlere ayrılanların belediye veya özel idareye bedelsiz terkinin gerekeceği, genel hizmetler dışında özel mülkiyete konu olabilecek bir amaca ayrılan yerlerin onaylanmış imar planıyla getirilen kullanım amacına konu ve tabi olacakları, ancak bu durumun meralardan elde edilen yerlerin belediyeler adına tescilini gerektirmeyeceği” öngörülmüştür.
Bütün bu açıklamalar gösteriyor ki; imar planı kapsamındaki meraların, sadece bu nedenle özel mülkiyete konu olabileceğinin kabulü mümkün değildir.
Belirtilen nedenle, mera olarak tespiti yapılan dava konusu 381 numaralı parselin mera niteliği Bakanlar Kurulu Kararı ile usulünce değiştirilmedikçe Hazine adına idari yoldan yapılan tescil işlemi, Dairemizin 7.5.1975 tarih 1673/2396 sayılı ve 15.10.1981 tarih 6939/7288 sayılı ilamlarında da açıklandığı üzere hukuki dayanaktan yoksun ve geçersiz bir işlem ile tapuya bağlandığından bu tapu hukuken yokluk ifade etmekte olup bu tapu kaydı üzerinde iktisapta bulunan kişilerin de 743 sayılı Medeni Kanunun 638. ve 931. maddelerinden yararlanmaları olanaksızdır. Hukuki dayanaktan yoksun ve geçersiz olan bir işlemle merayı kendi adına tescil ettiren kişiden vaki kazanımlar da geçersizdir. Bu özelliği gereği taşınmaz kayda dayanarak iktisap eden kişinin ikinci yada üçüncü el olması sonuca etkili olmadığından iyiniyet savı dinlenmez. Belirtilen nedenlerle davanın reddine karar verilmesi doğru görülmemiş, hüküm bozmayı gerektirmiştir. Sonuç: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının yukarıda yazılı nedenlerle kabulü ile hükmün BOZULMASINA, 6.4.2004 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/18130 K: 2019/3804 T: 30.04.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/14914 K: 2016/2070 T: 23.02.2016
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2020/1034 K: 2021/2648 T: 28.04.2021
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2004/4239 K: 2004/8044 T: 22.11.2004
Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1993/2180 K: 1993/8634 T: 7.7.1993
Tapuda çifte kayıt bulunması halinde, geçerli olmayan tapu kaydına dayanarak iktisapta bulunan üçüncü kişi, iyi niyet iddiasında bulunamaz. Geçerli olmayan kayıttan hak iktisap eden kişinin zilyetliği, mülkiyet sonucunu doğurmaz.
Taraflar arasındaki tesbite itiraz davası üzerine yapılan yargılama sonunda, davanın reddine ilişkin verilen hüküm, davacı İ… tarafından süresi içinde temyiz edilmekle; dosya incelendi, gereği düşünüldü:
K: Kadastro sırasında; 311 parsel sayılı, 67.000 metrekare yüzölçümündeki taşınmaz Ocak 1981 tarih, 9 nolu tapu ve 1056 nolu vergi kaydı ile kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği nedeniyle davalılar İ… ve A…. adlarına paylı olarak tesbit edilmiştir. İtirazı, tapulama komisyonunda reddedilen davacı İ…, tapu kaydına dayanarak dava açmıştır. Mahkemece, davanın reddine ve dava konusu parselin davalılar adına tapuya tesciline karar verilmiş; hüküm, davacı İ… tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece, tesbite dayanak yapılan, davacı ve davalılar tarafından da delil olarak ileri sürülen çifte tapu kaydından en son el değiştirmeleri itibariyle eski tarihli olan tapu kaydı ile taşınmazda davalıların zilyet olmaları gerekçe gösterilerek davanın reddine karar verilmiştir. Davalılar adına paylı olarak kayıtlı bulunan ve M…’in davacısı olduğu Asliye Hukuk Mahkemesinin kesinleşmiş tescil ilamı ile oluşturulan Temmuz 1975 tarih, 20 sayılı tapu kaydı ile gittisi olup M…’in satışıyla tesis edilen Ocak 1981 tarih 9 sayılı tapunun sınırları itibariyle taşınmazı kapsadığı mahkemenin kabulündedir.
Davacının dayandığı Kasım 1985 tarih ve 9 sayılı tapu kaydı Muhacir A…’in Fevtinden oluşan Kanunisani 1332 doğum tarihli 5 sayılı kayıttan rızaen ve icra yoluyla yapılan satışlar ve pay alımları sonucu el değiştirmelerden sonra Şubat 1969 tarih, 19 sayı ile davacının bayi olan M…’e intikal etmiş iken, 25.11.1985 tarihinde satışı ile kayden davacıya geçmiş bulunmaktadır. Davacının delilini oluşturan bu kaydın da çekişmeli parseli kapsadığı keşfen belirlenmiştir. Bu durumda uyuşmazlık, aynı yeri kapsayan iki aynı tapu kaydından hangisine değer verilmesi gerektiği noktasında toplanmaktadır.
Kural olarak çifte kayıt halinde geçerli olmayan tapu kaydına dayanılarak iktisapta bulunan üçüncü kişi iyiniyet iddiasında bulunamaz ve Medeni Yasanın 931. maddesinin koyduğu iyiniyet ilkesinden yararlanamaz Bu nedenle de Kadastro Yasasının 13/B-c maddesinin somut olayda uygulama yeri bulunmadığından davalıların zilyetliğine değer verme olanağı yoktur. Doğru esasa dayanmayan bir kayıttan hak iktisap eden davalıların zilyetliği mülkiyet bahşetmez. Hal böyle olunca sahih esasa dayanan eski tarihli Kanunisani 1332 tarih, 5 nolu tapu kaydından gelen davacıya ait Ocak 1985 tarih 9 nolu tapu kaydına değer verilerek davanın kabulüne ve taşınmazın davacı adına tapuya tesciline karar vermek gerekirken delillerin değerlendirilmesinde yanılgıya düşülerek davanın reddedilmiş olması doğru değildir.
SONUÇ: Davacının temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerden ötürü (BOZULMASINA) ve peşin alınan harcın istek halinde temyiz edene geri verilmesine, 7.7.1993 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2004/705 K: 2004/2746
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2020/2655 K: 2021/534 T: 02.02.2021
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2016/2948 K: 2019/469 T: 24.01.2019
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2016/6409 K: 2016/5922 T: 11.05.2016
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1–222 K: 1999/226 T: 21.4.1999
Medeni Kanunun 917. maddesinden kaynaklanan davalarda uygulanacak Borçlar Kanunu’nun 60. maddesindeki zamanaşımı süresinin tapu kaydının düzeltilmesi davasının reddine ilişkin kararın kesinleşme tarihinden başlar.
Taraflar arasındaki “kayıt terkini” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; S. Asliye 2. Hukuk Mahkemesi’nce davanın reddine dair verilen 8.5.1997 gün ve 1997/54 – 194 sayılı kararın incelenmesi davacılar vekili tarafından istenilmesi üzerine,
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi’nin 14.10.1997 gün ve 1997/10614 – 12282 sayılı ilamı;
(… Davacılar vekili, davaya konu 394 ada, 6 parsel sayılı çekişmeli taşınmazın Mıgırdıç oğlu Parsih K: adına kayıtlı iken isim benzerliğinden yararlanılarak sahte bir işlemle 3.9.1986 tarihinde Rahmi A.’ya temlik edildiğini, Rahmi A.’nın da 11.9.1986 tarihinde B…. İnşaat Malzemeleri Taahhüt ve Ticaret ve Sanayi Limited Şirketine devrettiğini, bu şirketten de 14.11.1981 tarihinde müvekkillerince yarı yarıya satın alındığını, Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’nün 3.4.1991 tarihli yazısı üzerine Medeni Kanun’un 917 maddesinden bahisle “3. 9.1996 tarihindeki satış işleminin sahtecilik yolu ile yapıldığı” şeklinde tapu siciline şerh konulduğunun şerhin terkini için açtıkları davanın yerel mahkemece reddedildiğini, verilen hükmün kesinleştiğini ancak müvekkillerinin üçüncü el durumunda olup iyi niyetli bulunduklarını Hazine’nin Medeni Kanun’un 917. maddesinden kaynaklanan sorumluluğunun haksız eylem sorumluluğunun bir türü olup Borçlar Kanun’un 60. maddesinde düzenlenen 1 ve 10 yıllık zaman aşımı süresince bağlı tutulduğunu işlem 3.9.1986 tarihinde vuku bulunduğuna göre Hazine’nin sorumluluğunun zaman aşımına uğradığını, şerhin devamında Hazine’nin bir yararının kalmadığını, ileri sürerek şerhin terkinini istemiştir.
Gerçekten 3.9.1986 tarihinde yapılan ilk temliki işlemin sahtecilik yolu ile gerçekleştirildiği tartışmasızdır. Nitekim temliki işlemi yapan görevliler görevi ihmal suçundan mahkum olmuşlardır. Davalı taşınmazın söz konusu sahte işlemden sonra 11.9.1986 – 14.11.1986 tarihlerinde satış yoluyla iki kez el değiştirdiği, son malikler olan davalılar üzerine kayıtlı iken müfettiş tahkikatı sonucu ilk devrin tapu maliki ile isim benzerliğinden yararlanılarak sahtecilikle gerçekleştirildiğinin anlaşıldığı, tapu kadastro genel Müdürlüğü’nün 3.4.1991 tarihli yazısı ile hanesine bu yönde beyan düşünüldüğü tüm Dosya içeriği ve toplanan delillerle sabittir.
Hemen belirtmek gerekir ki S. 1. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 1933/128 esas 1994/249 sayılı Dosyasında verilen kararın bozulmasına dair 29.12.1994 tarih 1984/15710 Esas 1994/17210 sayılı Yargıtay ilamında belirtildiği üzere davalı Hazine tarafından tapu malikinin beyanlar hanesindeki belirtmenin (beyanın), Medeni Kanun’un 917. maddesinde öngörülen sorumluluktan kurtulmak amacı yanında sicilinin gerçeğe uygun tutulması ve bir zarara sebebiyet verilmemesi düşüncesiyle yazıldığı anlaşılmaktadır.
Ne var ki mülkiyet hakkının kullanılmasını olumsuz yönde etkileyecek bu beyanın, amacı ve özelliğide göz önünde tutularak Tapu Sicil Müdürlüğünce sahte işlemden önceki malik veya mirasçılarına haklarını korumaları için gerekli tebligat yapılarak sonucuna göre akibetinin belirlenmesi yerine süresiz ve gereksiz yere korunmaya çalışılması haklı ve yasal bir davranış olarak kabul edilemez.
Ayrıca Medeni Kanun’un 918. maddesinde tapu siciline tescili gereken aynı haklar sınırlı olarak sayılmış, tapu sicilinin şerhler hanesinde gösterilecek kişisel haklar 919, 920, 921 maddelerinde aynı şekilde belirtilmiş, beyanlar hanesine işaret edilecek kişisel haklar ise 8.10.1939 tarih 10012 sayılı eski tapu sicil nizamnamesinin 85 – 90 maddelerinde, 7.6.1994 tarihinde yürürlüğe giren yeni tapu sicil tüzüğünün 60, 64 maddelerinde açıklanmıştır. Böylece, devletin muntazam tutulmasını üstlendiği, doğru tutulmamasından doğan sorumluluğunu yüklendiği tapu sicilini disipline almak, tapu sicili nedeniyle çıkacak çekişmeleri asgariye indirmek, onu yaz boz tahtasına çevirmemek, lüzumsuz veya zorunlu olmayan, bilgilerin tapu siciline geçirilmesi önlenmek istenilmiştir. Oysa açıklanan türdeki bir beyanın tapu siciline işlenmesine ilişkin anılan nizamname ve tüzükte hiçbir sarahat yoktur.
Öte yandan Hazine’nin sorumluluğunu hükme bağlayan Medeni Kanun’un 917/1 maddesine dayanan davalarda olayın Borçlar Kanun’un 41. maddesinde düzenlenen haksız eylemin bir türü olduğu ve mürürüzaman yönünden Borçlar Kanun’un 60. maddesinin uygulanması gerekeceği gerek uygulamada gerekse doktrinde ortaklaşa kabul edilmektedir. Söz konusu maddenin 1. fıkrası uyarınca; zararın ve sorumluluğun öğrenilmesi tarihinden itibaren 1 yıl herhalde zararı doğuran eylem veya işlem tarihinden başlayarak 10 yıl geçtikten sonra davanın zaman aşımına uğrayacağı kuşkusuzdur.
Somut olayda ise zararı meydana getiren işlem ile dava tarihi arasında on yıllık zamanaşımı süresi de çoktan geçmiştir.
Hal böyle olunca yukarda değinilen ilke ve olgular göz önünde tutularak davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile reddi yönünde hüküm kurulması isabetsizdir…) gerekçesiyle bozularak Dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Kararı: Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve Dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
1.9.1986 tarihinde yapılan ilk temliki tasarrufun sahtecilik yoluyla gerçekleştirildiği ve işlemi yapan görevlilerinde görevi ihmal suçundan mahkum oldukları kesindir.
Yine 29.12.1994 T: ve 1984/15710 E: , 1994/17210 K: sayılı Yargıtay 1. Hukuk Dairesi’nin ilamında da açıklanıp kabul edildiği üzere, davalı Hazine tarafından tapu malikinin beyanlar hanesindeki belirtmenin M.K: ’nun 917 maddesinde öngörülen sorumluluktan kurtulmak amacı ile ve bir zararın meydana gelmesini baştan önlemeye matuf tedbirli bir düşünce sonucu vaz edildiği de açıktır.
Şu durum karşısında davaya konu, tapu sicilinde tapu malikinin beyanlar hanesindeki belirtmenin Hazine’nin hukuki yararını korumak amacıyla konulup devam ettirildiğinde kuşku ve duraksamaya yer bulunmamaktadır. Esasen bu maddi ve hukuki olgular Özel Dairenin de kabulü altındadır.
Özel Dairenin bozmasında egemen olan görüşe; Medeni Kanun’unun 917. maddesine dayanan davalarda uygulanan B.K: 60. maddesindeki zamanaşımı süresinin başlangıç tarihinin zararı meydana getiren işlemin yapıldığı tarih olarak kabul edilmesi olmuştur.
O nedenle öncelikle bu konunun aydınlanması gerekir. Hemen belirtelim ki; öğreti ve uygulamada M.K: 917. maddesinden kaynaklanan davalarda uygulanacak zamanaşımına ilişkin yasa maddesi B.K: ’nun 60. maddesidir. M.K: ’nun 917. maddesi gereğince Hazine’nin sorumlu tutulabilmesinin koşulları, tapu sicilinin tutulmasından zarar doğmuş bulunması, memurun hukuka aykırı eylemi olması zarar ile eylem arasında illiyet bağı bulunmasıdır.
O nedenle, zarar doğmadıkça Hazine’nin sorumluluğundan sözedilemeyeceği kuşkusuzdur. Diğer bir anlatımla tapu kaydının düzeltilmesi mümkün bulundukça zarardan sözedilmeyecek ve Hazine’ye karşı açılacak tazminat davası dinlenemeyecektir.
Yine mülkiyet hakkına dayanılarak açılacak bir davada zamanaşımı da söz konusu değildir. M.K: ’nun 933. maddesi uyarınca haklı bir neden olmaksızın yapılan bir tescil mülkiyet hakkını sona erdiren salt yeterli bir delil olarak kabul edilemez. O nedenle sahteciliğe dayanan bir tescil karşısında eski malik tapu tashihi davası sonuçlanıp kesinleşinceye kadar taşınmazın mülkiyetini henüz hukuken kaybetmiş sayılamaz, öte yandan tapudaki yanlışlık başlı başına hukuki bir varlık ifade etmez, ancak neden olduğu zarar itibariyle hukuki bir sonuç yaratır. (Bkz. 16.5.1956 T: E: 1, K: 7; 13.5.1944 T: 1943/13 E: 1944/8 K: sayılı İçtihadı Birleştirme Kararları ve H.G.K: 20.1.1982 T: 19/9/4 – 458 E: 1982/46 K: )
Hal böyle olunca, M.K: ’nun 917. maddesinden kaynaklanan davalarda uygulanacak B.K: ’nun 60. maddesindeki zamanaşımı süresinin tapu kaydının düzeltilmesi davasının reddine ilişkin kararın kesinleşme tarihinden başlayacağı açıktır. Bu kabul altında somut olayı ve delillere bakıldığında anılan zamanaşımı süresi dolmadığı gibi esasen başlamadığı da çok açıktır. Öyleyse tapudaki belirtmenin kaldırılmamasında Hazine’nin önceden var olan hukuki yararının devam ettiğinin kabulü kaçınılmazdır. Açıklanan nedenler ve yerel Mahkemenin dayandığı gerekçelerle direnme kararı usule ve yasaya uygundur. Bu nedenle onanmalıdır.
Sonuç: Davacılar vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, gerekli ilam harcı peşin alınmış olduğundan, başkaca harç alınmasına mahal olmadığına, oyçokluğuyla karar verildi.
Karşı Oy Yazısı: Dava, tapu kaydı maliki davacılar tarafından tapu sicilinin sakat işlemle düzenlenmesi sebebiyle davalı Tapu Sicil Müdürlüğü’nün sorumluluğunu zaman aşımına uğramış olduğu iddiasına dayalı olarak açılmış, tapudaki şerhin terkinine ilişkin bulunmaktadır.
Bilindiği üzere Borçlar Kanunu’nda zaman aşımı, borcu sona erdiren sebepler arasında sayılmakla beraber, aynı Yasa’nın 140’ncı maddesinde zaman aşımının oluştuğu iddiasının ancak borçlu tarafından ileri sürüldüğünde hakim tarafından dikkate alınabileceği, yoksa resen dikkate alınamayacağı emredici bir şekilde düzenlenmiştir. Bu sebeple de usul hukuku sahasında, zaman aşımının bir defi olduğu ve bunun da borçluya edimini yerine getirmekten kaçınma olanağı sağlayan bir hak olduğu diğer bir deyişle borçlunun, borcunun devam etmekle birlikte bu defiyi kullanarak borcu yerine getirmekten kaçınma hakkının mevcut olduğu kabul edilmektedir. (Bkz. Prof. Dr. B. Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü El Kitabı, İsT: 1995 Sh. 369 vd.) Borçlar hukuku sahasında da, zamanaşımının borcu ortadan kaldırmadığı, sadece eksik borç haline getirdiği kabul edilmektedir. (Bkz. Tekinay Borçlar Hukuku, Genel Hükümler, Cilt 2, İsT: 1985, Sh. 1382 vd.)
Bu açıklamalar karşısında, zamanaşımının kendisini oluşturan borç ilişkisinde ve o borç ilişkisinin tarafları arasında oluşacak uyuşmazlık sebebiyle alacaklı tarafından açılan davada borçlu sıfatını taşıyan davalıya tanınan bir hak olduğu ve hükümlerini de açıklanan taraflar arasında açılacak bir davada doğuracağının kabulü gerekmektedir. Böyle bir dava açılmadığı aşamada sırf zamanaşımı süresinin dolması borcu ve sorumluluğu sona erdiren bir sebep olarak kabul edilemez. Bu sonuç, sadece hak düşürücü sürelere tanınan bir haktır.
Dava konusu olayda ise, davalı Tapu Sicil Müdürlüğü’nün sorumluluğuna ilişkin bir dava henüz açılmadığına göre, sakat işleme dayalı olarak taşınmazı devir alan tapu malikleri davacılar tarafından bu sakatlığı belirten şerhin, Tapu Sicil Müdürlüğü’nün bu sakat işlemden kaynaklanan sorumluluğunun zamanaşımına uğradığından bahisle iş bu terkin davası açmaları mümkün olmadığı gibi, buna imkan tanıyan Özel Dairenin bozma kararıda öncelikle yukarıda açıkladığım nedenlerden dolayı isabetli bulunmadığından, Mahkemenin direnme kararı vermesini, bu açıdan doğru bulmaktayım.
Genel Kurul Kararı’nda açıklanan bozma sebeplerine iştirak etmekle beraber, bozma gerekçesine yukarıda açıkladığım gerekçelerinde ilavesinin dikkate alınmayışı sebebiyle ve sadece bu yönden karşı oy kullanmış bulunuyorum.
Karşı Oy Yazısı Tapu Sicilleri taşınmazlar üzerinde mevcut hakları açıklamak, bunların tesisini ve devirlerini sağlamak için Devlet tarafından ve Devletin güvencesi altında tutulan kamuya açık resmi sicillerdir. Devletin tapu sicilleri üzerindeki bu fonksiyonu, kuşkusuz sorumluluğunu da beraberinde getirir. Bu sorumluluk Medeni Kanun’un 917. maddesi ile düzenlenmiş olup, şu şekilde ifade edilmiştir. “Hazine, tapu sicillerinin tutulmasından mütevellit bütün zararlardan mesüldür.”
Madde metninde açıklık bulunmamakla birlikte, Devletin tapu sicilinin tutulmasından meydana gelen zararlardan sorumluluğu, kusursuz, kusur koşulu kaldırılmış bir haksız fiil sorumluluğudur. Sorumluluğun hukuki mahiyeti, yani haksız fiile dayalı kusursuz sorumluluk hali, gerek öğretide, gerekse yargısal uygulamalarda oybirliği ile benimsenmiştir.
Bunun sonucu olarak, Devlete karşı Medeni Kanun’un 917. maddesine dayalı olarak açılacak tazminat davalarında, Borçlar Kanun’unun 60. maddesinde öngörülen zaman aşımının uygulanacağı hususunda da öğreti ve uygulama tam bir görüş birliği içerisindedir. Bu konularda yerel mahkeme ile Daire arasında bir uyuşmazlık bulunmadığı gibi, sayın çoğunluğunda aynı görüşü paylaştığı anlaşılmaktadır.
Uyuşmazlık, haksız fiil sorumluluğunda uygulanan Borçlar Kanun’unun 60. maddesinde öngörülen 1 ve 10 yıllık zaman aşımının hangi tarihte başlayacağı noktasında toplanmaktadır.
Bilindiği üzere, sözü edilen madde; “… zarar ve ziyan yahut manevi zarar namıyla nakdi bir meblağ tediyesine müteallik dava, mutazarrı olan tarafın zarar ve failine ıttıla tarihinden itibaren bir sene ve herhalde zararı müstelzim fiilin vukuundan itibaren on sene mürurundan sonra istima olunamaz….” Şeklinde düzenlenmiştir.
Madde metninden anlaşılacağı gibi, yasada iki tür zamanaşımı öngörülmüştür. Bir yıllık asli zamanaşımı süresi, haksız eylemden doğan zararın ve onu giderme borcu altında bulunan kimsenin öğrenilmesinden itibaren işlemeye başlayacaktır. Devamlılık arzeden Yargıtay uygulamalarında, zararın varlığını öğrenmenin zamanaşımının işlemesi için yeterli olduğu, kapsam ve miktarının bilinmesinin şart olmadığı kabul edile gelmektedir.
Zarar görenin zararı ve bundan yükümlü kişiyi öğrendikten itibaren bir yıl içerisinde dava açabilmesinin üst sınırı ise yine yasada gösterilmiş ve haksız fiil tarihinden itibaren 10 yıl olarak belirlenmiştir. Borçlar Kanun’unun 60. maddesindeki “… ve her halde zararı müstelzim fiilin vukuundan itibaren 10 sene mürurundan sonra…” maddi ve manevi tazminat davalarının dinlenemeyeceği ifadelerinden anlaşılmak gereken budur. Anılan maddedeki on yıllık zamanaşımı süresi, tazminat isteme hakkını doğuran eylem ya da olgu ile başlayacaktır. 10 yıllık sürenin başlaması için, zarar unsurunun mevcudiyetinin, yahut zararın doğmuş olup olmamasının önemi yoktur. Zarar sonradan meydana gelmiş olsa bile 10 yıllık zamanaşımı haksız eylem tarihinde başlamıştır.
Yasa’nın bunca açık hükmüne rağmen, 10 yıllık zamanaşımı başlangıcını, zararın doğduğu (ortaya çıktığı) tarihe taşıyan Yüce Genel Kurulun sayın çoğunluğunun düşünce tarzına anlam vermekte güçlük çekileceği muhakkaktır.
Bilindiği gibi, haksız eylemler; ani, temadi ya da teselsül eden haksız eylem şeklinde ortaya çıkar. Tapu sicillerinin tutulmasından doğan zararların, ani bir haksız eylem şeklinde oluştuğu kuşkusuzdur. Nitekim olayımızda 1986 yılında sahtecilikle illetli, yolsuz tutulmuş, tesis edilmiş bir tapu kaydı mevcuttur. Bu tarihten sonra devam eden başkaca bir eylem söz konusu değildir. Tekrarlanan bir haksız eylemden de söz edilemez.
Şu hale göre, devam eden haksız eylem değil zarardır; hukuka aykırılıktır. Hukuka aykırılığın, zararın devamı süresince zamanaşımının işlemeyeceğini, başlamayacağını kabul etmek Yasa’nın açık hükmüne aykırıdır. Böyle bir düşünce tarzı, zamanaşımının başlangıcını belirsiz bir tarihe bağlamak, zarara uğrayanın keyfine bırakmak olur. Dolayısı ile yasada öngörülen zamanaşımı hükmünün hiçbir zaman uygulanamayacağı sonucu ortaya çıkar.
Bu bakımdan, zararın öğrenilmesi on yıllık değil, bir yıllık zamanışımının süresinin başlaması bakımından önem taşır. Haksız fiilin vukuundan itibaren 10 yıl geçtikten sonra zararın öğrenilmesinin önemi yoktur.
Somut olayda tapu sicilinin yolsuz tutulmasından itibaren 10 yıl geçmesine rağmen, Hazine’nin sorumluluğuna ilişkin bir dava açılmamış, zararı belirleyen bir hüküm de oluşmamıştır. Öyle ise Borçlar Kanun’unun 60. maddesindeki zamanaşımı süresi geçmiş, Hazine’nin sorumluluğu ortadan kalkmıştır. Bu bakımdan hazineyi sorumluluktan kurtarma amacıyla tapu siciline yazıldığı anlaşılan, “3.9.1986 tarihindeki satış işleminin sahtecilik yoluyla yapıldığı” biçimindeki beyanın terkini, silinmesi gerekir.
Burada şu hususu vurgulamakta yarar vardır. Borçlar Kanun’unun 60. maddesinde belirtilen 10 yıllık sürenin geçmesi ile ortadan kalkan, Hazine’nin tazmin sorumluluğudur. Yoksa, kayıt malikinin yolsuz tescil ile taşınmazı edinene veya sonraki müktesiplere karşı ayın veya bedel davası açma hakkı devam etmektedir. Bilindiği üzere, ayni haklara ilişkin dava hakları zamanaşımı ile sınırlı tutulmamıştır.
Yüce Genel Kurulda tartışma konusu yapılan, çekişmeye konu beyan (belirtme) nin niteliğine de değinmek gerekir.
Tapu siciline tescili gereken ayni haklar Medeni Kanun’un 918. maddesinde sayılmış, aynı Yasa’nın 919, 920 ve 921. maddelerinde de sicile tescili mümkün olan kişisel haklar tadadi olarak belirtilmiştir.
Bu şerhlerin amacı, şahsi hakların kuvvetlendirilmesi malikin tasarruf yetkisinin sınırlandırılması, geçici tescilin tapu kütüğüne yazılmasıdır. Bu amaçlara yönelik olsa dahi, her istenilen hususun tapuya şerhi mümkün değildir. Bir hususun tapuya şerhi için, kanun tarafından açıkça şerhin öngörülmüş olması gerekir.
Beyanlar ise tapu kütüğünün diğer sütunlarında yer almayan fakat, tapu kütüğüne yazılarak alenileştirilmesinde fayda görülen fiili durumlardır. Beyanlar Medeni Kanunda özel olarak düzenlenmemiştir. Ancak, 1939 tarihli eski Tapu Sicil Nizamnamesinin 85 – 90; 1994 tarihli yeni Tapu Sicil Tüzüğünün 60 – 64 üncü maddeleri bu hususta düzenlemeler getirmiş olup, tüzükte öngörülmeyen hususların da beyanlar hanesine yazılmasına olanak yoktur. Yasa ve tüzükte yer almayan bir hususun tapu siciline şerh veya beyan olarak yazılması mümkün değildir. Çekişme konusu yapılan beyanın da sicile yazılacağına dair ne yasada, ne de tüzükde bir hüküm bulunmadığına göre, dayanağı olmadığı yolsuz bulunduğu kuşkusuzdur.
Açıklanan bütün bu nedenlerle, sebebi bulunmayan tapudaki beyanın kaldırılması sonucuna yönelik Daire bozma kararının doğru olduğu inancıyla, aksi görüşü benimseyen sayın çoğunluk görüşüne katılmıyoruz.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/2022 K: 2018/1168 T: 06.06.2018
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2015/12 K: 2016/1005 T: 02.11.2016
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2015/53 K: 2016/211 T: 02.03.2016
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/4-491 K: 2003/487 T: 24.9.2003
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/4-491 K: 2003/487 T: 24.9.2003
Tapu sicilinin aleniyeti ve güven ilkesi gereği kayden iktisap edenin tapu sicilinin dayanağını oluşturan müsbit evrakı inceleme yükümlülüğü yoktur.
Taraflar arasındaki “tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; E: Asliye 1. Hukuk Mahkemesi’nce davanın kısmen kabulüne dair verilen 27.12.2001 gün ve 2001/462-843 sayılı kararın incelenmesi davalı Hazine vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin 24.10.2002 gün ve 8907-12036 sayılı ilamı ile, (…Davacı, üzerinde yapıları bulunan taşınmazı tapudan satın aldığını, ancak daha sonra yerin mera olduğu iddiası ile Hazine tarafından açılan tapu iptal ve kal davası sonunda kaydın iptal edildiğini ve yerin eskisi gibi meraya dönüştürüldüğünü, geçen zaman dilimi içinde yer üzerinde ev yaptığını, ağaç diktiğini ve yapı ve ağaçların ortadan kaldırılmasına karar verildiğini, bu yüzden arsa ve yapı bedelinin hüküm altına alınmasını istemiştir. Karar davalı tarafından temyiz edilmiştir.
Dosyadaki kanıtlara göre yerin 1954 yılında yapılan kadastro tespiti sırasında mera olarak sınırlandırıldığı ne var ki 31.12.1976 tarihinde alınan sahte ilamla yerin tamamının İ. adına senetsizden tapuya tescil edildiği ve tapuda ifraz yapılarak üçüncü kişilere satıldığı, davacının da satın alanlar arasında bulunduğu anlaşılmaktadır. Gerçeğe dayanmayan, sahte olan mahkeme kararı ile tescil hükmü verilirken sınırlar ve miktar belirtilmiştir. Bu kararın daha önce mera olarak sınırlandırılan yerle ilgili olup olmadığı karar gerçeği yansıtmadığından anlaşılamamaktadır. Kararda böyle bir belirleme yapılmamıştır. Yer sahte ilamla tapuya bağlandıktan sonra ayrı parsellere ayrılmış ve üçüncü kişilere devredilmiştir. Sonradan durumun anlaşılması üzerine Hazine tarafından tapu iptali davası açılmış, mahkemece 13.2.1996 tarihinde tapunun iptali ile eskiden olduğu gibi yerin mera olarak sınırlandırılmasına karar verilmiştir. İşte bundan sonra davacı eldeki işbu dava ile tapu kütüğündeki güven ilkesine dayanarak MK: 1007 (eski 917) maddesi gereğince arsa bedelini ve yaptığı bina ve ağaçların değerini istemiştir.
Yukarıda da açıklandığı üzere dava konusu yerin öncesi meradır. Bu husus yapılan kadastro tespiti sırasında belirlenmiş ve kesinleşerek bu şekilde sınırlandırılmıştır. Esasen bu konuda bir uyuşmazlık da bulunmamaktadır. Uyuşmazlığın çözümünde uygulanması gereken MK:’nun 1007. maddesinde tapu sicilinin tutulmasından doğacak zararlardan Devletin sorumluluğu kabul edilmiştir. Bu kusursuz sorumluluk hallerindendir.
Bunun anlamı zarar görenin, davalının kusurunu kanıtlamak zorunda olmaması sonucunu doğurur.
Ancak sorumluluk için diğer koşulların kanıtlaması zorunludur. Bu bağlamda hukuka aykırı eylem ile zarar arasındaki uygun illiyet bağının kanıtlaması gerekir.
Somut olayda, davacının devirde adına oluşturulan kayıt tamamen gerçek dışıdır. Diğer bir anlatımla, hiçbir yasal hükme ve hukuki nedene dayanmamaktadır. Hatta tapuya tescil edilmemesi gereken, diğer bir anlatımla özel mülkiyete konu olmayacak bir yerle ilgilidir. Hiç tapuya bağlanmaması ve özel mülkiyete konu olmayacak yerle ilgili olarak, alınan sahte ilamla tapuya tescil edilmesi durumunda o yerin mülkiyete konu olabilecek yerlerden olması sonucunu doğurmaz. Buna karşın mera olan yerin sahte kayıtla özel mülkiyete konu olabilecek nitelikte yerlerdenmiş gibi kaydedilmesi de üçüncü kişi konumundaki İ.’nin eyleminden kaynaklanmaktadır. İ.’nin bu ağır kusuru uygun illiyet bağını kesmektedir. Bunun içindir ki, kusursuz sorumluluğu ortadan kaldıran koşullardan biri de gerçekleşmiş bulunmaktadır. Bu hususları gözeten mahkeme dava konusu yer üzerindeki yapı ve ağaçların da yıkımına karar vermiştir. Böylece davacının yerdeki tapu kaydının bir hukuki dayanağı bulunmadığı, hukuki sonuç doğuracak bir nitelik taşımadığı kullanımının da hukuka aykırı olduğu anlaşılmıştır. Böyle bir durumda kaydın, hukuksal bir gerçeğe dayanmaması, yapılan tescilin yok hükmünde bulunması itibarıyla davacının iyi niyetinden de söz edilemez. Davacı olsa olsa taşınmazı satın aldığı kişinin kendisine ayıplı mal satmasından ve böylece nedensiz zenginleşmesine dayanarak istemde bulunabilir. Açıklanan bu gerekçelerle kararın bozulması gerekirken onanmış bulunduğundan, davalının karar düzeltme istemi HUMK:’nun 440-442 maddeleri uyarınca kabul edilmeli onama kararı kaldırılmalı karar gösterilen nedenlerle bozulmalıdır…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu Kararı: Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Davacı şahıs vekili, dava dilekçesi ve yargılama aşamalarında, E: H. Mahallesi’nde bulunan çekişmeli 3432 parseli satın alarak üzerinde ev inşa edip, ağaç diktiğini, satınalma günü olan 31.3.1986 yılından bu yana tasarrufunda bulundurduğunu, Hazinenin sahte ilama dayalı yolsuz tescil iddiası ile açtığı tapu iptali ve tescil davası sonucunda tapu kaydının iptaline karar verildiğini iddia ederek, taşınmaz üzerinde yaptığı ev ile diktiği ağaçların bedeli olan 10.026.574.490 TL. tazminatın faizi ile birlikte davalı Hazineden tahsilini dava etmiştir.
Davalı Hazine vekili, yanıt dilekçesi ve yargılama sırasındaki savunmalarında; dava konusu 3432 parsel numaralı taşınmazın 1954 yılında yapılan genel kadastro sonucunda mera olarak sınırlandırıldığını, sahte olarak düzenlenen mahkeme ilamı ile İ. isimli dava dışı şahıs adına tescil edildikten sonra, muhtelif parsellere ifraz edilerek aralarında davacı da bulunan şahıslara satıldığını, müvekkili Hazine tarafından açılan tapu iptali ve kal davasının kabulüne karar verilmiş ve bu kararın kesinleşmiş olduğunu savunarak yasal dayanağı bulunmayan tazminat isteminin reddine karar verilmesini talep etmiştir.
Yerel mahkemenin davanın kısmen kabulüne ilişkin olarak kurduğu hüküm özel dairesince yukarıda belirtilen gerekçe ile bozulmuş olup yeniden yapılan yargılama sonucunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Yanlar arasındaki dava, Devletin tapu sicillerinin tutulmasından doğan zararlardan birinci derecede ve objektif sorumluluk esasına göre mesul bulunması ilkesini düzenleyen eski Türk Kanunu Medenisi’nin 917 ve bu kuralı aynen benimseyen yeni Türk Medeni Kanunu’nun 1007. maddesinden kaynaklanmaktadır.
Hemen belirtmek gerekir ki, anılan maddeler ile öngörülen sorumluluk, kusursuz sorumluluk olup, tapu sicilinin tutulması görevi ile yükümlü bulunan memurun yaptığı yanlış işlem ve kayıtta kusursuz olması bile, Devleti sorumluluktan kurtarmaz. Tapuda yapılan işlem sonucu bir zararın oluşması, bu işlem ile zarar arasında illiyet bağının bulunması Devletin sorumlu tutulması için yeterlidir. Tapu siciline güven ilkesine verilen önemi vurgulamayan 15.3.1944 gün ve 13/8 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı, Medeni Kanun’un yürürlüğe girmesinden önceki sicillerin tutulmasından dahi Devletin objektif sorumluluğunu benimseyip vurgulamıştır. (Bkz. Resmi Gazete, 28.6.1944, sayı: 5742)
Bu ilkeler ışığında somut olaya bakıldığında;
1- Dava konusu taşınmaz 1954 yılında yapılan genel kadastro sonucu mera olarak sınırlanmıştır.
2- Aynen muhafazasından Devletin sorumlu bulunduğu, kadastro paftasında; tescil işlemini olanaklı hale getirmek amacı ile “mera” ibaresi silinerek yerine “dağ” ibaresi yazılmıştır.
3- Sahteliği duraksamaya yer vermeyecek biçimde saptanan ve bir yaş düzeltme davasına aidiyeti tarih, esas ve karar sayıları ile belirlenen E: Asliye Hukuk Mahkemesi’ne ait 31.12.1976 gün 1976/69-902 sayılı ilamla dava dışı İ. adına yolsuz tescil işlemi yapıldıktan sonra ifrazen davacıya satılmıştır.
4- Hazine tarafından açılan dava sonucunda; E: Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 4.7.2001 gün 2000/32 E: 2001/429 K: sayılı kararı ile çekişmeli 3432 parselin davacı Mehmet adına olan tapu kaydının iptaline, öncesinin mera olduğu anlaşıldığından, mera olarak sınırlandırılmasına, kargir ev ve tuvaletin yıkılmasına ve yedi adet ağacın kesilmesine karar verilmiş ve bu karar temyiz edilmeksizin kesinleşmiştir.
5- Tapu sicilinin aleniyeti ve güven ilkesini düzenleyen eski Medeni Kanun’un 931 ve yeni MK:’nun 1023. maddelerine ilişkin yerleşik bilimsel ve yargısal görüşler doğrultusunda, kayden iktisap edenin tapu sicilinin dayanağını oluşturan müsbit evrakı inceleme yükümlülüğün bulunmadığı tartışmasızdır. Bu bağlamda, davacının genel kadastro ile başlayıp, tedavil kayıtları ve dayanakları ile nihai kaydı oluşturan tapu sicil işlem aşamalarını oluşturan evrakı tetkik etme zorunluluğu yoktur.
6- Davacının, mera nitelikli taşınmazın sahte ilamla tescilini sağlayan dava dışı Ş. el ve işbirliği içerisinde bulunduğunu gösteren hiçbir tanıt ve bulgu olmadığı gibi, bu husus davalı yanca iddia ve ispat edilmemiştir. Eş anlatımla davacı iyi niyetlidir.
7- İyi niyetli müktesebin, yolsuz tescile dayanarak kazandıkları ayni haklar ve her türlü tazminat istemlerinin saklı olduğu, 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi’nin 932 ve koşut kural içeren, Yeni Medeni Kanunun 1025. maddesinde açıkca belirtilmiştir.
Tüm bu açıklamalar doğrultusunda; yanların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve belgelere, mahkeme kararında ve yukarıda açıklanan gerektirici nedenlere ve özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre, usul ve yasaya uygun olan direnme kararının onanması gerekir.
Sonuç: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile, direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, 24.9.2003 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
Karşı Oy
Davacı vekili dava dilekçesinde; E: Merkez H. Mahallesi, pafta 1’deki 3432 parseli satın alındığını, üzerine ev yaptığını, ağaç diktiğini, yıllardan beri kullana geldiğini, Maliye Hazinesi’nin tapunun sahte olduğunu iddia ederek tapu iptali ve tescil davası açtığını, yargılama sonunda taşınmazın sahte mahkeme ilamı ile tescil ettirildiği gerekçesiyle iptaline karar verildiğini, taşınmaz üzerine yapmış olduğu ev ile diktiği ağaç bedelleri toplamı 10.026.574.490 TL tazminatın faizi ile birlikte davalı Hazine’den alınmasına karar verilmesini dava etmiştir.
Davalı vekili ise cevap dilekçesinde; dava konusu yerin 1954 yılında yapılan kadastro sırasında mera olarak sınırlandırıldığını, gerçek olmayan, sahte olarak düzenlenmiş mahkeme ilamı ile İ. adına tescil edildikten sonra ifraz edilerek parsellere bölündüğünü, dava konusu parselin davacı tarafından satın alınarak üzerine ev yapıldığını, ağaç dikildiğini, açılan tapu iptali, tescil ve kal davasında davacı adına olan tapu kaydının iptali ile taşınmaz üzerindeki ev ve ağaçların kal’ine karar verildiğini, kararın kesinleşmiş olduğunu davacının orada tazminat isteminde bulunmadığını savunup davanın reddini istemiştir.
Yapılan yargılama sonunda davacının 3. kişi ve iyi niyetli olduğu kabul edilerek davasının kısmen kabulü ile taşınmaz üzerindeki davacı tarafından yapılan ev ile yetiştirilen ağaç bedelleri toplamı 7.500.581.390 TL’nin faizi ile birlikte davalı Hazineden alınmasına karar verilmiştir.
Kararın özel dairece; karar düzeltme isteği üzerine bozulmasından sonra mahkemece, aynı gerekçelerle önceki kararda direnilmiştir.
Dava; Medeni Yasa’nın 1007. (Eski 917.) maddesinden kaynaklanan, tapu sicilinin tutulmasından doğan zarara ilişkindir.
Dosya arasına getirilen kanıtlara göre, dava konusu yer 1954 yılında yapılan kadastro tespiti sırasında MERA olarak sınırlandırılan yer içinde kalmaktadır. Dava konusu yer 31.12.1976 tarih ve 1976/69 E: – 902 K: sayılı E: 1. Asliye Hukuk Mahkemesi’nden verildiği belirtilen, gerçek olmayan (esas ve karar numaraları yaş tashihi dosyalarına ait) sahte olarak düzenlenmiş bir mahkeme ilamına dayanılarak, Kadastro Müdürlüğü’ndeki pafta ve kayıtlardaki MERA ibaresi silinip yerine DAĞ ibaresi de yazılmak suretiyle 18.250 m2 olarak İ. adına susuz tarla olarak tescil edilmiştir. 17.4.1979 tarihinde ise ifraz ettirilerek parsellere bölünmüş, 3432 no’lu parselde 487 m2 olarak Mehmet’e satılmıştır.
Yapılan sahtecilik işleminin anlaşılması üzerine Hazine tarafından, parselleri alan kişiler aleyhine tapu iptali, tescil ve kal davaları açılmıştır. Dava konusu 3432 parsel için açılan davada, E: 3. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 4.7.2000 tarih ve 2000/32 E: – 429 K: sayılı kararı ile Mehmet adına olan tapu kaydının iptali ve bu yerin MERA olarak sınırlandırılmasına, üzerindeki evin yıkılmak, ağaçların kesilmek suretiyle KAL’ine karar verilmiş ve karar kesinleşmiştir.
Tapu siciline egemen olan ilkeler; Tescil, İlliyet Bağı, Aleniyet, Güven ve Devletin Sorumluluğu ilkeleridir. Devletin sorumluluğu ise, bir kusursuz sorumluluktur, zarar görenin davalı Hazinenin kusurlu olduğunu kanıtlaması zorunluluğu yoktur. Ne var ki, diğer koşulların gerçekleşmiş olması, hukuka aykırı eylem ile zarar arasında uygun illiyet bağının varlığının kanıtlanması gerekir. İlliyet bağı ilkesi ise, tapu kütüğüne yapılacak kayıtların hukuksal bir nedene dayanmasıdır. Başka bir anlatımla, hak mutlaka geçerli bir hukuksal sebebe dayanmış olmalıdır. Geçerli bir sebebe dayanmayan hakkın varlığından söz edilemez. Somut olayda, davacının satın aldığı taşınmazın tapu kaydı gerçek dışıdır. Hiçbir yasal hükme ve sebebe dayanmamaktadır. Gerçekte olmadığı halde, dere, bayırlar ve yol taşınmaz sınırları olarak gösterilmiş, miktarı da kayda yazılmıştır. Tapu kaydı, tescili yapılamayacak MERA olan kamu malı niteliğindeki bir yerle ilgilidir. Bu yerin özel mülk olarak edinilmesi olanağı yoktur. Davacı, taşınmaz başına gittiğinde bu durumu gördüğü, meranın bozulması, üzerine bina yapılması ve ağaç dikilmesinin suç oluşturduğunu bildiği halde bu yeri sahiplenmek istemiştir. MERA olan bir yerin sahte bir ilamla tapuya bağlanmış olması, o yerin özel mülk olarak edinilmesini sağlamaz. Dosyada, yapılan sahteciliğe tapu memurlarının katılmış olduğu yolunda bir delil de yoktur. İ. isimli kişinin bu ağır kusuru (sahtecilik işlemi) uygun illiyet bağını kesmiş olduğundan, tapu kaydı hukuksal bir neden ve gerçeğe dayanmadığı için yapılan tescil işlemi yok hükmündedir. Bu yüzden davacının iyi niyetli olduğundan da söz edilemez.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 21.4.1999 tarih ve 1999/1-222 E: – 1999/226 K: sayılı kararında, Medeni Yasa’nın 917. maddesine göre; “Hazinenin sorumlu tutulabilmesinin koşulları; tapu sicilinin tutulmasından bir zarar doğmuş bulunması, memurun hukuka aykırı eylemi olması, zarar ile eylem arasında illiyet bağı bulunmasıdır.” biçiminde sıralanmıştır. Somut olayda; hukuka aykırı eylemi ile sahte tapunun oluşmasına neden olan bir memur yoktur. Tapu sicilinin tutulmasıyla görevli olan memurun bu sahteciliğe katıldığı, böylelikle tapu memurunun hukuka aykırı bir eyleminin varlığı da söz konusu değildir. Oluşan zarar ile memurun (Devletin tapu sicilini tutmakla görevlendirdiği) eylemi arasında bir illiyet bağı bulunmadığından, Hazinenin sorumlu tutulması olanağı yoktur.
Davacı sahte işlem yaparak kendisine ayıplı mal sattığı ve nedensiz olarak zenginleştiği için satıcısı İ. aleyhine tazminat davası açarak zararını isteyebilir.
Açıklanan nedenlerle, yerel mahkeme kararının bozulması görüşünde olduğumuzdan sayın çoğunluğun kararın onanması yönündeki görüşüne katılamıyoruz. 24.9.2003.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/113 K: 2006/205 T: 19.04.2006
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2019/318 K: 2019/1238 T: 28.11.2019
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/2022 K: 2018/1168 T: 06.06.2018
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2015/12 K: 2016/1005 T: 02.11.2016
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/14914 K: 2016/2070 T: 23.02.2016
Arsa payı karşılığı inşaat sözleşmesi uyarınca yükleniciye bırakılan bağımsız bölüm yüklenici tarafından temlik ettiği kişi dışında üçüncü bir kişiye tapudan devredilebilir. Tapu kaydını devralan üçüncü kişinin hukuki durumu TMK’nın 1023 ve 1024. maddeleri gereği değerlendirilmesi gerekir. Hukukumuzda, kişilerin satın aldığı şeylerin ileride kendilerinden alınabileceği endişesi taşımamaları dolayısıyla toplum düzenini sağlamak düşüncesiyle, satın alan kişinin iyiniyetinin korunması ilkesi kabul edilmiştir.
Bir tanımlama yapmak gerekirse iyiniyetten maksat “hakkın doğumuna engel olacak bir hususun hak iktisap edilirken kusursuz olarak bilinmemesidir.” Belirtilen ilke, TMK’nın 1023. maddesinde aynen “tapu kütüğündeki sicile iyiniyetle dayanarak mülkiyet veya başka bir ayni hak kazanan üçüncü kişinin bu kazanımı korunur.” hükmü yer almış, aynı ilke tamamlayıcı madde niteliğindeki TMK’nın 1024. maddesinde de “Bir ayni hak yolsuz olarak tescil edilmiş ise bunu bilen veya bilmesi gereken üçüncü kişi bu tescile dayanamaz” biçiminde vurgulanmıştır.
Ne var ki, tapulu taşınmazların intikallerinde, huzur ve güveni koruma toplum düzenini sağlama uğruna, tapu kaydında ismi geçmeyen ama asıl malik olanın hakkı feda edildiğinden iktisapta bulunan kişinin iyiniyetli olup olmadığının tam olarak tespiti büyük önem taşımaktadır.
Gerçekten, kayıt malikinin mülkiyeti kötüniyetle kazandığı ileri sürülmüşse, üçüncü kişinin ayni hakkın yolsuz olarak tescil edildiğini bilen veya bilmesi gereken şahıs olup olmadığına bakılması gerekir. Çünkü, TMK’nın 1024. maddesi uyarınca bir ayni hak yolsuz olarak tescil edilmişse bunu bilen veya bilmesi gereken üçüncü kişilerin yolsuz olan bu tescile dayanma olanakları yoktur ve yasa ve uygulamadaki deyimiyle bağlayıcı olmayan bir hukuki işleme dayanan ve hukuki sebepten yoksun bulunan tesciller yolsuz tescil sayılacağından, hakkı zedelenen üçüncü kişinin iyiniyetli olmayan malike karşı doğrudan doğruya şahsi hakkına dayanması mümkündür.
Davacı …, davalı …’ten 24.03.2010 tarihli adi yazılı satış sözleşmesi ile 4872 ada 6-7 parsellerde yapılacak inşaattan A blok 3. katta güneydoğu yönde 14 numaralı bağımsız bölümü satın aldığı, diğer davacı …’in ise davalı …’ten 24.03.2010 tarihli adi yazılı satış sözleşmesi ile 4872 ada 6-7 parsellerde yapılacak inşaattan … blok … katta güneydoğu yönde 10 numaralı bağımsız bölümü satın aldığı, sözleşme konusu bağımsız bölümlerin adi yazılı şekilde düzenlenen 25.12.2009 tarihli “arsa sahipleri ile yapılacak sözleşme” başlıklı belgeye göre yüklenici …’e bırakılan dairelerden olduğu anlaşılmaktadır.
Yüklenici … ile … arasında “…” başlıklı adi yazılı şekilde düzenlenen belgeye göre 4872 ada 6 ve 7 sayılı parseller üzerinde yapımı devam eden inşaatın 01.02.2011 tarihi itibariyle …’a devredildiği, bu tarih öncesi yapılan harcamalara karşılık …’ın önceki inşaat yetkilisi …’e 7 sayılı parselde … blok … kat … numaralı bağımsız bölümü, … kat … numaralı ve 6 sayılı parselde … blok … kat … numaralı bağımsız bölümü teslim edeceği, bu dairelerden dolayı …’ın davalı …’den ek ücret talep etmeyeceği düzenlenmiş, tanık olarak da davalı … tarafından imzalanmıştır.
Somut olayda, dava konusu bağımsız bölümler satış edinme nedeniyle davalı … adına kayıtlı ise de davacıların bağımsız bölüm satın aldıkları yüklenici … ile inşaatı devralan diğer davalı … arasındaki “…” başlıklı belge, bu belgede malik davalı …’ın da tanık olarak imzasının bulunması, tanık beyanları ve inşaatı devralan davalı … ile diğer davalı kayıt maliki …’ın kardeş olmaları birlikte değerlendirildiğinde dava konusu bağımsız bölümlerin davalı …’a devredilmesinin muvazaalı olduğu, davalılar … ve …’ın el ve işbirliği içerisinde oldukları anlaşılmaktadır. Mahkemece tapu iptali ve tescil talebinin, bağımsız bölümlerin davacılara teslim edilmediği gerekçesiyle reddine karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Ancak, 24.03.2010 tarihli sözleşmelerle davacılara satılan 4872 ada 6-7 parsellerde … blok … kat güneydoğu yönde … numaralı ve … blok … katta güneydoğu yönde … numaralı bağımsız bölümler ile dava konusu edilen bağımsız bölümlerin aynı olup olmadığı yani temlik edilen bağımsız bölümlerin hangi bağımsız bölümler olduğu araştırılarak sonucuna göre tapu iptali ve tescil talebi yönünden bir karar verilmesi gerekir.
Mahkemece, belirtilen hususlar gözetilmeden yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu nedenle kararın bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2004/705 K: 2004/2746
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/18130 K: 2019/3804 T: 30.04.2019
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1993/2180 K: 1993/8634 T: 7.7.1993
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2020/2655 K: 2021/534 T: 02.02.2021
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2014/13259 K: 2016/397 T: 18.01.2016
Asıl ve birleştirilen dava, inançlı işlem hukuksal nedenine dayalı tapu iptal ve tescil isteğine ilişkindir. Mahkemece, davacıların alınan borcun sözleşmede belirtilen ödeme tarihinden itibaren, dava tarihine kadar ulaştığı faizli bakiyesiyle o tarih itibariyle temlik konusu taşınmazlarının değerinin belirlenerek, borcun taşınmazların değerlerinden mahsubu ile bakiyenin tahsilini talep hakkı bulunmakta ise de; talebin tapu iptali ve tesciline yönelik olması, davacıların terditli taleplerinin bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Asıl ve birleştirilen dosya davacıları, 26/10/2010 tarihli belgeyi inançlı işlemin yazılı belgesi olarak dosyaya sunmuşlardır. Bu belgedeki imza, asıl ve birleştirilen dosya davalısı … tarafından da inkar edilmemiş olup, mahkemenin de kabulündedir.
Asıl ve birleştirilen dosya davacılarının malik olduğu 6 ve 10 parsel sayılı taşınmazların 160,000,00 TL bedelli çivi karşılığı teminat olarak devredildiği, çivi bedelinin 8 aylık bir süre içerisinde ödenmesi halinde tapuların devredileceği, 26/10/2010 tarihli belge ile saptanmıştır.
Davacılar 160.000,00 TL karşılığı olan çivilerin teslim edilmediğini, borcun doğmadığını ileri sürmüşlerdir. Asıl ve birleştirilen dosya davalısı …’in çivilerin teslim edildiğine ilişkin fatura ve irsaliye ibraz etmediği, ihbar olunan Kadir’in ortağı olduğu şirket kayıtları üzerinde yapılan bilirkişi incelemesinden anlaşılmıştır. Bu durumda davalı …’in taşınmazı devrettiği …’un Türk Medeni Kanunu’nun ( TMK ) 1023. maddesi kapsamında iyiniyetli olup olmadığının saptanması gerekmektedir.
Bilindiği üzere, hukukumuzda, diğer çağdaş hukuk sistemlerinde olduğu gibi kişilerin huzur ve güven içerisinde alış verişte bulunmaları satın aldıkları şeylerin ilerde kendilerinden alınabileceği endişelerini taşımamaları, dolayısıyla toplum düzenini sağlamak düşüncesiyle, alan kişinin iyi niyetinin korunması ilkesi kabul edilmiştir. Bu amaçla TMK ‘nun 2.maddesinin genel hükmü yanında menkul mallarda 988 ve 989., tapulu taşınmazların el değiştirmesinde ise 1023. maddenin özel hükümleri getirilmiştir.
Öte yandan, bir devleti oluşturan unsurlardan biri insan unsuru ise bunun kadar önemli olan ötekisi topraktır. İşte bu nedenle Devlet, nüfus sicilleri gibi tapu sicillerinin de tutulmasını üstlenmiş, bunların aleniliğini (herkese açık olmasını) sağlamış, iyi ve doğru tutulmamasından doğan sorumluluğu kabul etmiş, değinilen tüm bu sebeplerin doğal sonucu olarak da tapuya itimat edip, taşınmaz mal edinen kişinin iyi niyetini korumak zorunluluğunu duymuştur. Belirtilen ilke TMK’nin 1023. maddesinde aynen “tapu kütüğündeki sicile iyi niyetle dayanarak mülkiyet veya başka bir ayni hak kazanan üçüncü kişinin bu kazanımı korunur” şeklinde yer almış, aynı ilke tamamlayıcı madde niteliğindeki 1024.maddenin 1. fıkrasına göre “Bir ayni hak yolsuz olarak tescil edilmiş ise bunu bilen veya bilmesi gereken üçüncü kişi bu tescile dayanamaz” biçiminde öngörülmüştür.
Ne var ki; tapulu taşınmazların intikallerinde, huzur ve güveni koruma, toplum düzenini sağlama uğruna, tapu kaydında ismi geçmeyen ama asıl malik olanın hakkı feda edildiğinden iktisapta bulunan kişinin, iyi niyetli olup olmadığının tam olarak tespiti büyük önem taşımaktadır. Gerçekten bir yanda tapu sicilinin doğruluğuna inanarak iktisapta bulunduğunu ileri süren kimse diğer yanda ise kendisi için maddi, hatta bazı hallerde manevi büyük değer taşıyan ayni hakkını yitirme tehlikesi ile karşı karşıya kalan önceki malik bulunmaktadır.
Bu nedenle, yüzeysel ve şekilci bir araştırma ve yaklaşımın büyük mağduriyetlere yol açacağı, kişilerin Devlete ve adalete olan güven ve saygısını sarsacağı ve yasa koyucunun amacının ilk bakışta, şeklen iyi niyetli gözükeni değil, gerçekten iyiniyetli olan kişiyi korumak olduğu hususlarının daima göz önünde tutulması, bu yönde tüm delillerin toplanıp derinliğine irdelenmesi ve değerlendirilmesi gerekmektedir.
Nitekim bu görüşten hareketle, “kötüniyet iddiasının def’i değil itiraz olduğu, iddia ve müdafaanın genişletilmesi yasağına tabii olmaksızın her zaman ileri sürülebileceği ve mahkemece kendiliğinden (re’sen) nazara alınacağı” ilkeleri 08.11.1991 tarih, l990/4 esas l99l/3 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında kabul edilmiş, bilimsel görüşler de aynı doğrultuda gelişmiştir.
Hâl böyle olunca, davalı ….’un iyiniyetli olup olmadığının tespiti için delillerin toplanması iyiniyetli olmadığı saptanırsa tapu iptal ve tescile karar verilmesi iyiniyetli olduğunun saptanması halinde bu kez de, 17/6/2013 tarihinde davacı vekilince, tapu iptal ve tescile karar verilmemesi durumunda taşınmazın dava tarihindeki bedelinin tazminat olarak ödenmesine karar verilmesi talebini içeren ve usulüne uygun olarak yapılan ıslah uyarınca, 4/6/2013 tarihinde davacı tarafından taşınmazın belirlenen değeri üzerinden yatırılan harç da dikkate alınarak, karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirmeyle yazılı şekilde karar verilmesi doğru değildir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2021/2821 K: 2022/43 T: 10.01.2022
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2020/1034 K: 2021/2648 T: 28.04.2021
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2014/17745 K: 2016/6919 T: 06.06.2016
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2016/6409 K: 2016/5922 T: 11.05.2016
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2015/53 K: 2016/211 T: 02.03.2016
Taraflar arasındaki “ipoteğin kaldırılması ve aile konutu şerhi konulması” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İzmir 13. Aile Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 18.06.2013 gün ve 2012/919 E. – 2013/490 K. sayılı kararın incelenmesi davalılardan Z… Bankası A.Ş. vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin 28.03.2014 gün ve 2014/5673 E. – 2014/7354 K. sayılı ilamıyla;
“Davacı, aile konutu olan taşınmaz üzerinde davalı eş tarafından diğer davalı banka lehine rızası alınmadan ipotek tesis edildiğini ileri sürerek Türk Medeni Kanununun 194. maddesi gereğince ipoteğin kaldırılmasını ve tapu kütüğüne aile konutu şerhi konulmasını istemiştir. Davalı banka iyi niyetli olduğunu savunmuştur. Mahkemece, davacı kadının rızası alınmadan davalı koca adına tapuda kayıtlı olan ve aile konutu niteliğindeki taşınmaz üzerinde davalı banka lehine ipotek tesis edildiği belirtilerek, davanın kabulü ile ipoteğin kaldırılmasına karar verilmiştir. İpotek tesisine ilişkin işlemden önce tapu kütüğünde “aile konutu” olduğuna dair bir şerh bulunmadığına göre, davalı bankanın ipoteğe ilişkin kazanımı iyi niyetli olması halinde korunur (TMK md. 1023). Kanunun iyi niyete hukuki bir sonuç bağladığı durumlarda, asıl olan iyi niyetin varlığıdır. İyi niyetin varlığı asıl olduğuna göre, ipoteğe ilişkin kazanımda davacı bankanın kötü niyetli olduğunu kanıtlama yükümlülüğü, bunu iddia edene düşer (TMK md. 6). Davacı, davalı bankanın kötü niyetli olduğunu gösteren bir delil getirememiştir. Bu durum nazara alınmadan ipoteğin kaldırılması isteğinin reddi yerine yazılı gerekçe ile kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiştir.” gerekçesiyle oyçokluğu ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Dava, aile konutu üzerindeki ipoteğin kaldırılması ve aile konutu şerhi konulması istemine ilişkindir.
Mahkemece, önceki gerekçelerle ipoteğin kaldırılmasına dair ilk kararda direnilmiştir. Direnme kararı, davalı şirket vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Uyuşmazlık; tapu kaydında aile konut şerhi bulunmayan taşınmaz üzerine konulan ipoteğin TMK 194 ve 1023 maddeleri dikkate alındığında kaldırılıp kaldırılmayacağı noktasında toplanmaktadır.
İlgili iç hukuk mevzuatına bakılacak olursa: 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun “Eşlerin hukuki işlemleri” başlıklı 193. maddesi: “Madde 193- Kanunda aksine hüküm bulunmadıkça, eşlerden her biri diğeri ve üçüncü kişilerle her türlü hukuki işlemi yapabilir.” şeklindedir.
4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun “Aile konutu” başlıklı 194/1. maddesinin ilgili bölümü,
“ II. Aile konutu Madde 194- Eşlerden biri, diğer eşin açık rızası bulunmadıkça, aile konutu ile ilgili kira sözleşmesini feshedemez, aile konutunu devredemez veya aile konutu üzerindeki hakları sınırlayamaz.
Aile konutu olarak özgülenen taşınmaz malın maliki olmayan eş, tapu kütüğüne konutla ilgili gerekli şerhin verilmesini tapu müdürlüğünden isteyebilir.
ve “İyiniyetli üçüncü kişilere karşı” başlıklı 1023. maddesi Madde 1023- Tapu kütüğündeki tescile iyiniyetle dayanarak mülkiyet veya bir başka ayni hak kazanan üçüncü kişinin bu kazanımı korunur. şeklindedir.
TMK 193. maddesi dikkate alındığında kural olarak eşlerin birbirleri ve üçüncü kişilerle her türlü hukuki işlem yapma serbestisi Türk Medeni Kanunu felsefesi içinde kabul edilmişken, TMK 194. maddesi ile bu kurala istisna getirilmiş, aile konutu üzerindeki hakların sınırlandırılması esası kabul edilmiştir. Düzenleme ile malik olmayan eşe, aile konutu ile ilgili tapu kütüğüne şerh verilmesini isteme hakkı tanınmış, eşlerin aile konutu ile ilgili bazı hukuksal işlemlerinin diğer eşin rızasına bağlı olduğu kuralı getirilerek eşlerin hukuki işlem özgürlüğü, “aile birliğinin” korunması amacıyla sınırlandırılmıştır. Buna göre, eşlerden biri diğer eşin açık rızası bulunmadıkça, aile konutu ile ilgili kira sözleşmesini feshedemez, aile konutunu devredemez ve aile konutu üzerindeki hakları sınırlayamaz. Bu sınırlandırma ancak diğer eşin açık rızası alınarak yapılabilir. Açık rıza yazılı veya sözlü olarak verilebilir. Örtülü rıza yeterli değildir. Açık rızanın varlığını ispat yükü; tasarruf işlemini yapanların üzerindedir.
Aile konutu olarak özgülenen taşınmaz malın maliki olmayan eş tarafından, tapu kütüğüne konutla ilgili gerekli şerhin verilmemesi halinde, işlem tarafı iyiniyetli üçüncü kişinin 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 1023. maddesi hükmünden yararlanacağı kabul edilmektedir (HGK. 24.04.2013, E. 2012/2-1567, K. 2013/579).
Bu durum aile konutu olarak kullanılan taşınmazın tapu kaydında, konutun bu niteliğini gösteren şerh olmaması hali ile ilgilidir ve taşınmazın aile konutu olduğunu bilmeyen ya da bilemeyecek durumda olan üçüncü kişinin tapuya güven ilkesinden yararlanması asıldır. Ancak, 14.02.1951 gün ve 17/1 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının dikkate alınması da zorunludur.
Söz konusu İçtihadı Birleştirme Kararına göre; vakıa ve karinelerden olayda kanunen iyiniyet iddiasında bulunamayacak durumu belirmiş olan kimsenin kötü niyetin diğer tarafa ispat ettirilmesine artık sebep ve vecih kalmaz ve dava hakkının doğumunu sağlayan veya bertaraf eden iyi ve kötü niyet bu durumda mahkemece resen nazara alınabilecektir.
Bu nedenle, aile konutu üzerinde lehine tasarruf işlem yapılan kişi/kişilerin iyiniyeti her somut olaya göre değerlendirilmelidir. Hemen ifade edilmelidir ki; tapuda aile konut şerhi olmasa da bunu bilebilecek durumda olan veya bilen lehine hak oluşturan kişinin iyiniyetinin bulunduğunun kabul edilmesi de mümkün değildir. Nitekim benzer ilkeler Hukuk Genel Kurulunun 15.04.2015 gün ve 2013/2-2056 ve 2015/1201, 19.06.2015 gün ve 2015/2-528, 2015/1713 sayılı kararlarında da kabul edilmiştir.
Somut olay gelince, dava konusu taşınmazın tapu kaydında ipotek tesis edildiği tarihte aile konutu şerhi bulunmadığı açıktır. Ne var ki, 26.10.2011 tarihinde düzenlenen değerlendirme raporunda dava konusu taşınmazın dava dışı Orhan tarafından mesken vasfı ile kullanıldığı tespit edilmiştir. Her ne kadar taşınmaz bu değerlendirme raporundan sonra ancak ipotek tesisinden önce 01.11.2011 tarihinde davalı Saffet’e satılmış ve davalı Saffet tarafından ipotek verilmiş ise de davalı banka basiretli bir tacir gibi davranarak satın alınan evin aile konutu olarak kullanılıp kullanılmadığına yönelik bir tespit yapmamıştır. Bu tespitlere rağmen aile konutu olan taşınmaz üzerinde davalı banka lehine ipotek tesis edilmiş, bu işlem sırasında davalı banka tarafından davacı eşin açık rızası alınmamıştır. Bu durumda, TMK’nun 194/1 maddesi eşin açık rızasını aradığından, yapılan işlemin geçerli olduğunu kabul etmek imkansızdır.
Hal böyle olunca, mahkemece, yukarıda açıklanan yasal düzenleme ve ilkelere uygun değerlendirme yapılarak davanın kabulüne karar verilmesi ve bu kararda direnilmesi usul ve yasaya uygun olup; direnme kararının onanması gerekir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/113 K: 2006/205 T: 19.04.2006
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2019/318 K: 2019/1238 T: 28.11.2019
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/2022 K: 2018/1168 T: 06.06.2018
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1–222 K: 1999/226 T: 21.4.1999
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2016/6409 K: 2016/5922 T: 11.05.2016
Asıl dava, hile hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ile tescil; birleştirilen 2007/277 E. sayılı dava ehliyetsizlik hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ile tescil; birleştirilen 2008/16 E. sayılı dava hile ve ehliyetsizlik hukuksal nedenlerine dayalı tapu iptali ile tescil olmazsa tazminat istemine ilişkindir.
Mahkemece, hile ve hata hukuksal nedenine dayalı tapu iptal davası bakımından davacı …’nin tapuda devir işlemleri sırasında bedelin tamamını nakden aldığı, bedel karşılığında davacıya kooperatif payları verildiği, davacının kooperatifteki dairede bir süre oturarak tasarruf ettiği bu durumda davalıların hileli hareketlerinin ispatlanamadığı gerekçesi ile davanın reddine; davacılar … …. ile ….. …. yönünden ise davacıların akit tarihinde reşit olmadığı, velisi tarafından yapılan devir işlemine onay vermedikleri bu durumda ehliyetsizlik nedeniyle iş bu davacılar yönünden iptal-tescil isteğinin kabulüne; davacı … yönünden Adli Tıp Kurumu Dördüncü İhtisas Dairesi’nden elde edilen raporla akit tarihinde davacının fiil ehliyetine haiz olmadığının belirlendiği gerekçesi ile iptal-tescil isteğinin kabulüne karar verilmiştir.
Hemen belirtilmelidir ki; temliki işlemin tarafların anlaşmalarına uygun biçimde gerçekleştirildiği, işlemin iradi ve geçerli bir hukuki sebebe dayalı olduğu olayda hilenin gerçekleştiğini söyleyebilme olanağı bulunmadığına göre davacı …’nin taşınmazdaki kendi payının satışına ilişkin davanın reddine karar verilmesi doğru olduğu gibi davacı (kısıtlı) …’ın işlem tarihinde Adli Tıp Kurumu Dördüncü İhtisas Dairesi’nden elde edilen rapor gereğince ehliyetsiz olduğu belirlenmekle …’ın payına ilişkin ilk el konumundaki davalı …’a satış suretiyle yapılan temlikin hukuken geçersiz olduğunun benimsenmesinde de bir isabetsizlik yoktur. Davacı … vekilinin tüm temyiz itirazları ile davalı … vekilinin bu yönlere değinen temyiz itirazları yerinde değildir. Reddine.
Davalı … vekilinin öteki temyiz itirazları ile davalı … vekilinin temyiz itirazlarına gelince; Davalı 2. el durumundaki ….’in 4721 sayılı TMK’nın 1024. maddesi hükmü uyarınca durumu bilen ve bilmesi gereken konumda olduğu ve aynı Yasa’nın 1023. maddesinin koruyuculuğundan yararlanamayacağı tartışmasızdır.
Davalı … da taşınmazı edinen 2. el olup Türk Medeni Kanununun 1023. maddesinde öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde sicilin aleniyeti ve güvenirliği prensibine dayalı olarak edinmesinin korunacağı açıktır.
Ne varki; mahkemece bu konuda hükme elverişli olacak nitelikte bir araştırma yapıldığı söylenemez. Bilindiği üzere; Hukukumuzda, diğer çağdaş hukuk sistemlerinde olduğu gibi kişilerin huzur ve güven içerisinde alış verişte bulunmaları satın aldıkları şeylerin ilerde kendilerinden alınabileceği endişelerini taşımamaları ,dolayısıyla toplum düzenini sağlamak düşüncesiyle, alan kişinin iyi niyetinin korunması ilkesi kabul edilmiş tir. Bu amaçla Medeni Kanunun 2.maddesinin genel hükmü yanında menkul mallarda 988 ve 989, tapulu taşınmazların el değiştirmesinde ise 1023.maddesinin özel hükümleri getirilmiştir.
Öte yandan bir devleti oluşturan unsurlardan biri insan unsuru ise bunun kadar önemli olan ötekisi topraktır.İşte bu nedenle Devlet, nüfus sicilleri gibi tapu sicillerinin de tutulmasını üstlenmiş,bunların aleniliğini (herkese açık olmasını) sağlamış, iyi ve doğru tutulmamasından doğan sorumluluğu kabul etmiş, değinilen tüm bu sebeplerin doğal sonucu olarakta tapuya itimat edip, taşınmaz mal edinen kişinin iyi niyetini korumak zorunluluğunu duymuştur. Belirtilen ilke M.K.nun 1023.maddesinde aynen “tapu kütüğündeki sicile iyi niyetle dayanarak mülkiyet veya başka bir ayni hak kazanan 3 ncü kişinin bu kazanımı korunur” şeklinde yer almış, aynı ilke tamamlayıcı madde niteliğindeki 1024. maddenin 1.fıkrasına göre “Bir ayni hak yolsuz olarak tesçil edilmiş ise bunu bilen veya bilmesi gereken 3 ncü kişi bu tesçile dayanamaz” biçiminde öngörülmüştür.
Ancak; tapulu taşınmazların intikallerinde, huzur ve güveni koruma,toplam düzenini sağlama uğruna, tapu kaydında ismi geçmeyen ama asıl malik olanın hakkı feda edildiğinden iktisapta bulunan kişinin, iyi niyetli olup olmadığının tam olarak tespiti büyük önem taşımaktadır. Gerçekten bir yanda tapu sicilinin doğruluğuna inanarak iktisapta bulunduğunu ileri süren kimse diğer yanda ise kendisi için maddi,hatta bazı hallerde manevi büyük değer taşıyan ayni hakkını yitirme tehlikesi ile karşı karşıya kalan önceki malik bulunmaktadır.
Bu nedenle yüzeysel ve şekilci bir araştırma ve yaklaşımın büyük mağduriyetlere yol açacağı, kişilerin Devlete ve adalete olan güven ve saygısını sarsacağı ve yasa koyucunun amacının ilk bakışta, şeklen iyi niyetli gözükeni değil, gerçekten iyiniyetli olan kişiyi korumak olduğu hususlarının daima göz önünde tutulması, bu yönde tüm delillerin toplanıp derinliğine irdelenmesi ve değerlendirilmesi gerekmektedir.
Nitekim bu görüşten hareketle “kötü niyet iddiasının def’i değil itiraz olduğu,iddia ve müdafaanın genişletilmesi yasağına tabii olmaksızın her zaman ileri sürülebileceği ve mahkemece kendiliğin den (re’sen) nazara alınacağı ilkeleri 8.ll.l99l tarih l990/4 esas l99l/3 sayılı İnançları Birleştirme Kararında kabul edilmiş, bilimsel görüşlerde aynı doğrultuda gelişmiştir.
Öte yandan; Ana ve baba veya velayet bunlardan yalnızca birinde ise, velayet hakkına sahip olan ebeveyn, velayet hakkı kapsamında kural olarak çocuk malları üzerinde hakimden izin almaksızın tasarrufta bulunabilirler. Eş deyişle, velayet hakkına sahip olanın, bu hak çerçevesinde çocuğun yasal temsilcisi sıfatıyla çocuk malları üzerinde tasarrufta bulunabilmesi için kural olarak hakimin iznine ihtiyacı yoktur (4721 sayılı TMK. m. 342/3). Ancak, çocuğun bakımı, yetiştirilmesi ve eğitimi için zorunluluk varsa,hakim ana ve babaya, ilerde sorumluluk davasıyla karşılaşmamaları için belirlediği miktarlarda çocuğun mallarına başvurma yetkisi tanıyabilir (4721 sayılı TMK. m. 356/2). Dolayısıyla Türk Medeni Kanununun 462. maddesindeki vesayet kurumundan farklı olarak; velayeti üstlenen kişileri (veli) velayet altındaki küçüğün mallarını satarken hakim iznine tabi tutmamıştır.
Somut olaya gelince;davacı anne (….) akit tarihi itibariyle küçükler … ve …..’ın velisi ve yasal tek temsilcisidir. Bu itibarla, davacı …’nin (velinin) 4721 sayılı TMK. nun 342/3. maddesinde tanınan izin almaksızın tasarruf yetkisi bulunduğu gözetildiğinde küçükler … ve …..’ın payının satışı geçerli olduğu gibi temliki işlemin tarafların anlaşmalarına uygun biçimde gerçekleştirildiği açıktır.
Hâl böyle olunca; … ve …..’ın asıl ve birleştirilen 2008/16 E. sayılı davasının reddine karar verilmesi, birleştirilen 2008/16 E. sayılı davada kısıtlı …’ın payına ilişkin olarak yukarıda açıklanan ilkeler gözetilmek suretiyle davalı kayıt maliki Abdullah’ın iyiniyetli olup olmadığının araştırılması, bu konuda taraf delillerinin toplanması ve varılacak sonuca göre bir hüküm kurulması gerekirken noksan soruşturma ve yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde karar verilmesi doğru olmadığı gibi birleştirilen 2007/277 E. sayılı davada dava (15.10.2007) tarihinde davalı … ve ….’in kayıt maliki olmadıkları (tapu iptal davalarının kayıt malikine yöneltilmesinin zorunlu bulunduğu) gözetilerek davanın husumet yokluğu nedeniyle reddine karar verilmesi ve davada kendisini vekil aracılığı ile temsil ettiren davalı … yararına vekâlet ücreti takdir edilmesi ve birleştirilen davalar göz ardı edilerek tek bir dava varmış gibi işin esası hakkında hüküm kurulması isabetsizdir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2021/2821 K: 2022/43 T: 10.01.2022
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2020/1034 K: 2021/2648 T: 28.04.2021
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2014/20353 K: 2017/506 T: 26.01.2017
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2014/17745 K: 2016/6919 T: 06.06.2016
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2014/17745 K: 2016/6919 T: 06.06.2016
Dava, yolsuz tescil hukuksal nedenine dayalı tapu iptal ve tescil isteğine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulü ile çekişmeli taşınmazda davacı ve davalılar payının iptaline, 14/02/2014 havale tarihli bilirkişi raporunda tespit edilen payların davacı ile davalı … hariç diğer davalılar adına tesciline, yine aynı bilirkişi raporunda yer verilen şerhin tapu kütüğündeki hak ve mükellefiyetler sütununa tesciline karar verilmiştir.
Bilindiği üzere; Hukukumuzda, diğer çağdaş hukuk sistemlerinde olduğu gibi kişilerin huzur ve güven içerisinde alış verişte bulunmaları satın aldıkları şeylerin ilerde kendilerinden alınabileceği endişelerini taşımamaları, dolayısıyla toplum düzenini sağlamak düşüncesiyle, alan kişinin iyi niyetinin korunması ilkesi kabul edilmiştir. Bu amaçla 4721 s. Türk Medeni Kanununun (TMK) 2.maddesinin genel hükmü yanında menkul mallarda 988. ve 989., tapulu taşınmazların el değiştirmesinde ise 1023. maddesinin özel hükümleri getirilmiştir.
Öte yandan, bir devleti oluşturan unsurlardan biri insan unsuru ise bunun kadar önemli olan ötekisi topraktır. İşte bu nedenle Devlet, nüfus sicilleri gibi tapu sicillerinin de tutulmasını üstlenmiş, bunların aleniliğini (herkese açık olmasını) sağlamış, iyi ve doğru tutulmamasından doğan sorumluluğu kabul etmiş, değinilen tüm bu sebeplerin doğal sonucu olarak da tapuya itimat edip, taşınmaz mal edinen kişinin iyi niyetini korumak zorunluluğunu duymuştur. Belirtilen ilke TMK’nin 1023. maddesinde aynen “tapu kütüğündeki sicile iyi niyetle dayanarak mülkiyet veya başka bir ayni hak kazanan 3 ncü kişinin bu kazanımı korunur” şeklinde yer almış, aynı ilke tamamlayıcı madde niteliğindeki 1024.maddenin 1. fıkrasına göre “Bir ayni hak yolsuz olarak tescil edilmiş ise bunu bilen veya bilmesi gereken 3 ncü kişi bu tescile dayanamaz” biçiminde öngörülmüştür.
Ne var ki; tapulu taşınmazların intikallerinde, huzur ve güveni koruma, toplum düzenini sağlama uğruna, tapu kaydında ismi geçmeyen ama asıl malik olanın hakkı feda edildiğinden iktisapta bulunan kişinin, iyi niyetli olup olmadığının tam olarak tespiti büyük önem taşımaktadır. Gerçekten bir yanda tapu sicilinin doğruluğuna inanarak iktisapta bulunduğunu ileri süren kimse diğer yanda ise kendisi için maddi, hatta bazı hallerde manevi büyük değer taşıyan ayni hakkını yitirme tehlikesi ile karşı karşıya kalan önceki malik bulunmaktadır.
Bu nedenle, yüzeysel ve şekilci bir araştırma ve yaklaşımın büyük mağduriyetlere yol açacağı, kişilerin Devlete ve adalete olan güven ve saygısını sarsacağı ve yasa koyucunun amacının ilk bakışta, şeklen iyi niyetli gözükeni değil, gerçekten iyiniyetli olan kişiyi korumak olduğu hususlarının daima göz önünde tutulması, bu yönde tüm delillerin toplanıp derinliğine irdelenmesi ve değerlendirilmesi gerekmektedir.
Nitekim bu görüşten hareketle, “kötü niyet iddiasının def’i değil itiraz olduğu, iddia ve müdafaanın genişletilmesi yasağına tabii olmaksızın her zaman ileri sürülebileceği ve mahkemece kendiliğinden (resen) nazara alınacağı” ilkeleri 8.11.1991 tarihli l990/4 esas l99l/3 sayılı İçtdihadı Birleştirme Kararında kabul edilmiş, bilimsel görüşlerde aynı doğrultuda gelişmiştir.
Somut olayda, davalı …’in ikinci el konumunda olduğu gözetildiğinde iktisabının iyi niyetli olup olmadığı, başka bir ifade ile Türk Medeni Kanunu’nun 1023. maddesinin koruyuculuğundan yararlanıp yararlanmayacağının belirlenmesi gerektiğinde kuşku yoktur.
Ne var ki, mahkemece bu konuda yapılan araştırma ve incelemenin hüküm vermeye yeterli ve elverişli olduğunu söyleyebilme imkanı yoktur.
Hâl böyle olunca; davalı …’in iktisabının iyiniyetli olup olmadığının ve Türk Medeni Kanununun 1023. maddesinin koruyuculuğundan yararlanıp yararlanmayacağının yukarıda açıklanan ilkeler doğrultusunda tarafların tüm delilleri eksiksiz toplanarak açıklığa kavuşturulması, hükme yeterli araştırma ve inceleme yapılması ve hasıl olacak sonuca göre karar verilmesi gerekirken anılan hususlar gözardı edilerek karar verilmiş olması isabetsizdir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2021/2821 K: 2022/43 T: 10.01.2022
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2020/1034 K: 2021/2648 T: 28.04.2021
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2014/20353 K: 2017/506 T: 26.01.2017
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2016/6409 K: 2016/5922 T: 11.05.2016
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2015/12 K: 2016/1005 T: 02.11.2016
Taraflar arasındaki “satış vaadi sözleşmesine dayalı tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Polatlı 2. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 12.12.2013 gün ve 2013/65 E., 2013/476 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin 05.06.2014 gün ve 2014/2957 E., 2014/7487 K. sayılı kararı ile;
(… Dava, 15.02.2012 tarihli satış vaadi sözleşmesine dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir. Mahkemece; tapu iptali ve tescil isteminin reddine karar verilmiştir. Hükmü, davacı vekili temyiz etmiştir.
Davada dayanılan 15.02.2002 tarihli satış vaadi sözleşmesi 18.02.2002 tarihinde tapuya şerh edilmiştir. Şerhten amaç, ilişkin bulunduğu hukuki durumu kayda sonradan malik olanlara da ileri sürebilir hale getirmek, hukuki duruma aleniyet kazandırmaktır. Denilebilir ki, bu yönüyle şerh taşınmazın şerhten sonraki malikleri üzerinde de bir bakıma ayni etki gösterir. Dolayısıyla, şerhten sonra taşınmazı kazanan malikler şerh sahibi vaat alacaklısına karşı iyiniyet savunmasında bulunamazlar.
Gerçekten, Tapu Kanunu m. 26’da “şerhten itibaren 5 yıl içinde satış yapılamaz veya irtifak hakkı tesis ve tapuya tescil edilmezse, iş bu şerh tapu müdürü veya memuru tarafından resen terkin olunur” hükmü bulunmaktadır. Fakat bu hüküm, sözleşmenin tapuya şerhinden itibaren 5 yıl içinde satış akdi yapılmazsa, bu şerhi tapu sicil müdürü veya memurunun re’sen terkin edeceği anlamına gelmez. 5 yıl geçtikten sonra terkin işlemi de ancak Tapu Sicil Tüzüğünün 78/4. maddesi gereğince taşınmaz mal malikinin istemi ile yapılabilir. Nitekim benzeri bir düzenleme de TMK’nın 1027. maddesinde yer almış, anılan hükümde tapu memurunun, ancak basit yazı yanlışlıklarını tüzük kuralı uyarınca re’sen düzeltebileceği, bunun dışındaki her türlü düzeltme, eski tescilin terkini ve yeni bir tescilin yapılabilmesi için ilgililerin yazılı rızaları gerektiği, tapu sicilindeki her türlü yanlışlığa ancak mahkeme kararıyla son verilebileceği kuralı getirilmiştir. Diğer taraftan, tapuda şerhe ilişkin bir hüküm olmasa da satış vaadi sözleşmesine dayanan taraf sonradan kayda malik olan kişinin kötüniyetli olduğunu kanıtlamak suretiyle her zaman satış vaadi sözleşmesine dayanarak dava açabilir.
Bu açıklamalardan sonra somut olaya gelince; Davacı, davalı gerçek kişilerin murisi Hatice’den 15.02.2002 tarihli satış vaadi sözleşmesi ile 188 parsel sayılı taşınmazdaki hisselerini satın almış ve sözleşme 18.02.2002 tarihinde tapuya şerh edilmiştir. Bu şerh 5 yıl geçmesine rağmen maliki tarafından terkin talebinde bulunulmadığı için tapu kaydında halen görünmektedir. Bu haliyle davacının dayandığı satış vaadi sözleşmesinin borçlusu Hatice Türe’nin mirasçıları tarafından 17.12.2008 tarihinde tapudan davalı S.S. D… T… Villaları Konut Yapı Kooperatifine satılmıştır.
Davalı kooperatif satış vaadi sözleşmesine konu payı satış vaadi şerhini görerek satın almıştır. Bu nedenle iyiniyet iddiası dinlenemeyeceğinden davanın kabulü gerekirken yazılı gerekçe ile davanın reddine karar verilmesi doğru görülmediği… ) gerekçesiyle ve oyçokluğuyla bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Dava satış vaadi sözleşmesine dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
Davacı vekili davalıların murisi Hatice’nin Polatlı 3.Noterliğinin 15.02.2002 tarih ve 1353 yevmiyeli satış vaadi sözleşmesi ile G… Köyü 1… parsel sayılı taşınmazdaki payını davacı kooperatife satmayı vaat ettiğini, satış vaadi sözleşmesinin 18.02.2002 tarihinde tapuya şerh edildiğini buna rağmen Yüksel ve Gülden’in kendilerine murisleri Hatice’den intikal eden paylarını vekilleri aracılığı ile 22.10.2007 tarihinde davalı D… T… Villaları Konut Yapı Kooperatifine devir ettiklerini, satış vaadi şerhine rağmen taşınmazı satın alan davalı kooperatif ile davalılar Yüksel ve Gülden’in iyi niyetli olmadıklarını belirterek, sözleşmeye konu payın davacı adına tesciline karar verilmesini istemiştir.
Davalı Kooperatif vekili müvekkilinin taşınmazdaki dava konusu payları bedelini ödeyerek iyiniyetle satın aldığını, satış vaadi sözleşmesine ait şerhin beş yılın dolması sonucu hükümsüz hale geldiğini belirterek, davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.
Mahkemece satış vaadi sözleşmesine ilişkin şerhten itibaren beş yıl içinde satış yapılmaması halinde şerhin re’sen terkin olacağı yönündeki Tapu Kanunu düzenlemesinin açık olduğu; bu tarihten sonra hak sahibi olanlara karşı şerhe dayanarak hak talep edilemeyeceği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş; davacı vekilinin temyizi üzerine karar Özel Dairece yukarıda açıklanan nedenlerle bozulmuştur.
Yerel Mahkemece gerekçesi açıklanarak önceki kararda direnilmiştir. Direnme kararı davacı vekili tarafından temyize getirilmektedir.
Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık satış vaadi sözleşmesinin tapu siciline şerhi tarihinden itibaren yasal beş yıllık süre geçtiği halde sicilden terkin edilmediği için, satış vaadine ilişkin bu şerhi görerek taşınmazı satın alan kimsenin iyiniyetini ortadan kaldırıp kaldırmayacağı noktasında toplanmaktadır.
Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle “hak” kavramı hakkında açıklama yapılmasında yarar bulunmaktadır. Bir görüşe göre hak, hukuk düzeninin fertlere tanıdığı irade veya irade kudretidir. Bir başka görüş hakkı, hukuk düzenince korunan menfaat olarak tanımlamıştır. Bir diğer görüş ise hakkı, hukuki ilişki kavramıyla açıklamaktadır. Bu görüşü savunanlar hakkı, sahibine bu ilişkiye katılan kişi veya kişiler karşısında tanınan bir ayrıcalık veya imtiyazlı bir durum olarak tanımlamışlardır. Dolayısıyla hak, hukuki ilişkinin bir unsuru olup sahibi lehine imtiyazlı bir durum yaratırken, diğer kişiler için de bir kısıtlama, yükümlülük oluşturmaktadır. Hakkın hak sahibine verdiği imtiyaz, diğer kişilere yüklenen davranış yükümlüğünden ibarettir (Eren, F.; Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 14. Baskı, Ankara, 2012,s.46-47).
Haklar konuları ya da nitelikleri temel alınarak çeşitli tasniflere tabi tutulmuştur. “İleri sürülebileceği çevre” bakımından haklar “mutlak ve nispi haklar” olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.
Mutlak haklar sahibine belirli bir mal veya kişi üzerinde geniş tasarruf yetkisi veren ve herkese karşı ileri sürülebilen haklardır. Mutlak hakların neler olduğunu kanun koyucu sınırlı olarak belirlemiştir. Bu nedenle kişiler, yasada öngörülen sınırlı sayıdaki mutlak hak dışında yeni bir mutlak hak yaratamazlar. Mutlak hakların konusu mutlaka maddi ya da gayri maddi mallardır. Maddi mallar üzerindeki mutlak haklara, ayni haklar; maddi olmayan mallar üzerindeki haklara da fikri haklar denir. Ayni haklar mal üzerindeki mutlak iktidar haklarıdır. Diğer bir tanımlama ile ayni haklar bir kimseye bir şey üzerinde doğrudan doğruya hakimiyet sağlayan ve bu sebeple herkese karşı ileri sürülebilen haklardır.
Nispi haklar aynı zamanda kişisel haklar olarak da tanımlanmaktadır. Çünkü bu haklar belirli bir şahsa veya şahıslara karşı ileri sürülebilen haklardır. Kişisel hak, ayni haklarda olduğu gibi, hak sahibinin bir mal üzerinde doğrudan doğruya haiz olduğu bir yetki değil, bir şeyin verilmesini, bir şeyin yapılmasını veya yapılmamasını, yani belirli bir hareket tarzını bir veya birkaç şahıstan isteme hususundaki haktır. Nispi hakların eşya ile olan ilgileri doğrudan doğruya mutlak değil, nispidir (Velidededeoğlu H.V./Esmer, G.: Gayrimenkul Tasarrufları Ve Tapu Sicili Tatbikatı, İstanbul 1956, S.30).
Yukarıda da ifade edildiği gibi kişisel haklar sadece sözleşmenin tarafları arasında hüküm ve sonuçlarını doğurur. Fakat hukukumuzda bazı kişisel hakların üçüncü kişiler bakımından da etkili olabilmesi için kabul edilen haller de vardır. Bunların başında zilyetlik gelmektedir. Ne var ki taşınmazlarda kamuya açıklık ve hak karinesi “şeye zilyet” olmakla değil hakkın sicile kayıt edilmesine bağlandığı için taşınmazlar ile ilgili kişisel hak sahibi olanların hakkını korumada zilyetlik yeterli değildir. Kanun koyucu tarafından bu sakıncaları gidermek ve şahsi hak sahibinin güçlendirilmesi amacıyla taşınmazlarla ilgili bulunan bazı kişisel hakları tapu siciline şerh verdirerek, bunları taşınmaz üzerinde sonradan hak kazanan üçüncü kişilere karşı da öne sürmek olanaklı kılınmıştır.
Kanunun farklı kısımlarında şerhe imkan tanıyan hükümler bulunmakla birlikte şerhi mümkün olan hak ve durumlar esas itibari ile Türk Medeni Kanununun (TMK) 1009 vd hükümlerinde üç başlık halinde belirtilmiştir. Bunlar kişisel hakların şerhi, tasarruf yetkisinin kısıtlanmasına yönelik şerh ve geçici tescil şerhidir.
Taşınmaz satış vaadi sözleşmelerine gelince, bunlar taraflar arasında karşılıklı borç doğuran sözleşmelerdir. Bu sözleşme ile vaad eden belli bir taşınmazı satmayı; vaad alan da bu taşınmazı satın almayı birbirlerine karşı borçlanırlar. Yani satış vaadi sözleşmesi, Türk Borçlar Kanununda yerini bulan ve iki tarafa borç yükleyen sözleşmelerdendir. Sözleşmenin kurulması ile sözleşmeye konu olan taşınmazın mülkiyeti el değiştirmez. Taşınmazın mülkiyetinin el değiştirmesi için ya tarafların rızaları yahut ilgili mahkemeden alınacak bir tescil kararı gerekir. Bu nedenle taşınmaz satış vaadi sözleşmelerinden doğan hak, ayni değil kişisel(nispi) haklardandır. Bunun sonucu olarak da satış vaadi sözleşmesinin tarafları, bu sözleşmeden doğan haklarını yalnız birbirlerine veya haleflerine karşı ileri sürebilirler.
Hemen belirtelim ki taşınmaz satış vaadi sözleşmesinden doğan kişisel haklar gibi bazı kişisel hakların, tapu siciline şerh edilmesi olanaklıdır. Nitekim “kişisel hakların şerhi” başlıklı TMK’nın 1009. maddesinde arsa payı karşılığı inşaat, taşınmaz satış vaadi, kira, alım, önalım, gerialım sözleşmelerinden doğan haklar ile şerh edilebileceği kanunlarda açıkça öngörülen diğer hakların tapu kütüğüne şerh edilebileceği hükme bağlanmıştır.
Bu olanaktan yararlanarak tapu siciline şerh edilen kişisel hak, ayni hak niteliğini almamakla beraber, aynilik güç ve etkisi kazanmaktadır. Bu durumda dahi kişisel hak, yine herkese karşı ileri sürülememekte ancak konusu olan taşınmazla ilgili kişilere karşı ileri sürülebilme olanağına kavuşmaktadır (Özenli, S.: Uygulamada Taşınmaz Satış Vaadi Sözleşmesi ve Neden Olduğu Davalar, Ankara 1986, s.16). Bu nedenle taşınmaz satış vaadi sözleşmesinden doğan hak, esasında kişisel bir hak olmakla beraber ilgili olduğu taşınmazın tapu siciline şerh edildikten sonra ayni hak tesiri de yapabilecek bir kişisel hak türü olarak kabul etmek gerekecektir (Özenli, s.17).
Kişisel (nispi) hakkın şerhinin, hak üzerinde yapacağı etki doktrinde tartışmalı olmakla birlikte çoğunluğun kabulüne göre şerhin iki etkisi vardır:
Birincisi; şerh verilen kişisel hakkın konusunda borç doğuncaya kadar etkisidir ki bu şerh verilen hakla ilgili borcu “eşyaya bağlı borç” durumuna sokar. Buna göre, şerhten sonra taşınmazın her maliki kendi mülkiyeti esnasında doğacak borçla yükümlü olur.
Şerhin ikinci etkisi; şerhten sonra taşınmazda hak kazanmış olanlardan, doğmuş borcun ifasında alacaklıya zarar verenlerin haklarının bertaraf edilmesini sağlamasıdır. Buna şerhin munzam etkisi denir.
Şerhin birinci etkisi ancak borcun doğumuna kadardır. Borcun doğumundan sonra rolü yoktur. Doğan borç, hangi malik zamanında doğarsa onun borcudur. Borç doğduktan sonra taşınmaz el değiştirirse borç yeni malike geçmez. İkinci yani munzam etki ise ancak borç doğduktan sonra söz konusu olur. Borç doğmadıkça bir rolü yoktur. Her iki etki bakımından da şerh kurucu bir nitelik taşır. Diğer bir ifade ile ancak şerhin yapılması ile kişisel hak sözü geçen etkileri kazanır (Oğuzman, K./Seliçi, Ö./Oktay-Özdemir, S.: Eşya Hukuku, İstanbul 2014, s.247 vd.)
Vaad alacaklısına kişisel bir hak sağlayan satış vaadi sözleşmelerinin TMK’nın 1009. ve Tapu Kanunun 26. maddeleri uyarınca tapu kütüğüne şerh edildiği tarihten sonra taşınmazda ayni hak kazanan kişilere karşı ileri sürülebilme olanağı kazanmaktadır. Çünkü kişisel hakkın tapuya işlenilmesiyle sonradan hak kazanan üçüncü kişiler bu konuda uyarılmış olur.
Tapu Kanununun 26. maddesinde “Şerhten itibaren beş yıl içinde satış yapılmaz veya irtifak hakkı tesis ve tapuya tescil edilmez ise iş bu şerh tapu müdürü veya memuru tarafından re’sen terkin olunur” hükmüne yer verilmiştir. Fakat bu düzenleme tapu sicil memurunun şerhi re’sen terkin yetkisi olduğu şeklinde yorumlanmamalıdır. Zira TMK’nın 1027. maddesinde sadece adi yazım hatalarının tüzük hükümlerine göre tapu sicil memurunca düzeltilebileceğine bunun dışındaki tüm düzeltmelerin ilgilerinin yazılı izni veya mahkeme kararı ile yapılabileceğine dair açık hüküm vardır. Buna benzer bir diğer düzenleme Tapu Sicil Tüzüğünün 69. maddesinde yer almaktadır. Tüzükteki bu düzenlemede de tapuya şerh edilmiş süreye bağlı kişisel hakların sürenin dolması halinde sicilden terkininin sadece taşınmaz malikinin talebi ya da mahkeme kararı ile yapılabileceği hüküm altına alınmıştır. Tüm bu düzenlemeler birlikte değerlendirildiğinde Tapu Kanununun 26. maddesindeki düzenleme şerhin malikin istemi üzerine terkin edilebileceği şeklinde anlaşılmalıdır. Taşınmaz maliki tarafından terkini talep edilmediği için tapu sicilinde varolmaya devam eden şerh etkisini devam ettirecektir. Bu nedenle tapudaki satış vaadi şerhini görerek taşınmazı satın alan kişi TMK’nın 1023. maddesi anlamında iyiniyetli üçüncü kişi kabul edilmeyecek ve vaad alacaklısına karşı bu madde korumasından yararlanamayacaktır. Zira tapu sicilinin aleniliği dolayısıyla herkesin kütükte yer alan haklarla ilgili bilgisi olduğu varsayılır, bunun aksi iddia edilemez (TMK 1020).
Tüm bu açıklamalar kapsamında somut olaya bakıldığında satış vaadine konu payın devrine ilişkin sözleşme 15.02.2002 tarihinde düzenlenmiş olup, 18.02.2002 tarihinde tapu siciline de işlenmiştir. Satış vaadine konu bu payın davalı kooperatife temliki ise 22.10.2007 tarihinde yapılmıştır. Dosyaya getirtilen bu temlike ilişkin resmi senet metnine göre de davalının satış vaadi şerhini görerek temliki kabul ettiği anlaşılmaktadır. Bu nedenle davalının iyi niyetli temellük eden olduğunu kabul etmek mümkün değildir. Dolayısıyla davalının iyiniyetli olduğuna dair iddiası dinlenemeyeceğinden davacının TMK’nın 716. maddesi uyarınca açtığı tapu iptali ve tescil davasında borcun hükmen yerine getirilmesini talepte haklıdır.
Bu durumda Yerel Mahkemece bozma kararı uyarınca karar verilmek gerekirken, önceki hükümde direnilmesi doğru değildir.
Öte yandan Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında kanunda belirtilen beş yıllık sürenin dolmasıyla üçüncü kişiler bakımından şerhin hukuki değerini yitireceği ve satın alanın iyiniyetine etki etmeyeceği gerekçesiyle direnme kararının onanması gerektiği görüşü ileri sürülmüşse de yukarıda açıklanan nedenlerle bu görüş Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir.
Hal böyle olunca; Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma ilamına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 23. Hukuk Dairesi E: 2015/9708 K: 2018/3902 T: 03.07.2018
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/2022 K: 2018/1168 T: 06.06.2018
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1–222 K: 1999/226 T: 21.4.1999
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1993/2180 K: 1993/8634 T: 7.7.1993
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2014/20353 K: 2017/506 T: 26.01.2017
Özet: kısa aralıklarla yapılan temliklerin de hayatın olağan akışına aykırı olduğu ve iyiniyetli kabul edilen dava dışı ….’in TMK. 1023. maddesinin koruyuculuğundan yararlanmayacağı
Asıl ve birleştirilen dava, yolsuz tescile dayalı tapu iptali tescil isteğine ilişkindir. Dosya içeriğine, toplanan delillere, hükmün dayandığı yasal ve hukuksal gerekçeye ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre; davacı Belediye vekilinin temyiz itirazı yerinde değildir. Reddine.
Davacı Hazine vekilinin temyiz itirazlarına gelince, Davalı Hazine tarafından 775 sayılı Yasa ve protokol kapsamında işlem yapılmak üzere, dava konusu 1534 ada 2 parselin davacı Belediye’ye temlik edildiği, davacı Belediye’nin de sahte encümen kararı ile 3. kişilere devrettiği, kısa aralıklarla yapılan temliklerin de hayatın olağan akışına aykırı olduğu ve iyiniyetli kabul edilen dava dışı ….’in TMK. 1023. maddesinin koruyuculuğundan yararlanmayacağı, bu durumda taşınmazın gerçek maliki olan hazineye dönmesi gerektiği açıktır.
Hâl böyle olunca, davacı hazinenin davasının kabulüne karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde karar verilmesi doğru değildir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2020/2655 K: 2021/534 T: 02.02.2021
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2019/2996 K: 2021/334 T: 21.01.2021
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2016/2948 K: 2019/469 T: 24.01.2019
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2014/13259 K: 2016/397 T: 18.01.2016
Yargıtay 15. Hukuk Dairesi E: 2017/449 K: 2017/2579 T: 15.06.2017
Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle yasaya uygun gerektirici nedenlere ve özellikle temyiz eden davalılar …,…..’un birleşen 2004/402 Esas sayılı dosyada taraf olmamaları, asıl ve birleşen 2004/398 Esas sayılı dosyadaki davalılar arasında zorunlu dava arkadaşlığı bulunmaması nedeniyle gerek asıl davada haklarındaki dava takip edilmeyen davalılar, gerekse yüklenicilerin açtığı davanın takipsiz bırakılmasında asıl davadaki diğer davalıların beyan ve muvafakatlerinin alınmasına gerek bulunmamasına göre davalılar …, …. ile birleşen …..2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2004/402 Esas sayılı dosya davacısı yükleniciler vekilinin tüm temyiz itirazları yerinde görülmemiş, reddi gerekmiştir.
Asıl dava ve taraf teşkili amacıyla açtırılan birleşen davanın davacısı arsa sahibi mirasçılarının temyiz itirazlarına gelince; arsa sahibi … ile yükleniciler Has Gün Hastane….. A.Ş. ve … arasında 15.09.1993 tarihinde kat karşılığı inşaat sözleşmesi imzalanmış, sözleşme gereği 07.07.1994 tarihinde sözleşmeye konu olan 178 ada 1 parsel sayılı taşınmazın %24’üne tekabül eden hisseler yüklenicilere ve yüklenicilerin satış yaptığı kişilere tapuda devredilmiştir.
Arsa sahibi … 07.07.1994 tarihinde 4652/5292 hisseyi uhdesinde bırakarak 640/5292 hissenin 320/5292’sini yüklenici …’e 320/5292’sini de …’ya devretmiştir. Sözü edilen bu devirlerin kat karşılığı inşaat sözleşmesine dayandığı ve arsa sahipleri yönünden kendi edimlerinin ifası amacına yönelik olduğu dosya kapsamı ile anlaşılmaktadır. Yükleniciler sözleşmedeki edimlerini süresinde yerine getirmedikleri ve temerrüde düştüklerinden, arsa sahipleri tarafından …..Asliye Hukuk Mahkemesinin 2000/155 Esas sayılı dosyası ile sözleşmenin feshi istemiyle dava açılmış, yapılan yargılama sonucu yüklenicilerin A ve B blokları %49, C, D ve F blokları %16 oranında ikmâl etmiş olmaları, E blok inşaatına ise hiç başlanmadığı tespit edildiğinden, sözleşmenin geriye dönük olarak feshine karar verilmiş, iş bu karar yasal süre içerisinde temyiz edilmeyerek kesinleşmiştir.
Sözleşmenin geriye yönelik olarak feshedilmesi nedeniyle yükleniciye ve yüklenici tarafından da davalı üçüncü kişilere devredilen tapuların iptâli ile arsa sahipleri adına tescili için iş bu dava açılmış, mahkemece sözleşmeye konu olan taşınmazın … ve …’e satıldığı, akit tabloların da sözleşmeye atıfta bulunulmadığı gibi, …’nın sözleşmede taraf olmadığı, davalıların da bu şekilde tapuda malik olarak görülen ve sözleşme şerhi olmayan kişilerden satış suretiyle edinmiş oldukları ve bu haliyle iyi niyetlerinin korunması gerektiği belirtilerek davanın reddine karar verilmiştir.
Kat karşılığı inşaat sözleşmesinin geriye dönük olarak feshi halinde yükleniciden pay satın alan kişilerin Medeni Kanun’un 1023. maddesinden yararlanamayacakları Dairemizin yerleşik uygulaması gereğidir. Gerek yüklenici, gerekse de yükleniciden pay alan davalılara arsa sahibince yapılan arsa payı devirleri avans ödemesi niteliğinde olup, yüklenici ve ondan bağımsız bölüm satın alan arsa payı karşılığı inşaat yapım sözleşmesinin tarafı olmayan üçüncü kişilerin tümü taşınmaz üzerine kat karşılığı inşaat sözleşmesi gereğince inşaat yapıldığını ve yüklenicinin edimini yerine getirdiğinde bağımsız bölümlere gerçekten hak kazanacaklarını bilerek bağımsız bölüm satın almışlardır.
Bağımsız bölümlerin mülkiyetini iktisap edebilmeleri için yüklenicinin arsa sahiplerine karşı yükümlülüklerini tam olarak yerine getirmesi ve inşaatı sözleşme koşullarına uygun olarak bitirip teslim etmesi gerekir. Somut olayda yükleniciler bloklar halindeki inşaatı bitirip teslim etmeyerek temerrüde düştükleri ve inşaatın getirildiği seviye nazara alınarak sözleşmenin geriye yönelik olarak feshine karar verildiğinden yükleniciden pay satın üçüncü kişiler avans olarak devredilen bağımsız bölümlerin mülkiyetlerine hak kazanamadıklarından adlarına olan tapu kayıtlarının iptâli ile davacılar adına miras payları oranında tesciline karar verilmesi gerekirken davalıların iyi niyetlerinin korunması gerektiğinden söz edilerek yazılı şekilde davanın reddine karar verilmesi doğru olmamış, bozulması uygun görülmüştür.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 15. Hukuk Dairesi E: 2019/3306 K: 2020/2240 T: 13.07.2020
- Yargıtay 23. Hukuk Dairesi E: 2016/7625 K: 2020/4 T: 13.01.2020
- Yargıtay 23. Hukuk Dairesi E: 2016/5983 K: 2019/1298 T: 10.04.2019
- Yargıtay 23. Hukuk Dairesi E: 2015/9708 K: 2018/3902 T: 03.07.2018
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/2022 K: 2018/1168 T: 06.06.2018
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/2022 K: 2018/1168 T: 06.06.2018
Dosyada bulunan kanıt ve belgelerden; Bornova ili Kavaklıdere köyünde yapılan kadastro çalışmalarında ilk maliki adına tespit ve tescil edilen 20 parsel sayılı taşınmazı, davacının 1990 yılında, tapu kaydında orman olduğuna dair hiçbir şerh ya da kısıtlama bulunmaksızın satın aldığı, ne var ki; sonradan orman idaresi tarafından İzmir 8. Asliye Hukuk Mahkemesine açılıp 2005/410 Esas sayılı dosya üzerinden görülen davada, taşınmazın orman olması nedeniyle davacı adına oluşan tapu kaydının iptaline karar verilmesi üzerine tazminat istemli işbu davanın açıldığı anlaşılmıştır.
4721 sayılı TMK’nun sorumluluk karar başlığını taşıyan 1007. Maddesinde “Tapu sicilinin tutulması nedeniyle uğranılan zararlardan Devlet sorumludur. Devlet zararın doğmasında kusuru bulunan görevlilere rücu eder.” hükmü yer almakta olup, burada, Devletin sorumluluğu kusursuz sorumluluktur. Kusursuz sorumluluk, tapu siciline bağlı çıkarların ve aynî hakların yanlış tescili sonucu değişmesi ya da yitirilmesi ile bu haklardan yoksun kalınması temeline dayanır. Çünkü; sicillerin doğru tutulmasını üstlenen ve taahhüt eden Devlet, gerçeğe aykırı ve dayanaksız kayıtlardan doğan zararları da ödemekle yükümlüdür. Kusurun varlığı ya da yokluğu, Devletin sorumluluğu için önem taşımayıp, sadece Devletin memuruna rücuu halinde iç ilişkide önemlidir.
Açıklanan nedenlerle; davacının, üzerinde orman olduğuna dair hiçbir şerh ve kısıtlama bulunmaksızın 1990 yılında tapuda yapılan resmi işlemle satın aldığı taşınmazın tapu kaydının, sonradan orman olması nedeniyle iptal edilmesi üzerine açılan işbu davada, TMK’nun 1007. maddesi anlamında Devletin sorumlu olduğu gözetilip, işin esasına girilerek, davacının zararı belirlenip, sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, yasal olmayan gerekçelerle talebin reddine karar verilmesi, Doğru görülmemiştir…” gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Dava, orman kabul edilen taşınmazın tapu kaydının iptal edilmesi nedeniyle uğranılan zararın 4721 sayılı TMK’nın 1007. maddesi uyarınca tazmini istemine ilişkindir.
Davacı şirket vekili, müvekkili şirketin tapu kaydına güven esasına dayanarak 24.12.1990 tarihinde dava konusu taşınmazın 6093/31810 hissesini satın aldığını, ancak taşınmaza ait tapu kaydında hiç bir sınırlama olmamasına karşın İzmir 8. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2005/410 E., 2008/3 (53) K. sayılı kararı ile taşınmazın orman olarak kabul edildiğini ve bu nedenle de tapusunun iptal edildiğini, davacı şirketin bundan zarar gördüğünü, iptal edilen yerin metrekare değerinin en az 75,00 TL olduğunu, müvekkil şirket kendi hisselerine tekabül eden 6093 metrekare yerin kıymetinin de bu hesaplama ile 456.975,00 TL olacağını ileri sürerek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla şimdilik bu tutarın dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalı … Hazinesinden tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı … vekili davanın idari yargıda görülmesi gerektiğini, kaldı ki İzmir 8. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2005/410 E., 2008/3 (53) K. sayılı kararı ile İzmir ili Bornova ilçesi Kavaklıdere köyü 20 parselde kayıtlı taşınmazın orman olarak tesciline karar verildiğini ve söz konusu bu kararın kesinleştiğini, ancak tapuda Hazine adına kayıt işlemi yapılmadığını, bu itibarla davacı şirketin herhangi bir zararının da bulunmadığını, öte yandan davacı şirketin iddia ettiği zarar karşılığı istediği bedelin çok fahiş olduğunu belirterek haksız ve yasal dayanaktan yoksun davanın reddinin gerektiğini savunmuştur.
Davacı Temeltaş Sanayi Ticaret Ltd. Şti. vekilinin temyizi üzerine hüküm Özel Dairece, yukarıda açıklanan gerekçelerle bozulmuştur.
Yerel Mahkemece gerek mahkeme kararında gerekse Yargıtay kararında davalıların taşınmazın özel mülkiyete konu olamayacağını bildikleri hâlde bu yeri aldıklarının kabul edildiği, İzmir 8. Asliye Hukuk Mahkemesi dosyasının Yargıtay 20. HD tarafından incelendiği ve dosya içerisindeki bilgi ve belgeler neticesinde bahsi geçen yerin sit alanı olduğunun, taşınmazın ormanın açılması suretiyle taşocağı hâline getirildiğinin vurgulandığı, bu durumda taşınmazın satın alınmasında davacının iyi niyetli olmadığı yönünde kesinleşmiş mahkeme kararı bulunduğuna göre artık davacının davalı … Hazinesinden herhangi bir maddi talepte bulunmasının söz konusu olamayacağı, dolayısıyla somut olayın diğer arazileri orman sınırlarında kalan ve bedel davası açan kişilerin açtığı dava ile örtüşen bir dava olmadığı, en baştan beri iyi niyetli olmayan kişilerle iyi niyetli olduğu hâlde taşınmazı sadece orman sınırı olması nedeniyle elinden alınan kişilerin durumlarının farklı olmasının gerektiği, TMK’nın 1007. maddesinin tapu sicilinin tutulmasından doğan bütün zararlardan devletin sorumlu olacağı ilkesini getirdiği, ancak somut olayda taşınmazın tapu kaydına, orman yönünden bir ilişkinin yazılmaması nedeniyle doğrudan Devleti sorumlu tutmanın mümkün olmayacağı, bir kimsenin taşınmazı bulunduğu hâl üzerinden satın alması hâlinde taşınmaza ait eylemli durumun sicildeki kayda göre daha belirgin bir unsur olacağı, bu durumu bile bile taşınması satın alan tarafın sonradan bundan dolayı çıkan değişik durumlara göre tazminat istemesinin mümkün olmayacağı, 8. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2005/410 E., 2008/3 (53) K. sayılı kararının Yargıtay 20. HD’nin 2008/13471 E., 2008/13723 K. sayılı kararı ile incelendiği ve bu inceleme neticesinde ortaya çıkan güçlü delilin iki unsur taşıdığı, bu unsurlardan ilkinin davacının satın aldığı tarihte taşınmazın eylemli orman niteliğinde olduğu, ikincisinin ise davacının bu taşınmazı bilerek yaptığı alım satımda kötü niyetli bulunduğu, davacı tarafın taşınmazı satın aldığı tarihte bu yerin eylemli orman niteliğinde olduğunun kesin delillerle sabit olduğu, davacının başından beri bu taşınmazın orman niteliğinde olduğunu bildiği, yine dosya içerisindeki bilgi ve belgelerden öncesi orman niteliğinde olan bu yerin taş ocağı şeklinde kullanıldığının görüldüğü ve taş ocaklarının tescil kabiliyetlerinin de bulunmadığı belirtilerek direnme kararı verilmiştir.
Direnme kararı, davacı Temeltaş Sanayi Ticaret Ltd. Şti. vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık: Tapu Sicil Müdürlüğünde yapılan resmî işlemle satın alınan ve satın alındığı tarihte üzerinde orman olduğuna dair şerh bulunmayan taşınmazın tapu kaydının sonradan orman olduğu belirtilerek iptal edilmesi nedeniyle uğranılan zararın tazmini istemiyle açılan eldeki davada, Devletin sorumlu olarak kabul edilip edilemeyeceği; davacının satın aldığı tarihte taşınmazın eylemli orman olup olmadığını bilebilecek durumda bulunup bulunmadığı; buna göre davacının kötü niyetli olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği; burada varılacak sonuca göre davacının tazminata hak kazanıp kazanmayacağı noktasında toplanmaktadır.
Mülkiyet hakkı gerek Anayasa ve yasalarla iç hukuk yönünden, gerekse Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve ek protokolleri ile uluslararası hukuk yönünden kabul edilmiş temel haklardandır (Anayasa md. 35/1, AİHS ek protokol 1-1). 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 683. maddesinde de bir şeye malik olan kimsenin hukuk düzeninin sınırları içerisinde o şey üzerinde dilediği gibi kullanma, yararlanma ve tasarrufta bulunma yetkisi olarak belirtilmiş, malikin malını haksız olarak elinde bulunduran kimseye karşı istihkak davası açabileceği gibi her türlü haksız el atmanın önlenmesini de dava edebileceği hüküm altına alınmıştır. Bütün bunların yanında mülkiyet hakkı, kamu yararının bulunduğu hâllerde sınırlandırılabilir ya da tamamen kaldırılabilir. Ancak bu sınırlandırma ya da kaldırma gerçekleştirilirken Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 90. maddesinin beşinci fıkrası ile iç hukukun üstünde sayılan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümleri gereğince Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından oluşturulan 30.05.2006 tarih ve 1262/02 sayılı kararda ifade edildiği üzere “…bir kişiyi mülkünden yoksun bırakan bir önlemin…” “…kamu yararına meşru bir amaç gütmesi gerektiği…” bu önlem alınırken “başvurulan yollar ve gerçekleştirilmesi amaçlanan hedef arasında makul bir denge olması gerektiği…” kişinin “…kişisel ve haddinden fazla yük taşımak zorunda kalması halinde gerekli dengenin kurulamayacağı…” açıktır. Bir başka ifadeyle kamu yararı ile mülkiyet hakkından kısmen veya tamamen yoksun bırakılan kişinin menfaati arasında makul, kabul edilebilir, hak ve adalet dengesini sağlayacak bir oranın kurulması asıldır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM), Turgut ve Diğerleri-Türkiye Davası (Başvuru No: 1411/03, Strazburg, 08.07.2008) kararında, başvuranların tapuları iptal edilinceye ve Hazine adına tescil edilinceye kadar taşınmazların hukuken maliki olduklarını ve mülkiyet haklarının tartışmasız delilini teşkil eden sicile güven ilkesinden yararlandıklarını, mülkiyet hakkından, kamu yararı bulunması nedeniyle mahkeme kararıyla mahrum kaldıklarını, Devlet tarafından tazminat ödenmeksizin taşınmazların geri alınmasının orantısız bir müdahale olduğunu ve söz konusu davada tazminat ödememeyi gerektirecek istisnai şartların bulunmadığını kaydederek, kamu yararı ile bireysel haklar arasındaki adil dengenin kurulamadığı gerekçesiyle AİHS’ye Ek 1 No.’lu Protokol’ün 1. maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir. Benzer konudaki 2 Haziran 2009 tarihli ve 343/04 başvuru nolu Hacısalihoğlu-Türkiye kararında da yine aynı sonuca ulaşmıştır.
AİHM, adil tatmine ilişkin 27.07.2008 gün ve 2003/35785 sayılı Köktepe-Türkiye davasıyla ilgili kararını da 13.10.2009 tarihinde açıklamış olup, bu kararda; başvuranların, mülklerinden yargı kararıyla yoksun bırakıldıkları tesbitine yer vermiş, mülkiyetten yoksun bırakma işlemine gerekçe olarak gösterilen tabiatın ve ormanların korunması amacının 1 No.’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi anlamında kamu yararı kapsamına girdiğine dikkat çekmekle birlikte, mülkiyetten yoksun bırakma hâlinde, ihtilaf konusu tedbirin arzu edilen dengeye riayet edip etmediğinin ve başvuranlara orantısız bir yük yükleyip yüklemediğinin belirlenmesi için, iç hukukta öngörülen telafi yöntemlerinin dikkate alınması gerektiğini hatırlatmıştır. Bu çerçevede AİHM, mülkün değerine karşılık gelen makul bir meblağ ilgilisine ödenmeden, mülkten mahrum bırakmanın aşırı bir müdahale teşkil edeceğini ifade etmiştir.
Hukukumuzda, diğer çağdaş hukuk sistemlerinde olduğu gibi kişilerin huzur ve güven içerisinde alış verişte bulunmaları, satın aldıkları şeylerin ileride kendilerinden alınabileceği endişelerini taşımamaları, dolayısıyla toplum düzenini sağlamak düşüncesiyle, alan kişinin iyi niyetinin korunması ilkesi kabul edilmiştir.
Bu amaçla 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 2. maddesinin genel hükmü yanında, menkul mallarda 988 ve 989; tapulu taşınmazların el değiştirmesinde ise 1023. maddesinin özel hükümleri getirilmiştir.
Devleti oluşturan unsurlardan biri insan unsuru ise bunun kadar önemli olan öteki unsur da topraktır. İşte bu nedenle Devlet, nüfus sicilleri gibi tapu sicillerinin de tutulmasını üstlenmiş, bunların aleniliğini (herkese açık olmasını) sağlamış, iyi ve doğru tutulmamasından doğan sorumluluğu kabul etmiş, değinilen tüm bu sebeplerin doğal sonucu olarak da tapuya itimat edip, taşınmaz mal edinen kişinin iyi niyetini korumak zorunluluğunu duymuştur.
Devletin, iyi niyetli vatandaşın mülkiyet hakkının korunması önemli bir güvencedir. İşte tam bu noktada TMK’nın 1023. ve 1024. maddeleri üzerinde kısaca durulmasında yarar vardır.
TMK’nın “İyiniyetli üçüncü kişilere karşı” başlıklı 1023. maddesi; “Tapu kütüğündeki tescile iyiniyetle dayanarak mülkiyet veya bir başka aynî hak kazanan üçüncü kişinin bu kazanımı korunur.” şeklinde bir düzenlemeye yer verilmiştir.
Anılan bu maddeye göre, tapu sicilinde ismi geçen kişinin gerçek hak sahibi olduğuna inanan veya kendinden beklenen tüm özeni göstermesine rağmen gerçek malik olmadığını, tapu sicilinde yolsuzluk bulunduğunu bilmesi imkânsız olan kişinin iktisabı korunur.
Ne var ki; tapulu taşınmazların intikallerinde huzur ve güveni koruma, toplum düzenini sağlama uğruna, tapu kaydında ismi geçmeyen ama asıl malik olanın hakkı feda edildiğinden iktisapta bulunan kişinin, iyi niyetli olup olmadığının tam olarak tespiti büyük önem taşımaktadır.
Gerçekten bir yanda tapu sicilinin doğruluğuna inanarak iktisapta bulunduğunu ileri süren kimse; diğer yanda ise kendisi için maddi, hatta bazı hâllerde manevi büyük değer taşıyan ayni hakkını yitirme tehlikesi ile karşı karşıya kalan önceki malik bulunmaktadır. Bu nedenle yüzeysel ve şekilci bir araştırma ve yaklaşımın büyük mağduriyetlere yol açacağı, kişilerin Devlete ve adalete olan güven ve saygısını sarsacağı ve yasa koyucunun amacının ilk bakışta, şeklen iyi niyetli gözükeni değil, gerçekten iyi niyetli olan kişiyi korumak olduğu hususlarının daima göz önünde tutulması, bu yönde tüm delillerin derinliğine irdelenmesi ve değerlendirilmesi gerekmektedir.
Öte yandan aynı Kanunun “İyiniyetli olmayan üçüncü kişilere karşı” başlıklı 1024. maddesi ise; “Bir aynî hak yolsuz olarak tescil edilmiş ise, bunu bilen veya bilmesi gereken üçüncü kişi bu tescile dayanamaz. Bağlayıcı olmayan bir hukukî işleme dayanan veya hukukî sebepten yoksun bulunan tescil yolsuzdur. Böyle bir tescil yüzünden aynî hakkı zedelenen kimse, tescilin yolsuz olduğunu iyiniyetli olmayan üçüncü kişilere karşı doğrudan doğruya ileri sürebilir.” hükmünü içermektedir. Bu madde ile de iyi niyetli olmayan kimsenin iktisabının korunmayacağına vurgu yapılmıştır.
TMK’nın 1023. maddesi iyi niyetle mülkiyet veya bir başka ayni hak kazanan üçüncü kişinin bu kazanımı korurken; aynı ilke tamamlayıcı madde niteliğinde bulunan 1024. madde ile iyi niyetli olmayan üçüncü şahısların kazanımını hükümsüz saymıştır.
Türk hukuk sisteminde tapu kayıtlarının oluşumunda “illilik”, diğer bir anlatımla “sebebe bağlılık” prensibi esas alınmış olup, bu prensip uyarınca tescilin geçerli ve haklı bir sebebe dayanması zorunluluğu bulunmaktadır. Bu husus yukarıda da belirtildiği gibi belirtilen TMK’nın 1024. maddesinde açıklanmıştır.
Tapu kütüğüne yapılan işlemlerin muteber olması için, bir hukuki sebebe dayanması lazımdır. Hukuki sebebe dayanmayan işlemler muteber değildir. MK m.1024 (932), bunu haksız (yolsuz) tescil olarak ifade eder. Aynı şekilde, muteber olmayan bir hukuki sebebe dayanan tesciller de hükümsüzdür. Bu durumlarda, yolsuz (haksız) tescilden bahsedilir (Kılıç, H.: Son Değişikliklerle Gayrimenkul Davaları, 4. Baskı, 4. Cilt, Ankara 2007, s.4323).
İtimat prensibi, hak iktisap ederken, bir üçüncü şahsın tapu siciline gösterdiği itimadı himaye eder. Bu sebepledir ki, üçüncü şahıs, ayni hakkı tapu sicilinde hak sahibi olarak gözükenden, kütükten anlaşılan muhteva ve şümulde ve oradaki mükellefiyetlerle yüklü olarak iktisap eder. Namına bir tescil bulunan şahsın, hakiki hak sahibi olmadığı, ona karşı ileri sürülemez. Aynı şekilde tapu sicilinden anlaşılmayan veya orada mevcut olmayan mükellefiyetler veya tahditler de, kendisine karşı ileri sürülemez (Kılıç: s. 4415-4416).
Taşınmaz malın tescili, sebepli bir hukuki işleme dayanır. Haklı bir sebep olmaksızın yapılan tescil, ayni bir sonuç doğurmaz. Bunun istisnası, iyi niyet sahibi üçüncü kişiler yönünden, MK’nın 1023 (931) maddesi ile konulmuş kurala bağlanan durumdur. MK’nun 1023. (931) maddesinde sözü edilen iyi niyet, aynı Kanunun 3. (3) maddesinde deyimini bulan sübjektif iyi niyettir. Üçüncü şahıs yolsuz kayda dayanarak ayni hak iktisap ederken, tescilin yolsuzluğunu bilmemeli ve bilebilecek durumda olmamalıdır (Kılıç: s. 4416).
Tapu siciline itimat eden kimse, sicil muhteviyatının (kapsamının) doğru olmadığını; kendisine atfedilecek bir kusur olmadan bilmemeli ve bilebilecek durumda bulunmamalıdır (Kılıç: s. 4418).
Bahse konu olan sübjektif hüsnüniyet ile, kütükteki bir işlemin geçerli olduğuna inanılmış olması yeterlidir. Tescilin geçerlilik şartlarının mevcut olup olmadığını araştırmak zorunda değildir. Aynı surette, o tescilin dayandığı iktisap sebebinin, mevcut veya muteber olduğunu da araştırmak durumunda değildir. Sadece, tapu kütüğüne itimat etmiş olması, hüsniniyetli sayılması için yeterlidir. Bu sebeple, diğer yardımcı defterlere bakmak vecibesi yoktur. Yevmiye defteri veya müsbit evrak (ispatlayıcı belge) dosyası veya plânlar, tescil ile tezat (aykırılık) hâlinde bulunsa bile, o tescildeki şümul ve muhteva ile aynî hakkı iktisap etmiş olan, evrakı müsbiteye bakma mecburiyeti bulunmadığından, tapu kütüğünde son kaydın dayanaklarını incelememiş olmak, gayrimenkul edinenin gerekli özeni göstermiş olduğu anlamına gelmez (Kılıç: s. 4418-4419).
Bunun tek istisnası, aynî hakkın muhtevası, şümulü hakkında, tescilin, müsbit evrak dosyasına veya plânlarına atıf yapılması hâlidir. Bu taktirde, hüsnüniyet iddiasında bulunabilmesi için, o sicilleri de incelemiş olması gerekir (Kılıç: s. 4419).
TMK’nın 1024. (932) maddesinden açıkça anlaşılacağı üzere, yolsuz tescil taraf olan şahıslar, bu prensipten istifade edemezler. O halde, haksız tescil edilmiş olan şahıs bizzat MK’nın 1023. (931) maddelerinden faydalanmaz. Zira tescil, hukuki noksanı düzeltmez; fakat bu hukuki noksanı bilmeyen üçüncü şahıs lehine, tasarruf salahiyeti temin eder (Kılıç: s. 4420).
Başka bir ifade ile, itimat prensibinden kimlerin faydalandığı, MK. 1024 (932) ve 712’den (638) çıkar. Bir kere, bu prensipten sadece hüsnüniyetli üçüncü şahıslar istifade eder. Üçüncü şahıs, kütükteki yanlış bir tescil ile ilgisi bulunmayan şahıstır. Başka bir değişle, yolsuz bir tescil muamelesine taraf olarak katılmamış olan kişidir. Bu vasıftaki üçüncü şahıs, itimat prensibinden, ancak ayni hak iktisap ederken faydalanır, sair hallerde MK’nın 922. (905) maddesi uygulanır (Kılıç: s. 4421).
Tapulu taşınmazların el değiştirilmesi sırasında TMK’nın 1023. ve 1024. maddelerin önemine yukarıda vurgu yapıldıktan sonra üzerinde durulması gereken bir başka nokta ise Devletin, tuttuğu tapu kayıtlarının eksik ya da hatalı olması nedeniyle sorumluluğu ve bu sorumluluğun hukuktaki niteliğidir.
Devlet tarafından verilen, doğru esasa ve geçerli kayda dayalı mülkiyet hakkına değer verileceği kuşkusuzdur. Böyle bir yer özel mülkiyet kapsamından çıkarılarak kamu malı niteliğini kazanmakla birlikte, kişinin ya da kişilerin söz konusu tapuya dayalı hakkının yukarıda ifade edildiği gibi hukuki güvenlik ilkesinin sonucu olarak korunması gerektiği muhakkaktır. Aksi düşünce tarzının, devletin verdiği tapunun geçersizliğini ileri sürerek hiçbir karşılık ödemeksizin iptalini istemesi, zamanında geçerli bir şekilde ve kayda dayalı olarak oluşturulan mülkiyet hakkı ile bağdaşmayacağı gibi kamu vicdanını yaralaması yanında hukuk devleti ilkesini de zedeleyen bir tutum oluşturacaktır.
Devletin, tuttuğu tapu kayıtlarının eksik ya da hatalı olması nedeniyle sorumlu tutulması mülkiyet hakkının korunması için çok önemli bir unsurdur. İşte tam bu noktada Devletin sorumluluğuna ve bu sorumluluğun hukuktaki niteliği üzerinde kısaca durulmasında yarar vardır.
Sorumluluk hukukunun tarihsel gelişim süreci içerisinde, kusur sorumluluğundan kusursuz sorumluluğa uzayan bir yol izlenir. Kusur sorumluluğunda bir zararı başkasına tazmin ettirmek, ancak zarar onun kusurlu bir fiilinden doğmuş ise mümkündür (Tandoğan, H.: Türk Mes’uliyet Hukuku, Ankara 1967, s:89). Kusur sorumluluğunda, “kusur” sorumluluğun öğesidir (Eren, F.: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 22. Baskı, Ankara 2017, s. 594).
Diğer bir anlatımla tazminat yükümlülüğünü kusura dayandırmak, önceleri adalete uygun ve yeterli görülmekte iken, zarar olasılıklarını çoğaltan büyük sanayinin gelişmesi, üretim ve taşıt araçlarının makineleşmesi, yeni enerji kaynaklarının bulunması halkın büyük şehirlerde yoğunlaşması ile modern hayatta zarar olasılıklarının çoğalması, böylece teknik ilerleme ve ona bağlı tehlikelerin artması ile birlikte zarar görenlere etkili bir koruma sağlamaya elverişsiz ve dolayısıyla adaleti sağlama bakımından da yetersiz kalmaya başlamıştır.
Böylece sanayileşme ile birlikte doğan tehlikeler hukuk alanında da etkisini doğurmuş ve bir kimsenin kusurlu olmasa dahi kendisinin verdiği zarar nedeniyle tazmin sorumluluğunu, kısacası kusursuz sorumluluğu getirmiştir (Tandoğan, H.: Kusura Dayanmayan Sözleşme Dışı Sorumluluk Hukuku, Ankara 1991, s.1-4).
Kusursuz sorumluluk, tapu siciline bağlı çıkarların ve ayni hakların yanlış tescil sonucu değişmesi ya da yitirilmesi ile bu haklardan yoksun kalınması temeline dayanır. Çünkü sicillerin doğru tutulmasını üstlenen ve taahhüt eden Devlet, gerçeğe aykırı ve dayanaksız kayıtlardan doğan zararları da ödemekle yükümlüdür.
Öğretide kusursuz sorumluluk hâlleri “olağan sebep sorumluluğu-tehlike sorumluluğu” gibi ikili ayırıma tabi tutulduğu gibi (Eren, s. 641 ve 693; Tandoğan, E.: Kusura Dayanmayan Sözleşme Dışı Sorumluluk, Ankara, 1981, s: 22); “hakkaniyet sorumluluğu-nezaret ve ihtimam gösterme yükümünden doğan sorumluluk-tehlike sorumluğu” şeklinde üçlü ayırım yapanlar da vardır (Tekinay /Akman /Burcuoğlu/ Altop:Tekinay Borçlar Hukuku, Genel Hükümler, B.7, İstanbul 1993, s: 498).
Öte yandan, “objektif sorumluluk” üst başlığı altında kusursuz sorumluluk hâlleri olarak da düzenlemeler bulunmaktadır. Tehlike sorumluluğu, “terminolojide” “ağırlaştırılmış sebep sorumluluğu”; “ağırlaştırılmış objektif sorumluluk” olarak yer alır (Koçhisarlıoğlu, C.: Objektif Sorumluluğun Genel Teorisi, Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 1984, s. 183). Diğer sorumluluk türlerinden farklı olarak kurtuluş beyyinesi (kanıtı) yasalarda bulunmamaktadır. Ancak, uygun illiyet bağını kesen sebepler sorumluyu sorumluluktan kurtarır.
Taşınmazların tapu siciline kaydedilmesinde ve doğru sicillerin oluşturulmasında Devletin sorumluluğu o kadar önemlidir ki, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 1007. maddesinde (743 sayılı Türk Kanunu Medenisi m. 917) “Tapu sicilinin tutulmasından doğan bütün zararlardan Devlet sorumludur. Devlet, zararın doğmasında kusuru bulunan görevlilere rücu eder” hükmü öngörülmüştür.
Devletin tapu sicilini çok düzgün tutması ve taşınmazların durumunu tespit ve tescil bakımından gerekli düzenlemelerin yapılarak açık hale getirilmesi konusuna büyük önem verilmiş, bu sicillerin devlet memurlarınca tutulmasından ileri gelecek bütün zararlardan dolayı vatandaşlara karşı fer’i değil, aynen İsviçre’de olduğu gibi asli bir sorumluluk yüklenmiştir (Velidedeoğlu, H.V.- Esmer, G.: Gayrimenkul Tasarrufları, İstanbul 1969, s. 512 vd; Akipek, J.: Eşya Hukuku, Ankara 1972, s. 303).
Devletin sorumluluğundan söz edebilmek için, tapu sicilinin tutulmasında sicil görevlisinin hukuka aykırı bir işleminin ve bununla zararlı sonuç arasında nedensellik bağının varlığı gerekmekle birlikte, eylemin kusura dayanıp dayanmamasının bir önemi yoktur. Eş söyleyişle, Devletin sorumluluğu, kusursuz bir sorumluluktur.
Diğer bir anlatımla Devletin “tapu sicilinin tutulmasından doğan sorumluluğuna” ilişkin olarak, kusursuz sorumluluk/ağırlaştırılmış sebep/ağırlaştırılmış objektif sorumluluk/ tehlike sorumluluğa ilişkin kurallar uygulanır.
Kaldı ki Devletin sorumluluğunun bir tehlike sorumluluğu olduğu hususu, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 05.10.1955 gün ve 1955/4-58 E., 1955/64 K. sayılı; 29.06.1977 gün ve 1977/4-845 E., 1977/655 K. sayılı; 24.09.2003 gün ve 2003/4-491 E., 2003/487 K. sayılı; 19.04.2006 gün ve 2006/4-113 E., 2006/205 K. sayılı; 09.05.2007 gün ve 2007/4-212 E., 2007/261 K. sayılı kararlarıyla yargısal uygulamada da büyük ölçüde kabul edilmiştir.
Taşınmazda Devletin tapu sicilini tutması, hak ve işlem güvenliğinin sağlanabilmesinin bir güvencesi niteliğindedir. Ancak sistemin tam olarak yerine getirilmesi, tapu siciline duyulan güvenin sürekliliğine bağlıdır. İşte TMK’nın 1007. maddesinde kanun koyucu sicilin doğru tutulduğuna güvenenlerin, sicilin yolsuz tutulmasından dolayı uğradıkları zararların Devlet tarafından ödeneceği ilkesini düzenleyerek güveni sağlamayı amaç edinmiştir.
Burada, kusursuz sorumluluğun dayanağı, tapu siciline bağlı büyük çıkarların ve yanlış tesciller sonucunda sicile güven ilkesi yüzünden ayni hakların yerinin doldurulmaz biçimde değişmesi ve bu hakların sahiplerinin onlardan yoksun kalmaları tehlikesinin varlığı ile açıklanabilir.
Görüldüğü üzere, tapu sicilinin tutulmasını üzerine alan Devlet, tapu siciline tanınan güvenden ötürü, hak durumuna aykırı kayıtlardan doğan tehlikeyi de üstlenmektedir. Tapu sicil müdür ya da memurunun kusuru olsun olmasın, tapu sicilinin tutulmasında kişilerin mameleki çıkarlarını koruyan hukuk kurallarına aykırı davranılmış olması yeterlidir. Kusurun varlığı ya da yokluğu Devletin sorumluluğu için önem taşımamakta, sadece Devletin memuruna rücu hâlinde iç ilişkide etkisi söz konusu olmaktadır.
İdare illiyet bağının kesildiğini ispat etmediği sürece sorumluluktan kurtulamaz. İlliyet bağının kesilebilmesi için zarar görenin ağır kusurunun bulunması veya üçüncü bir kişinin illiyet bağını kesebilecek nitelikte ağır kusurunun olması veya hakkında zarar doğuran sonucun meydana gelmesinde öngörülemeyen hâlin bulunması gerekir. Yine tapu görevlisine rücu edilebilmesi, tapu görevlisinin kusurunun varlığı hâlinde mümkündür.
Tapu sicilinin tutulmasında kişi çıkarlarının korunması bakımından uyulması gereken kurallar tapu mevzuatı ile sınırlı olmayıp, bu mevzuat dışındaki hukuk kurallarına ve hukukun genel ilkelerine de uyulması gerekmektedir. Tapu müdür ya da memurlarının ihlal ettikleri hukuk kuralları ister genel olsun ister salt sicilin tutulmasıyla ilgili olsun her iki hâlde de ortaya çıkan sonuç tapu sicilinin hukuka aykırı tutulmuş olmasıdır (Sirmen, L.: Tapu Sicilinin Tutulmasından Doğan Zararlardan Devletin Sorumluluğu, Ankara 1976, s. 63 vd). Bu nedenle sicilin hukuka uygun tutulması kavramı tapu mevzuatına uygunlukla sınırlı bir kavram olmayıp, hukukun genel ilkelerine uygunluk da gerekmektedir. Bunun dışına çıkan her hukuka aykırı davranıştan Devletin sorumluluğu asıldır.
Öyle ki, tapu siciline güven ilkesine verilen önemi vurgulayan 15.03.1944 tarih ve 13/8 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında, 743 sayılı Türk Kanunu Medenisinin yürürlüğe girmesinden önceki sicillerin tutulmasından dahi Devletin objektif sorumluluğu benimsenip, vurgulanmıştır.
Yukarıda da ifade edildiği gibi mülkiyet hakkı, mutlak bir hak olmayıp, kamu yararı amacıyla sınırlandırılabilir; bu sınırlandırmanın ölçülü ve orantılı olması gerekir.
Kamu yararı ile mülkiyet hakkından kısmen veya tamamen yoksun bırakılan kişinin hakkı arasında makul, kabul edilebilir, hak ve adalet dengesini sağlayacak bir oranın kurulması asıldır. Bu nedenle, yolsuz tescil niteliğinde olsa bile Devlet tarafından verilen geçerli kayda dayalı tapu ile sağlanan mülkiyet hakkına değer verileceği kuşkusuzdur. Aksi düşünce tarzının, Devletin verdiği tapunun geçersizliğini ileri sürerek, hiçbir karşılık ödemeksizin iptalini istemesi, geçerli kayda dayalı mülkiyet hakkı ile bağdaşmayacağı gibi, Devletin saygınlığını zedeler nitelikte bir tutum olacaktır.
Yukarıda yapılan bu kısa açıklamalardan sonra dosya içerisinde bulunan evrak çerçevesinde; dava konusu taşınmazın kesinleşmiş orman sınırları içerisinde kaldığından bahisle Orman Genel Müdürlüğüne izafeten Orman İşletme Müdürlüğü tarafından İzmir 8. Asliye Hukuk Mahkemesinde açılan davada mahkemece davanın kabulü ile dava konusu İzmir ili Bornova ilçesi Kavaklıdere Köyü 20 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydının iptali ile orman vasfı ile Hazine adına tesciline karar verildiği, söz konusu bu kararın aralarında eldeki dosya davacısı, tapu iptal ve tescil davasının ise davalısı Temeltaş San ve Tic A.Ş.’nin de bulunduğu bir kısım davalılar tarafından temyiz edildiği, Yargıtay 20. Hukuk Dairesi tarafından yapılan inceleme neticesinde Özel Dairenin 23.10.2008 gün ve 2008/13471 E., 2008/13723 K. sayılı kararı ile yerel mahkeme kararının onanmasına karar verildiği ve onama kararına karşı tapu iptal ve tescil davasının davalısı Temeltaş San. Tic. Ltd. Şti. vekili ile bir başka davalı vekili tarafından yapılan karar düzeltme istemi üzerine yine aynı Özel Dairece bu kez 20.01.2009 gün ve 2009/657 E., 2009/540 K. sayılı kararı ile karar düzeltme talebinin reddedildiği ve kararın bu şekilde kesinleştiği anlaşılmıştır.
Somut olayda ise davacı şirketin dava konusu taşınmazın 6093 metrekarelik kısmını 24.12.1990 yılında satın aldığı, ancak taşınmazın satın alındığı tarihte tapuda taşınmazın orman olduğunu gösterir nitelikte herhangi bir şerh ve kısıtlama bulunmadığı gibi, resmî işlemin yapıldığı sırada taşınmazın orman niteliğinde bulunduğu yönünde davacı şirket yetkilisine bir bilginin de verilmediği sabittir.
Bu durumda hukuksal dayanağını kusursuz sorumluluktan alan ve kusura değil tehlike prensibine dayanan davada, TMK’nın 1007. maddesi uyarınca davacının zararından davalı … Hazinesinin sorumluluğunun bulunduğu açıktır ve davacı şirketin zararının tespit edilerek ödenmesi gerekmektedir.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında dava konusu taşınmazın ilk alıcısından sonra taşınmazın el değiştirmesi durumunda davacı şirketin iyi niyetli olup olmadığına bakılmasının gerekeceği, Yargıtay 20. Hukuk Dairesinin dosya içerisinde bulunan 2008/13471 E., 2008/13723 K. sayılı kararında taşınmazın eylemli orman niteliğinde olduğu ve özel mülkiyete konu olmayan yer olduğu açıkça belli olan taşınmazın davalılar tarafından bilinmesine karşın satın alındığının belirtildiği, bu durumda güçlü delilin varlığının kabul edilmesinin gerektiği ve davacı şirketin TMK’nın 1024. maddesinden yararlanma imkânının bulunmadığı, kaldı ki ilk tapu sahibinin Mustafa Çıtlak olması durumunda TMK’nın 1023. ve 1024. maddelerinden yararlanma imkânının söz konusu olacağı, davacı şirketin ikinci alıcı olduğunun unutulmamasının gerektiği, kesin ilanın olduğu da dikkate alındığında yerel mahkeme direnme kararının yerinde olduğu ve onanması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de, bu görüş kurul çoğunluğu tarafından kabul edilmemiştir.
O hâlde, yerel mahkemece Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/113 K: 2006/205 T: 19.04.2006
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2019/318 K: 2019/1238 T: 28.11.2019
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2015/12 K: 2016/1005 T: 02.11.2016
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/4-491 K: 2003/487 T: 24.9.2003
Yargıtay 23. Hukuk Dairesi E: 2015/9708 K: 2018/3902 T: 03.07.2018
Eser sözleşmeleri -kural olarak- ani edimli oldukları için fesih, geriye etkili sonuç doğurur. Geriye etkili feshe, sözleşmeden “dönme” denir. Dönme halinde, sözleşme, geçmişe etkili olarak son bulur. Başka bir anlatımla, sözleşmenin yapıldığı andaki duruma dönülür. Dava tarihinde yürürlükte bulunan 818 sayılı BK’nın 108/1. maddesine göre; sözleşmeden dönme halinde taraflar, karşılıklı olarak ifa yükümlülüğünden kurtulurlar ve daha önce ifa ettikleri edimleri geri isteyebilirler.
Kural olarak, arsa payı karşılığı inşaat sözleşmeleri karşılıklı edimleri içeren, iki tarafa borç yükleyen sözleşmelerdir. Sözleşmenin taraflarından arsa sahibi, sözleşmeye uygun koşullarda arsasını yükleniciye teslim etmek, yüklenici kendisine karşı edimini yerine getirdiğinde de edimi karşılığı yükleniciye bırakılan bağımsız bölümlerin tapusunu ona devretmekle yükümlüdür. Sözleşmenin diğer tarafı olan yüklenicinin bedele, başka bir anlatımla sözleşmede kararlaştırılan tapu payı veya bağımsız bölümlere hak kazanabilmesi için inşaatı sözleşme ve ekleri ile tasdikli proje ve inşaat ruhsatı ile kamu düzeninden olan imar mevzuatı ve bu doğrultuda çıkartılan Deprem Yönetmeliği hükümlerine uygun olarak tamamlayıp, arsa sahiplerine teslim etmesi gerekir.
Arsa sahibi ile arasında arsa payı devri karşılığı inşaat yapım sözleşmesi bulunan yüklenicinin şahsi hakkını üçüncü kişiye temlik etmesi halinde üçüncü kişinin ifa talep edip edemeyeceğinin saptanmasında öncelikle yüklenicinin edimini (eseri meydana getirme ve teslim borcunu) yerine getirip getirmediğinin, ardından sözleşme hükümlerindeki diğer borçlarını ifa edip etmediğinin açıklığa kavuşturulması zorunludur.
Davalı üçüncü kişilerin henüz inşaatına kısmen başlanmamış binadan bağımsız bölüm edinmeyi amaçlığı, bunun içinde bağımsız bölümle bağlantılı, arsa payı aldığı anlaşılmaktadır. Alıcı, arsanın gerçekte, yükleniciye ait olmadığını, arsa payı karşılığı ona bu payın verildiğini, yüklenicinin edimini yerine getirmemesi halinde kendisine bırakılan bağımsız bölümler ve arsa paylarında hakkının doğmayacağını bilmekte ve dolayısı ile arsa maliki tarafından arsa payının iptal edileceği riskini göze alarak tapuyu devralmaktadır. Diğer bir deyişle, yapılacak bağımsız bölüme bağlı olarak arsa payı aldığının bilincindedir.
Yükleniciye devredilen pay, avans niteliğinde olduğundan yüklenicinin edimini yerine getirmediği durumlarda ondan pay devralan üçüncü kişilerin hak sahibi olmaları mümkün değildir. Böyle bir durumda üçüncü kişilerin Türk Medeni Kanunu’nun 1023. maddesindeki iyiniyet kuralından faydalanmalarının mümkün olmadığı, yüklenici edimini tam ve yasal olarak yerine getirmediğinden aynı Yasa’nın 1024. maddesine göre yükleniciden pay satın alan kişilerin bu alımlarının korunmasının mümkün olmadığı, geriye fesih koşullarının oluşması halinde bu nedenle davalı üçüncü kişiler adlarına kayıtlı olan tapu paylarının da iptal edilerek davacı arsa sahibi adına tesciline karar verilmesi gerekir.
Somut olayda, her ne kadar ibraname niteliğinde olan fesihnamede, tarafların bu sözleşmeye dayanarak ileride hiçbir hak ve alacak talebinde bulunmayacakları yazılmış ise de; sözleşme uyarınca hiçbir menfaat sağlamayan davacı arsa sahibinin, davalı yükleniciye geçen tapu kayıtlarını geri isteyememesi hayatın olağan akışına aykırıdır. Bu durumda yükleniciye geçen tapu kayıtlarının eski hale getirilmesi gerekmektedir.
Taraflar arasındaki sözleşme 08.05.2002 tarihli fesihname ile feshedilmiştir. Bu durumda verilen tapular arsa sahibine geri dönmelidir. Böyle bir tapu intikali sözleşmenin ifa edileceği maksadı ile yapılmıştır. Sözleşme taraflarca feshedildiğine göre tapu iptal ve tescil talebinin kabulüne karar verilmesi gerekirken, mahkemece asıl ve birleşen davanın reddine karar verilmesi hatalı olmuş, bozmayı gerektirmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 15. Hukuk Dairesi E: 2019/3306 K: 2020/2240 T: 13.07.2020
- Yargıtay 23. Hukuk Dairesi E: 2016/7625 K: 2020/4 T: 13.01.2020
- Yargıtay 15. Hukuk Dairesi E: 2017/449 K: 2017/2579 T: 15.06.2017
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1993/2180 K: 1993/8634 T: 7.7.1993
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2016/2948 K: 2019/469 T: 24.01.2019
Dava, tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir. Mahkemece, davacının iddialarını yazılı delil ile kanıtlaması gerekir iken herhangi bir yazılı delil sunmadığı, ayrıca davacının iddialarını mevcut deliller ile de kanıtlayamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; davacı …’nun maliki olduğu 232 ada 27 parsel sayılı taşınmaz üzerine inşaat yapılabilmesi için gerekli işlemleri yapmak ve aynen ‘’ … A blok olarak isimlendirilen ve her katta üçer daireden toplam 15 daireli olan bloğun tamamı uhdemde kalması kayıt ve şartıyla bu bloğun dışında kalan diğer blok ve bağımsız bölümlerin tamamını ‘’ dilediği kişi veya kişilere dilediği bedel ve koşullarla satmaya, satış bedellerini almaya vs konularda Kanberoğlu isimli şirketi, …’nu, Yaşar Kanberoğlu’nu ve …’nu birlikte ve ayrı ayrı temsile mezun ve yetkili olmak üzere vekil tayin ettiği, dava konusu 677 ada 6 sayılı parseldeki ( 232 ada 27 sayılı parselden ifrazen oluşan ) A blok 9 no’lu bağımsız bölümün tamamı … adına kayıtlı iken; …’ya vekaleten …’nun anılan bağımsız bölümün tamamını 10.000,00 TL bedel üzerinden …’e 11.05.2012 tarih ve 5130 yevmiye no’lu akit ile satış suretiyle temlik ettiği kayden sabittir.
Hemen belirtilmelidir ki, 6100 sayılı HMK’nın 33. (1086 sayılı HUMK 76.) maddesi hükmü uyarınca olayları bildirmek taraflara hukuki nitelendirmeyi yapmak ve ona uygun yasal düzenlemeyi tayin ve tespit ederek uygulamak mahkemeye aittir.
Eldeki davada, iddianın ileri sürülüş biçimi, dava dilekçesi içeriği ve yapılan temlikin şekli birlikte değerlendirildiğinde, davacının; vekalet görevinin kötüye kullanılması hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil isteğinde bulunduğu anlaşılmaktadır.
Bilindiği üzere, Borçlar Kanununun temsil ve vekalet aktini düzenleyen hükümlerine göre, vekalet sözleşmesi büyük ölçüde tarafların karşılıklı güvenine dayanır. Vekilin borçlarının çoğu bu güven unsurundan, onun vekil edenin yararına ve iradesine uygun davranış yükümlülüğünden doğar.
6098 s. Türk Borçlar Kanununda (TBK) sadakat ve özen borcu, vekilin vekil edene karşı en önde gelen borcu kabul edilmiş ve 506. maddesinde (818 s. Borçlar Kanununun 390.) maddesinde aynen; “Vekil, vekâlet borcunu bizzat ifa etmekle yükümlüdür. Ancak vekile yetki verildiği veya durumun zorunlu ya da teamülün mümkün kıldığı hâllerde vekil, işi başkasına yaptırabilir.
Vekil üstlendiği iş ve hizmetleri, vekâlet verenin haklı menfaatlerini gözeterek, sadakat ve özenle yürütmekle yükümlüdür.
Vekilin özen borcundan doğan sorumluluğunun belirlenmesinde, benzer alanda iş ve hizmetleri üstlenen basiretli bir vekilin göstermesi gereken davranış esas alınır.” hükmüne yer verilmiştir. Bu itibarla vekil, vekil edenin yararına ve iradesine uygun hareket etme, onu zararlandırıcı davranışlardan kaçınma yükümlülüğü altındadır. Vekâletin kapsamı, sözleşmede açıkça gösterilmemişse, görülecek işin niteliğine göre belirlenir. (TBK’nin 504/1) Sözleşmede vekaletin nasıl yerine getirileceği hakkında açık bir hüküm bulunmasa veya yapılan işlem dış temsil yetkisinin sınırları içerisinde kalsa dahi vekilin bu yükümlülüğü daima mevcuttur. Hatta malik tarafından vekilin bir taşınmazın satışında, dilediği bedelle dilediği kimseye satış yapabileceği şeklinde yetkili kılınması, satacağı kimseyi dahi belirtmesi, ona dürüstlük kuralını, sadakat ve özen borcunu göz ardı etmek suretiyle, makul sayılacak ölçüler dışına çıkarak satış yapma hakkını vermez. Vekil edenin yararı ile bağdaşmayacak bir eylem veya işlem yapan vekil değinilen maddenin son fıkrası uyarınca sorumlu olur. Bu sorumluluk BK’de daha hafif olan işçinin sorumluluğuna kıyasen belirlenirken, TBK’de benzer alanda iş ve hizmetleri üslenen basiretli bir vekilin sorumluluğu esas alınarak daha da ağırlaştırılmıştır.
Öte yandan, vekil ile sözleşme yapan kişi 4721 s. Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 3. maddesi anlamında iyi niyetli ise yani vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını bilmiyor veya kendisinden beklenen özeni göstermesine rağmen bilmesine olanak yoksa, vekil ile yaptığı sözleşme geçerlidir ve vekil edeni bağlar. Vekil vekalet görevini kötüye kullansa dahi bu husus vekil ile vekalet eden arasında bir iç sorun olarak kalır, vekil ile sözleşme yapan kişinin kazandığı haklara etkili olamaz.
Ne var ki, üçüncü kişi vekil ile çıkar ve işbirliği içerisinde ise veya kötü niyetli olup vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını biliyor veya bilmesi gerekiyorsa vekil edenin sözleşme ile bağlı sayılmaması, TMK’nin 2. maddesinde yazılı dürüstlük kuralının doğal bir sonucu olarak kabul edilmelidir. Söz konusu yasa maddesi buyurucu nitelik taşıdığından hakim tarafından kendiliğinden (resen) göz önünde tutulması zorunludur. Aksine düşünce kötü niyeti teşvik etmek en azından ona göz yummak olur. Oysa bütün çağdaş hukuk sistemlerinde kötü niyet korunmamış daima mahkum edilmiştir. Nitekim uygulama ve bilimsel görüşler bu yönde gelişmiş ve kararlılık kazanmıştır.
Somut olayda, maddi vakıaların içerisinde yer aldığı ileri sürülen davacı tanıkları İmdat ve …, alınan beyanlarında; çekişme konusu bağımsız bölümün borcun teminatı olarak davalı …’a devredildiğini, devir sırasında kredi kullanıldığını ve bir kısım taksitlerini de …’in ödediğini, kalanları ise ödeyemediğini beyan ettikleri, dava konusu 9 no’lu bağımsız bölümün 11.05.2012 tarihinde davalıya devrinin yapıldığı ve 14.05.2012 tarihinde de Vakıflar Bankası lehine 500.000,00 TL üzerinden ipotek tesis edildiği anlaşılmış olup, iddia ve savunmalar ile toplanan ve toplanacak deliller birlikte değerlendirilerek değinilen bu hususların gerçekliğinin açıklığa çıkarılması gerekmektedir.
Hal böyle olunca, vekalet görevinin kötüye kullanılması iddiasının usulüne uygun elde edilmiş her türlü delil ile kanıtlanabileceği gözetilerek, çekişmeli taşınmaz üzerindeki ipoteğe konu kredi taksitlerinin kim ya da kimler tarafından ödendiğinin tespit edilmesi, toplanan ve toplanacak tüm deliller bir bütün halinde değerlendirilerek vekalet görevinin kötüye kullanılıp kullanılmadığının aydınlatılması ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, hatalı değerlendirme ile iddianın yazılı delille kanıtlanması gerektiğinden bahisle davanın reddine karar verilmesi doğru değildir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2021/2821 K: 2022/43 T: 10.01.2022
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2020/1034 K: 2021/2648 T: 28.04.2021
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2014/17745 K: 2016/6919 T: 06.06.2016
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2016/6409 K: 2016/5922 T: 11.05.2016
Yargıtay 23. Hukuk Dairesi E: 2016/5983 K: 2019/1298 T: 10.04.2019
Mahkemece iddia, savunma ve tüm dosya kapsamına göre ; davaya konu parselde davacının pay satışına ilişkin ……..1999 tarihli ve 333 yevmiye no.lu resmi senet altındaki imza ile “Okudum” el yazısı ve ….03.1998 gün ve 627 yevmiye no.lu tapu istem belgesindeki … imzası ile “Okudum” yazısının aynı el ürünü olduğu, ancak mukayese edilen davacının gerçek el ürünü diğer belge asıllarındaki yazı ve imzalara kıyasen davacının eli ürünü imza ve yazılar olmadığı bu şekilde yapılan tescilin yolsuz tescil olup işlemin başından itibaren yoklukla malul olduğundan bundan sonraki devirlerde iyi niyetin korunamayacağı gerekçesiyle davasının kabulüne karar verilmiştir. Kararı davalılardan … ile … vekilleri ayrı ayrı temyiz etmiştir.
Arsa payı karşılığı inşaat sözleşmelerine istinaden yapılan tapu devirleri avans niteliğindedir. Bu devrin gerçek devir gibi hüküm ifade etmesi yüklenicinin arsa sahiplerine karşı edimlerini tam olarak yerine getirilmesi ile mümkündür. Somut olayda davalı …’a tapunun arsa payı karşılığı inşaat sözleşmesi nedeniyle verildiği, yüklenici tarafından herhangi bir inşaat yapılmadığı gibi taraflar arasında sözleşmenin de feshedilmiş olduğu göz önüne alınarak tapu kaydının bu gerekçeyle iptaline karar verilmesi gerekirken değişik gerekçe ile iptali doğru görülmemiş ise de sonucu itibariyle doğru olan kararın HUMK 437/son maddesi uyarınca gerekçesi değiştirilmek suretiyle onanmasına karar vermek gerekmiştir.
MUHALEFET ŞERHİ Yerel mahkeme karar gerekçesinde isabetli olarak “Taşınmazın devriyle ilgili tapudaki imzanın davacıya ait olmaması bu nedenle taşınmaz devrinin yolsuz tescile dayalı olması” nedeniyle tapu iptali ve tescil karar vermiş olmasına rağmen Dairemizin Sayın çoğunluğu bu gerekçeyi yerinde görmeyerek “Davalı …’a tapunun arsa payı karşılığı inşaat sözleşmesi nedeniyle avans niteliğinde verildiği, her hangi bir inşaat yapılmadığı ve taraflar arasındaki sözleşmenin de feshedildiği dikkate alınarak tapu kaydının iptalinin gerekeceği” belirtilerek kararın gerekçesi değiştirilerek onanmıştır. Anılan gerekçe değişikliği yerinde değildir. Zira tapudaki mülkiyeti intikal ettiren imzanın davcıya ait olmadığı sabit olduğuna göre, ortada yolsuz tescil mevcuttur ve tapunun geri dönmesi bu nedenle mümkün ve başka nedene gerek yokken; TMK’nın 1023. maddesinden yararlanabilecek iyi niyetli üçüncü kişilerin bulunası halinde, davacının hukuku etkileneceğinden, tapu iptalini, sözleşmenin geriye etkili feshine bağlanılmasının isabetsiz olacağı düşüncesiyle gerekçe değişikliğine muhalifim.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 15. Hukuk Dairesi E: 2019/3306 K: 2020/2240 T: 13.07.2020
- Yargıtay 23. Hukuk Dairesi E: 2016/7625 K: 2020/4 T: 13.01.2020
- Yargıtay 23. Hukuk Dairesi E: 2015/9708 K: 2018/3902 T: 03.07.2018
- Yargıtay 15. Hukuk Dairesi E: 2017/449 K: 2017/2579 T: 15.06.2017
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/18130 K: 2019/3804 T: 30.04.2019
Dava, yükleniciden temlik alınan şahsi hakka dayalı tapu iptali ve tescil ikinci kademede tazminat istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın tapu iptal ve tescil talebi yönünden reddine, taraflar arasındaki satış sözleşmesinin tarafı olmayan eski tapu maliki … ve son tapu maliki … hakkındaki davacı taleplerinin reddine, davacının daire bedeli olarak ödediği 79.250 EURO’nun ödeme tarihi olan 22/12/2009 tarihinden itibaren işleyecek ticari faizi ile birlikte davalı … İnşaat San. ve Tic. A.Ş’den tahsili ile davacıya verilmesine, davalı … Kodperatifi yönünden davanın hususmet nedeniyle reddine karar verilmiştir. Hükmü, davacı vekili temyiz etmiştir.
Arsa payı karşılığı inşaat sözleşmesi uyarınca yükleniciye bırakılan bağımsız bölüm yüklenici tarafından (somut olayda davalı şirket yap-satçı konumundadır.) temlik ettiği kişi dışında üçüncü bir kişiye tapudan devredilebilir. Tapu kaydını devralan üçüncü kişinin hukuki durumu TMK’nin 1023 ve 1024. maddeleri gereği değerlendirilmesi gerekir. Hukukumuzda, kişilerin satın aldığı şeylerin ileride kendilerinden alınabileceği endişesi taşımamaları dolayısıyla toplum düzenini sağlamak düşüncesiyle, satın alan kişinin iyiniyetinin korunması ilkesi kabul edilmiştir. Bir tanımlama yapmak gerekirse iyiniyetten maksat “hakkın doğumuna engel olacak bir hususun hak iktisap edilirken kusursuz olarak bilinmemesidir.” Belirtilen ilke, TMK’nin 1023. maddesinde aynen “tapu kütüğündeki sicile iyiniyetle dayanarak mülkiyet veya başka bir ayni hak kazanan üçüncü kişinin bu kazanımı korunur.” hükmü yer almış, aynı ilke tamamlayıcı madde niteliğindeki TMK’nin 1024. maddesinde de “Bir ayni hak yolsuz olarak tescil edilmiş ise bunu bilen veya bilmesi gereken üçüncü kişi bu tescile dayanamaz” biçiminde vurgulanmıştır. Ne var ki, tapulu taşınmazların intikallerinde, huzur ve güveni koruma toplum düzenini sağlama uğruna, tapu kaydında ismi geçmeyen ama asıl malik olanın hakkı feda edildiğinden iktisapta bulunan kişinin iyiniyetli olup olmadığının tam olarak tespiti büyük önem taşımaktadır.
Gerçekten, kayıt malikinin mülkiyeti kötüniyetle kazandığı ileri sürülmüşse, üçüncü kişinin ayni hakkın yolsuz olarak tescil edildiğini bilen veya bilmesi gereken şahıs olup olmadığına bakılması gerekir. Çünkü, TMK’nin 1024. maddesi uyarınca bir ayni hak yolsuz olarak tescil edilmişse bunu bilen veya bilmesi gereken üçüncü kişilerin yolsuz olan bu tescile dayanma olanakları yoktur ve yasa ve uygulamadaki deyimiyle bağlayıcı olmayan bir hukuki işleme dayanan ve hukuki sebepten yoksun bulunan tesciller yolsuz tescil sayılacağından, hakkı zedelenen üçüncü kişinin iyiniyetli olmayan malike karşı doğrudan doğruya şahsi hakkına dayanması mümkündür.
Somut olayda; davacı, davalı yüklenici şirket ile imzaladığı tarihsiz adi yazılı satış sözleşmesi gereği 21 numaralı bağımsız bölümü 79.250Euro’ya satın aldığını belirterek tapu iptali ve tescil, ikinci kademede tazminat isteminde bulunmuştur. Ne var ki dava konusu bağımsız bölümün davalı şirket tarafından 21.05.2010 tarihinde … , 25.03.2011 tarihinde …’e ve 13.03.2012 tarihinde … satılarak tapudan devredildiği anlaşılmaktadır. Davacı, tarihsiz adi yazılı sözleşmeye dayanarak … adına olan tapu kaydının iptali ile adına tesciline olmaz ise ödemiş olduğu 79.250Euro’nun tahsilini talep etmiştir. Uyuşmazlık davalı …’ün ve yargılama sırasında taşınmazı devralan ve davada taraf olmayan … TMK’nin 1023. maddesi gereğince iyiniyetli olup olmadığı, TMK’nin 3. maddesi karşısında yararına geçerli bir tescilin sonuçları meydana gelip gelmeyeceğine ilişkindir. Taşınmazın mülkiyetinin kötüniyetle kazanıldığının kural olarak davacı tarafından kanıtlanması gerekir. Muvazaa ileri süren tarafından her türlü delil ile kanıtlanabilir. Kötüniyet iddiası üzerine, mahkemece de gerekli görülen araştırmalar kendiliğinden yapılabilir.
Bu durumda mahkemece yapılması gereken, davada taraf olmayan Yasemin A.’in davaya dahil edilerek davalı …’ün ve … kötü niyetli olduğu davalı tarafından ileri sürüldüğünden, kötü niyet iddiasının hukuki niteliği itibariyle itiraz niteliğinde bulunduğu ve bu nedenle de yargılama sona erinceye kadar iddia ve savunmanın genişletilmesi yasağına tabi olmadan ileri sürülebileceği kabul edildiğinden bu durumun hakim tarafından resen nazara alınması ve kazanmanın kötü niyetle vuku bulup bulunmadığının tartışılması, kayıt maliklerinin mülkiyeti, yükleniciden temlik alınan hakkın bertaraf edilmesi kastiyle ve kötüniyetle kazanıp kazanmadığı, ayni hakkın yolsuz olarak tescil edildiğini bilen veya bilmesi gereken üçüncü kişi olup olmadıklarının araştırılması zorunludur.
Böyle olunca, taraflardan davacının kötüniyet iddiasına karşı delilleri istenip toplanmalı ve davalının durumu Türk Medeni Kanununun 3. maddesi çerçevesinde değerlendirerek bir sonuca ulaşılmalıdır. Belirtilen bu sebeplerle hükmün bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/14914 K: 2016/2070 T: 23.02.2016
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2004/705 K: 2004/2746
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2015/12 K: 2016/1005 T: 02.11.2016
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1993/2180 K: 1993/8634 T: 7.7.1993
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2019/318 K: 2019/1238 T: 28.11.2019
Taraflar arasında görülen “tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Küçükçekmece 5. Aile Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 03.05.2016 tarih ve 2015/429 E., 2016/307 K. sayılı karar davalılardan banka vekilinin temyizi üzerine Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin 11.07.2017 tarih ve 2016/22562 E., 2017/8749 K. sayılı kararı ile;
“…1-Davacı, davalı eşinin malik olduğu aile konutu üzerine diğer davalı banka lehine ipotek tesis ettirmiş olduğunu, bu işleme rızasının bulunmadığını, davaya konu taşınmazın cebri icra takibi neticesinde banka tarafından alacağına mahsuben alındığını belirterek banka adına olan tapu kaydının iptali ile taşınmazın davalı eşi adına tapuya kayıt ve tescilini istemiştir. İpotek 13.08.2012 tarihinde tesis edilmiş, dava 13.05.2015 tarihinde açılmıştır. İpotek tesis edilen taşınmaz ipoteğin paraya çevrilmesi yolu ile yapılan takip sonucu 07.04.2015 tarihli ihale ile cebri icra sonucu davalı bankaya satılmış, satış işlemi kesinleşmiştir. Türk Medeni Kanunu’nun 705. maddesinde “taşınmaz mülkiyetinin kazanılması, tescille olur. Miras, mahkeme kararı, cebri icra, işgal, kamulaştırma halleri ile kanunda öngörülen diğer hallerde, mülkiyet tescilden önce kazanılır” hükmü yer almaktadır. Dava konusu taşınmaz cebri icra sonucu satılmakla, davalı erkek adına kayıtlı olmaktan çıkmış, davalı bankanın mülkiyetine geçmiştir. Türk Medeni Kanunu’nun 194. maddesi uyarınca işlem diğer eşin rızasına bağlı olmaktan çıkmış, dava açıldığı tarih itibariyle taşınmaz aile konutu niteliğini yitirmiş durumdadır. Açıklanan sebeple davacının tapu iptali ve tescil talebinin reddine hükmedilmesi gerekirken, yazılı şekilde hüküm tesisi bozmayı gerekmiştir.
2- Davacı, dava dilekçesinde tapu iptali ve tescil isteminin kabul edilmemesi halinde taşınmazın ekonomik karşılığının ödenmesini talep etmiştir. Yukarıda 1. bentte gösterilen sebeple tapu iptali ve tescili isteminin reddi gerektiği nazara alındığında görev hususu da düşünülerek, deliller değerlendirilip davacının taşınmazın ekonomik karşılığının ödenmesi talebi yönünden bir karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirmiştir…” gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Dava, tapu iptali ve tescil, olmadığı takdirde ise taşınmazın ekonomik karşılığının en yüksek faizi ile ödenmesi istemine ilişkindir.
Davacı vekili; dava konusu taşınmazın 2008 yılında satın alındığını, o tarihten beri aile konutu olarak kullanıldığını, davalı eşin müvekkilinin bilgisi dışında 13.08.2012 tarihinde dava dışı şirketin borçlarına karşılık olmak üzere davalı banka lehine taşınmazda ipotek tesisine izin verdiğini, müvekkilinin kıymet takdir raporunu görünce ipotek işleminden haberdar olduğunu, ipotek işlemine açık rızasının bulunmadığını, ipoteğin kaldırılması için Küçükçekmece 6. Aile Mahkemesine ait 2015/234 esas sayılı davayı açtıklarını, ancak taşınmazın icra takibi sonucu ihale ile davalı banka adına tesciline karar verildiği için ipoteğin kaldırılması davasının geçerliliğinin kalmadığını ileri sürerek davalı banka adına olan tapu kaydının iptali ile taşınmazın davalı eş adına tesciline, olmadığı takdirde ise taşınmazın ekonomik karşılığının en yüksek faizi ile ödenmesine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı banka vekili; dava konusu taşınmazın alacağa mahsuben banka adına tescil edildiğini, davacının kötü niyetli olduğunu, TMK’nın 194. maddesi uyarınca husumet ehliyetinin bulunmadığını, aynı mahiyette Küçükçekmece 6. Aile Mahkemesinde görülen bir dava olduğundan derdestlik itirazında bulunduklarını, tapu kaydında aile konutu şerhi bulunmadığı için iyi niyetli olduklarını belirterek davanın öncelikle usulden, aksi hâlde esastan reddine karar verilmesini istemiştir.
Yerel mahkemece; taşınmazın satın alındığı tarihten beri aile konutu olarak kullanıldığı, davalı bankanın ipoteğin tesisinden önce ekspertiz raporu ile taşınmazın özelliklerini ve mesken olduğunu tespit ettiği, bu tespite rağmen aile konutu olan dava konusu taşınmaz üzerinde davalı banka lehine ipotek tesis edildiği, bu işlem sırasında davalı banka tarafından davacı eşin açık rızasının alınmadığı; davalı banka vekili tarafından gerek ekspertiz raporu hazırlanırken gerekse kıymet takdirinde taşınmazın iç mekanın da incelendiği, bu nedenle davacının ipotek işleminden haberdar olduğu, işlem yapılmadan uzun yıllar ipotekle takyit edilmesine rıza göstererek ipotek tesisine ve kredi kullandırılmasına olanak sağladığı, kredinin ödenmemesi nedeniyle başlatılan icra takibi sonucu taşınmazın banka adına tescilinden sonra bu davayı açtığı, davacının kötü niyetli davrandığı ileri sürülmüş ise de, davacının huzuruyla bu işlemlerin yapıldığına ilişkin dosyaya bir delil sunulmadığı gibi aksi ispat edilemeyen yeminli tanık beyanlarında da davacının ipotek işleminden haberinin olmadığının ifade edildiği, taşınmazın aile konutu olduğu bilinmesine rağmen davacı eşin açık rızasını alınmadan ipotek tesis edilmesi nedeniyle davalı banka yönünden TMK’nın 1023. maddesinin uygulanmasının söz konusu olamayacağı, davalı banka lehine tesis edilen ipotek işleminin geçersiz olduğu ve buna bağlı olarak davalı bankanın icra takibi sonucu dava konusu taşınmazı iktisap ederken de taşınmazın aile konutu olduğundan ve davacı eşin açık rızasının bulunmadığından haberdar olması sebebiyle davacı eşin, bu davayı açma hakkının bulunduğu, ihalenin feshi davası açılmamasının sonuca etkili olmadığı, öte yandan davacının daha önce Küçükçekmece 6. Aile Mahkemesine açtığı ipoteğin kaldırılması davasının açılmamış sayılmasına karar verildiği, bu davanın TMK’nın 194. maddesine dayanmakla birlikte taleplerin farklı olması nedeniyle davalı banka vekilinin derdestlik iddiasının yerinde olmadığı gerekçesiyle dava konusu taşınmazın davalı banka adına olan tapu kaydının iptali ile davalı eş adına tesciline karar verilmiştir.
Davalı banka vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda başlık kısmında açıklanan gerekçeyle bozulmuştur.
Mahkemece ilk kararda yer alan gerekçeye yer verildikten sonra; cebri icra ile yapılan satış sonucu taşınmazın mülkiyetinin tescilden önce davalı bankaya geçmiş olmasının taşınmazın aile konutu niteliğini ortadan kaldırmayacağı, aksi hâlde TMK’nın 194. maddesinin uygulama alanının kalmayacağı, söz konusu Kanun maddesinde cebri icra yolu ile gerçekleşen satışlara ilişkin açık bir hükmün yer almadığı, kaldı ki Özel Dairenin yerleşik içtihadı ile hareket edilse dahi lehine ipotek tesis edilen banka tarafından taşınmaz alacağa mahsuben satın alındığı için farklı bir değerlendirme yapılması gerektiği, davacı tarafından taşınmazın aile konutu olduğu iddiasıyla açılan ipoteğin kaldırılması davasına rağmen davalı bankanın icra takibine devam edip taşınmazın cebri icra ile satılmasına neden olduğu, kesin hükümsüzlük ile geçersiz olan ipotek dayanak yapılarak başlatılan takip sonucu davalı banka tarafından aile konutunun mülkiyetinin kazanılması söz konusu olup TMK’nın 1024. maddesinde tanımlanan yolsuz tescil hükümlerinin uygulanmasının gerektiği, icra takibinin ve ihalenin kesinleşmiş olmasının tescile hukuki geçerlilik sağlamayacağı, Türk hukuk sisteminde illilik prensibinin esas olduğu, cebri icra satışının kesinleşmiş olmasının yolsuz tescil nedenini ortadan kaldırmayacağı gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir
Direnme kararı, davalı banka vekilince temyiz edilmiştir. Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; ipoteğin paraya çevrilmesi yoluyla yapılan takip sonucu dava tarihinden önce davalı banka adına alacağına mahsuben (cebri icra yoluyla) ihale edilen dava konusu taşınmazın Türk Medeni Kanunu’nun 194. maddesi uyarınca tapu kaydının iptali ile davalı eş adına tesciline karar verilip verilmeyeceği, burada varılacak sonuca göre davacının taşınmazın ekonomik karşılığının en yüksek faizi ile ödenmesi isteminin değerlendirilip değerlendirilmeyeceği noktasında toplanmaktadır.
Uyuşmazlığın çözümüne ilişkin öncelikle ilgili yasal düzenlemelerin incelenmesi gerekmektedir.
Türk Medeni Kanunu’nun “Eşlerin hukuki işlemleri” başlıklı 193. maddesi; “Kanunda aksine hüküm bulunmadıkça, eşlerden her biri diğeri ve üçüncü kişilerle her türlü hukukî işlemi yapabilir.” şeklindedir.
TMK’nın 194. maddesinin birinci fıkrası; “Eşlerden biri, diğer eşin açık rızası bulunmadıkça, aile konutu ile ilgili kira sözleşmesini feshedemez, aile konutunu devredemez veya aile konutu üzerindeki hakları sınırlayamaz” hükmünü içermektedir. Aile konutunun tanımına ise anılan maddenin gerekçesinde yer verilmiş; aile konutu “eşlerin bütün yaşam faaliyetlerini gerçekleştirdiği, yaşantısına buna göre yön verdiği, acı ve tatlı günleri içinde yaşadığı anılarla dolu bir alan” olarak tanımlanmıştır.
TMK’nın 193. maddesi dikkate alındığında kural olarak eşlerin birbirleri ve üçüncü kişilerle her türlü hukuki işlem yapma serbestisi kabul edilmişken, aynı Kanun’un 194. maddesi ile bu kurala istisna getirilmiş ve aile konutu üzerindeki hakların sınırlandırılması esası kabul edilmiştir. Bu düzenleme ile malik olmayan eşe, aile konutu ile ilgili tapu kütüğüne şerh verilmesini isteme hakkı tanınmış, eşlerin aile konutu ile ilgili bazı hukuksal işlemlerinin diğer eşin rızasına bağlı olduğu kuralı getirilerek eşlerin hukuki işlem özgürlüğü “aile birliğinin’’ korunması amacıyla sınırlandırılmıştır. Tapu kaydında aile konutu şerhi bulunmasa dahi aile konutuna ilişkin olarak; eşlerden biri diğer eşin açık rızası bulunmadıkça aile konutuyla ilgili kira sözleşmesini feshedemeyecek, aile konutunu devredemeyecek ve aile konutu üzerindeki hakları sınırlayamayacaktır. Malik olmayan eşin izni için şekil şartı bulunmamakla birlikte, iznin açık olması gerekmektedir. Açık rızanın varlığını ispat yükü ise aile konutu ile ilgili tasarrufta bulunana aittir.
Öte yandan; TMK’nın 194. maddesinde öngörülen sınırlandırma, taşınmazın tapu kaydına aile konutu şerhi konulduğu için değil, konut aile konutu vasfı taşıdığı için getirilmiştir. Bu sebeple taşınmazın tapu kaydında aile konutu şerhi bulunmasa bile o konut aile konutu özelliğini taşır. Nitekim aile konutu şerhi kurucu değil açıklayıcı niteliktedir. Aksi düşünce ile tasarruf yetkisine ilişkin sınırlamanın şerh ile başlayacağı kabul edilmiş olur. Anılan madde hükmü ile getirilen sınırlandırma, emredici niteliktedir. Dolayısıyla bu haktan önceden feragat edilemeyeceği gibi eşlerin anlaşmasıyla da bu vasıf ortadan kaldırılamaz ve açık rıza ancak “belirli olan” bir işlem için verilebilir.
Eş söyleyişle aile konutunun maliki olan eş, aile konutundaki yaşantıyı güçlüğe sokacak biçimde tek başına aile konutunu ayni bir hakla sınırlandıramaz. Bu sınırlandırma ancak diğer eşin açık rızası alınarak yapılabilir. Nitekim bu ilkeler Hukuk Genel Kurulunun 24.05.2017 tarih, 2017/2-1604 E. ve 2017/967 K. sayılı kararında da aynen benimsenmiştir.
Mülkiyet hakkının kazanılması ve yolsuz tescil ile ilgili hukuki düzenlemelere gelince; TMK’nın 705. maddesinde; “Taşınmaz mülkiyetinin kazanılması tescille olur.
Miras, mahkeme kararı, cebri icra, işgal, kamulaştırma hâlleri ile kanunda öngörülen diğer hâllerde, mülkiyet tescilden önce kazanılır. Ancak, bu hâllerde malikin tasarruf işlemleri yapabilmesi, mülkiyetin tapu kütüğüne tescil edilmiş olmasına bağlıdır” hükmü ile mülkiyet hakkının hangi durumlarda iktisap edileceği belirlenmiştir.
TMK’nın “İyiniyetli üçüncü kişilere karşı” başlıklı 1023. maddesi ise; “Tapu kütüğündeki tescile iyiniyetle dayanarak mülkiyet veya bir başka aynî hak kazanan üçüncü kişinin bu kazanımı korunur” hükmüne haiz olup, bu düzenleme ile tapu kütüğüne güven ilkesine dayalı olarak yapılan iyiniyetli iktisap koruma altına alınmıştır.
TMK’nın 1023. maddesine göre; tapu sicilinde ismi geçen kişinin gerçek hak sahibi olduğuna inanan veya kendinden beklenen tüm özeni göstermesine rağmen gerçek malik olmadığını, tapu sicilinde yolsuzluk bulunduğunu bilmesi imkânsız olan kişinin iktisabı korunur. Üçüncü şahıs, yolsuz tescil ile ilgisi bulunmayan, yolsuz işleme taraf olarak katılmamış olan kişidir. Üçüncü şahıs yolsuz kayda dayanarak ayni hak iktisap ederken, tescilin yolsuzluğunu bilmemeli ve bilebilecek durumda olmamalıdır (Kılıç, H., Son Değişikliklerle Gayrimenkul Davaları, Ankara 2007, 4. Baskı, 4. Cilt, s. 4416). Ne var ki; tapulu taşınmazların intikallerinde huzur ve güveni koruma, toplum düzenini sağlama uğruna, tapu kaydında ismi geçmeyen ama asıl malik olanın hakkı feda edildiğinden iktisapta bulunan kişinin, iyi niyetli olup olmadığının tam olarak tespiti büyük önem taşımaktadır. Sözü edilen iyi niyet, aynı Kanun’un 3. maddesinde deyimini bulan sübjektif iyi niyettir.
TMK’nın 1023. maddesi uyarınca, üçüncü kişinin iyi niyetinin varlığı tek başına kazanımın korunması için yeterli olmayıp, yasadaki diğer koşulların da bulunması gerekmektedir. TMK’nın 1023. maddesinin uygulanabilmesi için “kazananın üçüncü kişi olması”, “üçüncü kişinin sicildeki yolsuz bir tescile dayanmış olması”, “üçüncü kişinin bir aynî hak kazanmış olması”, “üçüncü kişinin aynî hakkı iyi niyetle kazanmış olması” ve “üçüncü kişinin kazanımında tasarruf yetkisi dışında diğer geçerlilik unsurlarının mevcut olması” şartlarının varlığı aranır (Sirmen. A.L., Eşya Hukuku, Ankara 2017, s.196-201). TMK’nın 1023. maddesinde korunan iyi niyet, sadece tasarruf yetkisinin bulunmamasının yarattığı eksikliği gidermektedir. Bu hâlde iyi niyet, tapudaki kaydın doğru olduğuna yöneliktir. İyi niyetli üçüncü kişinin kendi kazanımının korunması, aynî hak üzerinde tasarrufta bulunan kişinin bu konudaki yetkisizliği dışında, diğer bütün unsurlarının geçerli olmasına bağlıdır. Diğer bir anlatımla, üçüncü kişinin kazanımını sakatlayacak sebepler bulunmamalıdır. Üçüncü kişi adına yapılan tescil de yolsuz tescil niteliğinde ise aynî hakkın kazanılması, iyi niyet bulunsa bile mümkün olmayacaktır.
Öte yandan aynı Kanunun “İyiniyetli olmayan üçüncü kişilere karşı” başlıklı 1024. maddesi ise; “Bir aynî hak yolsuz olarak tescil edilmiş ise, bunu bilen veya bilmesi gereken üçüncü kişi bu tescile dayanamaz.
Bağlayıcı olmayan bir hukukî işleme dayanan veya hukukî sebepten yoksun bulunan tescil yolsuzdur.
Böyle bir tescil yüzünden aynî hakkı zedelenen kimse, tescilin yolsuz olduğunu iyi niyetli olmayan üçüncü kişilere karşı doğrudan doğruya ileri sürebilir” hükmünü içermektedir. Bu madde ile de yolsuz tescil tanımlanarak, yolsuz tescili bilen veya bilmesi gereken üçüncü kişinin bu tescille aynî hak kazanamayacağına vurgu yapılmıştır.
Bilindiği üzere; tapu sicilinin tutulması prensiplerinden ilki tescil, ikincisi sicilin aleniliği (güvenilirliliği), üçüncüsü sicilin tutulması nedeniyle hazinenin kusursuz sorumluluğu ve sonuncusu ise sicilin, bir başka ifade ile tescilin, geçerli bir işleme dayalı olması yani sicilin illetten mücerret olmamasıdır.
Türk hukuk sisteminde tapu kayıtlarının oluşumunda “illilik”, diğer bir anlatımla “hukuki sebebe bağlılık” prensibi esas alınmış olup, bu prensip uyarınca tescilin geçerli ve haklı bir sebebe dayanması zorunluluğu bulunmaktadır. Hukuki sebebe dayanmayan işlemler geçerli değildir. TMK’nın 1024. maddesi bu tescili yolsuz tescil olarak ifade eder.
Bu durumda; Türk Medeni Kanunu’nun 194. maddesi uyarınca malik olan eş tarafından diğer eşin açık rızası alınmadan aile konutu üzerindeki hakların sınırlandırılması durumunda yapılan bu işlemin “geçerli” kabul edilemeyeceği emredici hüküm gereğidir. Diğer eşin geçerli olmayan işlemin iptali için dava açabileceği kuşkusuzdur.
Diğer yandan taşınmazın aile konutu niteliği gerek iradi temliklerle, gerekse cebri icra sonucu (ihale yoluyla) mülkiyetin kazanılmasıyla kaybedilmektedir. Ne var ki bu durum geçersiz olan işleme “geçerlilik” kazandırmayacaktır. Başka bir ifade ile “ölü işlem” diriltilemeyecektir. Aynı ilkelere Hukuk Genel Kurulunun 13.12.2017 tarih, 2017/2-2906 E. ve 2017/1723 K. sayılı kararında da yer verilmiştir.
Öyleyse, “geçersiz” bir işlemin icra takibine konu edilmesi ve buna bağlı olarak yapılan cebri ihale sonucu taşınmazın mülkiyetinin işlemin tarafı olan kişiye intikal etmesi hâlinde; ihale edilen kişinin işlemin geçersiz olduğunu bilmesi durumunda lehine oluşan tescilin de yolsuz olduğunu bilen veya bilmesi gereken durumunda olacağı da tartışmasızdır.
Yapılan açıklamalar çerçevesinde somut olaya gelince; dava konusu taşınmazın satın alındığı tarihten itibaren aile konutu olarak kullanıldığı, 24.02.2012 tarihinde ekspertiz incelemesinin yapıldığı, ekspertiz incelemesinde taşınmazın iç mekanının gezildiği ve raporda konut olarak kullanıldığının da belirtildiği, aile konutu olarak kullanıldığı tespit edilmesine rağmen davacının açık rızası alınmadan 13.08.2012 tarihinde dava dışı şirketin kullanmış olduğu krediye teminat olmak üzere 500.000,00TL bedelli davalı banka lehine ipotek tesis edildiği, davalı banka tarafından dava dışı şirket ve davalı … aleyhine ipoteğin paraya çevrilmesi yoluyla icra takibi başlatıldığı ve bu takip dosyasında dava konusu taşınmaza ilişkin alınan kıymet takdir raporunun tebliği için davalı eş Giyasettin’e çıkarılan tebligatın 17.12.2014 tarihinde davacıya tebliği ile davacının ipotek işleminden haberdar olduğu anlaşılmaktadır.
Davacı tarafından eldeki davadan önce 18.03.2015 tarihinde ipoteğin kaldırılması davası açılmasına rağmen davalı banka lehine tesis edilen ipoteğin paraya çevrilmesi yoluyla başlatılan icra takibi sonucunda dava konusu taşınmaz alacağına mahsuben davalı bankaya 07.04.2015 tarihinde ihale edilmiş ve 25.05.2015 tarihinde de tapuya tescil edilmiştir. Davalı banka tarafından çekişmeli taşınmazın aile konutu olduğu yapılan ekspertiz incelemesi ile öğrenilmiş olduğu hâlde davacının açık rızası alınmamış, TMK’nın 194. maddesinde öngörülen açık hükme uyulmayarak banka lehine ipotek tesis edilmiştir. Sonrasında yapılan icra takibi sonucu taşınmazın mülkiyeti alacağa mahsuben cebri ihaleyle bankaya geçmiş ise de, davalı bankanın TMK’nın 1023. maddesinin koruyuculuğundan yararlanamayacağı açıktır. Nitekim illilik prensibi gereğince asıl işlem olan ipotek baştan itibaren geçersiz olduğu için buna bağlı olarak banka adına cebri ihale sonucu yapılan tescil de yolsuz tescil niteliğinde olduğundan ihalenin feshi davasının açılıp açılmamasının da bir önemi bulunmamaktadır.
Bu itibarla, aile konutu niteliğinde olduğu hususunda duraksama bulunmayan taşınmaz için davacının açık rızası alınmadan, TMK’nın 194/1. maddesine aykırı olarak tesis edilen ipotek işleminin bağlayıcılığı bulunmadığından cebri icra sonucu davalı banka adına ihale edilen taşınmazın tapu kaydının iptali ile davalı eş Giyasettin adına tesciline karar verilmesi anılan maddenin amacına da uygundur.
Davalı …’in adının kısa karar ve gerekçeli kararın hüküm kısmında Gıyasettin olarak yazılması mahallinde düzeltilebilir maddi hata niteliğinde kabul edilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, davanın TMK’nın 194. maddesine dayalı olduğu ve bu madde uyarınca karar verildiği, iradi tasarruflarda aile konutu iddiasına dayalı tapu iptal ve tescil davasının açılabileceği, aynı Kanunun 705. maddesinde yer alan cebri icra satışlarında TMK’nın 194. maddesinin uygulanamayacağı, dava konusu taşınmazın dava tarihinden önce kesinleşen ihale ile banka adına tescil edildiği, dava tarihinde taşınmazın aile konutu olmadığı, direnme gerekçesinde illiyet prensibinden ve yolsuz tescilden bahsedildiği, aile mahkemesinin yolsuz tescil iddiasını inceleyemeyeceği, açıklanan nedenlerle direnme kararının bozulması gerektiği yönünde görüş bildirilmiş ise de bu görüş yukarıda açıklanan sebeplerle Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir.
O hâlde, yukarıda açıklanan ilkeler ve gerekçelerle direnme kararı usul ve yasaya uygun olup onanması gerekmektedir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/113 K: 2006/205 T: 19.04.2006
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/2022 K: 2018/1168 T: 06.06.2018
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2015/12 K: 2016/1005 T: 02.11.2016
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/1–222 K: 1999/226 T: 21.4.1999
Yargıtay 23. Hukuk Dairesi E: 2016/7625 K: 2020/4 T: 13.01.2020
Mahkemece iddia savunma ve dosya kapsamında; davacıya gönderilen ikinci ihtarnamedeki borç miktarı ile birinci ihtarname ile istenen borç miktarları da aynı olmadığı, bu nedenle ihraç kararının usulüne uygun olmadığı gerekçesiyle asıl davanın kabulüne, davacının üyelik hakkının korunması gerektiği, davacıya isabet eden daireyi tapudan satın alan davalı …’in iyi niyetinin korunmayacağı gerekçesiyle birleşen davanın kabulüne karar verilmiştir.
Kararı asıl ve birleşen davada davalı … vekili temyiz etmiştir. Bağımsız bölüm satın alan iyi niyetli üçüncü kişinin TMK nın 1023. maddesine istinaden “tapuya güven ilkesi” gereğince iktisabının korunması gerekir. Bu ilkeden ancak üçüncü kişinin kötü niyetli olduğunun ispatlanması halinde vazgeçilebilir. Yüklenici adına yapılan tescil işlemini her halde “yolsuz tescil” kabul etmek, toplumda onarılmaz zararlara sebep olmakta ve adalet duygusuna zarar vermektedir. Somut olayda mahkemece tapu kaydına güvenerek taşınmazı devralan davalı …’ın kötüniyetli olduğu konusunda yeterince araştırma yapılmadığı anlaşılmaktadır. Mahkemenin bu konudaki gerekçesi yeterli görülmemiştir. Bu konuda taraf delilleri toplanarak davalı …’ın kötüniyetli olup olmadığı tartışılarak bir karar verilmesi gerekirken yeterli araştırma yapmadan davanın kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiş hükmün bu nedenle bozulması gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 23. Hukuk Dairesi E: 2015/9708 K: 2018/3902 T: 03.07.2018
- Yargıtay 15. Hukuk Dairesi E: 2019/3306 K: 2020/2240 T: 13.07.2020
- Yargıtay 15. Hukuk Dairesi E: 2017/449 K: 2017/2579 T: 15.06.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/14914 K: 2016/2070 T: 23.02.2016
Yargıtay 15. Hukuk Dairesi E: 2019/3306 K: 2020/2240 T: 13.07.2020
Dava, 6360 sayılı Yasa ile tüzel kişiliği kaldırılarak … Belediyesi’ne devredilen … … ile … … İnş. Ot. Tur. San. ve Tic. Ltd. Şti. arasında 26.09.2007 tarihinde imzalanan arsa payı karşılığı inşaat yapım sözleşmesinin geriye etkili feshi ile, … şirket tarafından diğer davalılara devir suretiyle oluşturulan tapu kayıtlarının iptâl ve tescili istemine ilişkindir.
Mahkemece yapılan yargılama sonucunda arsa sahibi ve yüklenicinin birbirlerine karşı tazminat talepleri baki kalmak üzere davanın reddine, kapatılan … Belediye Başkanı ile davalı … şirket arasında akdedilen 26.09.2007 tarihli arsa payı karşılığı inşaat yapım sözleşmesinin şekil ve yetki yönünden geçersiz olduğunun tespitine dair verilen karar, davacı vekilince temyiz edilmiştir.
Davacı … Belediyesi’ne devredilen … Belediyesi ile … şirket arasındaki sözleşme ve uyuşmazlığın sözleşme tarihinde yürürlükte bulunan yasal düzenlemeler ve özellikle 5593 sayılı Belediye Kanunu hükümlerine göre değerlendirilip, çözümlenmesi gerekir. 1580, 5272 ve 5393 sayılı belediye kanunları ile belediye meclislerinin yetkilerine yorum getiren adli ve idari yargı kararlarında belediye taşınmazlarının alım-satım ve tahsisine karar verme yetkisinin belediye meclislerine ait olduğu benimsenmiş ve yargısal uygulama da bu yönde istikrar kazanmıştır (Yargıtay 1. Hukuk Dairesi’nin 12.12.2006 gün 2006/11235 Esas, 2006/12506 Karar, 06.02.2006 gün 2005/13484 Esas, 2006/731 Karar, Yargıtay 15. Hukuk Dairesi’nin 14.03.2008 gün 2008/240 Esas, 2008/1632 Karar sayılı ilamları). 1580 sayılı Belediye Kanunu’nun 70/11. maddesinde, belediyeye ait taşınmazın satışı, tahsis şeklinin değiştirilmesi ve gelir getiren mülk haline getirilmesi belediye meclisinin görevleri arasında sayılmıştır. 25.12.2004 tarihinde yürürlüğe giren 5272 sayılı Kanun ile 1580 sayılı Belediye Kanunu kaldırılmış ve 18/e ile 34/g maddelerinde belediyeye ait taşınmazların satışı ve tahsis şeklinin değiştirilmesi yine belediye meclisinin kararına bağlı tutulmuş, aynı ilkeler en son yürürlüğe giren ve halen yürürlükte bulunan 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 18/e ve 34/g maddeleri ile de korunmuş ve belediye meclisinin kararı doğrultusunda belediye encümeninin tasarrufa yetkili olduğu benimsenmiştir.
Belediye meclislerinin kanunda belirtilen ve dava konusu olayla ilgili sayılan görev ve yetkileri bizzat belediye meclisi tarafından kullanılması gereken devredilemeyen görev ve yetkilerdendir.
Arsa payı karşılığı inşaat yapım ve gayrimenkul satış vaadi sözleşmeleri bedel olarak arsa payı devri ve satış vaadini de içerdiğinden, karma nitelikli sözleşmelerdendir. Bu sözleşme ile arsa sahibi belediye iş bedeli olarak arsa payının bir kısmının tapusunu yükleniciye devretmek borcu altına girmekte hem de taşınmazın kullanım şeklini değiştirmektedir. Arsa sahibi belediyenin kendisine ait arsa üzerinde kat karşılığı inşaat yapım sözleşmesi imzalaması, arsanın tahsis şeklinin değiştirilmesi, gelir getiren mülk haline dönüştürülmesi için belediye meclis kararı alınmış olması zorunludur. Belediye başkan ya da encümene bu yetkinin devredilmiş olması hukuki sonuç doğurmaz.
Davacı temyiz dilekçesinde hem belediye meclisi hem de belediye encümeni tarafından inşaat yapımı ve satış ile kullanım şeklinin değiştirilmesine dair karar verildiğini ileri sürerek bu karar suretlerini sunmuştur. Mahkemece bu konunun görevi gereği resen araştırılması gerekmesine rağmen araştırma yapılmamıştır.
Mahkemenin kabulünde de olduğu gibi gayrimenkul satış vaadi ve arsa payı karşılığı inşaat yapım sözleşmeleri tapuda arsa payı devrini de içerdiğinden sözleşmenin imzalandığı tarihte yürürlükte bulunan TMK’nın 706, 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 213, 2644 sayılı Tapu Kanunu 26 ve 1512 sayılı Noterlik Kanunu’nun 60. maddeleri uyarınca resmi şekilde yapılması zorunlu olup, resmi şekilde yapılması geçerlilik koşuludur. Ancak adi yazılı şekilde yapılmış olmakla birlikte bu sözleşmeye dayalı olarak tapuda pay devri yapılması ya da edimlerin büyük oranda tamamlanmış olması halinde şekil eksikliğini ileri sürmek TMK’nın 2. maddesi gereğince hakkın kötüye kullanılması sayılacağından, sözleşmenin geçersizliği iddia veya savunmasına değer verilmeyerek sözleşme geçerli kabul edilerek uyuşmazlığın çözümlenmesi gerekecektir (Yargıtay 15. Hukuk Dairesi’nin 10.06.2003 gün 2003/875 Esas, 2003/3092 Karar, 12.05.2009 gün 2008/2733 Esas, 2009/2766 Karar, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 16.01.2013 gün 2012/13-592 Esas, 2013/65 Karar sayılı ilamları). Somut olayda sözleşme adi yazılı şekilde yapılmakla birlikte, arsa sahibi belediye tarafından davalı yükleniciye pay devri yapıldığı ve davalı yüklenicinin de kat irtifakı tesis ederek diğer davalıların bir kısmına bağımsız bölümleri satarak tapularını devrettiği anlaşılmaktadır.
Dairemiz ile Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun istikrar kazanan karar ve uygulamalarında arsa payı karşılığı inşaat yapım sözleşmelerinde arsa sahibi tarafından yükleniciye, onun tarafından da üçüncü kişilere pay devri yapılmış olsa dahi bu devirlerin gerçek bir satış olmayıp avans niteliğinde olduğu ve sözleşmenin geriye etkili feshi halinde tapu paylarının talep halinde 818 sayılı BK’nın 108/I. 6098 sayılı TBK’nın 125/son maddeleri gereğince arsa sahibine döneceği, 3. kişilerin iyiniyet savunmalarının dinlenmeyeceği kabul edilmektedir (Yargıtay 15. Hukuk Dairesi’nin 10.03.2003 gün 2003/492 Esas, 2003/1152 Karar, 05.03.2009 gün 2008/929 Esas, 2009/1216 Karar, 16.03.2009 gün 2008/2084 Esas, 2009/1530 Karar, 05.05.2011 gün 2010/2052 Esas, 2011/2753 Karar, 28.09.2010 gün 2010/3593 Esas, 2010/4847 Karar, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 09.03.2016 gün 2014/15-605 Esas, 2016/293 Karar, Yargıtay 15. Hukuk Dairesi’nin 21.06.2018 gün 2018/1025 Esas, 2018/2629 Karar sayılı ilamları).
Anayasa Mahkemesi de 27.09.2017 tarih ve 30193 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 20.07.2017 gün 2014/12321 başvuru numaralı kararında, bu halde 3. kişilerin iyiniyetlerinin korunmamasının hak ihlali olmadığını kabul etmiştir.
Bu durumda mahkemece gerekirse 6360 sayılı Yasa ile kapatılıp … Belediyesi’ne devredilen … Belediyesi’nce davanın konusu ve dayanağı olan taşınmazla ilgili kat karşılığı inşaat yapılması için belediye meclisinden karar alıp alınmadığı araştırılıp belediye meclisinden usulüne uygun dava konusu taşınmazın satım, tahsis-kullanım şekli ve üzerinde kat karşılığı inşaat yapım sözleşmesi yapılması kararı alınmış ise, sözleşme adi yazılı yapılmış olmakla birlikte tapuda pay devri yapılmış olmakla geçerli sayılması gerektiğinden, sözleşme hükümlerine göre davalı yüklenicinin edimini yerine getirip getirmediği, … temerrüdü oluşup oluşmadığının araştırılıp sözleşmenin geriye etkili feshi istemiyle ilgili sonuca uygun bir karar verilmesi, usulüne uygun alınmış belediye meclis kararı bulunmuyor ise yetkisiz başkanın yaptığı arsa payı karşılığı yapım sözleşmesi geçersiz olacağından şimdiki gibi geçersizliğinin tespitine karar verilmesi gerekir.
Gerek kat karşılığı inşaat yapım sözleşmesinin geriye etkili feshi, gerekse bu sözleşmenin geçersizliğinin tespiti halinde tarafların birbirlerine yaptıkları ödeme ve devirler avans niteliğinde olup … ya da üçüncü kişilere yapılan tapu devirlerinin hukuki dayanağı kalkacağı ve her iki halde de yükleniciden pay devralan üçüncü kişilerin TMK 1023. maddesine dayalı iyiniyet savunmaları dinlenemeyeceğinden … ve ondan tapu payı devralan 3-4. kişiler yönünden tapu kayıtlarının iptâl ve tesciline takyidatlar yönünden de sonucuna uygun bir karar verilmelidir.
Bu hususlar üzerinde durulmadan eksik inceleme ve yanlış değerlendirme ile sözleşmenin geçersizliğinin tespiti ve davacının diğer taleplerinin reddi doğru olmamış, kararın bozulması uygun bulunmuştur.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 23. Hukuk Dairesi E: 2016/7625 K: 2020/4 T: 13.01.2020
- Yargıtay 23. Hukuk Dairesi E: 2015/9708 K: 2018/3902 T: 03.07.2018
- Yargıtay 15. Hukuk Dairesi E: 2017/449 K: 2017/2579 T: 15.06.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/14914 K: 2016/2070 T: 23.02.2016
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2019/3153 K: 2020/4296 T: 21.09.2020
Dava, yolsuz tescil hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir. Mahkemece, yolsuz tescil iddiasının ve kayıt malikinin kötüniyetli olarak temlik aldığının ispat edilmediği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Bilindiği üzere; Hukukumuzda, diğer çağdaş hukuk sistemlerinde olduğu gibi kişilerin huzur ve güven içerisinde alış verişte bulunmaları satın aldıkları şeylerin ilerde kendilerinden alınabileceği endişelerini taşımamaları, dolayısıyla toplum düzenini sağlamak düşüncesiyle, alan kişinin iyi niyetinin korunması ilkesi kabul edilmiştir. Bu amaçla Medeni Kanunun 2. maddesinin genel hükmü yanında menkul mallarda 988 ve 989, tapulu taşınmazların el değiştirmesinde ise 1023. maddesinin özel hükümleri getirilmiştir. Öte yandan bir devleti oluşturan unsurlardan biri insan unsuru ise bunun kadar önemli olan ötekisi topraktır. İşte bu nedenle Devlet, nüfus sicilleri gibi tapu sicillerinin de tutulmasını üstlenmiş, bunların aleniliğini (herkese açık olmasını) sağlamış, iyi ve doğru tutulmamasından doğan sorumluluğu kabul etmiş, değinilen tüm bu sebeplerin doğal sonucu olarak da tapuya itimat edip, taşınmaz mal edinen kişinin iyi niyetini korumak zorunluluğunu duymuştur. Belirtilen ilke M.K’nın 1023. maddesinde aynen “tapu kütüğündeki sicile iyi niyetle dayanarak mülkiyet veya başka bir ayni hak kazanan 3. kişinin bu kazanımı korunur” şeklinde yer almış, aynı ilke tamamlayıcı madde niteliğindeki 1024. maddenin 1.fıkrasına göre “Bir ayni hak yolsuz olarak tescil edilmiş ise bunu bilen veya bilmesi gereken 3. kişi bu tescile dayanamaz” biçiminde öngörülmüştür.
Ancak; tapulu taşınmazların intikallerinde, huzur ve güveni koruma, toplum düzenini sağlama uğruna, tapu kaydında ismi geçmeyen ama asıl malik olanın hakkı feda edildiğinden iktisapta bulunan kişinin, iyi niyetli olup olmadığının tam olarak tespiti büyük önem taşımaktadır. Gerçekten bir yanda tapu sicilinin doğruluğuna inanarak iktisapta bulunduğunu ileri süren kimse diğer yanda ise kendisi için maddi, hatta bazı hallerde manevi büyük değer taşıyan ayni hakkını yitirme tehlikesi ile karşı karşıya kalan önceki malik bulunmaktadır.
Bu nedenle yüzeysel ve şekilci bir araştırma ve yaklaşımın büyük mağduriyetlere yol açacağı, kişilerin Devlete ve adalete olan güven ve saygısını sarsacağı ve yasa koyucunun amacının ilk bakışta, şeklen iyi niyetli gözükeni değil, gerçekten iyiniyetli olan kişiyi korumak olduğu hususlarının daima göz önünde tutulması, bu yönde tüm delillerin toplanıp derinliğine irdelenmesi ve değerlendirilmesi gerekmektedir.
Nitekim bu görüşten hareketle “kötü niyet iddiasının def’i değil itiraz olduğu, iddia ve müdafaanın genişletilmesi yasağına tabii olmaksızın her zaman ileri sürülebileceği ve mahkemece kendiliğinden (re’sen) nazara alınacağı ilkeleri 8.ll.l99l tarih l990/4 esas l99l/3 sayılı İnançları Birleştirme Kararında kabul edilmiş, bilimsel görüşlerde aynı doğrultuda gelişmiştir.
Somut olaya gelince, davaya konu 81 parsel numaralı taşınmazın 12.08.1975 tarihli kadastro tutanaklarında, 2.200 m2 susuz bağın, bilirkişilerce lakabı … olarak bilinen, 1335 doğumlu kişinin, 20 sene zilyetlik sonucu malik olduğu kaydedilmiştir. Davacının Siverek Sulh Hukuk Mahkemesinin 2007/593 Esas, 2018/136 Karar sayılı ilamı ile tapu kaydındaki ismin … olarak düzeltildiği, Siverek Sulh Hukuk Mahkemesi 2007/593 Esas, 2018/136 Karar sayılı ilamı ile dava konusu taşınmaz hakkında bu kez…’ ın kaydın düzeltilmesi için dava açtığı, davanın kabulü ile dava konusu taşınmazın kaydının… olarak düzeltildiği, Hanım Gençdal’ ın 28/03/2008 tarihinde, 3000 TL bedelle taşıhmazı Perihan Gelener’ e devrettiği, Perihan Gelener’ in de 07.04.2014 tarihinde 22.200,00 TL bedelle …’ e sattığı anlaşılmaktadır.
Somut olayda, davanın niteliği itibari ile kamu düzenini ilgilendirmediği taraflarca getirilme ilkesine tabi bir dava olup iddianın tanık dahil her türlü delille ispatı gerektiği gözetildiğinde, mahalli bilirkişi beyanı ile iddianın kanıtlanması olanaksızdır. HMK’nin 25. maddesinde belirtildiği gibi re’sen araştırma ilkesinin geçerli olmadığı davalarda dava malzemelerinin toplanması ve mahkemeye sunulması taraflara aittir. Hakim kendiliğinden taraflarca ileri sürülmemiş vakıaları araştıramaz, hükmüne esas alamaz. Mahkeme, sadece tarafların getirdiği yada masrafını verip getirilmesini istediği delillere dayalı olarak hükmünü kurabilir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 15. Hukuk Dairesi E: 2019/3306 K: 2020/2240 T: 13.07.2020
- Yargıtay 23. Hukuk Dairesi E: 2016/7625 K: 2020/4 T: 13.01.2020
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2014/20353 K: 2017/506 T: 26.01.2017
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1993/2180 K: 1993/8634 T: 7.7.1993
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2019/2996 K: 2021/334 T: 21.01.2021
Bilindiği üzere; hukukumuzda diğer çağdaş hukuk sistemlerinde olduğu gibi kişilerin huzur ve güven içerisinde alış verişte bulunmaları, satın aldıkları şeylerin ilerde kendilerinden alınabileceği endişelerini taşımamaları, dolayısıyla toplum düzenini sağlama düşüncesiyle, alan kişinin iyi niyetinin korunması ilkesi kabul edilmiştir. Bu amaçla 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun(TMK) 2. maddesinin genel hükmü yanında menkul mallarda 988. ve 989. maddelerinin ve tapulu taşınmazların el değiştirmesinde ise 1023. maddesinin özel hükümleri getirilmiştir.
Öte yandan, bir Devleti oluşturan unsurlardan biri insan unsuru ise, bunun kadar önemli olan ötekisi topraktır. İşte bu nedenle Devlet, nüfus sicilleri gibi tapu sicillerinin de tutulmasını üstlenmiş, bunların aleniliğini (herkese açık olmasını) sağlamış, iyi ve doğru tutulmamasından doğan sorumluluğu kabul etmiş, değinilen tüm bu sebeplerin doğal sonucu olarak da tapuya itimat edip taşınmaz mal edinen kişinin iyi niyetini korumak zorunluluğunu duymuştur. Belirtilen ilke TMK’nın 1023. maddesinde aynen “tapu kütüğündeki sicile iyi niyetle dayanarak mülkiyet veya başka bir ayni hak kazanan üçüncü kişinin bu kazanımı korunur” şeklinde yer almış, aynı ilke tamamlayıcı madde niteliğindeki 1024. maddenin 1.fıkrasında “Bir ayni hak yolsuz olarak tesçil edilmiş ise bunu bilen veya bilmesi gereken üçüncü kişi bu tescile dayanamaz” biçiminde öngörülmüştür.
Ancak, tapulu taşınmazların intikallerinde, huzur ve güveni koruma, toplum düzenini sağlama uğruna tapu kaydında ismi geçmeyen ama asıl malik olanın hakkı feda edildiğinden, iktisapta bulunan kişinin iyi niyetli olup olmadığının tam olarak tespiti büyük önem taşımaktadır. Gerçekten, bir yanda tapu sicilinin doğruluğuna inanarak iktisapta bulunduğunu ileri süren kimse, diğer yanda ise kendisi için maddi hatta bazı hallerde manevi büyük değer taşıyan ayni hakkını yitirme tehlikesi ile karşı karşıya kalan önceki malik bulunmaktadır. Bu nedenle yüzeysel ve şekilci bir araştırma ve yaklaşımın büyük mağduriyetlere yol açacağı, kişilerin Devlete ve adalete olan güven ve saygısını sarsacağı ve yasa koyucunun amacının ilk bakışta şeklen iyi niyetli gözükeni değil gerçekten iyi niyetli olan kişiyi korumak olduğu hususlarının daima göz önünde tutulması, bu yönde tüm delillerin toplanıp derinliğine irdelenmesi ve değerlendirilmesi gerekmektedir.
Nitekim bu görüşten hareketle, “kötü niyet iddiasının def’i değil itiraz olduğu, iddia ve müdafaanın genişletilmesi yasağına tabii olmaksızın her zaman ileri sürülebileceği ve mahkemece kendiliğinden (resen) nazara alınacağı” ilkeleri 8.11.1991 tarih 1990/4 esas 1991/3 sayılı İnançları Birleştirme Kararında kabul edilmiş, bilimsel görüşler de aynı doğrultuda gelişmiştir.
Hal böyle olunca; yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde gerekli araştırma yapılıp taraf tanıklarının yeniden dinlenmesi, davalı … ile vekili … ve son malikler arasındaki tanışıklığı nereden kaynaklandığının saptanması ve tüm deliller birlikte değerlendirilerek davalılar … ve …′nin TMK′nin 1023. maddesinin koruyuculuğundan yararlanıp yararlanamayacaklarının kuşkuya yer bırakmayacak şekilde açıklığa kavuşturulması ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, yazılı biçimde hüküm kurulması isabetsizdir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2019/3153 K: 2020/4296 T: 21.09.2020
- Yargıtay 23. Hukuk Dairesi E: 2016/7625 K: 2020/4 T: 13.01.2020
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2014/20353 K: 2017/506 T: 26.01.2017
- Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E: 1993/2180 K: 1993/8634 T: 7.7.1993
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2020/2655 K: 2021/534 T: 02.02.2021
Dava, sahtecilik hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir. Mahkemece, kayıt maliki …’nın tapu kaydına güvenerek taşınmazı satın aldığı, iyiniyetli olduğu, aksinin kanıtlanamadığı, diğer davalı …’ın ise kayıt maliki olmadığı, onun yönünden iptal-tescil talep edilemeyeceği gerekçeleriyle davalı … yönünden esastan, davalı … yönünden ise usulden davanın reddine karar verilmiştir.
Hemen belirtilmelidir ki, bahse konu bilirkişi raporu uyarınca sahte vekaletname kullanılmak suretiyle davalı …’a yapılan devrin geçersiz ve İmdat adına oluşan tescilin yolsuz olduğu konusunda tereddüt bulunmamaktadır.
Bu noktada çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, ikinci el konumundaki davalı …’in 4721 sayılı TMK’nin 1023. maddesi koruyuculuğundan yararlanıp yararlanmayacağıdır.
Hukukumuzda, diğer çağdaş hukuk sistemlerinde olduğu gibi kişilerin huzur ve güven içerisinde alış verişte bulunmaları satın aldıkları şeylerin ilerde kendilerinden alınabileceği endişelerini taşımamaları, dolayısıyla toplum düzenini sağlamak düşüncesiyle, alan kişinin iyi niyetinin korunması ilkesi kabul edilmiştir. Bu amaçla 4721 s. Türk Medeni Kanununun (TMK) 2.maddesinin genel hükmü yanında menkul mallarda 988 ve 989., tapulu taşınmazların el değiştirmesinde ise 1023. maddesinin özel hükümleri getirilmiştir.
Hemen belirtilmelidir ki; bir devleti oluşturan unsurlardan biri insan unsuru ise bunun kadar önemli olan ötekisi topraktır. İşte bu nedenle Devlet, nüfus sicilleri gibi tapu sicillerinin de tutulmasını üstlenmiş, bunların aleniliğini (herkese açık olmasını) sağlamış, iyi ve doğru tutulmamasından doğan sorumluluğu kabul etmiş, değinilen tüm bu sebeplerin doğal sonucu olarak da tapuya itimat edip, taşınmaz mal edinen kişinin iyi niyetini korumak zorunluluğunu duymuştur. Belirtilen ilke TMK’nin 1023. maddesinde aynen “tapu kütüğündeki sicile iyi niyetle dayanarak mülkiyet veya başka bir ayni hak kazanan 3 ncü kişinin bu kazanımı korunur” şeklinde yer almış, aynı ilke tamamlayıcı madde niteliğindeki 1024.maddenin 1. fıkrasına göre “Bir ayni hak yolsuz olarak tescil edilmiş ise bunu bilen veya bilmesi gereken üçüncü kişi bu tescile dayanamaz” biçiminde öngörülmüştür.
Ne var ki; tapulu taşınmazların intikallerinde, huzur ve güveni koruma, toplum düzenini sağlama uğruna, tapu kaydında ismi geçmeyen ama asıl malik olanın hakkı feda edildiğinden iktisapta bulunan kişinin, iyi niyetli olup olmadığının tam olarak tespiti büyük önem taşımaktadır. Gerçekten bir yanda tapu sicilinin doğruluğuna inanarak iktisapta bulunduğunu ileri süren kimse diğer yanda ise kendisi için maddi, hatta bazı hallerde manevi büyük değer taşıyan ayni hakkını yitirme tehlikesi ile karşı karşıya kalan önceki malik bulunmaktadır.
Bu nedenle, yüzeysel ve şekilci bir araştırma ve yaklaşımın büyük mağduriyetlere yol açacağı, kişilerin Devlete ve adalete olan güven ve saygısını sarsacağı ve yasa koyucunun amacının ilk bakışta, şeklen iyi niyetli gözükeni değil, gerçekten iyiniyetli olan kişiyi korumak olduğu hususlarının daima göz önünde tutulması, bu yönde tüm delillerin toplanıp derinliğine irdelenmesi ve değerlendirilmesi gerekmektedir.
Nitekim bu görüşten hareketle, “kötü niyet iddiasının def’i değil itiraz olduğu, iddia ve müdafaanın genişletilmesi yasağına tabii olmaksızın her zaman ileri sürülebileceği ve mahkemece kendiliğinden (resen) nazara alınacağı” ilkeleri 08.11.1991 tarih l990/4 esas l99l/3 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında kabul edilmiş, bilimsel görüşler de aynı doğrultuda gelişmiştir.
Kötüniyet iddiasının 14.02.1951 gün ve 17/1 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca da, davanın her aşamasında ileri sürülebileceği gibi mahkemece de kendiliğinden nazara alınması gerektiği benimsenmiştir.
Somut olaya gelince, davalı …’in iyiniyetli edinen olup olmadığı noktasında yeterli araştırma ve incelemenin yapıldığını söyleyebilme olanağı yoktur.
Şöyle ki, davacı taraf delil listesinde tanık deliline açıkça dayanmış, ancak mahkemece tanık listesini sunması için davacı tarafa usulüne uygun süre verilmemiş, bir başka ifade ile iddiasını tanıkları ile kanıtlaması için olanak tanınmamıştır. Kaldı ki, davacı tarafın ön inceleme duruşmasında …’ün tanık olarak dinlenmesi isteği de görmezden gelinmiştir. Yine, davalı … tarafından delil listesinde tanık deliline dayanılarak … ve …. isimli kişiler tanık olarak bildirilmiştir. Ancak davalı …’nın tanıkları nedensiz yere dinlenmemiş, dinlenmeme sebepleri de gerekçelendirilmeden neticeye gidilmiştir.
Öte yandan, çekişmeli temlik nedeniyle yapılan soruşturma neticesinde dava açılıp açılmadığı, açılmış ise yeni delillere ulaşılıp ulaşılmadığı da tam olarak tespit edilmemiştir.
Hal böyle olunca, davacı tarafa tanık isimlerini bildirmesi için usulüne uygun süre verilmesi, bildirmesi halinde tanıklarının dinlenmesi, yine davalının bildirdiği tanıkların dinlenmesi, özellikle davalı …’nın edinimine ve davalılar arasında bir bağın bulunup bulunmadığına ilişkin beyanlarının alınması, Manavgat Cumhuriyet Başsavcılığı’nın eldeki davaya konu olay hakkında yaptığı 2020/1399 soruşturma numaralı ( öncesi 2014/2990 soruşturma no’lu ) dosyanın akıbetinin araştırılarak, dosyaya yansıyan deliller haricinde yeni bir bilgi veya belge olup olmadığının denetlenmesi, toplanan ve toplanacak deliller bir bütün halinde değerlendirilerek davalı …’nın hukuki durumunun saptanması ve hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken, eksik araştırma ve inceleme ile yazılı şekilde karar verilmesi doğru değildir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2019/2996 K: 2021/334 T: 21.01.2021
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2019/3153 K: 2020/4296 T: 21.09.2020
- Yargıtay 15. Hukuk Dairesi E: 2019/3306 K: 2020/2240 T: 13.07.2020
- Yargıtay 23. Hukuk Dairesi E: 2016/7625 K: 2020/4 T: 13.01.2020
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2020/1034 K: 2021/2648 T: 28.04.2021
Nitekim bu görüşten hareketle, “kötü niyet iddiasının def’i değil itiraz olduğu, iddia ve müdafaanın genişletilmesi yasağına tabii olmaksızın her zaman ileri sürülebileceği ve mahkemece kendiliğinden (resen) nazara alınacağı” ilkeleri 8.11.1991 tarih 1990/4 esas 1991/3 sayılı İnançları Birleştirme Kararında kabul edilmiş, bilimsel görüşler de aynı doğrultuda gelişmiştir.
Dava, inançlı işlem hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir. İlk Derece Mahkemesince, davacının inançlı işlem iddiasını yazılı delille kanıtlayamadığı, yemin deliline de dayanılmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, davacı vekilinin istinaf başvurusu, …Bölge Adliye Mahkemesi 1. Hukuk Dairesince, 6100 sayılı HMK’nın 353/1-b-1. maddesi uyarınca esastan reddedilmiştir.
Bilindiği üzere, 05.02.1947 tarihli 20/6 sayılı İnançları Birleştirme kararı uyarınca, inançlı işleme dayalı iddianın, şekle bağlı olmayan yazılı delille kanıtlanması gerekeceği kuşkusuzdur. Şayet, ispat külfeti kendisinde olan tarafın yazılı bir belgesi yok ise ancak taraflar arasında gerçekleştirilen mektup, banka dekontu, yazışmalar gibi birtakım belgeler var ise bunların yazılı delil başlangıcı sayılacağı ve iddianın her türlü delille kanıtlanmasının olanaklı hale geleceği sabittir. Şayet, yazılı delil başlangıcı sayılacak böylesi bir olgu da bulunmuyor ise iddia sahibinin son başvuracağı delilin karşı tarafa yemin teklif etme hakkı olduğu da şüphesizdir.
Öte yandan; hukukumuzda diğer çağdaş hukuk sistemlerinde olduğu gibi kişilerin huzur ve güven içerisinde alış verişte bulunmaları, satın aldıkları şeylerin ilerde kendilerinden alınabileceği endişelerini taşımamaları, dolayısıyla toplum düzenini sağlama düşüncesiyle, alan kişinin iyi niyetinin korunması ilkesi kabul edilmiştir. Bu amaçla 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun(TMK) 2. maddesinin genel hükmü yanında menkul mallarda 988. ve 989. maddelerinin ve tapulu taşınmazların el değiştirmesinde ise 1023. maddesinin özel hükümleri getirilmiştir.
Öte yandan, bir Devleti oluşturan unsurlardan biri insan unsuru ise, bunun kadar önemli olan ötekisi topraktır. İşte bu nedenle Devlet, nüfus sicilleri gibi tapu sicillerinin de tutulmasını üstlenmiş, bunların aleniliğini (herkese açık olmasını) sağlamış, iyi ve doğru tutulmamasından doğan sorumluluğu kabul etmiş, değinilen tüm bu sebeplerin doğal sonucu olarak da tapuya itimat edip taşınmaz mal edinen kişinin iyi niyetini korumak zorunluluğunu duymuştur. Belirtilen ilke TMK’nın 1023. maddesinde aynen “tapu kütüğündeki sicile iyi niyetle dayanarak mülkiyet veya başka bir ayni hak kazanan üçüncü kişinin bu kazanımı korunur” şeklinde yer almış, aynı ilke tamamlayıcı madde niteliğindeki 1024. maddenin 1.fıkrasında “Bir ayni hak yolsuz olarak tesçil edilmiş ise bunu bilen veya bilmesi gereken üçüncü kişi bu tescile dayanamaz” biçiminde öngörülmüştür.
Ancak, tapulu taşınmazların intikallerinde, huzur ve güveni koruma, toplum düzenini sağlama uğruna tapu kaydında ismi geçmeyen ama asıl malik olanın hakkı feda edildiğinden, iktisapta bulunan kişinin iyi niyetli olup olmadığının tam olarak tespiti büyük önem taşımaktadır. Gerçekten, bir yanda tapu sicilinin doğruluğuna inanarak iktisapta bulunduğunu ileri süren kimse, diğer yanda ise kendisi için maddi hatta bazı hallerde manevi büyük değer taşıyan ayni hakkını yitirme tehlikesi ile karşı karşıya kalan önceki malik bulunmaktadır. Bu nedenle yüzeysel ve şekilci bir araştırma ve yaklaşımın büyük mağduriyetlere yol açacağı, kişilerin Devlete ve adalete olan güven ve saygısını sarsacağı ve yasa koyucunun amacının ilk bakışta şeklen iyi niyetli gözükeni değil gerçekten iyi niyetli olan kişiyi korumak olduğu hususlarının daima göz önünde tutulması, bu yönde tüm delillerin toplanıp derinliğine irdelenmesi ve değerlendirilmesi gerekmektedir.
Nitekim bu görüşten hareketle, “kötü niyet iddiasının def’i değil itiraz olduğu, iddia ve müdafaanın genişletilmesi yasağına tabii olmaksızın her zaman ileri sürülebileceği ve mahkemece kendiliğinden (resen) nazara alınacağı” ilkeleri 8.11.1991 tarih 1990/4 esas 1991/3 sayılı İnançları Birleştirme Kararında kabul edilmiş, bilimsel görüşler de aynı doğrultuda gelişmiştir.
Somut olayda, davacı tarafından inançlı işlemin yazılı delili olduğu bildirilen 10.03.2013 tarihli belge verilen kesin süre içerisinde sunulmaması nedeniyle 6100 sayılı HMK’nın 140/5. maddesi gereğince delil olarak kabul edilmese de inançlı işlemin tarafı olan ilk el …, 05.10.2017 tarihinde yapılan ön inceleme duruşmasında dava dilekçesinde belirtilen tüm hususların doğru olduğunu belirterek davayı kabul beyanında bulunmuştur. Kayıt maliki olmayan davalı …’in kabul beyanı davayı sona erdirecek nitelikte değil ise de, inançlı işlemin varlığına ilişkin açık ikrar bulunduğuna göre bunun ayrıca yazılı delille ispatı istenemez.
Öte yandan, davalı …, diğer davalı …’in boşandığı eşi olduğu için durumu bilen veya bilmesi gereken kişi konumunda bulunduğundan TMK’nın 1023. hukuki koruyuculuğundan yararlanamaz.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2020/2655 K: 2021/534 T: 02.02.2021
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2019/2996 K: 2021/334 T: 21.01.2021
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2019/3153 K: 2020/4296 T: 21.09.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/18130 K: 2019/3804 T: 30.04.2019
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2021/2821 K: 2022/43 T: 10.01.2022
Bilindiği üzere hukukumuzda, diğer çağdaş hukuk sistemlerinde olduğu gibi kişilerin huzur ve güven içerisinde alış verişte bulunmaları, satın aldıkları şeylerin ileride kendilerinden alınabileceği endişelerini taşımamaları, dolayısıyla toplum düzenini sağlamak düşüncesiyle, alan kişinin iyi niyetinin korunması ilkesi kabul edilmiştir. Bu amaçla 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun (TMK) 2. maddesinin genel hükmü yanında, menkul mallarda 988 ve 989 tapulu taşınmazların el değiştirmesinde ise 1023. maddesinin özel hükümleri getirilmiştir.
Öte yandan, bir devleti oluşturan unsurlardan biri insan unsuru ise bunun kadar önemli olan ötekisi topraktır. İşte bu nedenle Devlet, nüfus sicilleri gibi tapu sicillerinin de tutulmasını üstlenmiş, bunların aleniliğini (herkese açık olmasını) sağlamış, iyi ve doğru tutulmamasından doğan sorumluluğu kabul etmiş, değinilen tüm bu sebeplerin doğal sonucu olarak da tapuya itimat edip, taşınmaz mal edinen kişinin iyi niyetini korumak zorunluluğunu duymuştur. Belirtilen ilke TMK’nin 1023. maddesinde aynen “tapu kütüğündeki sicile iyi niyetle dayanarak mülkiyet veya başka bir ayni hak kazanan 3. kişinin bu kazanımı korunur” şeklinde yer almış, aynı ilke tamamlayıcı madde niteliğindeki 1024. maddenin 1. fıkrasına göre “Bir ayni hak yolsuz olarak tescil edilmiş ise bunun bilen veya bilmesi gereken 3. kişi bu tescile dayanamaz” biçiminde öngörülmüştür.
Ne var ki; tapulu taşınmazların intikallerinde, huzur ve güveni koruma, toplum düzenini sağlama uğruna, tapu kaydında ismi geçmeyen ama asıl malik olanın hakkı feda edildiğinden iktisapta bulunan kişinin, iyi niyetli olup olmadığının tam olarak tespiti büyük önem taşımaktadır. Gerçekten bir yanda tapu sicilinin doğruluğuna inanarak iktisapta bulunduğunu ileri süren kimse, diğer yanda ise kendisi için maddi, hatta bazı hallerde manevi büyük değer taşıyan ayni hakkını yitirme tehlikesi ile karşı karşıya kalan önceki malik bulunmaktadır.
Bu nedenle, yüzeysel ve şekilci bir araştırma ve yaklaşımın büyük mağduriyetlere yol açacağı, kişilerin Devlete ve adalete olan güven ve saygısını sarsacağı ve yasa koyucunun amacının ilk bakışta, şeklen iyi niyetli gözükeni değil, gerçekten iyiniyetli olan kişiyi korumak olduğu hususlarının daima göz önünde tutulması, bu yönde tüm delillerin toplanıp derinliğine irdelenmesi ve değerlendirilmesi gerekmektedir.
Somut olayda; davalılar tarafından, dava konusu taşınmazların, murisleri olan babaları … … tarafından, tapu kaydı uyarınca 3. kişi olan … …’dan iyiniyetli şekilde satın alındığı, bu işlemin tapu siciline güvenilerek yapıldığı, yine … …’a yapılan devrin yolsuz olup olmadığının babaları tarafından bilinemeyeceği gibi kendisinden bu hususu bilmesinin de beklenemeyeceği ileri sürülmüş olmasına rağmen, Mahkemece bu hususta gerekli araştırma ve inceleme yapılmaksızın hüküm kurulmuş olması isabetsiz olduğu gibi, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 297/2. maddesi uyarınca hakim, doğru, infazı kabil ve infaz sırasında tereddüt oluşturmayacak şekilde bir karar vermek zorunda olup, Mahkemece dava konusu taşınmazların tapu kaydının iptaline karar verildiği halde, taşınmazlar 8 pay kabul edilip, yalnızca 6/8 payı ile ilgili olarak hüküm kurulup, taşınmazların 2/8 payının açıkta bırakılmış olması da isabetsizdir.
Hal böyle olunca; Mahkemece, davalıların murisi … …’in iyi niyetli olup olmadığı, bir başka ifade ile 4721 sayılı TMK’nın 1023. maddesinin koruyuculuğundan yararlanıp yararlanmayacağının tespiti bakımından, yukarıda açıklanan ilkeler doğrultusunda mahkemece gerekli araştırma ve inceleme yapılmalı, taraf delilleri bu yönü ile eksiksiz toplanmalı, bildirilen tanıklar mahallinde yapılacak keşifte dinlenilmeli, davalıların murisi …’in iyiniyetli olarak hareket edip etmediği duraksamaya yer vermeyecek şekilde açıklığa kavuşturulmalı, bunda sonra toplanan ve toplanacak tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna göre karar verilmelidir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2020/1034 K: 2021/2648 T: 28.04.2021
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2020/2655 K: 2021/534 T: 02.02.2021
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2014/20353 K: 2017/506 T: 26.01.2017
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2014/17745 K: 2016/6919 T: 06.06.2016
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/113 K: 2006/205 T: 19.04.2006
YARGITAY İLAMI Taraflar arasındaki tazminat davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Elazığ 1.Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 19.01.2004 gün ve 2001/391-2004/30 sayılı kararın incelenmesi Davalı Hazine vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 4 Hukuk Dairesinin 21.06.2005 gün ve 622-6821 sayılı ilamı ile ; (…Davacı, dava konusu taşınmazları tapu siciline güvenerek satın aldığını, daha sonra üzerine bina yapmak ve ağaç dikmek suretiyle kullandığını ancak daha sonra Hazine tarafından açılan Tapu İptali ve Tescil ve kal davası sonucunda tapu kayıtlarının iptal edildiğini ve yerin daha önceki gibi meraya dönüştürüldüğünü, taşınmazlar üzerindeki muhtesatların kal’ine karar verildiğini bu nedenle arsa ve muhtesat bedellerinin hüküm altına alınmasını istemiştir. Yerel mahkemece dava kabul edilmiş, karar davalı tarafından temyiz edilmiş, dairece onama kararı verilmesi üzerine yine davalı tarafından kararın düzeltilmesi istenmiştir.
Dosyadaki kanıtlara göre dava konusu yerlerin 1954 yılında yapılan kadastro tesbiti sırasında mera olarak sınırlandırıldığı 31.12.1976 tarihli sahte mahkeme ilamına dayanılarak tamamının senetsizden Şah İsmail Gür adına tapuya tescil olduğu ve tapuda ifraz yapılarak üçüncü kişilere satıldığı; davacının da satın alanlar arasında bulunduğu anlaşılmaktadır. Sonradan durumun anlaşılması üzerine hazine tarafından tapu iptali ve tescil davası açılmış dava konusu yerler mera olarak sınırlandırılmış bu karar 17.07.1996 tarihinde kesinleşmiş, yine hazine tarafından davacı aleyhine Tapu İptali ve tescil ve kal davası açılmış; bu davada da taşınmazların mer’a olarak sınırlandırılmasına, davacı tarafından oluşturulan muhtesatın kal’i ile taşınmazların eski hale getirilmesine karar verilmiştir. İşte bundan sonra davacı eldeki bu dava ile tapu kütüğüne güven ilkesi gereğince ve Medeni Yasanın 1007 (eski 917) maddesi gereğince arsa bedeli ile oluşturulan muhtesatın bedelini istemiştir.
Yukarıda da açıklandığı üzere; dava konusu yerlerin öncesi meradır. Bu husus yapılan kadastro çalışması sırasında belirlenmiş ve kesinleşerek bu şekilde sınırlandırma yapılmıştır. Esasen bu konuda da taraflar arasında da bir uyuşmazlık yoktur. Uyuşmazlığın çözümünde uygulanması gereken Medeni Yasa’nın 1007. maddesinde tapu sicilinin tutulmasından doğacak zararlardan devletin sorumluluğu kabul edilmiştir. Bu kusursuz sorumluluk hallerindedir. Bunun anlamı, zarar görenin davalının kusurunu kanıtlamak zorunda olmaması sonucunu doğurur. Ancak sorumluluk için aranan diğer koşulların; bu bağlamda hukuka aykırı eylem ile zarar arasındaki uygun illiyet bağının kanıtlanması zorunludur.
Somut olaydaki kayıt tamamen gerçek dışıdır. Diğer bir anlatımla hiçbir hükme ve hukuki nedene dayanmamaktadır. Hatta tapuya tescil edilmemesi, diğer bir anlatımla özel mülkiyete konu olmayacak bir yerle ilgilidir. Hiç tapuya bağlanmaması ve özel mülkiyete konu olamayacak yerle ilgili olarak alınan sahte ilamla tapuya tescil edilmesi durumunda o yerin özel mülkiyete konu olabilecek yerlerden olması sonucunu doğurmaz. Buna karşın mer’a olan yerin sahte kayıtla özel mülkiyete konu olabilecek nitelikte yerlerdenmiş gibi kaydedilmesi de üçüncü kışı konumundaki Şah İsmail Gür’ün eyleminden kaynaklanmaktadır Şah İsmail Gür’ün bu ağır kusuru uygun illiyet bağını kesmektedir. Bunun içindir ki, kusursuz sorumluluğu ortadan kaldıran koşullardan biri gerçekleşmiş bulunmaktadır. Bu hususları gözeten mahkeme dava konusu yer üzerindeki yapı ve ağaçların yıkımına karar vermiştir. Böylece davacının yerdeki tapu kaydının bir hukuki dayanağı bulunmadığı; hukuki sonuç doğuracak bir nitelik taşımadığı, kullanımının da hukuka aykırı olduğu anlaşılmıştır. Böyle bir durumda davacının iyiniyetinden de söz edilemez. Davacı olsa olsa taşınmazları satın aldığı kişinin kendisine ayıplı mal satmasından ve böylece nedensiz zenginleşmesine dayanarak istemde bulunabilir.
Şu hali ile davanın açıklanan nedenle reddi gerekirken kabulüne karar verilmesi doğru değildir. Bu itibarla davalının karar düzeltme isteminin kabulüne karar vermek gerekmiştir…)gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Davacı şahıs vekili 10.05.2001 tarihli dava dilekçesinde; Elazığ ili, merkez, Harput Mahallesinde bulunan çekişmeli 3452 ve 3514 parselleri satın alarak üzerinde ev inşa edip, ağaç diktiğini satın alma günü olan 17.07.1989 yılından bu yana tasarrufunda bulundurduğunu, tapu kayıtlarına güvenerek iyiniyetle satın aldığı bu yerlerin Hazinenin sahte ilama dayalı yolsuz tescil iddiası ile açtığı tapu iptali ve tescil davası sonucunda tapu kaydının iptaline karar verildiğini, zarara uğradığını, ifadeyle, taşınmaz üzerinde yaptığı ev ile diktiği ağaçların bedeli olan 7.919.302.053 TL. tazminatın faizi ile birlikte davalı Hazineden tahsilini istemiştir.
Davalı Hazine vekili cevabında; dava konusu taşınmazların 1954 yılında yapılan genel kadastro sonucunda mer’a olarak sınırlandırıldığını, paftada yapılan tahrifatla mera ibaresi silinerek dağ ibaresinin yazıldığını, bunun kadastro aşamasına ilişkin bulunduğunu, ardından sahte olarak düzenlenen mahkeme ilamı ile Şah İsmail Gür isimli dava dışı şahıs adına tescil edilip muhtelif parsellere ifraz edilerek aralarında davacının da olduğu değişik şahıslara satıldığını, müvekkili Hazine tarafından açılan tapu iptali ve kal davasının kabulüne karar verilerek, bu kararın kesinleşmiş olduğunu, ifadeyle, yasal dayanağı bulunmayan tazminat isteminin reddini savunmuştur.
Yerel mahkemece, tapu kayıt suretleri, Elazığ 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2000/54 esas sayılı dava dosyası getirtilmiş, mahallinde keşif ve bilirkişi incelemesi yapılmış, raporlar alınmış, sonuçta; sahte bir ilama istinaden tapu kaydı oluşturularak Şah İsmail Gür adına tescil edilen taşınmazı davacının tapu kaydına itimat ederek iyi niyetle satın alıp mülkiyetini iktisap etmesinden sonra üzerine ev yapıp ağaç diktiği, davacının mülkiyeti kazanma işleminin tamamen devlet güvencesi altında tutulan tapu kaydına itimaden gerçekleştiği, sonradan yolsuz tescilin anlaşılarak tapu kaydının iptal edilip eski hale getirilmesinden davacının zarar gördüğü, bu zararın yolsuz tescilden kaynaklandığı, sahte mahkeme ilamına istinaden tapuda tescil işleminin yapılmamış olması halinde davacının bu taşınmazı satın alarak üzerine ev yapıp ağaç dikmeyeceği ve bu yöndeki zararının gerçekleşmeyeceği gerekçesi ile davanın kısmen kabulü ile taşınmaz üzerinde bulunan ev, çevre duvarı ve ağaçtan ibaret bulunan muhtesatın bedeli toplamı olan 6.257.434.755 TL.’nın dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan alınarak davacıya verilmesine karar verilmiştir.
Davalı Hazine vekilinin temyizi üzerine hüküm Özel Dairesince önce onanmış; hazine vekilinin karar düzeltme istemi üzerine yukarıda belirtilen gerekçe ile bozulmuş; mahkemece önceki kararda direnilmiştir. Hükmü temyize hazine vekili getirmektedir.
Yanlar arasındaki dava, devletin tapu sicillerinin tutulmasından doğan zararlardan birinci derecede ve objektif sorumluluk esasına göre mesul bulunması ilkesini düzenleyen Eski Türk Kanunu Medenisinin 917 ve bu kuralı aynen benimseyen yeni Türk Medeni Kanununun 1007. maddesinden kaynaklanmaktadır.
Hemen belirtmek gerekir ki, anılan maddeler ile öngörülen sorumluluk, kusursuz sorumluluk olup, tapu sicilinin tutulması görevi ile yükümlü bulunan memurun yaptığı yanlış işlem ve kayıtta kusursuz olması bile, devleti sorumluluktan kurtarmaz. Tapuda yapılan işlem sonucu bir zararın oluşması, bu işlem ile zarar arasında illiyet bağının bulunması Devletin sorumlu tutulması için yeterlidir.
Tapu siciline güven ilkesine verilen önemi vurgulayan 15.3.1944 gün ve 13/8 sayılı İçtihadı Birleştirme kararı, Medeni Kanunun yürürlüğe girmesinden önceki sicillerin tutulmasından dahi Devletin objektif sorumluluğunu benimseyip vurgulamıştır.
Bu ilkeler ışığında somut olaya bakıldığında; 1- Dava konusu taşınmaz 1954 yılında yapılan genel kadastro sonucu mera olarak sınırlanmıştır.
2- Aynen muhafazasından devletin sorumlu bulunduğu, kadastro paftasında; tescil işlemini olanaklı hale getirmek amacı ile “mer’a” ibaresi silinerek yerine “dağ” ibaresi yazılmıştır.
3- Sahteliği duraksamaya yer vermeyecek biçimde saptanan ve bir yaş düzeltme davasına aidiyeti, tarih esas ve karar sayılı ile belirlenen Elazığ Asliye Hukuk Mahkemesine ait 31.12.1976 gün 1976/69-902 sayılı ilamla dava dışı Şah İsmail Gür adına yolsuz tescil işlemi yapıldıktan sonra ifrazen önce dava dışı iki ayrı kişiye, 17.07.1989 tarihinde de davacıya satılmıştır. Davacı 03.06.1991 tarihinde altığı ruhsat ve izinlere dayanarak ev inşa etmiş; sahte ilama dayalı kayıt olduğu hususu ise tapuya 28.05.1992 tarihinde şerh edilmiştir.
4- Hazine tarafından açılan dava sonucunda: Elazığ Asliye Hukuk Mahkemesinin 4.7.2001 gün 2000/32 E., 2001/429 K.sayılı kararı ile çekişmeli 3432 parselin davacı Mehmet Güneş adına olan tapu kaydının iptaline, öncesinin mer’a olduğu anlaşıldığından, mer’a olarak sınırlandırılmasına, kargir ev ve tuvaletin yıkılmasına ve yedi adet ağacın kesilmesine karar verilmiş ve bu karar temyiz edilmeksizin kesinleşmiştir.
5- Tapu sicilinin aleniyeti ve güven ilkesini düzenleyen Eski Medeni Kanunun 931 ve yeni M.K.1023 maddelerine ilişkin yerleşik bilimsel ve yargısal görüşler doğrultusunda, kayden iktisap edenin tapu sicilinin dayanağını oluşturan müsbit evrakı inceleme yükümlülüğünün bulunmadığı tartışmasızdır. Bu bağlamda, davacının genel kadastro ile başlayıp, tedavül kayıtları ve dayanakları ile nihai kaydı oluşturan tapu sicil işlem aşamalarını oluşturan evrakı tetkik etme zorunluluğu yoktur.
6- Taşınmazı sahte işlemi yapan kişiden sonra üçüncü el olarak alan davacının, mer’a nitelikli taşınmazın sahte ilamla tescilini sağlayan dava dışı Şah İsmail Gür’le el ve işbirliği içerisinde bulunduğunu gösteren hiçbir kanıt ve bulgu olmadığı gibi, bu husus davalı yanca iddia ve ispat edilmemiştir. Eş anlatımla davacı iyiniyetlidir.
7- İyi niyetli müktesebin, yolsuz tescile dayanarak kazandıkları ayni haklar ve her türlü tazminat istemlerinin saklı olduğu, 743 sayılı Türk Kanunu Medenisinin 932 ve koşut kural içeren, Yeni Medeni Kanunun 1025. maddesinde açıkca belirtilmiştir.
Nitekim, aynı ilkeler Hukuk Genel Kurulunun 24.09.2003 gün ve 2003/4-491-487 sayılı kararında da aynen vurgulanmıştır.
Tüm bu açıklamalar doğrultusunda; yanların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve belgelere mahkeme kararında ve yukarıda açıklanan gerektirici nedenlere ve özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre, usul ve yasaya uygun olan direnme kararı yerindedir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2019/318 K: 2019/1238 T: 28.11.2019
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/2022 K: 2018/1168 T: 06.06.2018
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2015/53 K: 2016/211 T: 02.03.2016
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2003/4-491 K: 2003/487 T: 24.9.2003
PAYLI MÜLKİYET FİİLİ TAKSİM YARGITAY KARARLARI
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1994/5302 K: 1994/7146 T: 18.5.1994
Fiili taksimin varlığı halinde kamulaştırmaya ilişkin işlemlerin bu paydaş veya paydaşlar arasında yürütülmesi Kamulaştırma Kanunu’nun 12. maddesinin 5. fıkrasında öngörülmüş ise de İdarenin fiili taksimin varlığını gözetmemesi durumunda İdare bu Yasa hükmünün uygulanması için zorlanamaz.
Dava dilekçesinde kamulaştırma bedelinin arttırılması ile faiz ve masrafların davalı taraftan tahsili istenilmiştir. Mahkemece davanın kısmen kabulü cihetine gidilmiş, hüküm taraf vekillerince temyiz edilmiştir.
Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü: K: Davacılar dava konusu taşınmazın tapu malikleri arasında fiilen taksim edildiğini, kamulaştırılan bölümün 1250 m2’sinin kendilerine düşen bölümde yer aldığını ileri sürmüşlerdir. Kamulaştırma Kanununun 12. maddesinin 5. fıkrası bu gibi fiili taksimin mevcudiyeti halinde kamulaştırmaya ilişkin işlemlerin bu paydaş veya paydaşlar arasında yürütülmesini öngörmüştür. Bu gibi durumlarda paydaşların sadece bu kısım için dava açmaya hakları bulunduğu fıkra hükmünde yer almış ise de idare tapudaki payları dikkate alarak kamulaştırma yapmış ve tüm paydaşlara tebligat çıkarılmış olmakla yasanın bu hükmünü fiili taksimin varlığını müşahade etmediği için uygulamamıştır. İdare yapılan kamulaştırmadan sarfınazar edip, sözü edilen yasa hükmünü uygulaması için zorlanamayacağı ve tapudaki ferağ dahi davacıların tapu kaydındaki paylarına göre gerçekleşmiş olduğu cihetle mahkemece varlığı iddia olunan taksimin dikkate alınmamış olmasında bir isabetsizlik görülmemiştir.Davacının bu fiili taksim sebebiyle bir hak iddia ettiği takdirde diğer paydaşlara yasal koşullar içerisinde başvurma hakkına sahip olduğu açıktır.
Mahkemece yaptırılan bilirkişi incelemeleri sonucunda düzenlenen raporlar yasa hükümlerine uygundur.
Taşınmazın tarım arazisi niteliğinde kabulü ile olduğu gibi kullanılması halinde getireceği net geliri dikkate alınarak bilimsel yöntemle değerinin tespitinde ve buna göre kamulaştırma parasının arttırılmasında bir isabetsizlik görülmemiştir.
SONUÇ: Bu itibarla temyiz itirazları yerinde görülmediğinden reddi ile usul ve kanuna uygun olan hükmün (ONANMASINA), aşağıda yazılı bakiye onama harçlarının temyiz edenlere yükletilmesine, 18.5.1994 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi, E:2007/40 K:2007/849 T:08.02.2007
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/502 K: 2011/625 T: 12.10.2011
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2002/9509 K: 2002/10578 T: 31.10.2002
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1995/9225 K: 1995/10247 T: 16.10.19952942/11
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/6-288, K: 2006/304, 24.5.2006
Davacı yönünden taşınmazın belirli bir bölümü bakımından özel kullanma biçimi belirlenmiş ve taşınmazın diğer kısımlarının da öteki paydaşlarca kullanılabilir durumda olmasına; kendisi yönünden böylesi bir özel kullanma biçimi oluşan ve imar uygulamasından sonra taşınmazda paydaş durumuna gelen kişilerin kullandığı diğer bölümlerde önceki malikler zamanında hak iddia etmeyen davacının, davalılarca sonradan satın alınan paylarla ilgili şuf’a hakkını kullanmak istemesinin mk’nın 2. maddesindeki dürüstlük kuralıyla bağdaşmaz.
Taraflar arasındaki “şufa” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; A. Asliye 18. Hukuk Mahkemesi’nce davanın kabulüne dair verilen 23.3.2005 gün ve 2003/1360-2005/128 sayılı kararın incelenmesi davalılar vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 6. Hukuk Dairesinin 29.11.2005 gün ve 2005/9375-10942 sayılı ilamı ile (…Davacı vekili, dava dilekçesinde, müvekkilinin dava konusu payın ilişkin bulunduğu 4 No’lu parselin paydaşı olup davalı M. İnanç’ın aynı taşınmazda 20.08.2003 tarihinde 220/1350 payı 11.000.000.000 TL., 20.10.2003 tarihinde de 581/2700’er payı diğer davalı ile birlikte 15.000.000.000 TL. bedelle satın aldığını, davacının satışı 31.10.2003 tarihinde haricen öğrendiğini, önalım hakkını kullanmak istediğini belirterek, davalılar adına kayıtlı payın iptali ile müvekkili adına tescilini istemiştir.
Davalı vekili, davanın haksız açıldığını, dava konusu payın ilişkin bulunduğu 4 No’lu parselin kadastro parsellerinin tevhidinden oluşan imar parseli olduğunu, davacının payının 3533 ve 3534 No’lu kadastro parsellerine dayandığını, bu parsellerin ilk maliklerinin de buraya evlerini yapıp etrafını çevirdikten sonra davacıya sattıklarını, evlerin taşınmazda halen konumunu koruduklarını, davalının aldığı payların ise davacı ile bir ilgisinin bulunmadığını, imar uygulaması nedeniyle parselin oluştuğunu, öncesinde herkesin kendi yerini kullandığını, taşınmaz fiilen taksim edildiğinden önalım hakkının kullanılamayacağını belirterek davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.
Önalım davasına konu payın ilişkin bulunduğu taşınmaz, paydaşlarca özel olarak kendi aralarında taksim edilip her bir paydaş belirli bir kısmı kullanırken, bunlardan biri kendisinin kullandığı yeri ve bu yere tekabül eden payı bir üçüncü şahsa satarsa, satıcı zamanında bu yerde hak iddia etmeyen davacının tapuda yapılan satış sebebiyle önalım hakkını kullanması TMK’nın 2. maddesinde yer alan dürüstlük kuralı ile bağdaşmaz. Kötüniyet iddiası 14.02.1951 gün ve 17/1 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca davanın her aşamasında ileri sürülebileceği gibi, mahkemece de kendiliğinden nazara alınması gerekir. Bu gibi hallerde savunmanın genişletilmesi sözkonusu değildir. Eylemli paylaşmanın varlığı halinde davanın reddi gerekir. Olayımıza gelince; Önalım hakkına ilişkin payın bulunduğu 4 No’lu parselde bulunan ve dava konusu edilen 220/1350 pay taşınmazın paydaşlarından Aysun, Ayşin, Aylin ve Şenol tarafından 20.08.2003 tarihinde 11.000.000.000 TL. bedelle davalı Mehmet İnanç’a, 581/2700’er pay da taşınmazın paydaşlarından E: .. Araştırmacılık Yayıncılık Tic. Ltd. Şti. tarafından 20.10.2003 tarihinde 15.000.000.000 TL. bedelle her iki davalıya satılmıştır. Davalılar, taşınmazın paydaşları arasında taksim edilerek kullanıldığını savunmaktadır. Yerinde yapılan keşif sonrasında düzenlenen 29.01.2005 tarihli bilirkişi raporunda davacının dayandığı payın 3533 ve 3534 No’lu Kadastro parsellerinin imar görmesi sonucu 6 No’lu parsel olarak şuyulandırıldığı ve ev vasfıyla tescil edildiği, taşınmaz üzerinde bulunan 34 ve 34/A No’lu evlerin anılan kadastro parselleri içinde kaldığı, daha sonra bu taşınmazın 1922, 1923, 3254 ve 3545 No’lu parsellerle şuyulandırıldığı, davalıların da bu parsellerin önceki maliklerinden 13.12.1999 tarihinde yapılan imar uygulamasından çok sonra pay satın aldığı belirtilmiştir. Savunma doğrultusunda dinlenen davalı tanığı Muzaffer de dava konusu yer kadastro parseli iken paydaşların üzerine gecekondu yaptıklarını, davacının da daha önce ev inşa edilmiş olan ve halen zeminde mevcut bulunan bu yeri satın aldığını, imar uygulaması ile parsellerin tevhit edildiğini, davalıların da önceki paydaşlarından dava konusu edilen payları satın aldığını beyan etmiştir. Dosyada bulunan delillere göre, davacının tevhit edilen 6 No’lu parseli üzerinde evler bulunduğu halde 28.03.1995 tarihinde dava dışı Gökhan isimli şahıstan alıp bu şekilde kullanmakta iken taşınmazın imar uygulaması sonucu yukarıda belirtilen parsellerle tevhit edildiği, davacının tevhit edilen parsellerin malikleriyle bir ilgisinin bulunmadığı, herkes kendi yerini kullanırken davalıların tevhit sonucu taşınmazda paydaş haline gelen maliklerin paylarını satın aldığı anlaşılmaktadır.
Davacının taşınmazda belli bir yeri ev vasfıyla kullanıp imar uygulamasından sonra paydaş haline gelen kişilerin kullandığı bölümde zamanında hak iddia etmemesi, paydaşların taşınmazda kadastro parsellerinden gelen yerleri fiilen kullanması ve bu kullanım biçiminin devam etmesi karşısında, davalının taşınmazın taksim edildiği savunmasının kanıtlandığının kabulü gerekir. Bu duruma göre, mahkemece davanın reddine karar verilmesi gerektiği bu defaki incelemeden anlaşılmakla davalının karar düzeltme isteminin kabulü ile Dairemizin onama kararının kaldırılarak mahkeme kararının bozulmasına karar verilmesi gerekmiştir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere ve özellikle; K: .. Köyü, 3533 parsel sayılı 297 m2 tarla vasıflı taşınmaz dava dışı Sariye adına, 3534 nolu yine 297 m2 mesahalı tarla vasıflı taşınmaz ise dava dışı Kadir adına tapuya kayıtlı iken, bu kadastro parsellerinin 15.03.1989 tarihinde imar yoluyla, Düzenleme Ortaklık Payı düşüldükten sonra 223’er metrekare mesahayla 6 nolu parsel olarak şuyulandırılıp 223/511 payın Sariye, 223/511 payın Kadir, 65/511 payın da dava dışı Ç… Belediyesi adına olmak üzere ev vasfıyla tescil edilmiş olmasına; Sariye ve Kadir’in bu paylarını (toplam 446/511) 20.07.1993 tarihinde dava dışı Gökhan’a satmalarından sonra, davacının Gökhan’dan bu payları 28.03.1995 tarihinde satın alarak, mevcut durumuyla kullanmayı sürdürmesine; daha sonra 6 parsel nolu taşınmazın, 13.12.1999 tarihli imar uygulamasıyla 1922, 1923, 3254 ve 3545 nolu parsellerle şuyulandırılması sonucunda davaya konu 4 nolu parselin oluşmuş bulunmasına, 4 nolu parselin 581/1350 payı dava dışı E: .. Ltd. Şti, 446/1350 payı davacı Muzaffer, 103/1350 payı Ç… Belediyesi, 220/1350 payı da verasette iştirak şeklinde dava dışı Şenel vs. adlarına tescilli iken, davalılardan Mehmet İnanç’ın, verasette iştirak halindeki 220/1350 payı 20.08.2003 tarihinde satın alması, 20.10.2003 tarihinde de E: .. Yayıncılık Tic. Ltd. Şirketinin 581/1350 payının her iki davalı tarafından satın alınması sonucunda, 1021/2700 payın davalı M. İnanç, 581/2700 payın da davalı Mehmet Z… adına tescil edilmiş olmasına; davalıların satın aldıkları bu payların, şuyulandırmadan önceki, davacının paydaşı olduğu 6 nolu parselle herhangi bir ilgisi bulunmamasına, bu payların, 6 nolu parselle tevhit edilen diğer parsellerin önceki maliklerinden satın alınmış olmalarına; böylece, somut olayda, davacı yönünden taşınmazın belirli bir bölümü bakımından özel kullanma biçimi belirlenmiş ve taşınmazın diğer kısımlarının da öteki paydaşlarca kullanılabilir durumda olmasına; kendisi yönünden böylesi bir özel kullanma biçimi oluşan ve imar uygulamasından sonra taşınmazda paydaş durumuna gelen kişilerin kullandığı diğer bölümlerde önceki malikler zamanında hak iddia etmeyen davacının, davalılarca sonradan satın alınan paylarla ilgili şuf’a hakkını kullanmak istemesinin MK’nın 2. maddesindeki dürüstlük kuralıyla bağdaşmamasına göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire Bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
Sonuç: Davalılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK’nın 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, 24.5.2006 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/1747 K: 2018/1617 T: 06.11.2018
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/1761 K: 2018/407 T: 28.02.2018
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1990/321 K: 1990/441 T: 26.09.1990
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2014/1343 K: 2016/1036 T: 09.11.2016
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/1256 K: 2020/706 T: 30.09.2020
Taşınmazın kullanım biçimi tüm paydaşlar arasında varılan bir sözleşmeyle belirlenmiş ya da fiili bir kullanma biçimi oluşmuş ise bu sözleşme yahut fiili taksime göre taşınmazı kullanan paydaştan ecrimisil istenemez. Bu itibarla paydaşlar arasındaki ecrimisil davalarında, tüm paydaşları bağlayan harici bir taksim sözleşmesi ya da fiili taksimin bulunup bulunmadığı hususu oldukça önemlidir.
Davacılar İstemi: Davacılar vekili; dava konusu 282 parsel sayılı taşınmazın büyüklüğünün 19.750 m2 olup, boş bulunan 5000 m2’lik bölümünün paydaşlar arasındaki taksime göre dava dışı paydaş …mirasçılarına ait olup, taşınmazın geri kalanında ise şeftali ağaçları dikili olduğunu, bu bölümün 13.166 m2’sinin davacılar ile davalı paydaşa ait olduğunu, davacılar murisinin uzun yıllar önce kendisine ait payı bedelsiz bir şekilde davalının kullanımına bıraktığını, ancak ölümünden sonra davacıların ortaklığın giderilmesi davası açtıklarını ve bu şekilde intifadan men koşulunun gerçekleştiğini, buna rağmen davalının müvekkillerinin taşınmazdaki payını herhangi bir bedel ödemeden kullanmaya devam ettiğini, hatta eşi tarafından hile hukuksal nedenine dayalı olarak tapu iptali ve tescil davası açıldığını, ancak yerinde görülmeyen davanın reddedildiğini, ortaklığın giderilmesi davası öncesinde 16-17 yıl boyunca taşınmazı bedelsiz bir şekilde kullanan davalının sonrasında da şeftali ürününden davacıların payını vermediğini ileri sürerek, ecrimisil isteminde bulunmuştur.
Davalı Cevabı: Davalı vekili cevap dilekçesinde; davaya konu yerin davalının eşi tarafından davacıların murisinden satın alındığını, ancak tapu işlemleri sırasındaki hata ve hile sonucunda başka bir taşınmazın tapusunun verildiğini, bu nedenle taşınmazın uzun yıllardır davalının eşi … tarafından malik sıfatıyla kullanıldığını ve şeftali bahçesi hâline getirildiğini, davacıların iyi niyetli olmadıkları gibi talep edilen ecrimisil miktarının da fahiş olduğunu, iddia kabul edilse dahi şeftali ağaçları müvekkili tarafından dikildiğinden ecrimisilin boş tarla üzerinden hesaplanması gerektiğini savunarak, davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
İlk Derece Mahkemesi Kararı: Bursa 7. Asliye Hukuk Mahkemesinin 28.11.2013 tarihli ve 2012/61E., 2013/651 K. sayılı kararı ile; kural olarak intifadan men edilmedikçe paydaşlar birbirlerinden ecrimisil talep edemezler ise de dava konusu taşınmazın 2004 yılından beri davacılar tarafından açılan ortaklığın giderilmesi davasına konu olması nedeniyle intifadan men koşulunun oluştuğu gerekçesi ile taşınmazın net geliri üzerinden hesaplanan 10.300,00TL tazminattan 7.500,00TL’nin dava tarihinden, 2.800,00TL’nin ise ıslah tarihinden itibaren işleyecek faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı: Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur. Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 20.10.2014 tarihli ve 2014/11751 E., 2014/16058 K. sayılı kararı ile;
“… Dava, paydaşlar arasında ecrimisil talebine ilişkindir. Davacılar dava konusu taşınmazın paydaşlar arasında yapılan harici taksime göre dava dışı paydaşın payına isabet eden 5.000 m2 sinin boş tarla niteliğinde olup kullanılmadığını, davacı ve davalı paylarına isabet eden ve üzerinde şeftali ağaçları bulunan 14.750 m2’lik bölümünün davalı tarafından kullanıldığını ileri sürerek 5 yıllık ecrimisilin davalıdan tahsilini istemişlerdir. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; dava konusu 282 Parselin 19750 m2 yüzölçümünde olduğu, 1/3’er payla dava dışı Saadet Avcı, davacıların mirasbırakanı… ve davalı … adına kayıtlı olduğu anlaşılmaktadır.
Hemen belirtilmelidir ki, dava konusu taşınmazda taraflar paydaştırlar. Paylı mülkiyette taşınmazdan yararlanamayan paydaş, engel olan öteki paydaş veya paydaşlardan her zaman payına vaki elatmanın önlenilmesini ve/veya ecrimisil istiyebilir. Elbirliği mülkiyetinde de paydaşlardan biri öteki paydaşların olurlarını almadan veya miras şirketine temsilci atanmadan tek başına ortak taşınmazdan yararlanmasına engel olan ortaklar aleyhine ecrimisil davası açabilir. Ancak, o paydaşın, payına karşılık çekişmesiz olarak kullandığı bir kısım yer varsa açacağı ecrimisil davasının dinlenme olanağı yoktur. Yerleşmiş Yargıtay içtihatlarına ve aynı doğrultudaki bilimsel görüşlere göre payından az yer kullandığını ileri süren paydaşın sorununu, kesin sonuç getiren taksim veya ortaklığın satış yoluyla giderilmesi davası açmak suretiyle çözümlemesi gerekmektedir.
Somut olaya gelince; yapılan araştırma ve incelemenin hüküm kurmaya elverişli olduğunu söyleyebilme olanağı yoktur.
Şöyle ki; çekişme konusu taşınmazda pay sahibi olan tüm paydaşlar arasında harici bir taksimin olup olmadığının ve harici taksim var ise çekişmeli bölümün kime özgülendiği saptanmamış, taksim bulunmuyor ise yine tüm paydaşlarca uzunca bir zaman için her bir paydaşın kullandığı yer bulunacak şekilde bir fiili durumun yaratılıp yaratılmadığı böyle bir fiili durum yaratılmış ise çekişmeli yerin zilyedinin kim olduğu tespit edilmediği gibi taşınmazda davacıların kullandıkları veya kullanabilecekleri yer olup olmadığı hususu da açıklığa kavuşturulmamıştır.
Hal böyle olunca, yukarıdaki ilke ve olgular doğrultusunda gerekli araştırma ve incelemenin yapılması hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile yetinilerek yazılı şekilde karar verilmesi doğru değildir…” gerekçesi ile hüküm bozulmuştur.
Direnme Kararı: Bursa 7. Asliye Hukuk Mahkemesinin 16.06.2015 tarihli ve 2015/185 E., 2015/303 K. sayılı kararı ile davalının cevap dilekçesinde savunmasının temelini, davacıların payını temlik ettiği ve buna bağlı olarak şeftali ağaçlarını diktiği, ecrimisile karar verilecekse boş tarlayı kendisi şeftali bahçesi haline getirdiğinden ecrimisilin tarla üzerinden hesaplanması gerektiği hususuna dayandırdığı, esasen taşınmazın kullanım biçiminde ihtilaf yokken davalı vekilinin taşınmazda davacıların kullanabileceği boş alan itirazını keşif ve bilirkişi aşamasından sonra ileri sürdüğü, ancak tarafların iddia ve savunmaları ile bağlı olduğu, davalı taraf davacıların miras payını muristen satın alarak kullandığını savunduğu için taşınmazın taksim edilip edilmediği, davacı kullanımına terk edilen alan bulunup bulunulmadığı hususunun iddia ve savunma ile bağlılık ilkesi kapsamında araştırma konusu yapılmadığı, bu hususun temlik hakkına dayalı kullanma savunması ile çeliştiği gibi temliken tescil davasında da davacıların payı ile birlikte davalının payına şeftali ağaçları dikildiğinin ileri sürüldüğü, davacılar ile davalının tapudaki pay toplamının davalının zeminde kullandığı miktar ile de örtüştüğü, bu durumda davalı savunmasının ileri sürülüş tarzına göre taşınmazda bulunan 1/3 oranındaki boş alanın tapuda 1/3 oranında paydaş olan dava dışı Saadet Avcı’ya ait pay karşılığı olduğu gerekçesi ile önceki kararda direnilmiştir.
1.UYUŞMAZLIK: Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olayda, tarafların iddia ve savunmaları ile dosya kapsamı uyarınca mahkemece yapılan araştırmanın hüküm kurmaya yeterli olup olmadığı,varılacak sonuca göre çekişme konusu taşınmazda pay sahibi olan tüm paydaşlar arasında harici veya fiili bir taksimin olup olmadığı hususunun araştırılarak, davacıların taşınmazda kullandıkları veya kullanabilecekleri bir yer olup olmadığının belirlenmesi sonucunda oluşacak duruma göre bir karar verilmesinin gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.
III. GEREKÇE: Dava paydaşlar arasında ecrimisil istemine ilişkin olup, konu ile ilgili yasal düzenleme ve kavramların kısaca açıklanmasında yarar vardır.
Mecelle’den aktarılmak suretiyle günümüz hukukunda da kullanılan ecrimisil kavramı, güncelliğini yitirmeyen bir kavramdır. Eski hukukta “emsal mal kıymeti karşılığı” olarak kullanılan ecrimisil, haksız işgal nedeniyle tazminat olarak nitelendirilen özel bir zarar giderim biçimidir. Gerek öğreti ve gerekse yargısal uygulamalarda ifade edildiği üzere, hak sahibinin kötü niyetli zilyetten isteyebileceği bir tür tazminattır.
Yargıtay Büyük Genel Kurulunun 08.03.1950 tarih ve 22/4 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında; fuzuli işgalin tarafların karşılıklı ve birbirine uygun iradeleri ile kurduğu kira sözleşmesine benzetilemeyeceği, niteliği itibarı ile bir haksız eylem sayılması gerektiği, başkasının taşınmazını haksız olarak işgal edip kullanmış olan kötü niyetli kimsenin taşınmazı haksız olarak elinde tutmuş olmasından doğan zararları ve elde ettiği veya elde etmeyi ihmal ettiği semereleri tazmin ile mükellef olduğu vurgulanmıştır.
Nitekim Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 995. maddesinin birinci fıkrasında, iyi niyetli olmayan zilyedin geri vermekle yükümlü olduğu şeyi haksız alıkoymuş olması yüzünden hak sahibine verdiği zararlar ve elde ettiği veya elde etmeyi ihmal eylediği ürünler karşılığında tazminat ödemek zorunda olduğu hüküm altına alınmıştır.
Bu zararın en azı kira geliri karşılığı olan zarardır. Ancak, haksız işgalden doğan zarar her zaman kira geliri karşılığı olan zarar kadar olmayıp çok daha kapsamlı olabilir. Bu nedenle, haksız işgalden doğan normal veya hor kullanma sonucu eskime şeklinde oluşan olumlu zarar ile malik ya da zilyedin yoksun kaldığı fayda şeklinde tanımlanan olumsuz zarar ecrimisilin kapsamını belirler.
Eldeki davada ise paylı mülkiyete konu taşınmaz nedeniyle paydaşlar arasında ecrimisil isteminde bulunulmuştur.
Paydaşlar arasında çıkan uyuşmazlıklar çoğu kez paylı taşınmazdan yararlanma ve taşınmazı kullanma biçimine ilişkindir. Bu nedenle 4721 sayılı TMK’nın paylı mülkiyete ilişkin 688 ile 700. maddeleri arasında bu tür mülkiyette yönetim, tasarruf, yararlanma, koruma, giderlere katılma ve bu konuda paydaşlarca verilen kararların etkisi düzenleme altına alınmış ve paydaşların mülkiyet haklarını bir çekişmeye meydan vermeden, uyum ve düzen içerisinde kullanmaları temin edilmek istenmiştir.
Paylı mülkiyette birden çok kimse, maddi olarak bölünmüş olmayan bir şeyin tamamına belli paylarla maliktir. Başka türlü belirlenmedikçe, paylar eşit sayılır. Paydaşlardan her biri kendi payı bakımından malik hak ve yükümlülüklerine sahip olup, bu pay üzerinde tek başına dilediği gibi tasarrufta bulunabilir. Her paydaş kendi payını başkasına devredilebileceği gibi payı üzerinde rehin hakkı da kurabilir. Yine paydaşlardan birinin payı, kendi alacaklıları tarafından haczettirilebilir. Bir paydaşın vefatı üzerine de payı miras yoluyla kendi mirasçılarına intikal eder.
Kanunun “Yararlanma, Kullanma ve Koruma” başlıklı 693. maddesi; “Paydaşlardan her biri, diğerlerinin hakları ile bağdaştığı ölçüde paylı maldan yararlanabilir ve onu kullanabilir.
Uyuşmazlık hâlinde yararlanma ve kullanma şeklini hakim belirler. Bu belirleme, paylı malın kullanılmasının zaman veya yer itibarıyla paydaşlar arasında bölünmesi biçiminde de olabilir.
Paydaşlardan her biri, bölünemeyen ortak menfaatlerin korunmasını diğer paydaşları temsilen sağlayabilir” hükmünü taşımaktadır.
Bu hüküm uyarınca, her paydaş diğerlerinin haklarına zarar vermemek kaydıyla taşınmazı kullanabilir. Paylı maldan yararlanma veya kullanma hakkı bütün malı kapsar. Ancak bu kullanma ve yararlanma yetkisi, diğer paydaşların hakları ile bağdaştığı ölçüde olanaklıdır.
Bu nedenle paydaşlardan birinin, diğer paydaşın kullanma hakkını engellemesi ya da ihlal etmesi durumunda paylı taşınmazdan yararlanamayan paydaşın giderim hakkı doğar. Engel olan öteki paydaş veya paydaşlardan her zaman payına yönelik el atmanın önlenmesini isteyebileceği gibi ecrimisil de isteyebilir. Ancak, o paydaşın payına karşılık olarak taşınmazda çekişmesiz olarak kullandığı veya kullanabileceği bir kısım yer varsa açacağı ecrimisil davasının dinlenme olanağı yoktur. Çünkü, ecrimisil isteyebilmesi için yararlanma ve kullanma hakkının engellenmiş olması gerekir.
Ayrıca, paydaşlardan birinin diğerinden ecrimisil (işgal tazminatı) isteyebilmesi, kural olarak yararlanmadan men isteğine karşı konulması hâlinde mümkündür. İntifadan men koşulunun gerçekleşmesi ise ecrimisil istenen süreden önce davacı paydaşın davaya konu taşınmazdan ya da gelirinden yararlanmak isteğini davalı paydaşa bildirilmiş olmasına bağlıdır. Ancak, bu kuralın yerleşik yargısal uygulamalarla ortaya çıkmış bir takım istisnaları vardır. Bunlar; davaya konu taşınmazın kamu malı olması, ecrimisil istenen taşınmazın (bağ, bahçe gibi) doğal ürün veren yada (işyeri, konut gibi) kiraya verilerek hukuksal semere elde edilen yerlerden olması, paylı taşınmazı işgal eden paydaşın bu yerin tamamında hak iddiası ve diğerlerinin paydaşlığını inkar etmesi, paydaşlar arasında yapılan kullanım anlaşması sonucu her paydaşın yararlanacağı ortak taşınmaz veya bölümlerinin belirli bulunması, davacı tarafından diğer paydaşlar aleyhine daha önce bu taşınmaza ilişkin elatmanın önlenmesi, ortaklığın giderilmesi, ecrimisil ve benzeri davalar açılması veya icra takibi yapılmış olması hâlleridir.
Paydaşlar, TMK’nın 689/1. maddesine göre kendi aralarında oybirliğiyle anlaşarak yararlanma, kullanma ve yönetime ilişkin konularda kanun hükümlerinden farklı bir düzenleme yapabilirler.
Bu bağlamda, paylı malın maddi varlığı bölünmeye elverişli ise her paydaşa belli bölümlerin özgülenmesi suretiyle kullanılması konusunda anlaşabilirler. Böyle bir kullanım şekli sözleşmeyle kararlaştırılabileceği gibi eylemli olarak da oluşabilir. Taşınmazda eylemli (fiili) bir kullanma biçimi oluşmuş ve paydaşlar uzun süre bu durumu benimsemişlerse, bu oluşumun tapuda yapılacak resmi taksime veya ortaklığın satış suretiyle giderilmesine yahut o yerde bir imar uygulaması yapılmasına kadar korunması “ahde vefa” kuralının yanında Türk Medeni Kanunu’nun 2. maddesinde düzenlenen iyi niyet kuralının da bir gereğidir.
Taşınmazın kullanım biçimi tüm paydaşlar arasında varılan bir sözleşmeyle belirlenmiş ya da fiili bir kullanma biçimi oluşmuş ise bu sözleşme yahut fiili taksime göre taşınmazı kullanan paydaştan ecrimisil istenemez. Bu itibarla paydaşlar arasındaki ecrimisil davalarında, tüm paydaşları bağlayan harici bir taksim sözleşmesi ya da fiili taksimin bulunup bulunmadığı hususu oldukça önemlidir. Keza, böyle bir sözleşme ya da fiili taksimin bulunması hâlinde uyuşmazlık bu taksime göre, bulunmaması hâlinde ise TMK’nın paylı mülkiyete ilişkin hükümlerine göre çözümlenecektir.
Tüm bu açıklamalar kapsamında somut olaya gelindiğinde; dava konusu 282 parsel sayılı taşınmaz 19.750,00 m2 büyüklüğünde olup, 1/3 oranındaki paylarla davacıların murisi…, davalı … ve dava dışı …adlarına kayıtlıdır. Davacılar, tarla niteliğindeki taşınmazda fiili taksim bulunduğunu, kendi paylarına isabet eden bölümün miras bırakanları tarafından uzun yıllar önce bedelsiz olarak davalı paydaşın kullanımına bırakıldığını, taşınmazda boş bir alan varsa da bu bölümün dava dışı …payına düşen yer olduğunu ileri sürerek eldeki davayı açmışlardır. Davalı taraf ise fiili taksim iddiasına karşı, davacılara ait payın muris…’tan satın alındığını ve bu nedenle şeftali bahçesi hâline getirilerek kullanıldığını savunulmuştur.
Gerçekten de dosya kapsamı ve cevap dilekçesi içeriğinden; taşınmazın 2/3’üne şeftali ağacı dikilerek davalı paydaş Sükriye Savaş’a teb’an eşi … tarafından kullanıldığı anlaşılmaktadır. Bu bölümdeki şeftali ağaçlarının 16-17 yaşlarında olduğu gözetildiğinde, bu kullanım şeklinin uzun yıllardır devam ettiği açıktır. Kaldı ki, … tarafından daha önce açılan iki ayrı davada, davacılara ait pay üzerinde hak iddiasında bulunularak şeftali bahçesi haline getirildiği için temliken tescil talep edilmiştir. Belirtmek gerekir ki, davalı tarafın davacılara ait payı fiilen kullandığını kabul etmesi dışında dava konusu taşınmazın büyüklüğü, maliklerin eşit paylara sahip olması ve taşınmazda bahçe yapılan bölüm ile tarla olarak bırakılan bölümün birbirlerine oranı da açık bir şekilde paydaşlar arasında paylarıyla orantılı olacak şekilde fiili bir kullanma biçiminin oluştuğunu ve şeftali ağacı dikilen bölümün eylemli olarak davacılar ile davalıya ait paylara özgülenen bölüm olduğunu göstermektedir.
Hâl böyle olunca, yerel mahkemece yukarıdaki gerekçeler kapsamında paydaşlar arasında fiili kullanma biçiminin oluştuğu kabul edilerek verilen direnme kararı usul ve yasaya uygun olup, yerindedir.
Ne var ki, hükmedilen ecrimisilin miktarına ilişkin temyiz itirazları Özel Dairece incelenmediğinden bu konuda inceleme yapılmak üzere dosya Özel Daireye gönderilmelidir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1988/6585 K: 1988/870 T: 02.11.1988
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/335 K: 2001/409 T: 25.04.2001
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/620 K: 2001/678 T: 03.10.2001
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/301 K: 2006/297 T: 24.05.2006
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/665 K: 1999/792 T: 06.10.1999
Tapulu taşınmazlarda harici veya fiili taksim ile payların mülkiyeti ana taşınmazdan ayrılamaz. Ne varki, taşınmazın kullanma biçimi tüm paydaşlar arasında varılan bir anlaşma ile belirlenmiş yada fiili bir kullanma biçimi oluşmuş, uzun süre paydaşlar bu durumu benimsemişlerse kayıtta paylı, eylemsel olarak (fiilen) bağımsız bu oluşumun tapuda yapılacak resmi taksime veya şuyun satış suretiyle giderilmesine yahut o yerde bir imar uygulaması yapılmasına kadar korunması, “akte vefa” kuralının yanında iyi niyet kuralının da bir gereğidir.
Taraflar arasındaki “elatmanın önlenmesi” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Sarıyer Asliye 2. Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 22.9.1997 gün ve 1995/408 E-1997/500 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 22.9.1998 gün ve 1998/7015-9568 sayılı ilamı ile; (…Paylı mülkiyette taşınmazdan yararlanamayan paydaş, engel olan öteki paydaş veya paydaşlardan payına vaki elatmanın önlenilmesini her zaman isteyebilir. Hatta iştirak halinde mülkiyette dahi paydaşlardan biri öteki paydaşların olurlarını almadan veya miras, şirketine temsilci atanmadan tek başına ortak taşınmazdan yararlanmacına engel olan paydaş aleyhine elatmanın önlenmesi davası açabilir. Ancak, o paydaşın, payına karşılık çekişmesiz olarak kullandığı bir kısım yer varsa açacağı elatmanın önlenilmesi davasının dinlenme olanağı yoktur. Yerleşmiş Yargıtay İçtihatlarına ve aynı doğrultudaki bilimsel görüşlere göre payından az yer kullandığını ileri süren paydaşın sorununu elatmanın önlenilmesi davası ile değil, kesin sonuç getiren taksim veya şuyun satış yoluyla giderilmesi davası açmak suretiyle çözümlemesi gerekmektedir.
Öte yandan, yurdumuzda sosyal, ekonomik nedenlere kırsal kesimlerden kentlere aşırı akım, nüfus çoğalması, büyük mesken ve işyeri ihtiyacı nedeniyle hızlı yapılaşma karşısında görevli mercilerin aciz kalmaları veya çeşitli nedenlerle göz yummaları sonucu, izinsiz, ruhsatsız, resmi kayıtlara bağlanmayan büyük yerleşim alanları oluştuğu. arada paylı taşınmazların tapuda resmi ifrazları yapılmadan paydaşlar arasında haricen veya fiilen taksim edilip üzerlerine büyük mahalleler hatta beldeler yapıldığı bir gerçektir. Bilindiği üzere MK.nun 634, BK.nun 213, TK.nun 26. maddeleri hilafına tapulu taşınmazlarda harici veya fiili taksim ile payların mülkiyeti ana taşınmazdan ayrılamaz. Ne varki, taşınmazın kullanma biçimi tüm paydaşlar arasında varılan bir anlaşma ile belirlenmiş yada fiili bir kullanma biçimi oluşmuş, uzun süre paydaşlar bu durumu benimsemişlerse kayıtta paylı, eylemsel olarak (fiilen) bağımsız bu oluşumun tapuda yapılacak resmi taksime veya şuyun satış suretiyle giderilmesine yahut o yerde bir imar uygulaması yapılmasına kadar korunması, “akte vefa” kuralının yanında MK.nun 2. maddesinde düzenlenen iyi niyet kuralının da bir gereğidir. Aksi halde, pekçok kimse zarar görecek toplum düzeni ve barışı bozulacaktır.
O halde, paydaşlar arasındaki elatmanın önlenilmesi davalarında öncelikle tüm paydaşları bağlayan harici bir taksim sözleşmesi ve özel bir parselasyon planın olup olmadığı veya fiili kullanma biçiminin oluşup oluşmadığı üzerinde özenle durulmalı, varsa çekişmeli yerin kimin kullanımına terk edildiği saptanılmalı, harici veya fiili taksim yoksa uyuşmazlık yukarıda değinildiği gibi, MK.nun müşterek mülkiyet hükümlerine göre çözümlenmelidir.
Gerek bozma öncesi; gerekse bozma sonrası yapılan inceleme ve soruşturmadan; özellikle uzman bilirkişi raporundan ana kadastrol parselin 1/2 yarı payının dava dışı Vakfa ait olduğu; taşınmazda paydaş olmayan kişilerinde yapılandıkları; Vakfında iştiraki ile düzenlenmiş bir özel parselasyon planı bulunmadığı gibi; fiili bir kullanım biçimi oluşmadığı anlaşılmaktadır. Öyleyse uyuşmazlığın özel parselasyona değil (fiili kullanım biçimine göre değil); Medeni Kanunun müşterek mülkiyet hükümlerine göre çözümlenmesi zorunludur.
Her ne kadar, hükmüne uyulan bozma ilamında özel parselasyona göre bir çözüm getirilmesine değinilmiş isede; tüm paydaşları bağlayan ve onların iştiraki ile yapılmış bir paylaşım olmadığı saptanmış bulunmakla; özellikle vakfın kayden yarı pay sahibi olduğunun belirlenmesi karşısında maddi yanılgıya dayalı bozma ilamı usuli zanılmış hak doğuramaz.
Hal böyle olunca, yukardaki ilkeler gözetilerek bir hüküm kurulması gerekirken, yazılı olduğu üzere karar verilmesi isabetsizdir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu´nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: Tarafların, karşılıklı iddia ve savunmalarına dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlçre göre, Hukuk Genel Kurulu´nca da benimsenen özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/1747 K: 2018/1617 T: 06.11.2018
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2013/2060 K: 2015/1185 T: 08.04.2015
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/502 K: 2011/625 T: 12.10.2011
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/6-288, K: 2006/304, 24.5.2006
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2014/1343 K: 2016/1036 T: 09.11.2016
Önalım davalarında fiili taksime değer verilmesi için taksimin yazılı olarak yapılması ya da taşınmazın çok sayıda paydaşının bulunması halinde tüm paydaşları tarafından fiilen kullanılan bölümlerin olması gerekmez.
Taraflar arasındaki “önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Gaziantep 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nce davanın kabulüne dair verilen 20.12.2012 gün ve 2010/198 E., 2012/865 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 14. Hukuk Dairesi’nin 05.06.2013 gün ve 2013/6305 E., 2013/8606 K. sayılı ilamıyla;
“… Dava önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir. Davacı dava dilekçesinde, …’un, paydaşı olduğu 71 ve 460 parsel sayılı taşınmazlardaki hisselerini 10.03.2010 tarihinde davalının 2078 ada 1 parsel 11 ve 14 nolu bağımsız bölümleri ile trampa ettiğini bu işlemin muvazaalı olduğunu, aslında Emine tarafından dava konusu hisselerin davalıya satıldığını, önalım hakkını kullanmak istediğini ileri sürerek davalı adına kayıtlı payın iptali ile adına tescilini talep etmiştir.
Davalı vekili, trampanın muvazaalı olmadığını, ayrıca davacının dava dilekçesinde rızai taksimin varlığını kabul ettiğini, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, resmi akitte gösterilen bedel ile tapu harç ve masrafların yarısının toplamı olan 123.889,00 TL depo ettirilerek davanın kabulüne karar verilmiştir. Hükmü, davalı vekili temyiz etmiştir.
Yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve tüm dosya içeriğine göre davalı vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan diğer temyiz itirazları yerinde görülmemiş, reddi gerekmiştir.
Önalım davasına konu payın ilişkin bulunduğu taşınmaz paydaşlarca özel olarak kendi aralarında taksim edilip her bir paydaş belirli bir kısmı kullanırken bunlardan biri kendisinin kullandığı yeri ve bu yere tekabül eden payı bir üçüncü kişiye satarsa, satıcı zamanında bu yerde hak iddia etmeyen davacının tapuda yapılan satış nedeniyle önalım hakkını kullanması TMK’nın 2. maddesinde yer alan dürüstlük kuralı ile bağdaşmayacağından davanın reddi gerekir.
Kötüniyet iddiası 14.2.1951 günlü ve 17/1 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı gereğince davanın her aşamasında ileri sürülebileceği gibi mahkemece de kendiliğinden nazara alınması gerekir. Böyle bir durumda savunmanın genişletilmesi söz konusu değildir. Eylemli paylaşmanın varlığı halinde davanın reddi gerekir.
Somut olayda, davacı vekili dava dilekçesinde önalım hakkına konu olan payın bulunduğu taşınmazın paydaşlarca rızaen taksim edildiğini ve paydaşların ayrı ayrı yerleri kullandıklarını belirtmiştir. Mahallinde yapılan keşif sonucu düzenlenen 08.12.2011 tarihli bilirkişi raporunda da davacının kullandığı yerler açıkça gösterilmiştir. Önalım davalarında fiili taksime değer verilmesi için taksimin yazılı olarak yapılması ya da taşınmazın çok sayıda paydaşının bulunması halinde tüm paydaşları tarafından fiilen kullanılan bölümlerin olması gerekmez. Davacının kullandığı veya davalıya pay satan kişilerin kullandığı ayrı ayrı bölümler var ise satıcı zamanında kullanıma karşı çıkmayan, o yerde hak iddia etmeyen davacının önalım hakkını kullanması Türk Medeni Kanununun 2. maddesinde yer alan dürüstlük kuralı ile bağdaşmayacağından mahkemece davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir…” gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında bir kısım üyeler tarafından somut olayda fiili taksim olgusunun gerçekleşmediği bu nedenle yerel mahkemenin direnme kararının onanması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de bu görüş, Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir. Yukarıda belirtilen nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/1747 K: 2018/1617 T: 06.11.2018
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/1761 K: 2018/407 T: 28.02.2018
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1990/321 K: 1990/441 T: 26.09.1990
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/2218 K: 2021/646 T: 01.06.2021
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/1256 K: 2020/706 T: 30.09.2020
Taşınmazın kullanım biçimi tüm paydaşlar arasında varılan bir sözleşmeyle belirlenmiş ya da fiili bir kullanma biçimi oluşmuş ise bu sözleşme yahut fiili taksime göre taşınmazı kullanan paydaştan ecrimisil istenemez. Bu itibarla paydaşlar arasındaki ecrimisil davalarında, tüm paydaşları bağlayan harici bir taksim sözleşmesi ya da fiili taksimin bulunup bulunmadığı hususu oldukça önemlidir.
Davacılar İstemi: Davacılar vekili; dava konusu 282 parsel sayılı taşınmazın büyüklüğünün 19.750 m2 olup, boş bulunan 5000 m2’lik bölümünün paydaşlar arasındaki taksime göre dava dışı paydaş …mirasçılarına ait olup, taşınmazın geri kalanında ise şeftali ağaçları dikili olduğunu, bu bölümün 13.166 m2’sinin davacılar ile davalı paydaşa ait olduğunu, davacılar murisinin uzun yıllar önce kendisine ait payı bedelsiz bir şekilde davalının kullanımına bıraktığını, ancak ölümünden sonra davacıların ortaklığın giderilmesi davası açtıklarını ve bu şekilde intifadan men koşulunun gerçekleştiğini, buna rağmen davalının müvekkillerinin taşınmazdaki payını herhangi bir bedel ödemeden kullanmaya devam ettiğini, hatta eşi tarafından hile hukuksal nedenine dayalı olarak tapu iptali ve tescil davası açıldığını, ancak yerinde görülmeyen davanın reddedildiğini, ortaklığın giderilmesi davası öncesinde 16-17 yıl boyunca taşınmazı bedelsiz bir şekilde kullanan davalının sonrasında da şeftali ürününden davacıların payını vermediğini ileri sürerek, ecrimisil isteminde bulunmuştur.
Davalı Cevabı: Davalı vekili cevap dilekçesinde; davaya konu yerin davalının eşi tarafından davacıların murisinden satın alındığını, ancak tapu işlemleri sırasındaki hata ve hile sonucunda başka bir taşınmazın tapusunun verildiğini, bu nedenle taşınmazın uzun yıllardır davalının eşi … tarafından malik sıfatıyla kullanıldığını ve şeftali bahçesi hâline getirildiğini, davacıların iyi niyetli olmadıkları gibi talep edilen ecrimisil miktarının da fahiş olduğunu, iddia kabul edilse dahi şeftali ağaçları müvekkili tarafından dikildiğinden ecrimisilin boş tarla üzerinden hesaplanması gerektiğini savunarak, davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
İlk Derece Mahkemesi Kararı: Bursa 7. Asliye Hukuk Mahkemesinin 28.11.2013 tarihli ve 2012/61E., 2013/651 K. sayılı kararı ile; kural olarak intifadan men edilmedikçe paydaşlar birbirlerinden ecrimisil talep edemezler ise de dava konusu taşınmazın 2004 yılından beri davacılar tarafından açılan ortaklığın giderilmesi davasına konu olması nedeniyle intifadan men koşulunun oluştuğu gerekçesi ile taşınmazın net geliri üzerinden hesaplanan 10.300,00TL tazminattan 7.500,00TL’nin dava tarihinden, 2.800,00TL’nin ise ıslah tarihinden itibaren işleyecek faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı: Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur. Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 20.10.2014 tarihli ve 2014/11751 E., 2014/16058 K. sayılı kararı ile;
“… Dava, paydaşlar arasında ecrimisil talebine ilişkindir. Davacılar dava konusu taşınmazın paydaşlar arasında yapılan harici taksime göre dava dışı paydaşın payına isabet eden 5.000 m2 sinin boş tarla niteliğinde olup kullanılmadığını, davacı ve davalı paylarına isabet eden ve üzerinde şeftali ağaçları bulunan 14.750 m2’lik bölümünün davalı tarafından kullanıldığını ileri sürerek 5 yıllık ecrimisilin davalıdan tahsilini istemişlerdir. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; dava konusu 282 Parselin 19750 m2 yüzölçümünde olduğu, 1/3’er payla dava dışı Saadet Avcı, davacıların mirasbırakanı… ve davalı … adına kayıtlı olduğu anlaşılmaktadır.
Hemen belirtilmelidir ki, dava konusu taşınmazda taraflar paydaştırlar. Paylı mülkiyette taşınmazdan yararlanamayan paydaş, engel olan öteki paydaş veya paydaşlardan her zaman payına vaki elatmanın önlenilmesini ve/veya ecrimisil istiyebilir. Elbirliği mülkiyetinde de paydaşlardan biri öteki paydaşların olurlarını almadan veya miras şirketine temsilci atanmadan tek başına ortak taşınmazdan yararlanmasına engel olan ortaklar aleyhine ecrimisil davası açabilir. Ancak, o paydaşın, payına karşılık çekişmesiz olarak kullandığı bir kısım yer varsa açacağı ecrimisil davasının dinlenme olanağı yoktur. Yerleşmiş Yargıtay içtihatlarına ve aynı doğrultudaki bilimsel görüşlere göre payından az yer kullandığını ileri süren paydaşın sorununu, kesin sonuç getiren taksim veya ortaklığın satış yoluyla giderilmesi davası açmak suretiyle çözümlemesi gerekmektedir.
Somut olaya gelince; yapılan araştırma ve incelemenin hüküm kurmaya elverişli olduğunu söyleyebilme olanağı yoktur.
Şöyle ki; çekişme konusu taşınmazda pay sahibi olan tüm paydaşlar arasında harici bir taksimin olup olmadığının ve harici taksim var ise çekişmeli bölümün kime özgülendiği saptanmamış, taksim bulunmuyor ise yine tüm paydaşlarca uzunca bir zaman için her bir paydaşın kullandığı yer bulunacak şekilde bir fiili durumun yaratılıp yaratılmadığı böyle bir fiili durum yaratılmış ise çekişmeli yerin zilyedinin kim olduğu tespit edilmediği gibi taşınmazda davacıların kullandıkları veya kullanabilecekleri yer olup olmadığı hususu da açıklığa kavuşturulmamıştır.
Hal böyle olunca, yukarıdaki ilke ve olgular doğrultusunda gerekli araştırma ve incelemenin yapılması hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile yetinilerek yazılı şekilde karar verilmesi doğru değildir…” gerekçesi ile hüküm bozulmuştur.
Direnme Kararı: Bursa 7. Asliye Hukuk Mahkemesinin 16.06.2015 tarihli ve 2015/185 E., 2015/303 K. sayılı kararı ile davalının cevap dilekçesinde savunmasının temelini, davacıların payını temlik ettiği ve buna bağlı olarak şeftali ağaçlarını diktiği, ecrimisile karar verilecekse boş tarlayı kendisi şeftali bahçesi haline getirdiğinden ecrimisilin tarla üzerinden hesaplanması gerektiği hususuna dayandırdığı, esasen taşınmazın kullanım biçiminde ihtilaf yokken davalı vekilinin taşınmazda davacıların kullanabileceği boş alan itirazını keşif ve bilirkişi aşamasından sonra ileri sürdüğü, ancak tarafların iddia ve savunmaları ile bağlı olduğu, davalı taraf davacıların miras payını muristen satın alarak kullandığını savunduğu için taşınmazın taksim edilip edilmediği, davacı kullanımına terk edilen alan bulunup bulunulmadığı hususunun iddia ve savunma ile bağlılık ilkesi kapsamında araştırma konusu yapılmadığı, bu hususun temlik hakkına dayalı kullanma savunması ile çeliştiği gibi temliken tescil davasında da davacıların payı ile birlikte davalının payına şeftali ağaçları dikildiğinin ileri sürüldüğü, davacılar ile davalının tapudaki pay toplamının davalının zeminde kullandığı miktar ile de örtüştüğü, bu durumda davalı savunmasının ileri sürülüş tarzına göre taşınmazda bulunan 1/3 oranındaki boş alanın tapuda 1/3 oranında paydaş olan dava dışı Saadet Avcı’ya ait pay karşılığı olduğu gerekçesi ile önceki kararda direnilmiştir.
1.UYUŞMAZLIK: Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olayda, tarafların iddia ve savunmaları ile dosya kapsamı uyarınca mahkemece yapılan araştırmanın hüküm kurmaya yeterli olup olmadığı,varılacak sonuca göre çekişme konusu taşınmazda pay sahibi olan tüm paydaşlar arasında harici veya fiili bir taksimin olup olmadığı hususunun araştırılarak, davacıların taşınmazda kullandıkları veya kullanabilecekleri bir yer olup olmadığının belirlenmesi sonucunda oluşacak duruma göre bir karar verilmesinin gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.
III. GEREKÇE: Dava paydaşlar arasında ecrimisil istemine ilişkin olup, konu ile ilgili yasal düzenleme ve kavramların kısaca açıklanmasında yarar vardır.
Mecelle’den aktarılmak suretiyle günümüz hukukunda da kullanılan ecrimisil kavramı, güncelliğini yitirmeyen bir kavramdır. Eski hukukta “emsal mal kıymeti karşılığı” olarak kullanılan ecrimisil, haksız işgal nedeniyle tazminat olarak nitelendirilen özel bir zarar giderim biçimidir. Gerek öğreti ve gerekse yargısal uygulamalarda ifade edildiği üzere, hak sahibinin kötü niyetli zilyetten isteyebileceği bir tür tazminattır.
Yargıtay Büyük Genel Kurulunun 08.03.1950 tarih ve 22/4 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında; fuzuli işgalin tarafların karşılıklı ve birbirine uygun iradeleri ile kurduğu kira sözleşmesine benzetilemeyeceği, niteliği itibarı ile bir haksız eylem sayılması gerektiği, başkasının taşınmazını haksız olarak işgal edip kullanmış olan kötü niyetli kimsenin taşınmazı haksız olarak elinde tutmuş olmasından doğan zararları ve elde ettiği veya elde etmeyi ihmal ettiği semereleri tazmin ile mükellef olduğu vurgulanmıştır.
Nitekim Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 995. maddesinin birinci fıkrasında, iyi niyetli olmayan zilyedin geri vermekle yükümlü olduğu şeyi haksız alıkoymuş olması yüzünden hak sahibine verdiği zararlar ve elde ettiği veya elde etmeyi ihmal eylediği ürünler karşılığında tazminat ödemek zorunda olduğu hüküm altına alınmıştır.
Bu zararın en azı kira geliri karşılığı olan zarardır. Ancak, haksız işgalden doğan zarar her zaman kira geliri karşılığı olan zarar kadar olmayıp çok daha kapsamlı olabilir. Bu nedenle, haksız işgalden doğan normal veya hor kullanma sonucu eskime şeklinde oluşan olumlu zarar ile malik ya da zilyedin yoksun kaldığı fayda şeklinde tanımlanan olumsuz zarar ecrimisilin kapsamını belirler.
Eldeki davada ise paylı mülkiyete konu taşınmaz nedeniyle paydaşlar arasında ecrimisil isteminde bulunulmuştur.
Paydaşlar arasında çıkan uyuşmazlıklar çoğu kez paylı taşınmazdan yararlanma ve taşınmazı kullanma biçimine ilişkindir. Bu nedenle 4721 sayılı TMK’nın paylı mülkiyete ilişkin 688 ile 700. maddeleri arasında bu tür mülkiyette yönetim, tasarruf, yararlanma, koruma, giderlere katılma ve bu konuda paydaşlarca verilen kararların etkisi düzenleme altına alınmış ve paydaşların mülkiyet haklarını bir çekişmeye meydan vermeden, uyum ve düzen içerisinde kullanmaları temin edilmek istenmiştir.
Paylı mülkiyette birden çok kimse, maddi olarak bölünmüş olmayan bir şeyin tamamına belli paylarla maliktir. Başka türlü belirlenmedikçe, paylar eşit sayılır. Paydaşlardan her biri kendi payı bakımından malik hak ve yükümlülüklerine sahip olup, bu pay üzerinde tek başına dilediği gibi tasarrufta bulunabilir. Her paydaş kendi payını başkasına devredilebileceği gibi payı üzerinde rehin hakkı da kurabilir. Yine paydaşlardan birinin payı, kendi alacaklıları tarafından haczettirilebilir. Bir paydaşın vefatı üzerine de payı miras yoluyla kendi mirasçılarına intikal eder.
Kanunun “Yararlanma, Kullanma ve Koruma” başlıklı 693. maddesi; “Paydaşlardan her biri, diğerlerinin hakları ile bağdaştığı ölçüde paylı maldan yararlanabilir ve onu kullanabilir.
Uyuşmazlık hâlinde yararlanma ve kullanma şeklini hakim belirler. Bu belirleme, paylı malın kullanılmasının zaman veya yer itibarıyla paydaşlar arasında bölünmesi biçiminde de olabilir.
Paydaşlardan her biri, bölünemeyen ortak menfaatlerin korunmasını diğer paydaşları temsilen sağlayabilir” hükmünü taşımaktadır.
Bu hüküm uyarınca, her paydaş diğerlerinin haklarına zarar vermemek kaydıyla taşınmazı kullanabilir. Paylı maldan yararlanma veya kullanma hakkı bütün malı kapsar. Ancak bu kullanma ve yararlanma yetkisi, diğer paydaşların hakları ile bağdaştığı ölçüde olanaklıdır.
Bu nedenle paydaşlardan birinin, diğer paydaşın kullanma hakkını engellemesi ya da ihlal etmesi durumunda paylı taşınmazdan yararlanamayan paydaşın giderim hakkı doğar. Engel olan öteki paydaş veya paydaşlardan her zaman payına yönelik el atmanın önlenmesini isteyebileceği gibi ecrimisil de isteyebilir. Ancak, o paydaşın payına karşılık olarak taşınmazda çekişmesiz olarak kullandığı veya kullanabileceği bir kısım yer varsa açacağı ecrimisil davasının dinlenme olanağı yoktur. Çünkü, ecrimisil isteyebilmesi için yararlanma ve kullanma hakkının engellenmiş olması gerekir.
Ayrıca, paydaşlardan birinin diğerinden ecrimisil (işgal tazminatı) isteyebilmesi, kural olarak yararlanmadan men isteğine karşı konulması hâlinde mümkündür. İntifadan men koşulunun gerçekleşmesi ise ecrimisil istenen süreden önce davacı paydaşın davaya konu taşınmazdan ya da gelirinden yararlanmak isteğini davalı paydaşa bildirilmiş olmasına bağlıdır. Ancak, bu kuralın yerleşik yargısal uygulamalarla ortaya çıkmış bir takım istisnaları vardır. Bunlar; davaya konu taşınmazın kamu malı olması, ecrimisil istenen taşınmazın (bağ, bahçe gibi) doğal ürün veren yada (işyeri, konut gibi) kiraya verilerek hukuksal semere elde edilen yerlerden olması, paylı taşınmazı işgal eden paydaşın bu yerin tamamında hak iddiası ve diğerlerinin paydaşlığını inkar etmesi, paydaşlar arasında yapılan kullanım anlaşması sonucu her paydaşın yararlanacağı ortak taşınmaz veya bölümlerinin belirli bulunması, davacı tarafından diğer paydaşlar aleyhine daha önce bu taşınmaza ilişkin elatmanın önlenmesi, ortaklığın giderilmesi, ecrimisil ve benzeri davalar açılması veya icra takibi yapılmış olması hâlleridir.
Paydaşlar, TMK’nın 689/1. maddesine göre kendi aralarında oybirliğiyle anlaşarak yararlanma, kullanma ve yönetime ilişkin konularda kanun hükümlerinden farklı bir düzenleme yapabilirler.
Bu bağlamda, paylı malın maddi varlığı bölünmeye elverişli ise her paydaşa belli bölümlerin özgülenmesi suretiyle kullanılması konusunda anlaşabilirler. Böyle bir kullanım şekli sözleşmeyle kararlaştırılabileceği gibi eylemli olarak da oluşabilir. Taşınmazda eylemli (fiili) bir kullanma biçimi oluşmuş ve paydaşlar uzun süre bu durumu benimsemişlerse, bu oluşumun tapuda yapılacak resmi taksime veya ortaklığın satış suretiyle giderilmesine yahut o yerde bir imar uygulaması yapılmasına kadar korunması “ahde vefa” kuralının yanında Türk Medeni Kanunu’nun 2. maddesinde düzenlenen iyi niyet kuralının da bir gereğidir.
Taşınmazın kullanım biçimi tüm paydaşlar arasında varılan bir sözleşmeyle belirlenmiş ya da fiili bir kullanma biçimi oluşmuş ise bu sözleşme yahut fiili taksime göre taşınmazı kullanan paydaştan ecrimisil istenemez. Bu itibarla paydaşlar arasındaki ecrimisil davalarında, tüm paydaşları bağlayan harici bir taksim sözleşmesi ya da fiili taksimin bulunup bulunmadığı hususu oldukça önemlidir. Keza, böyle bir sözleşme ya da fiili taksimin bulunması hâlinde uyuşmazlık bu taksime göre, bulunmaması hâlinde ise TMK’nın paylı mülkiyete ilişkin hükümlerine göre çözümlenecektir.
Tüm bu açıklamalar kapsamında somut olaya gelindiğinde; dava konusu 282 parsel sayılı taşınmaz 19.750,00 m2 büyüklüğünde olup, 1/3 oranındaki paylarla davacıların murisi…, davalı … ve dava dışı …adlarına kayıtlıdır. Davacılar, tarla niteliğindeki taşınmazda fiili taksim bulunduğunu, kendi paylarına isabet eden bölümün miras bırakanları tarafından uzun yıllar önce bedelsiz olarak davalı paydaşın kullanımına bırakıldığını, taşınmazda boş bir alan varsa da bu bölümün dava dışı …payına düşen yer olduğunu ileri sürerek eldeki davayı açmışlardır. Davalı taraf ise fiili taksim iddiasına karşı, davacılara ait payın muris…’tan satın alındığını ve bu nedenle şeftali bahçesi hâline getirilerek kullanıldığını savunulmuştur.
Gerçekten de dosya kapsamı ve cevap dilekçesi içeriğinden; taşınmazın 2/3’üne şeftali ağacı dikilerek davalı paydaş Sükriye Savaş’a teb’an eşi … tarafından kullanıldığı anlaşılmaktadır. Bu bölümdeki şeftali ağaçlarının 16-17 yaşlarında olduğu gözetildiğinde, bu kullanım şeklinin uzun yıllardır devam ettiği açıktır. Kaldı ki, … tarafından daha önce açılan iki ayrı davada, davacılara ait pay üzerinde hak iddiasında bulunularak şeftali bahçesi haline getirildiği için temliken tescil talep edilmiştir. Belirtmek gerekir ki, davalı tarafın davacılara ait payı fiilen kullandığını kabul etmesi dışında dava konusu taşınmazın büyüklüğü, maliklerin eşit paylara sahip olması ve taşınmazda bahçe yapılan bölüm ile tarla olarak bırakılan bölümün birbirlerine oranı da açık bir şekilde paydaşlar arasında paylarıyla orantılı olacak şekilde fiili bir kullanma biçiminin oluştuğunu ve şeftali ağacı dikilen bölümün eylemli olarak davacılar ile davalıya ait paylara özgülenen bölüm olduğunu göstermektedir.
Hâl böyle olunca, yerel mahkemece yukarıdaki gerekçeler kapsamında paydaşlar arasında fiili kullanma biçiminin oluştuğu kabul edilerek verilen direnme kararı usul ve yasaya uygun olup, yerindedir.
Ne var ki, hükmedilen ecrimisilin miktarına ilişkin temyiz itirazları Özel Dairece incelenmediğinden bu konuda inceleme yapılmak üzere dosya Özel Daireye gönderilmelidir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1988/6585 K: 1988/870 T: 02.11.1988
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/335 K: 2001/409 T: 25.04.2001
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/620 K: 2001/678 T: 03.10.2001
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/301 K: 2006/297 T: 24.05.2006
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1990/321 K: 1990/441 T: 26.09.1990
Taşınmazdaki mevcut paydaşlardan cüz’i bir kısmı taşınmazın belirli bir kesiminde kendi aralarında bir taksim yapmışlarsa da bu kullanmaya ilişkin fiili taksim olgusunun buna iştirak etmeyen diğer paydaşları bağlamayacağı da kuşkusuzdur. Bu nedenle de taşınmaza yabancı kişiyi sokmama amacının tahakkuk ettiğinden dolayısıyla artık Şufa hakkının amaçsal yönden kullanılmasına gerek olmadığından söz edilemeyeceği aşikardır.
Taraflar arasındaki “Şufa” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; SALİHLİ Asliye 1. Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 7.9.1989 gün ve 1988/45, 1989/446 sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine,
Yargıtay 6. Hukuk Dairesi’nin 16.1.1990 gün ve 18055-119 sayılı ilamı: (… Şufalı payın ilişkin olduğu taşınmaz paydaşlarca özel olarak taksim edilip her paydaş belirli bir kısmı kullanırken bunlardan biri kendisinin tasarrufundaki yeri ve ona tekabül eden payı bir üçüncü sahsa satarsa satıcı zamanında o yerde hak iddia etmeyen davacının tapuda pay satışı şeklinde yapılan işlem nedeniyle Şufa hakkını kullanması M.K.’nun 2. maddesinde yer alan objektif iyi niyet kuralı ile bağdaşmaz. Kötüye kullanılan bu hak kanunen himaye görmez. 14.2.1951 gün 17/1 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca bu hususun davanın her aşamasında ileri sürülmesi hatta mahkemenin kendiliğinden nazara alması gerekir. Savunmanın tevsii bu gibi durumlarda söz konusu değildir. Davanın bu bakımdan reddi gerekir.
Davalı Şufalı payın bulunduğu taşınmaz paydaşlar arasında haricen ve özel surette taksim edilip her paydaşın bu taksim sonucu kendisine isabet eden yerleri kullandığını, nitekim davacı yerini bağ haline getirip etrafını telle çevirdiğini ve o yerin bu şekilde kullandığını ve böylece müşterek kullanma ve idarenin ortadan kalktığını savunmuş davalıya pay satan Musa Can’da aynı şeyi doğrulamış ve davalıya Şufalı pay ile bu taşınmazın bitişiğinde bulunan kendi bağımsız 1979 parselini sattığını bunu da müstakil bağ ile bağa geçen yolu sattım diye ifadelendirdiği anlaşılmaktadır.
Gerçekten yukarıda açıklandığı üzere Şufalı payın bulunduğu taşınmaz hukuken geçerli olmasa bile paydaşlar arasında özel surette ve eylemli biçimde haricen taksim edilmiş idare ve kullanma müşterekliliği ortadan kalkmış ise tapudaki paylılığa dayanılarak Şufa hakkının kullanmak istenmesi hem M.K.’nun 2. maddesindeki iyi niyet kurallarına hem de 27.3.1957 tarih 12/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında benimsenen Şufa hakkının amacına aykırı olması sebebiyle harici ve özel taksim mevcut olup olmadığının araştırılması önem kazandığından onama kararının kaldırılarak yerel mahkeme kararının yukarıda açıklanan şekilde bozulması gerekmiştir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
YARGITAY HUKUK GENEL KURULU KARARI: Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Şufa (önalım) hakkı, taşınmaz mülkiyetinin yasadan doğan daraltımlarından (takyitlerinden) biridir. Yasal önalım hakkı yenilik doğuran inşai bir haktır. Paydaşa, bir payın üçüncü kişiye satılması durumunda, o pay alıcıya neye mal oldu ise (satış bedeli, tapu harç masrafları) o miktar ile, belirli süre içinde satın alma yetkisini verir. Yasal önalım hakkı tanınması ile paylı mülkiyet üzere olan taşınmazlara, paydaşları arasındaki müşterek kullanılmaya yabancıların sokulmasının önlenmesi amaçlanmıştır.
Dava konusu taşınmaz taraflar ve dava dışı paydaşlar arasında müşterek mülkiyet üzeredir. Ancak bütün paydaşların iştiraki ile payları karşılığı intifalarına bırakılan kesimleri belirleyen fiili kullanmaya ilişkin bir anlaşma yapılmış değildir. Taşınmazdaki mevcut paydaşlardan cüz’i bir kısmı taşınmazın belirli bir kesiminde kendi aralarında bir taksim yapmışlarsa da bu kullanmaya ilişkin fiili taksim olgusunun buna iştirak etmeyen diğer paydaşları bağlamayacağı da kuşkusuzdur. Olayda ise taşınmazın ve paydaşlarının tamamı gözönüne alındığında her paydaşın fiili kullanmaya ilişkin yeri diğerinden bağımsız olarak kesin biçimde belirlenmemiş ve müşterek kullanma bozulmamıştır.
Bu nedenle de taşınmaza yabancı kişiyi sokmama amacının tahakkuk ettiğinden dolayısıyla artık Şufa hakkının amaçsal yönden kullanılmasına gerek olmadığından söz edilemeyeceği aşikardır.
Bu durumda mahkemece de taşınmazdaki müşterek mülkiyet ve kullanma nazara alınmak suretiyle mevcut deliller değerlendirilerek yazılı olduğu biçimde süresinde kullanılan Şufa davasının kabulüne karar verilmesi doğrudur. O halde Usul ve Yasa’ya uygun olan direnme kararı onanmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/1747 K: 2018/1617 T: 06.11.2018
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/1761 K: 2018/407 T: 28.02.2018
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2014/1343 K: 2016/1036 T: 09.11.2016
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/2218 K: 2021/646 T: 01.06.2021
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/2113 K: 2019/965 T: 26.09.2019
Paydaşlar arasındaki elatmanın önlenilmesi davalarında öncelikle tüm paydaşları bağlayan harici bir taksim sözleşmesi ve özel bir parselasyon planın olup olmadığı veya fiili kullanma biçiminin oluşup oluşmadığı üzerinde özenle durulmalı, varsa çekişmeli yerin kimin kullanımına terk edildiği saptanılmalı, harici veya fiili taksim yoksa uyuşmazlık yukarıda değinildiği gibi, TMK’nın müşterek mülkiyet hükümlerine göre çözümlenmelidir.
Taraflar arasındaki “taşınmaza el atmanın önlenmesi” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Konya 3. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 07.05.2013 tarihli ve 2011/351 E., 2013/372 K. sayılı kararın davacı vekili tarafından temyizi üzerine, Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 30.01.2014 tarihli ve 2013/16620 E., 2014/1538 K. sayılı kararı ile:
“…Dava, paydaşlar arasında görülen paylı taşınmaza elatmanın önlenmesi isteğine ilişkindir. Dosya içeriği ve toplanan delillerden; dava konusu 13871 ada 37 parsel sayılı taşınmazın üzerinde kat mülkiyeti veya kat irtifakı kurulu olmayan iş yerlerinden oluşan bina bulunduğu, ihbar olunan … tarafından temlik öncesi davacı …’e 24.03.2009 tarihinde 176/4915, davalılara İlhan ve …’a da 10.02.2011 tarihinde ayrı ayrı 24/983 oranında pay temliki yapıldığı, taşınmaz üzerinde dava dışı kişilerin de farklı oranlarda paylarının bulunduğu anlaşılmaktadır.
Hemen belirtilmelidir ki, paylı mülkiyette taşınmazdan yararlanamayan paydaş, engel olan öteki paydaş veya paydaşlardan payına vaki elatmanın önlenilmesini her zaman isteyebilir. Hatta elbirliği mülkiyetinde dahi paydaşlardan biri öteki paydaşların olurlarını almadan veya miras şirketine temsilci atanmadan tek başına ortak taşınmazdan yararlanmasına engel olan ortaklar aleyhine elatmanın önlenilmesi davası açabilir. Ancak, o paydaşın, payına karşılık çekişmesiz olarak kullandığı bir kısım yer varsa açacağı elatmanın önlenilmesi davasının dinlenme olanağı yoktur. Yerleşmiş Yargıtay İçtihatlarına ve aynı doğrultudaki bilimsel görüşlere göre payından az yer kullandığını ileri süren paydaşın sorununu elatmanın önlenilmesi davası ile değil, kesin sonuç getiren taksim veya şuyun satış yoluyla giderilmesi davası açmak suretiyle çözümlemesi gerekmektedir.
Öte yandan, yurdumuzda sosyal ekonomik nedenlerle kırsal kesimlerden kentlere aşırı akım, nüfus çoğalması, büyük mesken ve iş yeri ihtiyacı nedeniyle hızlı yapılaşma karşısında görevli mercilerin aciz kalmaları veya çeşitli nedenlerle göz yummaları sonucu, izinsiz, ruhsatsız, resmi kayıtlara bağlanmayan büyük yerleşim alanları oluştuğu, bu arada paylı taşınmazların tapuda resmi ifrazları yapılmadan paydaşlar arasında haricen veya fiilen taksim edilip üzerlerine büyük mahalleler hatta beldeler yapıldığı bir gerçektir. Bilindiği üzere TMK’nın 706, BK’nın 2l3, TK’nın 26. maddeleri hilafına tapulu taşınmazlarda harici veya fiili taksim ile payların mülkiyeti ana taşınmazdan ayrılamaz. Ne var ki, taşınmazın kullanma biçimi tüm paydaşlar arasında varılan bir anlaşma ile belirlenmiş yada fiili bir kullanma biçimi oluşmuş, uzun süre paydaşlar bu durumu benimsemişlerse kayıtta paylı, eylemsel olarak (fiilen) bağımsız bu oluşumun tapuda yapılacak resmi taksime veya şuyun satış suretiyle giderilmesine yahut o yerde bir imar uygulaması yapılmasına kadar korunması, “ahde vefa” kuralının yanında TMK’nın 2. maddesinde düzenlenen iyiniyet kuralının da bir gereğidir. Aksi halde, pek çok kimse zarar görecek toplum düzeni ve barışı bozulacaktır
O halde, paydaşlar arasındaki elatmanın önlenilmesi davalarında öncelikle tüm paydaşları bağlayan harici bir taksim sözleşmesi ve özel bir parselasyon planın olup olmadığı veya fiili kullanma biçiminin oluşup oluşmadığı üzerinde özenle durulmalı, varsa çekişmeli yerin kimin kullanımına terk edildiği saptanılmalı, harici veya fiili taksim yoksa uyuşmazlık yukarıda değinildiği gibi, TMK’nın müşterek mülkiyet hükümlerine göre çözümlenmelidir.
Somut olaya gelince; paydaşların her birinin kat mülkiyeti ve kat irtifakı kurulu olmayan dava konusu binada kullanabileceği yer olup olmadığı belirlenmemiştir.
Hal böyle olunca, yukarıda açıklanan hususların araştırılarak sonucuna göre karar verilmesi gerekirken, eksik araştırma ile yetinilerek yazılı şekilde karar verilmesi doğru olmamıştır…” gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, paylı mülkiyete tabi taşınmazda paydaşlar arasında el atmanın önlenmesi isteğine ilişkindir. Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; dosya kapsamı ve toplanan delillere göre somut olayda tüm paydaşları bağlayan harici bir taksim sözleşmesi ve parselasyon planının olup olmadığı veya fiili kullanma biçiminin oluşup oluşmadığı hususlarının araştırılarak harici taksim veya fiili kullanma durumunun bulunmaması hâlinde paydaşlardan her birinin dava konusu binada kullanabileceği bir yer olup olmadığının belirlenerek oluşacak sonuca göre bir karar verilmesinin gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.
Bilindiği gibi malik, mülkiyet hakkının sağladığı yetkileri, hukuk düzeninin çizdiği sınırlar içinde dilediği gibi kullanabilir. Eşya üzerindeki egemenliğin üçüncü kişilere karşı korunması için malike verilen bu yetkilerin yaptırımı olan davalar ise 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 683. maddesinde düzenlenmiştir.
4721 sayılı TMK’nın “Mülkiyet Hakkının İçeriği” başlıklı 683. maddesi; “Bir şeye malik olan kimse, hukuk düzeninin sınırları içinde, o şey üzerinde dilediği gibi kullanma, yararlanma ve tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir. Malik, malını haksız olarak elinde bulunduran kimseye karşı istihkak davası açabileceği gibi, her türlü haksız elatmanın önlenmesini de dava edebilir” hükmünü içermektedir.
Görüleceği üzere, mülkiyet hakkının sağladığı yetkilerin malik tarafından gereği gibi kullanılmasını önleyen ve üçüncü kişilerden gelen etkilere karşı korunma aracı olarak haksız el atmanın önlenmesi davası hakkı tanınmıştır.
Haksız el atma, doğrudan mülkiyet hakkına el atma şeklinde olabileceği gibi bir vasıta veya başka bir kişi kullanmak suretiyle de gerçekleşebilir. Burada önemle vurgulanmalıdır ki, kanun hükmünde haksız el atmadan söz edilmiş olması karşısında, bütün bu müdahalelerin haksız olması gerekmektedir. Diğer bir anlatımla müdahale yasadan veya sözleşmeden kaynaklanan ayni ya da şahsi bir hakka dayanmamalıdır.
Yukarıda değinilen TMK’nın 683. maddesi kapsamı dışında kalan ve özel maddeler ile düzenlenen el atmanın önlenmesi davaları da mevcuttur. Kanunun genel nitelikli bu maddesi ve özel konulardaki öteki hükümleri ile mülkiyet hakkının her türlü zarar verici davranışlara karşı korunması amaçlanmıştır. Eldeki davada ise paydaşlar arasında el atmanın önlenmesi isteminde bulunulmuştur.
Paydaşlar arasında çıkan uyuşmazlıklar çoğu kez paylı taşınmazdan yararlanma ve taşınmazı kullanma biçimine ilişkindir. Bu nedenle 4721 sayılı TMK’nın paylı mülkiyete ilişkin 688 ile 700. maddeleri arasında bu tür mülkiyette yönetim, tasarruf, yararlanma, koruma, giderlere katılma ve bu konuda paydaşlarca verilen kararların etkisi düzenleme altına alınmış ve paydaşların mülkiyet haklarını bir çekişmeye meydan vermeden, uyum ve düzen içerisinde kullanmaları temin edilmek istenmiştir.
Paylı mülkiyette birden çok kimse, maddi olarak bölünmüş olmayan bir şeyin tamamına belli paylarla maliktir (TMK. m. 688/1). Paydaşlardan her biri kendi payı bakımından malik hak ve yükümlülüklerine sahiptir. Bu nedenle pay devredilebilir, rehnedilebilir ve alacaklılar tarafından haczettirilebilir (TMK. m. 688/3).
Kanunun “Yararlanma, Kullanma ve Koruma” başlıklı 693. maddesi aynen “Paydaşlardan her biri, diğerlerinin hakları ile bağdaştığı ölçüde paylı maldan yararlanabilir ve onu kullanabilir.
Uyuşmazlık hâlinde yararlanma ve kullanma şeklini hâkim belirler. Bu belirleme, paylı malın kullanılmasının zaman veya yer itibarıyla paydaşlar arasında bölünmesi biçiminde de olabilir.
Paydaşlardan her biri, bölünemeyen ortak menfaatlerin korunmasını diğer paydaşları temsilen sağlayabilir” hükmünü taşımakta olup, TMK’nın 689/1. maddesi uyarınca paydaşlar, kendi aralarında oy birliğiyle anlaşarak yararlanma, kullanma ve yönetime ilişkin konularda kanun hükümlerinden farklı bir düzenleme de yapabilirler.
Yararlanma, kullanma ve yönetime ilişkin konularda paydaşların yaptıkları düzenleme ve aldıkları kararlar ile mahkemece verilen kararlar, sonradan paydaş olan veya pay üzerinde aynî hak kazanan kimseleri de bağlar (TMK. m.695/1).
Taşınmazlarda yararlanma, kullanma ve yönetime ilişkin kararların sonradan paydaş olan veya pay üzerinde aynî hak kazananları bağlaması için, bunların tapu kütüğüne şerh edilmesi gerekir (TMK. m.695/2).
Paylı mülkiyette de taşınmazdan yararlanamayan paydaş, engel olan öteki paydaş veya paydaşlardan payına vaki el atmanın önlenmesini her zaman isteyebilir. Hatta elbirliği mülkiyetinde dahi paydaşlardan biri öteki paydaşların olurlarını almadan veya miras şirketine temsilci atanmadan tek başına ortak taşınmazdan yararlanmasına engel olan ortaklar aleyhine el atmanın önlenmesi davası açabilir. Ancak, o paydaşın, payına karşılık çekişmesiz olarak kullandığı bir kısım yer varsa, açacağı el atmanın önlenmesi davasının dinlenme olanağı yoktur. Yerleşmiş Yargıtay içtihatlarına ve aynı doğrultudaki bilimsel görüşlere göre payından az yer kullandığını ileri süren paydaşın sorununu el atmanın önlenmesi davası ile değil, kesin sonuç getiren taksim veya ortaklığın satış yoluyla giderilmesi davası açmak suretiyle çözümlemesi gerekmektedir.
Ülkemizde sosyal ve ekonomik nedenlerle kırsal kesimlerden kentlere aşırı akım, nüfus çoğalması, büyük mesken ve iş yeri ihtiyacı nedeniyle izinsiz, ruhsatsız, resmî kayıtlara bağlanmayan büyük yerleşim alanları oluştuğu, bu arada paylı taşınmazların tapuda resmî ifrazları yapılmadan paydaşlar arasında haricen veya fiilen taksim edilip üzerlerine büyük mahalleler hatta beldeler yapıldığı bir gerçektir.
Bilindiği üzere 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 706, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun (TBK) 237 ve 2644 sayılı Tapu Kanununun 26. maddeleri hilafına tapulu taşınmazlarda harici veya fiili taksim ile payların mülkiyeti ana taşınmazdan ayrılamaz. Ne var ki, taşınmazın kullanma biçimi tüm paydaşlar arasında varılan bir anlaşma (TMK. m.689/1) ile belirlenmiş ya da fiili bir kullanma biçimi oluşmuş ve uzun süre paydaşlar bu durumu benimsemişlerse kayıtta paylı, eylemsel olarak (fiilen) bağımsız bu oluşumun tapuda yapılacak resmî taksime veya ortaklığın satış suretiyle giderilmesine yahut o yerde bir imar uygulaması yapılmasına kadar korunması “ahde vefa” kuralının yanında TMK’nın 2. maddesinde düzenlenen iyi niyet kuralının da bir gereğidir. Aksi hâlde, pek çok kimse zarar görecek toplum düzeni ve barışı bozulacaktır.
Bu durumda, paydaşlar arasındaki el atmanın önlenmesi davalarında öncelikle tüm paydaşları bağlayan harici bir taksim sözleşmesi ve özel bir parselasyon planının olup olmadığı veya fiili kullanma biçiminin oluşup oluşmadığı üzerinde özenle durulmalı, varsa çekişmeli yerin kimin kullanımına terk edildiği saptanılmalı, harici veya fiili taksim yoksa uyuşmazlık yukarıda değinildiği gibi TMK’nın müşterek mülkiyet hükümlerine göre çözümlenmelidir.
Nitekim aynı ilkeler Hukuk Genel Kurulunun 06.11.2015 tarih ve 2014/1-676 E., 2015/2534 K.; 16.10.2018 tarih ve 2017/14-1762 E., 2018/1434 K. sayılı kararlarında da vurgulanmıştır.
Hâl böyle olunca, yerel mahkemece Özel Dairenin bozma gerekçesi yanında yukarıda açıklanan genişletilmiş gerekçe ile bozma kararına uyulması gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Açıklanan nedenlerle direnme kararı bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/553 K: 2006/561 T: 20.09.2006
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/439 K: 2002/478 T: 05.06.2002
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2014/1343 K: 2016/1036 T: 09.11.2016
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/1256 K: 2020/706 T: 30.09.2020
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/502 K: 2011/625 T: 12.10.2011
Bir taşınmaz malın paydaşları tarafından fiilen bölüşülerek her bir paydaşın yeri ayrılmış ve bu paydaşlar bu yeri kullanmaya başlamış bulundukları halde, idarece asıl taşınmazın kısmen kamulaştırılmasından dolayı, kendilerine yer verilmiş olan paydaşların yerleri kamulaştırılan bölüm kapsamına girmiş ise, bu durumda ne yapılmak gerektiği, 2942 sayılı Kanunda düzenlenmiştir.
Taraflar arasındaki “Kamulaştırma bedelinin tespiti ve kamulaştırılan taşınmazın davacı idare adına tescili ile kamulaştırma sırasında yapılan maddi hatanın giderilmesi” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Kartal 3. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 10.06.2009 gün ve 2008/476 E., 2009/278 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 5. Hukuk Dairesinin 18.02.2010 gün ve 2009/13581 E., 2010/2310 K. sayılı ilamı ile;
(“…Dava, 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 10. maddesine dayanan kamulaştırma bedelinin tespiti ve kamulaştırılan taşınmazın davacı idare adına tescili istemine ilişkindir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davacı idare vekilince temyiz edilmiştir.
Bilirkişi incelemesi yaptırılmıştır. Kamulaştırılan taşınmaz ile emsallerin üstün ve eksik yönleri belirlenip kıyaslama yapılarak zeminine, resmi birim fiyatları esas alınıp yıpranma payı da düşülerek üzerindeki binaya değer biçilmesinde bir isabetsizlik görülmemiştir. Ancak;
1-Dava konusu taşınmazın davacı idarece 2.401,32 m2’lik bölümünün kamulaştırıldığı gözetilerek bu miktar üzerinden davalıların paylarına göre zemin bedelinin tesbitinin gerektiği gözetilmeden taşınmazın tamamı üzerinden fazla zemin bedelinin tespiti,
2-Dava konusu taşınmazda kamulaştırılan bölümdeki davac(l)ıların paylarının iptali ile yol durumuna dönüştürüldüğünden TMK’nun 999. maddesi uyarınca terkin kararı verilmesi gerekirken davalıların taşınmazdaki tüm paylarının TMK’nun 999/2 maddesi gereğince tapudan terkinine karar verilmesi, Doğru görülmemiştir…”) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; tapuda hisseli olarak kayıtlı bulunmakla birlikte fiili taksime konu olan dava konusu taşınmaza ilişkin kamulaştırma işleminin, harici taksimle davalılara özgülenen ve fiilen kullanılan kısmın tamamını içine alıp almadığı, bu bağlamda hesaplamanın davalıların fiilen kullandıkları payın tamamı üzerinden mi, yoksa kamulaştırılan kısımdan paylarına tekabül eden miktar üzerinden mi yapılacağı ve tapuda terkin edilecek miktarın ne olduğu noktasındadır.
Öncelikle belirtmelidir ki, bir taşınmaz malın paydaşları tarafından fiilen bölüşülerek her bir paydaşın yeri ayrılmış ve bu paydaşlar bu yeri kullanmaya başlamış bulundukları halde, idarece asıl taşınmazın kısmen kamulaştırılmasından dolayı, kendilerine yer verilmiş olan paydaşların yerleri kamulaştırılan bölüm kapsamına girmiş ise, bu durumda ne yapılmak gerektiği, 2942 sayılı Kanunda düzenlenmiştir.
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun, konuya ilişkin, fiilen bölüşülen ortak mülkiyet konusu taşınmaz paydaşlarının yerlerinin kısmen kamulaştırılmasına ilişkin esasları düzenleyen 12. maddesinin 7.fıkrasında “Kısmen kamulaştırılan paylı mülkiyete konu taşınmaz mal, evvelce paydaşlar arasında fiilen bölünerek bir veya birkaç paydaşın tasarruf ve yararlanmasına bırakılmış ve yapılan kısmi kamulaştırma bu yerin tamamını veya bir kısmını kapsıyor ise, bu durumda kamulaştırmaya ilişkin işlemler sadece bu paydaş veya paydaşlar hakkında yürütülerek kamulaştırma bedeli payları oranında kendilerine ödenir. Pay veya paydaşların sadece bu kısım için dava hakları vardır. Taşınmaz malın kamulaştırılmayan kısmı üzerinde hakları kalmaz ve adları paydaşlar arasından çıkarılır. Kamulaştırılan bu yerler tapu sicilinde idare adına tescil olunur.” hükmüne yer verilmiştir.
Bu açık düzenlemeden de anlaşılacağı üzere, kısmen kamulaştırılan paylı mülkiyete konu taşınmaz, paydaşlar arasında fiilen bölünerek, bir veya birkaç paydaşın tasarruf ve yararlanmasına bırakılmış ise; yapılan kısmi kamulaştırmanın bu yerin tamamını ya da bir kısmını kapsaması halinde, kamulaştırmaya ilişkin işlemler sadece bu paydaş hakkında yürütülerek, fiilen kullandığı yerin kamulaştırma bedeli kendisine ödenir ve taşınmaz malın kamulaştırılmayan kısmı üzerinde hakkı kalmayarak, adı paydaşlar arasından çıkarılır. Paydaşlar arasında yapılan anlaşma ve fiili taksime göre paydaşa payından fazla kısım bırakılmış ve fiilen kullanılıyorsa, bu yerin tamamı kamulaştırma alanında kalıyorsa kamulaştıran kurum adına tescil veya yol olarak terkin edilebilir.
Nitekim, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 25.01.1995 gün ve 1994/5-400 E., 1995/15 K. ile 13.04.2005 gün 2005/5-274 E., 2005/260 K. sayılı ilamlarında da aynı ilkeler vurgulanmıştır.
Somut olaya gelince; Tapu kaydına göre; dava konusu taşınmaz, 6.078 m2 metrekare yüzölçümünde ve tarla niteliğinde olup, 359/6078 hissesi davalılar/birleşen dosya davacılarının murisi Sait İnci adına kayıtlıdır. Taşınmazın 2.401.32 m2’lik bölümü davacı İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından kamulaştırılmış; eldeki davada bunun tamamının bedelinin tespiti ve tescili istenmiştir.
Ne var ki, idare davayı sadece paydaşlardan 359/6078 hisse sahibi davalılar murisi Sait İnci’ye yöneltmiş; paydaş Sait İnci mirasçıları da birleşen davadaki taleplerinde fiilen taksim olgusunu ortaya koyarak, taksime göre fiilen kullandıkları hisselerinin tamamının kamulaştırıldığı iddiasıyla bedelin buna göre tespitini istemişlerdir.
Taşınmazın daha önce paydaşları tarafından fiilen taksim edildiği ve her paydaşın kendisine düşen kısmı kullandığı, hem dosya kapsamından hem de daha önce diğer paydaşlar hakkında açılan ve yasal yollardan geçmek suretiyle kesinleşen kamulaştırma bedelinin tespiti davalarından anlaşılmaktadır.
Diğer taraftan, kamulaştırılan kısımda davalıların murisi tarafından yapılmış beş ve iki katlı iki ayrı binanın bulunduğu, bunların zeminde kapladığı alanın 390,74 m2 olup, davalıların bu miktar üzerinde tasarruf ettikleri de belirgindir.
Dosya kapsamı ile fiili taksime konu ve kullanma şekli itibariyle davalılar murisinin yararlanmasına bırakılan, beş ve iki katlı iki binanın bulunduğu, bu kısmın tamamının, kamulaştırma işlemine konu olduğu sabit olduğuna göre, davalılar murisinin geri kalan kısımda, diğer paydaşların da bu yerde bir hakkı bulunmamaktadır.
Hal böyle olunca, yerel mahkemece yukarıda açıklanan yasal düzenleme ve ilkelere uygun biçimde fiilen kullanılan kısım esas alınarak bedel tespitinde ve yine davalılarca kullanılan bu kısmın terkinine karar verilmesinde bir isabetsizlik bulunmamaktadır. Yukarıda açıklanan nedenlerle, usul ve yasaya uygun bulunan direnme kararının onanması gerekir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/439 K: 2002/478 T: 05.06.2002
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/1761 K: 2018/407 T: 28.02.2018
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2014/1343 K: 2016/1036 T: 09.11.2016
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/18-335 K: 2002/373 T: 08.05.2002
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/620 K: 2001/678 T: 03.10.2001
Paydaşlar arasındaki elatmanın önlenilmesi davalarında öncelikle tüm paydaşları bağlayan harici bir taksim sözleşmesi ve özel bir parselasyon planın olup olmadığı veya fiili kullanma biçiminin oluşup oluşmadığı üzerinde özenle durulmalı, varsa çekişmeli yerin kimin kullanımına terk edildiği saptanılmalı, harici veya fiili taksim yoksa uyuşmazlık yukarıda değinildiği gibi, MK.nun müşterek mülkiyet hükümlerine göre çözümlenmelidir.
Taraflar arasındaki “muaraza ve müdahalenin meni, kal” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Mersin Asliye 3. Hukuk Mahkemesince davanın reddine, karşılık davanın kabulüne dair verilen 16/9/1997 gün ve 1990/36 E., 1997/780 K. sayılı kararın incelenmesi davacı (karşılık davalı) tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 13/4/1998 gün ve 3907-4403 sayılı ilamı ile; (…Paylı mülkiyette taşınmazdan yararlanamayan paydaş, engel olan öteki paydaş veya paydaşlardan payına vaki elatmanın önlenilmesini her zaman isteyebilir. Hatta iştirak halinde mülkiyette dahi paydaşlardan biri öteki paydaşların olurlarını almadan veya miras şirketine temsilci atanmadan tek başına ortak taşınmazdan yararlanmasına engel olan paydaş aleyhine elatmanın önlenilmesi davası açabilir. Ancak, o paydaşın, payına karşılık çekişmesiz olarak kullandığı bir kısım yer varsa açacağı elatmanın önlenilmesi davasının dinlenme olanağı yoktur. Yerleşmiş Yargıtay İçtihatlarına ve aynı doğrultudaki bilimsel görüşlere göre payından az yer kullandığını ileri süren paydaşın sorununu elatmanın önlenilmesi davası ile değil, kesin sonuç getiren taksim veya suyun satış yoluyla giderilmesi davası açmak suretiyle çözümlemesi gerekmektedir.
Öte yandan, yurdumuzda sosyal ekonomik nedenlerle kırsal kesimlerden kentlere aşırı akım, nüfus çoğalması, büyük mesken ve işyeri ihtiyacı nedeniyle hızlı yapılaşma karşısında görevli mercilerin aciz kalmaları veya çeşitli nedenlerle göz yummaları sonucu, izinsiz, ruhsatsız, resmi kayıtlara bağlanmayan büyük yerleşim alanları oluştuğu, bu arada paylı taşınmazların tapuda resmi ifrazları yapılmadan paydaşlar arasında haricen veya fiilen taksim edilip üzerlerine büyük mahalleler hatta beldeler yapıldığı bir gerçektir. Bilindiği üzere MK.nun 634. BK.nun 213, TK.nun 26. maddeleri hilafına tapulu taşınmazlarda harici veya fiili taksim ile payların mülkiyeti ana taşınmazdan ayrılamaz. Ne var ki, taşınmazın kullanma biçimi tüm paydaşlar arasında varılan bir anlaşma ile belirlenmiş yada fiili bir kullanma biçimi oluşmuş, uzun süre paydaşlar bu durumu benimsemişlerse kayıtta paylı, eylemsel olarak (fiilen) bağımsız bu oluşumun tapuda yapılacak resmi taksime veya suyun satış suretiyle giderilmesine yahut o yerde bir imar uygulaması yapılmasına kadar korunması, “akte vefa” kuralının yanında MK.nun 2. maddesinde düzenlenen iyiniyet kuralının da bir gereğidir. Aksi halde, pek çok kimse zarar görecek toplum düzeni ve barışı bozulacaktır.
O halde, paydaşlar arasındaki elatmanın önlenilmesi davalarında öncelikle tüm paydaşları bağlayan harici bir taksim sözleşmesi ve özel bir parselasyon planın olup olmadığı veya fiili kullanma biçiminin oluşup oluşmadığı üzerinde özenle durulmalı, varsa çekişmeli yerin kimin kullanımına terk edildiği saptanılmalı, harici veya fiili taksim yoksa uyuşmazlık yukarıda değinildiği gibi, MK.nun müşterek mülkiyet hükümlerine göre çözümlenmelidir.
Somut olaya gelince;yanların çekişmeli taşınmazda paydaş bulundukları ve taşınmazın özel parselasyona tabi tutulduğu anlaşılmaktadır.
Hal böyle olunca, çekişmeli bölümün kimin yararlanmasına bırakıldığı açık bir şekilde saptanmalı ve sonucuna göre bir karar verilmelidir. Eksik inceleme ile yetinilerek yazılı biçimde karar verilmesi doğru değildir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği düşünüldü:
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulu´nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/335 K: 2001/409 T: 25.04.2001
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/439 K: 2002/478 T: 05.06.2002
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/1761 K: 2018/407 T: 28.02.2018
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2014/1343 K: 2016/1036 T: 09.11.2016
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/1761 K: 2018/407 T: 28.02.2018
Yargısal içtihatlarda yapılan tanıma göre fiili taksimin söz konusu olabilmesi için üç şart gerekmektedir. Bunlardan ilki, yasal ön alım hakkına konu payın ilişkin bulunduğu bir taşınmazın varlığıdır. İkincisi, bu taşınmazın, paydaşlarca kendi aralarında taksim edilmesidir. Nihayet üçüncüsü ise her bir paydaşın belirli bir kısmı kullanmasıdır.
Taraflar arasında görülen “önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Adana 1. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 18.12.2012 gün ve 2011/503 E. ve 2012/691 K. sayılı karar davacı vekili tarafından temyiz edilmekle Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin 24.09.2013 gün ve 2013/6323 E. ve 2013/12132 K. sayılı kararı ile:
“…Dava, önalım hakkı nedeniyle tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir. Davalı, taşınmazda fiili taksim bulunduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur. Mahkemece, taşınmazda fiili taksim bulunduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Hükmü, davacı vekili temyiz etmiştir.
Davacı, paydaş olduğu 5 parsel sayılı taşınmazın paydaşı olan dava dışı Hatice, Süleyman, Rana, Tuğba, Sevim, Sema ve Nevin’in paylarını 306.000 TL bedel ile 30.03.2011 tarihinde satış yoluyla davalıya devrettiklerini, gerçekte payın 200.000 TL değerinde olup, önalım hakkına engel olmak için bedelin yüksek gösterildiğini, önalım hakkını kullanmak istediğini ileri sürerek, taşınmazda davalı adına kayıtlı 100/517 payın adına tescilini istemiştir.
Önalım hakkı, paylı mülkiyet hükümlerine tabi taşınmazlarda bir paydaşın taşınmazdaki payını kısmen veya tamamen üçüncü kişiye satması halinde, diğer paydaşlara, satılan bu payı öncelikle satın alma yetkisi veren bir haktır. Bu hak, paylı mülkiyet ilişkisi kurulduğu anda doğar ve pay satışı yapılmasıyla kullanılabilir hale gelir.
Önalım davasına konu payın ilişkin bulunduğu taşınmaz paydaşlarca özel olarak kendi aralarında taksim edilip her bir paydaş belirli bir kısmı kullanırken bunlardan biri kendisinin kullandığı yeri ve bu yere tekabül eden payı bir üçüncü şahsa satarsa, satıcı zamanında bu yerde hak iddia etmeyen davacının tapuda yapılan satış nedeniyle önalım hakkını kullanması TMK’nun 2. maddesinde yer alan dürüst davranma kuralı ile bağdaşmaz. Kötü niyet iddiası 14.02.1951 tarihli ve 17/1 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca davanın her aşamasında ileri sürülebileceği gibi mahkemece de kendiliğinden nazara alınması gerekir. Bu gibi halde savunmanın genişletilmesi söz konusu değildir. Eylemli paylaşmanın varlığı halinde davanın reddi gerekir.
Somut uyuşmazlıkta, arsa niteliğindeki 5 parsel sayılı taşınmazın 184/517 payı davacı, 100/517 payı davalı, diğer paylar da dava dışı üçüncü kişiler adına kayıtlıdır. Davalı bu payı 30.03.2011 tarihinde Hatice Tarhan ve arkadaşlarından satın almıştır. Hükme esas alınan 04.05.2012 günlü bilirkişi raporunun eki krokide (C) ile işaretli bölümü matbaa olarak davacı; (A) ve (D) ile işaretli bölüm kebapçı ve bahçesi olarak dava dışı bir kısım paydaşlar; (B) ile işaretli bölüm işyeri ve ev olarak dava dışı paydaş tarafından kullanılmakta; sarı boyalı olarak gösterilen bölümün ise boş olup davalı tarafından satın alınan kısım olduğu; ayrıca, zeminde kullanımı olmayan paydaşların bulunduğu da belirtilmiştir. Davalıya pay satan dava dışı paydaşların fen bilirkişi raporu eki krokide sarı boyalı olarak gösterilen dava konusu bölümü kullandıklarına ilişkin kanıt bulunmamaktadır. Dolayısıyla, davalıya pay satan paydaşların payına denk gelen zeminde fiilen kullandıkları bir bölüm bulunmadığından, önalım hakkını kullanan davacının kötüniyetli olduğundan söz edilemez. Davacının önalım isteminin bu nedenle reddedilmesi yerinde değildir.
Mahkemece, işin esasının incelenmesi gerekirken açıklanan hususlar bir yana bırakılarak yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, kararın bu nedenle bozulması gerekmiştir…” gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü: Dava ön alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
Davalı vekili dava konusu taşınmazın fiilen taksim edildiğini, her paydaşın fiili taksime uygun şekilde yerini kullandığını savunarak davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
Mahkemece taşınmaz üzerinde eylemli paylaşım bulunduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Hükmü davacı vekilinin temyiz etmesi üzerine karar Özel Dairece yukarıda gösterilen gerekçe ile bozulmuş, mahkemece önceki kararda direnilmiştir. Direnme kararını davacı vekili temyiz etmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, dava konusu edilen taşınmaz üzerindeki paydaşların geçmişten gelen kullanımlarının eylemli taksim niteliğinde olup olmadığı, burada varılacak sonuca göre de, davacının ön alım hakkını kullanmasının dürüstlük kurallarına aykırı olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
Yasal ön alım hakkı, paylı mülkiyette bir paydaşın, taşınmaz mal üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü bir kişiye satması hâlinde, diğer paydaş veya paydaşlara aynı şartlarla bu payı öncelikle satın alma yetkisi veren, eşyaya bağlı, yenilik doğurucu (inşai) bir dava ile kullanılan bir haktır.
Nitekim Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 732. maddesi “Paylı mülkiyette bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması hâlinde, diğer paydaşlar önalım hakkını kullanabilirler.” hükmünü içermektedir. Bu hak ile kanun koyucu, mülkiyet birliği yapan kişilerin ellerinde bulundurdukları hakkın parçalanmamasını ve üçüncü kişilerin ortaklığa girme amacı ile hareket etmektedir. Yasal ön alım hakkının, devir hakkının kısıtlamalarından biri olduğu açıktır. Yasadan kaynaklanan bu kısıtlama hakkın kullanılması ile ortaya çıkmaktadır. Ön alım hakkı kullanılmadığı sürece üçüncü kişiye yapılan satış güncelliğini koruyacaktır.
Ancak belirtmek gerekir ki; fiili taksim hususu düzenlenmediği gibi ön alım hakkının kullanımına olan etkisine dair bir düzenleme de bulunmamaktadır. Bu kavram uygulamamıza Yargıtay içtihatları ile girmiştir. Yargıtay’ın konuya ilişkin verdiği kararlarda yaptığı tanıma göre fiili taksim; yasal ön alım hakkına konu payın ilişkin bulunduğu taşınmazın paydaşlarınca özel olarak kendi aralarında taksim edilmesi ve her bir paydaşın belirli bir kısmı kullanması durumudur.
Öğreti de ise paylı mülkiyette fiili taksim durumu Yargıtay kararlarından bağımsız olarak tanımlanmamış olup yalnızca yasal ön alım hakkının dürüstlük kuralına aykırı kullanımlarından biri olarak nitelendirilmiştir (Köylüoğlu, E.: Önalım Davası (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Ankara 2011, s. 93).
Yargısal içtihatlarda yapılan tanıma göre fiili taksimin söz konusu olabilmesi için üç şart gerekmektedir. Bunlardan ilki, yasal ön alım hakkına konu payın ilişkin bulunduğu bir taşınmazın varlığıdır. İkincisi, bu taşınmazın, paydaşlarca kendi aralarında taksim edilmesidir. Nihayet üçüncüsü ise her bir paydaşın belirli bir kısmı kullanmasıdır. Fiili taksim bulunması hâlinde yasal ön alım hakkının kullanılamayacağına dair bir yasa hükmü bulunmasa da, taşınmazın kullanma biçimi tüm paydaşlar arasında varılan bir anlaşmayla belirlenmiş ya da fiili bir kullanma biçimi oluşmuş, uzun süre de paydaşlar bu durumu benimsemişlerse kayıtta paylı, eylemli olarak bağımsız bu oluşumun korunması, TMK’nın 2’nci maddesinde tanımını bulan dürüstlük kuralının gereğidir. Zira TMK’nın 2’nci maddesinde herkesin haklarını kullanırken ve borçlarını ifa ederken dürüstlük kurallarına uyması zorunluluğu getirilmiş, uyulmamasının yaptırımı olarak da hakkın kötüye kullanılmasının hukuk düzeni tarafından korunmayacağı belirtilmiştir. Bilindiği üzere hakkın açıkça kötüye kullanıldığı tüm hâllerde dürüstlük kuralına da aykırılık söz konusudur. Fiili taksimin hukuki dayanağını da TMK’nın bu maddesi oluşturmaktadır (Tunaboylu, M.: Önalım (Şuf’a) Davaları, 4. b., Ankara 2008, s.440).
Somut olayda, mahallinde 12.04.2012 günü yapılan keşif sonucu düzenlenen 04.05.2012 tarihli bilirkişi raporuna ekli krokide (A) ile işaretli bölümün Şefika Filağzı’nın, (B) ile işaretli bölümü Orhan Işık’ın, (C) ile işaretli bölümün davacının, (D) ile işaretli bölümü Saide Filağzı’nın kullandığı, kalan kısmın ise boş arsa niteliğinde olduğu belirtilmiştir. Bilirkişi raporuna ekli krokiden de anlaşılacağı üzere taşınmaz üzerinde davalının satın aldığı paya özgülenmiş bir bölüm bulunmamaktadır. O hâlde, taşınmazda fiili taksimin varlığından söz edilmesi mümkün değildir. Bu nedenle de davacının ön alım hakkını kullanması dürüstlük kurallarına (TMK m.2) aykırılık oluşturmayacağı kabul edilmelidir.
Hâl böyle olunca Yerel Mahkemece Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/1747 K: 2018/1617 T: 06.11.2018
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1990/321 K: 1990/441 T: 26.09.1990
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2014/1343 K: 2016/1036 T: 09.11.2016
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/439 K: 2002/478 T: 05.06.2002
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/439 K: 2002/478 T: 05.06.2002
Paydaşlar arasındaki elatmanın önlenilmesi davalarında öncelikle tüm paydaşları bağlayan harici bir taksim sözleşmesi ve özel bir parselasyon planın olup olmadığı veya fiili kullanma biçiminin oluşup oluşmadığı üzerinde özenle durulmalı, varsa çekişmeli yerin kimin kullanımına terk edildiği saptanılmalı, harici veya fiili taksim yoksa uyuşmazlık yukarıda değinildiği gibi, MK.nun müşterek mülkiyet hükümlerine göre çözümlenmelidir.
Taraflar arasındaki “elatmanın önlenmesi ve ecrimisil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Giresun Asliye 1.Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 26.05.2001 gün ve 2000/87 E- 2001/58 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 1.Hukuk Dairesinin 26.06.2001 gün ve 2001/6147-7715 sayılı ilamı ile; (…Dava, paydaşlar arasında çaplı taşınmaza elatmanın önlenmesi isteğine ilişkindir. Mahkemece, davalıların rızai taksimde kendilerine düşen yer dışında başka bir bölüme müdahalelerinin bulunmadığı; taşınmazda, kullanılmayan ve davacının payına isabet eden miktardan daha geniş bir alanı kapsayan boş kısım bulunduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Nevarki, verilen hükmün yasaya ve yerleşmiş içtihatlara uygun olduğunu söyleyebilme imkanı yoktur.
Bilindiği üzere; Paylı mülkiyette taşınmazdan yararlanamayan paydaş, engel olan öteki paydaş veya paydaşlardan payına vaki elatmanın önlenilmesini her zaman isteyebilir. Hatta iştirak halinde mülkiyette dahi paydaşlardan biri öteki paydaşların olurlarını almadan veya miras şirketine temsilci atanmadan tek başına ortak taşınmazdan yararlanmasına engel olan paydaş aleyhine elatmanın önlenilmesi davası açabilir. Ancak, o paydaşın, payına karşılık çekişmesiz olarak kullandığı bir kısım yer varsa açacağı elatmanın önlenilmesi davasının dinlenme olanağı yoktur. Yerleşmiş Yargıtay İçtihatlarına ve aynı doğrultudaki bilimsel görüşlere göre payından az yer kullandığını ileri süren paydaşın sorununu elatmanın önlenilmesi davası ile değil, kesin sonuç getiren taksim veya şuyuun satış yoluyla giderilmesi davası açmak suretiyle çözümlemesi gerekmektedir.
Öte yandan, yurdumuzda sosyal ekonomik nedenlerle kırsal kesimlerden kentlere aşırı akım, nüfus çoğalması, büyük mesken ve işyeri ihtiyacı nedeniyle hızlı yapılaşma karşısında görevli mercilerin aciz kalmaları veya çeşitli nedenlerle göz yummaları sonucu, izinsiz, ruhsatsız, resmi kayıtlara bağlanmayan büyük yerleşim alanları oluştuğu, bu arada paylı taşınmazların tapuda resmi ifrazları yapılmadan paydaşlar arasında haricen veya fiilen taksim edilip üzerlerine büyük mahalleler hatta beldeler yapıldığı bir gerçektir. Bilindiği üzere MK.nun 634, BK.nun 213, TK.nun 26. maddeleri hilafına tapulu taşınmazlarda harici veya fiili taksim ile payların mülkiyeti ana taşınmazdan ayrılamaz. Ne varki, taşınmazın kullanma biçimi tüm paydaşlar arasında varılan bir anlaşma ile belirlenmiş yada fiili bir kullanma biçimi oluşmuş, uzun süre paydaşlar bu durumu benimsemişlerse kayıtta paylı, eylemsel olarak (fiilen) bağımsız bu oluşumun tapuda yapılacak resmi taksime veya şuyuun satış suretiyle giderilmesine yahut o yerde bir imar uygulaması yapılmasına kadar korunması, “akte vefa” kuralının yanında MK.nun 2. maddesinde düzenlenen iyi niyet kuralının da bir gereğidir. Aksi halde, pek çok kimse zarar görecek toplum düzeni ve barışı bozulacaktır.
O halde, paydaşlar arasındaki elatmanın önlenilmesi davalarında öncelikle tüm paydaşları bağlayan harici bir taksim sözleşmesi ve özel bir parselasyon planın olup olmadığı veya fiili kullanma biçiminin oluşup oluşmadığı üzerinde özenle durulmalı, varsa çekişmeli yerin kimin kullanımına terk edildiği saptanılmalı, harici veya fiili taksim yoksa uyuşmazlık yukarıda değinildiği gibi, MK.nun müşterek mülkiyet hükümlerine göre çözümlenmelidir.
Bu bağlamda, müşterek mülkiyete konu taşınmazların ayrı ayrı mütalaa edilerek paydaş veya paydaşlara müstakil taşınmazların bırakılması yukarıda değinilen anlamda fiili kullanma biçimi olarak kabul edilemez. Diğer bir deyişle fiili kullanma biçimi aynı taşınmaz için tüm paydaşları bağlar şekilde ortaya çıkmış ise hukuki himaye görür.
Somut olaya konu taşınmazın davacı, davalılar ve dava dışı paydaşlar adına tapuda kayıtlı olduğu anlaşılmaktadır. Bunun yanısıra tüm paydaşları bağlayan bir fiili kullanım biçiminin oluşmadığı sonucuna da varılmaktadır. Esasen boşluk olarak bırakılan bölümün dava dışı paydaşların payına bağlantılı olduğu yolunda bilirkişiler beyanda bulunmuşlardır. Öyle ise taşınmazın büyük kısmını tel örgü ile çevirip münhasıran kendi yararlarına bırakmaları davalıların davacıyı taşınmazdan tümüyle men etme iradisini ortaya koyar.
Hal böyle olunca, intifadan (yararlanmadan) men olgusunun dosya içeriği ve toplanan delillerle gerçekleştiği gözetilerek davacının payına vaki elatmanın önlenmesine karar verilmesi gerekirken, yazılı olduğu üzere hüküm kurulması isabetsizdir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/335 K: 2001/409 T: 25.04.2001
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/665 K: 1999/792 T: 06.10.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1990/321 K: 1990/441 T: 26.09.1990
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/6-288, K: 2006/304, 24.5.2006
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2006/553 K: 2006/561 T: 20.09.2006
Paydaşlar arasındaki elatmanın önlenilmesi davalarında öncelikle tüm paydaşları bağlayan harici bir taksim sözleşmesi ve özel bir parselasyon planın olup olmadığı veya fiili kullanma biçiminin oluşup oluşmadığı üzerinde özenle durulmalı, varsa çekişmeli yerin kimin kullanımına terk edildiği saptanılmalı, harici veya fiili taksim yoksa uyuşmazlık yukarıda değinildiği gibi, Medeni Kanunun müşterek mülkiyet hükümlerine göre çözümlenmelidir.
Taraflar arasındaki “Müdahalenin Önlenmesi, Tazminat, Ecrimisil, Tahliye” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Şişli 3.Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 18.05.2004 gün ve 2001/317 E- 2004/280 K. sayılı kararın incelenmesi davacı-karşılık davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 1.Hukuk Dairesinin 29.09.2005 gün ve 2005/8588-10202 sayılı ilamı ile; (…Dava, taşınmaz satış vaadi sözleşmesinin iptali; karşı dava, elatmanın önlenmesi, ecrimisil ve tazminat isteklerine ilişkindir.
Mahkemece, davanın reddine, karşı davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir. Dosya içeriğinden, toplanan delillerden; davacı-karşı davalı Mehmet Özsoy’un 7355 parsel sayılı taşınmazda bulunan yapıdaki 12 nolu bağımsız bölümü 20.3.1998 tarihli satış vaadi sözleşmesiyle ve vekil aracılığıyla yüklenici Naci Bozdemir’den devraldığı; aynı vekilin bu kez 9.9.1998 tarihli vekalet ile davacı vekili sıfatıyla söz konusu bağımsız bölümü yine satış vaadi sözleşmesiyle davalı Emine’ye devrettiği görülmektedir.
Diğer taraftan, gerek davalı, gerekse davacının sözü edilen satış vaadi sözleşmelerinden bağımsız olarak ve anılan sözleşmelere bağlantısı kurulmaksızın bu kez yükleniciden arsa payı edindikleri de anlaşılmaktadır.
Davacı, vekili aracılığıyla düzenlenen 9.9.1998 tarih 31895 yevmiye sayılı satış vaadi sözleşmesinin vekalet görevinin kötüye kullanılması suretiyle düzenlendiğini ileri sürerek iptalini istemiş ise de, anılan iddiayı kanıtlayabilmiş değildir. Sözleşmenin vekaleten temsil yetkisi hudutları dahilinde düzenlendiği gözetilerek bu isteğin reddedilmiş olmasında bir isabetsizlik yoktur. Davacı-karşı davalının bu yöne ilişkin temyiz itirazları yerinde değildir. Reddine;
Karşı davaya ilişkin temyiz itirazlarına gelince; taraflar taşınmazda paydaştır. Davada 12 nolu bağımsız bölümün aidiyeti tartışmalıdır. Çekişmenin çözümü bu yerin kimin payı karşılığı olduğunun saptanmasına bağlıdır. Ne varki mahkemece bu belirleme yönünden yeterli bir araştırma yapıldığı söylenemez.
Bilindiği üzere; paylı mülkiyette taşınmazdan yararlanamayan paydaş, engel olan öteki paydaş veya paydaşlardan payına vaki elatmanın önlenilmesini her zaman isteyebilir. Hatta elbirliği mülkiyetinde dahi paydaşlardan biri öteki paydaşların olurlarını almadan veya miras şirketine temsilci atanmadan tek başına ortak taşınmazdan yararlanmasına engel olan ortaklar aleyhine elatmanın önlenilmesi davası açabilir. Ancak, o paydaşın, payına karşılık çekişmesiz olarak kullandığı bir kısım yer varsa açacağı elatmanın önlenilmesi davasının dinlenme olanağı yoktur. Yerleşmiş Yargıtay İçtihatlarına ve aynı doğrultudaki bilimsel görüşlere göre payından az yer kullandığını ileri süren paydaşın sorununu elatmanın önlenilmesi davası ile değil, kesin sonuç getiren taksim veya şuyun satış yoluyla giderilmesi davası açmak suretiyle çözümlemesi gerekmektedir.
Öte yandan, yurdumuzda sosyal ekonomik nedenlerle kırsal kesimlerden kentlere aşırı akım, nüfus çoğalması, büyük mesken ve işyeri ihtiyacı nedeniyle hızlı yapılaşma karşısında görevli mercilerin aciz kalmaları veya çeşitli nedenlerle göz yummaları sonucu, izinsiz, ruhsatsız, resmi kayıtlara bağlanmayan büyük yerleşim alanları oluştuğu, bu arada paylı taşınmazların tapuda resmi ifrazları yapılmadan paydaşlar arasında haricen veya fiilen taksim edilip üzerlerine büyük mahalleler hatta beldeler yapıldığı bir gerçektir. Bilindiği üzere Medeni Kanunun 706, Borçlar Kanununun 213, Ticaret Kanununun 26. maddeleri hilafına tapulu taşınmazlarda harici veya fiili taksim ile payların mülkiyeti ana taşınmazdan ayrılamaz. Nevarki, taşınmazın kullanma biçimi tüm paydaşlar arasında varılan bir anlaşma ile belirlenmiş yada fiili bir kullanma biçimi oluşmuş, uzun süre paydaşlar bu durumu benimsemişlerse kayıtta paylı, eylemsel olarak (fiilen) bağımsız bu oluşumun tapuda yapılacak resmi taksime veya şuyun satış suretiyle giderilmesine yahut o yerde bir imar uygulaması yapılmasına kadar korunması, “akde vefa” kuralının yanında Medeni Kanunun 2. maddesinde düzenlenen iyi niyet kuralının da bir gereğidir. Aksi halde, pek çok kimse zarar görecek toplum düzeni ve barışı bozulacaktır.
O halde, paydaşlar arasındaki elatmanın önlenilmesi davalarında öncelikle tüm paydaşları bağlayan harici bir taksim sözleşmesi ve özel bir parselasyon planın olup olmadığı veya fiili kullanma biçiminin oluşup oluşmadığı üzerinde özenle durulmalı, varsa çekişmeli yerin kimin kullanımına terk edildiği saptanılmalı, harici veya fiili taksim yoksa uyuşmazlık yukarıda değinildiği gibi, Medeni Kanunun müşterek mülkiyet hükümlerine göre çözümlenmelidir.
Hal böyle olunca yukarda açıklanan ilkeler dikkate alınmak suretiyle gerekli araştırmanın yapılması sonucuna göre bir hüküm kurulması gerekirken eksik soruşturma ile karar verilmiş olması doğru değildir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/335 K: 2001/409 T: 25.04.2001
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/665 K: 1999/792 T: 06.10.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/620 K: 2001/678 T: 03.10.2001
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1990/321 K: 1990/441 T: 26.09.1990
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/1747 K: 2018/1617 T: 06.11.2018
Paydaşlar arasında fiili taksim bulunması hâlinde yasal önalım hakkının kullanılamayacağına dair bir yasa hükmü bulunmasa da, taşınmazda fiili bir kullanma biçimi oluşmuş, uzun süre de paydaşlar bu durumu benimsemişlerse kayıtta paylı, eylemli olarak bağımsız bu oluşumun korunması, TMK’nın 2’nci maddesinde tanımını bulan dürüstlük kuralının gereğidir.
Dava önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir. Davacılar vekili müvekkillerinin paydaşı olduğu 84 parsel sayılı taşınmazdaki 17/32 payı davalının 21.01.2011 tarihinde toplam 1.000 TL’ye satın aldığını ileri sürerek davalı adına kayıtlı payın önalım hakkı uyarınca iptaliyle davacılar adına tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili cevap dilekçesinde davanın süresinde açılmadığını, yerleşik Yargıtay içtihatlarına göre paydaşlardan birinin kendi tasarrufundaki yeri ve ona karşılık gelen yeri bir üçüncü şahsa satması hâlinde önalım hakkının kullanılmasının hakkın kötüye kullanılması niteliğinde olup objektif iyi niyet kuralı ile bağdaşmayacağını; nitekim önalım hakkına konu taşınmazın fıstık bahçesi olduğunu, fıstık ekiminden sonra hasadın yapılmaya başladığı tarihten itibaren her bir paydaşın kendi tasarrufunda olan yerdeki fıstığı topladığını, diğer taraftan önalıma konu payın tapuda satış olarak devredilmesine karşın gerçekte bağış olduğunu, TMK’da gerçek satışlar için kabul edilen önalım hakkının bağış amacıyla yapılan devirlerde kullanılamayacağını belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece tarafların aynı köylü ve akraba olmaları nedeniyle davacıların taşınmazdaki satış işleminin varlığından haberdar olmamalarının hayatın olağan akışına aykırı olacağı, taşınmazın fiili taksim yapılmak suretiyle kullanıldığı ve yapılan devirlerin tanık beyanlarına göre hakkın teslimi amacı ile yapıldığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Davacılar vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda gösterilen gerekçe ile bozulmuştur. Mahkemece, dosyadaki belgeler kül halinde değerlendirildiğinde kadastro tespiti sırasında müşterek olarak tespit edilen taşınmazın taraflar arasındaki devrinin hakkın teslimi niteliğinde olduğu, ortada gerçek bir satışın bulunmadığı, herkesin kendi yerini eylemli olarak kullandığı gerekçesiyle önceki kararda direnilmiştir. Direnme hükmünü davacılar vekili temyiz etmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, dava konusu taşınmazın devrinin gerçek satış niteliğinde olup olmadığı; dava konusu edilen taşınmazda eylemli taksimin bulunup bulunmadığı burada varılacak sonuca göre de davacıların önalım hakkını kullanmalarının dürüstlük kurallarına aykırı olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
Uyuşmazlığın çözümünde, öncelikle önalım hakkının hukuki niteliğine ilişkin bir açıklama yapılmasında yarar vardır.
Bilindiği üzere paylı mülkiyette paydaşlar arasında ortak idare ve kullanma durumu söz konusu olduğundan paydaşların birbirlerini bilmeleri ve tanımaları önem taşımaktadır. Bu ihtiyacın gereği olarak paydaşlar arasına yabancı bir kişinin girişini engellemek, taşınmazın daha küçük parçalara ayrılmasını önleyebilmek, hisselerin mümkün olduğu kadar hissedar elinde toplanmasını temin etmek amacıyla paylı taşınmazlarda hissedarların temlik hakkı sınırlandırılarak kanuni önalım hakkı tanınmıştır.
Önalım hakkı taşınmaz mal mülkiyetinin kanundan doğan takyitlerinden biri olup 26.12.1951 tarihli ve 1/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında yenilik doğuran bir hak olduğu belirtilmiştir.
Öte yandan 20.06.1951 tarihli ve 5/13 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında ise önalım hakkının hukuki niteliği, “Şufa hakkı, mefşu hissenin üçüncü şahsa satılması ve satışa ıttıladan itibaren bir ay içinde kullanılmış olması gibi muayyen şartlar altında kullanılacak yenilik doğurucu bir haktır ki, şefinin bu hakkı kullandığı yolundaki tek taraflı irade beyanının müşteriye vasıl olmasıyla yeni bir hukuki vaziyet meydana getirilmesine yarar. Bu hakkın kullanılmasıyla şefi yeni bir akit yapmaya hacet kalmaksızın müşteriye halef olur” şeklinde açıklanmıştır.
4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 732’nci maddesinde “paylı mülkiyette bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması hâlinde, diğer paydaşlar önalım hakkını kullanabilirler” hükmü öngörülmüştür.
Anılan düzenlemede önalım hakkının açık bir tarifi yapılmamakla birlikte temel prensibin mülkiyet serbestisi ve tasarruf yetkisi olduğu gözetilerek paydaşın temlik hakkı sınırlandırılırken bu sınırlandırma sınırlı tutularak sadece satım akitleri için önalım hakkı öngörülmüştür.
Bu husus yukarıda içeriği açıklanan 20.06.1951 tarihli ve 5/13 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında da benimsenmiş; kararın gerekçesinde, taşınmaz mülkiyetinin takyitlerinden olan kanuni önalım hakkının taşınmazda hisse sahibi bulunan şahsa, diğer bir kimsenin payının üçüncü kişiye satılması hâlinde o hisse müşteriye neye mal olmuş ise o miktar ile ve belli bir süre içinde satın almak yetkisini veren ayni bir hak olduğu ifade edilmiştir.
Açıkça görüldüğü üzere kanuni önalım hakkından söz edebilmek için paylı mülkiyet hükümlerine tabi bir taşınmazdaki payın üçüncü şahsa satılması gerekmektedir; önalım hakkının konusu pay satışıdır.
Gerçek bir satışın konusu olmayan, satım niteliğinde olmayan pay temliklerinde yasal önalım hakkı doğmayacaktır. Önalım hakkının payın satışındaki şartlar dâhilinde kullanılması gerektiğinden, payı paradan başka bir karşılıkla iktisap edenlerden, onu, aynı şartlarla yerine getirmek suretiyle temellük etmeye imkân bulunmamaktadır. Örneğin temlikin hibe şeklinde olması hâlinde, hibede bir malın bedelsiz olarak üçüncü kişinin mülkiyetine geçirilmesi amaçlandığından önalım hakkı kullanılamayacaktır. Zira önalımda, önalım hakkını kullanan kişinin payı satın alana ödemekle yükümlü olduğu bedel hibede mevcut değildir, önalım hakkını kullananın hiçbir bedel ödemeden payın kendisine devrini istemesi mümkün değildir.
Diğer taraftan davalının, taşınmazda “fiili taksim” bulunduğunu ileri sürmesi nedeniyle bu kavram hakkında da açıklama yapılmasında yarar vardır.
TMK’da paydaşlar arasında fiili taksim hususu düzenlenmediği gibi önalım hakkının kullanımına olan etkisine dair bir düzenleme de bulunmamaktadır. Bu kavram uygulamamıza Yargıtay içtihatları ile girmiştir. Yargısal içtihatlarda yapılan tanıma göre paydaşlar arasında fiili taksim bulunduğu taktirde önalım hakkının kullanılmasının dürüstlük kurallarına aykırı olduğunun kabul edilebilmesi için, yasal önalım hakkına konu payın ilişkin bulunduğu bir taşınmazın varlığı, bu taşınmazın, paydaşlarca kendi aralarında taksim edilmesi ve davacı ve davalıya pay satan paydaş (paydaşların) taşınmazın belirli bir kısmını kullanması gerekli ve yeterlidir. Paydaşlar arasında fiili taksim bulunması hâlinde yasal önalım hakkının kullanılamayacağına dair bir yasa hükmü bulunmasa da, taşınmazda fiili bir kullanma biçimi oluşmuş, uzun süre de paydaşlar bu durumu benimsemişlerse kayıtta paylı, eylemli olarak bağımsız bu oluşumun korunması, TMK’nın 2’nci maddesinde tanımını bulan dürüstlük kuralının gereğidir. Zira TMK’nın 2’nci maddesinde herkesin haklarını kullanırken ve borçlarını ifa ederken dürüstlük kurallarına uyması zorunluluğu getirilmiş, uyulmamasının yaptırımı olarak da hakkın kötüye kullanılmasının hukuk düzeni tarafından korunmayacağı belirtilmiştir. Bilindiği üzere hakkın açıkça kötüye kullanıldığı tüm hâllerde dürüstlük kuralına da aykırılık söz konusudur. Fiili taksimin hukuki dayanağını da TMK’nın bu maddesi oluşturmaktadır (Tunaboylu, M.: Önalım (Şuf’a) Davaları, 4. b., Ankara 2008, s.440).
Nitekim öğretide paylı mülkiyette fiili taksim durumu Yargıtay kararlarından bağımsız olarak tanımlanmamış olup yalnızca yasal önalım hakkının dürüstlük kuralına aykırı kullanımlarından biri olarak nitelendirilmiştir (Köylüoğlu, E.: Önalım Davası (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Ankara 2011, s. 93).
Somut olayda davalı her ne kadar 84 parsel sayılı taşınmazdaki payın tapuda satış gösterilse de, kadastroda yapılan bir yanlışlığın düzeltilmesi amacıyla gerçekleştirildiğini, ortada gerçek bir satış olmadığını ve gerçekte hibeedildiğini savunmuş ise de tapuda satış olarak gösterilen işlemin gerçekte bağış olduğuna dair bir delil sunmamıştır.
Bununla birlikte davalı taşınmazda fiili taksim yapıldığı ve herkesin kendi bölümünü kullandığı iddiasında bulunmuş ise de 01.11.2012 günü yapılan keşif sırasında dinlenen tanıklar davalıya pay satışı yapan önceki paydaşların dava konusu 84 parsel sayılı taşınmazda fiilen kullandıkları yer bulunduğuna ilişkin beyanda bulunmamışlardır. O hâlde, taşınmazda fiili taksimin varlığından söz edilmesi mümkün değildir. Bu nedenle de davacının ön alım hakkını kullanmasının dürüstlük kurallarına (TMK m.2) aykırılık oluşturmayacağı kabul edilmelidir.
Hâl böyle olunca Yerel Mahkemece Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/1761 K: 2018/407 T: 28.02.2018
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1990/321 K: 1990/441 T: 26.09.1990
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2014/1343 K: 2016/1036 T: 09.11.2016
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/620 K: 2001/678 T: 03.10.2001
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2013/2060 K: 2015/1185 T: 08.04.2015
Paydaşın, payına karşılık çekişmesiz olarak kullandığı bir kısım yer varsa açacağı elatmanın önlenilmesi davasının dinlenme olanağı yoktur. Yerleşmiş Yargıtay İçtihatlarına ve aynı doğrultudaki bilimsel görüşlere göre payından az yer kullandığını ileri süren paydaşın sorununu el atmanın önlenilmesi davası ile değil, kesin sonuç getiren taksim veya şuyun satış yoluyla giderilmesi davası açmak suretiyle çözümlemesi gerekmektedir.
Taraflar arasındaki “elatmanın önlenmesi, tahliye” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Arhavi Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 17.04.2012 gün ve 2011/111 E. 2012/62 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 26.11.2012 gün ve 2012/10230 E. 2012/13792 K. sayılı ilamı ile,
(Dava, paydaşlar arasındaki elatmanın önlenmesi isteğine ilişkindir. Mahkemece, çekişmeli taşınmazın mesken niteliğinde olduğu, mirasçılar arasında ifrazının imkansız bulunduğu, bu nitelikteki bir taşınmazda mülkiyetten doğan hakkını kullanamayan bir mirasçının açacağı davanın ortaklığın giderilmesi davası olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; davacı ile davalılardan Tuğba, Resul ve Dursun’un taşınmazda paydaş oldukları, diğer davalı Gülten’in kayıtla hukuksal anlamda bir ilgisinin bulunmadığı, çekişmeli bölümün bulunduğu mesken nitelikli taşınmazın davalıların tasarrufunda olduğu, davacının kullanabileceği yerin bulunmadığı görülmektedir.
Bilindiği üzere; paylı mülkiyette taşınmazdan yararlanamayan paydaş, engel olan öteki paydaş veya paydaşlardan payına vaki elatmanın önlenilmesini her zaman isteyebilir. Hatta elbirliği mülkiyetinde dahi paydaşlardan biri öteki paydaşların olurlarını almadan veya miras şirketine temsilci atanmadan tek başına ortak taşınmazdan yararlanmasına engel olan ortaklar aleyhine elatmanın önlenilmesi davası açabilir. Ancak, o paydaşın, payına karşılık çekişmesiz olarak kullandığı bir kısım yer varsa açacağı elatmanın önlenilmesi davasının dinlenme olanağı yoktur. Yerleşmiş Yargıtay İçtihatlarına ve aynı doğrultudaki bilimsel görüşlere göre payından az yer kullandığını ileri süren paydaşın sorununu elatmanın önlenilmesi davası ile değil, kesin sonuç getiren taksim veya şuyun satış yoluyla giderilmesi davası açmak suretiyle çözümlemesi gerekmektedir.
Öte yandan, yurdumuzda sosyal ekonomik nedenlerle kırsal kesimlerden kentlere aşırı akım, nüfus çoğalması, büyük mesken ve işyeri ihtiyacı nedeniyle hızlı yapılaşma karşısında görevli mercilerin aciz kalmaları veya çeşitli nedenlerle göz yummaları sonucu, izinsiz, ruhsatsız, resmi kayıtlara bağlanmayan büyük yerleşim alanları oluştuğu, bu arada paylı taşınmazların tapuda resmi ifrazları yapılmadan paydaşlar arasında haricen veya fiilen taksim edilip üzerlerine büyük mahalleler hatta beldeler yapıldığı bir gerçektir. Bilindiği üzere M.K.nun 706, B.K.nun 213, T.K.nun 26. maddeleri hilafına tapulu taşınmazlarda harici veya fiili taksim ile payların mülkiyeti ana taşınmazdan ayrılamaz. Ne varki, taşınmazın kullanma biçimi tüm paydaşlar arasında varılan bir anlaşma ile belirlenmiş yada fiili bir kullanma biçimi oluşmuş, uzun süre paydaşlar bu durumu benimsemişlerse kayıtta paylı, eylemsel olarak (fiilen) bağımsız bu oluşumun tapuda yapılacak resmi taksime veya şuyun satış suretiyle giderilmesine yahut o yerde bir imar uygulaması yapılmasına kadar korunması, “ahde vefa” kuralının yanında M.K.nun 2. maddesinde düzenlenen iyi niyet kuralının da bir gereğidir. Aksi halde, pekçok kimse zarar görecek toplum düzeni ve barışı bozulacaktır.
O halde, paydaşlar arasındaki elatmanın önlenilmesi davalarında öncelikle tüm paydaşları bağlayan harici bir taksim sözleşmesi ve özel bir parselasyon planın olup olmadığı veya fiili kullanma biçiminin oluşup oluşmadığı üzerinde özenle durulmalı, varsa çekişmeli yerin kimin kullanımına terk edildiği saptanılmalı, harici veya fiili taksim yoksa uyuşmazlık yukarıda değinildiği gibi, M.K.nun müşterek mülkiyet hükümlerine göre çözümlenmelidir.
Somut olayda; belirlenen olgular yukarıda gösterilen ilkelerle birlikte değerlendirildiğinde, tüm paydaşların katıldığı bir anlaşma olmadığı gibi, paydaşlar arasında harici ve fiili bir taksimin de bulunmadığı anlaşıldığından davalılar Resul, Tuğba ve Dursun yönünden davcıların payı oranında, taşınmazda payı bulunmayan davalı Gülten yönünden ise mutlak suretle elatmanın önlenmesine karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde karar verilmesi doğru bulunmamıştır. Davacının, temyiz itirazları yerindedir. ..) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/335 K: 2001/409 T: 25.04.2001
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/1761 K: 2018/407 T: 28.02.2018
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/620 K: 2001/678 T: 03.10.2001
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1990/321 K: 1990/441 T: 26.09.1990
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2001/335 K: 2001/409 T: 25.04.2001
Müşterek mülkiyet altındaki taşınmazlarla ilgili olarak, paydaşlar arasında oluşmuş ve uzun bir süre uyulmak suretiyle kararlılık kazanmış bir fiili taksimin ortaklık hukuken sona erdirilinceye kadar sürdürülmesi, her bir paydaştan öncelikle iyiniyet kuralları uyarınca beklenmesi gereken bir davranış biçimidir.
Asıl dava tazminat, birleştirilen davalar ise tazminat ve müdahalenin meni istemine ilişkindir. Birleştirilen tazminat davasının kısmen kabulüne, diğer davaların reddine yönelik olarak yerel mahkemece verilen karar, Özel Dairece yukarıdaki gerekçeyle bozulmuştur.
Tarafların müşterek mülkiyeti altındaki dava konusu taşınmazların, ortak miras bırakan Abdurrahman Karakayalı tarafından çocukları arasında fiilen taksim edildiği, bu taksime onun ölümünden sonra da uzun bir süre uyulduğu, müşterek malik durumundaki mirasçılar arasında, Medeni Kanun´un 611. maddesine uygun şekilde düzenlenmiş yazılı bir taksim sözleşmesinin bulunmadığı toplanan delillerden açıkça anlaşılmaktadır. Taraflar arasında da bu yönlerden bir uyuşmazlık bulunmamaktadır.
Ortak miras bırakan tarafından yapılan ve onun ölümünden sonra mirasçılarınca uzunca bir süre uyulan fiili bir taksimin varlığı, yerel mahkemenin ve Özel Dairenin de kabulündedir.
Yerel Mahkeme ve Özel Daire arasındaki uyuşmazlık, yasal şekle uygun olarak düzenlenmiş yazılı bir taksim, sözleşmesinin bulunmaması karşısında, ortak miras bırakanca yapılan ve taraflar da dahi! tüm mirasçılarca uyulan fiili taksime itibar edilip edilemeyeceği; eş söyleyişle, görülmekte olan tazminat ve müdahalenin önlenmesi davalarında, uyuşmazlığın bu fiili taksime göre çözülüp çözülemeyeceği noktasında toplanmaktadır.
Hemen belirtilmelidir ki, dava konusu uyuşmazlıkta olduğu gibi, müşterek mülkiyet altındaki taşınmazlarla ilgili olarak, paydaşlar arasında oluşmuş ve uzun bir süre uyulmak suretiyle kararlılık kazanmış bir fiili taksimin ortaklık hukuken sona erdirilinceye kadar sürdürülmesi, her bir paydaştan öncelikle iyiniyet kuralları uyarınca beklenmesi gereken bir davranış biçimidir. O nedenle her bir paydaş, diğerlerinden mevcut fiili taksime uyulmasını beklemek; buna aykırı davranıldığı takdirde de, bu aykırılığın yasal yollardan ortadan kaldırılmasını ve doğan zararının tazminini istemek hakkına sahiptir.
Öte yandan, taşınmazların bulunduğu Dereli Kurtulmuş Köyünde kadastro çalışmalarına; başlanmadığı tapu idaresinin dosyadaki yazı cevabında belirtilmiş ise de, beyanlardan ve dosya içeriğinden, Dereli İlçe merkezinde kadastro çalışmalarının yürütülmekte olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda, uyuşmazlığa 3402 S.K.nun 15. maddesinin uygulanması da gerekir.
O halde, taraflar arasındaki uyuşmazlık mevcut fiili taksim çerçevesinde çözülmelidir. Yerel mahkemenin direnme kararı bu nedenle yerindedir. Ne var ki, tapu kayıtları ile fiili taksimin kapsamı, dava konusu taşınmazların bu taksim içindeki konumları, müdahalenin bulunup bulunmadığı ve tazminat miktarı özel dairesince incelenmemiştir. Bu yönlerden inceleme yapılmak üzere dosya özel dairesine gönderilmelidir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/439 K: 2002/478 T: 05.06.2002
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/1761 K: 2018/407 T: 28.02.2018
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2014/1343 K: 2016/1036 T: 09.11.2016
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/1256 K: 2020/706 T: 30.09.2020
HAKSIZ İNŞAAT/HAKSIZ YAPI YARGITAY KARARLARI
Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulu E: 1956/11 K: 1957/9 T:15.5.1957
Başkasının arsası üzerinde kendi levazımı ile bina inşa eden veya fidan diken kimse ile asıl mal sahibi arasında çıkan ihtilaf genel mahkemelerin görevindedir.
Tapulama sırasında Kanunu Medeninin 650 nci maddesiyle alâkalı bir nizaın tehaddüsü halinde gezici arazi kadastrosu mahkemelerince bu nizaın bahsi geçen maddelerin tatbikı suretiyle halledilip edilemiyeceği diğer bir ifade ile başkasının arsasına kendi levazımı ile bina inşa eden veya kendi fidanını başkasının tarlasına diken levazım veya fidan sahibi diğer şartların mevcudiyetini ileri sürerek muhik tazminat mukabilinde gayrimenkulün tamamının kendisine temlikini talebettiği takdirde bu talebin tetkik ve halli gezici arazi kadastrosu mahkemesinin vazifesi dâhilinde bulunup bulunmadığı hususunda Temyiz Mahkemesi Yedinci Hukuk Dairesinin 15/9/1955 tarih 8672/5319 sayılı ilâmı ile Dördüncü Hukuk Dairesinin 29/2/1956 tarih ve 969/1240 sayılı ilâmı arasında husule gelen içtihat ihtilâfının halli Konya Gezici Arazi Kadastrosu Hâkimliği tarafından istenmiş, Temyiz Mahkemesi Birinci Reisliğince bahsi geçen ilâmlar ve daire reislerinin mütalâaları Tevhidi İçtihat Hukuk Kısmı Umumi Heyetine tevdi edilmiş olmakla keyfiyet tetkik ve müzakere olundu.
Asliye hukuk mahkemesine levazım sahibi tarafından ikame edilen bir dâvada Kanunu Medeninin 650 nci maddesinde yazılı şartların mevcudiyeti ileri sürülerek arsanın muhik tazminat mukabilinde kendisine temliki ve sicil kaydının o suretle tashihi istenmiş, gayrimenkulün bulunduğu mahalde 5602 sayılı Tapulama Kanununun tatbikına başlandığı tesbit edilerek asliye mahkemesince dâva evrakı gezici arazî kadastrosu mahkemesine devredilmiş, bu mahkemece de Kanunu Medeninin 648 ve müteakıp maddelerinden mütevellit ihtilâfların halli gezici arazi kadastrosu mahkemesinin vazifesi haricinde olduğu mütalâa edilerek vazifesizlik kararı verilmiş, bu son karar alâkalı tarafından temyiz edilmiş, Temyiz Yedinci Hukuk Dairesinin bahsi geçen ilâmiyle (Dâva ve talep Medeni Kanunun 650 nci maddesine istinat ettirilmiş olmasına, gezici arazi kadastrosu mahkemesi tapulama tarihinde mevcut hukuki durum üzerindeki ihtilâfları hal ile vazifeli bulunduğuna, bu mahkemelerin ihdası mahiyette karar vermek salâhiyetleri bulunmadığına göre gezici arazi kadastrosu mahkemesinin vazifesizlik kararı doğru) görülmüştür.
Aynı dâvada asliye hukuk mahkemesiyle gezici arazi kadastrosu mahkemesinin vazifesizlik kararları kesinleşmiş ve bu suretle husule gelen selbî vazife ihtilâfının merci tâyini suretiyle halli alâkalı tarafından Temyiz Dördüncü Hukuk Dairesinden istenmiştir. Yüksek daire bahsi geçen ilâmiyle: (Dâvanın mahiyetine ve kadastro mahkemesinin halen faaliyette bulunmasına göre kadastro mahkemesinin vazifesizlik kararının kaldırılmasına ve bu dâvanın rüyeti için adı geçen mahkemenin merci tâyinine) karar vermiştir.
Her iki daire ilâmı arasında Kanunu Medeninin 650 nci maddesiyle alâkalı ihtilâfların gezici arazi kadastrosu mahkemesince tetkik ve halledilebilip edilemiyeceği hususunda içtihat ihtilâfı mevcuttur.
5602 sayılı Tapulama Kanununun 34 üncü maddesinde kadastro hâkiminin verasete, milkiyet ve milkiyetin gayri aynî haklara, sınır anlaşmazlıklarına ve benzeri arazi kadastrosunu ilgilendiren bütün dâvalara bakacağı belirtilmiştir.
Arazi kadastrosu işleri; tapulama tarihinde mevcut milkiyet vesair aynî hakların tâyin ve tesbitini, tapu sicillerinin yeniden tesisini, hak sahiplerine tapu verilmesini, tapulu olanlara ait kayıtların yenilenmesini, plânların vücuda getirilmesini istihdaf etmektedir.
Milkiyet veya milkiyetin gayri aynî bir hakkın tapulama tarihinden önce iktisabedilmiş olup olmadığı, yani, o tarihte böyle bir hakkın mevcut bulunup bulunmadığı hususunda bir ihtilâf tehaddüs ederse arazi kadastrosunu ilgilendiren bir dâvadan bahsolunabilir. Kanunu Medeninin 650 nci maddesinin tatbikından mütevellit dâvalarda böyle bir hal mevcut değildir. Arsanın dâvalıya, levazımın dâvacıya aidiyetinde bir ihtilâf tehaddüs etmemiştir. Dâvacı; arsa milkiyetinin dâvalıya aidiyetini kabul etmekte ancak 650 nci madde şartlarının mevcudiyetini ileri sürerek muhik tazminat mukabilinde tamamının kendisine temlikini istemektedir. Hâkimden talebedilen karar tapu tarihindeki hukuki durumu izhar eden bir karar olmıyacaktır. Belki mülkiyeti tefviz eden ihdasî mahiyette bir karar olacaktır. Dâvacı ancak hâkimin karariyle mülkiyeti iktisap edecektir. Gezici arazi kadastrosu mahkemelerinin ihdasî mahiyette karar vermek salâhiyetleri yoktur. Tapulama Kanununun 1, 4, 12, 13, 15, 32 ve 34 üncü maddelerinin birlikte mütalâası bu neticeyi vermektedir. Arsanın veya levazımın aidiyetinde bir ihtilâf tehaddüs ederse bunun kadastro hâkimi tarafından halledileceğinde şüphe yoktur. Kadastro hâkimi tahkikatını yapar, arsanın ve levazımın kime ait olduğunu tesbit eder, gayrimenkulün arsa sahibi adına tesciline, levazım durumunun beyanlar hanesinde belirtilmesine karar vermekle iktifa eder. Alâkalılar aralarındaki hukuki durumun Kanunu Medeninin 648 ve mütaakıp maddeleri uyarınca tasfiyesinde anlaşamazlarsa umumi hükümler dairesinde açılacak dâva ile bu cihet hallolunur.
Bu sebeplere binaen: Kanunu Medeninin 650 nci maddesinin tatbikından mütevellit ihtilâfların tetkik ve halli gezici arazi kadastrosu mahkemelerinin vazifesi dışında ve umumi mahkemelere ait olduğuna ve Yedinci Hukuk Dairesi içtihadının isabetli bulunduğuna 15/5/1957 tarihinde mevcudun üçte ikisini geçen ekseriyetle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu E: 1993/5, K: 1996/1 T: 22.3.1996
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu E: 1994/1 K: 1995/3 T: 22.12.1995
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu E: 1992/2 K: 1994/5 T: 23.12.1994
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulu E: 1993/6 K: 1996/2 T: 29.3.1996
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2013/1066, K:2013/1339, 06.02.2013
Bir kimse kendi malzemesi ile başkasının taşınmazına sürekli, esaslı ve tamamlayıcı nitelikte yapı yapmışsa ve yapının değeri açıkça arazinin değerinden fazlaysa, iyiniyetli taraf uygun bir bedel karşılığında yapının ve arazinin tamamının veya yeterli bir kısmının mülkiyetinin malzeme sahibine verilmesini isteyebilir. Taşınmaz maliki, rızası olmaksızın yapılmış ve yıkımı aşırı zarar doğurmayan yapının yıkımını isteyebilir. Taşkın yapı sahibinin iyiniyetli olduğunun kabul edilmesi için, Tapu Sicil Müdürlüğü, Kadastro Müdürlüğü veya Belediyeye müracaat ederek kendi çap kaydının kapsamını tayin ettirmesi, yapılanmanın belirlenen ölçüm dahilinde olması gerekir. Davalının bu mercilere müracaat etmediği, iyiniyetli olmadığı durumda diğer koşullar aranmayacağı gözetilerek, temliken tescil isteğinin reddine karar verilmelidir.
Yanlar arasında görülen elatmanın önlenmesi ve yıkım davası sonunda, yerel mahkemece elatmanın önlenmesi isteminin reddine, temliken tescil isteminin ise kabulüne ilişkin olarak verilen karar davacı vekilince yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, tetkik hakiminin raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;
Dava, çaplı taşınmaza elatmanın önlenmesi ve yıkım isteğine ilişkin olup savunma yoluyla temliken tescil isteğinde bulunulmuştur.
Mahkemece, elatmanın önlenmesi davasının reddine, davalının temliken tescil talebinin kabulüne ve bilirkişi raporunda (A) harfi ile gösterilen 19.20 m2’lik kısmın davalı adına tapuya tesciline karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; çekişmeli 121 ada 13 parsel sayılı taşınmazın 24.07.1990 tarihinde kök muris Veysel adına tespit gördüğü ve ölümü ile aralarında davacı ve davalının da bulunduğu mirasçılarına intikal ettiği, daha sonra 18.06.2007 tarihinde pay temliki yoluyla tamamının davacı adına tescil edildiği, davalının bu taşınmazda kayıttan ve mülkiyetten kaynaklanan bir hakkının kalmadığı, komşu 121 ada 16 parsel sayılı taşınmazın paylı mülkiyet üzere olup davalının mirasbırakanı babası ile davacı ve dava dışı kişinin paydaş olduğu, daha önce yapılan iki katlı betonarme kargir binaya bitişik olarak ve davacının taşınmazına taşkın olacak şekilde davalının eklenti yapmak suretiyle 121 ada 13 parsel sayılı taşınmaza toplam 19.20 m2 tecavüzü olduğunun keşfen saptandığı görülmektedir.
Her ne kadar, 16 no’lu parsel paylı mülkiyet üzere ve dava dışı paydaşlar da bulunmakta ise de oluşturulan fiili durum itibariyle teknik bilirkişi raporunda gösterildiği biçimde davalının taşkın olacak şekilde yapılanarak elattığı anlaşılmaktadır.
Bilindiği üzere; başkasının taşınmazına, temelli ve kalıcı nitelikte yapı yapılması durumunda, Medeni Kanunun 684 ve 718. maddelerinin hükümleri gereğince yapı üzerinde veya altında bulunduğu taşınmazın tamamlayıcı parçası (mütemmim cüzü) haline geleceğinden ana taşınmazın mülkiyetine tabi olur. Yasa koyucu bu konumdaki taşınmaz maliki ile yapıyı yapan kişi arasındaki ilişkiyi genel hükümlere bırakmamış Medeni Kanunun 722, 723, 724. maddelerinin özel hükümleri ile düzenlemeyi uygun bulmuştur.
Bir kimse kendi malzemesi ile başkasının taşınmazına sürekli esaslı ve tamamlayıcı (mütemmim cüz) nitelikte yapı yapmışsa ve (Medeni Kanunun 724. maddesine göre) “yapının değeri açıkça arazinin değerinden fazlaysa iyiniyetli taraf uygun bir bedel karşılığında yapının ve arazinin tamamının veya yeterli bir kısmının mülkiyetinin malzeme sahibine verilmesini istiyebilir.” Söz konusu madde hükmünden açıkça anlaşıldığı üzere taşınmazın mülkiyetinin yapı malikine verilebilmesi için öncelikli koşul iyiniyettir. Öngörülen iyiniyetin Medeni Kanunun 3. maddesinde hükme bağlanan sübjektif iyiniyet olduğunda kuşku yoktur. Bu kural, elattığı taşınmazın başkasının mülkü olduğunu bilmemesini veya beklenen tüm dikkat ve özeni göstermesine karşın bilecek durumda olmamasını ya da yapıyı yapmakta haklı bir sebebin bulunmasını ifade eder. Böyle bir davada iyiniyetli olduğunu iddia eden kişinin 14.02.1951 tarih 17/1 sayılı İçtihatları Birleştirme Kararında belirtildiği gibi bu iddiasını ispat etmesi gerekir, ikinci koşul ise, yapı kıymetinin taşınmazın değerinden açıkça fazla olmasıdır. Bu koşul, dava gününe ve objektif esaslara göre saptanmalı fazlalık ilk bakışta kolayca anlaşılmalıdır. Üçüncü koşul olarak ta yapıyı yapan, taşınmaz malikine uygun bir bedel ödemelidir. Uygun bedel genellikle yapı için lazım olan arsa miktarının dava tarihindeki gerçek değeri olarak kabul edilmekte ise de büyük bir taşınmazın bir kısmının devri gerektiğinde geri kalan kısmın bedelinde meydana gelecek noksanlıklar, varsa taşınmaza bağlı öteki zararlar gözönünde bulundurularak, bu bedelin aşılması hak ve nesafet kuralı gereğidir. Hemen belirtmek gerekir ki, temliken tescil isteme hakkı ancak, yapı yapıldığı sıradaki taşınmazın maliki olan kişiye karşı açılacak davada ileri sürülebilecek bir kişisel hak olup, yenilik doğurucu bu dava sonunda verilen kararın kesinleşmesinden sonra ayni hakka dönüşebilir.
Öte yandan, Medeni Kanunun 722. maddesi taşınmaz malikine rızası olmaksızın yapılmış ve yıkımı aşırı zarar doğurmayan yapının yıkımını isteme hakkı tanımış, yıkım masrafının yapı malikine ait olacağını hükme bağlamıştır. Ne var ki, yasada aşırı zarar kavramı tanımlanmadığından yasa koyucunun bu yöndeki asıl amacının göz önünde tutulmasında yarar vardır. Değinilen maddenin düzenlemesine yol açan asıl neden, meydana getirilen yapının korunmasındaki mevcut olan genel iktisadi yarardır. Diğer bir söyleyişle yapının yıkımı halinde dava tarihine göre objektif ölçüler içerisinde tespit edilecek zararın çok fazla olması aşırı zararın varlığını gösterir. Bununla birlikte gerektiğinde özel ve teknik hususlarda uzman bilirkişilerin bilgisine başvurulmak suretiyle taşınmaz sahibinin o yapıdan yararlanma derecesi arsanın bütünlüğünün bozulup bozulmaması taşınmazın değerinde doğacak noksanlık gibi sübjektif olgularda dikkate alınmalıdır.
Aşırı zarar doğması sebebiyle yapı yıkılamadığı takdirde taşınmaz malikinin mamelekinde sebepsiz bir zenginleşme meydana geleceğinden, taşınmaz malikinin malzeme malikine (muhik) bir tazminat vermesi gerektiği, malzeme maliki iyiniyetli değilse tazminat miktarının, levazımın en az kıymetini geçemeyeceği, aynı Yasanın 723. maddesinde belirtilmiştir. Bu durumda, 04.03.1953 tarih 10/3 sayılı İçtihatları Birleştirme Kararının gerekçesinde benimsenen ve uygulamada kararlılık kazanmış ilke uyarınca aşırı zarar nedeniyle yapı yıkılamıyorsa, iyi veya kötü niyete göre, haklı (muhik) tazminat veya en az levazım bedelini ödeyip ödemeyeceği, arsa malikinden sorulmalı, kabul ettiği takdirde bu bedel karşılığı yapının taşınmaz malikine aidiyetine karar verilmeli, aksi halde yıkım isteği reddedilmelidir. Maddedeki (muhik tazminat) sözcüğünden salt inşaat bedeli değil olayın özelliğine göre Medeni Kanunun 4. maddesinden aldığı yetkiye dayanarak hakimin takdir edeceği en uygun bedel (asgari levazım bedeli) ise, taşınmaz maliki yönünden yapının sübjektif (öznel) olarak taşıdığı değer anlaşılmalıdır.
Somut olaya gelince, mahallinde iki kez keşfe gidildiği, birinci keşifte hazır bulunan tek inşaat bilirkişinin “tecavüzlü kısmın yıkılması durumunda yapının diğer kısımlarının zarar görebileceğini” bildirmesine karşın, ikinci keşfe üç inşaat bilirkişinin katıldığı ve bunlar tarafından verilen hükme elverişli, yeterli ve açıklayıcı teknik bilirkişi raporunda belirtildiği üzere, taşkın olan bölümün “bitişiğindeki binaya o binanın bir parçası gibi yapılmış, üzeri bitişik binanın terası, içi ise dükkan olarak kullanılan bir yapıdan” ibaret olduğu ve taşkın olan bölümün yıkılması halinde yapının ana nüvesine bir zarar vermeyeceği, diğer taraftan, çaplı taşınmaza taşkın yapılanma halinde yapı sahibinin iyiniyetli olduğunun kabul edilebilmesi bakımından öncelikle Tapu Sicil Müdürlüğü, Kadastro Müdürlüğü veya Belediyeye müracaat edilerek kendi çap kaydının kapsamını tayin ettirmesi, buna göre belirlenen ölçüm dahilinde yapılanma olursa ancak bu halde iyiniyetli olduğunun kabulünün mümkün olacağı sabittir. Oysa, davalının resmi olarak yukarıda belirtilen merciilere müracaat ettiği kanıtlanamamıştır.
Öyle ise, TMK.nın 725. maddesinin öngördüğü ilk şart olan iyiniyet koşulunu davalının taşıdığı kabul edilemez, iyiniyet olmadığı takdirde de, diğer koşulların araştırılmasına gerek bulunmamaktadır.
Hal böyle olunca, davacının davasının kabulüne, savunma yoluyla getirilen temliken tescil isteğinin reddine karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı olduğu üzere hüküm kurulmuş olması doğru değildir.
Davacının temyiz itirazları yerindedir. Kabulüyle hükmün, açıklanan nedenlerle (6100 sayılı Yasanın geçici 3. maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK.nın 428. maddesi gereğince (BOZULMASINA), alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 06.02.2013 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2014/17185, K:2016/5953, 11.05.2016
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2013/16926, K:2014/2234, 12.02.2014
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2013/17754 K: 2014/2177 T: 11.02.2014
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2013/1058 K: 2013/4933 T: 04.04.2013
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2013/16926, K:2014/2234, 12.02.2014
Çapa bağlı taşınmazlarda mülkiyetten kaynaklanan bir hakkı olmayan ve başkasının taşınmazına bilerek bina inşa eden davalı iyiniyetli olamayacağından Türk Medeni Kanununun 722, 723, 724 ve 725. maddelerinin olayda uygulama yeri bulamayacağı kuşkusuzdur. Ancak, davalıya ait yapının tamamı dava konusu 2 parselde bulunmadığından tazminat olarak taşınmazın tamamı için belirlenen malzeme bedeline hükmedilmesi, dolayısıyla bir bütün olarak binanın mülkiyetinin haksız olarak davacıya devrine yol açacak şekilde hüküm tesisi doğru değildir.
Yanlar arasında görülen elatmanın önlenmesi ve yıkım davası sonunda, yerel mahkemece elatmanın önlenmesi isteğinin kabulüne, yıkım isteği yönünden karar verilmesine yer olmadığına ilişkin olarak verilen karar davalı vekilince yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;
Dava, çaplı taşınmaza elatmanın önlenmesi ve yıkım isteklerine ilişkindir. Davacılar, paydaşı oldukları 919 ada 2 parsel sayılı taşınmaza, bina yapmak ve bir bölümünü zilyetliğinde bulundurmak suretiyle davalı tarafından müdahale edildiğini ileri sürerek elatmanın önlenmesi ve yıkım isteklerinde bulunmuşlardır. Davalı, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, başkasının taşınmazına bilerek bina inşa eden davalının iyi niyetli olamayacağı ve taşınmazda mülkiyete dayalı bir hakkı bulunmadığı gerekçesiyle davacının elatmanın önlenmesi isteğinin kabulüne, vazgeçme nedeniyle yıkım konusunda karar verilmesine yer olmadığına, sebepsiz zenginleşme nedeniyle 11.816,86-TL malzeme bedelinin davalıya ödenmesine karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; çekişmeli 919 ada 2 parsel sayılı taşınmazda davacılarla birlikte dava dışı kişilerin paydaş oldukları, davacıların dava açıldıktan sonra 16.6.2011 tarihinde paylarını dava dışı Z.. Ş..’na devrettikleri, yargılamaya yeni malik Zülfiye’nin devam ettiği, davacı vekilinin 10.1.2013 tarihli celsede yıkım isteğinden vazgeçtiğini bildirdiği, tapu kaydına göre davalının bu taşınmazda kayıttan ve mülkiyetten kaynaklanan bir hakkının olmadığı, yapılan keşif neticesinde davalı tarafından yapılan bina ve kullanılan bahçenin 332,07 m2’lik kısmının dava konusu 2 parselde, 502,03 m2’lik kısmının komşu 1 parselde kaldığının tespit edildiği anlaşılmaktadır.
Her ne kadar, davalıya ait binanın büyük kısmı dava konusu olmayan 1 parsel sayılı taşınmaz üzerinde kalmakta ise de, 1 sayılı parselin mülkiyet durumu dosya kapsamından anlaşılamamaktadır. Dava konusu 2 parsel sayılı taşınmaz yönünden, fiili durum itibariyle teknik bilirkişi raporunda gösterildiği biçimde davalı, 2 parsel sayılı taşınmaza taşkın olacak şekilde yapılanmak suretiyle elatmış olup, bu bakımdan elatmanın önlenmesine karar verilmiş olmasında bir isabetsizlik bulunmamaktadır. Davalının bu yöne ilişkin temyiz itirazları yerinde değildir.Reddine.
Davalının diğer temyiz itirazlarına gelince; Çapa bağlı taşınmazlarda mülkiyetten kaynaklanan bir hakkı olmayan ve başkasının taşınmazına bilerek bina inşa eden davalı iyiniyetli olamayacağından Türk Medeni Kanununun 722, 723, 724 ve 725. maddelerinin olayda uygulama yeri bulamayacağı kuşkusuzdur. Ne varki, temyiz edenin sıfatına göre bu husus bozma nedeni yapılmamıştır.
Ancak, davalıya ait yapının tamamı dava konusu 2 parselde bulunmadığından tazminat olarak taşınmazın tamamı için belirlenen malzeme bedeline hükmedilmesi, dolayısıyla bir bütün olarak binanın mülkiyetinin haksız olarak davacıya devrine yol açacak şekilde hüküm tesisi doğru değildir.
Hal böyle olunca, dava konusu 2 sayılı parsel üzerinde kalan yapı ve varsa eklentilerinin değeri belirlenmek suretiyle sadece bu değerin tazminat olarak hüküm altına alınması gerekirken yanılgılı değerlendirme ile taşınmazın tamamı için tespit edilen malzeme bedeline hükmedilmesi doğru değildir.
Davalının temyiz itirazları değinilen yön itibariyle yerindedir. Kabulüyle hükmün, açıklanan nedenlerle (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK.’nın 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine,12.02.2014 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2014/17185, K:2016/5953, 11.05.2016
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2013/1066, K:2013/1339, 06.02.2013
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2012/12953 K: 2012/12235 T: 05.11.2012
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2011/11622 K: 2012/456 T: 25.01.2012
Yargıtay 3. Hukuk Dairesi E: 2014/4476, K:2014/11766, 15.09.2014
Somut olayda; davacının davalıdan resmi olmasa da sözleşme ile taşınmaz satın aldığı, taşınmazın devrinin sağlanacağı inancı ile bazı masraflar yaptığı diğer bir deyiş ile zilyet olduğu sürede iyiniyetli olduğu açıktır; bu durumda davacı TMK’nun 723. maddesi gereğince yaptığı zorunlu ve faydalı masraf bedelini talep edebilecektir.
Y A R G I T A Y K A R A R I: Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü:
Davacı vekili dava dilekçesinde; davacı ile davalı arasında taşınmaz satım sözleşmesi yapıldığını, davacının davalıya 5.000.00 TL ödediğini, inşaat için ise 7.500.00 TL masraf yaptığını, önce davacının sonra davalının tespit yaptırdığını, başlatılan icra takibine itiraz edildiğini belirterek, itirazın iptaline ve icra inkar tazminatına karar verilmesini talep etmiştir. Davalı vekili cevap dilekçesinde; davanın reddini istemiştir. Mahkemece; davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Somut olayda; davacının davalıdan resmi olmayan sözleşme ile taşınmaz satın aldığı, davalıya ödediği bedel ile taşınmaza yaptığını iddia ettiği masrafların bedellerini sebepsiz zenginleşmeye dayalı olarak talep ettiği anlaşılmaktadır.
Medeni Kanunun 722.maddesi gereğince; bir kimse kendi arazisindeki yapıda başkasının malzemesini ya da başkasının arazisindeki yapıda kendisinin veya bir başkasının malzemesini kullanırsa, bu malzeme arazinin bütünleyici parçası olur. Ancak, sahibinin rızası olmaksızın kullanılmış olan malzemenin sökülmesi aşırı zarara yol açmayacaksa, malzeme sahibi, gideri yapıyı yaptırana ait olmak üzere bunların sökülüp kendisine verilmesini isteyebilir. Aynı koşullar altında arazinin maliki de, rızası olmaksızın yapılan yapıda kullanılan malzemenin, gideri yapıyı yaptırana ait olmak üzere sökülüp kaldırılmasını isteyebilir.
Aynı Kanunun 723.maddesi gereğince; malzeme sökülüp alınmazsa arazi maliki, malzeme sahibine uygun bir tazminat ödemekle yükümlüdür. Yapıyı yaptıran malzeme sahibi iyi niyetli değilse, hâkimin hükmedeceği miktar bu malzemenin arazi maliki için taşıdığı en az değeri geçmeyebilir.
Somut olayda; davacının davalıdan resmi olmasa da sözleşme ile taşınmaz satın aldığı, taşınmazın devrinin sağlanacağı inancı ile bazı masraflar yaptığı diğer bir deyiş ile zilyet olduğu sürede iyiniyetli olduğu açıktır; bu durumda davacı TMK’nun 723.maddesi gereğince yaptığı zorunlu ve faydalı masraf bedelini talep edebilecektir.
Ayrıca İİK. 67/2.maddesi uyarınca; icra inkar tazminatına hükmedilmesi için borçlunun takip sırasında ödeme emrine itiraz etmesi ve alacaklının dava ederek haklı çıkması zorunludur. Borçlunun kötüniyetle itiraz etmiş olması yasal koşul değildir. İcra inkar tazminatı, işin çabuk bitirilmesine engel olan borçluya karşı konulmuş bir yaptırımdır. Bunlardan ayrı alacağın likit ve belli olması gerekir. Borçlu, yalnız başına ne kadar borçlu olduğunu tespit edebilir durumda ise alacağın likit ve belli olduğunun kabulü gerekir. Öte yandan, alacağın muhakkak bir belgeye bağlı olması da şart değildir. Somut olayda ise alacağın likit olmadığı gözden kaçırılarak davacı yararına icra inkar tazminatına hükmedilmesi doğru bulunmamıştır.
İcra takibine geçilmeden önce her iki yan da delil tespiti talep etmişlerdir. Davacı tarafından 22/08/2011 tarihinde yaptırılan delil tespiti dosyasına sunulan ve inşaat mühendisi tarafından hazırlanan bilirkişi raporunda imalatların toplam değerinin 10.177.95 TL olduğu belirlenmiş, bilirkişi raporu davalıya tebliğ edilmiş, davalı tarafından 24/10/2011 tarihinde yaptırılan delil tespiti dosyasına sunulan ve inşaat mühendisi tarafından hazırlanan bilirkişi raporunda ise imalatların toplam değerinin 3.852.42 TL olduğu belirlenmiş, bilirkişi raporu davacıya tebliğ edilememiştir.
Mahkemece benimsenerek hükme dayanak alınan önceki bilirkişi raporu ile daha sonra alınan bilirkişi raporunun çeliştiği, bilirkişi raporları arasındaki çelişki giderilmeden hüküm kurulduğu anlaşılmaktadır.
HUMK’nun 275. ve devamı maddelerinde; “bilirkişilik” müessesesi düzenlenmiş olup, anılan maddede mahkemenin çözümü özel veya teknik bir bilgiyi gerektiren hallerde bilirkişinin oy ve görüşünün alınmasına karar vereceği düzenlendikten sonra 286.maddede de bilirkişinin oy ve görüşünün hakimi bağlamayacağı düzenlenmiş ise de işin çözümünde teknik bilgi ve birikimin gerekliliğine inanılarak bilirkişi incelemesi yaptırıldığına göre verilen raporlar çelişkili ise mahkeme HUMK.nun 283.maddesi hükmüne dayalı olarak, bilirkişiden açıklama ya da ek rapor isteyebileceği gibi 284.maddesi hükmüne dayalı olarak yeni bir bilirkişi heyeti oluşturularak yeni bir rapor alabilir.
Aynı ilkeler 6100 sayılı HMK beşinci bölümünde; “bilirkişi incelemesi” ismi altında ve 266-287.maddeleri arasında düzenlenmiştir.
Bilirkişi raporu kural olarak hâkimi bağlamaz. Hâkim raporu serbestçe takdir eder. Hâkim, raporu yeterli görmezse, bilirkişiden ek rapor isteyebileceği gibi gerçeğin ortaya çıkması için önceki bilirkişi veya yeniden seçeceği bilirkişi vasıtasıyla yeniden inceleme de yaptırabilir. Bilirkişi raporları arasındaki çelişki varsa hakim çelişkiyi gidermeden karar veremez.
Bu durumda mahkemece önceki bilirkişiler dışındaki uzmanlardan oluşan bir bilirkişi kurulundan alınan iki rapordaki çelişkileri giderecek ve davacının iyiniyetli zilyet olduğu da gözönüne alınacak biçimde rapor alınarak, varılacak sonuca göre karar verilmesi gerekirken, birbiriyle çelişen raporlardan ilkine dayanılarak raporlar arasındaki çelişki giderilmeden eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm tesisi usul ve yasaya aykırı görülmüş, bu husus bozmayı gerektirmiştir.
Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA ve peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 15.09.2014 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 3. Hukuk Dairesi E: 2016/13251, K:2018/1413, 21.02.2018
- Yargıtay 3. Hukuk Dairesi E: 2015/14059, K:2016/8400, 30.05.2016
- Yargıtay 3. Hukuk Dairesi E: 2017/2940 K: 2017/2171 T: 28.02.2017
- Yargıtay 3. Hukuk Dairesi E: 2017/12667 K: 2017/10210 T: 15.06.2017
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/16235, K:2014/13856, 22.10.2014
TMK’nun 723/3 maddesinde ise “…malzeme sahibi iyiniyetli değilse hakimin hükmedeceği miktar bu malzemenin arazi maliki için taşıdığı en az değeri geçmeyebilir” denilmekte ise de bu hükümde yer alan hak ayni hak niteliğinde olmayıp, şahsi hak (alacak hakkı) dır. Bu hak taşınmazı alan yeni malike karşı 723.maddeye dayanılarak talepte bulunulmaz ( Yargıtay HGK nun 14.11.1962 gün ve 4/140-94 sayılı kararı). Bu durumda davacı BK’nun sebepsiz zenginleşme hükümlerine dayanabilir. BK’nun 61 vd. maddeleri gereğince, “hukuken geçerli bir sebebe dayanmaksızın bir başkasının (davacının) malvarlığından istifade ederek kendi malvarlığını artıran kimse (davalı) elde ettiği kazanımı geri vermek zorundadır”.
Davacı dava dilekçesinde, davaya konu taşınmazı 07.04.1967 yılında dava dışı R.. E..’dan harici satış sözleşmesi ile satın aldığını, taşınmaz üzerine malik olduğu inancıyla muhdesat yaptırıp ağaç diktiğini ancak taşınmazın 07.06.1994 tarihinde hükmen Yalova Belediyesi adına tescil edildiğini ardından Yalova Belediyesinin taşınmazı 31.07.2012 tarihinde davalıya ihale suretiyle sattığını ancak davalı tarafından taşınmaz üzerinde bulunan muhdesatların ve ağaçların bedellerinin ödenmediğini belirterek, Yalova 2.Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2012/39 Değişik İş tespit dosyası ile değerleri 15.040,64 TL olarak tespit edilen ağaç ve muhdesat bedelinin davalıdan tahsiline karar verilmesini dava ve talep etmiştir.
Davalı cevabında;davaya konu taşınmazla ilgili Yalova Belediyesi tarafından yapılan ilanda boş arsa olduğunun belirtildiğini, taşınmazı boş arsa olarak satın aldığını, sebepsiz zenginleşmediğini belirterek açılan davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.
Mahkemece, davalının taşınmazı üzerinde bulunan müştemilatlar ile birlikte ihale yolu ile Yalova Belediyesinden satın aldığı, bu itibarla davacının davasını belediyeye yönlendirmesi gerekirken davalıya açmış olduğu bu haliyle davalının pasif husumet ehliyetinin olmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı tarafından temyiz edilmiştir.
Uyuşmazlık, ihale yoluyla davalıya satılan taşınmaz nedeniyle taşınmaz üzerinde bulunan ağaçlar ve muhdesatlar yönünden davalının sebepsiz zenginleşip zenginleşmediği noktasında toplanmaktadır.
TMK’nun 729/1.maddesinin yollaması ile 722/1.maddesinde “Bir kimse kendi arazisindeki yapıda başkasının malzemesini ya da başkasının arazisindeki yapıda kendisinin veya bir başkasının malzemesini kullanırsa, bu malzeme arazinin bütünleyici parçası olur. Aynı kanunun 723/3 maddesinde ise “…malzeme sahibi iyiniyetli değilse hakimin hükmedeceği miktar bu malzemenin arazi maliki için taşıdığı en az değeri geçmeyebilir” denilmekte ise de bu hükümde yer alan hak ayni hak niteliğinde olmayıp, şahsi hak (alacak hakkı) dır. Bu hak taşınmazı alan yeni malike karşı 723.maddeye dayanılarak talepte bulunulmaz ( Yargıtay HGK nun 14.11.1962 gün ve 4/140-94 sayılı kararı). Bu durumda davacı BK’nun sebepsiz zenginleşme hükümlerine dayanabilir. BK’nun 61 vd. maddeleri gereğince, “hukuken geçerli bir sebebe dayanmaksızın bir başkasının (davacının) malvarlığından istifade ederek kendi malvarlığını artıran kimse (davalı) elde ettiği kazanımı geri vermek zorundadır”.
Buna göre davacının dikip yetiştirdiği ağaçlar ile muhdesatlar yönünden bunların mülkiyetini kazanan davalının BK’nun 61 vd maddeler gereğince sebepsiz zenginleşip zenginleşmediğini araştırmak gerekir. Davalı H.. C.. dava konusu taşınmazı dava dışı Yalova Belediyesinden satın alma yolu ile malik olduğuna göre ağaç bedelinin ve muhdesat bedelinin hangi malike ödendiği hususunun araştırılması gerekir. Eğer davalı ağaç ve muhdesat bedelini önceki malike ödeyerek taşınmazı satın almış ise sebepsiz zenginleştiğinden söz edilemez. Aksi halde ağaçların ve muhdesatın bedelini ödemeden satın almış ise o takdirde davalı sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre elde ettiği kazanımı geri vermek zorundadır.
Dosya içerisinde bulunan ihale dosyasında dava dışı Yalova Belediyesi tarafından yapılan ilanda davaya konu taşınmazın niteliğinin boş arsa olduğu,açık artırma tutanağında ise taşınmazın üzerinde tek katlı binanın olduğunun belirtildiği ancak davalının taşınmazı muhdesat ve ağaç bedelini ödeyerek satın alıp almadığı hususunun dosya kapsamıyla tespit edilemediği anlaşılmaktadır.
Bu durumda mahkemece; davalının taşınmazı satın alırken, üzerinde bulunan muhdesat ve ağaç bedelini ödeyip ödemediğinin duraksamasız olarak tespit edilerek, davalının ağaç ve muhdesat bedelini önceki malike ödeyerek taşınmazı satın almış ise davanın şimdiki gibi reddine aksi halde ağaçların ve muhdesatın bedelini ödemeden satın almış ise davalı sebepsiz zenginleşme hükümlerine göre elde ettiği kazanımı geri vermek zorunda bulunduğundan işin esasına girilerek sonucuna göre karar verilmesi gerekirken, eksik incelemeye dayanılarak davanın husumetten reddine karar verilmesi doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir.
Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA ve peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 22.10.2014 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/11042, K: 2019/860, 04.02.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/10343, K:2019/106, 08.01.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/9118, K:2015/1842, 23.02.2015
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/13782 K: 2020/2493 T: 02.03.2020
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/9118, K:2015/1842, 23.02.2015
TMK’nın 684 ve 718. maddeleri hükümleri gereğince yapı, üzerinde bulunduğu taşınmazın mütemmim cüzü (tamamlayıcı parçası) haline gelir ve o taşınmazın mülkiyetine tabi olur. Ancak, yasa koyucu somut olaydaki taşınmazların durumunu genel hükümlere bırakmamış, bu konumdaki taşınmazların maliki ile yapıyı yapan kişi arasındaki ilişkiyi TMK’nın 722, 723. ve 724. maddelerinde özel olarak düzenlemiştir. Uyuşmazlığın bu kapsamda değerlendirilmesi gerekecektir.
Malzeme sahibinin TMK’nın 724. maddesine dayanarak tescil talebinde bulunabilmesi bazı koşulların varlığına bağlıdır; birinci koşul, malzeme sahibinin iyiniyetli olmasıdır. İkinci koşul, yapı kıymetinin taşınmazın değerinden açıkça fazla olmasıdır. Üçüncü koşul ise yapıyı yapanın (malzeme sahibinin), taşınmaz malikine uygun bir bedel ödemesidir. Değinilen üç koşulun yanısıra, yapının bulunduğu arazi parçası davalıya ait taşınmazın bir kısmını kapsıyor ise tescile konu olacak yer, inşaat alanı ile zorunlu kullanım alanını kapsayacağından Mahkemece iptal ve tescile karar verebilmek için bu kısmın ana taşınmazdan ifrazının da mümkün olması gereklidir. mahkemece Türk Medeni Kanununun 724. maddesi uyarınca öncelikli koşul olan iyiniyet unsuru gerçekleşmediğinden davanın reddi gerekir.
K A R A R: Davacılar, 2 parsel sayılı 53,70 m2’lik taşınmazın senetsizden 24.08.2010 tarihinde davalıların murisi adına tescil edildiğini, 1964 yılında malik … ve ailesi tarafından davacılara devredilmesi üzerine taşınmazdaki eski binanın yıkılarak yeni bina yaptıklarını ancak 2004 yılında çıkan yangın sonucu mevcut binanın yanması üzerine yeniden bina yaptıklarını, davalıların 2011/232 Esas sayılı dosyada “men-i müdahale ve kal ” davası açtıklarını belirterek tapu iptali ve tescil istemiştir.
Davalılar vekili, tapu kaydında ve kadastro tutanağında taşınmaz üzerindeki binanın davacılar tarafından yapıldığına dair şerh var ise de taşınmazın tapu maliki davalıların murisine ait olduğunun davacılar tarafından bilindiğini, TMK 724. maddesindeki iyiniyet unsurunun bulunmaması nedeniyle davanın reddine, birleştirilen elatmanın önlenmesi, kal davasının kabulüne karar verilmesini istemiştir.
Mahkemece, dava konusu taşınmazın bulunduğu yerin … olarak bilindiği, eski yıpranmış odanın 1964 yılında yıkıldığı ve üzerine ahşap oda yapıldığı, 2004 yılında yangın çıkması nedeniyle eski odanın yerine davacılar tarafından betonarme özel köy odası yapıldığı, binanın arsa değerinden çok çok yüksek olduğu, davacıların 4721 sayılı TMK’nın 724. maddesi gereğince iyi niyetle bina yapmış oldukları gerekçesiyle davanın kabulüne, birleştirilen davanın reddine karar verilmiştir. Hükmü, davalılar ve birleştirilen davacılar vekili temyiz etmiştir.
TMK’nın 684 ve 718. maddeleri hükümleri gereğince yapı, üzerinde bulunduğu taşınmazın mütemmim cüzü (tamamlayıcı parçası) haline gelir ve o taşınmazın mülkiyetine tabi olur. Ancak, yasa koyucu somut olaydaki taşınmazların durumunu genel hükümlere bırakmamış, bu konumdaki taşınmazların maliki ile yapıyı yapan kişi arasındaki ilişkiyi TMK’nın 722, 723. ve 724. maddelerinde özel olarak düzenlemiştir. Uyuşmazlığın bu kapsamda değerlendirilmesi gerekecektir.
Bir kimsenin kendi malzemesi ile başkasının tapulu taşınmazına sürekli, esaslı ve mütemmim cüzü (tamamlayıcı parçası) niteliğinde yapı yapması halinde diğer koşullar da mevcutsa malzeme sahibi yapının bulunduğu alan ile yapının kullanılması için zorunlu arazi parçasının tescilini mülkiyet hakkı sahibinden isteyebilir.
TMK’nın 724. maddesinde yapı sahibine tanınan bu hak, kişisel hak niteliğinde olup, bina sahibi ve onun külli halefleri tarafından, inşaat yapılırken taşınmazın maliki kim ise ona ya da onun külli haleflerine karşı ileri sürülebilir. Hemen belirtmek gerekir ki, taşınmaza sonradan malik olan kişiye karşı da bu kişisel hak ancak yapı sahibini bu haktan mahrum bırakmak amacıyla arsa sahibi ile el ve işbirliği içinde olduğu iddiasıyla ileri sürülebilir.
Malzeme sahibinin TMK’nın 724. maddesine dayanarak tescil talebinde bulunabilmesi bazı koşulların varlığına bağlıdır;
- a) Birinci koşul, malzeme sahibinin iyiniyetli olmasıdır. TMK’nın 724. maddesi hükmünden açıkça anlaşılacağı üzere, taşınmaz mülkiyetinin yapı sahibine verilebilmesi için öncelikli koşul iyiniyettir. Öngörülen iyiniyetin TMK’nın 3. maddesinde hükme bağlanan sübjektif iyiniyet olduğunda da kuşku yoktur. Bu kural, malzeme sahibinin, elattığı taşınmazın başkasının mülkü olduğunu bilmemesini veya beklenen tüm dikkat ve özeni göstermesine karşılık bilebilecek durumda olmamasını ya da yapıyı yapmakta haklı bir sebebinin bulunmasını ifade eder.
Malzeme sahibinin tescil istemi ile açtığı davada iyiniyetin varlığı iddia ve savunmaya bakılmaksızın mahkemece re’sen araştırılmalıdır. Ne var ki, 14.02.1951 tarihli ve 17/1 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında belirtildiği gibi olay ve karinelerden, durumun özelliklerine göre kendisinden beklenen dikkat ve özeni göstermemiş olduğu açık bulunan malzeme sahibinin temliken tescil talebinde bulunması mümkün değildir. Çünkü bu gibi durumlarda kötüniyet karşı tarafın ispatı gerekmeden belirlenmiş olur. Ayrıca iyiniyet inşaatın başladığı andan tamamlandığı ana kadar devam etmelidir. (Sübjektif koşul)
İyiniyet koşulunun gerçekleşmediği durumlarda diğer koşulların gerçekleşip gerçekleşmediğinin araştırılmasına gerek bulunmamaktadır.
- b) İkinci koşul, yapı kıymetinin taşınmazın değerinden açıkça fazla olmasıdır. (Objektif koşul)
- c) Üçüncü koşul ise yapıyı yapanın (malzeme sahibinin), taşınmaz malikine uygun bir bedel ödemesidir.
- d) Yukarıda değinilen üç koşulun yanısıra, yapının bulunduğu arazi parçası davalıya ait taşınmazın bir kısmını kapsıyor ise tescile konu olacak yer, inşaat alanı ile zorunlu kullanım alanını kapsayacağından mahkemece iptal ve tescile karar verebilmek için bu kısmın ana taşınmazdan ifrazının da mümkün olması gereklidir.
Somut olaya gelince; 2 parsel sayılı taşınmaz 24.08.2010 tarihinde senetsizden davalıların murisi … oğlu … adına tescil edilmiştir. Davacılar davaya konu taşınmaz üzerindeki eski özel köy odasının büyük bir bölümünü yıkıp yerine ahşaptan inşa ettikleri, dinlenen tanık beyanlarına göre yerinin davalıların murisine ait olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca kadastro tutanağının beyanlar hanesinde binanın davacılar tarafından yapıldığı ancak edinme sebebi bölümünde ise taşınmazın üzerindeki ahşap odanın 1964 yılında tahrip olduğu, davalıların murisi … ve köy halkının tahrip olan odayı tamir ettikleri, 2004 yılında arsa üzerinde bulunan ahşap odanın tamamı ile yandığı, davacılar tarafından yeniden inşa edildiği anlaşılmaktadır. Bu durumda davacılar söz konusu arsanın kendilerine ait olmadığını bildiklerinden başka bir deyişle zeminin kendisine ait olduğu ya da 5.7.1944 tarihli ve 12/26 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında da belirtildiği gibi mülkiyetin ileride kendisine geçirileceği inancıyla hareket ettiklerinden söz edilemez. Bu nedenle mahkemece Türk Medeni Kanununun 724. maddesi uyarınca öncelikli koşul olan iyiniyet unsuru gerçekleşmediğinden davanın reddi gerekirken yazılı şekilde karar verilmiş olması doğru görülmemiş, bu sebeple hükmün bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, bozma sebebine göre diğer birleştirilen elatmanın önlenmesi, kal davası yönünden temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik yer olmadığına, peşin yatırılan harcın istek halinde yatırana iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 23.02.2015 tarihinden oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/11042, K: 2019/860, 04.02.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/10343, K:2019/106, 08.01.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/16235, K:2014/13856, 22.10.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2017/2101 K: 2020/7721 T: 25.11.2020
Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2014/17185, K:2016/5953, 11.05.2016
Çapa bağlı taşınmazlarda mülkiyetten kaynaklanan bir hakkı olmayan ve başkasının taşınmazına bilerek bina inşa eden davalılar iyiniyetli olamayacağından, Türk Medeni Kanunu’nun 722,723,724 ve 725. maddelerinin eldeki davada uygulama yeri bulamayacağının şüphesiz olduğu ve mahkemece el atmanın önlenmesi ile birlikte yıkım isteminin de kabulüne karar verilmesi gerektiği gözetilmelidir.
-KARAR: Dava, çaplı taşınmaza elatmanın önlenmesi ve yıkım isteklerine ilişkindir. Davacı, kayden maliki bulunduğu 1657 parsel sayılı taşınmaza davalıların duvar çekmek ve taşkın inşaat yapmak suretiyle müdahale ettiklerini ileri sürerek elatmanın önlenmesi ve yıkıma karar verilmesini istemiştir.
Davalılar, taşkınlığın iradeleri dışında idari bir işlem sonucu meydana geldiğini, kendilerine atfedilecek bir kusurdan söz edilemeyeceğini, yıkımın fahiş zarar doğuracağını, iyiniyetli olduklarını belirterek davanın reddini savunup, ayrıca savunma yoluyla temliken tescil istemişlerdir. Mahkemece, müdahalenin keşfen saptandığı gerekçesiyle elatmanın önlenmesi isteğinin kabulüne, fahiş zarar doğuracağı gerekçesiyle taşkın bina ve duvarın yıkılması isteğinin reddine karar verilmiştir.
Toplanan deliller ve dosya içeriğinden; çekişme konusu 1657 parsel sayılı bahçe vasıflı taşınmazın rızai taksim sonucu … adına kayıtlı iken 02.10.1992 tarihinde satın alma ile davacı adına tescil edildiği, taşınmazın 16.07.1992 tarihinde Bayar soyisimli kişiler adına ifrazen oluştuğu, komşu 1232 parsel sayılı evli bahçe vasıflı taşınmazın ise 08.10.1976 tarihinde yapılan ifraz işlemi ile davalılar ve mirasbırakanları adına kayıtlı olduğu, 1232 sayılı parsel üzerinde bulunan tek katlı çelik kontruksiyon binanın 5 yaşında, 3 katlı betonarme binanın 10-12 yaşlarında olup davacı taşınmazına tecavüzlü olduğunun tespit edildiği, üç kişilik inşaat bilirkişi kurulundan ikisi 3 katlı binanın ve arkasındaki tek katlı binanın tecavüzlü kısımlarındaki taşıyıcı kolonların yıkılması durumunda fahiş zarar oluşturacağını bildirdikleri halde …. isimli inşaat mühendisinin bunlara muhalif görüş bildirerek, tek katlı binanın tecavüzlü kısmının yıkılmasının sorun teşkil etmeyeceği, 3 katlı betonarme karkas binanın ise tecavüzlü kısmının statik ve deprem yönetmeliğine göre yapının tüm katlarının askıya alınması kaydıyla yıkılmasının mümkün olduğunu beyan ettiği sabittir.
Somut olayda; davalıların bahçe niteliğindeki davacıya ait taşınmaza taşkın bina yapmasında iyiniyetli olduğundan sözetme olanağı yoktur. Mahkemece elatmanın önlenmesine karar verilmiş olması kural olarak doğrudur.
Bilindiği ve Türk Medeni Kanununun 722. vd. maddesinde düzenlendiği üzere; bina arazi malikinin rızası alınmaksızın iyiniyetli malzeme sahibi tarafından yapılmış ise, yıkılıp sökülmesi aşırı zarara yol açmadıkça arazi sahibi yıkılıp sökülmesini isteyebilir.
Ne var ki, yasada aşırı zarar kavramı tanımlanmadığından, yasa koyucunun bu yöndeki asıl amacının göz önünde tutulması gerekmektedir. Değinilen maddenin düzenlenmesine yol açan asıl neden meydana getirilen yapının korunmasındaki mevcut olan genel iktisadi yarardır. Başka bir anlatımla, yapının yıkılması halinde dava tarihine göre objektif ölçüler içerisinde tespit edilecek zararın çok fazla olması aşırı zararın varlığını gösterir.
Tüm bunların yanında kural olarak yıkımın fahiş zarar doğurup doğurmayacağının takdiri hakime aittir. Hakim, takdir hakkını kullanırken elbette bilirkişinin ya da bilirkişilerin bildirdikleri teknik bilgilerden ve gözlemlerden yararlanacaktır. Ancak, vardıkları sonuç bu yönden (yıkımın fahiş zarar doğurup doğurmayacağı yönünden) hâkimi bağlamaz. Değinilen ilke kararlılık kazanmış, içtihatlarla da benimsenmiş bulunmaktadır.
Çapa bağlı taşınmazlarda mülkiyetten kaynaklanan bir hakkı olmayan ve başkasının taşınmazına bilerek bina inşa eden davalılar iyiniyetli olamayacağından Türk Medeni Kanunu’nun 722, 723, 724 ve 725.maddelerinin olayda uygulama yeri bulamayacağı kuşkusuzdur. Hâl böyle olunca; yıkım isteğinin de kabulüne karar verilmesi gerekirken, reddedilmesi doğru değildir.
Davacının temyiz itirazları belirtilen nedenlerle yerindedir. Kabulüyle hükmün (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK’un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, bozma nedenine göre bu aşamada davalının temyiz itirazlarının incelemesine yer olmadığına alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 11.05.2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2013/1066, K:2013/1339, 06.02.2013
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2013/16926, K:2014/2234, 12.02.2014
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2020/2655 K: 2021/534 T: 02.02.2021
- Yargıtay 1. Hukuk Dairesi E: 2016/2948 K: 2019/469 T: 24.01.2019
Yargıtay 3. Hukuk Dairesi E: 2015/14059, K:2016/8400, 30.05.2016
Davacının, tapuda hazine adına kayıtlı olup ecrimisil ödemek suretiiv le kullandığı taşınmaza ağaç dikmesi nedeniyle iyiniyetli olarak kabulüne imkan bulunmadığından, arsa sahibi olan davalı hâzinenin ağaçlar sebebiyle iyiniyetli olmayan malzeme sahibi davacıya bir miktar tazminat ödemesi ve tazminatın ağaçların arazi sahibi için taşıdığı en az değerle sınırlı olması gerektiği, öte yandan tazminat miktarı ağaçların arazi maliki için arzettiği sübjektif değeri aşamayacağından, burada olayların özelliğine bakan hakimin Türk Medeni Kanunu’nun 4. maddesinin kendisine tanıdığı takdir yetkisini kullanması gerektiği de nazara alınmalıdır.
Y A R G I T A Y K A R A R I: Davacı vekili dava dilekçesinde; mülkiyeti …ye ait 1593 ve 1595 nolu parselin toplam 6100 m2 lik kısmını ecrimisil ödeyerek 2002 yılından bu yana kullandığını, bu araziye spor kompleksi yapılacağının karara bağlandığını, bu karardan sonra İlçe Mal Müdürlüğü tarafından müvekkiline gönderilen yazı ile taşınmazın 30 gün içinde teslim edilmesinin istenildiğini, aksi takdirde ağaçların kendileri tarafından söküleceğinin belirtildiğini, müvekkilinin davalı taraftan ağaç bedellerinin kendisine ödenmesini talep ettiğini, ancak talebinin kabul edilmediğini belirterek, 5.000 TL’nin tahsilini talep ve dava etmiş,17.05.2013 havale tarihli ıslah dilekçesi ile talebini 28.800 TL’ye çıkarmıştır.
Davalı vekili cevap dilekçesinde; davacının ….adına kayıtlı arazi üzerine haksız olarak ağaç diktiğini, … Mal Müdürlüğünce alınan idari karar ile arazi üzerinde ağaçların sökülmesine karar verildiğini belirterek, davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.
Mahkemece; idarenin dava konusu yerin spor kompleksi yapılmak amacı ile boşaltılmasını talep ettiğini, dava konusu taşınmaz üzerindeki ağaçların idareye her hangi bir gelir veya fayda sağlamasının mümkün olmadığını, kaldı ki, davacının dava konusu taşınmaz üzerinde, bir nevi kiracı veya fuzuli işgalci konumunda olduğunu, davacının bahse konu muhdesatı idarenin izni ile yaptığına dair herhangi bir delilin mevcut olmadığını belirterek, davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Medeni Kanunun 722. maddesi gereğince; bir kimse kendi arazisindeki yapıda başkasının malzemesini ya da başkasının arazisindeki yapıda kendisinin veya bir başkasının malzemesini kullanırsa, bu malzeme arazinin bütünleyici parçası olur. Ancak, sahibinin rızası olmaksızın kullanılmış olan malzemenin sökülmesi aşırı zarara yol açmayacaksa, malzeme sahibi, gideri yapıyı yaptırana ait olmak üzere bunların sökülüp kendisine verilmesini isteyebilir. Aynı koşullar altında arazinin maliki de, rızası olmaksızın yapılan yapıda kullanılan malzemenin, gideri yapıyı yaptırana ait olmak üzere sökülüp kaldırılmasını isteyebilir.
Aynı Kanunun 723. maddesi gereğince malzeme sökülüp alınmazsa arazi maliki, malzeme sahibine uygun bir tazminat ödemekle yükümlüdür. Yapıyı yaptıran malzeme sahibi iyi niyetli değilse, hâkimin hükmedeceği miktar bu malzemenin arazi maliki için taşıdığı en az değeri geçmeyebilir.
Somut olayda, dava konusu taşınmazın tapuda ….adına kayıtlı olduğu ve davacı tarafından ecrimisil ödenmek sureti ile kullanıldığı, ayrıca keşif raporunda belirtilen ağaçların davacıya ait olduğu yanlar arasında tartışmasızdır. Davacının kendisine ait olmayan taşınmaz üzerine ağaç diktiği dosya kapsamı ile sabit olduğundan, iyiniyetli olarak kabulüne olanak yoktur. Hiç kuşkusuz, dava konusu taşınmaz üzerindeki ağaçlar sökülüp götürülürse hayatiyetini kaybedecek, ekonomik değer taşımaları nedeniyle de aşırı zarar ortaya çıkacaktır. Sökülüp götürülmemesi durumunda ise de arazi sahibi olan davalı sebepsiz zenginleşecektir. O yüzden arsa sahibi davalı ağaçlar nedeniyle iyiniyetli olmayan malzeme sahibine bir miktar tazminat ödemelidir. Türk Medeni Kanunun 723/son maddesince bu gibi durumlarda ödemesi gereken tazminat ağaçların arazi maliki için taşıdığı en az değerle sınırlıdır. Bu takdirde ödenecek tazminat ağaçların arazi maliki davacı için arz ettiği subjektif değeri aşamayacağından burada olayların özelliğine bakan hakimin Türk Medeni Kanununun 4.maddesini kendisine tanıdığı takdir yetkisini kullanması gerekir.
O halde, bu yönler üzerinde durulmadan yazılı olduğu şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya uygun görülmemiş kararın bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA ve peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 30.05.2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 3. Hukuk Dairesi E: 2016/13251, K:2018/1413, 21.02.2018
- Yargıtay 3. Hukuk Dairesi E: 2014/4476, K:2014/11766, 15.09.2014
- Yargıtay 3. Hukuk Dairesi E: 2018/7751 K: 2019/493 T: 23.01.2019
- Yargıtay 3. Hukuk Dairesi E: 2017/8534 K: 2018/509 T: 23.01.2018
Yargıtay 3. Hukuk Dairesi E: 2016/13251, K:2018/1413, 21.02.2018
Davacının kendisine ait olmayan taşınmaz üzerine inşa ettiği baraka ve kuyu yönünden iyiniyetli olmadığı, bu barakalar ve kuyu yönünden sadece TMK’nın 723.maddesi gereğince asgari levazım bedelini davalıdan talep edebileceği açıktır. Gerek öğreti ve gerekse uygulama ile asgari levazım değerinin yapı ve eklentilerinin yapımında kullanılan tüm malzemelerin işçilik ve yapımcı kârı gibi unsurlar gözetilmeksizin piyasadaki en düşük değerlerinden, yapım yılı veya yıllarına göre yıpranma düşüldükten sonra elde edilecek miktar şeklinde hesaplanacağı da benimsenmiş bulunmaktadır.
Y A R G I T A Y K A R A R I: Davacı; tapuda Maliye Hazinesi adına kayıtlı olan ve Maliye Bakanlığı Milli Emlak Genel Müdürlüğü tarafından … Üniversitesi … Meslek Yüksek Okuluna tarımsal araştırma ve uygulama sahası olarak kullanılmak üzere tahsis edilen 275 ada 33 ve 34 parsel sayılı taşınmazda bulunan eğitim ve uygulama çiftliğinde görevli olduğunu, davaya konu taşınmaz üzerinde 1999 yılından itibaren ekim, dikim yapmaya başladığını, kira bedellerini ödediğini, iki adet kuyu açtırdığını, arazi üzerine bir adet ahır ve 100m2 lik ev yaptığını, arazinin etrafına 382 adet ceviz ağacı ve 150 adet iğde ağacı diktiğini, halen arazide buğday ve arpa ekili olduğunu, … Valiliği tarafından aleyhine ecrimisil ihbarnameleri gönderildiğini belirterek, TMK 994.m.gereği davaya konu taşınmazlara yapmış olduğu faydalı ve zorunlu masrafların bedeli olarak 10.000,00 TL maddi tazminatın dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte tahsiline, davacının yaptığı giderler ödeninceye kadar zilyeti bulunduğu taşınmazlar üzerine hapis hakkı tanınmasına karar verilmesini talep ve dava etmiş, 28.09.2015 tarihli dilekçesi ile talebini 27.529,57 TL’ye yükseltmiştir.
Davalı; davanın zamanaşımı yönünden reddini, toplam 3618 dekarlık arazinin … Meslek Yüksekokuluna tarımsal araştırma ve uygulama sahası olarak kullanılmak üzere 1994 yılında tahsis edildiğini, rüzgar erozyon bölgesi olan saha üzerine rüzgar önleyici yüzlerce iğde, badem, çalı vb.ağaç dikildiğini, arazide sulama kuyusu bulunduğunu, öncesinde Valilik tarafından yapılmış birkaç basit ev bulunduğunu, davacının 1998 tarihinde hizmet alımı statüsünde geçici mevsimlik işçi olarak … Tarımsal Mekanizasyon ve Uygulama Merkezinde işe başladığını, evinin uzak olması nedeniyle Valilik tarafından yapılan evlerden yararlandığını, 2006 yılında davacının iş akdi sona ermesine rağmen taşınmazı boşaltmadığını, … Asliye Hukuk Mahkemesinin 2012/32 değişik iş dosyası ile tespit yaptırıldığını, davacının kullandığı alana göre 2012 yılına ait kira bedelinin 16.304,50 TL olarak tespit edildiğini, arazide kuyu açılması, arazinin ekim yapılacak hale getirilmesi, dikilen ağaçlar ve ekim faaliyetleri gibi işlerin davacının tasarrufu olmayıp araştırma uygulama çalışmalarının yürütülebilmesi için geçici mevsimlik işçiler aracılığı ile Üniversiteleri tarafından gerçekleştirildiğini, 2011’de … Üniversitesi Tarımsal Araştırma ve Uygulama Merkezi kurulduğunu ve … Mevkiinin kullanımının bu merkeze bırakıldığını, bunun üzerine davacı ile birlikte taşınmazı kira dışı kullanan şahıslara tahliye hususunun bildirildiğini, işgalin sonlanmadığını, Kaymakamlığa müracaatları üzerine işgalin sonlandığını belirtmek suretiyle davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
Mahkemece; davacının davaya konu taşınmaz üzerine 4 adet baraka yaptığı ve kuyu açtırdığı, bu yapılar ile kuyunun sondaj değerinin 27.529,57 TL olarak hesaplandığı, davacının dava konusu taşınmaz için yaptığı zorunlu ve yararlı giderlerin davalı idareden talep edebileceği gerekçesiyle davanın kabulüne, 10.000,00 TL’nin dava tarihi olan 05/09/2013 tarihinden itibaren, 17.529,57 TL’nin ise ıslah tarihi olan 28/09/2015 tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte davalı taraftan alınarak davacıya ödenmesine, karar verilmiş, hüküm taraflarca temyiz edilmiştir.
1) Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuni gerektirici sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik görülmemesine göre, tarafların sair temyiz itirazlarının reddi gerekir.
2) Davacının temyiz itirazlarının incelenmesinde; Türk Medeni Kanunu’nun 722/1.maddesi gereğince; “Bir kimse kendi arazisindeki yapıda başkasının malzemesini ya da başkasının arazisindeki yapıda kendisinin ya da bir başkasının malzemesini kullanırsa, bu malzeme arazinin bütünleyici parçası olur. 2.fıkra hükmüne göre; ancak, sahibinin rızası olmaksızın kullanılmış olan malzemenin sökülmesi aşırı zarara yol açmayacaksa, malzeme sahibi, gideri yapıyı yaptırana ait olmaz üzere bunların sökülüp kendisine verilmesini isteyebilir. 3.fıkra hükmüne göre de; Aynı koşullar altında arazinin maliki de, rızası olmaksızın yapılan yapıda kullanılan malzemenin, gideri yapıyı yaptırana ait olmak üzere sökülüp kaldırılmasını isteyebilir.”
Aynı Kanunun 723.maddesi gereğince ise; “Malzeme sökülüp alınmazsa arazi maliki, malzeme sahibine uygun bir tazminat ödemekle yükümlüdür. Yapıyı yaptıran arazi maliki iyiniyetli değilse hakim, malzeme sahibinin uğradığı zararın tamamının tazmin edilmesine karar verebilir. Yapıyı yaptıran malzeme sahibi iyiniyetli değilse, hakimin hükmedeceği miktar bu malzemenin arazi maliki için taşıdığı en az değeri geçmeyebilir.” Bu bağlamda davacının talep edebileceği tazminat miktarının belirlenmesinde, 14.02.1951 tarih ve 1949/17-1951/1 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme kararı uyarınca davacının iyi niyetli olup olmadığının mahkemece kendiliğinden gözönünde tutulması gerekir.
Bu bilgiler ışığında somut olayı irdelediğimizde; davacının kendisine ait olmayan taşınmaz üzerine diktiği ceviz ağaçları için iyiniyetli olmadığı, buna göre de sadece TMK’nın 723.maddesi gereğince asgari levazım bedelini davalıdan talep edebileceği açıktır. Gerek öğreti ve gerekse uygulama ile asgari levazım değerinin, tüm malzemenin işçilik ve bakım giderleri gözetilmeksizin, piyasadaki en düşük değerlerinden, yapım ve dikim yılı veya yıllarına göre yıpranma payı düşüldükten sonra elde edilecek miktar şeklinde hesaplanacağı da benimsenmiş bulunmaktadır. Hal böyle olunca; yukarıda açıklanan maddi ve hukuki olgular gözönünde bulundurularak, dava konusu ceviz ağaçları yönünden asgari levazım bedeli konusunda uzman ve ehil bilirkişiden rapor alınıp, hesaplanacak bu bedele hükmedilmesi gerekirken, eksik inceleme ve yanılgılı değerlendirme sonucu yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş, bu husus bozmayı gerektirmiştir.
3) Davalının temyiz itirazlarının incelenmesinde; Davacının kendisine ait olmayan taşınmaz üzerine inşa ettiği baraka ve kuyu yönünden iyiniyetli olmadığı, bu barakalar ve kuyu yönünden sadece TMK’nın 723.maddesi gereğince asgari levazım bedelini davalıdan talep edebileceği açıktır. Gerek öğreti ve gerekse uygulama ile asgari levazım değerinin yapı ve eklentilerinin yapımında kullanılan tüm malzemelerin işçilik ve yapımcı kârı gibi unsurlar gözetilmeksizin piyasadaki en düşük değerlerinden, yapım yılı veya yıllarına göre yıpranma düşüldükten sonra elde edilecek miktar şeklinde hesaplanacağı da benimsenmiş bulunmaktadır. Hal böyle olunca; yukarıda açıklanan maddi ve hukuki olgular gözönünde bulundurularak, dava konusu 4 baraka ve kuyu yönünden asgari levazım bedeli konusunda uzman ve ehil bilirkişiden rapor alınıp, hesaplanacak bu bedele hükmedilmesi gerekirken, eksik inceleme ve yanılgılı değerlendirme sonucu yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş, bu husus bozmayı gerektirmiştir.
SONUÇ: Yukarıda birinci bentte açıklanan nedenlerle tarafların sair temyiz itirazlarının reddine, ikinci bendde açıklanan nedenlerle hükmün HUMK’nun 428. maddesi gereğince davacı yararına, üçüncü bendde açıklanan nedenlerle hükmün HUMK’nun 428. maddesi gereğince davalı yararına BOZULMASINA, peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 6100 sayılı HMK’nun Geçici Madde 3 atfıyla 1086 sayılı HUMK’nun 440. maddesi gereğince kararın tebliğinden itibaren 15 günlük süre içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 21/02/2018 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 3. Hukuk Dairesi E: 2015/14059, K:2016/8400, 30.05.2016
- Yargıtay 3. Hukuk Dairesi E: 2014/4476, K:2014/11766, 15.09.2014
- Yargıtay 3. Hukuk Dairesi E: 2018/7751 K: 2019/493 T: 23.01.2019
- Yargıtay 3. Hukuk Dairesi E: 2017/8534 K: 2018/509 T: 23.01.2018
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/10343, K:2019/106, 08.01.2019
Dava, muhdesatın davacıya ait olduğunun tapunun beyanlar hanesine şerh verilmesi isteğine ilişkindir. Kural olarak muhdesatın arz malikinden başkasına aidiyetinin tespiti istenemez. Çoğun içinde azda vardır kuralı gereğince, muhdesatın aidiyetinin tespiti isteğinin, muhdesatı meydana getirenin tespitini de kapsadığı kabul edilmelidir. Muhdesatın aidiyeti isteğiyle açılan bu tür davalarda, güncel hukuki yararın mevcut olması ve iddianın kanıtlanması durumunda muhdesatın davacı tarafça meydana getirildiğinin tespitine karar verilmesi gerekir.
K A R A R: Dava, muhdesatın davacıya ait olduğunun tapunun beyanlar hanesine şerh verilmesi isteğine ilişkindir. Davacı vekili, 110 parsel numarası ile tapuya kayıtlı taşınmazda davacının 2/3 hisse sahibi olduğunu, diğer 1/3 hissenin ise davalıya ait olduğunu, dava konusu taşınmazın daha önce tamamının davacıya ait iken davalının … Asliye Hukuk Mahkemesinin 2011/175 Esas ve 2013/199 Karar sayılı dosyası ile açmış olduğu, muris muvazaasına dayalı tapu iptali ve tescil davası sonunda 1/3 hissesi davalıya geçtiğini, dava konusu taşınmaz üzerinde davacı tarafından inşaatı yapılan üç katlı betonarme bir ev bulunduğunu, bu evin mülkiyeti davacıya ait olup davalının hiçbir hakkı bulunmadığını belirterek 110 parsel numaralı taşınmaz üzerinde bulunan evin …’a ait olduğunun tapunun beyanlar hanesine şerh verilmesini talep ve dava ettiği görülmüştür.
Davalı vekili, davaya konu taşınmazın ortak miras bırakanı tarafından yapıldığını, ayrıca bir an için bu binanın davacı tarafından yapıldığını kabul edilse dahi binanın ruhsatsız olduğunu, ruhsatsız binaların mülkiyetinin tespitinin mümkün olmadığını, bu tür binaların yok sayılması gerektiğini ve mülkiyetinin tespitinin talep edilemez olduğunu, davacı tarafından ortaklığın giderilmesi amacıyla bir dava açılmadığını bu nedenle de davacı tarafından bu davayı açmakta hukuku menfaati bulunmadığını, bu nedenle açılan davanın menfaat yokluğundan reddinin gerektiğini belirterek açılan davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, dava şartı yokluğundan davanın reddine karar verilmiştir. Hükmü, davacı vekili temyiz etmiştir.
Bir şeye malik olan kimse, o şeyin bütünleyici parçalarına da malik olur(4721 s.lı TMK 684/1 m). Arazi üzerindeki mülkiyet, kullanılmasında yarar olduğu ölçüde, üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını kapsar. Bu mülkiyet kapsamına, yasal sınırlamalar saklı kalmak üzere yapılar, bitkiler ve kaynaklar da girer (TMK 718 m). 22.12.1995 tarih ve 1/3 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında da vurgulandığı gibi Eşya Hukukunda, muhdesattan, bir arazi üzerinde yapı ve tesisler ile bağ ve bahçe şeklinde dikilen ağaçları anlamak gerekir. Muhdesat, sahibine arazi mülkiyetinden ayrı, bağımsız bir mülkiyet veya sınırlı bir ayni hak bahşetmez. Muhdesat sahibinin hakkı, sadece şahsi bir haktır (TMK 722, 724, 729 m.ler). Taşınmaz üzerindeki bina, ağaç gibi bütünleyici parça niteliğindeki muhdesatların taşınmazın arzından ayrı bir mülkiyetinin varlığından söz edilemez. Açıklanan ilke ve esaslara göre, kural olarak muhdesatın arz malikinden başkasına aidiyetinin tespiti istenemez.
Ne var ki; çoğun içinde azda vardır kuralı gereğince, muhdesatın aidiyetinin tespiti isteğinin, muhdesatı meydana getirenin tespitini de kapsadığı kabul edilmelidir. Muhdesatın aidiyeti isteğiyle açılan bu tür davalarda, güncel hukuki yararın mevcut olması ve iddianın kanıtlanması durumunda muhdesatın davacı tarafça meydana getirildiğinin tespitine karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçeyle hukuki yarar yokluğundan davanın reddine karar verilmesi doğru görülmemiş, bu sebeple hükmün bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan harcın istek halinde yatırana iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 08.01.2019 tarihinde oy çokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY
Yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve dosya içeriğine göre, mahkeme kararı ve dayandığı gerekçeler usul ve yasaya uygun bulunduğundan yerinde olmayan temyiz itirazlarının reddiyle hükmün onanması görüşünde olduğumuzdan sayın çoğunluğun görüşüne katılamıyoruz.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/11042, K: 2019/860, 04.02.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/9118, K:2015/1842, 23.02.2015
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/16235, K:2014/13856, 22.10.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 1992/726 E: 1992/8073 T: 24.9.1992
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/11042, K: 2019/860, 04.02.2019
Başkasının arazisine yapı yapan kişinin tescil talebinde bulunabilmesi için; malzeme sahibinin iyi niyetli olması, yapı değerinin taşınmaz değerinden fazla olması, malzeme sahibinin taşınmaz malikine uygun bir bedel ödemesi gerekir.
K A R A R: Dava, TMK’nin 724. maddesine dayalı tapu iptali ve tescil mümkün olmazsa tazminat istemine ilişkindir. Davacı vekili, davalı … ‘in müvekkilinin annesi, davalı … ‘ın ise müvekkilinin eniştesi olduğunu, dava konusu 2337 parsel sayılı taşınmaz üzerinde ev ve müştemilatı ile saya yaptırdığını, müvekkilinin dedesinin yanında büyüdüğünü, dedesinin de dava konusu taşınmaz üzerinde torunu olan müvekkiline ev yaptırdığını, müvekkili evlenince bu evde ikamet ettiğini, anılan bu evin 2009 yılında yandığını, müvekkilinin ise enkazı kaldırıp kendi geliri, aldığı borç ve kaymakamlıktan aldığı yardımlarla yeniden ev yaptığını, davalı … ‘in inşaat sırasında itirazda bulunmadığını, davalı … ’in söz konusu taşınmazı, muvaazalı olarak davalı … ’a satış yoluyla devrettiğini ileri sürerek davacının ev ve müştemilatının bulunduğu arazinin takdir edilecek bedeli karşılığında davalı … adına olan tapu kaydının iptali ile davacı adına tescilini, bunun mümkün olmaması halinde davacı tarafından yaptırılan ev ve müştemilatın bedelini talep ve dava etmiştir.
Davalılar vekili, davacının iddialarının doğru olmadığını, dava konusu parselin müvekkili davalı … tarafından Hazineden satın alındığını, ev ve müştemilatları inşa ettikten sonra evi oğulları olan davacının kullanımına bıraktıklarını, yanan evin dedesi tarafından yaptırılmadığını, davacının yalnızca işçileri organize ettiğini, ekonomik olarak katkısının olmadığını, söz konusu olayda temliken tescile ilişkin koşullar oluşmadığını, diğer müvekkil … ‘a atfedilen kötü niyet ve muvazaa iddialarının da doğru olmadığını, müvekkili … ‘ın diğer müvekkil …’ in … Bankasından kullanılan ve icra müdürlüğünün dosyasına yapılan ödeme karşılığında söz konusu evi satın aldığını, açıklanan nedenlerle açılan davanın reddini savunmuştur. Mahkemece, davanın kısmen kabul, kısmen reddine karar verilmiştir. Hükmü, davalılar vekili temyiz etmiştir.
TMK’nin 684 ve 718. maddeleri hükümleri gereğince yapı, üzerinde bulunduğu taşınmazın mütemmim cüzü (tamamlayıcı parçası) haline gelir ve o taşınmazın mülkiyetine tabi olur. Ancak, yasa koyucu somut olaydaki taşınmazların durumunu genel hükümlere bırakmamış, bu konumdaki taşınmazların maliki ile yapıyı yapan kişi arasındaki ilişkiyi TMK’nin 722, 723. ve 724. maddelerinde özel olarak düzenlemiştir. Uyuşmazlığın bu kapsamda değerlendirilmesi gerekecektir.
Bir kimsenin kendi malzemesi ile başkasının tapulu taşınmazına sürekli, esaslı ve mütemmim cüzü (tamamlayıcı parçası) niteliğinde yapı yapması halinde malzeme sahibinin iyiniyetli olması yanında diğer bazı koşullar da mevcutsa malzeme sahibi yapının bulunduğu alan ile yapının kullanılması için zorunlu arazi parçasının tescilini mülkiyet hakkı sahibinden isteyebilir.
TMK’nin 724. maddesinde yapı sahibine tanınan bu hak, kişisel hak niteliğinde olup, bina sahibi ve onun külli halefleri tarafından, inşaat yapılırken taşınmazın maliki kim ise ona ya da onun külli haleflerine karşı ileri sürülebilir. Hemen belirtmek gerekir ki, taşınmaza sonradan malik olan kişiye karşı da bu kişisel hak ancak yapı sahibini bu haktan mahrum bırakmak amacıyla arsa sahibi ile el ve işbirliği içinde olduğu iddiasıyla ileri sürülebilir.
Malzeme sahibinin TMK’nın 724. maddesine dayanarak tescil talebinde bulunabilmesi bazı koşulların varlığına bağlıdır;
- a) Birinci koşul, malzeme sahibinin iyiniyetli olmasıdır. TMK’nin 724. maddesi hükmünden açıkça anlaşılacağı üzere, taşınmaz mülkiyetinin yapı sahibine verilebilmesi için öncelikli koşul iyiniyettir. Öngörülen iyiniyetin TMK’nin 3. maddesinde hükme bağlanan sübjektif iyiniyet olduğunda da kuşku yoktur. Bu kural, malzeme sahibinin, elattığı taşınmazın başkasının mülkü olduğunu bilmemesini veya beklenen tüm dikkat ve özeni göstermesine karşılık bilebilecek durumda olmamasını ya da yapıyı yapmakta haklı bir sebebinin bulunmasını ifade eder.
Malzeme sahibinin tescil istemi ile açtığı davada iyiniyetin varlığı iddia ve savunmaya bakılmaksızın mahkemece re’sen araştırılmalıdır. Ne var ki, 14.02.1951 tarihli ve 17/1 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında belirtildiği gibi olay ve karinelerden, durumun özelliklerine göre kendisinden beklenen dikkat ve özeni göstermemiş olduğu açık bulunan malzeme sahibinin temliken tescil talebinde bulunması mümkün değildir. Çünkü bu gibi durumlarda kötüniyet karşı tarafın ispatı gerekmeden belirlenmiş olur. Ayrıca iyiniyet inşaatın başladığı andan tamamlandığı ana kadar devam etmelidir. (Sübjektif koşul)
İyiniyet koşulunun gerçekleşmediği durumlarda diğer koşulların gerçekleşip gerçekleşmediğinin araştırılmasına gerek bulunmamaktadır.
- b) İkinci koşul, yapı kıymetinin taşınmazın değerinden açıkça fazla olmasıdır. Bu koşul dava tarihine ve objektif esaslara göre saptanmalı, fazlalık ilk bakışta da kolayca anlaşılmalıdır. İnşaatın kapsadığı alanın ifrazı kabil ise arsa değeri yalnız bu kısma göre, aksi halde tamamının değerine göre bulunmalıdır. İnşaatın kaldırılmasının arazi ve malzemeye vereceği zarar, kaldırılmasıyla malzeme sahibinin elde edeceği yarardan daha fazla ise inşaatın kaldırılması fahiş bir zarara yol açacaktır. (Objektif koşul)
- c) Üçüncü koşul ise yapıyı yapanın (malzeme sahibinin), taşınmaz malikine uygun bir bedel ödemesidir. Uygun bedel genellikle yapı için gerekli olan arsa miktarının dava tarihindeki gerçek değeri olarak kabul edilmekte ise de büyük bir taşınmazın bir kısmının devri gerektiğinde geri kalan kısmın bedelinde noksanlıklar meydana gelecekse, bunlar taşınmaza bağlı öteki zararlar da göz önünde bulundurularak hak ve yarar dengesi kurulması suretiyle hesaplattırılmalı, iptale konu zemin bedeli arsa sahibine ödenmek üzere depo ettirilmeli, önceden ödenmiş bedel var ise bu miktar ödenecek bedelden mahsup edilmelidir.
- d) Yukarıda değinilen üç koşulun yanısıra, yapının bulunduğu arazi parçası davalıya ait taşınmazın bir kısmını kapsıyor ise tescile konu olacak yer, inşaat alanı ile zorunlu kullanım alanını kapsayacağından mahkemece iptal ve tescile karar verebilmek için bu kısmın ana taşınmazdan ifrazının da mümkün olması gereklidir.
Yukarıda açıklanan ilkeler ışığında somut olaya gelince; mahkemece mahallinde 05.03.2015 tarihinde yapılan keşif sonucunda alınan 18.03.2015 tarihli bilirkişi raporunda, davacı …’e ait evin krokide gösterilen A2 numaralı parçasının ve A3 numaralı sayanın dava konusu olmayan 2338 parsel sayılı taşınmaz içinde kaldığı belirtilmiştir. Yine mahkemece mahallinde 20.04.2015 tarihinde yapılan keşif sonucu alınan 27.04.2015 tarihli bilirkişi raporunda ise dava konusu 2337 parselin içeresinde bulunan binaların komşu parsellere herhangi bir tecavüzlerinin olmadığı belirtilmiştir. Söz konusu bilirkişi raporları arasında çelişki bulunduğundan; mahkemece mahallinde yeniden keşif yapılarak veya ek rapor alınmak suretiyle dava konusu binaların ve müştemilatın hangi parselde kaldığı saptandıktan sonra işin esasına yönelik bir karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu nedenle kararın bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davalılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan harcın istek halinde yatırana iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 04.02.2019 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/10343, K:2019/106, 08.01.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/9118, K:2015/1842, 23.02.2015
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/16235, K:2014/13856, 22.10.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/13782 K: 2020/2493 T: 02.03.2020
PAYDAŞLIKTAN ÇIKARMA YARGITAY KARARLARI
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2013/17665 K: 2014/8780 T: 13.05.2014
Kat Mülkiyeti Yasası’nın 25. maddesinde, diğer kat maliklerinin haklarının onlar için çekilmez hale gelecek derecede ihlal eden bağımsız bölüm maliklerinin, bu maddede sayılı koşulların gerçekleşmesi halinde bağımsız bölümlerinin diğer kat malikleri tarafından devralınması hususu düzenlenmiştir. Kat mülkiyetinin devri zorunluluğu getiren bu maddede sayılı koşullardan biri de diğer kat maliklerinin sayı ve arsa payı çoğunluğuyla karar vermesidir.
Davacı vekili dava dilekçesinde; dava konusu anataşınmazın 3-A Blok kat maliklerinin 27.11.2011 tarihli toplantıda davacının bağımsız bölümünün Kat Mülkiyeti Yasası’nın 25. maddesinin uygulanmasına yönelik aldıkları kararın iptalini istemiş, mahkemece Kat Mülkiyeti Yasası’nın 25. maddesine göre davacının diğer kat maliklerinin haklarını onlar için çekilmez hale getirecek şekilde ihlal ettiğine ilişkin dayanaktan yoksun gerekçelerle alınan kararın adalet ve hakkaniyetten uzak olması nedeniyle kararın iptaline hükmedilmiştir.
Kat Mülkiyeti Yasası’nın 25. maddesinde, diğer kat maliklerinin haklarının onlar için çekilmez hale gelecek derecede ihlal eden bağımsız bölüm maliklerinin, bu maddede sayılı koşulların gerçekleşmesi halinde bağımsız bölümlerinin diğer kat malikleri tarafından devralınması hususu düzenlenmiştir. Kat mülkiyetinin devri zorunluluğu getiren bu maddede sayılı koşullardan biri de diğer kat maliklerinin sayı ve arsa payı çoğunluğuyla karar vermesidir.
Bu nedenle kat malikleri kurulunca alınan böyle bir karar 25. maddeye göre açılacak davanın ön koşulu olup, diğer kat maliklerince 25.maddeye göre açılan bağımsız bölümün devrine ilişkin davada Kat Mülkiyeti Yasası hükümlerine uygun şekilde alınmış bir karar olup olmadığı inceleme konusu yapılacak ve bağımsız bölümünün devri istenen kat maliki tarafından da her zaman bu davanın görülmesi sırasında ileri sürülebilecektir.
Mahkemece, yasa gereği davacının iptali istenen bu toplantıya katılma hakkının bulunmadığı eldeki davanın davacı aleyhine 25.madde çerçevesinde açılmış bağımsız bölümünün devrine ilişkin bir dava olmadığı hususları gözardı edilerek, bu maddedeki çekilmezlik hususu inceleme konusu yapılarak kararın iptaline hükmedilmiş olması doğru görülmemiştir.
Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 13.05.2014 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2013/17665 K: 2014/8780 T: 13.05.2014
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2014/481 K: 2014/5901 T: 01.04.2014
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi, E:2007/40 K:2007/849 T:08.02.2007
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2002/8869 K: 2002/11638 T: 25.11.2002
Yargıtay 6. Hukuk Dairesi E: 1998/10763 K: 1998/10762 T: 15.12.1998
Madde de bahsedilen yükümlülüklerin ağır surette ihlali deyiminden kusurun özel bir yoğunlukta ve önemde bulunması amaçlanmıştır. Ağır surette ihlal unsurunun gerçekleşebilmesi için, paydaşın kasten ve bilerek müşterek mülkiyet ilişkisinin devamını çekilmez hale getirmesi gerekir. Fiilin işleniş tarzı, paydaşların sosyal ve ekonomik koşulları ile, objektif iyi niyet kuralları değerlendirilerek, her olayın özelliğine göre hakkaniyete uygun adil bir çözüm getirilmelidir.
Dava ortaklıktan çıkarma istemine ilişkindir. Mahkemece istem gibi karar verilmiş, hüküm davalı vekili tarafından temyiz olunmuştur.
3678 sayılı yasa ile Medeni Kanunun 626. maddesine eklenen 626/a maddesi gereğince hissedarlıktan çıkarma kararı verilebilmesi için;
- a) Bir paydaşın tutum ve davranışı ile diğer paydaşların tümüne veya bir kısmına karşı olan yükümlülüklerini ağır surette ihlal etmesi,
- b) Bu davranışı yüzünden müşterek mülkiyet ilişkisinin devamının çekilmez hale gelmesi gerekmektedir.
Madde de bahsedilen yükümlülüklerin ağır surette ihlali deyiminden kusurun özel bir yoğunlukta ve önemde bulunması amaçlanmıştır. Ağır surette ihlal unsurunun gerçekleşebilmesi için, paydaşın kasten ve bilerek müşterek mülkiyet ilişkisinin devamını çekilmez hale getirmesi gerekir. Fiilin işleniş tarzı, paydaşların sosyal ve ekonomik koşulları ile, objektif iyi niyet kuralları değerlendirilerek, her olayın özelliğine göre hakkaniyete uygun adil bir çözüm getirilmelidir.
Davanın açılması, paydaşların hem pay, hemde paydaş bakımından çoğunlukla karar vermelerine bağlı olduğu gibi, çıkarma istemini haklı gören hakimin, çıkarılacak paydaşın payını karşılayacak kısmın müşterek mülkten ayrılıp ayrılmayacağının ve çıkarılacak paydaşa tahsisinin mümkün olup olamayacağının incelenmesi, tahsis mümkünse fen ehline tanzim ettirilerek krokinin, taşınmaz Belediye ve mücavir alan hudutları içerisinde ise, imar yasası ve yönetmeliği uyarınca bu ayrımın mümkün olup olmadığının Belediyeden, taşınmaz Belediye ve mücavir alan dışındaysa aynı hususun İl İdare Kurulundan sorularak saptanması, ayrımı mümkün olmayan payın dava tarihindeki değeri ile, devrini isteyene verilmesinin dava dilekçesinde istenip istenmediğinin gözönünde tutulması, hisseyi karşılayacak kısmın maldan aynen ayrılması mümkün olmazsa ve bu paya talip olan paydaş bulunmazsa, ancak tayin edilen uygun süre içinde temlik edilmeyen payın açık artırma ile satışına karar verileceğinin düşünülmesi icabeder.
Maddeye eklenen 626/b bendi ile de, bu kuralların kıyas yolu ile intifa veya diğer bir ayni hak veya tapuya şerh edilmiş kira gibi şahsi hak sahibine de uygulanacağı kabul edilmiştir.
Olayımızda: Davacılar davalıyla müşterek olan taşınmazı kat karşılığı inşaat sözleşmesiyle müteahhide verip, davalıya da payının karşılığı olarak bir daire teklif ettiklerini, davalının önce kabul edip, sözleşmenin imzalanması aşamasında imzalamadığını, taşınmazın müşterek idaresini engellediğini davalının paydaşlıktan çıkartılmasını istemişlerdir.
Davalı vekili davalının müşterek kullanımı kasıtlı olarak engellemediğine, kendisini teklif edilen dairenin düşük nitelikli olduğundan kabul etmediğini davanın reddini savunmuştur. Mahkeme istem gibi karar vermiştir.
Davalının diğer paydaşlarla birlikte kat karşılığı inşaat sözleşmesi yapmaması yasanın anladığı anlamda hissedarlara karşı yükümlülüklerini ağır surette ihlal ettiği anlamına gelmez. Bu durumda sübut bulmayan davanın reddine karar vermek gerekirken yazılı şekilde davanın kabulüne karar verilmesi hatalı olmuştur. Hüküm bu nedenle bozulmalıdır.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenle hükmün BOZULMASINA ve istek halinde peşin alınan temyiz harcının temyiz edene iadesine 15.12.1998 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 6. Hukuk Dairesi E: 2011/14107 K: 2012/2502 T: 21.02.2012
- Yargıtay 6. Hukuk Dairesi E: 2010/12449 K: 2011/1410 T: 15.02.2011
- Yargıtay 6. Hukuk Dairesi E: 2009/6241 K: 2009/9713 T: 10.11.2009
- Yargıtay 6. Hukuk Dairesi E: 2013/3592 K: 2013/5875 T: 02.04.2013
Yargıtay 6. Hukuk Dairesi E: 2009/6241 K: 2009/9713 T: 10.11.2009
Elbirliği mülkiyetine tabi taşınmazlarda elbirliği hali devam ettiği sürece paydaşlardan birinin paydaşlıktan çıkartılması mümkün bulunmadığı.
Uyuşmazlık elbirliği mülkiyetine tabi taşınmazda paydaşlıktan çıkartılma istemine ilişkin olup, mahkemece istemin reddine karar verilmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Davacı vekili dilekçesiyle miras bırakanları Mehmet Güngör adına kayıtlıyken ölümüyle kendilerine intikal eden taşınmazın davalı dışındaki paydaşlarından paylarını satın aldığını, davalının ise payını devretmeye yanaşmadığını bildirerek davalının paylaşlıktan çıkartılmasını istemiş mahkemece davalının payını satmamaktan ibaret eyleminin Medeni Kanununun 696/a maddesindeki paydaşın yükümlülüğünü ağır surette ihlal mahiyetinde olmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş ise de, elbirliği mülkiyetine tabi taşınmazlarda elbirliği hali devam ettiği sürece paydaşlardan birinin paydaşlıktan çıkartılması mümkün bulunmadığından davanın bu nedenle reddi gerekirken, yazılı gerekçeyle reddedilmesi doğru değilse de sonuç itibariyle doğru olan hükmün gerekçesinin bu şekilde düzeltilerek, düzeltilmiş gerekçeyle ONANMASINA, temyiz harcı peşin alındığından başkaca harç alınmasına mahal olmadığına, 10.11.2009 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 6. Hukuk Dairesi E: 2011/14107 K: 2012/2502 T: 21.02.2012
- Yargıtay 6. Hukuk Dairesi E: 2010/12449 K: 2011/1410 T: 15.02.2011
- Yargıtay 6. Hukuk Dairesi E: 1998/10763 K: 1998/10762 T: 15.12.1998
- Yargıtay 6. Hukuk Dairesi E: 2004/2575 K: 2004/2693 T: 13.04.2004
Yargıtay 6. Hukuk Dairesi E: 2010/12449 K: 2011/1410 T: 15.02.2011
4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 696. maddesi gereğince paydaşlıktan çıkarma kararı verilebilmesi için bir paydaşın tutum ve davranışlarıyla diğer paydaşların tümüne veya bir kısmına karşı olan yükümlülüklerini ağır suretle ihlal etmesi ve bu davranışı yüzünden müşterek mülkiyet ilişkisinin devamının çekilmez hale gelmesi gerekmektedir. Maddede bahsedilen yükümlülüklerin ağır surette ihlali deyiminden kusurun özel bir yoğunlukta ve önemde bulunması amaçlanmıştır. Ağır surette ihlal unsurunun gerçekleşebilmesi için, paydaşın kasten ve bilerek müşterek mülkiyet ilişkisinin devamını çekilmez hale getirmesi gerekir.
Olayımızda; davacılar dava dilekçesinde davalıların paydaşı olduğu dava konusu 91 parsel sayılı taşınmaza ait ortak gider ve vergi borcunu ödemeyerek diğer paydaşlara yük getirdiğini, davalıların sürekli borçlanarak haklarında icra takibi yapılmasına ve alacaklılar tarafından taşınmaz hakkında ortaklığın giderilmesi davası açılmasına sebebiyet vererek ortak kullanımı imkansız hale getirdiklerini belirterek davalıların ortaklıktan çıkarılmasını istemişlerdir. Davacıların ileri sürdüğü bu sebepler, Türk Medeni Kanunun 696. maddesinde açıklanan, davalıların diğer paydaşlara karşı olan yükümlülüklerini ağır surette ihlal ettiği ve müşterek mülkiyet ilişkisinin devamını çekilmez hale getirdiğini göstermediğinden davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde karar verilmesi doğru olmadığından hükmün bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz itirazlarının kabulü ile HUMK.nun 428. maddesi uyarınca hükmün BOZULMASINA, istek halinde peşin alınan temyiz harcının temyiz edene iadesine, 15.02.2011 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 6. Hukuk Dairesi E: 2011/14107 K: 2012/2502 T: 21.02.2012
- Yargıtay 6. Hukuk Dairesi E: 2009/6241 K: 2009/9713 T: 10.11.2009
- Yargıtay 6. Hukuk Dairesi E: 1998/10763 K: 1998/10762 T: 15.12.1998
- Yargıtay 6. Hukuk Dairesi E: 1982/11840 K: 1982/12135 T: 14.12.1982
Yargıtay 6. Hukuk Dairesi E: 2011/14107 K: 2012/2502 T: 21.02.2012
Yükümlülüklerin ağır surette çiğnenmesi deyiminden kusurun özel bir yoğunlukta ve önemde bulunması amaçlanmıştır. Bu unsurun gerçekleşebilmesi için paydaşın kasten ve bilerek paylı mülkiyet ilişkisini çekilmez hale getirmesi gerekir. Fiilin işleniş tarzı, paydaşların sosyal ve ekonomik koşulları ile objektif dürüstlük kuralları değerlendirilerek her olayın özelliğine göre hakkaniyete uygun adil bir çözüm getirilmelidir.
Uyuşmazlık, paydaşlıktan çıkarma isteğine ilişkindir. Mahkemece 94.336 TL pay bedeli karşılığında davanın kabulüne, davalının paydaşlıktan çıkarılmasına karar verilmesi üzerine hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 696. maddesi hükmü gereğince paydaşlıktan çıkarma kararı verilebilmesi için bir paydaşın kendi tutum ve davranışlarıyla veya malın kullanılmasını bıraktığı ya da fiillerinden sorumlu olduğu kişilerin tutum ve davranışları ile diğer paydaşların tamamına ya da bir kısmına karşı yükümlülüklerini ağır biçimde çiğnemesi, bu nedenle onlar için paylı mülkiyet ilişkisinin çekilmez hale gelmesi gerekir.
Maddede belirtilen yükümlülüklerin ağır surette çiğnenmesi deyiminden kusurun özel bir yoğunlukta ve önemde bulunması amaçlanmıştır. Bu unsurun gerçekleşebilmesi için paydaşın kasten ve bilerek paylı mülkiyet ilişkisini çekilmez hale getirmesi gerekir. Fiilin işleniş tarzı, paydaşların sosyal ve ekonomik koşulları ile objektif dürüstlük kuralları değerlendirilerek her olayın özelliğine göre hakkaniyete uygun adil bir çözüm getirilmelidir.
Maddenin üçüncü fıkrasına göre hakimin çıkarma istemini haklı görmesi halinde ve paydaşın payının maldan ayrılmasına olanak bulunmaması durumunda payın dava tarihindeki değeriyle kendisine devrini isteyen paydaş veya paydaşların bu istemlerini paydaşlıktan çıkarma istemi ile birlikte ileri sürmeleri gerekir. Hakim hüküm vermeden önce kendiliğinden belirleyeceği uygun bir süre içinde pay değerinin ödenmesine veya tevdiine karar verir. Davanın kabulü halinde payın istemde bulunan adına tesciline hükmolunur.
Olayımıza gelince; Eminönü, Sururi Mahallesi 337 ada 20 parsel No’lu 323.50 m2 alanlı altında mağazaları olan han nitelikli taşınmazda 69 / 4608 pay maliki davalı taşınmazın 250 kapı No’lu mağazasında kiracı olarak faaliyet gösterdiği gibi, aynı taşınmazda 6 No’lu iş yerinin kiracı tarafından boşaltılmasından sonra burasını da kullanmaya başlamıştır. Davacı taraf taşınmazda payına düşenden fazla yer tasarruf eden davalının paylı mülkiyeti çekilmez hale getirdiğini iddia ederek paydaşlıktan çıkarılmasını istemiştir. Nitekim süreç içinde taşınmazın diğer paydaşları bu nedenle davalı hakkında çok sayıda haksız işgal tazminatı davaları açmışlar ve kullanılan taşınmazdaki hak ve paylarını mahkeme kararları ile almışlardır. Her ne kadar taşınmazdaki payı az olsa da taşınmazın paydaşı sıfatıyla davalının Medeni Kanun’un 693. maddesi gereğince diğer paydaşların hakları ile bağdaştığı ölçüde paylı maldan yararlanma ve kullanma hakkı bulunmaktadır. Payından fazla yer kullanması ve diğer paydaşların haklarını ihlal etmesi halinde, koşulları varsa bu kullanımın karşılığını diğer paydaşlara ödemekle yükümlüdür. Diğer paydaşlar da bu haklarını süreç içinde açtıkları haksız işgal tazminatı davaları ile almışlardır. Davalının taşınmazda payından fazla tasarrufta bulunması, paylı mülkiyete ilişkin yükümlülüklerini ağır biçimde çiğnediği şeklinde nitelendirilemez. Dosya kapsamından da taraflar arasındaki uyuşmazlığın kullanım bedeli konusundaki çekişmeden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Bunun çözümü de daha önce yapıldığı gibi haksız işgal tazminatı davaları ile konunun yargıya taşınmasıdır. Davada paydaşlıktan çıkarma koşulları oluşmadığı halde yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmediğinden hüküm bu nedenle bozulmalıdır.
Kabul şekline göre de Medeni Kanun’un 696 / 4 maddesi gereğince davalıya ödenmesi gereken tazminat miktarı hükümden önce uygun bir süre içinde depo ettirilmeden karar verilmesi de usul ve yasaya aykırıdır.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz itirazlarının kabulü ile 6100 sayılı HMK.ya 6217 Sayılı Kanunla eklenen geçici 3.madde hükmü gözetilerek HUMK.nın 428.maddesi uyarınca hükmün BOZULMASINA, Yargıtay duruşması için kendisini vekille temsil ettiren davalı yararına takdir olunan 900.-TL vekalet ücretinin davacıdan alınarak davalıya verilmesine, istek halinde peşin alınan temyiz harcının temyiz edene iadesine, 21.02.2012 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 6. Hukuk Dairesi E: 2010/12449 K: 2011/1410 T: 15.02.2011
- Yargıtay 6. Hukuk Dairesi E: 2009/6241 K: 2009/9713 T: 10.11.2009
- Yargıtay 6. Hukuk Dairesi E: 1998/10763 K: 1998/10762 T: 15.12.1998
- Yargıtay 6. Hukuk Dairesi E: 2004/2575 K: 2004/2693 T: 13.04.2004
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/3752 K: 2013/6325 T: 29.04.2013
Paydaşlıktan çıkarma davası 6100 sayılı HMK’nın 165/1. maddesi gereğince 2010/270 Esas sayılı ortaklığın giderilmesi davası için bekletici mesele teşkil eder.
Dava, paylı mülkiyet ilişkisinin devamını çekilmez hale getirmesi nedeniyle davalının 11 parsel sayılı taşınmazın paydaşlığından çıkartılması isteğine ilişkindir.
Davalı vekili 2010/270 Esas sayılı dosyada derdest bulunan ortaklığın giderilmesi davasını engellemek amacıyla açıldığını ileri sürerek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, Anamur Sulh Hukuk Mahkemesinin 2010/270 Esas sayılı dosyasında dava konusu 11 parsel sayılı taşınmazdaki ortaklığın satış suretiyle giderilmesine karar verildiği, bu nedenle paydaşlıktan çıkarma davasının konusuz kaldığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Hükmü davacılar vekili temyiz etmiştir.
Dava Türk Medeni Kanununun 696. maddesi gereğince paydaşlıktan çıkarılma isteğine ilişkindir. Satış suretiyle ortaklığın giderilmesine karar verilmesi kendiliğinden ortaklığı sona erdirmez.
Görülmekte olan dava sonunda paydaşlıktan çıkarılmaya karar verilmesi halinde davalının paydaşlığı sona ereceğinden, paydaş sayısı azalacağından ortaklığın giderilmesi davası etkilenecektir. Paydaşlıktan çıkarma davası 6100 sayılı HMK’nın 165/1. maddesi gereğince 2010/270 Esas sayılı ortaklığın giderilmesi davası için bekletici mesele teşkil eder. Bu nedenle davanın esastan sonuçlandırılması gerekirken konusuz kaldığından söz edilerek reddi doğru görülmemiş, bu sebeple hükmün bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz olunan hükmün BOZULMASINA, peşin harcın istek halinde yatırana iadesine 29.04.2013 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/7945 K: 2017/852 T: 08.02.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/13782 K: 2020/2493 T: 02.03.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/6765 K: 2014/9930 T: 15.09.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/7387 K: 2014/11377 T: 20.10.2014
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2014/481 K: 2014/5901 T: 01.04.2014
Kat Mülkiyeti Yasası’nın Ek 1.maddesi uyarınca, bu Yasadan doğan her türlü anlaşmazlığın -değerine bakılmaksızın- sulh hukuk mahkemesinde çözümleneceği gözetilerek paydaşlıktan çıkarma davasında görevsizlik kararı verilmesi gerekirken, asliye hukuk mahkemesince davaya bakılıp işin esası hakkında karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Davada; kat mülkiyeti kurulu anataşınmazda davalının bağımsız bölümünün Kat Mülkiyeti Yasası’nın 25. maddesi gereğince devrine karar verilmesi istenildiğinden, taraflar arasındaki uyuşmazlık Kat Mülkiyeti Yasası hükümlerinden kaynaklanmaktadır.
Kat Mülkiyeti Yasası’nın Ek 1.maddesi uyarınca, bu Yasadan doğan her türlü anlaşmazlığın -değerine bakılmaksızın- sulh hukuk mahkemesinde çözümleneceği gözetilerek görevsizlik kararı verilmesi gerekirken, asliye hukuk mahkemesince davaya bakılıp işin esası hakkında karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile şimdilik diğer yönleri incelenmeksizin hükmün HUMK.nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 01.04.2014 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2013/17665 K: 2014/8780 T: 13.05.2014
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2013/17665 K: 2014/8780 T: 13.05.2014
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2003/3459 K: 2003/4151 T: 20.05.2003
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2015/5164 K: 2015/18416 T: 14.12.2015
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2013/17665 K: 2014/8780 T: 13.05.2014
Kat Mülkiyeti Yasası’nın 25. maddesinde, diğer kat maliklerinin haklarının onlar için çekilmez hale gelecek derecede ihlal eden bağımsız bölüm maliklerinin, bu maddede sayılı koşulların gerçekleşmesi halinde bağımsız bölümlerinin diğer kat malikleri tarafından devralınması hususu düzenlenmiştir. Kat mülkiyetinin devri zorunluluğu getiren bu maddede sayılı koşullardan biri de diğer kat maliklerinin sayı ve arsa payı çoğunluğuyla karar vermesidir.
Davacı vekili dava dilekçesinde; dava konusu anataşınmazın 3-A Blok kat maliklerinin 27.11.2011 tarihli toplantıda davacının bağımsız bölümünün Kat Mülkiyeti Yasası’nın 25. maddesinin uygulanmasına yönelik aldıkları kararın iptalini istemiş, mahkemece Kat Mülkiyeti Yasası’nın 25. maddesine göre davacının diğer kat maliklerinin haklarını onlar için çekilmez hale getirecek şekilde ihlal ettiğine ilişkin dayanaktan yoksun gerekçelerle alınan kararın adalet ve hakkaniyetten uzak olması nedeniyle kararın iptaline hükmedilmiştir.
Kat Mülkiyeti Yasası’nın 25. maddesinde, diğer kat maliklerinin haklarının onlar için çekilmez hale gelecek derecede ihlal eden bağımsız bölüm maliklerinin, bu maddede sayılı koşulların gerçekleşmesi halinde bağımsız bölümlerinin diğer kat malikleri tarafından devralınması hususu düzenlenmiştir. Kat mülkiyetinin devri zorunluluğu getiren bu maddede sayılı koşullardan biri de diğer kat maliklerinin sayı ve arsa payı çoğunluğuyla karar vermesidir.
Bu nedenle kat malikleri kurulunca alınan böyle bir karar 25. maddeye göre açılacak davanın ön koşulu olup, diğer kat maliklerince 25.maddeye göre açılan bağımsız bölümün devrine ilişkin davada Kat Mülkiyeti Yasası hükümlerine uygun şekilde alınmış bir karar olup olmadığı inceleme konusu yapılacak ve bağımsız bölümünün devri istenen kat maliki tarafından da her zaman bu davanın görülmesi sırasında ileri sürülebilecektir.
Mahkemece, yasa gereği davacının iptali istenen bu toplantıya katılma hakkının bulunmadığı eldeki davanın davacı aleyhine 25.madde çerçevesinde açılmış bağımsız bölümünün devrine ilişkin bir dava olmadığı hususları gözardı edilerek, bu maddedeki çekilmezlik hususu inceleme konusu yapılarak kararın iptaline hükmedilmiş olması doğru görülmemiştir.
Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 13.05.2014 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2014/481 K: 2014/5901 T: 01.04.2014
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2013/17665 K: 2014/8780 T: 13.05.2014
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2013/370 K: 2013/3521 T: 11.03.2013
- Yargıtay 6. Hukuk Dairesi E: 2009/6241 K: 2009/9713 T: 10.11.2009
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/7945 K: 2017/852 T: 08.02.2017
Paydaşlığın giderilmesi ve paydaşlıktan çıkarma davaları amacı ve sonucu itibariyle farklılık göstermekte ise de uyuşmazlığın çözümü için izlenecek yol ve yapılacak araştırma, inceleme açısından benzerlikler taşımaktadır. Gerçekten konunun düzenlendiği TMK.nun 696. maddesinde (MK 626/a) açıklanan yönteme göre paydaşlıktan çıkarma davasında da paydaşlığın giderilmesi davasında olduğu gibi öncelikle paydaşlıktan çıkarılması istenen paydaşın payını karşılayacak kısmın maldan ayırmaya olanak bulunup bulunmadığının yani payın aynen ayrılmasının mümkün olup olmadığının araştırılması gerekir.
Dava, dava konusu üç adet taşınmazda davalının paydaşlıktan çıkarılması istemine ilişkindir. Davacılar vekili, …Mahallesi 267 ada 13 parsel; … Mahallesi 19 ada 27 parsel ve 451 ada 2 parsel sayılı taşınmazlarda müvekkillerinin ve davalının paydaş olduklarını beyan ederek davacıların paydaşlık durumunun devam etmesini istemesi ancak davalının bunu istememesi nedeni ile davalının paydaşlıktan çıkarılmasına ve davalının payının müvekkillerinin adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı davanın reddini savunmuştur. Mahkemece dava dilekçesinin görev yönünden reddine karar verilmiştir. Hüküm davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Paydaşlığın giderilmesi ve paydaşlıktan çıkarma davaları amacı ve sonucu itibariyle farklılık göstermekte ise de uyuşmazlığın çözümü için izlenecek yol ve yapılacak araştırma, inceleme açısından benzerlikler taşımaktadır. Gerçekten konunun düzenlendiği TMK.nun 696. maddesinde (MK 626/a) açıklanan yönteme göre paydaşlıktan çıkarma davasında da paydaşlığın giderilmesi davasında olduğu gibi öncelikle paydaşlıktan çıkarılması istenen paydaşın payını karşılayacak kısmın maldan ayırmaya olanak bulunup bulunmadığının yani payın aynen ayrılmasının mümkün olup olmadığının araştırılması gerekir.
Bu hususun tesbiti için izlenen yol malın aynen bölüşülmesi (aynen taksim) suretiyle paylı mülkiyetin sona ermesi davasındaki yolun aynısıdır. Paydaşın payının aynen ayrılmasına olanak bulunmadığının anlaşılması halinde bu payı isteyen paydaş da bulunmazsa hakim, davalıya payını devretmesi için bir süre belirler ve bu süre içinde devredilmeyen payın açık artırmayla satışına karar verir. Paydaşlıktan çıkarma davalarında da paydaşlığın giderilmesi davasında olduğu gibi paya ait satış kararı cebri icra yoluyla paraya çevirmeye ilişkin hükümler uyarınca yerine getirilir. Bu benzerlikler nedeniyle yasa koyucu eski M.K.nun 626. maddesine 14.11.1990 tarih 3678 sayılı Kanunla eklenen 626/a maddesinde yapılan bu yeni düzenlemede bu dava türü için görevli mahkeme hakkında özel bir düzenleme yapılmasına gerek görmemiştir. Tüm bu nedenlerle 14.11.1990 tarih 3678 sayılı Kanunla eklenen eski M.K.nun 626/a maddesinin yürürlüğe girdiği tarihten bugüne kadar Dairemizin yerleşen ve devamlılık gösteren içtihatlarında yasa koyucunun görev hususunda düzenleme yapmaması ve yasa düzenlemesi dikkate alınarak bu tür davalara bakma görevinin Sulh Hukuk Mahkemesine ait olduğu kabul edilmiştir.
Açıklanan bu olgular karşısında görevli mahkemenin paydaşlığın giderilmesi davalarında olduğu gibi Sulh Hukuk Mahkemesi olduğunun kabulü ile davanın esasının incelenmesi gerekirken aksi görüşle görevsizlik kararı verilmesi isabetsiz olmuş, hükmün bu nedenle bozulmasına karar vermek gerekmiştir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2013/3752 K: 2013/6325 T: 29.04.2013
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/4143 K: 2019/651 T: 22.01.2019
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/15584 K: 2016/286 T: 13.01.2016
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2002/1028 K: 2002/1378 T: 28.02.2002
Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2017/6425 K: 2018/3554 T: 08.05.2020
Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı kanıtlar ile yasal gerektirici nedenlere göre, dava konusu taşınmazda kat irtifakı veya kat mülkiyeti kurulu olmadığı ve davacının da söz konusu taşınmazın ½ hissesine malik olduğu ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 696. maddesine göre mahkeme kararıyla paydaşlıktan çıkarmaya ilişkin dava açılabilmesi için pay ve paydaş çoğunluğunun sağlanmadığı anlaşılmakla
Davacı dava dilekçesi ile davalı ile müvekkilin … ili, … ilçesi, … mahallesi, yeni açılan yol mevkiinde bulunan 2680 nolu parselin 1/2’şer paylarına sahip malikleri olduklarını, müvekkilin taşınmazdaki hisseyi önceki maliklerinden 13/01/2012 ve 24/02/2012 tarihlerinde satın almış olduğunu, müvekkilin satın almış olduğu taşınmaz üzerinde önceki malikler tarafından 1990 yılından bu yana kullanılmış olduğunu, bu durumun taşınmazın tapuda kayıtlı paydaşlar arasında esasen fiilen eylemli olarak ayrı ayrı kullanıldığını gösterdiğini, pay sahiplerinin kullanmış oldukları taşınmazların elektrik, su paralarını ve verilerini müstakilen ödemiş olduklarını, davalı yanın bu satışı ve fiili bölünmeyi bildiği halde … 15. Asliye Hukuk Mahkemesinde şufa davası açmış olduğunu ve davanın halen derdest olduğunu, şufa davası devam ederken davalının müvekkilin satın aldığı bağımsız bölümlerin kapılarına zincir vurmak suretiyle taşınmazlardan istifadesini haksız olarak engellemiş olduğunu beyan etmiş, hukuka aykırı olan elatmanın önlenmesine, pay değerinin hesap edilerek ve bedelin davalıya ödenerek davalının müşterek mülkiyetten çıkartılmasına karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Mahkemece TMK’nın 696. maddesinde paylı mülkiyette paydaşlıktan çıkartılma hali düzenlenmiş olup, bu maddeye göre davanın açılabilmesi için pay ve paydaş çoğunluğunun kararı gerekmektedir. Davaya konu taşınmazın tapu kaydının incelenmesinde; arsa vasfındaki taşınmazın 1/6’şar hissesinin … , … ve… l adına, 1/2 hissesinin ise … adına kayıtlı olduğu, taşınmazın yarısına sahip olan davacının pay ve paydaş çoğunluğunun kararı olmaksızın dava açmış olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava; paylı mülkiyete tabi olan taşınmazda fiili kullanıma aykırı hareket ettiği iddia olunan davalının müdahalesinin men’i ile pay değerinin karşılığının ödenerek davalının müşterek mülkiyetten çıkarılması istemine ilişkindir.
Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı kanıtlar ile yasal gerektirici nedenlere göre, dava konusu taşınmazda kat irtifakı veya kat mülkiyeti kurulu olmadığı ve davacının da söz konusu taşınmazın ½ hissesine malik olduğu ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 696. maddesine göre mahkeme kararıyla paydaşlıktan çıkarmaya ilişkin dava açılabilmesi için pay ve paydaş çoğunluğunun sağlanmadığı anlaşılmakla yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddi ile usule ve kanuna uygun olan hükmün ONANMASINA, aşağıda yazılı onama harcının davacıya yükletilmesine 08/05/2018 günü oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2015/175 K: 2015/654 T: 17.02.2015
- Yargıtay 6. Hukuk Dairesi E: 2011/14107 K: 2012/2502 T: 21.02.2012
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2005/1422 K: 2005/1829 T.28.2.2005
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2003/4052 K: 2003/4913 T.5.6.2003
ÖN ALIM HAKKI YARGITAY KARARLARI
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/3772 K: 2024/2889 T: 23.5.2024
Ön alım davalarının değeri para ile ölçülebilen davalardan olduğu, ön alım bedelinin depo edilmesinin özel dava şartı olduğu, buna yönelik ara karara uyulmaması halinde Hukuk Muhakemeleri Kanunu 114 ve 115 inci maddeleri kapsamında usulden ret kararı verilmeyip işin esası hakkında değerlendirme yapılarak ret kararı verileceği, esasa yönelik ret kararı verilmesi halinde değeri parayla ölçülebilen bu tür davalarda avukatlık ücretinin de Avukatlık Asgari Ücret Tarifesinin 6 ncı maddesi kapsamında nispi olarak belirlenmesi gerektiği,
Taraflar arasındaki 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nda düzenlenen yasal ön alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın reddine karar verilmiştir.
Kararın davacı vekili ve davalılar vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince davacı vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine, davalılar vekilinin İstinaf başvurusunun kabulü ile, yeni hüküm kurularak davanın reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacı vekili dava dilekçesinde özetle; davacının da hissedarı bulunduğu dava konusu taşınmaz hissedarlarından dava dışı … taşınmazdaki hissesinin bir kısmını 27.03.2019 tarihinde tapuda davalılara sattığını, bu durumu İstanbul Anadolu 5. Sulh Hukuk Mahkemesi dosyasından gelen tebligat ile öğrendiklerini, Yasa’dan kaynaklı olarak Türk Medeni Kanunu’nun (4721 sayılı Kanun) 732 nci maddesi gereğince işbu şuf’a davasını açtıklarını, satış bedeli ve masraflarını depo edeceklerini, tüm bu nedenlerle haklı davalarının kabulü ile depo kararından sonra taraflarına yasal ön alım hakkı tanınarak taşınmazın davalılar adına kayıtlı hisselerinin iptali ile davacı adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
- CEVAP: Davalılar vekili cevap dilekçesinde özetle; İstanbul Anadolu 5. Sulh Hukuk Mahkemesinin 2020/421 Esas sayılı dosyasında taraflarınca ortaklığın giderilmesi davası açıldığını, davacının da işbu davada vekili aracılığıyla sunduğu dilekçede fiili taksimin varlığını kabul ettiğini, taşınmazda fiili taksimin varlığının açık olduğunu, bu hususta davanın reddine karar verilmesi gerektiğini, depo kararı verilmesine yönelik olarak ise, taşınmaz hissesinin tapu kaydında gösterilen değerden daha yüksek bir değere satın alındığını, tüm bu nedenlerle öncelikle davacı yanın depo kararının gerekliliklerini yerine getirmesi gerektiğini, işin esasına girilmesi halinde fiili taksimin varlığı nedeniyle davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararında özetle; tarafların davaya konu taşınmaza yönelik olarak, dava dışı … taşınmazdaki hissesini 27.03.2019 tarihinde davalılara devrettiği hususunda taraflar arasında bir ihtilaf yaşanmadığı, taraflar arasındaki ihtilafın 4721 sayılı Kanun’un 732 nci maddesi mucibince davacının işbu devre yönelik olarak şuf’a hakkını kullanıp kullanamayacağı, söz konusu taşınmazda fiili taksimin bulunup bulunmadığı ve davacı tarafından davalılara sadece tapuda gösterilen bedelin mi yoksa taşınmaz için ödenen gerçek bedelin mi ödenmesi gerekip gerekmediği hususlarına yönelik olduğunun anlaşıldığı, Mahkemenin 24.02.2022 tarihli celsesinde davacı tarafa dava dilekçesindeki beyanları doğrultusunda tapudan gelen resmi senet de gözetilerek 7.105.000,00 TL’yi mahkeme veznesine depo etmek üzere gelecek celseye kadar kesin süre verildiği, verilen kesin süre içerisinde depo kararının yerine getirilmemesi halinde davanın reddine karar verileceği hususunun davacı vekiline ihtar edildiği, ancak davacı tarafça verilen kesin süre içerisinde depo kararı yerine getirilmediğinden davanın reddine karar verilmiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili ve davalılar vekili istinaf başvurusunda bulunmuşlardır.
- İstinaf Sebepleri: 1. Davacı vekili istinaf dilekçesinde özetle; taraflarına depo ile alakalı verilen kesin sürenin, hukuksuz olduğunu, tahkikat ve sözlü yargılamaya geçilmeksizin davanın reddinin usul ve yasaya aykırı olduğunu, ön alım bedelinin yatırılmamasının dava şartı olarak düzenlenmediğini, huzurdaki tapu iptali ve tescil davasının yazılı yargılama usulüne tabi bir dava olduğunu, davalı tarafın fiili taksim iddiasının araştırılması gerektiğini, bunun için keşif yapılmasını, davacının ön alım hakkının mümkün olup olmadığı yönünde rapor alınmasını, ön alım hakkı mümkün ise depo kararı verilmesi gerektiğini, ön inceleme aşamasında nihai karar verilebilmesi için dava şartlarından birinin bulunmaması, ilk itirazların yerinde olması ya da hak düşürücü süre nedeninin gerçekleşmesi gerektiğini, işin esasına girilerek delillerin değerlendirilmesi sonucu bir karar verilecekse, ön inceleme aşamasının tamamlanmasından sonra tarafların tahkikat için duruşmaya davet edileceğini, mahkemece delillerin toplanmadığını belirterek İlk Derece Mahkemesi kararının kaldırılmasını talep etmiştir.
- Davalılar vekili istinaf dilekçesinde özetle; davanın ön alım davası olarak ikame edildiğini, ön inceleme duruşmasından sonra işin esasına girilerek 24.02.2022 tarihli celsede İlk Derece Mahkemesince yargılamaya konu taşınmazın satış bedeli ve tapu harçları toplamı 7.105.000,00 TL’nin depo edilmesi için davacı yana gelecek celseye kadar kesin süre verildiğini, davacı yanın bu süre içerisinde 7.105.000,00 TL bedel üzerinden gerekli harçları ikmal ettiğini ancak depo kararını yerine getirmediğini, verilen süreye rağmen bedelin depo edilmemesinin hakkın kötüye kullanılması niteliğinde olduğunu, ikmal edilen harç tutarı nazara alındığında Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi 6 ncı maddesine göre davalılar yararına nispi vekalet ücretine hükmedilmesi gerektiğini, maktu vekalet ücretine hükmedilmesinin hatalı olduğunu belirterek İlk Derece Mahkemesi kararının kaldırılmasını talep etmiştir.
- Gerekçe ve Sonuç: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararında özetle; dairelerinin önceki kararı ile davalının fiili taksim iddiasının araştırılması gerekçesiyle İlk Derece Mahkemesi kararının kaldırıldığı, mahkemece bu hususta araştırma yapılmadan önce satış akdindeki bedel üzerinden depo kararı verildiği ve ara kararın yerine getirilmediği gerekçesiyle davanın reddine karar verildiği, davacının verilen sürede depo kararını yerine getirmeyip yargılamanın sonuna kadar süre talep etmesinin hakkın kötüye kullanılması olarak değerlendirildiği, yine fiili taksim iddiasının davalıya ait bir savunma olmadığı, davacının iddiasının zaten ön alım hakkı olduğu, bu nedenle üzerine düşen depo sorumluluğunu yerine getirmesi gerektiği, bu nedenle davacının istinaf itirazlarının yerinde görülmediği, davalının istinaf itirazlarının incelenmesinde ise; ön alım davalarının değeri para ile ölçülebilen davalardan olduğu, ön alım bedelinin depo edilmesinin özel dava şartı olduğu, buna yönelik ara karara uyulmaması halinde Hukuk Muhakemeleri Kanunu (6100 sayılı Kanun) 114 ve 115 inci maddeleri kapsamında usulden ret kararı verilmeyip işin esası hakkında değerlendirme yapılarak ret kararı verileceği, esasa yönelik ret kararı verilmesi halinde değeri parayla ölçülebilen bu tür davalarda avukatlık ücretinin de Avukatlık Asgari Ücret Tarifesinin 6 ncı maddesi kapsamında nispi olarak belirlenmesi gerektiği, Mahkemece esastan ret hükmü kurulduğu halde davalılar yararına maktu avukatlık ücretine hükmedilmesinin yerinde olmadığı tespit edilerek sonuçta; davacı vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine, davalılar vekilinin istinaf başvurusunun kabulüne, İstanbul Anadolu 32. Asliye Hukuk Mahkemesi kararının kaldırılmasına, gerekçe düzeltilmek suretiyle; davanın reddine, davalılar yargılamada kendilerini bir vekil ile temsil ettirdiklerinden, karar tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesinin 7 nci maddesi ikinci fıkrasına göre hesap ve takdir olunan 308.000,00 TL vekalet ücretinin davacıdan tahsili ile davalılara verilmesine şeklinde karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davacı vekili temyiz dilekçesinde özetle;
- Bölge Adliye Mahkemesince hukuka ve hakkaniyete aykırı olarak eksik inceleme neticesinde istinaf başvurusunun reddine karar verildiği,
- Taraflarına depo ile alakalı verilen kesin sürenin hukuksuz olduğu, tahkikat ve sözlü yargılama aşamasına geçilmeksizin davanın reddinin usul ve yasaya aykırı olduğu,
- Davalı tarafın fiili taksim iddiasının araştırılması gerektiği, bunun için keşif yapılması, taraflarının ön alım hakkının mümkün olup olmadığı yönünde rapor alınması ve ön alım hakkı mümkün ise depo kararı verilmesi gerektiği,
- İşin esasına girilmediğinden Bölge Adliye Mahkemesi tarafından davalılar yararına nispi vekalet ücreti verilmesi şartlarının oluşmadığı,
- Depo kararının süresinde yerine getirilmemiş olmasının, kötüniyetli olduklarını göstermediğini beyanla kararın bozulmasını talep etmiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Uyuşmazlık; 4721 sayılı Kanun’un 732 ve devamı maddeleri uyarınca açılan ön alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 1. 6100 sayılı Kanun’un 369 uncu maddesinin birinci fıkrası ile 370 ve 371 inci maddeleri.
- 4721 sayılı Kanun’un 732, 733 ve 734 üncü maddeleri.
- Değerlendirme
- Bölge Adliye Mahkemelerinin nihai kararlarının bozulması 6100 sayılı Kanun’un 371 inci maddesinde yer alan sebeplerden birinin varlığı hâlinde mümkündür.
- Temyizen incelenen karar, tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dayandıkları belgelere, uyuşmazlığa uygulanması gereken hukuk kuralları ile hukuki ilişkinin nitelendirilmesine, dava şartlarına, yargılama ve ispat kuralları ile kararda belirtilen gerekçelere göre usul ve kanuna uygun olup davacı vekilince temyiz dilekçesinde ileri sürülen nedenler kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte görülmemiştir.
- KARAR: Açıklanan sebeplerle; Temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararının 6100 sayılı Kanun’un 370 inci maddesinin birinci fıkrası uyarınca ONANMASINA, Aşağıda yazılı temyiz giderinin temyiz edene yükletilmesine, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 23.05.2024 tarihinde kesin olmak üzere oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/356 K: 2023/1036 T: 22.2.2023
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2022/1029 K: 2023/1184 T: 29.11.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/2974 K: 2022/3228 T: 28.4.2022
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/4114 K: 2024/1782 T: 26.3.2024
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/4230 K: 2024/1492 T: 12.3.2024
Taşınmaz yönünden ön alıma konu satış işlemleri nedeniyle davanın kabulüne karar verilmiş ise de; dava konusu parselde davalı adına kayıtlı birden fazla hisse bulunduğundan infazda tereddüt oluşmaması için iptal edilen ve davacılar adına tesciline karar verilen hissenin miktarının, pay ve payda şeklinde açıkça belirtilmesi gerektiği
Taraflar arasındaki asıl ve birleştirilen ön alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın ve birleştirilen davanın kabulüne karar verilmiştir.
Kararın davalı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince başvurunun esastan reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı duruşmalı olarak davalı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, 12.03.2024 tarihinde duruşma yapılmasına ve duruşma gününün taraflara davetiye ile bildirilmesine karar verilmiştir.
Belli edilen günde davalı vekili … ve davacılar vekili Avukat … geldi. Açık duruşmaya başlandı. Gelenlerin sözlü açıklamaları dinlenildikten sonra açık duruşmanın bittiği bildirildi. İşin incelenerek karara bağlanması için Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlenerek dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: 1.Davacılar vekili dava dilekçesinde özetle; 302 ada 1 parsel sayılı taşınmaz ile 316 ada 1 parsel sayılı taşınmazdaki paydaşların kendi paylarını davalıya sattıklarını, tapuda görünen satış bedellerinin muvazaalı olduğunu belirterek ön alıma konu satışlar nedeniyle davalı adına olan tapu kaydının iptali ile davacı adına tescilini talep ve dava etmiştir.
- Birleştirilen davada davacılar vekili; davacıların 316 ada 1 parsel sayılı taşınmazda hissedar olduklarını, 11.11.2019 tarihinde açtıkları davanın derdest olduğunu, 05.07.2019 tarihli ve 21203 yevmiye numaralı resmi senet ile …’ın, 316 ada 1 numaralı parseldeki hissesini 76.000,00 TL karşılığında davalı şirkete sattığını, bu satış nedeniyle de ön alım hakkını kullanmak istediklerini belirterek asıl dava ile birleştirilmesini istediklerini dile getirmiştir.
- CEVAP: 1.Davalı vekili cevap dilekçesinde özetle; davanın reddini savunmuştur.
- Birleştirilen davada davalı vekili cevap dilekçesinde özetle; davanın hak düşürücü süre içinde açılmadığını, davalının toplu bir tarım arazisi oluşturmak için çeşitli tarihlerde taşınmazdan hisse satın aldığını, bu durumdan davacıların haberi olduğunu, paydaşlar arasında fiili taksim bulunduğunu ileri sürerek davanın reddini savunmuştur.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesi yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararında; tüm paydaşları bağlayan fiili taksim olgusu ispatlanamadığından davanın ve birleştirilen davanın kabulüne karar vermiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
- İstinaf Sebepleri: Davalı vekili istinaf dilekçesinde özetle; hak düşürücü sürenin geçtiğini, fiili taksimin mevcut olduğunu, davalının peyderpey taşınmazdan hisseler satın aldığını, davanın reddi gerektiğini dile getirmiştir.
- Gerekçe ve Sonuç: Bölge Adliye Mahkemesi yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile davalı vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine karar vermiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davalı vekili; davalıya ait ÇKS kayıtlarına bakıldığında dava konusu tarımsal araziler ile müvekkiline ait arazilerin sınırdaş olduğunu, yine dava konusu tarımsal arazide birden fazla sayıda kişinin çiftçilik yaptığını, davalının birden fazla farklı hisse aldığını, davacıya hangi hisseler için dava açtığı açıklatılmadan hüküm kurulduğunu, raporda 302 ada 1 parselde susam ve bamya ekili olduğu, 316 ada 1 parselin ise tamamında soya ekili olduğunun belirtildiğini, bu tespitin aksinin ek ÇKS kayıtlarıyla çürütüldüğünü, tanık ve bilirkişinin “kısımlardan ayrı kullanıldığına” dair izlenimi ile fiili taksim olgusunun ispatlandığını, bilirkişi raporunun kendi içerisinde çelişmekte olduğunu, tanıkların da hangi ada ve parsel için tanıklık yaptıkları açık ve belirli olmadığından yeniden dinlenilmeleri gerektiğini, dile getirmiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Dava ve birleştirilen dava, ön alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (6100 sayılı Kanun) 369 uncu maddesinin birinci fıkrası ile 370 ve 371 inci maddeleri, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 732 vd. maddeleri, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 297/2. maddesi.
- Değerlendirme
1.6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 297/2.maddesinde hükmün sonuç kısmında, gerekçeye ait herhangi bir söz tekrar edilmeksizin, taleplerden her biri hakkında verilen hükümle, taraflara yüklenen borç ve tanınan hakların, sıra numarası altında; açık, şüphe ve tereddüt uyandırmayacak şekilde gösterilmesinin gerekli olduğu açıklanmıştır.
- Somut olaya gelince, mahkemece dava konusu edilen Mersin İli, Tarsus İlçesi, … Mahallesi 316 ada 1 parsel sayılı taşınmaz yönünden ön alıma konu satış işlemleri nedeniyle davanın kabulüne karar verilmiş ise de; dava konusu parselde davalı adına kayıtlı birden fazla hisse bulunduğundan infazda tereddüt oluşmaması için iptal edilen ve davacılar adına tesciline karar verilen hissenin miktarının, pay ve payda şeklinde açıkça belirtilmesi gerektiğinden hükmün bu sebeple bozulması gerekmiştir.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle; Temyiz olunan İlk Derece Mahkemesi kararına karşı istinaf başvurusunun esastan reddine ilişkin Bölge Adliye Mahkemesi kararının ORTADAN KALDIRILMASINA, İlk Derece Mahkemesi kararının BOZULMASINA, Peşin alınan temyiz karar harcının istek hâlinde ilgiliye iadesine, 17.100,00 TL Yargıtay duruşma vekalet ücretinin davacılardan alınarak davalıya verilmesine, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 12.03.2024 tarihinde kesin olmak üzere oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2024/601 K: 2024/1368
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2024/1273 K: 2024/2586 T: 14.5.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/7855 K: 2023/267 T: 18.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/7848 K: 2023/21 T: 9.1.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/4778 K: 2024/397 T: 23.1.2024
Mahkemece, konusunda uzman bilirkişiden denetime elverişli şekilde rapor alınarak resmi senette yazılı satış bedeli ile tapu masrafı toplamının ön inceleme tarihinden bilirkişi incelemesi yapılan tarihe kadar nemalandırılması halinde ulaşacağı değer belirlenmeli, belirlenen bu miktardan depo edilen (nemalı veya nemasız) miktar ile nemalandırılmış ise nema miktarı çıkarıldıktan sonra aradaki farkın da depo edilmesine karar verilmelidir.
Taraflar arasında ön alım hakkından kaynaklı tapu iptali ve tescil davasında verilen karar hakkında yapılan temyiz incelemesi sonucunda, Dairemizce Mahkeme kararının bozulmasına karar verilmiştir.
Mahkemece bozmaya uyularak yeniden yapılan yargılama sonucunda; davanın kabulüne karar verilmiştir.
Mahkeme kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacı; paydaşı olduğu 421 parsel sayılı taşınmazda davalının 22.11.2012 tarihli satış ile edindiği payların tapu kaydının iptali ile adına tescil edilmesini talep etmiştir.
- CEVAP: Davalı; davacının kötüniyetli olduğunu, taşınmazda fiili taksim bulunduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.
III. MAHKEME KARARI
Mahkemenin 23.12.2021 tarihli ve 2020/218 Esas, 2021/1036 Karar sayılı kararıyla; dava konusu taşınmazda fiili taksim bulunduğu belirtilerek davanın reddine karar verilmiştir.
- BOZMA VE BOZMADAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ
- Bozma Kararı
- Mahkemenin 23.12.2021 tarihli kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Dairemizin 28.06.2022 tarihli ve 2022/1214 Esas, 2022/4571 Karar sayılı kararıyla dava konusu taşınmazda fiili taksim bulunmadığı belirtilerek hükmün bozulmasına karar verilmiştir.
- Mahkemece Bozmaya Uyularak Verilen Karar
Mahkemenin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile davanın kabulüne karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davalı vekili; dava konusu taşınmazda fiili taksim olduğunu, davacının kötüniyetli olduğunu, önalım bedelinin eksik depo edildiğini, imar uygulaması sonucunda taşınmazın değerinin arttığını belirterek kararın bozulmasını talep etmiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Dosya içeriğine, bozmanın mahiyeti ve kapsamına göre taraflar arasındaki uyuşmazlık, önalım hakkına dayalı tapu iptal ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3 üncü maddesinin ikinci fıkrası atfıyla uygulanmasına devam olunan mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun (1086 sayılı Kanun) 428 inci maddesi ile 439 uncu maddesinin ikinci fıkrası.
4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 732 nci maddesi şöyledir:
“Paylı mülkiyette bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması hâlinde, diğer paydaşlar önalım hakkını kullanabilirler.”
Aynı Kanunun 734 üncü maddesinde; “Önalım hakkı, alıcıya karşı dava açılarak kullanılır. Önalım hakkı sahibi, adına payın tesciline karar verilmeden önce, satış bedeli ile alıcıya düşen tapu giderlerini, hakim tarafından belirlenen süre içinde hakimin belirleyeceği yere nakden yatırmakla yükümlüdür.”
- Değerlendirme
- Davalı vekilinin iddia, savunma ve dayandıkları belgelere, uyuşmazlığın hukuki nitelendirilmesi ile uygulanması gereken hukuk kurallarına, dava şartlarına, yargılamaya hâkim olan ilkelere, ispat kurallarına ve temyiz olunan kararda belirtilen gerekçelere göre aşağıdaki paragrafların kapsamı dışındaki temyiz itirazları yerinde görülmemiştir.
- Ön alım hakkının kullanılmasıyla, bu hakkı kullanan paydaş ile alıcı arasında kapsam ve şartları satıcı ile davalı arasında yapılan sözleşmenin aynı olan bir satım ilişkisi kurulmuş olur. Kural olarak ön alım bedeli tapuda gösterilen satış bedeli ile, davalı tarafından ödenen harç ve masrafların toplamından ibaret olup, bu bedelin dava açılırken hazır edilmesi ve mahkemece makul süre içinde mahkeme veznesine depo edilmesiyle birlikte vadeli bir hesapta değerlendirilmesi gereklidir.
- Bu kapsamda mahkemeler, dava açıldıktan sonraki makul bir süre içinde ön alım bedelinin, vadeli bir mevduat hesabına yatırılmasını sağlayarak yargı sürecinin taraflar üzerinde oluşturduğu olumsuz etkileri asgari seviyeye indirgeyerek mülkiyet hakkının devlete yüklediği pozitif yükümlülüğü gerekçekleştirmiş olacaklardır.
- Somut olaya gelince; davalı 22.11.2012 tarihli resmi senet ile dava dışı satıcı …’ün payını 1.500,00 TL bedel ile … ‘in payını 3.500,00 TL ile satın almış mahkemece sadece … ‘den satın aldığı payın satış bedeli harç ve masrafları olan 3.862,50 TL’nin depo edilmesine, bu miktar üzerinden davalının tüm payının iptaline karar verilerek satış bedelinin eksik depo edilmesine karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Ayrıca ön alım bedeli ön inceleme tarihi itibariyle depo ettirilmemiş, bedelin vadesiz mevduat hesabına depo ettirilmesine karar verilerek satış bedelinin değerinde meydana gelen azalmanın önüne geçilmemiştir. Bu doğrultuda mahkemece, konusunda uzman bilirkişiden denetime elverişli şekilde rapor alınarak resmi senette yazılı satış bedeli ile tapu masrafı toplamı 5.362,50 TL’nin ön inceleme tarihi olan 25.02.2014 tarihinden bilirkişi incelemesi yapılan tarihe kadar nemalandırılması halinde ulaşacağı değer belirlenmeli, belirlenen bu miktardan depo edilen (nemalı veya nemasız) miktar ile nemalandırılmış ise nema miktarı çıkarıldıktan sonra aradaki farkın da depo edilmesine karar verilmelidir. Belirtilen eksiklik giderildikten sonra işin esası hakkında bir hüküm kurulması gerekirken yazılı olduğu şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeplerle kararın bozulması gerekmiştir.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle; Temyiz olunan Mahkeme kararının BOZULMASINA, Peşin alınan temyiz karar harcının istek hâlinde ilgiliye iadesine, Kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, Dosyanın Mahkemesine gönderilmesine, 23.01.2024 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/7671 K: 2023/19 T: 9.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/3130 K: 2023/4448 T: 4.10.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8048 K: 2023/749 T: 9.2.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8745 K: 2023/1125 T: 27.2.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/5435 K: 2024/491 T: 25.1.2024
İlk Derece Mahkemesince davacının diğer hissedar malik davalıya ön alım hakkını kullanamayacağı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Bu durumda hüküm tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi gereğince davalı yararına tarifenin üçüncü kısmına göre harçlandırılan tutar üzerinden nispi vekâlet ücretine hükmedilmesi gerekirken, maktu vekâlet ücretine hükmedilmesi bozmayı gerektirir.
Taraflar arasında görülen ve istinaf incelemesinden geçen ön alım davasında verilen karar hakkında yapılan temyiz incelemesi sonucunda, Dairemizce Bölge Adliye Mahkemesi kararının kaldırılmasına ve İlk Derece Mahkemesi kararının bozulmasına karar verilmiştir.
İlk Derece Mahkemesince bozmaya uyularak yeniden yapılan yargılama sonucunda; davanın reddine karar verilmiştir.
İlk Derece Mahkemesi kararı taraf vekillerince temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçelerinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacı vekili dava dilekçesinde; müvekkilinin paydaşı olduğu taşınmazın 1189/3700 hissesinin 28.11.2015 tarihinde 65.000,00 TL bedelle davalıya satıldığını, ön alım hakkını kullanarak davalıya ait hissenin tapu iptali ile müvekkili adına tescilini talep etmiştir.
- CEVAP: Davalı cevap dilekçesinde; davanın reddini istemiştir.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesinin 19.03.2019 tarihli ve 2017/294 Esas, 2019/165 Karar sayılı kararıyla; davanın kabulüne karar verilmiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin 19.03.2019 tarihli kararına karşı süresi içinde davalı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
- Gerekçe ve Sonuç
Bölge Adliye Mahkemesinin 26.11.2020 tarihli ve 2019/2777 Esas, 2020/1537 Karar sayılı kararıyla; başvurunun esastan reddine karar verilmiştir.
- BOZMA VE BOZMADAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ
- Bozma Kararı
- Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Dairemizin 11.05.2022 tarihli ve 2022/1934 Esas, 2022/3358 Karar sayılı ilâmında; “davalı taraf cevap dilekçesi ve yargılama aşamasındaki beyanlarında Kahramankazan Asliye Hukuk Mahkemesinin 2015/695 Esas sayılı dosyasında da aynı taşınmaza ilişkin ön alım davası bulunduğu belirtilmiştir. Dosya kapsamında yapılan incelemede, bahsi geçen dava dosyasında eldeki dosya davacısı tarafından davalı … aleyhine 3018 ada 5 parsel sayılı taşınmazdaki 03.12.2014 ve 09.04.2015 tarihli satışlar yönünden ön alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil davası açılmış olduğu, Mahkemece 09.04.2015 tarihli satış yönünden davanın reddine, 03.12.2014 tarihli satış yönünden ise davanın kabulüne karar verildiği hükmün 03.12.2021 tarihinde kesinleştiği açıklanmıştır
- Mahkemece; dava dosyası ve Kahramankazan Asliye Hukuk Mahkemesi 2015/695 Esas sayılı dosyası değerlendirilerek, eldeki dava tarihi itibarıyla davalı … Balın dava konusu taşınmazda paydaş olup olmadığının tespit edilmesi, paydaş ise paydaşlara karşı ön alım davası açılamayacağı gözetilerek karar verilmesi, paydaş değil ise tüm dosya kapsamı değerlendirilerek oluşacak sonuca göre karar verilmesi gerekirken değinilen hususlar göz ardı edilerek, yanılgılı değerlendirmeyle yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş bozma sebebi yapılmıştır.” denilmek suretiyle hükmün bozulmasına karar verilmiştir.
- İlk Derece Mahkemesince Bozmaya Uyularak Verilen Karar
- İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile Kahramankazan Asliye Hukuk Mahkemesinin 2015/695 Esas sayılı dosyasının incelenmesinde davacı …’ın davalı …’a yönelik 3018 ada 5 parsel sayılı taşınmaza ilişkin ön alım nedeniyle tapu iptali ve tescil davasında Mukaddes Yüksekcan tarafından davalıya satıldığı bildirilen hisse yönünden talebinin reddine dair karar verildiği; bu kararın 03.12.2021 tarihinde kesinleştiği açıklanmıştır.
- Kahramankazan Tapu Müdürlüğünden gelen cevabi yazı ve tapu kayıtları incelendiğinde, 220870 ada 4 parsel sayılı taşınmazın eski 3018 ada 5 parsel sayılı taşınmaz olduğu, işbu davanın 07.09.2017 tarihinde açıldığı, dosya kapsamına ve getirtilen tapu kayıtlarına göre davanın açıldığı tarihte davalı …’ın dava konusu 220870 ada 4 parsel sayılı taşınmazda paydaş olduğu, davacının diğer hissedar malik davalıya ön alım hakkını kullanamayacağı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde taraf vekilleri temyiz isteminde bulunmuşlardır.
- Temyiz Sebepleri: 1. Davacı vekili; davalının dava tarihi itibarıyla kesinleşmiş bir paydaşlığının olmadığını, 2015/695 Esas sayılı dosyada kısmen ret kararı itibarıyla …’ın paydaş olduğunun kabul edilemeyeceğini, Mahkemece 3018 ada 6 parselle ilgili herhangi bir tapu kaydı getirtilmediğini, eksik inceleme yapıldığını ileri sürmüştür.
- Davalı vekili dava konusu bedelin ön alım bedeli 96.600,00 TL olup, söz konusu miktarın davacı tarafından dosyaya depo edilerek 19.03.2019 tarihinde nispi harcın tamamlandığını, nispi vekâlet ücreti takdir edilmesi gerekirken, maktu vekâlet ücretinin takdir edilmesinin hatalı olduğunu ileri sürmüştür.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Uyuşmazlık, ön alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 732 inci maddesi uyarınca, ön alım hakkı, paylı mülkiyet hükümlerine tâbi taşınmazlarda payın üçüncü şahsa satılması hâlinde, diğer paydaşa o payı öncelikle satın alma hakkını verir. Bu hak paylı mülkiyet ilişkisi kurulduğu anda doğar ve o payın üçüncü kişiye satılması ile kullanılabilir hâle gelir. Paydaşın paydaşa satış yapması hâlinde ise ön alım hakkı kullanılamaz. Ayrıca satış dışındaki işlemlerde de ön alım hakkı doğmaz. Ne var ki, satış dışındaki pay edinimlerinde muvazaa iddiası ileri sürülebilir. İşlemin tarafı olmayan paydaşlar bu iddiayı her türlü delille kanıtlayabilirler.
- Değerlendirme
- Tarafların iddia, savunma ve dayandıkları belgelere, uyuşmazlığın hukuki nitelendirilmesi ile uygulanması gereken hukuk kurallarına, dava şartlarına, yargılamaya hâkim olan ilkelere, ispat kurallarına ve temyiz olunan kararda belirtilen gerekçelere göre davacı vekilinin temyiz itirazları yerinde görülmemiştir.
- İlk Derece Mahkemesince davacının diğer hissedar malik davalıya ön alım hakkını kullanamayacağı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Bu durumda hüküm tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi gereğince davalı yararına tarifenin üçüncü kısmına göre harçlandırılan 96.000,00 TL üzerinden nispi vekâlet ücretine hükmedilmesi gerekirken, maktu vekâlet ücretine hükmedilmesi bozmayı gerektirir.
Ne var ki bu hatanın giderilmesi yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 370 inci maddesinin ikinci fıkrası hükmü uyarınca Bölge Adliye Mahkemesi kararının düzeltilerek onanması gerekir.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle; 1. Davacı vekilinin temyiz itirazlarının REDDİNE, 2. Davalı vekilinin İlk Derece Mahkemesi kararına yönelik temyiz itirazının kabulü ile İlk Derece Mahkemesi kararının hüküm fıkrasının 5 numaralı bendinde yer alan “9.200,00 TL maktu” ibaresinin çıkartılarak yerine “15.350,00TL nispi” ibaresinin yazılması suretiyle DÜZELTİLEREK ONANMASINA,
İstek hâlinde peşin alınan temyiz harcının ilgiliye iadesine, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine gönderilmesine, 25.01.2024 tarihinde kesin olmak üzere oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/2974 K: 2022/3228 T: 28.4.2022
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/4114 K: 2024/1782 T: 26.3.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8043 K: 2023/136 T: 12.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8670 K: 2023/3286 T: 12.6.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2024/77 K: 2024/748 T: 12.2.2024
Ön alım bedelinin, ön inceleme duruşması adı altında duruşma açılmadığından, ilk duruşma günü olan 12/07/2016 tarihinden itibaren depo edildiği 28/12/2020 tarihine kadar geçen sürede vadeli bir mevduat hesabına yatırılması halinde getireceği nemanın bilirkişiye hesaplattırılarak, tespit edilecek bedel depo edildikten sonra işin esası hakkında bir hüküm kurulması gerektiği
Taraflar arasında İlk Derece Mahkemesinde görülen ve istinaf incelemesinden geçen ön alım hakkına dayalı tapu iptal ve tescil davasında verilen karar hakkında yapılan temyiz incelemesi sonucunda, Dairemizce, Bölge Adliye Mahkemesi kararının kaldırılmasına ve İlk Derece Mahkemesi kararının bozulmasına karar verilmiştir.
İlk Derece Mahkemesince bozmaya uyularak yeniden yapılan yargılama sonucunda; davanın kabulüne karar verilmiştir.
İlk Derece Mahkemesi kararı davalılar vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacı vekili dava dilekçesinde; davacının 10376 ada 2 numaralı parselde kayıtlı taşınmazda paydaş olduğunu, davalılardan …’ın aynı parselde toplam 82/9777 payı 60.000,00 TL’ye, …’ın 82/9777 payı 60.000,00 TL’ye ve …’ın 41/9777 payı 30.000,00 TL’ye 14.01.2015 tarihinde toplam 150.000,00TL bedelle satın aldıklarını, davacının bu satışlardan hiçbir şekilde haberinin olmadığını, davacının ön alım hakkı bulunması nedeniyle davalılara ait payların tapu kaydının iptali ile davacı adına tescil edilmesini talep etmiştir.
- CEVAP: Davalı vekili; öncelikle davanın reddini, kabulü durumunda ise yeni değer tespitinin yapılarak bedelin ve masrafların depo edilmesine karar verilmesini savunmuştur.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesinin 29.12.2020 tarihli ve 2019/139 Esas, 2020/392 Karar sayılı kararıyla; davanın kabulüne karar verilmiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin 29.12.2020 tarihli kararına karşı süresi içinde davalılar vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
- Gerekçe ve Sonuç
Bölge Adliye Mahkemesinin 15.10.2021 tarihli ve 2021/794 Esas, 2021/1322 Karar sayılı kararıyla; istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiştir.
- BOZMA VE BOZMADAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ
- Bozma Kararı
- Bölge Adliye Mahkemesinin 15.10.2021 tarihli kararına karşı süresi içinde davalılar vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Dairemizin 13.09.2022 tarihli 2021/8412 Esas, 2022/5118 Karar sayılı ilamıyla; ön alım bedelinin, ön inceleme duruşması adı altında duruşma açılmadığından, ilk duruşma günü olan 12/07/2016 tarihinden itibaren depo edildiği 28/12/2020 tarihine kadar geçen sürede vadeli bir mevduat hesabına yatırılması halinde getireceği nemanın bilirkişiye hesaplattırılarak, tespit edilecek bedel depo edildikten sonra işin esası hakkında bir hüküm kurulması gerektiği gerekçesiyle Bölge Adliye Mahkemesinin esastan ret kararının kaldırılmasına ve İlk Derece Mahkemesi kararının bozulmasına karar verilmiştir.
- İlk Derece Mahkemesince Bozmaya Uyularak Verilen Karar
İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile davanın kabulüne karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalılar vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davalılar vekili temyiz dilekçesinde özetle; satış tarihi üzerinden geçen zamanda taşınmazın değerinin çok değiştiğini ve yeniden değerleme yapılması gerektiğini, sadece nemalı değerin hesaplattırılmasının yeterli olmadığını, bozma kararının davalı lehine olduğu gözetilmeden yine davacı lehine vekalet ücreti verilmesinin ve davalı yararına vekalet ücretine hükmedilmemesinin de hatalı olduğunu belirterek kararın bozulmasını talep etmiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Uyuşmazlık, ön alım hakkına dayalı tapu iptal ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3 üncü maddesinin ikinci fıkrası atfıyla uygulanmasına devam olunan mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun (1086 sayılı Kanun) 428 inci maddesi, 438 inci maddesinin yedi, sekiz ve dokuzuncu fıkraları ile 439 uncu maddesinin ikinci fıkrası, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (4721 sayılı Kanun) 732, 733 ve 734 üncü maddeleri.
- Değerlendirme
- Mahkemelerin nihai kararlarının bozulması 6100 sayılı Kanun’un geçici 3 üncü maddesinin ikinci fıkrası atfıyla uygulanmasına devam olunan mülga 1086 sayılı Kanun’un 428 inci maddesi ile 439 uncu maddesinin ikinci fıkrasında yer alan sebeplerden birinin varlığı hâlinde mümkündür.
- Temyizen incelenen Mahkeme kararının bozmaya uygun olduğu, kararda ve kararın gerekçesinde hukuk kurallarının somut olaya uygulanmasında bir isabetsizlik bulunmadığı, bozmaya uyulmakla karşı taraf yararına kazanılmış hak durumunu oluşturan yönlerin ise yeniden incelenmesine hukukça imkân bulunmadığı anlaşılmakla; temyiz dilekçesinde ileri sürülen nedenler kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte görülmemiştir.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle; Davalılar vekilinin yerinde görülmeyen tüm temyiz itirazlarının reddi ile usul ve kanuna uygun olan kararın ONANMASINA, Aşağıda yazılı temyiz giderinin temyiz edenlere yükletilmesine, Dosyanın Mahkemesine gönderilmesine, Karara karşı karar düzeltme yolu kapalı olduğuna, 12.02.2024 tarihinde kesin olmak üzere oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2024/601 K: 2024/1368
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2024/1273 K: 2024/2586 T: 14.5.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/7855 K: 2023/267 T: 18.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/7848 K: 2023/21 T: 9.1.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2024/202 K: 2024/876 T: 15.2.2024
Ön alım davasının açıldığı tarih ile ön alım bedelinin depo edildiği tarih arasında uzunca bir zamanın geçtiği; bu süre gözönüne alındığında, ön alım bedelini zamanında depo etmeyerek kullanması nedeniyle davacının amacı dışında zenginleştirildiği, nemalandırılmayan satış tarihindeki miktarın depo edilmesi nedeniyle faiz getirisinden mahrum kalınması oranında davalının da fakirleştiği, bir tarafın diğer taraf zararına azımsanamayacak derecede oransız bir çıkar sağladığı, bu durumun 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 2 nci maddesinde düzenlenen dürüstlük kuralına aykırı olacağı
Taraflar arasındaki ön alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil davasından dolayı verilen karar hakkında yapılan temyiz incelemesi sonucunda, Dairemizin 27.02.2023 tarih ve 2022/7016 E., 2023/1139 K: sayılı ilamı ile Bölge Adliye Mahkemesi kararının bozulmasına karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesince bozmaya uyularak yeniden yapılan yargılama sonucunda; davanın kabulüne karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı taraf vekillerince temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçelerinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacı vekili dava dilekçesinde; müvekkilinin 3/8 paydaşı olduğu Eskişehir ili, … ilçesi, …Mahallesi, 7449 ada 12 parselde kayıtlı taşınmazın 5/8 hissesini toplam 183.597,01 TL bedelle davalı şirketin satın aldığını, müvekkilinin satıştan Eskişehir 2. Sulh Hukuk Mahkemesinin 2013/665 Esas sayılı ortaklığın giderilmesi davasında dava dilekçesinin kendisine tebliği üzerine öğrendiğini belirterek davalı üzerindeki taşınmaz hisselerinin iptali ile ön alım hakkı gereğince davacı adına tapuya kayıt ve tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
- CEVAP: Davalı vekili cevap dilekçesinde; dava konusu taşınmazın paydaşlar arasında fiilen taksim edildiğini, davacının kendi hissesi üzerinde iki katlı ev inşa ettiğini, evin etrafını surla çevirdiğini, davacının kendi payını eylemli olarak kullanılması sebebiyle ön alım hakkını kullanılamayacağını, hak düşürücü süre yönünden davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesinin 12.04.2018 tarihli ve 2013/425 Esas, 2018/413 Karar sayılı kararıyla; fiili taksim iddiasının ispatlanmadığı gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
- Gerekçe ve Sonuç
Bölge Adliye Mahkemesinin 18.09.2019 tarihli ve 2018/2763 Esas, 2019/1630 Karar sayılı kararıyla; istinaf başvurusunun kabulü ile İlk Derece Mahkemesi kararının kaldırılmasına, davacının uzun süredir kullandığı bir yer olduğundan bahisle ön alım hakkı kullanmasının Türk Medeni Kanun’un 2 nci maddesi olan dürüstlük kuralı ile bağdaşmayacağı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
- BİRİNCİ BOZMA VE BOZMADAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ
- Bozma Kararı
- Bölge Adliye Mahkemesinin 18.09.2019 tarihli ve 2018/2763 Esas, 2019/1630 Karar sayılı kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Dairemizin 01.11.2021 tarihli ve 2021/608 Esas, 2021/2556 Karar sayılı ilamı ile; “…davalı vekilinin fiili taksim savunması ile ilgili olarak mahallinde keşif yapılmış ise de, tanıkların bir kısmı duruşmada ve talimat yoluyla dinlenmiştir. Bu durumda mahkemece, mahallinde yeniden keşif yapılmalı, taraf tanıkları ve temin edilirse mahalli bilirkişiler 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 259/2 nci maddesi uyarınca taşınmaz başında dinlenmeli, fen bilirkişisinden fiili kullanımı gösterir, denetime elverişli kroki ve rapor alınmalı, davacının ve davalıya pay satan paydaşların ayrı ayrı kullandıkları yerler olup olmadığı tespit edilmeli, varılacak sonuca göre bir karar verilmelidir…” gerekçesiyle Bölge Adliye Mahkemesi kararı bozulmuştur.
- Bölge Adliye Mahkemesince Bozmaya Uyularak Verilen Karar
Bölge Adliye Mahkemesinin 27.09.2022 tarih ve 2022/472 Esas, 2022/2101 Karar sayılı kararı ile mahalli bilirkişi beyanları, bilirkişi raporu ve dosya kapsamına göre davacının taşınmazda fiilen kullandığı ayrı bir yerin bulunduğu ancak davalının yahut davalıya pay satanların kullandığı ayrı bir yerin olmadığı anlaşılmakta olup bu halde taşınmazda fiili taksimin varlığından söz edilemeyeceğinden, davanın kabulü ile dava konusu taşınmazda davalı adına kayıtlı payın tapu kaydının iptali ile davacı adına tapuya kayıt ve tesciline, önalım bedeli olarak depo edilen miktarın davalıya ödenmesine karar verilmiştir.
- İKİNCİ BOZMA VE BOZMADAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ
- Bozma Kararı
- Bölge Adliye Mahkemesinin 27.09.2022 tarih ve 2022/472 Esas, 2022/2101 Karar sayılı kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Dairemizin 27.02.2023 tarih ve 2022/7016 Esas, 2023/1139 Karar sayılı ilamı ile; “…Dava konusu paya yönelik ön alım davasının açıldığı tarih ile ön alım bedelinin depo edildiği tarih arasında uzunca bir zamanın geçtiği; bu süre gözönüne alındığında, ön alım bedelini zamanında depo etmeyerek kullanması nedeniyle davacının amacı dışında zenginleştirildiği, nemalandırılmayan satış tarihindeki miktarın depo edilmesi nedeniyle faiz getirisinden mahrum kalınması oranında davalının da fakirleştiği, bir tarafın diğer taraf zararına azımsanamayacak derecede oransız bir çıkar sağladığı, bu durumun 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 2 nci maddesinde düzenlenen dürüstlük kuralına aykırı olacağı, Mahkemece yapılması gereken, konusunda uzman bilirkişiden denetime elverişli şekilde rapor alınarak; resmi senette yazılı satış bedeli ile tapu masrafı toplamı olan 191.000,00 TL’nin ön inceleme tarihi olan 05.02.2014 tarihinden bilirkişi incelemesi yapılan tarihe kadar nemalandırılması halinde ulaşacağı değer belirlenerek, bu miktardan depo edilen ve bankada mevcut bulunan (nemalı veya nemasız) miktar çıkarılarak aradaki farkın da depo edilen ön alım bedeline ilavesi suretiyle karar verilmesi gerektiği…” gerekçesiyle Bölge Adliye Mahkemesi kararının bozulmasına karar verilmiştir.
- Bölge Adliye Mahkemesince Bozmaya Uyularak Verilen Karar
Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; her ne kadar tanıklar taşınmaz başında dinlenmemiş ise de, mahalli bilirkişi beyanları, bilirkişi raporu ve dosya kapsamına göre davacının taşınmazda fiilen kullandığı ayrı bir yerin bulunduğu ancak davalının yahut davalıya pay satanların kullandığı ayrı bir yerin olmadığı, bu halde taşınmazda fiili taksimin varlığından söz edilemeyeceği gerekçesi ile davanın kabulü ile dava konusu taşınmazda davalı adına kayıtlı payın tapu kaydının iptali ile davacı adına tapuya kayıt ve tesciline, bozma ilamına uyularak bozma ilamı gereğince, resmi senette yazılı satış bedeli ile tapu masrafı toplamı olan 191.000,00 TL’nin ön inceleme tarihi olan 04.02.2014 tarihinden bilirkişi incelemesi yapılan tarihe kadar nemalandırılması durumunda 1.052.421,03 TL’ye ulaşacağı belirtildiğinden önalım bedeli olarak 05.11.2015 tarihinde Vakıfbank Eskişehir Şubesine depo edilen 191.000,00 TL ile 18.10.2023 tarihinde Vakıfbank Ankara Bölge Adliye Mahkemesi Bağlı Şubesi’ne depo edilen 738.720,06 TL’nin kararın kesinleşmesini müteakip nemalarıyla birlikte talep halinde davalıya ödenmesine karar verilmiştir.
VII. TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde taraf vekilleri temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: 1. Davacı vekili temyiz dilekçesinde; bozma ilamına katılmamakla beraber ilamda hesaplanması istenen bedelin ön inceleme tarihi olan 05.02.2014 tarihi ile 191.000,00 TL’nin depo edildiği 05.11.2015 tarihi arasındaki 1 yıl, 8 ay süre ile nemalandırılması halinde ulaşacağı değer olduğunu, alıcının satışı Noter aracılığı ile davacıya bildirmeyerek satış tarihi ile dava tarihi arasındaki uzun sürenin geçmesine sebebiyet vermesi nedeniyle objektif değer artışı meydana geldiği gerekçesiyle yeniden bedel takdiri isteme hakkına sahip olmadığını, gecikmeye bizzat davalının asılsız ve yargılamayı uzatmaya yönelik itirazlarının sebebiyet verdiğini belirterek Bölge Adliye Mahkemesi kararının bozulmasını talep etmiştir.
- Davalı vekili temyiz dilekçesinde; İstinaf Mahkemesinin bozma kararı doğrultusunda tüm delilleri toplamadığını ve bilirkişi incelemesi yaptırmadığını, düzenlenen bilirkişi raporunda ön alım bedeli hesaplanırken altı ayrı ekonomik veri esas alınarak hesaplama yapılmış ve elde edilen meblağlar toplanarak ortalamasının alınması suretiyle taşınmazın bedeli hesaplanmış olmasına rağmen mahkemenin bilirkişi raporunda belirlenen bu ortalama meblağı esas almayarak sadece mevduat faizine göre yapılan hesaplamayı esas alarak usule ve yasaya aykırı karar verdiğini, taşınmazın bugünkü güncel değerinin 5.650.000,00 TL’nin üzerinde olması nedeniyle davacı tarafın fazlasıyla sebepsiz yere zenginleştiğini, dava konusu taşınmazın bedeli davacı tarafından dosyaya depo edilirken İlk Derece Mahkemesince Türkiye’de gerçekleşen enflasyon karşısında satış bedelinin değerini koruması için bankaya altın hesabı açtırılmak suretiyle satış bedelinin nemalandırılması gerekirken bu talebin reddedildiğini, bozma sonrası belirlenen ön alım bedeli üzerinden davacı taraf lehine avukatlık ücreti ile yargılama giderine hükmedilmesinin hatalı olduğunu belirterek Bölge Adliye Mahkemesi kararının bozulmasını talep etmiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Dava ön alım hakkından kaynaklanan tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 369 uncu maddesinin birinci fıkrası ile 370 ve 371 inci maddeleri, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 732, 733 ve 734 üncü maddeleri.
- Değerlendirme
- Bölge Adliye Mahkemelerinin nihai kararlarının bozulması 6100 sayılı Kanun’un 371 inci maddesinde yer alan sebeplerden birinin varlığı hâlinde mümkündür.
- Temyizen incelenen Bölge Adliye Mahkemesi kararının bozmaya uygun olduğu, kararda ve kararın gerekçesinde hukuk kurallarının somut olaya uygulanmasında bir isabetsizlik bulunmadığı, bozmaya uyulmakla karşı taraf yararına kazanılmış hak durumunu oluşturan yönlerin ise yeniden incelenmesine hukukça imkân bulunmadığı anlaşılmakla; taraf vekillerince temyiz dilekçesinde ileri sürülen nedenler kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte görülmemiştir.
VIII. KARAR
Açıklanan sebeplerle; Taraf vekillerinin tüm temyiz itirazlarının reddi ile usul ve kanuna uygun olan Bölge Adliye Mahkemesi kararının ONANMASINA, Aşağıda yazılı temyiz giderinin temyiz edenlere yükletilmesine, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 15.02.2024 tarihinde kesin olmak üzere oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/6321 K: 2023/6603 T: 28.12.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/3563 K: 2024/2678 T: 16.5.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/7855 K: 2023/267 T: 18.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8492 K: 2023/1264 T: 2.3.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2024/421 K: 2024/1598 T: 18.3.2024
Kural olarak ön alım bedelin dava açılırken hazır edilmesi ve mahkemece makul süre içinde mahkeme veznesine depo edilmesiyle birlikte vadeli bir hesapta değerlendirilmesi gereklidir. Bu kapsamda mahkemeler, dava açıldıktan sonraki makul bir süre içinde ön alım bedelinin, vadeli bir mevduat hesabına yatırılmasını sağlayarak yargı sürecinin taraflar üzerinde oluşturduğu olumsuz etkileri asgari seviyeye indirgeyerek mülkiyet hakkının devlete yüklediği pozitif yükümlülüğü gerçekleştirmiş olacaklardır.
Taraflar arasındaki ön alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil davasında verilen karar hakkında yapılan temyiz incelemesi sonucunda Yargıtay (Kapatılan) 14. Hukuk Dairesince, Mahkeme kararının bozulmasına karar verilmiştir.
Mahkemece bozmaya uyularak yeniden yapılan yargılama sonucunda; davanın kabulüne karar verilmiştir.
Mahkeme kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacılar vekili dava dilekçesinde; müvekkillerinin … Köyü 75 parsel numaralı taşınmazda pay sahibi olduklarını, paydaşlardan …’ün kendi payını 17.10.2011 tarihinde 187.000,00 TL bedelle davalıya sattığını, dava konusu yerin gerçek değeri tapuda gösterilen satış bedelinden çok daha düşük olmasına rağmen alıcı ile satıcının anlaşarak müvekkilerinin ön alım hakkını kullanmalarına engel olmak için bedeli bu şekilde yüksek gösterdiklerini, bu nedenle satışta gösterilen bedele itiraz ettiklerini, yapılan satış işleminin müvekkillerine noter aracılığı ile bildirilmediğini, müvekkilerin yasal ön alım hakkı nedeniyle davaya konu payın tapu kaydının iptali ile davacılar adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
- CEVAP: Davalı vekili; dava konusu yerin değerine ilişkin davacı yan iddiasının doğru olmadığını, dava konusu nizalı taşınmazın bulunduğu bölgenin jeolojik yapısı gereğince tarım arazisinin sınırlı ve kıt olduğunu, bu nedenle var olan tarım arazilerinin çok kıymetli olduğunu, dava konusu taşınmaz üzerinde paydaşlarınca fiili taksimin mevcut olduğunu, her paydaşın kullandığı yerin sınırlanmış ve belirlenmiş olduğunu, bu nedenle açılan davanın hakkın kötüye kullanılması kapsamında olup reddi gerektiğini savunmuştur.
III. SON BOZMA SÜRECİNE KADAR GELİNEN YARGILAMA AŞAMALARI
- Mahkemece ilk olarak, davanın fiili taksim nedeniyle reddine karar verilmiştir. Davacılar vekilinin temyizi üzerine, Yargıtay (Kapatılan) 14. Hukuk Dairesinin 14.10.2014 tarihli, 2014/6158 -11136 Esas, Karar sayılı ilamıyla hükmün bozulmasına karar verilmiştir.
- Mahkemece bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonucunda, 29.05.2015 tarihli, 2015/106 Esas, 2015/179 Karar sayılı karar ile davanın kabulüne karar verilmiş, davalı vekilinin temyiz talebi üzerine, Yargıtay (Kapatılan) 14. Hukuk Dairesinin 28.04.2016 tarihli, 2015/18218 – 2016/5138 E: K: sayılı ilamıyla hükmün, davacı vekili bedelde muvazaa iddiasını kanıtlayamadığından aradaki fark üzerinden davalı lehine vekalet ücreti hesaplanması gerektiği gerekçesiyle bozulmasına karar verilmiştir.
- Mahkemece, üçüncü karar ile taşınmazın aynı yönünden verilen davanın kabulüne ilişkin hüküm 12.07.2016 tarihinde kesinleştirilmiş ve bozma ilamına uyularak davalı lehine 167.000,00 TL üzerinden hesaplanan 15.970,00 TL vekalet ücretine hükmedilmesine, davalının yapmış olduğu temyiz yargılama giderlerinin davacıdan alınarak davalıya verilmesine karar verilmiştir.
- Davalı vekili, 23.01.2017 tarihli dilekçeyle tavzih talebinde bulunmuştur. Mahkemece, 30.01.2017 tarihli ek karar ile davalı vekilinin tavzih talebi reddedilmiştir.
- Hükmü ve ek kararı, davalı vekilinin temyiz etmesi üzerine; Yargıtay (Kapatılan) 14. Hukuk Dairesinin 04.02.2020 tarih, 2019/1485 Esas, 2020/1252 Karar sayılı kararıyla ek kararın onanmasına karar verilmiştir.
- Yargıtay (Kapatılan) 14. Hukuk Dairesinin anılan onama ilamına karşı davalı vekili karar düzeltme isteminde bulunmuş, Yargıtay (Kapatılan) 14. Hukuk Dairesinin 15.12.2020 tarihli, 2020/2665 Esas, 2020/8437 Karar sayılı kararı ile, davalı vekilinin karar düzeltme istemi kabul edilerek; 12.07.2016 tarihli kesinleşme şerhinin, 30.01.2017 tarih, 2016/442 Esas, 474 Karar sayılı ek kararın ve 04.02.2020 tarih, 2019/1485 Esas, 2020/1252 Karar sayılı ek kararın onanmasına ilişkin ilamın kaldırılmasına, Mahkemece hüküm tekrarı yapılmaması ve yargılama giderleri yönünden ise hüküm tarihi itibari ile hesaplama yapılarak yeni ve infaza elverişli hüküm kurulmamasının doğru olmadığı gerekçesiyle Mahkeme kararının bozulmasına karar verilmiştir.
- SON BOZMA KARARINDAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ
Mahkemenin 27.04.2023 tarihli ve 2021/410 Esas, 2023/416 Karar sayılı kararı ile; davanın kabulüne karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davalı vekili; davacının bedelde muvazaa iddiasını kanıtlayamaması nedeniyle lehlerine vekalet ücretine hükmedilmemesi ve ön alım bedelinin nemalandırılmamasının doğru olmadığını ileri sürerek temyiz yoluna başvurmuştur.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Dava, ön alım hakkına dayalı tapu iptal ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3 üncü maddesinin ikinci fıkrası atfıyla uygulanmasına devam olunan mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun (1086 sayılı Kanun) 428 inci maddesi ile 439 uncu maddesinin ikinci fıkrası ile 4721 sayılı TMK’nın 732 nci, 733 üncü ve 734 üncü maddeleri.
- Değerlendirme
- Mahkemece; bozmaya uyulduğu halde bozma ilamının gerekleri yerine getirilmemiştir. Davacı, davalının eski paydaştan satın aldığı 1656/69120 pay için ön alım hakkını kullanarak, dava konusu payın gerçek değeri 20.000,00 TL olduğunu, ancak 187.000,00 TL üzerinden satış işlemi yapıldığını ileri sürerek bedelde muvazaa iddiasında bulunduğu halde bu iddiasını kanıtlayamamıştır. Bu durumda mahkemece aradaki fark üzerinden davalı yararına vekalet ücretine hükmedilmemesi doğru görülmemiş, bu nedenle kararın bozulması gerekmiştir.
- Bunun yanında; ön alım hakkının kullanılmasıyla, bu hakkı kullanan paydaş ile alıcı arasında kapsam ve şartları satıcı ile davalı arasında yapılan sözleşmenin aynı olan bir satım ilişkisi kurulmuş olur. Kural olarak ön alım bedeli tapuda gösterilen satış bedeli ile davalı tarafından ödenen harç ve masrafların toplamından ibaret olup, bu bedelin dava açılırken hazır edilmesi ve mahkemece makul süre içinde mahkeme veznesine depo edilmesiyle birlikte vadeli bir hesapta değerlendirilmesi gereklidir.
- Bu kapsamda mahkemeler, dava açıldıktan sonraki makul bir süre içinde ön alım bedelinin, vadeli bir mevduat hesabına yatırılmasını sağlayarak yargı sürecinin taraflar üzerinde oluşturduğu olumsuz etkileri asgari seviyeye indirgeyerek mülkiyet hakkının devlete yüklediği pozitif yükümlülüğü gerçekleştirmiş olacaklardır.
- Somut olayda Mahkemece ön alım bedeli ilk duruşma tarihi itibariyla depo ettirilmemiş, bedelin vadesiz mevduat hesabına depo ettirilmesine karar verilerek satış bedelinin değerinde meydana gelen azalmanın önüne geçilmemiştir. Bu doğrultuda mahkemece, konusunda uzman bilirkişiden denetime elverişli şekilde rapor alınarak resmi senette yazılı satış bedeli ile tapu masrafı toplamı 190.086,00 TL’nin ilk duruşma tarihi olan 30.03.2012 tarihinden bilirkişi incelemesi yapılan tarihe kadar nemalandırılması halinde ulaşacağı değer belirlenmeli, belirlenen bu miktardan depo edilen (nemalı veya nemasız) miktar ile nemalandırılmış ise nema miktarı çıkarıldıktan sonra aradaki farkın da depo edilmesine karar verilmelidir. Belirtilen eksiklik giderildikten sonra işin esası hakkında bir hüküm kurulması gerekirken yazılı olduğu şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeplerle kararın bozulması gerekmiştir.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle; Temyiz olunan Mahkeme kararının BOZULMASINA, Peşin alınan temyiz karar harcının istek hâlinde ilgiliye iadesine, Dosyanın Mahkemesine gönderilmesine, Kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 18.03.2024 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/6321 K: 2023/6603 T: 28.12.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/3563 K: 2024/2678 T: 16.5.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/7855 K: 2023/267 T: 18.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8492 K: 2023/1264 T: 2.3.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2024/526 K: 2024/1214 T: 29.2.2024
Mahkemeler, dava açıldıktan sonraki makul bir süre içinde ön alım bedelinin, vadeli bir mevduat hesabına yatırılmasını sağlayarak yargı sürecinin taraflar üzerinde oluşturduğu olumsuz etkileri asgari seviyeye indirgeyerek mülkiyet hakkının devlete yüklediği pozitif yükümlülüğü gerçekleştirmiş olacaklardır.
Taraflar arasında İlk Derece Mahkemesinde görülen ve istinaf incelemesinden geçen ön alım hakkına dayalı tapu iptal ve tescil davasında verilen karar hakkında yapılan temyiz incelemesi sonucunda, Dairemizce, Bölge Adliye Mahkemesi kararının kaldırılmasına ve İlk Derece Mahkemesi kararının bozulmasına karar verilmiştir.
İlk Derece Mahkemesince bozmaya uyularak yeniden yapılan yargılama sonucunda; davanın kabulüne karar verilmiştir.
İlk Derece Mahkemesi kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacı vekili dava dilekçesinde özetle; dava konusu 260 ada 1 parsel sayılı taşınmazda dava dışı 3. kişi tarafından 05.05.2014 tarihinde 707/2340 oranındaki payın davalıya satışı ile ilgili davacının ön alım hakkı bulunması nedeniyle davalıya ait payın tapu kaydının iptali ile davacı adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
- CEVAP: Davalı vekili cevap dilekçesinde özetle; davalının dava konusu payı dava dışı …’ciden gerçekte 1.027.000,00 TL’ye satın aldığını, bu bedelin 827.000,00 TL’sinin banka havalesi ile satıcının vekili … …’ın hesabına 05.05.2014 tarihinde ödendiğini, kalan 200.000,00 TL’nin ise satıcıya elden verildiğini, satış tarihi ile dava tarihi arasında geçen süre dikkate alınarak mahkemece dava konusu payın değerinin keşfen belirlenmesi gerektiğini, yasal ön alım hakkının resmi akitte gösterilen satış bedeli üzerinden kabul edilmesi halinde davacının sebepsiz zenginleşeceğini belirterek davanın reddini savunmuş, 30.10.2015 havale tarihli dilekçesi ile cevabını ıslah ederek fiili taksim iddiasında bulunmuştur.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesinin 13.11.2019 tarihli ve 2015/334 Esas, 2019/263 sayılı kararıyla; davanın kabulüne karar verilmiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuran
İlk Derece Mahkemesinin 13.11.2019 tarihli kararına karşı süresi içinde davalı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
- Gerekçe ve Sonuç
Bölge Adliye Mahkemesinin 28.01.2021 tarihli ve 2021/21 Esas, 2021/134 Karar sayılı kararıyla; istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiştir.
- BOZMA VE BOZMADAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ
- Bozma Kararı
- Bölge Adliye Mahkemesinin 28.01.2021 tarihli kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Dairemizin 10.02.2022 tarihli 2021/2632 Esas, 2022/961 Karar sayılı ilamında özetle; “İlk Derece Mahkemesinin dava konusu taşınmazda fiili taksim olup olmadığı hususunda yaptığı araştırmanın yeterli olmadığı,….davacının kullandığı ve davalıya pay satan …’nin kullandığı ayrı ayrı bölümler bulunup bulunmadığı belirlenerek, çelişkili beyanlar varsa giderilerek ve tanıklarca gösterilecek yerler fen bilirkişisi tarafından düzenlenecek krokide denetime elverişli şekilde işaretlenmek suretiyle eylemli paylaşmanın mevcut olup olmadığı saptanmalı, varılacak sonuca göre bir karar verilmelidir.” gerekçesiyle Bölge Adliye Mahkemesinin esastan ret kararının kaldırılmasına, İlk Derece Mahkemesi kararının bozulmasına karar verilmiştir.
- İlk Derece Mahkemesince Bozmaya Uyularak Verilen Karar
İlk Derece Mahkemesinin 12.09.2023 günlü 2022/260 Esas, 2023/444 sayılı kararında “ön alım hakkının şartlarının oluştuğu” gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuran
İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davalı vekili temyiz dilekçesinde özetle; kararın kötüniyetli kişiye cevaz veren nitelikte olduğunu, dava konusu payın gerçek değerinin belirlenmediğini, taşınmazda fiili taksim bulunduğunu, tanık beyanlarının çelişkili olduğunu, bilirkişi raporunda tüm paydaşların kullandığı kısımların gösterildiğini, davacının fiili taksime itirazının bulunmadığını, taşınmazın üzerine inşa edilen evlere de itiraz edilmediğini, paydaşların paylarına karşılık gelen alanı kullanmalarının gerekmediğini, davalının dava konusu payı 1.027.000,00 TL’ ye sayın aldığını, satış tarihli banka dekontunun dosyada mevcut olduğunu, satış tarihi ile dava tarihi arasında yaklaşık 15 aylık bir zaman geçtiğini, bu zaman zarfında bölgede yapılan yatırımlar, kurulan ticari merkezler ile ekonomik ölçülerde yaşanan ciddi değişimlerin taşınmazın değerini çok etkilediğini, taşınmazın değerinin keşfen belirlenerek dava tarihindeki değeri ile ön alım hakkının kullanılması gerektiğini, davacının iyiniyetli olmadığını, dürüstlük kuralına uygun davranmadığını ileri sürerek temyiz isteminde bulunmuştur.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Uyuşmazlık, ön alım hakkına dayalı tapu iptal ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 732 nci maddesi şöyledir:
“Paylı mülkiyette bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması hâlinde, diğer paydaşlar önalım hakkını kullanabilirler.”
Aynı Kanunun 734 üncü maddesinde; “Ön alım hakkı, alıcıya karşı dava açılarak kullanılır. Önalım hakkı sahibi, adına payın tesciline karar verilmeden önce, satış bedeli ile alıcıya düşen tapu giderlerini, hakim tarafından belirlenen süre içinde hakimin belirleyeceği yere nakden yatırmakla yükümlüdür.”
- Değerlendirme
- Davalı vekilinin iddia, savunma ve dayandıkları belgelere, uyuşmazlığın hukuki nitelendirilmesi ile uygulanması gereken hukuk kurallarına, dava şartlarına, yargılamaya hâkim olan ilkelere, ispat kurallarına ve temyiz olunan kararda belirtilen gerekçelere göre aşağıdaki paragrafların kapsamı dışındaki temyiz itirazları yerinde görülmemiştir.
- Ön alım hakkının kullanılmasıyla, bu hakkı kullanan paydaş ile alıcı arasında kapsam ve şartları satıcı ile davalı arasında yapılan sözleşmenin aynı olan bir satım ilişkisi kurulmuş olur. Kural olarak ön alım bedeli tapuda gösterilen satış bedeli ile, davalı tarafından ödenen harç ve masrafların toplamından ibaret olup, bu bedelin dava açılırken hazır edilmesi ve mahkemece makul süre içinde mahkeme veznesine depo edilmesiyle birlikte vadeli bir hesapta değerlendirilmesi gereklidir.
- Bu kapsamda mahkemeler, dava açıldıktan sonraki makul bir süre içinde ön alım bedelinin, vadeli bir mevduat hesabına yatırılmasını sağlayarak yargı sürecinin taraflar üzerinde oluşturduğu olumsuz etkileri asgari seviyeye indirgeyerek mülkiyet hakkının devlete yüklediği pozitif yükümlülüğü gerekçekleştirmiş olacaklardır.
- Somut olaya gelince; davalı 05.05.2014 tarihli resmi senet ile dava dışı satıcı … 707/2340 oranındaki payını 200.000,00 TL bedel ile satın almış ön alım bedeli ön inceleme tarihi itibariyle depo ettirilmemiş, bedelin vadesiz mevduat hesabına depo ettirilmesine karar verilerek satış bedelinin değerinde meydana gelen azalmanın önüne geçilmemiştir. Bu doğrultuda mahkemece, konusunda uzman bilirkişiden denetime elverişli şekilde rapor alınarak resmi senette yazılı satış bedeli ile tapu masrafı toplamı 204.182,50 TL’nin ön inceleme tarihi olan 18.03.2016 tarihinden bilirkişi incelemesi yapılan tarihe kadar nemalandırılması halinde ulaşacağı değer belirlenmeli, belirlenen bu miktardan depo edilen (nemalı veya nemasız) miktar ile nemalandırılmış ise nema miktarı çıkarıldıktan sonra aradaki farkın da depo edilmesine karar verilmelidir. Mahkemenin vezneye yazdığı 26.06.2020 tarihli nemalandırma yazısının akıbeti de dikkate alınmalıdır. Belirtilen eksiklikler giderildikten sonra işin esası hakkında bir hüküm kurulması gerekirken yazılı olduğu şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeplerle kararın bozulması gerekmiştir.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle; Temyiz olunan Mahkeme kararının BOZULMASINA, Peşin alınan temyiz karar harcının istek hâlinde ilgiliye iadesine, Dosyanın Mahkemesine gönderilmesine, Karara karşı karar düzeltme yolu kapalı olduğuna, 29.02.2024 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2024/601 K: 2024/1368
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2024/1273 K: 2024/2586 T: 14.5.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/7855 K: 2023/267 T: 18.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/7848 K: 2023/21 T: 9.1.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2024/546 K: 2024/1209 T: 29.2.2024
Pay temliki ile paydaş hâle gelen davalı şirkete yapılan diğer dava konusu pay devirleri de paydaşın paydaşa yaptığı satışlar olduğundan bunlar yönünden de ön alım hakkının kullanılamayacağı kanunun emredici hükmünün gereğidir
Taraflar arasında İlk Derece Mahkemesinde görülen ve istinaf incelemesinden geçen ön alım ve intifa hakkı şerhinin terkini davasında verilen karar hakkında yapılan temyiz incelemesi sonucunda, Yargıtay (Kapatılan) 14. Hukuk Dairesince Bölge Adliye Mahkemesi kararının kaldırılmasına ve İlk Derece Mahkemesi kararının bozulmasına karar verilmiştir.
İlk Derece Mahkemesi tarafından Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir. Direnme kararının bozulması üzerine yeniden yapılan yargılama sonucunda; davanın reddine karar verilmiştir.
İlk Derece Mahkemesi kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
I.DAVA
Davacı vekili dava dilekçesinde; müvekkilinin paydaşı olduğu dava konusu 1049 ada 18 parsel sayılı taşınmazda paydaşlar …, …, … ve …’in hisselerini davalı şirkete 25.12.2014 tarihli ve 77088-77086 yevmiye numaralı satış işlemleriyle devrettiğini, taşınmazın tapu kaydında yer alan intifa hakkı şerhinin ortaklığın giderilmesi davası devam ederken ve ön alım hakkının kullanılması engellenmek amacıyla kötüniyetle tesis edildiğini ileri sürerek dava konusu paylar üzerindeki intifa hakkı şerhinin terkinine ve ön alım hakkı nedeniyle bu payların müvekkili adına tapuya kayıt ve tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
- CEVAP: 1. Davalı … Gayrimenkul Yatırım ve Danışmanlık Tic. A.Ş. vekili cevap dilekçesinde; dava konusu satış işleminin 09.01.2015 tarihli ihtarname ile davacıya bildirildiğini, davanın süresinde açılmadığını, satış işleminden önce taşınmazda paydaş olanlardan …’ün davalı şirketi kuracağı ve tüm paydaşların paylarını bu şirkete satış suretiyle devredeceğinin kararlaştırıldığını, diğer paydaşların paylarının satın alındığını, davacının ise payını satmaktan kaçındığını, davacının vekili ile yapılan “e-posta” yazışmalarından da bu durumun anlaşılacağını, davacının satıştan haberdar olmasına rağmen dava açmasının iyiniyete dayanmadığını, intifa hakkının terkininin de istenemeyeceğini, taraflar arasında akrabalık ilişkisi bulunduğunu, dava konusu hissenin gerçek bedeli üzerinden ön alım hakkının kullanılması gerektiğini, taşınmazın şirkete sermaye olarak devredildiğini beyan ederek davanın reddini savunmuştur.
- Diğer davalılar usulüne uygun yapılan davetiyeye rağmen davaya cevap vermemişlerdir.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesinin 10.05.2018 tarihli ve 2015/314 Esas, 2018/346 Karar sayılı kararıyla; davalı paydaşlardan … ile …’in pay satışına ilişkin sözleşmede paylarının 1/2’lik kısmında intifa haklarını saklı tutarak satışı gerçekleştirmeleri nedeniyle intifa hakkının ön alım hakkını önlemek amacıyla saklı tutulduğunu gösterdiği, bu durumun dürüstlük kurallarına uymadığı gerekçesiyle davanın kabulüne, dava konusu 1049 ada 18 parselde davalı adına kayıtlı 2/4 payına ilişkin tapu kaydının iptali ile davacı adına tesciline, kalan payın davalı üzerinde bırakılmasına ve bu pay üzerinde davalılar … ve … lehine konulan intifa hakkı şerhinin kaldırılmasına karar verilmiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı şirket vekili ile dahili davalılar istinaf başvurusunda bulunmuşlardır.
- Gerekçe ve Sonuç
Bölge Adliye Mahkemesinin 26.06.2019 tarihli ve 2018/2804 Esas, 2019/1335 Karar sayılı kararıyla; ön alıma konu payın bulunduğu taşınmazda davalının toplam 3/4 payı 25.12.2014 tarihinde toplam 3.000.000,00 TL bedelle satın aldığı, davalı vekili satış bildirimi yapıldığını ve bu bildirime göre davanın süresinde açılmadığını savunmuş ise de; satış bildiriminde “satış tarihi, bedel, sınırlı ayni hak tesis edilmiş ise bunların bildirilmesinin” gerektiği, bu bildirim ile paydaşın satışın detaylarını öğrenmesi ve payı satın alıp almayacağını kararlaştırmasının amaçlandığı, bildirimin bu unsurları içermediğinden geçersiz olduğu, bu durumda dava satış tarihinden başlayan iki yıllık süre içerisinde açıldığından hak düşürücü süre itirazlarının yerinde olmadığı, satış öncesinde davacının satışı biliyor olması ya da kendisi ile pazarlıklar yapılmış olmasının sonuca etkisinin olmadığı, öte yandan payların devrinin bedelsiz olduğuna ilişkin bir iddia ileri sürülmediğinden şirkete sermaye konulduğuna ilişkin savunmanın da kabul edilemeyeceği, ayrıca devreden paydaşlardan dahili davalılar … ve … tarafından satış tarihinde payları üzerindeki 1/2 oranındaki intifa hakkı üzerlerinde kalacak şekilde payların devredildiği, intifa hakkının satış sırasında tesis edildiği, davadan önceki aşamada davacı ile satış konusunda görüşmeler yapıldığı, dava dışı başka taşınmazlarda da davalı şirketin yetkilisi …’ün akrabaları tarafından davalı şirkete pay satışlarının olduğu, davacının ise payını satmaktan vazgeçtiği, intifa hakkının satışla eş zamanlı olarak tesis edildiği bu tip durumlarda ön alım hakkının kullanılmasını bertaraf etmek ya da zorlaştırmak amacıyla bu hakkın tesis edildiğinin kabul edildiği, bu durumun 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (4721 sayılı Kanun) 2 nci maddesi kapsamında hakkın kötüye kullanılması niteliğinde olması nedeniyle intifa hakkının terkin edilmesi gerektiği, bu kabulün aksini davalıların kanıtlaması gerektiği, ancak davalılar tarafından bu hususta herhangi bir delil ibraz edilmediğinden intifa hakkının terkinine karar verilmiş olmasında da bir usulsüzlük bulunmadığı gerekçesiyle davalı … dahili davalılar vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiştir.
- BOZMA VE BOZMADAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ
- Bozma Kararı
- Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı şirket vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Yargıtay (Kapatılan) 14. Hukuk Dairesinin 15.06.2021 tarih ve 2019/3860Esas, 2021/4033 Karar sayılı kararı ile; davalı satıcılar … ve …’ün 25.12.2014 tarih ve 77088 yevmiye numaralı satış işlemiyle dava konusu 1049 ada 18 parsel sayılı taşınmazda 1/4’er payın intifa hakkı adı geçen davalılar üzerinde kalarak çıplak mülkiyetini; satıcılar … ve …’in ise aynı gün … yevmiye numaralı satış işlemiyle 1/8’er payını davalı alıcı … Gayrimenkul Yatırım ve Danışmanlık Tic. A.Ş.’ye devrettikleri açıklanmıştır. Dosyadaki ticaret sicil gazetesinin incelenmesinde; davalı şirketin satıştan önce 04.12.2014 tarihinde kurulduğu, ortaklarının davalı … ve eşi … olduğu ve davalı …’ün şirkette %60 oranında hisse sahibi olduğu tespit edilmiştir.
Davalı tarafça dosya sunulan 14.11.2014 tarihli e-postada ise davalı … temsilcisinin davacı vekiline, satış bedelini kabul ettiklerinin, kredi ve şirket kurulması hususunda gerekli işlemlere başlanacağının ayrıca aralarındaki anlaşma gereği bir sözleşme düzenlemek istediklerinin bildirildiği belirtilmiştir.
Anılan yasal düzenlemeler, yargısal kararlar ve öğretideki değerlendirmeler ile dosya kapsamı birlikte değerlendirildiğinde; önalım hakkının niteliği ve meydana getirilme amacı gözönünde tutularak satıcı …’ün hissedarı olduğu davalı … Gayrimenkul Yatırım ve Danışmanlık Tic. A.Ş.’ye tapuda yaptığı pay satışının gerçek bir satış olmayıp satışa konu payın davalı şirkete sermaye konulması niteliğinde olduğu değerlendirilmiştir. Bu nedenle, davacı söz konusu pay temlikine yönelik önalım hakkı kullanamayacağından mahkemece bu satış işlemi yönünden davanın reddine karar verilmesi gerekirken kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Taşınmazlardan mülkiyet hakkı sahibinin, taşınmazın yahut taşınmazdaki payını başkasına devrederken yararlanma (intifa) hakkını üzerinde bırakmasının mümkün olduğu, intifa hakkı tesis edilerek yapılan devirlerde işlem tarafı olmayan ve kurulan intifadan dolayı zarara uğradığını bildirenin herkes, intifanın danışıklı olduğunu ve terkin edilmesi gerektiğini savunabilir.
Davacı 3. kişi konumunda bulunduğunda muvazaa olgusunu her türlü delil ile ispat edebilir. Bu tür davalarda intifa hakkı tesisinin asıl amacının ortaya çıkarılması gerekmektedir.
Mahkemece; satış sırasında intifa hakkı tesis edildiğinden bunun ön alım hakkını zorlaştırmak için yapıldığını karine olarak kabul edildiği, satış sırasında kurulu intifanın muvazaalı olduğuna dair yasal karine olmadığı gibi fiili karine de olmadığı, muvazaanın ispatlanması gerektiği açıklanmıştır. Bunun için varsa tarafların delillerinin eksiksiz toplanması, gösterdikleri tanıkların dinlenmesi, intifa hakkı sahiplerinin intifa nedeniyle gelir elde edip etmediklerini yani intifanın ekonomik olarak değerlendirme imkânını bulunup bulunmadığını tespiti ile sonucuna göre karar verilmesi gerekirken, fiili karineden hareketle intifanın terkinine karar verilmemesinin de doğru görülmediği gerekçesiyle karar bozulmuştur.
- İlk Derece Mahkemesinin 14.06.2022 günlü ve 2021/335 Esas, 2022/209 Karar sayılı ilamıyla; önceki karar gerekçesi genişletilmek suretiyle kararda direnilmiş, davanın kabulü kararı davalı tarafça temyiz edilmiştir.
- Hukuk Genel Kurulu 05.07.2023 günlü ve 2022/(14)7-1203 Esas, 2023/727 Karar sayılı ilamıyla; her ne kadar Özel Dairece sadece davalı şirkete … tarafından yapılan pay satışı yönünden ön alım hakkının kullanılamayacağı belirtilmiş ise de, …’in pay temliki ile paydaş hâle gelen davalı şirkete yapılan diğer dava konusu pay devirleri de paydaşın paydaşa yaptığı satışlar olduğundan bunlar yönünden de ön alım hakkının kullanılamayacağı kanunun emredici hükmünün gereğidir ve bu temlikler bakımından da davanın reddine karar verilmesi gerektiği açıklanmıştır. Ayrıca davanın tümden reddine karar verileceğinden bu aşamada intifa hakkının terkini istemi yönünden muvazaanın varlığı konusundaki iddianın da araştırılmasının gereksiz olduğu izah edilerek direnme kararının yukarıda açıklanan bu değişik gerekçe ve nedenlerle bozulmasına karar verilmiştir.
- İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun ilamına uyulmuş ve bu ilamdaki gerekçeler gözetilerek davanın reddine karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davacı vekili;
- Kararın, Yargıtay (Kapatılan) 14. Hukuk Dairesinin içeriği, konusu ve davalısı bu dosya ile aynı olan 06.11.2017 tarih ve 2017/4589 Esas, 2018/ 8106 Karar sayılı kararındaki gerekçelerle çeliştiğini,
- Ortaklar arasında devam eden ortaklığın giderilmesi davası devam ederken yapılan pay satışının intifa hakkı ile yükümlü olarak yapılmasının 4721 sayılı Kanunu’nun 2 nci maddesine aykırı olduğu değerlendirmesine yer verilmemesinin hukuka aykırı olduğunu, Ankara 9. Sulh Hukuk Mahkemesi 2012/950 Esas sayılı dosyası ile açılan ortaklığın giderilmesi davasının derdest olduğunu,
- Taşınmazın eski malikinin kendi lehine 99 yıl süre ile intifa hakkı tesis ederek taşınmazı satmış olmasının, bu işlemlerin devam eden bir ortaklığın giderilmesi davası mevcutken yapılmış olmasının, hayatın olağan akışına aykırı olduğunu, davalıların açıkça kötü niyetli olarak hareket ettiklerini,
- Davalı tarafın kendi muvazaasına dayanamayacağını,
- Pay satışının ortaklığa sermaye konulması niteliğinde olmadığını,
- Kararın gerekçesiz olduğunu, hukuki dinlenme hakkının ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Uyuşmazlık, ön alım ve intifa hakkı şerhinin terkini istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 4721 sayılı Kanunu’nun 732, 733, 794, 795 ve 796 ncı maddeleri.
- Değerlendirme
- Temyiz olunan nihai kararların bozulması 6100 sayılı Kanun’un 371 inci maddesinde yer alan sebeplerden birinin varlığı hâlinde mümkündür.
- Temyizen incelenen İlk Derece Mahkemesi kararının bozmaya uygun olduğu, kararda ve kararın gerekçesinde hukuk kurallarının somut olaya uygulanmasında bir isabetsizlik bulunmadığı, bozmaya uyulmakla karşı taraf yararına kazanılmış hak durumunu oluşturan yönlerin ise yeniden incelenmesine hukukça imkân bulunmadığı anlaşılmakla; temyiz dilekçesinde ileri sürülen nedenler kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte görülmemiştir.
VII. KARAR
Açıklanan sebeplerle; Davacı vekilinin yerinde görülmeyen tüm temyiz itirazlarının reddi ile usul ve kanuna uygun olan kararın ONANMASINA, Onama harcı peşin alındığından yeniden alınmasına yer olmadığına, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine gönderilmesine, 29.02.2024 tarihinde kesin olmak üzere oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/2974 K: 2022/3228 T: 28.4.2022
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/4114 K: 2024/1782 T: 26.3.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8043 K: 2023/136 T: 12.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8670 K: 2023/3286 T: 12.6.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2024/903 K: 2024/1746 T: 25.3.2024
İmar uygulaması sonrası dava konusu edilen kısımda davacıların paydaşlık durumunun oluştuğu, keşif sırasında alınan tanık beyanlarına göre imar uygulaması öncesinde zeminde bulunan fabrika binasının olduğu alanın satıcı paydaş tarafından kullanıldığı, boş arsa olarak davalıya satışının gerçekleştirildiği, bilirkişi raporunda yapılan açıklama ve önceki yıllara dayalı hava fotoğrafları ekli rapor içeriğine göre fiili taksim durumunun bulunduğu belirtilmekle pay satan paydaşın payına karşılık olan bölümü kullanmaları sırasında davacının bu bölümde hak iddia etmediği, bu durumda ön alım talebinde bulunulamayacağı
Taraflar arasındaki ön alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil davasında verilen karar hakkında yapılan temyiz incelemesi sonucunda, Dairemizce Mahkeme kararının bozulmasına karar verilmiştir.
Mahkemece bozmaya uyularak yeniden yapılan yargılama sonucunda davanın reddine karar verilmiştir.
Karar davacılar vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra, dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacı vekili; davacının 1337 ada 2 parsel sayılı taşınmazda paydaş olduğunu, taşınmazdan davalıya satış yoluyla pay devredildiğini belirterek, ön alım hakkı nedeniyle davalı adına olan payın iptali ile davacı adına kayıt ve tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
- CEVAP: Davalı, süresinde davaya cevap vermemiş, aşamalarda davanın reddini savunmuştur.
III. MAHKEME KARARI:
Mahkemenin 02.06.2016 tarihli ve 2015/1020 Esas, 2016/472 Karar sayılı kararıyla; davanın kabulüne karar verilmiştir.
- BOZMA VE BOZMADAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ
- Birinci Bozma Kararı
- Mahkemenin 02.06.2016 tarihli kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Yargıtay (Kapatılan) 14. Hukuk Dairesinin 18.04.2017 tarih ve 2016/12792 Esas, 2017/3164 Karar sayılı ilamında; davalının temyiz dilekçesinde fiili taksim iddiasında bulunması dikkate alınarak fiili taksim araştırması yapılması gerektiğinden bahisle bozma kararı verilmiştir.
- Mahkemece Birinci Bozmaya Uyularak Verilen Karar
Mahkemenin 22.06.2021 tarihli ve 2018/222 Esas, 2021/333 Karar sayılı kararıyla; fiili kullanma biçiminin oluştuğu gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.
- İkinci Bozma Kararı
- Mahkemenin 22.06.2021 tarihli kararına karşı süresi içinde davacı mirasçılarının vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Dairemizin 07.02.2022 tarihli ve 2021/7302 Esas, 2022/785 Karar sayılı ilamında; bozmaya uyulmuş olmakla lehine bozma kararı verilen taraf yararına usuli kazanılmış hak oluşacağından bozma gereklerinin aynen yerine getirilmesi gerektiği, ancak mahkemece fiili taksim savunmasına yönelik olarak usulüne uygun keşif kararı kurulmadığı, taşınmaz başında dinlenilmesi gereken tanıkların keşif mahalline davet edilmedikleri, dinlenen tanıkların da taşınmaz başında değil duruşmada dinlendikleri, bu şekilde noksan soruşturmayla yetinilerek ve yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde hüküm kurulmasının doğru olmadığı gerekçesiyle, bozma kararı verilmiştir.
- Mahkemece İkinci Bozmaya Uyularak Verilen Karar
Mahkemenin, yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararında; imar uygulaması sonrası dava konusu edilen kısımda davacıların paydaşlık durumunun oluştuğu, keşif sırasında alınan tanık beyanlarına göre imar uygulaması öncesinde zeminde bulunan fabrika binasının olduğu alanın satıcı paydaş tarafından kullanıldığı, boş arsa olarak davalıya satışının gerçekleştirildiği, bilirkişi raporunda yapılan açıklama ve önceki yıllara dayalı hava fotoğrafları ekli rapor içeriğine göre fiili taksim durumunun bulunduğu belirtilmekle pay satan paydaşın payına karşılık olan bölümü kullanmaları sırasında davacının bu bölümde hak iddia etmediği, bu durumda ön alım talebinde bulunulamayacağı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davacı vekili temyiz dilekçesinde özetle; dava konusu taşınmazın satış tarihindeki dönemde taraflar arasında fiili taksimin olup olmadığı araştırılmalıyken mahkemece bu duruma aykırı hareket edildiğini, satış tarihinde taşınmazın boş arsa olduğunu ve kullanan kimse olmadığını, fiili taksimin de olamayacağını, bilirkişi raporunda yer alan hava fotoğraflarına göre de 2013 yılı itibariyle taşınmaz üzerinde bina kalmadığını, satıcının da beyanında satış tarihinde binanın taşınmazda olmadığına dair beyanlarının dikkate alınmadığını belirterek kararın bozulmasını istemiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Uyuşmazlık, ön alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3 üncü maddesinin ikinci fıkrası atfıyla uygulanmasına devam olunan mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 428 inci maddesi, 438 inci maddesinin yedi, sekiz ve dokuzuncu fıkraları ile 439 uncu maddesinin ikinci fıkrası, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 732, 733 ve 734 üncü maddeleri.
- Değerlendirme
- Mahkemelerin nihai kararlarının bozulması 6100 sayılı Kanun’un geçici 3 üncü maddesinin ikinci fıkrası atfıyla uygulanmasına devam olunan mülga 1086 sayılı Kanun’un 428 inci maddesi ile 439 uncu maddesinin ikinci fıkrasında yer alan sebeplerden birinin varlığı hâlinde mümkündür.
- Ön alım davasına konu payın ilişkin bulunduğu taşınmaz paydaşlarca özel olarak kendi aralarında taksim edilip her bir paydaş belirli bir kısmı kullanırken bunlardan biri kendisinin kullandığı yeri ve bu yere tekabül eden payı bir üçüncü şahsa satarsa, satıcı zamanında bu yerde hak iddia etmeyen davacının tapuda yapılan satış nedeniyle önalım hakkını kullanması 4721 sayılı Kanun’un 2 nci maddesinde yer alan dürüst davranma kuralı ile bağdaşmaz. Kötüniyet iddiası 14.2.1951 tarihli ve 17/1 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca davanın her aşamasında ileri sürülebileceği gibi mahkemece de kendiliğinden nazara alınması gerekir. Bu gibi halde savunmanın genişletilmesi söz konusu değildir. Eylemli paylaşmanın varlığı halinde davanın reddi gerekir.
- Temyizen incelenen Mahkeme kararının bozmaya uygun olduğu, kararda ve kararın gerekçesinde hukuk kurallarının somut olaya uygulanmasında bir isabetsizlik bulunmadığı, bozmaya uyulmakla karşı taraf yararına kazanılmış hak durumunu oluşturan yönlerin ise yeniden incelenmesine hukukça imkân bulunmadığı anlaşılmakla; temyiz dilekçesinde ileri sürülen nedenler kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte görülmemiştir.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle; Davacı vekilinin yerinde görülmeyen tüm temyiz itirazlarının reddi ile usul ve kanuna uygun olan kararın ONANMASINA, Onama harcı peşin alındığından yeniden alınmasına yer olmadığına, Dosyanın Mahkemesine gönderilmesine, Kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 25.03.2024 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/7671 K: 2023/19 T: 9.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8043 K: 2023/136 T: 12.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/5472 K: 2023/150 T: 12.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/1562 K: 2024/1204 T: 29.2.2024
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/3493 K: 2024/86 T: 9.1.2024
Davacının satış öncesi pazarlık işlemlerinde dava konusu taşınmazda davaya konu payın davalıya satışına onay verdiği, başka bir ifadeyle satıcının hissesi üzerinde hak iddia etmediği, olayların oluş şekli nazara alındığında davacının ön alım hakkının kullanmasında paydaşlar arasına yabancı bir kişinin girişini engellemek amacı olduğunun söylenemeyeceği gibi; davacının protokolle metre karesi 800,00 TL bedelle satmayı vadettiği taşınmazı, metre karesi yaklaşık 107,00 TL bedelle iki yıllık hak düşürücü sürenin son günü ön alım hakkını kullanarak almak istemesi 4721 sayılı Kanun’un 2 inci maddesinde yer alan dürüstlük ilkesi ile bağdaşmaz. Taşınmaz mal mülkiyetinin kanundan kaynaklanan sınırlandırmalarından biri olan ön alım hakkıyla ilgili yorumların ve değerlendirmelerin, mülkiyet hakkının özüne zarar verecek derecede ön alım hakkı sahibi lehine genişletilmesi doğru değildir.
Taraflar arasındaki ön alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın reddine karar verilmiştir.
Kararın davacı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince başvurunun kabulü ile İlk Derece Mahkemesi kararın kaldırılmasına ve davanın kabulüne karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davalı vekili tarafından duruşma istemli temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, 09.01.2024 tarihinde duruşma yapılmasına ve duruşma gününün taraflara davetiye ile bildirilmesine karar verilmiştir.
Belli edilen günde temyiz eden davalı vekili Av. … ile karşı taraftan davacı vekili Av. … geldiler. Açık duruşmaya başlandı. Gelenlerin sözlü açıklamaları dinlenildikten sonra açık duruşmanın bittiği bildirildi. İşin incelenerek karara bağlanması için Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlenerek dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacı vekili dava dilekçesinde; müvekkilinin dava konusu 47135 ada 1 parsel sayılı taşınmazda paydaş olduğunu, taşınmazın 4700/14591 hissesinin önceki malik … tarafından 14.11.2017 tarihinde 500.000,00 TL bedelle davalıya satıldığını ancak söz konusu satışın müvekkiline haber verilmediğini, müvekkilinin ön alım hakkını kullanmak istediğini belirterek; dava konusu taşınmazda davalı adına kayıtlı 4700/14591 hissenin müvekkili adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
- CEVAP: Davalı vekili cevap dilekçesinde; davacı ile dava dışı … (davalıyı temsilen) arasında düzenlenen 08.11.2017 tarihli harici satış protokolü gözetildiğinde; davacının satıştan haberdar olduğunu, davacının dava konusu satışın gerçekleşmesinde aracı olduğunu, satıcının temsilcisi sıfatıyla hareket ettiğini, dava konusu payın satışına onay verdiği gibi, kendisinin de bir miktar payını satmayı vadettiğini, davacının sözleşme dışına çıkılmayacağı kanaati uyandırdığını, ön alım hakkını kullanmasının dürüstlük ilkesine aykırı olduğunu, davacının ön alım hakkından feragat ettiğinin kabulü gerektiğini, davacının satıcının hissesi üzerinde hak iddia etmediğini, davacının muhasebecesine satışını teklif ettiği payı için 720.000,00 TL ödendiğini, dava konusu pay satışı için ise satıcıya ödeme yapıldığını, ayrıca davacının davalı tarafından yapılan imar işlemleri için davalıya verdiği vekaletnamenin satış için onay verdiğinin göstergesi olduğunu beyan ederek davanın reddini savunmuştur.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; davacının dava konusu satıştan haberinin olduğu ayrıca satışın gerçekleşmesinde bizzat aracı olarak satışa onay gösterdiği, tanık …’in beyanına göre davacının başından sonuna kadar sürecin içinde olduğu, protokolü imzalayanlardan … ‘nun parayı elden teslim alan …’nun davacının çalışanı olduğunu ifade ettiği, tanık …’nın beyanına göre ise davacının satıştan ve süreçten haberinin olduğu, davalı vekilinin itirazlarının haklı ve yerinde olduğu, davacı tarafından ön alım hakkının kullanılmak istenmesinin dürüstlük ilkesi ile bağdaşmayacağı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
- İstinaf Sebepleri: Davacı vekili istinaf dilekçesinde; olayda menfaati bulunan tanık beyanlarının dikkate alınmaması gerektiğini, protokolün başka bir işe ilişkin olduğunu, protokolde imzası bulunan …’un davalı ile ilgisi olmadığını, Serkan’ın davacının çalışanı olmadığını, imar işlemleri için verilen vekaletnamenin esas alınmasının hatalı olduğunu, protokolün gerçersiz olduğunu, davacının satıştan ancak noter bildirimyle haberdar olabileceğini, mahkemenin gerekçesinin hatalı olduğunu, fiili taksim bulunmadığını, imza incelemesi yapılması gerektiğini beyan ederek İlk Derece Mahkemesi kararının kaldırılmasını istemiştir.
- Gerekçe ve Sonuç: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; taşınmaza ilişkin olarak davacının katıldığı satış vaadi sözleşmesidavalının savunmaları doğrultusunda olsa da davalı kooperatifin adi yazılı satış sözleşmesine dayandığı ve resmi satışa yönelik dosya kapsamında bir iddia ve ispatının bulunmadığı, resmi şekilde düzenlenmeyen taşınmaz satış vaadisözleşmesinin geçersiz olduğu ve satış vaadi sözleşmesinin dışında olan dava dışı paydaş …’dan hisse satın alan davalıya karşı ön alım hakkının kullanılmasında bir usulsüzlük bulunmadığı, Kanun’un verdiği bir hakkın kullanılması nedeniyle ön alım hakkını kullanmasında davacının kötüniyetli olduğunun ileri sürülemeyeceği, davanın süresi içerisinde açıldığı, Mahkemece tapuda gösterilen satış bedeli, tapu harç ve masrafları toplamı üzerinden ön alım hakkının tanınması gerekirken davanın reddine karar verilmesi doğru olmadığı gerekçesiyle davacı vekilinin istinaf başvurusunun kabulüne İlk Derece Mahkemesince verilen kararın kaldırılmasına, davanın kabulüne karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davalı vekili temyiz dilekçesinde; protokolü, davacının satıştan haberdar olduğunu göstermek amacıyla sunduklarını, geçerli olup olmadığının önemi bulunmadığını, …’un protokolün içeriğini hatırlamamasının hayatın olağan akışına aykırı olduğunu, protokole göre davacının satıştan haberdar olduğunu, tarafların eylemli paylaşım yaptığını, davacının kötü niyetli olduğunu, davacının bu satışa muvafakat ettiğini, gerekçenin hatalı olduğunu, İlk Derece Mahkemesinin tespitlerinin hukuka uygun olduğunu, davacının protokol ile ön alım hakkından vazgeçtiğini, davacının satış bedelinin resmi senette düşük gösterilmesi nedeniyle bu davayı açtığını beyan ederek ve re’sen gözetilecek sebeplerle kararın bozulmasını talep etmiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Dava, ön alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 1. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (4721 sayılı Kanun) 2, 732, 733 ve 734 üncü maddeleri,
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulu, 26.12.1951 tarihli ve 1951/1 Esas, 1951/6 Karar sayılı kararı,
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulu, 20.06.1951 tarihli ve 1949/13 Esas, 1951/5 Karar sayılı kararı,
4.Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulu, 14.02.1951 tarihli ve 1949/17 Esas, 1951/1 Karar sayılı kararı.
- Değerlendirme
- Uyuşmazlığın çözümünde öncelikle ön alım hakkı ve hukukî niteliğine ilişkin açıklama yapılmasında yarar vardır.
Bilindiği üzere paylı mülkiyette paydaşlar arasında ortak idare ve kullanma durumu söz konusu olduğundan paydaşların birbirlerini bilmeleri ve tanımaları önem taşımaktadır. Bu ihtiyacın gereği olarak paydaşlar arasına yabancı bir kişinin girişini engellemek, taşınmazın daha küçük parçalara ayrılmasını önleyebilmek, hisselerin mümkün olduğu kadar hissedar elinde toplanmasını temin etmek amacıyla paylı taşınmazlarda hissedarların temlik hakkı sınırlandırılarak yasal ön alım hakkı tanınmıştır.
Ön alım hakkı paylı mülkiyet hükümlerine tâbi taşınmazlarda bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını kısmen veya tamamen üçüncü bir kişiye satması halinde diğer paydaşlara bu satılan payı öncelikle satın alma yetkisi veren bir haktır. Bu hak paylı mülkiyet ilişkisi kurulduğu anda doğar ve satışın yapılmasıyla kullanılabilir hale gelir.
Ön alım hakkı taşınmaz mal mülkiyetinin kanundan doğan takyitlerinden biri olup YİBHGK 1951/1 E, 1951/6 K: sayılı kararında yenilik doğuran bir hak olduğu belirtilmiş, YİBHGK 1949/13 E, 1951/5 K sayılı kararında ise ön alım hakkının hukukî niteliği, “Şufa hakkı, mefşu hissenin üçüncü şahsa satılması ve satışa ıttıladan itibaren bir ay içinde kullanılmış olması gibi muayyen şartlar altında kullanılacak yenilik doğurucu bir haktır ki, şefinin bu hakkı kullandığı yolundaki tek taraflı irade beyanının müşteriye vasıl olmasıyla yeni bir hukukî vaziyet meydana getirilmesine yarar. Bu hakkın kullanılmasıyla şefi yeni bir akit yapmaya hacet kalmaksızın müşteriye halef olur” şeklinde açıklanmıştır.
Yasal ön alım hakkı, 4721 sayılı Kanun’un “Taşınmaz Mülkiyetinin İçeriği ve Kısıtlamaları” başlıklı ikinci ayrımında, “II. Devir hakkının kısıtlamaları 1. Yasal ön alım hakkı” alt başlıkları altında “a. Ön alım hakkı sahibi” başlıklı 732; “b. Kullanma yasağı, feragat ve hak düşürücü süre” başlıklı 733 ve “c. Kullanılması” başlıklı 734 üncü maddelerinde düzenlenmiştir.
2.Ön alım hakkına ilişkin genel açıklamalardan sonra uyuşmazlığa esas teşkil eden dürüstlük ilkesi hakkında açıklama yapılması gerekmektedir.
4721 sayılı Kanun’un “Dürüst davranma” başlıklı 2 inci maddesinde, herkesin haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorunda olduğu ve bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeninin korumayacağı düzenlenmiştir.
Diğer taraftan, YİBHGK 1949/17 E, 1951/1 K sayılı kararında da;“Vakıa ve karinelerden olayda kanunen iyiniyet iddiasında bulunamayacak durumu belirmiş olan kimsenin kötüniyetinin diğer tarafa ispat ettirilmesine artık sebep ve vecih kalmayacağı ve dava hakkının doğumunu sağlayan veya bertaraf eden iyi ve kötüniyetin bu durumda mahkemece resen nazara alınabileceği” kabul edilmiştir.
- Bu aşamada, ön alım hakkının 4721 sayılı Kanun’un 2 inci maddesine aykırı kullanılması halinde ön alım hakkının kullanılamayacağına ilişkin bazı Yargıtay içtihatlarına değinmekte yarar vardır.
Yargıtay’ın yerleşen içtihatlarına göre; ön alım davasına konu payın ilişkin bulunduğu taşınmaz paydaşlarca özel olarak kendi aralarında taksim edilip her bir paydaş belirli bir kısmı kullanırken bunlardan biri kendisinin kullandığı yeri ve bu yere tekabül eden payı bir üçüncü şahsa satarsa, satıcı zamanında bu yerde hak iddia etmeyen davacının tapuda yapılan satış nedeniyle ön alım hakkını kullanması 4721 sayılı Kanun’un 2 inci maddesinde yer alan dürüst davranma kuralı ile bağdaşmaz.
Yargıtay 6. Hukuk Dairesinin 25.04.1985 tarihli ve 4561 Esas, 5504 Karar sayılı ilamında, velayet altındaki çocuklarının paylarını üçüncü kişiye sattıktan sonra, velinin, bu payları aynı bedelle tekrar kendi adına satın almak istemesinin ön alım hakkının kötüye kullanılması olduğu belirtilmiştir.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 19.03.1980 tarihli ve 978/6-1101 Esas, 1420 Karar sayılı ilamında ise, henüz kat irtifakı kurulmamış veya kat mülkiyetine geçilmemiş inşa edilmekte olan apartmanda, davacının kendisi gibi, belirli bir daireyi satın aldığını bildiği davalı hakkında ön alım davası açmasının ve 240.000 lira bedelle alınan yeri 35.000,00 TL lira ile ele geçirmek istemesinin iyi niyet kuralları ile bağdaşmayacağı belirtilmiştir.
- Bu genel açıklamalardan sonra somut olaya gelince; davacı, dava konusu 47135 ada 1 parsel sayılı taşınmazda satıcı … tarafından 14.11.2017 tarih 45371 yevmiye numaralı satış işlemiyle davalıya satılan hissenin ön alım hakkı nedeniyle adına tescilini istemiştir. Davalı ise 08.11.2017 tarihli protokol ve Ankara 53. Noterliği 04.06.2018 tarihli ve 15603 yevmiye numaralı vekaletname gözetildiğinde davacının ön alım hakkını kullanmasının dürüstlük ilkesine aykırı olduğunu savunmuştur.
Dosya içeriği ve toplanan delillere göre; davacının 29.12.2009 tarihli ve 42956 yevmiye numaralı satış ve ipotek işlemiyle 6961/14591 pay sahibi olduğu dava konusu 47135 ada 1 parsel sayılı taşınmazda; 31.10.2013 tarihli ve 37633 yevmiye numaralı satış ve birleştirme işlemiyle davacı adına vekaleten Serkan Kilcioğlu’nun 2930/14591 pay satın aldığı, aynı satış işlemiyle dava dışı satıcı …’ın daya konu 4700/14591 hisseyi edindiği anlaşılmıştır.
Davalının savunmasında sözü geçen 08.11.2017 tarihli “Gayrimenkul Satış Protokolü” başlıklı … ve … ‘nun imzasını taşıyan belgede, “Alıcı:… Satıcı: … Ankara İli Etimesgut Mahallesi Bağlıca Mahallesindeki 47135 ada 1 parselde bulunan 14.591metre kare arsanın 7.344 metre karesini 5.875,200 TL bedelle satışına anlaşmışlardır. Alıcı … 200.000 TL kapora olarak vermiştir. 10.11.2017 tarihine kadar 2.000.000 TL daha verilecektir. Geriye kalan bakiye de 15.01.2018 tarihine kadar tamamlanacaktır. Buna karşılık satıcı 4.700 metre kare tapuyu 10.11.2017 tarihinde yine geriye kalan tapuyu 05.01.2018 tarihinde devredecektir.” ibarelerine yer verilmiştir. Anılan belgeye ekli ikinci sayfada ise,” Okul taahhüdü 12 derslik olarak … tarafından yapılacaktır. Planlama İçin yatırılacak ücret 300.000 TL olarak düzeltilecektir. Kat karşılığı olarak arsa …’na verilecektir. 09.11.2017 tarihinde 720.000 TL elden teslim aldım.” ibareleri ve 31.10.2013 tarihli resmi senette davacı adına vekaleten işlem yapan …’nun imzası yer almaktadır. Anılan protokolde alıcı sıfatıyla işlem yapan … ‘nun davalı kooperatif yönetim kurulunun 25.10.2017 tarihli ve 2017/16 Karar sayılı kararıyla dava konusu 47135 ada 1 parsel sayılı taşınmazın %50 hissesinin adlarına alınması hususunda yetkilendirildiği görülmüştür.
Yine, davalının savunmasında belirtilen Ankara 53. Noterliği 04.06.2018 tarihli ve 15603 yevmiye numaralı vekaletname ile davacının davalı kooperatif temsilcilerini dava konusu taşınmazla ilgili imar planı vb. işlemlerin yapılması hususunda vekil tayin ettiği anlaşılmıştır.
Davacı ve davalı tanığı olarak dinlenen ve protokolde imzası bulunan … ; emlak işi ile uğraştığını, protokole imza attığını, içeriğini hatırlamadığını, davalı kooperatifin kendisini vekil tayin ettiğinden haberi olmadığını beyan etmiştir. Davalı tanığı … ise; davacının satıcı …’ın hissesini metre karesi 800,00 TL bedelle alacağını söylediğini, davacıya satıcının ve davacının bir kısım payının davalı kooperatife satılması karşılığında imar düzenlemesinin kooperatif tarafından yaptırılması ve taşınmaz üzerinde yapılacak inşaatın davacı tarafından yaptırılmasının teklif edildiğini, davacının bu teklifi kabul ettiğini, taraflar arasında 08.11.2017 tarihli protokolün düzenlendiğini, davacının bu protokol yapılırken satıcı … adına hareket ettiğini, davacının muhasebecisine 720.000,00 TL ödendiğini beyan etmiştir.
- Açıklanan yasal düzenlemeler, ilkeler, yargısal kararlar ve dosya içeriği birlikte değerlendirildiğinde; 08.11.2017 tarihli protokol içeriği, 04.06.2018 tarihli vekaletneme ve tanık anlatımları ve tüm dosya kapsamına göre; davacının satış öncesi pazarlık işlemlerinde dava konusu taşınmazda davaya konu payın davalıya satışına onay verdiği, başka bir ifadeyle satıcının hissesi üzerinde hak iddia etmediği, olayların oluş şekli nazara alındığında davacının ön alım hakkının kullanmasında paydaşlar arasına yabancı bir kişinin girişini engellemek amacı olduğunun söylenemeyeceği gibi; davacının 08.11.2017 tarihli protokolle metre karesi 800,00 TL bedelle satmayı vadettiği taşınmazı, metre karesi yaklaşık 107,00 TL bedelle 4721 sayılı Kanun’un 733 üncü maddesinde düzenlenen iki yıllık hak düşürücü sürenin son günü ön alım hakkını kullanarak almak istemesi 4721 sayılı Kanun’un 2 inci maddesinde yer alan dürüstlük ilkesi ile bağdaşmaz ve kötüye kullanılan bu hak kanunen himaye edilemez. Diğer taraftan; taşınmaz mal mülkiyetinin kanundan kaynaklanan sınırlandırmalarından biri olan ön alım hakkıyla ilgili yorumların ve değerlendirmelerin, mülkiyet hakkının özüne zarar verecek derecede ön alım hakkı sahibi lehine genişletilmesi doğru değildir. Hal böyle olunca; davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı gerekçeyle davanın kabulüne karar verilmesi usul ve yasaya aykırı bulunduğundan hükmün bozulması gerekmiştir.
- KARAR Açıklanan sebeplerle; Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulüyle temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararının BOZULMASINA, Peşin alınan temyiz karar harcının istek hâlinde ilgiliye iadesine, Yargıtay duruşma vekalet ücreti 17.100,00 TL’nin davacıdan alınarak davalıya verilmesine, Dosyanın kararı veren Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 09.01.2024 tarihinde kesin olmak üzere oy çokluğuyla karar verildi.
KARŞI OY Yapılan yargılamaya, toplanan delillere, tüm dosya içeriğine, temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararında yazılı gerekçelere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre; yerinde olmayan temyiz itirazlarının reddiyle usul ve yasaya uygun Bölge Adliye Mahkemesi kararının onanması görüşünde olduğumdan sayın çoğunluğun bozma kararına katılamıyorum.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/2974 K: 2022/3228 T: 28.4.2022
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/4114 K: 2024/1782 T: 26.3.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8043 K: 2023/136 T: 12.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8670 K: 2023/3286 T: 12.6.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/3469 K: 2024/2686 T: 16.5.2024
Taşınmaz satış bedelleri ile davalı tarafından ödenen tapu masrafları toplamının davacı tarafından mahkeme veznesine depo edildiği, davacının bedelde muvazaa iddiasına dayandığı ancak iddiasını ispata elverişli delilin dosyaya ibraz olunmadığı, çek basım tarihinden önceki bir tarihte çekin keşide edildiğine yönelik davacı tarafın iddiasının bedelde muvazaa yapıldığı ve satış değerinin daha düşük olduğu iddialarının ispatı sayılamayacağı, yemin deliline dayanan davacının hakkını kullanması sonucu davalı şirketin yetkilisi tarafından yemin eda olunduğundan dava değerinin tapudaki satış bedeli olarak kabul edilmesi gerektiği
Taraflar arasındaki önalım hakkından kaynaklanan tapu iptal ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın kabulüne karar verilmiştir.
Kararın davacı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince başvurunun esastan reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacı vekili; Amasya ili, Merkez ilçesi, … Mahallesi, 1801 ada 1 parsel, 917 ada 2 parsel ve 918 ada 8 parselde müvekkilinin paydaş olup taşınmazlardaki diğer bir kısım hisselerin toplamda 237.000,00 TL bedelle davalı … Isı Sis. San. Tic. Ltd. Şti. tarafından satın alındığını, ancak müvekkilince yapılan araştırma üzerine anılan hisselerin gerçekte 200.000,00 TL bedelle satıldığını öğrendiğini, şuf’a hakkının kullanılmasını önlemek için bedelin tapuda yüksek gösterildiğini, satış bedelinde muvazaa olduğundan keşfen belirlenecek gerçek şufa bedelini mahkeme veznesine depo edeceğini ileri sürerek; davalı adına kayıtlı hisselerin iptali ile müvekkili adına tapuya tescilini, yargılama harç ve giderleri ile avukatlık ücretinin davalı tarafa yükletilmesini talep etmiştir.
- CEVAP: Davalı vekili; davacı tarafça gösterilen 200.000,00 TL dava değerinin ve yatırılan harçların gerçeği yansıtmayıp müvekkilini zarara uğratma kastı bulunduğunu, cevap dilekçeleri ekinde sunulu sözleşme, tediye makbuzu, çeklerden de anlaşılacağı üzere 237.000,00 TL bedelle tapu harç ve masrafları da yatırarak …’den taşınmazın satın alındığını, bilirkişi incelemesi neticesinde gerçek değerin daha da yüksek tespit edilebileceğini, davalı tarafın eksik yatırdığı dava harcının ikmal ettirilmesi ve yargılama giderleri ile vekalet ücretinin davacı taraf üzerinde bırakılması gerektiğini ileri sürerek; davanın reddini savunmuştur.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: 1. İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile;
“… Taşınmaz satış bedelleri ile davalı tarafından ödenen tapu masrafları toplamının davacı tarafından mahkeme veznesine depo edildiği, davacının bedelde muvazaa iddiasına dayandığı ancak iddiasını ispata elverişli delilin dosyaya ibraz olunmadığı, çek basım tarihinden önceki bir tarihte çekin keşide edildiğine yönelik davacı tarafın iddiasının bedelde muvazaa yapıldığı ve satış değerinin daha düşük olduğu iddialarının ispatı sayılamayacağı, yemin deliline dayanan davacının hakkını kullanması sonucu davalı şirketin yetkilisi tarafından yemin eda olunduğundan dava değerinin tapudaki satış bedeli olarak kabul edilmesi gerektiği…” gerekçesiyle; davanın kabulüne,
– Amasya ili, Merkez ilçesi, … Mahallesi, 917 ada 2 parselde 29/2400 hisse sahibi davalı … Isı Sis. San. Tic. Ltd. Şti. adına olan tapu kaydının;
– Amasya ili, Merkez ilçesi, … Mahallesi, 918 ada 8 parselde 29/2400 hisse sahibi davalı … Isı Sis. San. Tic. Ltd. Şti. adına olan tapu kaydının;
– Amasya ili, Merkez ilçesi, … Mahallesi, 1801 ada 1 parselde 1/80 hisse sahibi davalı … Isı Sis. San. Tic. Ltd. Şti. adına olan tapu kaydının iptali ile bu hisselerin davacı … adına tapuya kayıt ve tescillerine,
- Mahkeme veznesine depo edilen 242.182,00 TL şufa bedelinin karar kesinleştiğinde davalı … Isı Sis. San. Tic. Ltd. Şti’ne ödenmesine karar verilmiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili tarafından istinaf başvurusunda bulunmuştur.
- İstinaf Sebepleri: Davacı vekili; verilen kararın usul ve yasaya aykırı olduğunu, 01/10/2018 tarihinde 9.000,00 TL nakit ödendiğine dair tediye makbuzu hazırlanmasından sonra vade tarihi aynı gün olan 53.000,00 TL bedelli çek verilmesinin hayatın normal akışına aykırı olduğunu, zira bu durumda bankadan direkt havale yapılmış olması gerekip ayrı bir çek sayfası harcanmasının gereksiz olduğunu, taşınmazın 200.000.00 TL bedelle değil dosyaya ibraz edilen belgelere bakılırsa 112.000,00 TL bedelle alındığını ancak sonradan 125.000,00 TL. bedelli çek düzenlendiğini, zira 20/11/2019 tarihli çekin davanın açılmasından sonra hazırlanmış ve muvazaalı olduğunu, aynı parsellerde yeni tarihli yapılan satışlarda dahi m2 değerlerinin daha düşük olup emsal satış örneklerinin dosyaya sunulduğunu, ancak mahkemece yalnızca tanık ve davacının yemin beyanı ile muvazaa iddiasının ispatlanmadığına karar verilmesinin usul ve yasaya aykırı olduğunu, maddi delillerin değerlendirilmesinde hata yapıldığını, Amasya 3. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2018/93 E: sayılı dosyası ile iş bu dosya arasında konu ve taraf bakımından birliktelik olup birleştirme taleplerinin de mahkemece reddedildiğini ileri sürerek; hükmün kaldırılmasını istemiştir.
- Gerekçe ve Sonuç: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile;
“…Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dayandıkları delillere, hukuki ilişkinin nitelendirilmesine, vakıa mahkemesi hakiminin dosyadaki delillerle çelişmeyen tespit ve değerlendirmesine ve uyuşmazlığa uygulanması gereken hukuk kurallarına göre, HMK’nun 355. maddesi uyarınca istinaf sebepleriyle sınırlı olarak ve re’sen kamu düzeni yönünden yapılan inceleme sonucu, İlk Derece Mahkemesinin vakıa ve hukuki değerlendirmesinde usul ve esas yönünden yasaya aykırılık bulunmadığı…” gerekçesiyle; davacı vekilinin istinaf başvurusunun 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 353/1-b/1 maddesi gereğince esastan reddine karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davacı vekili; istinaf dilekçesinde ileri sürdüğü aynı sebeplerle hükmü temyiz etmiş, ilave olarak Bölge Adliye Mahkemesi kararının gerekçe içermediğini, bedelde muvazaa iddilarının kabul edilmemesinin hatalı olduğunu, davalının sunduğu belgelerin büyük ihtimalle davanın açılmasından sonra geriye dönük tarihli düzenlendiklerini, keşide edildiği tarihte basılmamış olan çekin usulüne uygun düzenlenmiş olmayıp muvazaa taşıdığını ileri sürerek; hükmün bozulmasını istemiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Uyuşmazlık, ön alım hakkına dayalı tapu iptal ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun, 732 nci maddesi şöyledir:
“Paylı mülkiyette bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması hâlinde, diğer paydaşlar önalım hakkını kullanabilirler.”
Aynı Kanunun 734 üncü maddesinde; “Önalım hakkı, alıcıya karşı dava açılarak kullanılır. Önalım hakkı sahibi, adına payın tesciline karar verilmeden önce, satış bedeli ile alıcıya düşen tapu giderlerini, hakim tarafından belirlenen süre içinde hakimin belirleyeceği yere nakden yatırmakla yükümlüdür.”
- Değerlendirme
- Bölge Adliye Mahkemelerinin nihai kararlarının bozulması 6100 sayılı Kanun’un 371 inci maddesinde yer alan sebeplerden birinin varlığı hâlinde mümkündür.
- Ön alım hakkı paylı mülkiyet hükümlerine tabi taşınmazlarda bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını kısmen veya tamamen üçüncü bir kişiye satması halinde diğer paydaşlara bu satılan payı öncelikle satın alma yetkisi veren bir haktır. Bu hak paylı mülkiyet ilişkisi kurulduğu anda doğar ve satışın yapılmasıyla kullanılabilir hale gelir.
- Ön alım hakkının kullanılmasıyla bu hakkı kullanan paydaş ile alıcı arasında kapsam ve şartları satıcı ile davalı arasında yapılan sözleşmenin aynı olan bir satım ilişkisi kurulmuş olur.
- Temyizen incelenen karar; tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dayandıkları belgelere, uyuşmazlığa uygulanması gereken hukuk kuralları ile hukuki ilişkinin nitelendirilmesine, dava şartlarına, yargılama ve ispat kuralları ile bölge adliye mahkemesi kararında belirtilen gerekçelere göre, temyiz dilekçesinde ileri sürülen nedenler kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte bulunmamıştır.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle; Temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararının 6100 sayılı Kanun’un 370’inci maddesinin birinci fıkrası uyarınca ONANMASINA, Aşağıda yazılı temyiz giderinin temyiz edene yükletilmesine, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 16.05.2024 tarihinde kesin olmak üzere oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/2974 K: 2022/3228 T: 28.4.2022
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/4114 K: 2024/1782 T: 26.3.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8043 K: 2023/136 T: 12.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8670 K: 2023/3286 T: 12.6.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/2964 K: 2023/4446 T: 4.10.2023
İhtiyari müzayede ile satışa çıkarılan bir gayrimenkulün şayi hissesini satın almak için o gayrimenkulün şayi hissedarının müzayedeye iştirak ederek pey sürmesi ve bilahare müzayededen çekilmesi şufa hakkından feragati tazammun etmeyip bu hissedarın şayi hisseyi müzayede neticesinde yapılan ihale ile satın alan üçüncü şahsa karşı şufa hakkını kullanabileceği, ihtiyari ihaleye katılıp pey süren ve sonradan ihaleden çekilen paydaş, ihaleden sonra önalım hakkını kullanabileceği gibi, önalım hakkını kullanmasının dürüstlük kuralına aykırı olduğu söylenemez.
Taraflar arasında birleştirilerek görülen ön alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil davalarından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince asıl ve birleşen davanın kabulüne karar verilmiştir.
Kararın asıl ve birleşen dosyada davalı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince, İlk Derece Mahkemesi kararı harç ve vekâlet ücreti yönünden düzeltilmek suretiyle asıl ve birleşen davanın kabulüne karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı asıl ve birleşen dosyada davalı vekili ile fer’î müdahale talebi reddedilen vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay (Kapatılan) 14. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Bölge Adliye Mahkemesi tarafından Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiş, 10.05.2023 tarihli ve 2022/7(14)-711 Esas, 2023/436 Karar … HGK kararı ile direnme kararının usul ve yasaya uygun olduğuna karar verilmiştir.
Kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan gündem ve dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: 1. Davacı … vekili asıl dava dilekçesinde, müvekkilinin Adana ili, Çukurova ilçesi, … Mahallesi 9102 ada 10 parsel … taşınmazda paydaş olduğunu ve bu taşınmazdaki … Gayrimenkul A.Ş. adına kayıtlı bulunan 3.114.151/4.270.990 oranındaki hissenin Özelleştirme İdaresi Başkanlığınca ihale yoluyla satışa sunulduğunu, 8.250.000,00 TL bedelle davalı … İnşaat Taah. NaK: Turz. Tem. Yemek Güv. Hiz. Tic. Ltd. Şti’ye satıldığını, davacı müvekkilinin ihtiyari müzayedeye katılıp pey sürüp sonradan artırmadan çekilmesinin ön alım hakkını kullanmasına engel olmadığını, mahkemenin uygun görmesi hâlinde müvekkilinin mahkemenin belirteceği hesaba satış bedelini yatıracağını ileri sürerek taşınmaza ihtiyati tedbir konulmasını, davacı müvekkiline yasal ön alım … tanınmasını, dava konusu taşınmazın … Gayrimenkul A.Ş. adına kayıtlı iken davalı tarafından Özelleştirme İdaresince yapılan açık ihaleden satın alınan ancak davalı adına henüz tescili yapılmayan 3.114.151/4.270.990 oranındaki payın tapu kaydının iptali ile davacı müvekkili adına kayıt ve tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
- Birleşen dosyada davacı … vekili dava dilekçesinde, müvekkilin 9102 ada 10 parsel … taşınmazda paydaş olduğunu, taşınmazdaki … Gayrimenkul A.Ş. adına kayıtlı bulunan 3.114.151/4.270.990 oranında hissenin Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nca 4046 … Kanun hükümleri çerçevesinde ihale yoluyla satışa sunulduğunu, ihale komisyonu tarafından 8.250.000,00 TL bedelle davalı şirkete satıldığını, bu nedenle … Gayrimenkul A.Ş. adına iken davalı tarafından Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’ndan ihale yolu ile satın alınan ancak davalı adına henüz tescil yapılmadığından hâlen eski hissedar … Gayrimenkul A.Ş. adına kayıtlı bulunan 9102 ada 10 parsel … taşınmazdaki dava konusu 3.114.151/4.270.990 oranındaki paya tedbir konulmasını, müvekkiline önalım … tanınarak 9102 ada 10 parsel … taşınmazın … Gayrimenkul A.Ş. adına kayıtlı iken davalı tarafından Özelleştirme İdaresi’nce yapılan açık ihaleden satın alınan ancak davalı adına henüz tescili yapılmayan 3.114.151/4.270.990 oranındaki payın tapu kaydının iptali ile müvekkili adına kayıt ve tesciline karar verilmesini talep etmiş, 15.01.2018 tarihli dilekçesi ile Adana 4. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2017/552 Esas … dosyası ile işbu dosyanın birleştirilmesini talep etmiştir.
- CEVAP: Asıl ve birleşen dosyada davalı vekili cevap dilekçelerinde; davanın yetkili mahkemede açılmadığını, ön alım hakkının doğmaması nedeniyle esasa girilmeden davanın reddine karar verilmesi gerektiğini, dava konusu parselin holding tarafından ihale edilmeksizin satılmasının hukuken mümkün olmadığını, yapılan ihalenin esasen cebri bir nitelik taşıdığını, bu nedenle ön alım … tanınmasının mümkün olmadığını, dava konusu taşınmaz üzerinde fiili taksim söz konusu olduğunu, bu nedenle de ön alım hakkının kullanılmasına olanak bulunmadığını, davacının kötüniyetli olduğunu, mahkeme aksi kanaatte olursa ön alım bedelinin artırılması gerektiğini belirterek davanın reddini savunmuştur.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesinin 06.12.2018 tarihli ve 2017/552 Esas, 2018/642 Karar … kararıyla; açık artırma ile davacılara da taşınmazın satış teklifi yapıldığı, davacıların ihaleye girerek teklife cevap verdiği, ancak daha düşük pey vermekle taşınmazı alamadıkları, en yüksek pey veren davalıya ihale edildiği anlaşılmış olsa da, davacıların kanuni önalım … olduğunun kabulü gerektiği, eldeki asıl ve birleşen davaların satışın kesinleşmesinden sonra açıldığı, tescil şartı dava açıldıktan sonra yerine geldiği için artık dava şartı yokluğundan bahsedilemeyeceği, yapılan keşif ve dinlenen tanık beyanlarına göre taşınmazın sabit kullanım alanı olmadığı, … Holdingin arazisinin değişik kişilerce kullanıldığı, diğer hissedarların da, tarlanın güçlü olan yerlerini ekmeye çalıştıkları anlaşılmakla fiili taksim iddiasına itibar edilmediği gerekçesiyle asıl ve birleşen davaların kabulüne karar verilmiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde asıl ve birleşen dosyada davalı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
- Gerekçe ve Sonuç
Bölge Adliye Mahkemesinin 30.09.2019 tarihli ve 2019/587 Esas, 2019/1043 Karar … kararıyla; davalının yargılama aşamasında fiili taksim savunmasında bulunduğu, ancak yapılan keşif, dinlenen tanık beyanı ve tüm dosya kapsamı incelendiğinde, taşınmazın taraflarca taksim edilmediği, davacıların kullandığı herhangi bir alanın bulunmadığı, ayrıca davacıların ihaleye katılmalarına rağmen taşınmazı satın almak yerine ihaleden sonra kötüniyetli olarak dava açtıkları ileri sürülerek istinaf talebinde bulunulmuş ise de, aleni ve herkesin katılabileceği ihtiyari artırmalarda satım sözleşmesinin ihale memurunun ihaleyi açıklaması ile kurulduğu, mülkiyetin tapu siciline kayıt ile geçeceği ancak TMK’nın 733 üncü maddesinde öngörülen iki yıllık sürenin ihale ile yapılan satıştan başladığı, tapu siciline tescil şartının aranmayacağı anlaşıldığından bu yönlere ilişkin istinaf sebeplerinin yerinde görülmediği, mahkemece davacılar lehine önalım hakkının doğduğu kabul edilerek davanın kabulüne ilişkin verilen karar doğru ise de, gerekçeli kararda davalı aleyhine dava değerinin tamamı olan 8.250.000,00 TL üzerinden iki kez nispi harç ve nispi vekâlet ücretine hükmedilmesinin hatalı olduğu, verilecek tek harç ve tek vekâlet ücretinden davacıların yarı oranında sorumlu tutulmaları gerektiği gerekçesiyle davalı vekilinin istinaf talebinin kabulü ile İlk Derece Mahkemesi kararının kaldırılmasına, asıl dava ve birleşen davanın kabulüne, 9102 ada 10 parsel … taşınmazda; 3.114.151/4.270.990 oranındaki davalı adına oluşacak tapu kaydının iptali ile 15.570.755/42.709.900 oranındaki payın davacı …, 15.570.755/42.709.900 oranındaki payın davacı … adlarına ayrı ayrı tapuya kayıt ve tesciline karar verilmiştir.
- BOZMA VE BOZMADAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ
- Bozma Kararı
- Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde asıl ve birleşen dosyada davalı vekili ile fer’î müdahale talebi reddedilen vekili temyiz isteminde bulunmuşlardır.
- Yargıtay (Kapatılan) 14. Hukuk Dairesi 02.03.2021 tarihli ve 2021/528 Esas, 2021/1417 Karar … kararı ile;
“…1-Fer’i müdahillik talep eden vekilinin temyiz itirazları bakımından;
Bir dava sonucunda verilecek hüküm, yalnız o davanın tarafları hakkında (maddi anlamda) kesin hüküm teşkil eder (m.303); (kural olarak) üçüncü kişiler hakkında kesin hüküm teşkil etmez. Fakat bazı hallerde, bir dava sonucunda verilen hüküm, bir üçüncü kişinin hukuki durumunu da dolaylı olarak etkileyebilir. Bu hallerde, üçüncü kişinin o davaya katılmasında (müdahale etmesinde) hukuki yararı vardır. Fakat, üçüncü kişi, davaya (üçüncü) bir taraf gibi katılmaz; bilakis taraflardan birinin yanında ve onun yardımcısı olarak katılır. İşte bunu sağlayan müesseseye, fer’i müdahale (katılma) denir.
Müdahale talebinin kabulüne karar verilen üçüncü kişi (müdahil), bununla taraf veya bir tarafın temsilcisi olamaz. Müdahil sadece lehine müdahalede bulunduğu tarafın yardımcısıdır. Yani, müdahil lehine katıldığı tarafla birlikte hareket eder (m.68-69).
Somut olayda … Holding A.Ş. vekilinin fer’i müdahillik talebi mahkemece reddedildiğinden temyiz olmadığından temyiz isteğinin reddi gerekmiştir.
2-Davalı vekilinin temyiz itirazları bakımından;
Dava yerel mahkemece, dava dışı Özelleştirme İdaresince ihalesi hazırlanan, … Gayrimenkul AŞ’ ye ait taşınmaz hissesinin, hissedar olmayan davalıya satılmasından sonra, ihaleye giren ancak düşük pey vermesi nedeniyle, ihale üstünde kalmayan hissedarların açmış olduğu şufa davası olarak nitelendirilmiş; ihalenin cebri nitelik taşımadığı, ihtiyari nitelikte olduğu değerlendirilerek, davacı paydaşların kanuni şufa hakkına sahip oldukları kabul edilmiş; dava konusu pay, dava tarihi itibarıyla davalı adına tescil edilmemiş ise de, tescil şartının dava sırasında yerine getirildiği kabul edilerek davaya devam olunmuş, davalının fiili taksim savunması kabul edilmemiş ve iki ayrı hissedar tarafından açılan ve yargılama sürecinde birleştirilen davaların kabulüne karar verilmiştir.
İstinaf başvurusunda bulunan davalı taraf, taşınmazda fiili taksim bulunduğunu, davacıların ihaleden haberdar edildiklerini, ihalede pey sürdüklerini, pey ileri sürdükleri ihale konusu paya yönelik açılan önalım davasında iyiniyetli davranmadıklarını, bu konudaki savunma delillerinin mahkemece toplanmadığını ve değerlendirilmediğini belirterek, yerel mahkeme kararının kaldırılmasını talep etmiştir.
Adana Bölge Adliye Mahkemesi 4. Hukuk Dairesi, yapılan keşif, dinlenen tanık beyanı ve tüm dosya kapsamına göre, taşınmazın taraflarca taksim edilmediğini, davacıların kullandığı herhangi bir alanın bulunmadığını gerekçe göstererek fiili taksim savunmalarını; aleni ve herkesin katılabileceği ihtiyari artırmalarda satış sözleşmesinin ihale memurunun ihaleyi açıklaması ile kurulmuş olacağını, mülkiyetin tapu siciline kayıt ile geçeceğini ancak TMK’nın 733. maddesinde öngörülen iki yıllık sürenin ihale ile yapılan satıştan başladığını, tapu siciline tescil şartının aranmayacağını kabul ederek, davalı tarafın diğer istinaf gerekçelerini kabul etmemiş, hükmü nispi harç ve vekalet ücreti yönünden düzelterek yeniden hüküm kurmuştur.
Hükmü davalı taraf, önceki istinaf sebeplerini ileri sürmek suretiyle temyiz etmiştir.
- A) 4721 … … Medeni Kanununun;
a- 732. maddesinde, paylı mülkiyette bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması hâlinde, diğer paydaşların önalım hakkını kullanabilecekleri,
b- 733. maddesinde, Cebrî artırmayla satışlarda önalım hakkının kullanılamayacağı; yapılan satışın, alıcı veya satıcı tarafından diğer paydaşlara noter aracılığıyla bildirileceği; önalım hakkının, satışın hak sahibine bildirildiği tarihin üzerinden üç ay ve her hâlde satışın üzerinden iki yıl geçmekle düşeceği,
c- 734. maddesinde, önalım hakkının, alıcıya karşı dava açılarak kullanılacağı, hüküm altına alınmıştır.
- B) İhtiyari ve aleni müzayedelerde şûf’a hakkının kullanılıp kullanılamayacağına ilişkin uyuşmazlıkla ilgili olarak, Yargıtay 29.11.1939 tarihli, 1938/17 Esas, 1939/57 Karar … İçtihadı Birleştirme Kararında; Artırma ve Eksiltme Kanununa göre yapılan gayrimenkul satışlarının, ihtiyari satış mahiyetlerinden dolayı Kanunu Medeninin 658 ve 659. maddelerinde yazılı şüf’a hükümlerine tâbi olduğuna hükmedilmiştir.
- C) 4721 … … Medeni Kanununun 2. maddesinde; herkesin haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uyması zorunluluğu getirilmiş, uyulmamasının yaptırımı olarak da hakkın kötüye kullanılmasının hukuk düzeni tarafından korunmayacağı belirtilmiştir.
Dava konusu olaya gelince; dava konusu taşınmazdaki … Gayrimenkul Anonim Şirketine ait payın, Özelleştirme İdaresi Başkanlığınca, 24/11/1994 tarihli ve 4046 … Özelleştirme Uygulamaları Hakkında Kanun kapsamında ihaleye çıkarıldığı ve ihalenin davalıda kalması üzerine satış sözleşmesinin ve daha sonra pay devrinin yapıldığı konusunda taraflar arasında ihtilaf bulunmamaktadır.
Davalı, davacı paydaşların ihaleden haberdar edildiklerini, ihaleye katıldıklarını, pey sürdüklerini ancak ihaleyi daha fazla pey sürdükleri için kendilerinin kazandığını, ihale edilen taşınmaz payına yönelik olarak davacılar tarafından açılan davanın, herkesin haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uyması zorunluluğunu düzenleyen 4721 … Kanunun 2. Maddesine aykırı olduğunu belirterek davanın reddini talep etmiştir.
Yukarıda belirtilen kanun hükümleri ve Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca, paydaş davacıların, ihtiyari açık artırma sonucu satılan paya ilişkin önalım davası açmalarını engelleyen bir kanun hükmü bulunmamaktadır.
Paylı mülkiyet ilişkisine tâbi bir taşınmazda, fiili taksimin mevcut olması durumunda yasal önalım hakkının kullanılmasını açıkça engelleyen bir düzenleme bulunmamasına rağmen, Yargıtay 6. Hukuk Dairesinin ve Dairemizin istikrar bulmuş kararlarında; önalım davasına konu payın ilişkin bulunduğu taşınmaz paydaşlarca özel olarak kendi aralarında taksim edilip her bir paydaş belirli bir kısmı kullanırken bunlardan biri kendisinin kullandığı yeri ve bu yere tekabül eden payı bir üçüncü şahsa satarsa, satıcı zamanında bu yerde hak iddia etmeyen davacının tapuda yapılan satış nedeniyle önalım hakkını kullanması, 4721 … TMK’nın 2. maddesinde yer alan dürüstlük kuralı ile bağdaşmayacağı; kötüniyet iddiasının, 14.02.1951 gün ve 17/1 … İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca davanın her aşamasında ileri sürülebileceği ve hatta mahkemece de kendiliğinden nazara alınması gerektiği kabul edilmektedir.
Davalı taraf istinaf dilekçesinde ve temyiz dilekçesinde; dava konusu payın ihale edilmeksizin satışının mümkün olmadığını, yapılan ihalenin bu nedenle cebri nitelik taşıdığını, davacıların ihaleden haberdar olduklarını, ihaleye katıldıklarını ve pey sürdüklerini belirterek bu savunmalarının değerlendirilmesini talep etmiştir. Davacıların, dava konusu taşınmaz payının davalı adına tesciline dayanak ihaleye davet edildikleri, ihaleye katılarak pey sürdükleri; ihalenin daha fazla pey süren davalıda kaldığı ve önalım davasının bu paya yönelik açıldığı konusunda taraflar arasında ihtilaf bulunmamaktadır. Gerek yerel mahkeme, gerekse Bölge Adliye Mahkemesince davalının bu yöndeki savunması dikkate alınarak, davacıların haberdar oldukları ve katıldıkları belirtilen bir ihalede, ihalenin sonucuna göre gerçekleşen taşınmaz pay devrine yönelik önalım davası açmalarının, 4721 … TMK’nın 2. maddesinde yer alan dürüstlük kuralı ile bağdaşmayacağı değerlendirilerek davanın bu gerekçeyle reddine karar verilmesi gerekirken davanın kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiştir…” gerekçesiyle 1 numaralı bentte açıklanan nedenlerle fer’î müdahillik talep eden vekilinin temyiz dilekçesinin reddine, 2 numaralı bentte açıklanan nedenlerle ve 6100 … Kanun’un 371 inci maddesi uyarınca Adana Bölge Adliye Mahkemesi 4. Hukuk Dairesi kararının bozulmasına oy çokluğu ile karar verilmiştir.
- Bölge Adliye Mahkemesince Verilen Direnme Kararı
Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; önceki karardaki gerekçeye ek olarak Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 2012/6-855 Esas, 2013/376 Karar … kararı ve 26.12.1951 tarihli ve 1/6 … İçtihatı Birleştirme Kararına göre isteğe bağlı ihaleye katılıp pey süren ve sonradan ihaleden çekilen paydaşın ihaleden sonra ön alım hakkını kullanabileceği, kullanılan ön alım hakkının kötüniyetli kabul edilmesinin mümkün olmayacağı gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen direnme kararına karşı süresi içinde asıl ve birleşen dosyada davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Asıl ve birleşen dosyada davalı vekili, dava konusu taşınmazda fiili taksim yapıldığını, önalım hakkının uygulanmasının mümkün olmadığını, davacıların kötüniyetli olduğunu, dava dışı … Holding’in (Özelleştirme İdaresi) ihale ilanına çıkmasının önalım hakkını kullanmaya davet niteliğinde olduğunu, yapılan ihalenin cebri nitelik taşıdığını, iradi satışın bulunmaması nedeniyle ön alım hakkının kullanılamayacağını ileri sürerek kararın bozulmasını talep etmiştir.
- Direnme Kararı Üzerine Dairemiz Kararı
Direnme kararı süresi içinde asıl ve birleşen dosyada davalı vekili tarafından temyiz edilmiş; Dairemizin 07.06.2022 tarihli 2021/8423 Esas, 2022/4089 Karar … ilamı ile Yargıtay ( Kapatılan) 14. Hukuk Dairesinin 02.03.2021 tarihli ve 2021/528 Esas, 2021/1417 Karar … bozma kararının kanuna, usule ve dosya kapsamına uygun olduğu, mahkemece verilen direnme kararının yerinde olmadığı gerekçesiyle dosyanın Yargıtay Hukuk Genel Kuruluna gönderilmesine karar verilmiştir.
- Direnme Kararı Üzerine Hukuk Genel Kurulu Kararı
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 10.05.2023 tarih, 2022/7(14) -711 Esas 2023/436 Karar … ilamı ile; “….2. Bilindiği üzere paylı mülkiyette paydaşlar arasında ortak idare ve kullanma durumu söz konusu olduğundan paydaşların birbirlerini bilmeleri ve tanımaları önem taşımaktadır. Bu ihtiyacın gereği olarak paydaşlar arasına yabancı bir kişinin girişini engellemek, taşınmazın daha küçük parçalara ayrılmasını önleyebilmek, hisselerin mümkün olduğu kadar hissedar elinde toplanmasını temin etmek amacıyla paylı taşınmazlarda hissedarların temlik … sınırlandırılarak yasal önalım … tanınmıştır.
- Önalım …, bir taşınmazın satılması durumunda satışın şartlarına uyulması koşuluyla bir kimsenin öncelikle satın alma hakkıdır (… Hukuk Lugatı, Ankara 2021 Baskı, Cilt I, s. 884).
- Önalım … taşınmaz mal mülkiyetinin kanundan … takyitlerinden biri olup, 26.12.1951 tarihli ve 1951/1 Esas., 1951/6 Karar … Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında yenilik doğuran bir hak olduğu belirtilmiştir.
- Öte yandan 20.06.1951 tarihli ve 1949/13 Esas, 1951/5 Karar … Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında ise önalım hakkının hukuki niteliği; “Şufa …, mefşu hissenin üçüncü şahsa satılması ve satışa ıttıladan itibaren bir ay içinde kullanılmış olması gibi muayyen şartlar altında kullanılacak yenilik doğurucu bir haktır ki, şefinin bu … kullandığı yolundaki tek taraflı irade beyanının müşteriye vasıl olmasıyla yeni bir hukuki vaziyet meydana getirilmesine yarar. Bu hakkın kullanılmasıyla şefi yeni bir akit yapmaya hacet kalmaksızın müşteriye halef olur” şeklinde açıklanmıştır.
- Yürürlükte bulunan hükümlerle (§ ilgili hukuk) yasal önalım hakkının, paylı mülkiyette paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması hâlinde kullanılabileceği, önalım hakkından feragatin yöntem ve koşullarının neler olduğu, satışın diğer paydaşlara bildirilmesi gereği, bu bildirimden ve satış tarihinden itibaren uygulanacak yasal sürelerin neler olduğu, bu hakkın dava açılarak kullanılabileceği, önalım bedelinin ve giderlerin nakden yatırılması gerektiği düzenleme altına alınmıştır.
- 4721 … Kanun’un 732 nci madde gerekçesinde de; “Maddede paylı mülkiyette herhangi bir paydaşın kendi payını ister tamamen ister kısmen bir başkasına satması hâlinde, diğer paydaşların önalım haklarını kullanabilecekleri öngörülmüştür. Bu suretle, önalım hakkının, bir payın üçüncü kişiye tamamen veya kısmen satılması durumunda da kullanılabileceği vurgulanmıştır” ifadelerine yer verilmiştir. Anılan düzenlemede önalım hakkının açık bir tarifi yapılmamakla birlikte temel prensibin mülkiyet serbestisi ve tasarruf yetkisi olduğu gözetilerek paydaşın temlik … sınırlandırılırken bu sınırlandırma sınırlı tutularak sadece satım akitleri için önalım … öngörülmüştür.
- Somut olay ve dosya kapsamına göre; dava konusu Adana ili Çukurova ilçesi … Mahallesi 9102 ada 10 parsel … taşınmazda … Gayrimenkul Anonim Şirketi, …, … ve Hazine paydaş olup, … Gayrimenkul Anonim Şirketine ait pay Özelleştirme İdaresi Başkanlığı tarafından ihaleye çıkarılmış, ihale şartnamesinin 23/a maddesinde “taşınmaz üzerinde diğer hissedarların şufa … bulunmakta olup, diğer hissedarlara ait şufa haklarının kullandırılmasına ilişkin işlemler ilgili mevzuat çerçevesinde alıcı tarafından yapılacaktır. Alıcı şufa … ile ilgili olarak muhatabın kendisi olduğunu, şufa hakkına ilişkin holdingten her ne surette olursa olsun hiçbir zarar-ziyan vb. talepte bulunamayacağını kabul ve taahhüt eder” hükmünün bulunduğu anlaşılmıştır.
- 29.03.2017 tarihli ve 3 … ihale komisyonu kararına göre ise; satış ve pazarlık görüşmesine dava dışı … Çay Gıda Sanayi…Ltd. Şti., dava dışı ……Ltd. Şti, dava dışı … Otomotiv…Ltd. Şti, … ve … İnşaat… Ltd. Şti. katılmış, verilen nihai teklifler neticesinde Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun 11.09.2017 tarihli ve 2017/78 … kararı ile, … Gayrimenkul A.Ş. adına kayıtlı hissede, 4046 … Kanun, ihale ilan metni ve ihale şartnamesi hükümleri çerçevesinde satış yöntemi ve pazarlık usulü uygulanmak suretiyle taşınmazın 8.250.000,00 TL bedelle en yüksek teklifi veren … İnşaat Taahhüt Nakliye Turizm Temizlik Yemek Güvenlik Hizmetleri Ticaret Limited Şirketine ihale şartnamesi çerçevesinde satılmasına, satış sözleşmesinin imzalanması ve karar gereklerinin yerine getirilmesi hususunda holdingin yetkili kılınmasına karar verilmiştir.
- Özelleştirme Yüksek Kurulu kararı sonrası … Holding A.Ş. ve … İnşaat..Ltd. Şti arasında 31.10.2017 tarihinde satış sözleşmesi imzalanmış ve önalıma konu pay, 17.01.2018 tarihli ve 1211 yevmiye … işlem ile davalı şirket adına tapuya tescil edilmiştir.
- Bu noktada ihtiyari ihalenin önalım hükümlerine tâbi olup olmayacağı hususu önem arzetmektedir.
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulunun 29.11.1939 tarihli ve 1938/17 Esas, 1939/57 Karar … kararı ile; “Artırma ve Eksiltme Kanununa göre yapılan gayrimenkul satışları sırf ihtiyarî satışlardan olmakla beraber 571 nci maddenin hükmü haricinde cereyan eder. Bunların ihtiyarî satış mahiyetlerinden dolayı Kanunu Medeninin 658 ve 659 ncu maddelerinde yazılı şüf’a hükümlerine tabi olduğunda şüphe yoktur. Mezkur maddelerdeki akdi ve kanunî şüf’a baklan satışın öğrenildiği tarihten itibaren bir ay içinde kullanılabilir. Satıştan önce istimal edilmelerine lüzum ve imkan yoktur. İcra Kanununa … edilmeyen ihtiyarî artırmaların hepsi hakkında şüf’anın umumî hükümleri ayniyle cereyan eder. Bundan dolayı o gibi alenî ve ihtiyarî müzayedelerde de zikri geçen usulün 572 nci maddesi hükmü tatbik olunamaz” şeklinde karar verilmiş olup, Artırma ve Eksiltme Kanunu’na göre yapılan taşınmaz satışlarının, ihtiyari satış mahiyetlerinden dolayı Kanunu Medeninin 658 ve 659 uncu maddelerinde yazılı önalım hükümlerine tâbi olduğuna hükmedilmiştir.
- Ayrıca 4721 … Kanun’un 733 üncü maddesinde sadece “cebri satışlarda” önalım hakkının kullanılamayacağı vurgulanmış, ihtiyari ihale suretiyle yapılan satışlar için önalım hakkının kullanılamayacağına dair ayrık bir düzenlemeye yer verilmemiştir. Somut olayda da dava konusu payın ihtiyari ihale suretiyle devredildiği hususunda bir ihtilaf bulunmamaktadır.
- Yapılan açıklamalardan sonra ihtiyari ihaleye katılan paydaşın ihaleden sonra önalım hakkını kullanmasının mümkün olup olmadığı hususunun çözüme kavuşturulması gerekmektedir. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulunun 09.03.1955 tarihli ve 1954/27 Esas., 1955/3 Karar … içtihadı birleştirme kararına göre; “…İhtiyari müzayede ile satışa çıkarılan bir gayrimenkulün şayi hissesini satın almak için o gayrimenkulün şayi hissedarının müzayedeye iştirak ederek pey sürmesi ve bilahare müzayededen çekilmesi şufa hakkından feragati tazammun etmeyip bu hissedarın şayi hisseyi müzayede neticesinde yapılan ihale ile satın alan üçüncü şahsa karşı şufa hakkını kullanabileceğine…” karar verilmiştir. Bu nedenle ihtiyari ihaleye katılıp pey süren ve sonradan ihaleden çekilen paydaş, ihaleden sonra önalım hakkını kullanabileceği gibi, önalım hakkını kullanmasının dürüstlük kuralına aykırı olduğu söylenemez.
- Yukarıda anılan Kanun hükümleri (§ ilgili hukuk) ve Yargıtay içtihadı birleştirme kararlarında da (§12, 14) kabul edildiği üzere, cebri artırma dışındaki tüm taşınmaz satışlarında, diğer paydaşların önalım haklarını kullanmaları hukuken mümkündür. Başka bir anlatımla cebri artırma suretiyle satılan taşınmazlar üzerinde önalım hakkının kullanılamayacağına ilişkin kuralın ihtiyari ihale yolu ile yapılan satışlarda uygulanma kabiliyeti yoktur. Ayrıca diğer paydaşa ihale gün ve saatinin önceden ve usulüne uygun şekilde bildirilmiş ve hatta ihaleye katılmış olması hâlinde dahi, o paydaşın önalım hakkını kullanmasına herhangi bir hukuki engel bulunmamaktadır.
- Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, davacıların haberdar oldukları ve katıldıkları belirtilen bir ihalede, ihalenin sonucuna göre gerçekleşen taşınmaz pay devrine yönelik önalım davası açmalarının, dürüstlük kuralı ile bağdaşmayacağı, bu nedenle kararın bozulması gerektiği yönünde görüş ileri sürülmüş ise de, bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.
- Hâl böyle olunca Bölge Adliye Mahkemesince yukarıda açıklanan hususlara değinilerek verilen direnme kararı usul ve yasaya uygun olup yerindedir.
- Ne var ki asıl ve birleşen dosyada davalı vekilinin diğer temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın Özel Daireye gönderilmesi gerekir.
- Öte yandan bölge adliye mahkemesi direnme kararında “bozma ilamına uyularak” şeklindeki ibarenin maddi hata niteliğinde olduğu anlaşıldığından, sözü edilen maddi hataya işaret edilmekle yetinilmiştir. “
gerekçesiyle, direnme uygun olduğundan, asıl ve birleşen dosyada davalı vekilinin diğer temyiz itirazları ile ilgili inceleme yapılması için dosyanın Dairemize gönderilmesine karar verilmiştir.
E: Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Uyuşmazlık, ön alım hakkından kaynaklanan tapu iptal ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 1. 6100 … Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (6100 … Kanun) 369 uncu maddesinin birinci fıkrası ile 370 ve 371 inci maddeleri,
- 4721 … … Medeni Kanunu’nun 2 nci maddesi; “Herkes, haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorundadır.
Bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz”
732 nci maddesi; “Paylı mülkiyette bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması hâlinde, diğer paydaşlar önalım hakkını kullanabilirler.”
733 üncü maddesi; “Cebrî artırmayla satışlarda önalım … kullanılamaz.
Önalım hakkından feragatin resmî şekilde yapılması ve tapu kütüğüne şerh verilmesi gerekir. Belirli bir satışta önalım hakkını kullanmaktan vazgeçme, yazılı şekle tâbidir ve satıştan önce veya sonra yapılabilir.
Yapılan satış, alıcı veya satıcı tarafından diğer paydaşlara noter aracılığıyla bildirilir.
Önalım …, satışın hak sahibine bildirildiği tarihin üzerinden üç ay ve her hâlde satışın üzerinden iki yıl geçmekle düşer”
734 üncü maddesi; “Önalım …, alıcıya karşı dava açılarak kullanılır.
Önalım … sahibi, adına payın tesciline karar verilmeden önce, satış bedeli ile alıcıya düşen tapu giderlerini, hâkim tarafından belirlenen süre içinde hâkimin belirleyeceği yere nakden yatırmakla yükümlüdür.
” şeklindedir.
- Değerlendirme
- Bölge Adliye Mahkemelerinin nihai kararlarının bozulması 6100 … Kanun’un 371 inci maddesinde yer alan sebeplerden birinin varlığı hâlinde mümkündür.
- Temyizen incelenen karar, tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dayandıkları belgelere, uyuşmazlığa uygulanması gereken hukuk kuralları ile hukuki ilişkinin nitelendirilmesine, dava şartlarına, yargılama ve ispat kuralları ile kararda belirtilen gerekçelere göre usul ve kanuna uygun olup davalı vekilince temyiz dilekçesinde ileri sürülen nedenler kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte görülmemiştir.
VII. KARAR
Açıklanan sebeplerle; Davalı vekilinin yerinde görülmeyen tüm temyiz itirazlarının reddiyle usul ve kanuna uygun Bölge Adliye Mahkemesi kararının 6100 … Kanun’un 370 inci maddesinin birinci fıkrası uyarınca ONANMASINA, Aşağıda yazılı temyiz giderinin temyiz edene yükletilmesine, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 04.10.2023 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/2974 K: 2022/3228 T: 28.4.2022
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/4114 K: 2024/1782 T: 26.3.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8043 K: 2023/136 T: 12.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8670 K: 2023/3286 T: 12.6.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/1566 K: 2024/1225 T: 29.2.2024
Ön alım davasına konu payın ilişkin bulunduğu taşınmaz paydaşlarca özel olarak kendi aralarında taksim edilip her bir paydaş belirli bir kısmı kullanırken bunlardan biri kendisinin kullandığı yeri ve bu yere tekabül eden payı bir üçüncü şahsa satarsa, satıcı zamanında bu yerde hak iddia etmeyen davacının tapuda yapılan satış nedeniyle ön alım hakkını kullanması dürüst davranma kuralı ile bağdaşmaz. Kötü niyet iddiası 14.2.1951 tarihli ve 17/1 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca davanın her aşamasında ileri sürülebileceği gibi mahkemece de kendiliğinden nazara alınması gerekir. Bu gibi halde savunmanın genişletilmesi söz konusu değildir.
Taraflar arasındaki ön alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın redine karar verilmiştir.
Kararın davacılar vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince başvurunun esastan reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davacılar vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacılar vekili dava dilekçesinde; davacıların 28421 ada 165 parsel sayılı taşınmazda hissedar olduğunu, davalının 19.04.2016 ve 17.10.2016 tarihindeki satışlarla taşınmazdan hisse satın aldığını, davacıya yasal bildirim yapılmadığını, kanuni şufa hakkını kullanmak istediğini belirterek davalıya ait payın tapu kaydının iptali ile davacılar adına tescil edilmesini talep etmiştir.
- CEVAP: Davalı vekili cevap dilekçesinde; taşınmazın fiilen taksim edildiğini, herkesin kullandığı yerin ayrı olduğunu, taşınmazın değerinde davalının yaptığı işlemlerle artış yaşandığını belirterek davanın reddini savunmuştur.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; taşınmazda fiili taksim mevcut olduğu gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacılar vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
- İstinaf Sebepleri: Kararın usul ve yasaya aykırı olduğunu, müvekkillerinin kötü niyetli olmayıp yasal hakkını kullandıklarını, paydaşlar arasında taksim edilen bir yerin olmadığını, bilirkişi raporlarını kabul etmediklerini, uydu görüntüleri uyarınca fiili taksim olmadığının açık olduğunu, davacıların davalının aldığı yeri ekmek suretiyle kullandığını, taşınmazın tümünü kullandıklarını, fili taksimin hisse miktarları uyarınca mümkün olmadığını, tanık beyanlarının doğru olmadığını, taşınmazda an diye adlandırılan sınırların mevcut olmadığını, bu anların dava açıldıktan sonra davalı tarafından konulduğunu, dosyada uydu görüntülerinden de tüm gerçeğin görüldüğünü belirterek yerel Mahkeme kararının kaldırılmasını talep etmiştir.
- Gerekçe ve Sonuç: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; taşınmazda fiili taksim bulunduğundan bahisle davanın reddine ilişkin kararın yerinde olduğu gerekçesiyle istinaf isteminin esastan reddine karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacılar vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: İstinaf dilekçesindeki itirazlarını tekrarlamıştır.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Uyuşmazlık, ön alım hakkından kaynaklanan tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 1. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 732, 733 ve 734 üncü maddeleri,
- Ön alım davasına konu payın ilişkin bulunduğu taşınmaz paydaşlarca özel olarak kendi aralarında taksim edilip her bir paydaş belirli bir kısmı kullanırken bunlardan biri kendisinin kullandığı yeri ve bu yere tekabül eden payı bir üçüncü şahsa satarsa, satıcı zamanında bu yerde hak iddia etmeyen davacının tapuda yapılan satış nedeniyle ön alım hakkını kullanması TMK’nın 2 nci maddesinde yer alan dürüst davranma kuralı ile bağdaşmaz. Kötü niyet iddiası 14.2.1951 tarihli ve 17/1 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca davanın her aşamasında ileri sürülebileceği gibi mahkemece de kendiliğinden nazara alınması gerekir. Bu gibi halde savunmanın genişletilmesi söz konusu değildir. Eylemli paylaşmanın varlığı halinde davanın reddi gerekir.
- Değerlendirme
- Bölge adliye mahkemelerinin nihai kararlarının bozulması 6100 sayılı Kanun’un 371 inci maddesinde yer alan sebeplerden birinin varlığı hâlinde mümkündür.
- Temyizen incelenen karar, tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dayandıkları belgelere, uyuşmazlığa uygulanması gereken hukuk kuralları ile hukuki ilişkinin nitelendirilmesine, dava şartlarına, yargılama ve ispat kuralları ile kararda belirtilen gerekçelere göre usul ve kanuna uygun olup davacılar vekilince temyiz dilekçesinde ileri sürülen nedenler kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte görülmemiştir.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle; Temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararının 6100 sayılı Kanun’un 370 inci maddesinin birinci fıkrası uyarınca ONANMASINA, Aşağıda yazılı temyiz giderinin temyiz edene yükletilmesine, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 29.02.2024 tarihinde kesin olmak üzere oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/7671 K: 2023/19 T: 9.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8043 K: 2023/136 T: 12.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8328 K: 2023/772 T: 9.2.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8745 K: 2023/1125 T: 27.2.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/1563 K: 2023/3547 T: 22.6.2023
Resmi senette yazılı satış bedeli ile tapu masrafı toplamı olan 308.623,45 TL bedelin ön inceleme duruşmasının yapıldığı tarihten itibaren bedelin depo edilmesine karar verilen tarihlere kadar geçen süre içinde vadeli bir mevduat hesabına yatırılması halinde getireceği nemanın bilirkişiye hesaplattırılarak tespit edilecek bedel depo edildikten sonra işin esası hakkında bir hüküm kurulması gerekir
Taraflar arasında İlk Derece Mahkemesinde görülen 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’ndaki yasal ön alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil davasında verilen karar hakkında yapılan temyiz incelemesi sonucunda; Yargıtay (Kapatılan) 14. Hukuk Dairesince, İlk Derece Mahkemesi kararının bozulmasına karar verilmiştir.
İlk Derece Mahkemesince bozmaya uyularak yeniden yapılan yargılama sonucunda; davanın kabulüne karar verilmiştir.
İlk Derece Mahkemesi kararı, davalılar vekili tarafından duruşma istemli olarak temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne ve duruşma isteminin değerden reddine karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacılar vekili, dava dilekçesinde; müvekkillerinin dava konusu 141 ada 24; 172 ada 21, 23, 25, 24, 26, 29, 30, 32; 179 ada 5, 7, 13, 14, 15, 17, 18, 19 parsel sayılı taşınmazlarda paydaş olduklarını, dava dışı satıcıların davalılara hisselerini sattıklarını, satışın müvekkillerine haber verilmediğini, satış bedelinin paydaşların ön alım hakkını kullanmasını engellemek maksadıyla muvazaalı olarak yüksek gösterildiğini belirterek, dava konusu taşınmazlarda davalılar adına olan hisselerin iptali ile müvekkilleri adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
- CEVAP: Davalılar, cevap dilekçesinde; davanın süresinde açılmadığını, davacıların dava konusu hisselerin kendilerine satılmasına rıza gösterdiklerini, satış bedelinin resmi senette gösterilenden daha yüksek olduğunu beyan ederek davanın reddini istemişlerdir.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: …Asliye Hukuk Mahkemesinin 30.06.2021 tarihli ve 2019/63 Esas, 2021/39 Karar sayılı kararıyla davanın kabulüne; “-… ili, …ilçesi, …Mahallesi 141 ada 24 parsel sayılı taşınmazda 17/720 oranda, -…Mahallesi 172 ada 23, 25, 26, 29, 30 ve 32 parsel sayılı taşınmazlar ile …Mahallesi 179 ada 5, 7, 13, 14, 15, 17, 18 ve 19 parsel sayılı taşınmazlarda 1/36 ‘şar oranlarda, -…Mahallesi 172 ada 21 parsel sayılı taşınmazda 31/2304 oranda, -…Mahallesi 172 ada 24 parsel sayılı taşınmazda 913/3560 oranlarda hissedar olarak gözüken … …, … oğlu … ve … oğlu … hisselerinin ayrı ayrı iptali ile, davacılar adına eşit oranlarda tapuya kayıt ve tesciline” karar verilmiştir.
- BOZMA VE BOZMADAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ
- Bozma Kararı
- İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde, davalılar vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Yargıtay (Kapatılan) 14. Hukuk Dairesi’nin 28.05.2019 tarihli ve 2016/5881 Esas, 2019/4876 Karar sayılı ilamı ile; davacıların bedelde muvazaa iddiasında bulundukları ve bedelde muvazaa iddiasının yeteri kadar araştırılmadığı gerekçesiyle kararın bozulmasına karar verilmiştir.
- İlk Derece Mahkemesince Bozmaya Uyularak Verilen Karar
…Asliye Hukuk Mahkemesinin 18.01.2023 tarihli ve 2022/131 Esas, 2023/6 Karar sayılı kararıyla davanın kabulüne;
“-… ili, …ilçesi, …Mahallesi 141 ada 24 parsel sayılı taşınmazda 17/720’şer oranda,
-…Mahallesi 172 ada 23, 25, 26, 29, 30 ve 32 parsel sayılı taşınmazlar ile … Mahallesi 179 ada 5, 7, 13, 14, 15, 17, 18 ve 19 parsel sayılı taşınmazlarda 1/36 ‘şar oranlarda,
-…Mahallesi 172 ada 21 parsel sayılı taşınmazda 31/2304’er oranda,
-…Mahallesi 172 ada 24 parsel sayılı taşınmazda 913/3560’ar oranlarda hissedar olarak gözüken … …, … oğlu … ve … oğlu … hisselerinin ayrı ayrı iptali ile, davacılar adına eşit oranlarda tapuya kayıt ve tesciline” karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde, davalılar vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: 1. Dava tarihi ile depo tarihi arasında uzun bir sürenin geçtiğini,
- Eldeki davanın çok uzun sürdüğünü ve müvekkillerinin mağdur olduklarını,
- Dava konusu taşınmazların müvekkillerine zaten fiilen teslim edilmediğini,
- Son senelerdeki enflasyon, para ve değer kaybı sebebiyle müvekkillerinin mağdur olduklarını,
- Paranın değerindeki değişikliğin saptanarak ya da taşınmazın güncel bedeli hesap ettirilerek bunun müvekkillerine ödenmesi veya başkaca belirlenebilecek bir yöntemle müvekkillerinin mağduriyetlerinin giderilmesi gerektiğini belirterek kararın bozulmasını talep etmiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Uyuşmazlık, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’ndaki yasal ön alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 369 uncu maddesinin birinci fıkrası ile 370 ve 371 inci maddeleri, 4721 sayılı TMK’nın 732 vd. maddeleri.
- Değerlendirme
- Temyiz olunan nihai kararların bozulması 6100 sayılı Kanun’un 371 inci maddesinde yer alan sebeplerden birinin varlığı hâlinde mümkündür.
- Mahkemece yapılması gereken, konusunda uzman bilirkişiden denetime elverişli şekilde rapor alınarak; resmi senette yazılı satış bedeli ile tapu masrafı toplamı olan 308.623,45 TL bedelin ön inceleme duruşmasının yapıldığı tarihten itibaren bedelin depo edilmesine karar verilen tarihlere kadar geçen süre içinde vadeli bir mevduat hesabına yatırılması halinde getireceği nemanın bilirkişiye hesaplattırılarak tespit edilecek bedel depo edildikten sonra işin esası hakkında bir hüküm kurulması gerekirken yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş, açıklanan nedenlerle hükmün bozulmasına karar vermek gerekmiştir.
- KARAR
Açıklanan beseple; Temyiz olunan, İlk Derece Mahkemesi kararına karşı davalılar vekilinin temyiz başvurusunun kabulü ile …Asliye Hukuk Mahkemesinin 18.01.2023 tarihli ve 2022/131 Esas, 2023/6 Karar sayılı kararının BOZULMASINA, Peşin alınan temyiz karar harcının istek hâlinde ilgiliye iadesine, Kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, Dosyanın kararı veren İlk Derece Mahkemesine gönderilmesine,22.06.2023 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/2974 K: 2022/3228 T: 28.4.2022
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/4114 K: 2024/1782 T: 26.3.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8043 K: 2023/136 T: 12.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8670 K: 2023/3286 T: 12.6.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/1562 K: 2024/1204 T: 29.2.2024
Her ne kadar bir kısım davacı tanıkları taşınmazın taksim edilmediği ve taşınmazın farklı dönemlerde farklı paydaşlarca kiraya verildiği, kira paralarının paylaşıldığı yönünde beyanlarda bulunmuş ise de; dinlenen davalı tanıklarının beyanları, mahkeme hakiminin gözlemi, bilirkişi raporu ve ekli krokisi ile geçmiş yıllardaki kullanım durumunu gösteren uydu görüntüleri birlikte değerlendirildiğinde taşınmazın davalı tanıklarının beyanlarında belirtildiği üzere fiilen taksim edilerek kullanıldığı
Taraflar arasındaki ön alım hakkına dayalı tapu iptal ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, İlk Derece Mahkemesince davanın fiili taksim nedeniyle reddine karar verilmiştir.
Kararın davacı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince başvurunun esastan reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davacı …’ın 10.01.2022 tarihinde vefatı üzerine mirasçı davacılar vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacı vekili dava dilekçesinde; müvekkilinin Antalya ili, Aksu ilçesi, … Mahallesi, … ada 409 parselde kayıtlı taşınmazın hissedarı olduğunu, davalı …’ın önce 04.12.2019 tarihinde 19027 yevmiye No ile taşınmazdaki … ‘ın hissesini (5.190.m2) 310.000,00 TL bedel ile satın aldığını, daha sonra da 04.09.2020 tarihinde 14994 yevmiye No ile … ve diğerlerinin hissesini (2.266 m²) 11.200,00 TL’ye satın aldığını, böylece 7.456 m² hisseyi toplamda 322.200,00 TL bedel ile satın aldığını, müvekkilinin Türk Medeni Kanunun 732 inci maddesi gereğince ön alım hakkını kullanmak istediğini belirterek, davalı adına kayıtlı söz konusu payın iptali ile müvekkili adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
- CEVAP: Davalı vekili cevap dilekçesinde; davanın hak düşürücü süre içinde açılmadığını, taşınmazın fiili olarak paylaşımı yapılmış bir arazi olduğunu ve davacının ve müvekkiline hisse satışı yapan dava dışı kişilerin fiili olarak kullandıkları alanın zeminde belli olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile mahallinde keşif sırasında dinlenilen tanık beyanları ile bilirkişi raporlarından, taşınmazın davacı ve davalının satın aldığı hissedar tarafından fiilen taksim edilerek kullanıldığının analaşıldığı, dolayısıyla ön alım hakkının diğer paydaşın sattığı yeni malike karşı kullanılamayacağı belirtilerek, davanın reddine karar verilmiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
- İstinaf Sebepleri: Davacı vekili, istinaf dilekçesinde;
1.Tanık beyanlarından sadece davalı lehine olanların değerlendirildiğini, tanıklar … , … , …, … , …, … ve …’ın taşınmazın taksim edilmediğini belirttiklerini, davalı tanığı … ve …’in görgüye dayalı bir bilgisinin olmadığını, beyanlarının duyuma dayalı olduğunu,
- Mahkemece mahallinde yapılan keşif sırasında mahalli bilirkişi dinlenmediğini,
- Bilirkişi raporunun da fiili taksim iddiasını ispatlamadığını, mahkemenin fiili taksimin varlığı kanısına nasıl ulaştığının da şüpheli olduğunu, bilirkişi raporlarında, sadece D ve E rumuzlu kısımlar arasında sınır teşkil edecek an bulunduğunu beyan ettiklerini, dolayısıyla taşınmazın tüm bölümleri arasında gerçekte bir sınır mevcut olmadığının zımni olarak kabul edildiğini, bazı bölümler arasında ise sadece kot farkının olduğu, hatta yıllara göre de bazı bölümler arasında ayrı ayrı kullanım olduğunu beyan ettiklerini,
- Fiili taksim savunmasının dinlenebilmesi için davalı yanında davacının da kullandığı yerin belli olması gerektiğini, müvekkilinin taşınmazda herhangi bir yer kullanmadığını, bilirkişi raporunda da davacının kullandığı herhangi bir yer belirtilmediğini, tanıkların da bu konuda bir beyanda bulunmadıklarını,
5.Taşınmazın hissedarı olan tanık beyanlarından; taşınmazın müşterek olarak kiraya verildiği ve parasının birlikte alındığı, daima bir bütün olarak ve sabit bir yer olarak kullanılmadığı düşünüldüğünde, dönüşümlü kullanıldığının da anlaşıldığını,
- Fiili kullanma biçiminin oluştuğundan söz edebilmek için kullanımın devamlılık arz etmesi gerektiğini, eldeki davada böyle bir devamlılığın olmadığını,
- Taksimin ne zaman, kimlerin katılımıyla ve ne şekilde yapıldığının da ispatlanamadığını,
- Taksimin satıştan önce olması gerektiğini, davalının düzleştirme işlemini kendisinin bizzat, dava açılmadan yaklaşık 1 hafta önce yaptığını belirterek, re’sen gözetilecek sebeplerle de kararın kaldırılmasına karar verilmesini talep etmiştir.
- Gerekçe ve Sonuç: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile her ne kadar bir kısım davacı tanıkları taşınmazın taksim edilmediği ve taşınmazın farklı dönemlerde farklı paydaşlarca kiraya verildiği, kira paralarının paylaşıldığı yönünde beyanlarda bulunmuş ise de; dinlenen davalı tanıklarının beyanları, mahkeme hakiminin gözlemi, bilirkişi raporu ve ekli krokisi ile geçmiş yıllardaki kullanım durumunu gösteren uydu görüntüleri birlikte değerlendirildiğinde taşınmazın davalı tanıklarının beyanlarında belirtildiği üzere fiilen taksim edilerek kullanıldığı kanaatine varılmış olduğu gerekçesiyle istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı …’ın mirasçıları vekili tarafından temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davacılar vekili; istinaf dilekçesinde ileri sürdüğü sebepleri belirterek Bölge Adliye Mahkemesi kararının bozulması ve davanın kabulüne karar verilmesi istemi ile temyiz yoluna başvurmuştur.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Uyuşmazlık, ön alım hakkına dayalı tapu iptal ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (6100 sayılı Kanun) 369 uncu maddesinin birinci fıkrası ile 370 ve 371 inci maddeleri, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (4721 sayılı Kanun) 2, 732, 733 ve 734 üncü maddeleri.
- Ön alım hakkı; paylı mülkiyete tabi taşınmazlarda payın 3. kişiye satılması halinde diğer paydaşlara o payı öncelikle satın alma yetkisi veren bir haktır. Bu hak, paylı mülkiyet ilişkisi kurulduğu anda doğar ve payın 3. kişiye satılması ile kullanılabilir hale gelir.
- Türk Medeni Kanun’un 734 üncü maddesi uyarınca ön alım hakkı sahibi adına payın tesciline karar verilmeden önce satış bedeli ile alıcıya düşen tapu giderlerini hakim tarafından belirlenen süre içinde hakimin belirleyeceği yere nakden yatırmakla yükümlüdür.
- Ön alım davasına konu olan payın ilişkin bulunduğu taşınmaz paydaşlarca özel olarak kendi aralarında taksim edilerek her bir paydaş belirli bir kısmı kullanırken bunlardan biri kendisinin kullandığı yerin ve bu yere tekabül eden payın bir üçüncü şahsa satarsa satıcı zamanında bu yerde hak iddia etmeyen davacının tapuda yapılan satış nedeniyle önalım hakkını kullanması TMK’nın 2. maddesinde yer alan dürüstlük kuralı ile bağdaşmaz. Kötü niyet iddiası 14.02.1951 tarih ve 17/1 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca; davanın her aşamasında ileri sürülebileceği gibi mahkemecede kendiliğinden nazara alınması gerekir. Bu gibi halde savunmanın genişletilmesi söz konusu değildir. Eylemli paylaşmanın varlığı halinde davanın reddi gerekir.
- Ön alım davalarında fiili taksime değer verilmesi için, taksimin yazılı olarak yapılması ya da taşınmazın çok sayıda paydaşının bulunması halinde tüm paydaşlar tarafından fiilen kullanılan bölümleri olması gerekmez. Davacının kullandığı ve davalıya pay satan kişilerin kullandığı ayrı ayrı bölümler var ise satıcı zamanında kullanıma karşı çıkmayan, o yerde hak iddia etmeyen davacının tapuda pay satışı nedeniyle ön alım hakkını kullanması TMK’nın 2 nci maddesinde yer alan dürüstlük kuralı ile bağdaşmayacağı kabul edilmektedir.
- Değerlendirme
- Bölge Adliye Mahkemelerinin nihai kararlarının bozulması 6100 sayılı Kanun’un 371 inci maddesinde yer alan sebeplerden birinin varlığı hâlinde mümkündür.
- Temyizen incelenen karar, tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dayandıkları belgelere, uyuşmazlığa uygulanması gereken hukuk kuralları ile hukuki ilişkinin nitelendirilmesine, dava şartlarına, yargılama ve ispat kuralları ile kararda belirtilen gerekçelere göre usul ve kanuna uygun olup davacı mirasçılar vekilince temyiz dilekçelerinde ileri sürülen nedenler kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte görülmemiştir.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle; Temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararının 6100 sayılı Kanun’un 370 inci maddesinin birinci fıkrası uyarınca ONANMASINA, Aşağıda yazılı temyiz giderinin temyiz edenlere yükletilmesine, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 29.02.2024 tarihinde kesin olmak üzere oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/5438 K: 2023/5646 T: 22.11.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/7848 K: 2023/21 T: 9.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8043 K: 2023/136 T: 12.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/5472 K: 2023/150 T: 12.1.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/1133 K: 2023/2200 T: 13.4.2023
Davacı, taşınmazdaki diğer payı 16.06.2016 tarih ve 10591 yevmiye sayılı işlemle satın alarak tam malik olmuştur. Ancak, önalım hakkının tarım arazisinin davalıya satıldığı tarihte doğduğu ve kullanılabilir duruma geldiği gözetildiğinde, tam malik olmayan davacının önalım hakkını kullanması mümkün değildir.
Taraflar arasında görülen önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil davasında İlk derece Mahkemesince davanın reddine karar verilmiş, davacı vekilinin istinaf isteminde bulunması üzerine Bölge Adliye Mahkemesince istinaf başvurusunun kabulü ile İlk Derece Mahkemesi kararının kaldırılmasına, davanın kabulüne karar verilmiş, davalı vekili tarafından temyiz isteminde bulunulması üzerine Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin 15.01.2019 günlü ve 2018/3645 E, 2019/339 K sayılı ilamı ile Bölge Adliye Mahkemesi kararının bozulmasına karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesince bozma kararına karşı direnme kararı verilmiştir. Direnme kararının davalı vekili tarafından temyizi üzerine Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca Bölge Adliye Mahkemesi kararının bozulmasına karar verilmiştir. Bölge Adliye Mahkemesince bozma doğrultusunda yeniden yapılan yargılama sonucunda davanın reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacı vekili dava dilekçesinde özetle; müvekkilinin Bursa ili, Karacabey ilçesi, Sazlıca Köyü, 122 ada, 2 parsel sayılı tarım arazisi niteliğindeki taşınmazın maliki olduğunu, davalının ise aynı yerde tarım arazisi niteliğindeki komşu 122 ada 3 parsel sayılı taşınmazı dava dışı paydaşlardan 31.12.2014 tarihinde 300.000,00 TL bedelle satın aldığını, 5403 sayılı Kanun’un 8/İ maddesinin ikinci fıkrası uyarınca önalım hakkına sahip olan davacıya noter bildirimi yapılmadığını, önalım hakkı nedeniyle davalıya ait taşınmazın tapu kaydının iptali ile davacı adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
- CEVAP: Davalı vekili cevap dilekçesinde özetle; davalının dava konusu taşınmazın yakınında pek çok tarlasının bulunduğunu, müvekkilinin çiftçi olduğunu, 5403 sayılı Kanun’un amacının tarım arazilerinde toprak bütünlüğünün korunması olduğunu, taşınmazın kendilerine satılan fiyat üzerinden öncelikle davacıya satılmak üzere teklif edildiğini ancak çok pahalı bularak satın almak istemediğini, civardaki taşınmazların dekarı 25.000,00 TL’ den satıldığını, davalı müvekkilinin dönümü 15.000,00 TL’den olmak üzere toplam 2.727.240,00 TL ödeyerek taşınmazı satın aldığını, ancak tapuda bedelin 300.000,00 TL gösterildiğini, davacının da bunu fırsat bilerek satışı çok daha önce öğrenmesine rağmen menfaat temin etmek için eldeki davayı açtığını, davanın 5403 sayılı Kanun’un amacına aykırı olduğunu, sınırdaş tarımsal arazi maliklerine tanınan önalım hakkının gerçek amacının bu şekilde rant sağlanması olmadığını, aksine ulaşılmak istenen amacın tarımsal bütünlük olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesinin 06.07.2017 tarihli ve 2016/257 Esas, 2017/298 Karar sayılı kararıyla; “… Dava konusu taşınmaz ile davacının taşınmazı arasında tarımsal bütünlük bulunmadığı…” gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuran
İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
- Gerekçe ve Sonuç
Bölge Adliye Mahkemesinin 05.04.2018 tarihli ve 2017/1764 E, 2018/633 K sayılı kararıyla; 5403 sayılı yasanın 6537 sayılı Kanun’un 5.maddesi ile değişik 8/İ maddesinde aranan koşulların oluştuğu ve davacının önalım hakkının bulunduğu gerekçesiyle, davacı vekilinin istinaf başvurusunun kabulüne, İlk Derece Mahkemesi kararının kaldırılmasına, davanın kabulüne karar verilmiştir.
- BOZMA VE BOZMADAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ
- Bozma Kararı
- Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi 15.01.2019 tarih ve 2018/3645 Esas, 2019/339 Karar sayılı ilamında özetle; “…Davalı tarafından satın alınan ve davaya konu taşınmazın niteliği mahkemece yapılan keşif sonucu aldırılan bilirkişi raporunda tespit edilmemiş ise de 5403 sayılı Kanun’un 8. maddesinde belirtilen asgari tarımsal arazi büyüklük miktarı ile hedeflenen miktarın çok üzerinde olduğu hatta Kanunun 8/A maddesinde belirtilen yeter gelirli tarımsal arazi büyüklüğünün de çok üzerinde olduğu anlaşıldığından, bu taşınmaz hakkında önalım hakkının kullanılması için haklı bir sebep bulunmamaktadır. 4721 sayılı Kanunun 2. maddesinde belirtildiği gibi; herkes, haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorundadır. Bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz.
Açıklanan nedenlerle, ilk derece mahkemesinin davanın reddine yönelik kararı yerindedir. Bölge Adliye Mahkemesince, davacı tarafın istinaf talebinin kabulü ile ilk derece mahkemesi kararının kaldırılmasına ve davanın kabulüne ilişkin kararı doğru görülmemiştir.” gerekçesiyle Bölge Adliye Mahkemesi kararının bozulmasına karar verilmiştir.
- Direnme Kararı
Bölge Adliye Mahkemesince 19.06.2019 tarih ve 2019/340 Esas, 2019/1096 Karar sayılı ilamı ile direnme kararı verilmiştir.
- Direnme Kararı Üzerine Hukuk Genel Kurulu Kararı
- Direnme kararı süresi içinde davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 24.05.2022 tarih, 2019/14-798 Esas 2022/730 Karar sayılı ilamı ile; “….önalım hakkına konu edilen 122 ada 3 parsel sayılı taşınmaz 31.12.2014 tarihinde davalı …’a satılmıştır. Davacı … ise dosyada mevcut tapu kaydına göre bu tarihte 122 ada 2 parsel sayılı taşınmazda tam malik değil, sadece paydaştır. Davacı, taşınmazdaki diğer payı 16.06.2016 tarih ve 10591 yevmiye sayılı işlemle satın alarak tam malik olmuştur. Ancak, önalım hakkının tarım arazisinin davalıya satıldığı tarihte doğduğu ve kullanılabilir duruma geldiği gözetildiğinde, tam malik olmayan davacının önalım hakkını kullanması mümkün değildir. Davacının sınırdaş arazinin satışından sonra paydaşı olduğu taşınmazda kalan payı temellük ederek tam malik olması ise satış tarihinde tek başına kullanabileceği bir önalım hakkı bulunmadığından sonucu değiştirmeyecektir. Zira, önalım hakkının doğduğu ve kullanılabilir duruma geldiği tarihten sonra önalım hakkının edinilmesinden söz edilemez.
Hâl böyle olunca; davanın açıklanan bu değişik gerekçe ve nedenlerden dolayı reddine karar verilmesi gerekirken, Bölge Adliye Mahkemesince aksi yönde verilen direnme kararı usul ve yasaya aykırı olup bozulmasına karar verilmiştir… ” gerekçesiyle direnme kararının bozulmasına karar verilmiştir.
- Bölge Adliye Mahkemesince Bozmaya Uyularak verilen Karar
Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile bozmaya uyularak, davanın reddine karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuran
Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davacı vekili temyiz dilekçesinde özetle; kararın belirlilik, hukuki kesinlik, öngörülebilirlik, Devlete güven ve haklı beklenti ilkelerine aykırı yorum yapılarak verildiğini, yargılama süresince davalı yanın savunmalarının ekonomik ve tarımsal bütünlük bulunduğuna yönelik olduğunu, kararın taleple bağlılık ve taraflarca getirilme ilkelerine de aykırı olduğunu, davacı taşınmazına 10.06.2014 tarihinde tam malik olmuş ise de durumun tapuya tescilinin 10.06.2016 tarihinde gerçekleştiğini, kararın 5403 sayılı yasaya aykırılık teşkil etiğini, anılan yasanın tarımsal arazileri büyütmeyi hedeflediğini, kararın usul ve Yasa’ya aykırı olduğunu belirterek hükmün bozulmasını istemiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Uyuşmazlık, 5403 sayılı Kanun’un 8/i maddesine dayalı önalım hakkından kaynaklanan tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (6100 sayılı Kanun) 369 uncu maddesinin birinci fıkrası ile 370 ve 371 inci maddeleri, 5403 sayılı Kanun’un 8/İ maddesi, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 732 inci ve devamı maddeleri.
- Değerlendirme
1.Bölge adliye mahkemelerinin nihai kararlarının bozulması 6100 sayılı Kanun’un 371 inci maddesinde yer alan sebeplerden birinin varlığı hâlinde mümkündür.
- Temyizen incelenen Bölge Adliye Mahkemesi kararının bozmaya uygun olduğu, kararda ve kararın gerekçesinde hukuk kurallarının somut olaya uygulanmasında bir isabetsizlik bulunmadığı, bozmaya uyulmakla karşı taraf yararına kazanılmış hak durumunu oluşturan yönlerin ise yeniden incelenmesine hukukça imkân bulunmadığı anlaşılmakla; temyiz dilekçesinde ileri sürülen nedenler kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte görülmemiştir.
VII. KARAR
Açıklanan sebeplerle; Davacı vekilinin yerinde görülmeyen tüm temyiz itirazlarının reddiyle usul ve kanuna uygun Bölge Adliye Mahkemesi kararının 6100 sayılı Kanun’un 370 inci maddesinin birinci fıkrası uyarınca ONANMASINA, Onama harcı davacıdan peşin alındığından yeniden alınmasına yer olmadığına, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 13.04.2023 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/2974 K: 2022/3228 T: 28.4.2022
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/4114 K: 2024/1782 T: 26.3.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8043 K: 2023/136 T: 12.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8670 K: 2023/3286 T: 12.6.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/1073 K: 2024/877 T: 15.2.2024
Davalı tapuda yapılan satış sözleşmesinin tarafı olduğundan önalım bedelinin tapuda gösterilen değerden daha yüksek olduğunu ileri sürerek bedelde muvazaa iddiasında bulunamayacağı
Taraflar arasındaki ön alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, İlk Derece Mahkemesince davanın kabulüne karar verilmiştir.
Kararın davalı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince başvurunun reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacı vekili dava dilekçesinde; müvekkilinin … Merkez, … Mahallesi, 159 ada 2 parselde tapuya kayıtlı taşınmazda 5/16 pay sahibi olduğunu, aynı parselde davalıdan önce 11/16 pay sahibi olan … Nakliye Mad. Tic. San. Ltd. Şti.’nin müvekkiline karşı Kütahya 1.SHM’nin 2018/457 Esas sayılı dosyası ile ortaklığın giderilmesi davası açtığını, dava devam etmekte iken taşınmazdaki payını 600.000,00 TL bedelle 16.11.2018 tarihinde davalıya sattığını, ön alım hakkı nedeniyle taşınmazın 11/16 payının müvekkili adına tapuya tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
- CEVAP: Davalı vekili cevap dilekçesinde; Kütahya 1. Sulh Hukuk Mahkemesinin 2018/457 Esas sayılı dosyası ile ortaklığın giderilmesi davası bulunduğunu ve derdest olduğunu, davacının satışı ortaklığın giderilmesi davasında öğrendiğini, ön alım hakkının kullanılması için gereken 3 aylık hak düşürücü sürenin geçmiş bulunduğunu, dava konusu taşınmazın davacının iddia ettiği gibi 600.000,00 TL bedelle değil 725.000,00 TL’ye satın alındığını, taşınmazın fiilen taksim edilerek kullanıldığını savunarak davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; davacının dava konusu taşınmaza 5/16 hisse ile paylı mülkiyet sahibi olduğu, dava dışı paydaş … şirketinin kendine ait olan 11/16 hisseyi davalıya sattığı ve davacının yasal ön alım hakkını kullanmak üzere bu davayı açtığı, her ne kadar davalı vekili tarafından ortaklığın giderilmesi davası ile davacının satıştan haberdar olduğunu ve davanın hak düşürücü süre içinde açılmadığını söylemiş ise de hak düşürücü sürenin başlaması için noter vasıtasıyla bildirimin kanuni şart olduğu, satış öğrenilse dahi noter bildirimi yapılmadan hak düşürücü sürenin başlamayacağı, buna göre davanın 3 aylık ve satıştan itibaren 2 yıllık hak düşürücü süre içinde açıldığının anlaşıldığı, keşif esnasında da görüldüğü üzere dava konusu taşınmazın boş arsa olduğu ve fiilen her hangi bir taksim yapılmadan tek parça olduğu, davacının ön alım hakkını kullanmasını engelleyen yasadan ve fiili durumdan kaynaklanan bir engel bulunmadığı, yine bedelde muvazaa iddiasının da dinlenemeyeceği zira kişinin kendi muvazaasını 3 üncü kişilere karşı ileri süremeyeceği, tapudaki satış bedeli ve alıcıya düşen masraf toplamı olan 612.000,00 TL’nin davacı tarafça depo edildiği anlaşılmakla davanın kabulüne; … ili, Merkez ilçesi, … Mahallesi, 159 ada 2 parselde kayıtlı taşınmazda davalı adına kayıtlı olan 11/16 hissenin tapusunun iptali ile davacı adına kayıt ve tesciline, karar kesinleştiğinde depo edilen şufa bedelinin davalı tarafa ödenmesine karar verilmiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
- İstinaf Sebepleri ve İstinaf Aşamasındaki Süreç
Davalı vekili istinaf dilekçesinde; davacının dava konusu taşınmazdaki payın satışını ortaklığın giderilmesi davasında öğrendiğinden ön alım hakkını 3 aylık hak düşürücü süreden sonra kullandığını, Yargıtayın yerleşik içtihatlarına göre ortaklığın giderilmesi davası devam ederken ön alım hakkını kullanmak ve yine fiilen taksim edilmiş ve fiilen kullanılan taşınmaz için ön alım hakkını kullanmanın TMK’nın 2 nci maddesi ile bağdaşmadığını, dava konusu taşınmazın ifrazının mümkün olduğunu, taşınmazın 725.000,00 TL’ye satın alınmış olduğu banka dekontları ile ispatlandığından bu miktar üzerinden hüküm kurulması gerektiğini belirterek İlk Derece Mahkemesince verilen kararın ortadan kaldırılarak davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.
- Gerekçe ve Sonuç: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile mahkemece mahallinde yapılan keşif sırasında, dava konusu taşınmazın boş arsa niteliğinde olduğu, üzerinde herhangi bir yapı bulunmadığı ve tek bir parça halinde bulunduğunun gözlemlenmiş olması ve yine keşifte dinlenen davacı tanığı …’ın dava konusu taşınmaz için paydaşlar arasında herhangi bir taksim yapılmadığını beyan etmesi sonucunda dava konusu taşınmazda davacı ile davalıya pay satışı yapan … Nakliye Madencilik Tic. ve San. Ltd. Şti.’nin ayrı ayrı kullandıkları yerlerin bulunmadığı, taşınmazda fiili taksim bulunmayıp mahkemenin bu yöndeki kabulünün yerinde olduğu, davalı tapuda yapılan satış sözleşmesinin tarafı olduğundan önalım bedelinin tapuda gösterilen değerden daha yüksek oduğunu ileri sürerek bedelde muvazaa iddiasında bulunamayacağı anlaşıldığından davalı vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davalı vekili temyiz dilekçesinde; istinaf dilekçesinde bildirdiği sebeplerle hükmün bozulmasına karar verilmesini istemiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Dava ön alım hakkından kaynaklanan tapu iptal ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 369 uncu maddesinin birinci fıkrası ile 370 ve 371 inci maddeleri, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 732, 733 ve 734 üncü maddeleri.
- Değerlendirme
- Bölge Adliye Mahkemelerinin nihai kararlarının bozulması 6100 sayılı Kanun’un 371 inci maddesinde yer alan sebeplerden birinin varlığı hâlinde mümkündür.
- Temyizen incelenen karar; tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dayandıkları belgelere, uyuşmazlığa uygulanması gereken hukuk kuralları ile hukuki ilişkinin nitelendirilmesine, dava şartlarına, yargılama ve ispat kuralları ile Bölge Adliye Mahkemesi kararında belirtilen gerekçelere göre usul ve kanuna uygun olup özellikle Bölge Adliye Mahkemesince kanunun somut olaya uygulanmasında ve gerekçede hata edilmediği anlaşıldığından, istinaf başvurusunun reddine karar verilmesinde isabetsizlik görülmemiş, temyiz dilekçesinde ileri sürülen nedenler kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte bulunmamıştır.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle; Temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararının 6100 sayılı Kanun’un 370’inci maddesinin birinci fıkrası uyarınca ONANMASINA, Aşağıda yazılı temyiz giderinin temyiz edene yükletilmesine, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 15.02.2024 tarihinde kesin olmak üzere oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/5747 K: 2023/1030 T: 21.2.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8669 K: 2023/926 T: 16.2.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8328 K: 2023/772 T: 9.2.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/201 K: 2023/1610 T: 20.3.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/774 K: 2024/812 T: 14.2.2024
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 24.05.2022 tarih ve 2019/14-798 E., 2022/730 K: sayılı kararında da belirtildiği üzere ön alım hakkının tarım arazisinin davalıya satıldığı tarihte doğduğu ve kullanılabilir duruma geldiğini, bu nedenle tam malik olmayan davacının ön alım hakkını kullanmasının mümkün olamayacağı
Taraflar arasındaki 5403 sayılı Yasa uyarınca sınırdaş tarım arazisi maliki tarafından açılan ön alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, İlk Derece Mahkemesince davanın kabulüne karar verilmiştir.
Kararın davalı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince başvurunun kabulü ile İlk Derece Mahkemesi hükmü kaldırılarak yeniden esas hakkında hüküm kurulmak suretiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacı vekili dava dilekçesinde; müvekkilinin 107 ada 6 parsel, davalının bu taşınmaza komşu 107 ada 5 ve 7 parsel maliki olduklarını, 107 ada 7 parsel sayılı taşınmaz … adına kayıtlı iken 05.02.2019 tarihinde, 107 ada 5 parsel sayılı taşınmaz … adına kayıtlı iken 15.08.2019 tarihinde … ‘a satıldığını, müvekkilinin taşınmazları satın almak istemesini öğrendikten sonra kendisinin satın aldığı bedellerden çok yüksek bedellerle taşınmazları …’a 22.10.2019 tarihinde sattığını, ön alım bedeline esas alınacak miktarlar hesaplanırken tapu kayıtlarında gösterilen muvazaalı bedellerin değil, kötüniyetli olarak satışı gerçekleştiren …’ın taşınmazları satın aldığı gerçek bedellerin esas alınması gerektiğini belirterek, dava dışı …’ın taşınmazları satın alırken gösterdiği gerçek satış bedelleri üzerinden şuf’a bedelinin ve alıcıya ait tapu harç ve masrafların depo edilmesi ile davalı adına muvazaalı olarak tescili yapılan 107 ada 5 ve 7 parselde kayıtlı taşınmazların tapu kayıtlarının iptali ile müvekkili adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
- CEVAP: Davalı vekili cevap dilekçesinde; …’a satış nedeniyle yapılan ödemelerin banka dekontu ve alındı belgesi ile sabit olduğunu, davacının 107 ada 6 parsel sayılı taşınmazın tamamına değil, 1/2 hissesine malik olduğunu ve 5403 sayılı Kanunun amacının (toprak bütünlüğünün sağlanamayacak olması) gerçekleşemeyeceğini belirterek, davanın reddini istemiştir.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile, davanın süresinde açıldığı, davaya konu madde kaldırılsa da geriye etkili olamayacağı, bedelin depo edildiği ve bilirkişi raporunda taşınmazlarda tarımsal bütünlük bulunduğu anlaşıldığından, davanın kabulü ile davalı adına kayıtlı 107 ada 5 ve 7 parsel sayılı taşınmazların tapu kaydının iptali ile davacı adına tesciline karar verilmiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
- İstinaf Sebepleri: Davalı vekili istinaf dilekçesinde;
- Kanun değişikliğinin ivedilikle uygulanması gerektiğini,
- 107 ada 6 parsel maliki davacının, davanın açıldığı ve satış tarihlerinde 1/2 paydaş olduğunu, bu durumda toprak bütünlüğünün sağlanamayacağını,
- Bilirkişi raporunun eksik araştırmaya dayalı olduğunu ve resen belirlenecek hususların da dikkate alınması gerektiğini belirterek kararın kaldırılmasını istemiştir.
- Gerekçe ve Sonuç: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; davacının 107 ada 6 parsel sayılı taşınmaza 1/2 payla malik iken satışların 22.10.2019 tarihinde yapıldığını, davacının 6 parseldeki diğer 1/2 payı yargılama esnasında 24.01.2020 tarihinde satın alarak tam hisse ile malik duruma geldiğini, emsal mahiyette davaya ilişkin Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 24.05.2022 tarih ve 2019/14-798 E., 2022/730 K: sayılı kararında da belirtildiği üzere ön alım hakkının tarım arazisinin davalıya satıldığı tarihte doğduğu ve kullanılabilir duruma geldiğini, bu nedenle tam malik olmayan davacının ön alım hakkını kullanmasının mümkün olamayacağı anlaşıldığından, başvurunun kabulü ile kararın kaldırılarak esas hakkında yeniden karar verilmesine ve davanın reddine karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davacı vekili temyiz dilekçesinde;
- Davacının 1/2 payında hissedar olduğu taşınmazın davacı ve kardeşine ait olduğunu, kardeşinin bu davaya muvafakatinin olup olmadığının mahkemece araştırılması ve gerekirse miras şirketine temsilci atanmak suretiyle sorunun giderilmesi gerekirtiğini,
- Müvekkilinin, taşınmazın gerçek değerinin çok çok üstünde bir rakamla söz konusu araziye sahip olmayı göze aldığını,
- Yargılama aşamasında tamamlanan eksiklik dikkate alınarak davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken davanın reddine karar verilmesinin hukuka aykırı olduğunu ve re’sen gerekli hususların da dikkate alınması gerektiğini belirterek, kararın bozulmasını istemiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Uyuşmazlık, 5403 sayılı Yasa uyarınca sınırdaş tarım arazisi maliki tarafından açılan ön alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 1. 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (6100 sayılı Kanun) 369 uncu maddesinin birinci fıkrası ile 370 ve 371 inci maddeleri,
- 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu’nun değişik “Önalım hakkı” kenar başlıklı 8/İ maddesi ile 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 732-734 üncü maddeleri,
3.Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 24.05.2022 tarih 2019/14-798 E: 2022/730 K: sayılı kararı,
- Değerlendirme
- Bölge Adliye Mahkemelerinin nihai kararlarının bozulması 6100 sayılı Kanun’un 371 inci maddesinde yer alan sebeplerden birinin varlığı hâlinde mümkündür.
- Temyizen incelenen karar, tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dayandıkları belgelere, uyuşmazlığa uygulanması gereken hukuk kuralları ile hukuki ilişkinin nitelendirilmesine, dava şartlarına, yargılama ve ispat kuralları ile kararda belirtilen gerekçelere göre usul ve kanuna uygun olup, yukarıda numarası belirtilen emsal Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararı gerekçesi ile aynı gerekçeyle davacı vekilince temyiz dilekçesinde ileri sürülen nedenler kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte görülmemiştir.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle; Davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile, temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararının 6100 sayılı Kanun’un 370 inci maddesinin birinci fıkrası uyarınca ONANMASINA,
Aşağıda yazılı temyiz giderinin temyiz edene yükletilmesine, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 4.2.2024 tarihinde kesin olmak üzere oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2024/601 K: 2024/1368
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2024/1273 K: 2024/2586 T: 14.5.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/7855 K: 2023/267 T: 18.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/7848 K: 2023/21 T: 9.1.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/695 K: 2023/1662 T: 21.3.2023
Taşınmazların fiilen taksim edilip edilmediklerinin açıklığa kavuşturulması bakımından gerekirse mahallinde yeniden keşif yapılıp mahalli bilirkişi ve taraf tanıklarının beyanları alınarak, davacı ve davalı tarafın fiili taksim savunmasına yönelik beyanları, dosyada bulunan ecrimisil ihbarnameleri, dava konusu taşınmazların kadastro tutanakları, bilirkişi raporları ve eklerindeki kroki ile uydu fotoğrafları, yukarıda ve bozma ilâmında açıklanan ilkeler doğrultusunda titizlikle incelenip değerlendirilerek sonucuna göre karar verilmelidir.
Taraflar arasında İlk Derece Mahkemesinde görülen önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil davasında verilen karar hakkında yapılan temyiz incelemesi sonucunda, Yargıtay (Kapatılan) 14. Hukuk Dairesince İlk Derece Mahkemesi kararının bozulmasına karar verilmiştir.
İlk Derece Mahkemesince bozmaya uyularak yeniden yapılan yargılama sonucunda; davanın kabulüne karar verilmiştir.
İlk Derece Mahkemesi kararı davalı vekili tarafından duruşma istemli temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, 14.06.2022 tarihinde duruşma yapılmasına ve duruşma gününün taraflara davetiye ile bildirilmesine karar verilmiştir.
Belli edilen günde temyiz eden davalı asil … ve vekili Avukat …, karşı taraftan davacı vekili Avukat … geldiler. Başka gelen olmadı. Açık duruşmaya başlandı. Gelenlerin sözlü açıklamaları dinlenildikten sonra açık duruşmanın bittiği bildirildi. İşin incelenerek karara bağlanması için uygun görülen 21.03.2023 günü Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlenerek dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: 1. Davacı vekili dava dilekçesinde; dava konusu 2576, 2577, 2581, 2590, 2594, 2595, 2598, 2599, 2601, 2602, 2603, 2604, 2608, 2609, 2611, 2612, 2619, 2623, 2624, 2627, 2628, 2629, 2630, 2631, 2632, 2636, 2637, 2638, 2639, 2640 ve 2655 parsel sayılı taşınmazlarda müvekkilinin paydaş olduğunu, davalının bu taşınmazlarda değişik tarihlerde olmak üzere pay satın aldığını, önalım hakkının kullanılmasını önlemek amacıyla dava konusu payların değerinin resmî senette yüksek gösterildiğini belirterek, müvekkilinin önalım hakkı nedeniyle dava konusu taşınmazlarda davalı adına kayıtlı payların iptali ile müvekkili adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
- Asli müdahil vekili asli müdahale dilekçesinde; dava konusu taşınmazlarda önalım hakkına dayalı olarak davalının satın aldığı payların kendisi ve davacı adına eşit oranda tapuya tescilini istemiştir.
- CEVAP: Davalı vekili cevap dilekçesinde; müvekkilinin dava konusu taşınmazlardaki payları davacı ve kardeşlerinin bilgileri dahilinde satın aldığını, müvekkilinin bir kısım taşınmazlardaki hisselerini davacılar önalım haklarını kullanmayacaklarını taahhüt ettiklerinden davacılara devrettiğini, davacıların kötü niyetli olduğunu, dava konusu taşınmazların fiilen taksim edildiğini beyan ederek davanın reddini savunmuştur.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesinin 14.04.2016 tarih ve 2017/5363 Esas, 2013/5348 Karar sayılı kararı ile davanın kabulüne karar verilmiştir.
- BOZMA VE BOZMADAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ
- Bozma Kararı
- İlk Derece Mahkemesinin kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Yargıtay (Kapatılan) 14. Hukuk Dairesinin 30.05.2017 tarih ve 2016/14151 Esas, 2017/4518 Karar sayılı kararıyla, davalının fiili taksim savunmasının araştırılması gerektiği gerekçesiyle kararın bozulmasına karar verilmiştir.
- İlk Derece Mahkemesince Bozmaya Uyularak Verilen Karar
Mahkemenin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile dava konusu taşınmazlarda fiili taksim olmadığı gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davalı vekili temyiz dilekçesinde; önceki beyanlarını da tekrarlayarak dava konusu taşınmazlarda fiili taksim olduğunun ispatlandığını, Mahkemece tapu kayıtları getirtilmeden eksik incelemeyle karar verildiğini, objektif değer artışının gözetilerek taşınmazların dava tarihindeki değerlerinin depo ettirilmesi gerektiğini beyan ederek ve re’sen gözetilecek sebeplerle kararın bozulmasına karar verilmesini talep etmiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Uyuşmazlık, önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 1. 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3 üncü maddesinin ikinci fıkrası atfıyla uygulanmasına devam olunan mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun (1086 sayılı Kanun) 428 inci maddesi ile 439 uncu maddesinin ikinci fıkrası.
- 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (4721 sayılı Kanun);
- a) “Dürüst davranma” kenar başlıklı 2 inci maddesi şöyledir:
“Herkes, haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorundadır.
Bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz.
”
- b) “Önalım hakkı sahibi” kenar başlıklı 732 inci maddesi şöyledir:
“Paylı mülkiyette bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması hâlinde, diğer paydaşlar önalım hakkını kullanabilirler. ”
- c) “Kullanma yasağı, feragat ve hak düşürücü süre” kenar başlıklı 733 üncü maddesi şöyledir:
“Cebrî artırmayla satışlarda önalım hakkı kullanılamaz.
Önalım hakkından feragatin resmî şekilde yapılması ve tapu kütüğüne şerh verilmesi gerekir. Belirli bir satışta önalım hakkını kullanmaktan vazgeçme, yazılı şekle tâbidir ve satıştan önce veya sonra yapılabilir.
Yapılan satış, alıcı veya satıcı tarafından diğer paydaşlara noter aracılığıyla bildirilir.
Önalım hakkı, satışın hak sahibine bildirildiği tarihin üzerinden üç ay ve her hâlde satışın üzerinden iki yıl geçmekle düşer.”
- d) “Kullanılması” kenar başlıklı 734 üncü maddesi ise şöyledir:
“Önalım hakkı, alıcıya karşı dava açılarak kullanılır. Önalım hakkı sahibi, adına payın tesciline karar verilmeden önce, satış bedeli ile alıcıya düşen tapu giderlerini, hâkim tarafından belirlenen süre içinde hâkimin belirleyeceği yere nakden yatırmakla yükümlüdür.”
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu, 14.2.1951 tarihli ve 1949/17 Esas,1951/1 Karar sayılı kararı.
- Değerlendirme
- Önalım hakkı paylı mülkiyet hükümlerine tâbi taşınmazlarda bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını kısmen veya tamamen üçüncü bir kişiye satması hâlinde diğer paydaşlara bu satılan payı öncelikle satın alma yetkisi veren bir haktır. Bu hak paylı mülkiyet ilişkisi kurulduğu anda doğar ve satışın yapılmasıyla kullanılabilir hâle gelir.
- Önalım davasına konu payın ilişkin bulunduğu taşınmaz paydaşlarca özel olarak kendi aralarında taksim edilip her bir paydaş belirli bir kısmı kullanırken bunlardan biri kendisinin kullandığı yeri ve bu yere tekabül eden payı bir üçüncü şahsa satarsa, satıcı zamanında bu yerde hak iddia etmeyen davacının tapuda yapılan satış nedeniyle önalım hakkını kullanması 4721 sayılı Kanun’un 2 inci maddesinde yer alan dürüst davranma kuralı ile bağdaşmaz. Kötü niyet iddiası Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 14.2.1951 tarih ve 1949/17 Esas, 1951/1 Karar sayılı kararı uyarınca davanın her aşamasında ileri sürülebileceği gibi mahkemece de kendiliğinden nazara alınması gerekir. Bu gibi hâlde savunmanın genişletilmesi söz konusu değildir. Eylemli paylaşmanın varlığı hâlinde davanın reddi gerekir.
- İlk Derece Mahkemesince, bozma ilâmına uyularak dava konusu taşınmazlarda fiili taksim olmadığı gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiş ise de; davalının filli taksim savunması yönünden Mahkemece yapılan inceleme ve araştırma yeterli görülmemiştir. Şöyle ki; mahallinde 01.03.2019 tarihinde yapılan keşifte davacı ve davalının dava konusu 2619 ve 2627 parsel sayılı taşınmazlarda kullandıkları yer olduğunu beyan ettikleri, 31.05.2019 tarihli ziraat ve inşaat bilirkişi raporuna ekli uydu fotoğraflarında da bu taşınmazlarda farklı kullanım biçimlerinin olduğu görülmüştür. Bununla birlikte; dava konusu 2599, 2603, 2604, 2629, 2630 ve 2640 parsel sayılı taşınmazlara yönelik davacı adına düzenlenmiş ecrimisil ihbarnameleri bulunmaktadır. 10.05.2019 tarihli fen bilirkişi raporuna ekli krokide de bu taşınmazlardan 2599 parsel sayılı taşınmazda davalının kullanımı olduğu belirtilmiştir. Mahkemece, bu hususlar ve davalının fiili taksim savunmasını ileri sürüş biçimine göre dava konusu taşınmazların kadastro tutanaklarının edinme sebebinde yer alan açıklamalar değerlendirilmemiştir.
- O hâlde Mahkemece; davalıya pay satanlar ile davacı ve asli müdahil paydaşın dava konusu taşınmazda fiilen kullandıkları yerler bulunup bulunmadığının, başka bir ifadeyle taşınmazların fiilen taksim edilip edilmediklerinin açıklığa kavuşturulması bakımından gerekirse mahallinde yeniden keşif yapılıp mahalli bilirkişi ve taraf tanıklarının beyanları alınarak, davacı ve davalı tarafın fiili taksim savunmasına yönelik beyanları, dosyada bulunan ecrimisil ihbarnameleri, dava konusu taşınmazların kadastro tutanakları, bilirkişi raporları ve eklerindeki kroki ile uydu fotoğrafları, yukarıda ve bozma ilâmında açıklanan ilkeler doğrultusunda titizlikle incelenip değerlendirilerek sonucuna göre karar verilmelidir.
- Diğer taraftan; önalım davasının davalısı önalım hakkına ilişkin taşınmazdaki payı satın almadan önce o taşınmazda paydaş ise bu paydaş hakkında önalım hakkı kullanılamaz. Çünkü, 4721 sayılı Kanun’un 732 nci maddesi ile bir paydaşın payını üçüncü şahsa satması hâlinde önalım hakkının kullanılabileceği kabul edilmiştir. Paydaş üçüncü kişi sayılamayacağından paydaşın paydaş aleyhine önalım hakkını kullanması söz konusu olamaz. Dava hakkına ilişkin bu hususun davanın her aşamasında kendiliğinden göz önünde bulundurulması gerekir.
- Mahkemece, dava konusu taşınmazların tedavüllü tapu kayıtları getirtilmek suretiyle davacının, asli müdahilin ve davalının taşınmazlarda satış tarihindeki paydaşlık durumları tespit edilerek davacı ve asli müdahilin 4721 sayılı Kanun’un 732 nci maddesi uyarınca önalım haklarını kullanıp kullanamayacakları araştırılmamıştır.
- Öte yandan; paylı mülkiyet nedeniyle doğan önalım hakkı ancak, paylı mülkiyet devam ettiği sürece mevcuttur. Önalım hakkı paylı mülkiyete tâbi taşınmazlarda kullanılabilir. Taşınmazın paylılık durumunun herhangi bir nedenle sona ermesi hâlinde önalım hakkı da sona erer.
- Mahkemece, özellikle dava konusu 2594, 2598 ve 2609 parsel sayılı taşınmazlarda yapılan ifraz işlemi ile oluşan 3652, 3654 ve 3656 parsel sayılı taşınmazlar ile diğer taşınmazlarda davacının ve asli müdahilin paydaşlık durumunun sona erip ermediği, diğer bir ifadeyle önalım haklarının devam edip etmediği değerlendirilmemiştir.
- Tüm bunlarla birlikte; dava konusu 2627 ve 2628 parsel sayılı taşınmazlarda davaya konu 04.07.2006 tarih ve 4925 yevmiye numaralı satış işlemiyle davalıya 81/4032 pay satıldığı hâlde, Mahkemece yanılgılı olarak 2627 parsel sayılı taşınmazda 212/4032 hissenin, 2628 parsel sayılı taşınmazda ise 162/4032 hissenin iptaline karar verilmiştir.
- Mahkemece, yukarıda açıklanan yasal düzenlemeler, ilkeller ve değinilen hususlar gözetilmeksizin eksik inceleme ve araştırmayla yazılı şekilde karar verildiğinden hükmün bozulması gerekmiştir.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle; Temyiz olunan İlk Derece Mahkeme kararının BOZULMASINA, bozma nedenlerine göre sair temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına, Peşin alınan temyiz karar harcının istek hâlinde ilgiliye iadesine, Yargıtay duruşma vekâlet ücreti 3.815,00 TL’nin davacı ve asli müdahilden alınarak davalıya verilmesine, Kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine gönderilmesine, 21.03.2023 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/2974 K: 2022/3228 T: 28.4.2022
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/4114 K: 2024/1782 T: 26.3.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8043 K: 2023/136 T: 12.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8670 K: 2023/3286 T: 12.6.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/659 K: 2023/1981 T: 5.4.2023
Önalım hakkının kullanılmasında davacının dayandığı pay elbirliği mülkiyetine konu ise tüm ortakların birlikte dava açması veya birinin açtığı davaya diğerlerinin muvafakat etmesi gerekir. Çünkü bu gibi hallerde 11.10.1982 gün 3/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca davanın tereke adına açıldığının kabulü gerekir. Muvafakat duruşmaya gelip bu konuda beyanda bulunmakla veya imzası noterce onaylı muvafakat belgesi ibraz edilmesi suretiyle yahut davacı adına davayı takip eden avukata vekalet verilmesi ile sağlanabilir. Bu yolda ortakların tümünün muvafakatı sağlanamazsa 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 640. maddesi hükmü uyarınca miras bırakanın terekesine görevli mahkemede temsilci atanması için davacıya süre verilir.
Taraflar arasındaki önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, İlk Derece Mahkemesince davanın aktif husumet yokluğundan reddine karar verilmiştir.
Kararın davacı tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince davacının istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davacı tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: 1. Davacı, 1015 ada 36 parsel sayılı zeytinlik vasfındaki taşınmazda hissedar olduğunu, aile dışı olan ortağın, hissesini üçüncü kişiye 07.06.2012 tarihinde 150.000,00 TL’ye sattığını öğrendiğini, bölünemez büyüklükte olan dikili tarım arazisinde hisse sahiplerinin tek başına hisseler üzerinde tasarruf etme yetkilerinin bulunmadığını, satış bedelinin muvazaalı olduğunu, gerçek değeri tespit edilerek adına tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
- Davacı, tapuda gösterilen satış bedelini yatırmayacağını, taşınmazın değeri olarak belirlenen 51.130,00 TL üzerinden davanın kabulünü istediğini belirtmiştir.
- Davacı bozma sonrası duruşmadaki beyanında; diğer mirasçıların muvafakatini almadığını, davanın diğer mirasçılarla bağlantısı olmadığını dile getirmiştir.
- CEVAP: 1. Davalı … vekili, davacının tapuda gösterilen bedel üzerinden dava harcını tamamlaması gerektiğini, satıcının davalı olarak gösterilmesinin doğru olmadığını, tapuda gösterilen bedelin gerçek bedel olduğunu, önalım hakkının kabulü halinde objektif değer artışı ve kur farklarının da dikkate alınmasını, kabul edilmediği takdirde satış tarihi olan 07.06.2012 tarihinden ödemenin yapılacağı tarihe kadar reeskont faizinin işletilmesini, bedel yatırılmadığı takdirde davanın reddini savunmuştur.
- Davalı …, davacının satıştan haberi olduğunu, davanın kendisi ile ilgisi olmadığını belirterek davanın reddini savunmuştur.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesi yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararında “davacı dava konusu taşınmazda elbirliği ile hissedar olup verilen kesin süre içerisinde diğer elbirliği hissedarlar davaya dahil edilmediğinden aktif husumet yokluğundan davanın reddine” karar vermiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı istinaf başvurusunda bulunmuştur.
- İstinaf Sebepleri: Davacı, diğer elbirliği mirasçılarının davaya dahil edilmesinin gerekmediğini belirterek davanın kabulüne karar verilmesini istemiştir.
- Gerekçe ve Sonuç: Bölge Adliye Mahkemesi yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile davacının istinaf başvurusunun esastan reddine karar vermiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davacı, dikili tarım arazilerinde davalıya ait hissenin yeter bölünebilir büyüklük ölçüsünün altında olması nedeniyle davalının paylı ortaklık vasfına haiz olmadığını, diğer elbirliği ortakların muvafakatini almadan vekaletle yapılan satışın geçerli olmadığını, davacının tek başına dava açma hakkının bulunduğunu, tapuda gösterilen bedelin muvazaalı olduğunun bilirkişi raporlarıyla ispatlandığını belirterek davanın kabulüne karar verilmesini istemiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Dava, önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 1. Kanuni önalım hakkı, 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 732 ve devamı maddelerinde düzenlenmiştir.
- Önalım hakkının kullanılmasında davacının dayandığı pay elbirliği mülkiyetine konu ise tüm ortakların birlikte dava açması veya birinin açtığı davaya diğerlerinin muvafakat etmesi gerekir. Çünkü bu gibi hallerde 11.10.1982 gün 3/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca davanın tereke adına açıldığının kabulü gerekir. Muvafakat duruşmaya gelip bu konuda beyanda bulunmakla veya imzası noterce onaylı muvafakat belgesi ibraz edilmesi suretiyle yahut davacı adına davayı takip eden avukata vekalet verilmesi ile sağlanabilir. Bu yolda ortakların tümünün muvafakatı sağlanamazsa 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 640. maddesi hükmü uyarınca miras bırakanın terekesine görevli mahkemede temsilci atanması için davacıya süre verilir. Temsilci davacı dışında biri olursa davacının sıfatı biter, davayı temsilci takip eder. Dava hakkına ilişkin olan bu hususun hakim tarafından kendiliğinden öncelikle nazara alınması gerekir.
- Değerlendirme
Temyizen incelenen kararda ve kararın gerekçesinde, hukuk kurallarının somut olaya uygulanmasında bir isabetsizlik bulunmadığı, özellikle davacının elbirliği, davalının ise paylı malik olduğu taşınmazda davacının önalım hakkını kullanabilmesi için kendisi ile birlikte elbirliği ile hissedar olan paydaşların davaya dahil edilmesi veya terekeye temsilci tayin edilmesi gerektiği, davacının kendi adına dava açma hakkının olmadığı diğer elbirliği hissedarlar ile birlikte hareket etmesi gerektiği gözetilerek davacının temyiz dilekçesinde ileri sürdüğü hususların kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte olmadığı anlaşılmış olup hükmün onanması gerekmiştir.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle; Temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararının 6100 sayılı Kanun’un 370 inci maddesinin birinci fıkrası uyarınca ONANMASINA, Aşağıda yazılı temyiz giderinin temyiz edene yükletilmesine, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 05.04.2023 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/6321 K: 2023/6603 T: 28.12.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/3563 K: 2024/2678 T: 16.5.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/7855 K: 2023/267 T: 18.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8492 K: 2023/1264 T: 2.3.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/535 K: 2024/841 T: 14.2.2024
Davacının sınırdaş parsellerde bulunan taşınmazlarda 3/44 hisse pay sahibi olup taşınmazlarda tam malik değil, sadece paydaş olduğu, ön alım hakkının tarım arazisinin davalıya satıldığı tarihte doğduğu ve kullanılabilir duruma geldiği, tam malik olmayan davacının ön alım hakkını kullanmasının mümkün olmadığı, bu nedenle Mahkemece davanın, davacının tam malik olmaması nedeniyle aktif dava ehliyeti yokluğundan reddine karar verilmesi gerekir
Taraflar arasındaki sınırdaş parsel malikinin ön alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, İlk Derece Mahkemesince davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Kararın davacı vekili ve davalı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince istinaf başvurularının kabulü ile kararın kaldırılmasına aktif dava ehliyeti yokluğundan davanın reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacı vekili dava dilekçesinde; sınır komşusu maliki olan müvekkili lehine ön alım hakkından kaynaklanan tapu iptali ve tescil talep etmiştir.
- CEVAP: Davalı vekili cevap dilekçesinde; 5403 sayılı Kanun’un 8/i maddesindeki 2 nci fıkranın yürürlükten kaldırıldığını, davanın reddinin gerektiğini savunmuştur.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile davacının, dava konusu taşınmazlara sınırdaş olan taşınmazlarda hisseli malik olduğu, hak düşürücü süre içerisinde eldeki davayı açtığı ve 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu’na 6537 sayılı Kanunla eklenen 8/İ maddesi gereğince davalıya satılan hisseler üzerinde şufa hakkının bulunduğu gerekçesiyle davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili ve davalı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
- İstinaf Sebepleri: 1. Davacı vekili istinaf dilekçesinde; reddedilen 130 ada 2 parselin tarla vasfında olduğunu, bu taşınmaz yönünden de davanın kabul edilmesi gerektiğini ileri sürerek, bu taşınmaz yönünden kararın kaldırılmasını talep etmiştir.
- Davalı vekili istinaf dilekçesinde; davacının Türk vatandaşı olmadığını, tarımsal faaliyeti bulunmadığını, davacı her ne kadar sınırdaş ise de sınırdaş olarak malik olduğu yerlerin hisseli olduğunu, davanın kabulü hâlinde tarımsal bütünlüğün sağlanamayacağını ileri sürerek kararın kaldırılmasını talep etmiştir.
- Gerekçe ve Sonuç: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile ön alım hakkına konu edilen parsellerin 04.02.2020 tarihinde 3/4 hisse, 01.06.2020 tarihinde 1/8 hisse olarak davalı …’a satıldığı, davacı Duran Ak’ın ise dosyada mevcut tapu kaydına göre bu tarihte komşu 107/2, 108/9, 108/16, 121/24, 130/3, 131/75, 131/85, 104/6 parsellerde bulunan taşınmazlarda 3/44 hisse pay sahibi olup taşınmazlarda tam malik değil, sadece paydaş olduğu, ön alım hakkının tarım arazisinin davalıya satıldığı tarihte doğduğu ve kullanılabilir duruma geldiği, tam malik olmayan davacının ön alım hakkını kullanmasının mümkün olmadığı, bu nedenle Mahkemece davanın, davacının tam malik olmaması nedeniyle aktif dava ehliyeti yokluğundan reddine karar verilmesi gerekirken davanın kabulüne karar verilmiş olmasının hatalı olduğu gerekçesiyle taraf vekillerinin istinaf başvurularının kabulüne, Alaca Asliye Hukuk Mahkemesinin 05.07.2022 tarih ve 2020/391 Esas, 2022/206 Karar sayılı kararının kaldırılmasına, davanın aktif dava ehliyeti yokluğu nedeniyle reddine karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davanın açıldığı tarihte sınırdaş ön alım hakkı tanıyan kanun yürürlükte bulunduğundan davanın kabulüne karar verilmesi gerektiği ileri sürülerek kararın bozulması talep edilmiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Dava, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 732 ve devamı maddeleri ile 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu’nun 6537 sayılı Kanunla değiştirilen 8/i maddesinin ikinci fıkrası uyarınca sınırdaş parsel malikine tanınan yasal ön alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 732 ve devamı maddeleri ile 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu’nun 6537 sayılı Kanunla değiştirilen 8/i maddesinin ikinci fıkrası.
- Değerlendirme
- Bölge Adliye Mahkemelerinin nihai kararlarının bozulması 6100 sayılı Kanun’un 371 inci maddesinde yer alan sebeplerden birinin varlığı hâlinde mümkündür.
- Temyizen incelenen karar, tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dayandıkları belgelere, uyuşmazlığa uygulanması gereken hukuk kuralları ile hukuki ilişkinin nitelendirilmesine, dava şartlarına, yargılama ve ispat kuralları ile kararda belirtilen gerekçelere göre usul ve kanuna uygun olup temyiz dilekçesinde ileri sürülen nedenler kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte görülmemiştir.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle; Temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararının 6100 sayılı Kanun’un 370 inci maddesinin birinci fıkrası uyarınca ONANMASINA, Aşağıda yazılı temyiz giderinin temyiz edene yükletilmesine, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 14.02.2024 tarihinde kesin olmak üzere oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/5438 K: 2023/5646 T: 22.11.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2024/39 K: 2024/179 T: 15.1.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/2258 K: 2023/3027 T: 1.6.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8337 K: 2023/521 T: 26.1.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/356 K: 2023/1036 T: 22.2.2023
Mahkemece davalılar ile davalılara pay devredenler arasındaki pay bedellerine ilişkin görgüye dayalı bir anlatımda bulunmayan ve bilirkişi raporu ile de çelişen tanık beyanları esas alınmak suretiyle karar verilmesi doğru değildir. Zira, soyut tanık beyanları davacının bedelde muvazaa iddiasını kanıtlamaya yeterli değildir. Davacı bedelde muvazaa iddiasını kanıtlayamamıştır. Ne var ki, davalılar vekili, bilirkişi heyeti raporuyla belirlenen bedel itibariyle depo kararı verilmesini talep ettiğine göre bu beyanın gözetilmesi gerektiği de açıktır.
Taraflar arasında İlk Derece Mahkemesinde görülen önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil davasında verilen karar hakkında yapılan temyiz incelemesi sonucunda, Hukuk Genel Kurulu tarafından İlk Derece Mahkemesi kararının bozulmasına karar verilmiştir.
İlk Derece Mahkemesince bozmaya uyularak yeniden yapılan yargılama sonucunda; davanın kabulüne karar verilmiştir.
İlk Derece Mahkemesi kararı davacı vekili ile davalı … vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacı, paydaş olduğu 5 parsel sayılı taşınmazda dava dışı önceki paydaşların paylarını satış yoluyla davalılara devrettiklerini, bildirim yapılmadığını, gerçek pay satış değerinin toplamı 532.000,00 TL olmasına rağmen önalım hakkına engel olmak için tapuda yüksek gösterildiğini ileri sürerek, gerçek değer üzerinden davalılar adına kayıtlı payların önalım nedeniyle adına tescilini istemiş, yargılama aşamasında davalı … tarafından dava konusu payın 11.08.2016 tarihinde dava dışı üçüncü kişi Ahmet Yılmaz’a devrettiği anlaşılmakla HMK’nın 125 inci maddesi gereğince davalıya karşı tazminat davası olarak devam edilmesini talep etmiştir.
- CEVAP: Davalı vekili cevap dilekçesinde; davanın Ahmet Yılmaz’a karşı devam etmesi gerektiğini ileri sürerek davanın reddini istemiştir.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesinin 16.05.2013 tarih ve 2010/864 Esas, 2013/180 Karar sayılı kararıyla; davacının bedelde muvazaa iddiasının kabulü ile davanın kabulüne karar verilmiştir.
- BOZMA VE BOZMADAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ
- Bozma Kararı
- İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalılar vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin 15.12.2014 tarih ve 2014/ 15483 Esas, 14359 Karar sayılı ilamıyla; ”… Davacının bedelde muvazaa iddiası kanıtlanamadığından önalım bedeli TMK’nın 734/2 nci maddesi uyarınca resmi senetlerde gösterilen bedellerin toplamı olan 1.500.000,00 TL satış bedeli ile davalılar tarafından ödenen harç ve tapu giderlerinin toplamından ibaret ise de davalılar vekili 07.02.2013 tarihli celsedeki beyanında ve 04.10.2013 tarihli temyiz dilekçesinde davaya konu olan paylara ilişkin önalım bedelinin açıkça keşifte belirlenen 921.000,00 TL olduğunu kabul ettiğinden bu bedel ve bu bedel yönünden davalılar tarafından ödenmesi gereken tapu harç ve masraflarının toplamını depo edip etmeyeceği davacıya sorularak sonucuna göre bir karar verilmesi gerekir…” gerekçesiyle hükmün bozulmasına karar verilmiştir.
- İlk Derece Mahkemesinin 21.04.2015 tarih ve 2015/96 Esas, 219 Karar sayılı ilamıyla 14. Hukuk Dairesinin 15.12.2014 tarih ve 2014/ 15483 Esas, 14359 Karar sayılı ilamına uyulmamasına, 16.05.2013 tarih ve 2010/864 Esas, 2013/180 sayılı Kararda direnilmesine davacının bedelde muvazaa iddiasının kabulü ile davanın kabulüne karar verilmiştir.
- Hukuk Genel Kurulunun 13.06.2019 tarih ve 2017/14-226 Esas, 2019/649 Karar sayılı ilamıyla; ”…
- Mahkemece davalılar ile davalılara pay devredenler arasındaki pay bedellerine ilişkin görgüye dayalı bir anlatımda bulunmayan ve bilirkişi raporu ile de çelişen tanık beyanları esas alınmak suretiyle karar verilmesi doğru değildir. Zira, soyut tanık beyanları davacının bedelde muvazaa iddiasını kanıtlamaya yeterli değildir. Davacı bedelde muvazaa iddiasını kanıtlayamamıştır. Ne var ki, davalılar vekili, bilirkişi heyeti raporuyla belirlenen bedel itibariyle depo kararı verilmesini talep ettiğine göre bu beyanın gözetilmesi gerektiği de açıktır.
- Davalı …’in 344 ada 5 parsel sayılı taşınmazdaki dava konusu payını dava dışı önceki paydaşlardan satın alması nedeniyle bu paya yönelik olarak 16.07.2010 tarihinde eldeki davanın açıldığı, yargılama devam ederken, tapu iptali ve tescile karar verildikten sonra temyiz aşamasında adı geçen davalının dava konusu payını 11.08.2016 tarihinde dava dışı üçüncü kişi Ahmet Yılmaz’a devrettiği anlaşılmaktadır. Davacı taraf da 09.02.2018 tarihli dilekçesi ile HMK’nın 125. maddesindeki seçimlik hakkını kullanabilmesi için bozma kararı verilmesini talep etmiştir. Bu durumda mahkemece yukarıda açıklanan ilkeler doğrultusunda davacıya 6100 sayılı HMK’nın 125 inci maddesi gereğince seçimlik hakkı hatırlatılarak sonucuna göre karar verilmesi gerekmektedir…” gerekçesiyle direnme kararının bozulmasına karar verilmiştir.
- İlk Derece Mahkemesince Bozmaya Uyularak Verilen Karar
İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile davanın kabulü ile davacının davalılardan Abdullah Evrensel yönünden davasını Hukuk Muhakemeleri Kanun’u 125 inci maddesi kapsamında tazminat davası olarak devam etmek istediği yönündeki beyanı ve davalı …’in taşınmazdaki hissesini 30.04.2010 tarihli resmi satış senedi ile 550.000,00 TL’ye satın aldığı ve hissesini dosyanın temyiz incelemesi aşamasında iken 11.08.2016 tarihli satış senedi ile dava dışı Ahmet Yılmaz’a 1.150.000,00 TL bedelle sattığı dolayısı ile ilk satış ile son satış arasındaki farkın 600.000,00 TL olduğunun tespit edilmiş olması gerekçesiyle davacının davalı … yönünden yöneltmiş olduğu tazminat davasının kabulü ile 600.000,00 TL tazminatın davalı …’den tahsil edilerek davacıya verilmesine karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili ile davalı … vekili temyiz isteminde bulunmuşlardır.
- Temyiz Sebepleri: 1. Davacı vekili temyizinde, tazminat bedelinin eksik inceleme sonucu verildiğini, tazminat bedeline devir tarihinden itibaren faiz uygulanması gerektiğini ileri sürmüştür.
- Davalı vekili temyizinde; tazminat bedeline fazla hükmedildiğini, HMK’nın 125 inci maddesinin uygulanmaması gerektiğini ileri sürmüştür.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Uyuşmazlık, HMK’nın 125 inci maddesi uyarınca tazminat davası olarak devam edilen davada mahkemece belirlenen tazminat bedelinin usul ve yasaya uygun olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
- İlgili Hukuk: 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (6100 sayılı Kanun) geçici 3 üncü maddesinin ikinci fıkrası atfıyla uygulanmasına devam olunan mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun (1086 sayılı Kanun) 428 inci maddesi, 438 inci maddesinin yedi, sekiz ve dokuzuncu fıkraları ile 439 uncu maddesinin ikinci fıkrası, Türk Medeni Kanunu’nun 732 nci maddesi vd.
- Değerlendirme
- Mahkemelerin nihai kararlarının bozulması 6100 sayılı Kanun’un geçici 3 üncü maddesinin ikinci fıkrası atfıyla uygulanmasına devam olunan mülga 1086 sayılı Kanun’un 428 inci maddesi ile 439 uncu maddesinin ikinci fıkrasında yer alan sebeplerden birinin varlığı hâlinde mümkündür.
- Temyizen incelenen İlk Derece Mahkemesi kararının bozmaya uygun olduğu, kararda ve kararın gerekçesinde hukuk kurallarının somut olaya uygulanmasında bir isabetsizlik bulunmadığı, bozmaya uyulmakla karşı taraf yararına kazanılmış hak durumunu oluşturan yönlerin ise yeniden incelenmesine hukukça imkân bulunmadığı anlaşılmakla; temyiz dilekçesinde ileri sürülen nedenler kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte görülmemiştir.
VII. KARAR
Açıklanan sebeplerle; davacı vekili ile davalı … vekilinin yerinde görülmeyen tüm temyiz itirazlarının reddi ile usul ve kanuna uygun olan kararın ONANMASINA, Aşağıda yazılı temyiz giderinin temyiz edenlere yükletilmesine, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine gönderilmesine, Kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 22.02.2023 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/7671 K: 2023/19 T: 9.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/3130 K: 2023/4448 T: 4.10.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8048 K: 2023/749 T: 9.2.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8745 K: 2023/1125 T: 27.2.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/333 K: 2024/471 T: 24.1.2024
Somut olayda, davacı vekili tarafından 02.01.2017 ve 11.05.2017 tarihli satışlara ilişkin ön alım hakkının kullanıldığı, davalının ise bu tarihlerden önce pay satın alarak taşınmazda paydaş olduğu, yasal düzenleme uyarınca paydaşın paydaş aleyhine önalım hakkını kullanamayacağı anlaşılmaktadır.
Taraflar arasındaki ön alım hakkından kaynaklı tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, İlk Derece Mahkemesince davanın kabulüne karar verilmiştir.
Kararın davalı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince başvurunun kabulü ile İlk Derece Mahkemesi kararının kaldırılarak yeniden esas hakkında hüküm kurulmak suretiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacı vekili dava dilekçesinde; davacının Ankara ili, Altındağ ilçesi, 24240 ada 6 parsel sayılı, 3.101 m² yüzölçümlü taşınmazda 228,76 m²’lik hissenin maliki olduğunu, davalının 02.01.2017 ve 11.05.2017 tarihlerinde olmak üzere toplam 229,21 m²’lik hisse satın aldığını, davacının ön alım hakkını kullanmak istediğini belirterek davaya konu olan arsa paylarının tapu kaydının iptali ile davacı adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
- CEVAP: Davalı vekili cevap dilekçesinde; davalının dava konusu edilen taşınmazda 23.05.2016 tarihinde malik olduğunu, hissedarlar arasında ön alım hakkının kullanılamayacağını, davacı ve davalı arasında 08.06.2016 tarihli kat karşılığı inşaat sözleşmesinin bulunduğunu, davanın süresinde açılmadığını ileri sürerek davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile ön alım hakkının kullanımına ilişkin davanın süresinde açıldığı, davaya konu hisselerin bedeli hesaplanarak depo edildiği gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
- İstinaf Sebepleri: Davalı vekili istinaf dilekçesinde özetle; hisse paylarının hatalı hesaplandığını, davalının 23.05.2016 tarihinde hissedar olduğunu, paydaşlar arasında ön alım hakkının kullanılamayacağını, davacı ve diğer arsa sahipleriyle kat karşılığı inşaat sözleşmesi yapıldığını, buna uygun olarak davaya konu 02.01.2017 ve 11.05.2017 tarihli satışların yapıldığını, ön alım hakkının kullanılmasının kötü niyet teşkil edeceğini belirterek kararın kaldırılmasını istemiştir.
- Gerekçe ve Sonuç: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile davalı tarafından aynı taşınmazda 02.01.2016 ve 23.05.2016 tarihlerinde de pay alındığı, davacı tarafça bu paylara karşı dava açılmadığı, böylece eldeki dava tarihi itibarıyla dava konusu taşınmazda hissedar olan davalıya karşı dava açıldığı, ayrıca davacı, davalı ile dava dışı hissedarlar arasında 08.06.2016 düzenleme tarihli taşınmaz satış vaadive arsa payı karşılığı inşaat sözleşmesinin bulunduğu, kat karşılığı inşaat sözleşmesi uyarınca yapılan pay devirlerine karşı ön alım hakkının kullanılmasının hakkın kötüye kullanılması niteliğinde olduğu gerekçeleriyle davalı vekilinin istinaf kanun yolu başvurusunun kabulüne, İlk Derece Mahkemesi kararının kaldırılması ile yeniden esas hakkında davanın reddine karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davacı vekili temyiz dilekçesinde özetle; taleplerinin 02.01.2017 ve 11.05.2017 tarihli satışlara ilişkin olduğunu, kat karşılığı inşaat sözleşmesinin feshedildiği gözetilmeksizin karar verildiğini belirterek kararın bozulmasını istemiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Uyuşmazlık, ön alım hakkından kaynaklı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 1. 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (6100 sayılı Kanun) 369 uncu maddesinin birinci fıkrası ile 370 ve 371 inci maddeleri.
- 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 732 inci ve devamı maddeleri.
- Değerlendirme
- Bölge Adliye Mahkemelerinin nihai kararlarının bozulması 6100 sayılı Kanun’un 371 inci maddesinde yer alan sebeplerden birinin varlığı hâlinde mümkündür.
- 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 732 nci maddesi ile bir paydaşın payını üçüncü şahsa satması halinde önalım hakkının kullanılabileceği kabul edilmiştir. Dava hakkına ilişkin bu hususun davanın her aşamasında kendiliğinden göz önünde bulundurulması gerekir. Somut olayda, davacı vekili tarafından 02.01.2017 ve 11.05.2017 tarihli satışlara ilişkin ön alım hakkının kullanıldığı, davalının ise bu tarihlerden önce pay satın alarak taşınmazda paydaş olduğu, yasal düzenleme uyarınca paydaşın paydaş aleyhine önalım hakkını kullanamayacağı anlaşılmaktadır.
- Temyizen incelenen karar, tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dayandıkları belgelere, uyuşmazlığa uygulanması gereken hukuk kuralları ile hukuki ilişkinin nitelendirilmesine, dava şartlarına, yargılama ve ispat kuralları ile kararda belirtilen gerekçelere göre usul ve kanuna uygun olup davacı vekilince temyiz dilekçesinde ileri sürülen nedenler kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte görülmemiştir.
- KARAR
Açıklanan sebeple; Temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararının 6100 sayılı Kanun’un 370 inci maddesinin birinci fıkrası uyarınca ONANMASINA, Aşağıda yazılı temyiz giderinin temyiz edene yükletilmesine, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 24.01.2024 tarihinde kesin olmak üzere oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/5438 K: 2023/5646 T: 22.11.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2024/39 K: 2024/179 T: 15.1.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/2258 K: 2023/3027 T: 1.6.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8337 K: 2023/521 T: 26.1.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/308 K: 2023/1760 T: 27.3.2023
Dava konusu taşınmazın riskli yapı olarak belirlenmesi nedeniyle her iki tarafın tasarrufu dışında ihale işlemi yapıldığı, ihalede davalıların hissesinin davacı tarafça alındığı, davanın konusuz kalma sebebine göre her iki tarafa da sorumluluk yüklenemeyeceği gerekçesiyle dava konusuz kaldığından esasa ilişkin karar verilmesine yer olmadığına, her iki tarafın yaptığı yargılama giderlerinin üzerinde bırakılmasına ve vekalet ücreti takdirine yer olmadığı
Taraflar arasındaki önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, İlk Derece Mahkemesince davanın konusuz kalması nedeniyle karar verilmesine yer olmadığına karar verilmiştir.
Kararın davacı vekili ve davalı … vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince davalı vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine, davacı vekilinin istinaf başvurusunun kabulü ile hükmün kaldırılmasına; davanın konusuz kalması nedeniyle karar verilmesine yer olmadığına, davacı lehine vekalet ücreti ve yargılama giderine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davalı … vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacı vekili; davacının … Mahallesi, 391 ada 61 parsel sayılı taşınmazdaki bodrum kat 7 No.lu bağımsız bölümde 1/8 pay sahibi olduğunu, aynı taşınmazda davalıların hisse satın alarak paydaş olduklarını, bedelde muvazaa yapıldığını belirterek davalılar adına olan tapu kaydının iptali ile davacı adına tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
- CEVAP: Davalılar vekili; öncelikle davanın reddini, aksi takdirde tapuda gösterilen satış bedelinin depo edilmesini istediklerini dile getirmiştir.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesi yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile “dava konusu taşınmazın riskli yapı olarak belirlenmesi nedeniyle her iki tarafın tasarrufu dışında ihale işlemi yapıldığı, ihalede davalıların hissesinin davacı tarafça alındığı, davanın konusuz kalma sebebine göre her iki tarafa da sorumluluk yüklenemeyeceği gerekçesiyle dava konusuz kaldığından esasa ilişkin karar verilmesine yer olmadığına, her iki tarafın yaptığı yargılama giderlerinin üzerinde bırakılmasına ve vekalet ücreti takdirine yer olmadığına” karar vermiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili ve davalı … vekili istinaf başvurusunda bulunmuşlardır.
- İstinaf Sebepleri: 1.Davacı istinafı
Davacı vekili, davacı lehine vekalet ücreti ve yargılama giderine hükmedilmesi gerektiğini belirtmiştir.
2.Davalı … istinafı
Davalı … vekili, davalı lehine vekalet ücreti ve yargılama giderine hükmedilmesi gerektiğini belirtmiştir.
- Gerekçe ve Sonuç: Bölge Adliye Mahkemesi yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile “davalı vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine, davacı vekilinin istinaf başvurusunun kabulü ile hükmün kaldırılmasına; davanın konusuz kalması nedeniyle karar verilmesine yer olmadığına, davacı lehine vekalet ücreti ve yargılama giderine hükmedilmesine” karar vermiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı … vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davalı … vekili, idari işlem sonucu taşınmazın davacıya geçmesi nedeniyle davanın konusuz kaldığını, davacı lehine vekalet ücreti ve yargılama giderine hükmedilmesinin hatalı olduğunu, her iki taraf lehine vekalet ücretine hükmedilmemesini ya da en azından davacı lehine maktu vekalete hükmedilmesi gerektiğini belirtmiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Dava, önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: Kanuni önalım hakkı, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 732 ve devamı maddelerinde düzenlenmiştir.
- Değerlendirme
Temyizen incelenen kararda ve kararın gerekçesinde, hukuk kurallarının somut olaya uygulanmasında bir isabetsizlik bulunmadığı, davalı vekilinin temyiz dilekçesinde ileri sürdüğü hususların kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte olmadığı görüldüğünden hükmün onanması gerekmiştir.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle; Temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararının 6100 sayılı Kanun’un 370 inci maddesinin birinci fıkrası uyarınca ONANMASINA, Aşağıda yazılı temyiz giderinin temyiz edene yükletilmesine, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 27.03.2023 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/2974 K: 2022/3228 T: 28.4.2022
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/4114 K: 2024/1782 T: 26.3.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8043 K: 2023/136 T: 12.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8670 K: 2023/3286 T: 12.6.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/273 K: 2023/824 T: 14.2.2023
Önalım davasının davalısı önalım hakkına ilişkin taşınmazdaki payı satın almadan önce o taşınmazda paydaş ise bu paydaş hakkında önalım hakkı kullanılamaz. Çünkü, Türk Medeni Kanunu’nun 732 inci maddesi ile bir paydaşın payını üçüncü şahsa satması halinde önalım hakkının kullanılabileceği kabul edilmiştir. Paydaş üçüncü kişi sayılamayacağından paydaşın paydaş aleyhine önalım hakkını kullanması söz konusu olamaz. Dava hakkına ilişkin bu hususun davanın her aşamasında kendiliğinden göz önünde bulundurulması gerekir.
Taraflar arasındaki önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Yargıtay 14. Hukuk Dairesince İlk Derece Mahkemesi kararının bozulmasına karar verilmiştir.
İlk Derece Mahkemesince bozmaya uyularak yeniden yapılan yargılama sonucunda; davanın kısmen kabulüne, kısmen reddine karar verilmiştir.
İlk Derece Mahkemesi kararı duruşma istemli olarak davalı …, duruşmasız olarak davalı … vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, 25.10.2022 tarihinde duruşma yapılmasına ve duruşma gününün taraflara davetiye ile bildirilmesine karar verilmiştir.
Belli edilen günde taraflardan gelen olmadı. Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlenerek dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
I.DAVA
Davacı vekili dava dilekçesinde; müvekkilinin dava konusu 158 parsel sayılı taşınmazda paydaş olduğunu, davalıların 08.10.2008, 05.01.2010, 20.01.2010, 22.01.2010, 27.01.2010, 02.03.2010, 03.03.2010, 04.03.2010, 09.03.2010, 28.01.2010, 10.03.2010, 11.03.2010, 18.03.2010, 25.03.2010, 30.03.2010, 31.03.2010, 10.03.2010 tarihli satış işlemleri ile davalıların dava konusu taşınmazda hisse satın aldıklarını, müvekkilinin önalım hakkını kullanmak istediğini, satış bedelinin önalım hakkının kullanılmasına engel olmak amacıyla yüksek gösterildiğini belirterek, dava konusu taşınmazda davalılar adına kayıtlı hisselerin müvekkili adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
II.CEVAP
- Bir kısım davalı cevap dilekçesinde; fazla harç ödememek için satış bedelinin tapuda düşük gösterildiğini, dava konusu taşınmazda yapılan toplulaştırma sonucu paydaşlık durumunun sona erdiğini, dava konusu taşınmazın fiilen taksim edildiğini beyan ederek davanın reddini savunmuştur.
- Davalı … cevap dilekçesinde; kendisine yapılan satışın gerçek bir satış olmadığını, kardeşlerinin hisselerini kendisine devrettiğini beyan ederek davanın reddini savunmuştur.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesinin 20.11.2014 tarihli ve 2010/601 Esas, 2014/2053 Karar sayılı kararıyla dava konusu taşınmazda yapılan toplulaştırma sonucu davacının paydaşlığının sona erdiği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
- BOZMA VE BOZMADAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ
- Bozma Kararı
- İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin 20.11.2014 tarihli ve 2016/4813 Esas, 2016/9718 Karar sayılı ilamıyla; toplulaştırma sonucu oluşan 131 ada 1, 132 ada 2, 133 ada 1, 134 ada 1, 135 ada 1, 140 ada 2 parsel sayılı taşınmazlarda davacının payının bulunması nedeniyle önalım hakkının devam ettiği, bedelde muvazaa iddiasına ilişkin deliller toplanarak, muvazaa iddiasının kanıtlanamaması halinde bozma ilamında açıklanan usul doğrultusunda önalım bedeli hesaplanması ve belirlenecek bedelin depo edilmesi için davacı tarafa süre verilmesi gerektiği gerekçesiyle kararın bozulmasına karar verilmiştir.
- İlk Derece Mahkemesince Bozmaya Uyularak Verilen Karar
İlk Derece Mahkemesi yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararıyla; davanın kısmen kabulüne ve kısmen reddine karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: 1. İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı … ve davalı … vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- İlk Derece Mahkemesinin 14.06.2021 tarihli ek kararı ile davalı …’nın temyiz isteminin süre nedeniyle reddine karar verilmiştir.
- Temyiz Sebepleri: 1. Davalı … vekili temyiz dilekçesinde; önalım bedelinin hatalı hesaplandığını beyan ederek ve re’sen gözetilecek sebeplerle kararın bozulmasına karar verilmesini talep etmiştir.
- Davalı … temyiz dilekçesinde; dava konusu taşınmazda paydaşlığın sona erdiğini, tanık dinletme taleplerinin reddedildiğini beyan ederek ve re’sen gözetilecek sebeplerle kararın bozulmasına karar verilmesini talep etmiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Uyuşmazlık, önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun “Önalım hakkı sahibi” kenar başlıklı 732 inci maddesi şöyledir:
“Paylı mülkiyette bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması hâlinde, diğer paydaşlar önalım hakkını kullanabilirler. “
- Değerlendirme
- Tarafların iddia, savunma ve dayandıkları belgelere, uyuşmazlığın hukuki nitelendirilmesi ile uygulanması gereken hukuk kurallarına, dava şartlarına, yargılamaya hâkim olan ilkelere, ispat kurallarına ve temyiz olunan kararda belirtilen gerekçelere göre davalı …’ın tüm, davalı … vekilinin aşağıdaki betlerin kapsamı dışındaki temyiz itirazları yerinde görülmemiştir.
- Davalı … vekilinin diğer temyiz itirazlarına gelince;
- Dosya içerisinde bulunan resmi senetlerin incelenmesinde; 08.10.2008 tarih 2882 yevmiye numaralı işlemle, dava konusu 158 parsel sayılı taşınmazda 20/320 hisse Hamit Ege adına kayıtlıyken Diyarbakır 1. Sulh Hukuk Mahkemesinin 26.09.2008 tarih ve 2008/2741 Esas, 2008/2704 Karar sayılı mirasçılık belgesi gereğince Hamit Ege’nin 20.10.2007 tarihinde ölümü nedeniyle kanuni paylar oranında intikalen tescilinin talep edildiği ve bu işlem uyarınca davalı …’ye 1/256 hisse intikal ettiği görülmüştür. 09.10.2008 tarih 2911 yevmiye numaralı işlemle ise davalı …’nin satıcılar Nuri Ege ve arkadaşlarından toplam 15/256 hisseyi satış yoluyla devraldığı anlaşılmıştır.
- Önalım davasının davalısı önalım hakkına ilişkin taşınmazdaki payı satın almadan önce o taşınmazda paydaş ise bu paydaş hakkında önalım hakkı kullanılamaz. Çünkü, Türk Medeni Kanunu’nun 732 inci maddesi ile bir paydaşın payını üçüncü şahsa satması halinde önalım hakkının kullanılabileceği kabul edilmiştir. Paydaş üçüncü kişi sayılamayacağından paydaşın paydaş aleyhine önalım hakkını kullanması söz konusu olamaz. Dava hakkına ilişkin bu hususun davanın her aşamasında kendiliğinden göz önünde bulundurulması gerekir.
- Dosya içeriği ile yukarıda açıklanan yasal düzenleme birlikte değerlendirildiğinde; davacı, her ne kadar davalı …’ye yönelik 08.10.2008 tarihli ve 22882 yevmiye numaralı intikal işlemi için önalım hakkından kaynaklanan tapu iptali ve tescil talebinde bulunmuş ise de; önalım hakkı yalnızca satış işlemlerine karşı kullanılabileceğinden ve dava dilekçesinde maddi hata sonucu 09.10.2008 tarihli satış işlemi yerine 08.10.2008 tarihli intikal işlemine karşı önalım hakkının kullanıldığı kabulünde dahi, davalı dava konusu taşınmazda 09.10.2008 tarihinden önce paydaş olduğundan, taşınmazda paydaş olan davalıya önalım hakkı kullanılması mümkün olmadığından davalı … yönünden davanın reddine karar verilmesi gerekirken kabulüne karar verilmesi doğru görülmeyerek hükmün bozulmasına karar vermek gerekmiştir.
VII. KARAR
Açıklanan sebeplerle; Yukarıda (3.1.) numaralı bentte açıklanan nedenlerle davalı …’ın tüm, davalı … vekilinin sair temyiz itirazlarının REDDİNE, (3.2., 3.3., 3.4., 3.5.,) numaralı bentlerde açıklanan nedenlerle, davalı … vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA,
Yargıtay duruşma vekalet ücreti takdirine yer olmadığına, Peşin alınan temyiz karar harcının istek hâlinde ilgiliye iadesine, Kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 14.02.2023 tarihinde oy birliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/5438 K: 2023/5646 T: 22.11.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8337 K: 2023/521 T: 26.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/1934 K: 2022/3358 T: 11.5.2022
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/4491 K: 2023/5756 T: 28.11.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/264 K: 2023/1600 T: 20.3.2023
Mahkemece yapılan tahkikat ve keşifte dava konusu taşınmazın fiili olarak iki parça halinde kullanıldığı davacıların davalıya pay devirlerinden önce taşınmazda fiilen kullandıkları yerin bulunduğu, diğer bölümlerin ise davalıya pay satanlar tarafından kullanıldığı ve davacıların murisinin bu fili kullanıma itirazlarının bulunmayışı göz önüne alındığında; fiili taksimin varlığı mevcut bulunduğu davacıların gerçekleşen taşınmaz pay devrine yönelik önalım davası açmalarının, 4721 sayılı TMK’nın 2 nci maddesinde yer alan dürüstlük kuralı ile bağdaşmayacağı
Taraflar arasında İlk Derece Mahkemesinde görülen önalım hakkına dayalı tapu iptal ve tescil davasında verilen karar hakkında yapılan temyiz incelemesi sonucunda; Dairece, davanın kabulüne dair İlk Derece Mahkemesi kararının bozulmasına karar verilmiştir.
İlk Derece Mahkemesince bozmaya uyularak yeniden yapılan yargılama sonucunda; davanın reddine karar verilmiştir.
İlk Derece Mahkemesi kararı davacılar vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra, dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacı vekili, davacının babasının hissedarı olduğu 77 parsel sayılı taşınmazda babasının ölümü ile davacı ve kardeşlerinin hak sahibi olduğunu, dava konusu taşınmazda 21 hissedarın hisselerini farklı zamanlarda davalıya sattıklarını belirterek, şufa hakkı gereğince 77 parsel sayılı taşınmazdaki davalı adına olan tapu kaydının iptali ile davacı adına tescilini talep etmiştir.
- CEVAP: Davalı vekili, davalının ilk hissesini satın aldığı tarihte davacının babasının sağ olduğunu, dava açma hakkının murise ait olduğunu, şufa şartları oluşsa dahi miras ortaklığına dahil olan mirasçıların birlikte dava açabileceklerini belirterek davanın reddini savunmuştur.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI:
İlk Derece Mahkemesinin 26.01.2016 tarihli ve 2015/247 Esas, 2016/77 Karar sayılı kararıyla; davacının bu davayı miras ortaklığının paydaşları ile beraber açabileceği gerekçesiyle tek başına açtığı davanın reddine karar verilmiştir.
- BOZMA VE BOZMADAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ
- İlk Bozma Kararı
- İlk Derece Mahkemesinin 26.01.2016 tarihli ve 2015/247 Esas, 2016/77 Karar sayılı kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi 19.09.2019 tarihli ve 2016/7043 Esas, 2019/5574 Karar sayılı ilamında; “…dava konusu taşınmazın güncel tapu kayıtları getirtildikten sonra davacının mülkiyet durumunun tespit edilmesi, davacı paylı malik ise davaya devam olunarak işin esası hakkında bir karar verilmesi, davacı iştirak halinde malik ise murise ait mirasçılık belgesi getirtilerek, davacıya diğer mirasçıların muvafakatini sağlaması veya miras ortaklığına temsilci tayin etmesi için süre verilmesi gerekirken; açıklanan hususlar gözardı edilerek bir mirasçının tek başına şufa hakkına dayalı bahse konu davayı açamayacağından bahisle davanın reddine karar verilmesi doğru görülmemiş…” gerekçesi ile karar bozulmuştur.
- İlk Derece Mahkemesince Bozmaya Uyularak Verilen Karar
İlk Derece Mahkemesi 23.03.2021 tarihli ve 2019/315 Esas, 2021/63 Karar sayılı kararıyla; davanın kabulüne karar verilmiştir.
- İkinci Bozma Kararı
- İlk Derece Mahkemesinin 23.03.2021 tarihli ve 2019/315 Esas, 2021/63 Karar sayılı kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Dairemizin10.11.2021 tarihli ve 2021/2988 Esas, 2021/2894 Karar sayılı ilamında; “…dava konusu taşınmaza davalı ve davacıların murisi Osman Şahin maliktir. Mahkemece yapılan tahkikat ve keşifte dava konusu taşınmazın fiili olarak iki parça halinde kullanıldığı davacıların davalıya pay devirlerinden önce taşınmazda fiilen kullandıkları yerin bulunduğu, diğer bölümlerin ise davalıya pay satanlar tarafından kullanıldığı ve davacıların murisinin bu fili kullanıma itirazlarının bulunmayışı göz önüne alındığında; fiili taksimin varlığı mevcut bulunduğu davacıların gerçekleşen taşınmaz pay devrine yönelik önalım davası açmalarının, 4721 sayılı TMK’nın 2 nci maddesinde yer alan dürüstlük kuralı ile bağdaşmayacağı değerlendirilerek davanın bu gerekçeyle reddine karar verilmesi gerekirken davanın kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiştir…” gerekçesi ile karar bozulmuştur.
- İlk Derece Mahkemesince Bozmaya Uyularak Verilen Karar
İlk Derece Mahkemesinin, yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararında; dava konusu taşınmazın fiili olarak iki parça halinde kullanıldığı davacıların davalıya pay devirlerinden önce taşınmazda fiilen kullandıkları yerin bulunduğu, diğer bölümlerin ise davalıya pay satanlar tarafından kullanıldığı ve davacıların murisinin bu fiili kullanıma itirazlarının bulunmadığı, dava edilen yerde fiili taksimin olduğu, davacıların önalım davası açmalarının, 4721 sayılı TMK’nın 2 nci maddesinde yer alan dürüstlük kuralı ile bağdaşmayacağı belirtilerek davanın reddine karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacılar vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davacılar vekili temyiz dilekçesinde özetle; taraflar arasında fiili taksim olmadığını, fiili kullanım durumlarının tapu kayıtlarıyla örtüşmediğini belirterek kararın bozulmasını talep etmiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Uyuşmazlık, önalım hakkında dayalı tapu iptal ve tescil davasında fiili taksim varlığı nedeniyle davanın reddine ilişkin verilen kararın eksik incelemeye ve hatalı değerlendirmeye dayalı olup olmadığı noktasındadır.
- İlgili Hukuk: 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (6100 sayılı Kanun) geçici 3 üncü maddesinin ikinci fıkrası atfıyla uygulanmasına devam olunan mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun (1086 sayılı Kanun) 428 inci maddesi, 438 inci maddesinin yedi, sekiz ve dokuzuncu fıkraları ile 439 uncu maddesinin ikinci fıkrası, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (4721 sayılı Kanun) 732, 733, 734 üncü maddeleri.
- Değerlendirme
- Mahkemelerin nihai kararlarının bozulması 6100 sayılı Kanun’un geçici 3 üncü maddesinin ikinci fıkrası atfıyla uygulanmasına devam olunan mülga 1086 sayılı Kanun’un 428 inci maddesi ile 439 uncu maddesinin ikinci fıkrasında yer alan sebeplerden birinin varlığı hâlinde mümkündür.
- Temyizen incelenen Mahkeme kararının bozmaya uygun olduğu, kararda ve kararın gerekçesinde hukuk kurallarının somut olaya uygulanmasında bir isabetsizlik bulunmadığı, bozmaya uyulmakla karşı taraf yararına kazanılmış hak durumunu oluşturan yönlerin ise yeniden incelenmesine hukukça imkân bulunmadığı anlaşılmakla; temyiz dilekçesinde ileri sürülen nedenler kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte görülmemiştir.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle; davacılar vekilinin yerinde görülmeyen tüm temyiz itirazlarının reddi ile usul ve kanuna uygun olan kararın ONANMASINA, Aşağıda yazılı temyiz giderinin temyiz edene yükletilmesine, Kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, Dosyanın kararı veren İlk Derece Mahkemesine gönderilmesine, 20.03.2023 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/2974 K: 2022/3228 T: 28.4.2022
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/4114 K: 2024/1782 T: 26.3.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8043 K: 2023/136 T: 12.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8670 K: 2023/3286 T: 12.6.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/129 K: 2024/455 T: 24.1.2024
Pay satışının gerçekte kat karşılığı inşaat sözleşmesi nedeniyle yükleniciye düşen bağımsız bölümlerin karşılığı olduğu, davacının kat karşılığı inşaat sözleşmesi ve eklerini imzalamak suretiyle hem bu fiili paylaşımı öğrendiği, hem de bu paylaşıma itiraz etmemesi nedeniyle önalım hakkını kullanmak istemesinin iyi niyet kurallarıyla bağdaşmayacağı, birleştirilen davada ise; davalıların pay değil doğrudan bağımsız bölümlerin tam hisselerini aldıkları, pay satışı olmadığından önalım hakkı kullanılmasının mümkün olmadığı
Taraflar arasındaki ön alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, İlk Derece Mahkemesince davanın reddine karar verilmiştir.
Kararın asıl ve birleştirilen davada davacı vekili tarafından, ihtiyati tedbir şerhi konulmasına dair kararın ise davalı … vekili ve bir kısım davalılar vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince istinaf başvurularının ayrı ayrı esastan reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı asıl ve birleştirilen davada davacı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: 1. Davacı vekili asıl dava dilekçesinde özetle; 64799 ada 7 parselde kayıtlı taşınmazın üzerinde davacı ile dava dışı kardeşleri … , … ve … ‘un paylı mülkiyet şeklinde hissedar olduğunu, davacının haberi ve onayı olmadan diğer hissedarların 19.02.2019 tarihinde hisselerini davalıya sattıklarını, dava dışı müteahhit …ile kat karşılığı inşaat sözleşmesi imzalandığını, müteahhitin taşınmaz üzerinde kat irtifakı kurulacağı gerekçesiyle malikleri vesikalı fotoğraflarıyla birlikte tapuya çağırdığını, daha sonra kardeşler arasında yaşanan tartışma nedeniyle davacının müteahhit tarafından ortamdan uzaklaştırıldığını, müvekkilinden habersiz olarak satış işlemlerinin yapıldığını belirterek dava konusu taşınmazda davalı adına kayıtlı tapu kaydının iptali ile davacı adına tescilini talep ve dava etmiştir.
- Birleştirilen davada davacı vekili; …’un satın alma işleminden kısa bir süre sonra taşınmazları elinden çıkarmaya başladığını, bu durumun asıl davanın açılmasından sonra öğrenildiğini, hileli davranışlarla elde ettiği 64799 ada 7 parselde bulunan bağımsız bölümlerin bir kısmını davalılara devrettiğini, satış işlemlerinin tarafların gerçek iradelerini yansıtmadığını, bağımsız bölümler üzerinde müvekkilinin ön alım hakkına sahip olduğunu belirterek davalılar adına olan tapu kayıtlarının iptali ile müvekkili adına tescilini talep ve dava etmiştir.
- Asli müdahil … Sac Profil Boru Metal İnşaat İthalat İhracat San. ve Tic. A.Ş. vekili talep dilekçesinde özetle; dava açılan yerde kat karşılığı inşaat sözleşmesi ile bina yapılmakta olduğunu, müteahhit ile içerisinde davacı … ile dava dışı diğer arsa hissedarları arasında düzenleme şeklinde gayrimenkul satış vaadive kat karşılığı inşaat sözleşmesi düzenlendiğini, sözleşme doğrultusunda arsa sahiplerine ait olacak bağımsız bölümler dışındaki bölümlerin yüklenici müteahhite ait olan yerler olduğunu, müvekkili şirketin 19.02.2019 tarihinde kat irtifakı kurulması ile birlikte sözleşmeye göre kendisine isabet eden bodrum kat 1, 2, 3, 4, 5, 6 ve 7 numaralı, birinci kat 17, 18, 19, 20, 21, 22, 23, 24, 25, 26, 27 ve 28 numaralı bölümleri …’a devrettiğini, bilahare de farklı tarihlerde bu yerlerin davalılara satış ve devir edildiğini, kat karşılığı inşaat sözleşmesi ve inşaat ruhsatı ile birlikte arsanın binaya dönüştüğünü ve burada ön alım hakkının kullanılamayacağını belirterek haksız davanın reddi ile asli müdahale talebinde bulunmuştur.
- CEVAP: 1. Asıl dava davalısı … vekili cevap dilekçesinde özetle; müvekkilinin devraldığı arsa payının müteahhidin 18.07.2018 tarihli düzenleme şeklinde satış vaadive arsa payı karşılığı inşaat sözleşmesi gereğince hak etmiş olduğu bağımsız bölümlere denk gelen kısımlar olduğunu, 08.05.2017 tarihli liste beyanına göre aynı şekilde tekrardan kat irtifakı kurulduğunu, davacının ise söz konusu gayrimenkulde arsa sahibi olup kat karşılığı inşaat sözleşmesinin tarafı olduğunu, arsa payı devri yapıldığını bilmesine rağmen kötü niyetli olarak menfaat sağlamaya çalıştığını belirterek davanın reddini savunmuştur.
- Birleştirilen davada davalılar; fiili taksimin olduğu bir yerde ön alım davası açılamayacağını belirterek davanın reddini savunmuşlardır.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararında, asıl ve birleştirilen davanın reddine karar vermiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde asıl ve birleştirilen davada davacı vekili, ihtiyati tedbir şerhi yönünden ise bir kısım davalılar vekili ile davalı … vekili istinaf başvurusunda bulunmuşlardır.
- İstinaf Sebepleri: 1. Asıl ve birleştirilen davada davacı vekili; kat karşılığı inşaat sözleşmesinde inşaatın %50’si tamamlandığında müteahhide hak edişlerinin %50’sinin devredileceği kararlaştırıldığı hâlde inşaatın %55’i tamamlandıktan sonra …’a hak edişinin %50’sinden fazlasının devredildiğini, … , … , … ve … ‘a vekâleten … ile … yetkilisi …arasında 18.07.2018 tarihli düzenleme şeklinde kat karşılığı inşaat sözleşmesi yapıldığını, sözleşmenin 5 inci fıkrasında ”Sözleşme tarihinden itibaren arsa sahipleri hisselerini müteahhidin muvafakati olmadan bir başkasına satamaz ipotek haciz şerh koyduramaz….” düzenlemesine yer verildiğini, onay olmaksızın yapılan satışların geçersiz olacağını belirterek hükmün kaldırılmasını istemiştir.
- Davalılar … ve … vekili katılma yolu ile sunmuş oldukları dilekçesinde; ihtiyati tedbir şerhinin kaldırılmasını, davacının tazminata ve 5.000,00 TL para cezasına mahkûm edilmesini ayrıca davacının istinaf taleplerinin reddini istemiştir.
- Davalı … vekili; müvekkilinin hissesine düşen gayrimenkul üzerindeki tedbirin kaldırılmasını, davacının hukuki dayanaktan yoksun istinaf başvurusunun reddine karar verilmesini talep etmiştir.
- Gerekçe ve Sonuç: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile “… davalı …’a yapılan pay satışının gerçekte kat karşılığı inşaat sözleşmesi nedeniyle yükleniciye düşen bağımsız bölümlerin karşılığı olduğu, davacının kat karşılığı inşaat sözleşmesi ve eklerini imzalamak suretiyle hem bu fiili paylaşımı öğrendiği, hem de bu paylaşıma itiraz etmemesi nedeniyle önalım hakkını kullanmak istemesinin iyi niyet kurallarıyla bağdaşmayacağı, birleştirilen davada ise; davalıların pay değil doğrudan bağımsız bölümlerin tam hisselerini aldıkları, pay satışı olmadığından önalım hakkı kullanılmasının mümkün olmadığı belirtilerek davacı vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine; davalıların istinaf talepleri yönünden ise, uyuşmazlığın dava konusu taşınmaz üzerindeki ayni hakka ilişkin olduğu, bu aşamada taşınmazların üçüncü kişilere devri durumunda hakkın elde edilmesinin imkansız hale geleceği ve ciddi bir zararın doğacağı endişesi oluştuğundan ihtiyati tedbir kararına dair incelenen mahkeme kararının usul ve yasaya uygun olduğu belirtilerek bir kısım davalılar vekilinin ve davalı … vekilinin istinaf başvurusunun reddine” karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde asıl ve birleştirilen davada davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davacı vekili; müteahhit …’nin kat irtifakı kurulacağı gerekçesiyle arsa sahiplerini tapuya çağırdığını, arsa sahibi olan kardeşlerinin kandırılarak hisselerinin devralındığını, … ve … hakkında Savcılığa suç duyurusunda bulunduklarını; ancak kovuşturmaya yer olmadığına karar verildiğini, kat karşılığı inşaat sözleşmesinde inşaatın %50’si tamamlandığında müteahhide kararlaştırılan hak edişlerinin %50’sinin devredileceği, ancak inşaatın %55’i tamamlandıktan sonra …’a hak edişinin %50’sinden fazlasının devredildiğini, devir işleminin davacının bilgisi dahilinde olmadığına dair tanık dinlenmesi taleplerinin reddedildiğini, 18.07.2018 tarihli kat karşılığı inşaat sözleşmesinin genel şartlar başlıklı ekinde yer alan 5 inci fıkra uyarınca müteahhidin onayı alınmadan yapılan satışların geçersiz olduğunu, kat irtifakı kurulmadan dava konusu hisseler satıldığı için davacının ön alım hakkını haiz olduğunu, inşaatın tamamlanma seviyesinin tespiti açısından keşif yapılması taleplerinin reddedilmesinin hukuka aykırı olduğunu, kat irtifakının 22.02.2019 tarihinde kurulduğunu, …’dan hisselerini devralan birleştirilen davadaki davalılara yapılan satışın da belirtilen sebeplerle geçersiz olduğunu belirterek hükmün bozulmasını istemiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Dava, ön alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: Kanuni ön alım hakkı, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 732 ve devamı maddelerinde düzenlenmiştir.
- Değerlendirme
- Bölge Adliye Mahkemelerinin nihai kararlarının bozulması 6100 sayılı Kanun’un 371 inci maddesinde yer alan sebeplerden birinin varlığı hâlinde mümkündür.
- Temyizen incelenen karar, tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dayandıkları belgelere, uyuşmazlığa uygulanması gereken hukuk kuralları ile hukuki ilişkinin nitelendirilmesine, dava şartlarına, yargılama ve ispat kuralları ile kararda belirtilen gerekçelere göre usul ve kanuna uygun olup temyiz dilekçesinde ileri sürülen nedenler kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte görülmemiştir.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle; temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararının 6100 sayılı Kanun’un 370 inci maddesinin birinci fıkrası uyarınca ONANMASINA, Aşağıda yazılı temyiz giderinin temyiz edene yükletilmesine, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 24.01.2024 tarihinde kesin olmak üzere oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2024/601 K: 2024/1368
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2024/1273 K: 2024/2586 T: 14.5.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/7855 K: 2023/267 T: 18.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/7848 K: 2023/21 T: 9.1.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/98 K: 2024/592 T: 5.2.2024
Davacının bedelde muvazaa iddiasını ispatlayamadığı ancak ön alım talebinin yerinde olduğu, ön alım davalarında davacı bedelde muvazaa iddiasını kanıtlayamadığında iddia ettiği bedel ile tapudaki satış bedeli arasındaki fark üzerinden davalı lehine, kalan kısım üzerinden ise davacı lehine vekâlet ücreti ve yargılama giderlerine hükmedilmesi gerektiği
Taraflar arasındaki sınırdaş parsel malikinin ön alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın kabulüne karar verilmiştir.
Kararın davalı vekilince istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacı vekili dava dilekçesinde; Hayrabolu ilçesi, … Mahallesi, 203 ada 40 ve 23 parsel sayılı taşınmazların tapuda müvekkili adına kayıtlı olduğunu, komşu 36 parsel sayılı taşınmazın 29.06.2016 tarih ve 4647 yevmiye numaralı işlem ile gerçekte dönümü 8.000,00 TL bedel ile satıldığı halde tapuda şuf’a hakkının kullanılmasını engellemek için 140.000,00 TL olarak ve yine bitişiğindeki 34 parsel sayılı taşınmazın 29.06.2016 tarih ve 4647 yevmiye numaralı işlem ile yine gerçekte dönümü 8.000 TL bedel ile satıldığı halde tapuda 110.000,00 TL olarak gösterildiğini, 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu’nun 8-i maddesi uyarınca taşınmazların davalı adına olan tapu kaydının iptali ile müvekkili adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
- CEVAP: Davalı vekili cevap dilekçesinde; davalı taşınmazları satın aldıktan sonra tarlalara su durmasını engellemek için lazerle tasfiye yaptığını, bu şekilde tarlaların değerinin daha da arttığını, davacının taşınmazların bedelinde muvazaa yapıldığında dair iddialarının gerçek dışı olduğunu, davalının taşınmazları tapuda belirtilen fiyata satın aldığını ve satış bedellerini taşınmaz maliklerine ödediğini, davacının daha satış yapıldığı sırada durumu bilmesine rağmen geçen uzun zaman içerisinde dava açmadığını, dava açma süresi için öngörülen hak düşürücü süre dolmak üzereyken eldeki davayı açtığını, davacının dava açmaktaki niyetinin satışın üzerinden uzun zaman geçtiğinden ve iki yıl önceki fiyatlarla ve bugün için oldukça düşük fiyatla taşınmazları satın almak olduğunu, bu nedenle davanın kabulü yoluna gidilecekse de taşınmazların satışı üzerinden uzun zaman geçtiğinden geçen zaman içerisinde meydana gelen darbe girişimi, ekonomik gelişmeler vesaire nedenlerle ve davalının taşınmazlarda yapmış olduğu lazer tasfiyesi ile taşınmazların değerinin oldukça yükselmiş olduğunu, dava tarihi itibariyle taşınmazların rayiç fiyatlarının belirlenip bu bedel üzerinden davacıya ön alım hakkı kullandırılması gerektiğini, davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; davacının 29.06.2016 tarihli taşınmaz alımına ilişkin işlemden dolayı TMK’nın 732. maddesi kapsamında yasal şufa hakkının bulunduğu ve bu hakkın yasal süresi içerisinde dava açılarak öne sürüldüğü, dava konusu 832 ve 834 parsel sayılı taşınmazların tamamının 29.06.2016 tarihinde 4647 yevmiye No.lu satış akdi ile 250.000,00 TL bedelle davalı …’a satıldığı, davalının satış bedeli dışında 5.000,00 TL harç ve 198,00 TL döner sermaye masrafı yaptığı, 15.05.2014 tarihli ve 29001 sayılı resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 6537 sayılı Kanunun 5 inci maddesi ile 5403 sayılı Kanuna eklenen 8/İ maddesinin ikinci fıkrası gereğince; tarımsal arazilerin satılması hâlinde sınırdaş tarımsal arazi maliklerinin de ön alım hakkını kullanabilecekleri, yine aynı maddenin üçüncü fıkrasında ön alım hakkının kullanılmasında Türk Medenî Kanunu hükümlerinin uygulanacağı belirtilmiş olduğu anlaşıldığından davanın kabulüne; Tekirdağ İli, Hayrabolu İlçesi, … Mahallesi, Yazılıkavak Mevkii, 203 ada 34 ve 36 parsel tarla niteliğindeki davalı … adına kayıtlı taşınmazların ön alım hakkı nedeni ile tapu kaydının iptaliyle davacı … adına tapuya kayıt ve tesciline, ön alım bedeli olan 255.198,00 TL’nin karar kesinleştiğinde davalı tarafa ödenmesine karar verilmiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
- İstinaf Sebepleri ve İstinaf Aşamasındaki Süreç
Davalı vekili istinaf dilekçesinde; gerekçeli kararda yargılama giderlerinin tamamından davalının sorumlu tutulmasına karar verilmesinin usule ve yasaya aykırı olduğunu, dava konusu taşınmazların tek bir tarla olduğunu ve tarımsal bütünlük arz ettiğini, bu nedenle davacının ön alım hakkını kullanamayacağını, davacının hakkını kötüye kullandığını, dava konuşu taşınmazlarda toplulaştırma şerhi olduğunu, dava konusu taşınmazların bulunduğu alanda davalıya ait birçok tarla olup davalının taşınmazları tarımsal bütünlük arz ettiğini, dava konusu taşınmazların satışının üzerinden uzun bir zaman geçtiğinden davacı, taşınmazların dava tarihindeki değeri üzerinden ön alım hakkını kullanabileceğini, bilirkişi raporunda taşınmazların kıymetini artıran önemli hususlar değerlendirilmediğini, bilirkişi raporunun yeterli incelemeyi içermediğini, davanın reddine karar verilmesini belirterek kararın kaldırılmasını talep etmiştir.
- Gerekçe ve Sonuç: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile 5403 sayılı Kanunu 8/i maddesinin 2 nci fıkrası gereğince tarımsal arazilerin satılması halinde sınırdaş tarımsal arazi maliklerinin önalım hakkını kullanabilecekleri, TMK 732 nci maddesi uyarınca ön alım hakkının kullanılmasında yasal bir engel bulunmadığı, şuf’a bedelinin depo edildiği, muvazaa iddiasının dosyadaki delil ve belgeler ile kanıtlanamadığı, bu nedenlerle davanın kabulü yönünde verilen kararda usul ve yasaya aykırılık bulunmadığı anlaşıldığından davalı vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davalı vekili temyiz dilekçesinde; istinaf dilekçesinde bildirdiği sebeplerle hükmün bozulmasına karar verilmesini istemiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Dava, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 732 ve devamı maddeleri ile 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu’nun 6537 sayılı Kanunla değiştirilen 8/i maddesinin ikinci fıkrası uyarınca sınırdaş parsel malikine tanınan yasal ön alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 1. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 732 ve devamı maddeleri ile 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu’nun 6537 sayılı Kanunla değiştirilen 8/i maddesinin ikinci fıkrası.
- Tarafların, davanın görülmesi ve sonuçlandırılması için ödedikleri paraların tümüne yargılama giderleri denir. Keşif giderleri, tanık ve bilirkişiye ödenen ücret ve giderler, yargılama sırasında yapılan diğer tüm giderler, vekille takip edilen davalarda kanun gereğince takdir olunacak vekalet ücreti yargılama giderleri kapsamındadır (HMK m. 323).
Kural olarak yargılama giderleri davada haksız çıkan yani aleyhine hüküm verilen tarafa yükletilir (HMK m 326). Yargılama giderlerine mahkemece re’sen hükmedilir. Yargılama gideri tutarı, hangi tarafa ve hangi oranda yükletildiği ve dökümü hüküm altında gösterilir ( HMK m. 332 / 1, 2 ).
- Değerlendirme
- Tarafların iddia, savunma ve dayandıkları belgelere, uyuşmazlığın hukuki nitelendirilmesi ile uygulanması gereken hukuk kurallarına, dava şartlarına, yargılamaya hâkim olan ilkelere, ispat kurallarına ve temyiz olunan kararda belirtilen gerekçelere göre davalı vekilinin aşağıdaki aşağıdaki bendin kapsamı dışındaki temyiz itirazları yerinde görülmemiştir.
- Davacının bedelde muvazaa iddiasını ispatlayamadığı ancak ön alım talebinin yerinde olduğu, ön alım davalarında davacı bedelde muvazaa iddiasını kanıtlayamadığında iddia ettiği bedel ile tapudaki satış bedeli arasındaki fark üzerinden davalı lehine, kalan kısım üzerinden ise davacı lehine vekâlet ücreti ve yargılama giderlerine hükmedilmesi gerektiğinden tüm yargılama giderlerinin davalı üzerinde bırakılması bozmayı gerektirir.
Ne var ki bu hatanın giderilmesi yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (6100 sayılı Kanun) 370 inci maddesinin ikinci fıkrası hükmü uyarınca Bölge Adliye Mahkemesi kararının düzeltilerek onanması gerekir.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle; 1. Davalı tarafın diğer temyiz itirazlarının REDDİNE, 2.Temyiz olunan, İlk Derece Mahkemesi kararına karşı istinaf başvurusunun esastan reddine ilişkin Bölge Adliye Mahkemesi kararının ORTADAN KALDIRILMASINA,
Davalı vekilinin temyiz itirazının yargılama gideri yönünden kabulü ile İlk Derece Mahkemesi kararının (4) numaralı bendi hükümden çıkartılarak yerine “Davacı tarafından yapılan 35,90 TL başvuru harcı, 170,78 TL peşin harç, 5,20 TL vekalet harcı, 4.187,38 TL tamamlama harcı, 1.577,70 TL yargılama masrafı olmak üzere toplam 5.976,96 TL yargılama giderinin davadaki haklılık oranına göre 4.745,10 TL kısmının davalıdan alınarak davacıya verilmesine,” yazılması suretiyle kararın bu şekilde DÜZELTİLEREK ONANMASINA,
İstek hâlinde peşin alınan temyiz harcının ilgiliye iadesine, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 05.02.2024 tarihinde kesin olmak üzere oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/2974 K: 2022/3228 T: 28.4.2022
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/4114 K: 2024/1782 T: 26.3.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8043 K: 2023/136 T: 12.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8670 K: 2023/3286 T: 12.6.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/85 K: 2024/514 T: 25.1.2024
Dava konusu payın satışına ilişkin hukuki işlemin tarafı olan davalı, üçüncü kişi durumundaki davacıya karşı bedelde muvazaa iddiasında bulunamaz ise de; davacı önalım hakkına engel olmak amacıyla satış bedelinin resmî satış senedinde yüksek gösterildiğini iddia edebilir ve bu iddiasını tanık dahil her türlü delil ile ispat edebilir. Öte yandan; keşif sonrasında alınan bilirkişi raporu, tek başına muvazaa iddiasını ispatlanması için yeterli olmayıp bunun için rapordaki verilerin davacının dayandığı herhangi bir delille desteklenmesi gerekmektedir.
Taraflar arasındaki 4721 sayılı Türk Medeni Kanununda düzenlenen yasal önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemli davadan dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın kabulüne karar verilmiştir.
Kararın davacı vekili ile davalı vekili tarafından ayrı ayrı istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince başvuruların esastan reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davacı vekili ile davalı vekili tarafından ayrı ayrı temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçelerinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacı vekili, dava dilekçesinde; müvekkilinin dava konusu 116 ada 8 parsel sayılı taşınmazda 1/4 oranında pay sahibi olduğunu, bu taşınmazda 3/4 paya sahip olan paydaşların paylarının tamamını 11.07.2018 tarihinde toplamda 200.000,00 TL bedel karşılığında davalıya sattıklarını, müvekkiline bu konuda herhangi bir bildirimin yapılmadığını, açılan başka bir ortaklığın giderilmesi davasında müvekkiline yapılan 25.10.2018 tarihli tebligat ile müvekkilinin satıştan haberinin olduğunu, öte yandan satış bedelinin aslında çok düşük gösterildiğini, bu yüzden satışın muvazaalı olduğunu belirterek davalı adına kayıtlı olan payın iptali ile müvekkili adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
- CEVAP: Davalı vekili cevap dilekçesinde; satışın davacıya defalarca haber verildiğini, onunla pazarlık yapıldığını ancak sonuç alınamadığını, davacının satışı baştan beri bildiğini, hak düşürücü süre olan üç ay içinde davanın açılmadığını ve davacının muvazaa iddiasının doğru olmadığını belirterek davanın reddini istemiştir.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: Kastamonu 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 21.04.2021 tarihli ve 2019/14 Esas, 2021/131 Karar sayılı kararında belirtilen “…davalı her ne kadar gerçek satış bedeli üzerinden şufa bedelinin ödenmesini talep etmişse de satış sözleşmesinin tarafı olan davalının bu sözleşme ile bağlı olduğu, davalının bedelde muvazaa iddiasına itibar edilemeyeceği, tapuda gösterilen satış bedeli ile davalı tarafından ödenen tapu harç ve masrafları toplamından ibaret olan önalım bedelinin de davacı tarafından mahkeme veznesine yatırılmış olduğu…” gerekçesiyle davanın kabulü ile; “Kastamonu ili, Merkez ilçesi, … Köyü 116 ada 8 parsel sayılı taşınmazda davalı … adına kayıtlı 3/4 hissenin tapu kaydının iptali ile davacı adına tapuya kayıt ve tesciline” karar verilmiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde, davacı vekili ile davalı vekili ayrı ayrı istinaf başvurusunda bulunmuşlardır.
- Gerekçe ve Sonuç
Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 15. Hukuk Dairesinin 18.10.2022 tarihli ve 2021/2568 Esas, 20232/2266 Karar sayılı kararında belirtilen “..davacı tanıklarının taşınmazda payını satan her bir satıcının 25.000,00 TL bedelle paylarını davalıya sattıklarını ve sonrasında da 5.000,00 TL ilave bedel aldıklarını bildirdiği, tanık beyanları bilgi ve görgüye dayalı olduğundan bu durumda tapuda gösterilen resmi satış bedelinin muvazaalı olduğunun kabul edilmesinin gerektiği, davacının dava dilekçesinde öne sürdüğü muvazaa iddiasını kanıtlamış olduğundan mahkemece keşifte belirlenen satış bedeli ile davalı tarafça ödenen harç ve masraflar toplamı üzerinden önalım hakkı tanınmasında bir usulsüzlük bulunmadığı…” gerekçesiyle istinaf başvurularının esastan reddine karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde, davacı vekili ile davalı vekili ayrı ayrı temyiz isteminde bulunmuşlardır.
- Temyiz Sebepleri: 1.Davacı vekili yönünden;
1.Davalı tarafın noter aracılığıyla müvekkiline herhangi bir bildirimde bulunmadığını,
2.Önalım bedelinde muvazaanın hem yerel mahkemece hem de Bölge Adliye Mahkemesince sabit görüldüğünü,
3.Yerel mahkemece, satış bedeli olarak 200.000,00 TL yerine 107.739,40 TL’nin kabul edildiğini ve bu durumda muvazaa farkının 96.260,60 TL olduğunu,
4.Bu fark üzerinden müvekkili lehine vekalet ücretine hükmedilmesinin gerektiğini belirterek kararın bozulmasını talep etmiştir.
2.Davalı vekili yönünden;
1.Kararın yasaya aykırı olduğunu,
2.Eksik inceleme sonucu karar verildiğini,
3.Müvekkilinin bilirkişi raporuna yaptığı itirazın sonuçsuz kaldığını,
4.Eldeki davanın iyi niyetten yoksun olduğunu, davacının satıştan haberinin olduğunu,
5.Eldeki davanın hakkın kötüye kullanılması niteliğinde olduğunu,
6.Davacının davayı üç aylık hak düşürücü süre içinde açmadığını,
7.Muvazaa iddiasının doğru olmadığını,
8.Davanın reddine karar verilmesi gerektiğini belirterek kararın bozulmasını talep etmiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Uyuşmazlık, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nda düzenlenen yasal önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 1.6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 369 uncu maddesinin birinci fıkrası, 370 ve 371 inci maddeleri ile 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 732, 733 ve 734 üncü maddeleri.
2.Yasal ön alım hakkı, paylı mülkiyet hükümlerine tâbi taşınmazlarda bir paydaşın taşınmazdaki payını kısmen veya tamamen üçüncü kişiye satması hâlinde, diğer paydaşlara, satılan bu payı öncelikle satın alma yetkisi veren bir haktır. Bu hak, paylı mülkiyet ilişkisi kurulduğu anda doğar ve pay satışı yapılmasıyla kullanılabilir hâle gelir.
3.Yasal ön alım hakkının kullanılmasıyla bu hakkı kullanan paydaş ile alıcı arasında kapsam ve şartları satıcı ile davalı arasında yapılan sözleşmenin aynı olan bir satım ilişkisi kurulmuş olur. Ön alım bedeli tapuda gösterilen satış bedeli ile davalı tarafından ödenen harç ve masrafların toplamından ibarettir.
4.Dava konusu payın satışına ilişkin hukuki işlemin tarafı olan davalı, üçüncü kişi durumundaki davacıya karşı bedelde muvazaa iddiasında bulunamaz ise de; davacı önalım hakkına engel olmak amacıyla satış bedelinin resmî satış senedinde yüksek gösterildiğini iddia edebilir ve bu iddiasını tanık dahil her türlü delil ile ispat edebilir. Öte yandan; keşif sonrasında alınan bilirkişi raporu, tek başına muvazaa iddiasını ispatlanması için yeterli olmayıp bunun için rapordaki verilerin davacının dayandığı herhangi bir delille desteklenmesi gerekmektedir.
- Değerlendirme
1.Tarafların iddia, savunma ve dayandıkları belgelere, uyuşmazlığın hukuki nitelendirilmesi ile uygulanması gereken hukuk kurallarına, dava şartlarına, yargılamaya hâkim olan ilkelere, ispat kurallarına ve temyiz olunan kararda belirtilen gerekçelere göre, davacı vekilinin temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine gerek görülmemiş; davalı vekilinin ise aşağıdaki paragrafın kapsamı dışında kalan temyiz itirazlarının incelenmesine gerek görülmemiştir.
2.Somut olaya gelince; dosya içinde bulunan ve keşif sonrası alınan bilirkişi raporunda davaya konu edilen 3/4 hissenin dava tarihindeki değerinin 103.739,40 TL, satış tarihindeki değerinin ise 115.266,00 TL olarak tespit edildiği görülmüştür. Öte yandan; yukarıdaki bilgilerden de anlaşılabileceği üzere, bilirkişi raporunda tespit edilen hisse değeri muvazaanın ispatı olarak tek başına yeterli değildir. Davacının, … ve … isminde iki ayrı tanığı bulunmakta olup onlara ait beyanların dosya arasında mevcut olduğu görülmüştür. Tanıklardan …’in yargılamanın 06.11.2019 tarihli 2. oturumunda alınan beyanı, “dava konusu taşınmazın değeri hakkında etraftan duyduğu kadarıyla 100.000,00 TL’nin üzerinde olduğu, kendisinin davalının dava konusu taşınmazı diğer paydaşlardan 117.000,00 TL karşılığında satın aldığı konusunda bilgi sahibi olduğu, (…) satışa dair yapılan telefon görüşmesi sırasında davalının 117.000,00 TL’ye anlaştığını söylediğini duyduğu, hem önceki hem de sonraki malikten satışın 117.000,00 TL’ye gerçekleştiğini duyduğu, satıştan önce davacının satıştan bilgisinin olmadığı, davalıdan duyduğu kadarıyla davacının hissesinin satışı konusunda uzlaşabileceklerini ancak davacının hissesini satacağı yönünde bir bilgisinin olmadığı” şeklindedir. Diğer tanık …’ın yargılamanın 22.01.2020 tarihli 3. oturumunda alınan beyanı ise; “taşınmazın satım tarihinde ne kadar ettiğini bilmediğini, ancak şu an emsal olarak dönümünün 250.000,00 TL’ye satıldığını bildiği, 2018 yılında yanında bulunduğu davacının telefonunun çalması sonrasında davacının yanından ayrılıp tekrar yanına geldiğinde davacının öfkeli olarak taşınmazın 3/4’ünün önceki paydaşları ile bu payları satın almak için konuştuğu, onların toplamda 90.000,00 TL istedikleri, daha sonra bu payların satıldığı, bu payların ne kadar satıldığını öğrenmek için davacı ile önceki maliklerin beraber yanına gittiklerinde önceki maliklerin her bir hissesini 25.000.00 TL’ye sattıkları, sonrasında da her birinini ayrı ayrı 5.000,00 TL aldıkları” şeklindedir.
3.Davacının muvazaa iddiasına dayalı olarak dinlettiği tanıklardan …, özetle satış bedelinin ne kadar olduğunu etraftan duyduğunu, sonrasında bu beyanı ile çelişki oluşturacak şekilde davacının yaptığı telefon konuşmasına şahit olduğunu, burada satış bedelini 117.000,00 TL olarak duyduğunu belirtmiştir. Adı geçen tanığın beyanları çelişkili olup telefon konuşmasındaki sözlerin satış akdine yansıdığı belli olmamakla beraber tanığın yer ve zaman göstermek suretiyle beyanlarını tasdik etmediği ve iki kişi arasında geçen telefon konuşmasını da nasıl duyduğunu belirtmediği anlaşılmıştır. Bununla birlikte; diğer davacı tanığı olan … ise satış sözleşmesinin önünde kararlaştırıldığını, her bir paydaşın toplamda 30.000,00 TL aldığını beyan etmiştir. Satış sözleşmesinde satıcı tarafın 6 paydaştan ibaret olduğu gözetildiğinde 30.000,00 TL’şer bedelin alındığının varsayılması halinde bunun 180.000,00 TL’ye tekabül edeceği ve satış akdine daha yakın bir meblağın ortaya çıktığı sonucuna varılmaktadır. Açıklanan sebeplerle; davalının satış akdinde bedelde muvazaaya yönelik işlem yaptığı dosyada bulunan somut deliller ile ispatlanamadığından mahkemece hüküm altına alınan 107.739,40 TL’nin satış bedeli olarak gözetilerek önalım hakkının bu bedel üzerinden kullandırılmış olması doğru görülmemiştir.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle; 1.Temyiz olunan, İlk Derece Mahkemesi kararına karşı istinaf başvurularının esastan reddine ilişkin Bölge Adliye Mahkemesi kararının ORTADAN KALDIRILMASINA, 2.İlk Derece Mahkemesi kararının BOZULMASINA,
Peşin alınan temyiz karar harcının istek hâlinde ilgiliye iadesine, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, bozma kararının bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 25.01.2024 tarihinde kesin olarak oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/2974 K: 2022/3228 T: 28.4.2022
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/4114 K: 2024/1782 T: 26.3.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8043 K: 2023/136 T: 12.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8670 K: 2023/3286 T: 12.6.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/68 K: 2023/358 T: 19.1.2023
Kural olarak önalım hakkının kullanılmasıyla taşınmaz, üzerindeki tüm yükümlülüklerle davacıya geçer. İpotek lehtarının davalı ile el ve işbirliği içinde olması hâlinde ise muvazaalı işleme değer verilmesi gerekeceğinden devrin yükümlülüklerden ari yapılması gerekir.
Taraflar arasındaki önalım davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın reddine karar verilmiştir.
Kararın davacı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince başvurunun kabulü ile İlk Derece Mahkemesi hükmü kaldırılarak yeniden esas hakkında hüküm kurulmak suretiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davalılar vekilleri tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: 1. Davacı vekili dava dilekçesinde; müvekkilinin pay sahibi olduğu taşınmazda paydaş olan Şükriye’nin hissesinin 02.09.2015 tarihinde davalı tarafından 2.000,00 TL bedelle satın alındığını, önalım hakkına dayanarak davalıya ait payın tapu kaydının iptali ile müvekkili adına tescilini talep etmiştir.
- Davacı vekili birleşen dava dilekçesinde; açılan şufa davasıyla birlikte hisse üzerine davalı … lehine konulan ipeteğin kaldırılarak müvekkili adına tapuya tescil edilmesini istemiştir.
- CEVAP: Davalı vekili cevap dilekçesinde; taşınmazı satın almadığını, miras hukukuyla ilgili amaçlarla yapılmış bir devir olduğunu savunmuştur.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile gerçek bir satış işlemi bulunmadığı, önalım hakkının kullanılamayacağı, davalı adına tescilli ipotek kaydının muteber olduğu gerekçeleriyle asıl ve birleşen davanın reddine karar verilmiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
- İstinaf Sebepleri: Davacı vekili istinaf dilekçesinde özetle; keşif esnasında dinlenen Şükriye’nin işlemin hibe değil satış olduğunu ifade ettiğini açıklamıştır.
- Gerekçe ve Sonuç: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile keşifte dinlenen tanık …’nin beyanlarından devrin gerçek bir satış olup hibe amacı bulunmadığının anlaşıldığı, bu hâli ile salt satış bedeli ve akrabalık ilişkisinin davalının hibe iddiasını ispata yeterli olmadığı ve davalının hibe iddiasını ispat edemediği, davacının süresi içerisinde bedeli ödediği gerekçesiyle davacı vekilinin istinaf başvurusunun kabulü ile İlk Derece Mahkemesi hükmünün kaldırılarak yeniden esas hakkında hüküm kurulmak suretiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı … vekili ve davalı … vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: 1. Davalı … Vekili Temyiz Dilekçesinde Özetle 1. Gerçek bir satış işlemi yapılmadığını, 2. İpotek bedeli dikkate alınmadan şufa bedelinin belirlendiğini, 3. Vekâlet ücreti ve ilâm harcının hatalı hesaplandığını ileri sürmüştür.
- Davalı … Vekili Temyiz Dilekçesinde Özetle
- Mahkeme tarafından yapılan keşifle gayrimenkulün değerinin 631.920,00 TL olmasına rağmen, 30.000,00 TL satışın gerçek satış olarak kabulü ile şufa hakkının kullanımına karar verilmesinin hatalı olduğunu,
- Devreden Şükriye ile davalı …’nin arasındaki hukuki işlemin, sırf Şükriye’nin beyanı ile satım olduğuna karar verildiğini,
- Taraflar arasındaki hukuki ilişkide tapu kaydının aleniyeti kapsamında ipotek tesis eden davalı bankaya hasarın tamamının yükletildiğini, davacının 631.920,00 TL bedelli taşınmaza sadece 30.000,00 TL ödeyerek malik olacağını,
- Davanın süresinde açılmadığını,
- Eksik harç dahi tamamlatılmadan ipotek işleminin iptalinin yasaya aykırı olduğunu,
- Eksik ve yetersiz incelemeye dayanarak hüküm kurulduğunu,
- Müvekkili banka davanın açılmasına sebebiyet vermediğinden birleşen dava yönünden davacı lehine avukatlık ücretine hükmedilmesinin de hatalı olduğunu ileri sürmüştür.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Uyuşmazlık, davanın kabulü kararın eksik incelemeye ve hatalı değerlendirmeye dayalı olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
- İlgili Hukuk: 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun “Yasal Önalım Hakkı-Önalım Hakkı Sahibi” başlıklı 732 nci maddesinde “Paylı mülkiyette bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması halinde, diğer paydaşlar önalım hakkını kullanabilirler” hükmü öngörülmüştür.
- Değerlendirme
- Tarafların iddia, savunma ve dayandıkları belgelere, uyuşmazlığın hukuki nitelendirilmesi ile uygulanması gereken hukuk kurallarına, dava şartlarına, yargılamaya hâkim olan ilkelere, ispat kurallarına ve temyiz olunan kararda belirtilen gerekçelere göre davalı … vekilinin temyiz itirazları yerinde görülmemiştir.
- Davalı … vekili temyiz itirazları yönünden yapılan incelemede; Davaya konu taşınmazda satış işlemi 02.09.2015 tarih ve 2552 yevmiye numaralı işlemle yapılmış, aynı tarihte sonraki bir yevmiye numaralı (2256) işlemle Ziraat Bankası lehine ipotek konulmuştur. Kural olarak önalım hakkının kullanılmasıyla taşınmaz, üzerindeki tüm yükümlülüklerle davacıya geçer. İpotek lehtarının davalı ile el ve işbirliği içinde olması hâlinde ise muvazaalı işleme değer verilmesi gerekeceğinden devrin yükümlülüklerden ari yapılması gerekir. Mahkemece davalı … lehine konulan ipotekte Bankanın kötü niyetine dair bir saptama yapılmadan ipoteğin fekkine karar verilmesi doğru görülmemiş bu sebeple hüküm bozulmuştur.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle; 1. Davalı … vekilinin temyiz itirazlarının yukarıda (1) numaralı bentte açıklanan sebeplerle REDDİNE, 2. Davalı … vekilinin temyiz itirazlarının yukarıda (2) numaralı bentte açıklanan sebeplerle kabulü ile temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararının BOZULMASINA, Peşin alınan temyiz karar harcının istek hâlinde ilgililere iadesine, Dosyanın kararı veren Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 19.01.2023 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/2974 K: 2022/3228 T: 28.4.2022
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/4114 K: 2024/1782 T: 26.3.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8043 K: 2023/136 T: 12.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8670 K: 2023/3286 T: 12.6.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/5476 K: 2022/7689 T: 13.12.2022
Her ne kadar mahkemece, dava konusu taşınmazda yapılan toplulaştırma işlemi neticesinde oluşan taşınmazların bir kısmında davacının bir kısmında ise davalının payı kalmadığından davanın reddine karar verilmesi yerinde ise de, davanın açıldığı tarihte davacının önalım hakkı bulunduğundan davacı aleyhine yargılama giderleri ve vekalet ücretine hükmedilmesi doğru değildir.
Davacı vekili tarafından, davalı aleyhine 24/03/2014 gününde verilen dilekçe ile önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istenmesi üzerine Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin bozma ilamına uyularak yapılan duruşma sonunda; davanın reddine dair verilen 18/11/2021 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün evrak incelenerek gereği düşünüldü:
Dava, 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 732. maddesinde düzenlenen yasal önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil talebine ilişkindir. Davacı, davaya konu 97 parsel sayılı taşınmazda hissedar olduğunu, davalının taşınmazda hisse satın aldığını sonradan öğrendiğini ve kendisine bu sürede resmi bildirimin yapılmadığını belirterek, yasal önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil talep etmiştir. Davalı vekili, dava konusu taşınmazda fiili taksim olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davanın kabulüne dair verilen kararın temyizi üzerine Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin 21.09.2020 tarih, 2020/2695 Esas, 2020/5202 Karar sayılı ilamıyla dava konusu taşınmazda yapılan toplulaştırma çalışması neticesinde oluşan taşınmazlarda tarafların paydaşlık durumunun sona ermesi nedeniyle davanın reddine karar verilmesi gerektiği gerekçesiyle kararın bozulmasına karar verilmiştir. Bozma ilamına karşı karar düzeltme talebinde bulunulması üzerine Dairenin 20.04.2021 tarih, 2021/1450 Esas, 2021/2956 Karar sayılı ilamıyla karar düzeltme isteminin reddine karar verilmiştir.
Mahkemece, bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonucunda; davanın reddine, yargılama giderlerinin davacı üzerinde bırakılmasına ve vekalet ücretinin davacıdan alınarak davalıya verilmesine karar verilmiştir.
Hükmü, davacı vekili temyiz etmiştir.
1.Yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve dosya içeriğine göre, davacı vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazları yerinde görülmemiş, bu nedenle reddine karar vermek gerekmiştir.
2.Davacı vekilinin diğer temyiz itirazlarının incelenmesine gelince;
Somut olayda; her ne kadar mahkemece, dava konusu 97 parsel sayılı taşınmazda yapılan toplulaştırma işlemi neticesinde oluşan taşınmazların bir kısmında davacının bir kısmında ise davalının payı kalmadığından davanın reddine karar verilmesi yerinde ise de, davanın açıldığı tarihte davacının önalım … bulunduğundan davacı aleyhine yargılama giderleri ve vekalet ücretine hükmedilmesi doğru değildir. Ne var ki bu husus kararın bozulmasını ve yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden hüküm sonucunun 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 438/7. maddesi gereğince aşağıdaki şekilde düzeltilerek onanmasına karar vermek gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda (1) numaralı bentte açıklanan nedenlerle davacı vekilinin sair temyiz itirazlarının REDDİNE, (2) numaralı bent uyarınca davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hüküm fıkrasının 4. ve 5. bentleri hükümden çıkarılarak yerine, “4-Davacı tarafça yapılan 99,50 TL tebligat gideri ve posta masrafının davalıdan alınarak davacıya verilmesine” ve “5-Davacı kendisini vekil ile temsil ettirdiğinden karar tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi gereğince 4.080,00 TL vekalet ücretinin davalıdan alınarak davacıya verilmesine” ibarelerinin eklenmesine hükmün DEĞİŞTİRİLMİŞ ve DÜZELTİLMİŞ bu şekliyle ONANMASINA, peşin yatırılan harcın yatırana iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 13.12.2022 tarihinde oy çokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY
Paylı mülkiyet nedeni ile … kanuni önalım …, ancak müşterek mülkiyet ilişkisi devam ettiği sürece mevcuttur. Payını yitiren davacının paydaşlığından söz edilemeyeceğinden davanın reddi gerekir.
Hukuk Muhakemeleri Kanununun yargılama giderlerine ilişkin hükümleri önalım davalarında da aynen uygulanır.
Hukuk Muhakemeleri Kanununun 326. maddesi gereğince, yargılama giderlerinin, aleyhine hüküm verilen taraftan alınmasına karar verilir.
Dava, davacının toplulaştırma nedeni ile payını yitirdiğinden reddedilmiştir. Yukarıda yapılan açıklama doğrultusunda, payını yitiren davacının önalım … da kalmadığından, yargılama giderlerinden sorumluluğun belirlenmesinde, dava açma sırasında haklılık unsurunun bir önemi bulunmayacaktır. Bu sebeple, davacı lehine avukatlık ücretinin hüküm altına alınması doğru olmayıp, sayın çoğunluğun kararına iştirak edememekteyim.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/5747 K: 2023/1030 T: 21.2.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8669 K: 2023/926 T: 16.2.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8328 K: 2023/772 T: 9.2.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/201 K: 2023/1610 T: 20.3.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/5472 K: 2023/150 T: 12.1.2023
Mahkemece yapılan keşif, keşifte dinlenen mahalli bilirkişi ve tanık beyanlarından davacı tarafın dava konusu taşınmazda fiilen kullandığı bir yerin olduğu anlaşılsa dahi davalının veya davalıya pay satanların fiilen kullandığı bir yer tespit edilememiş olup bu durumda fiili taksimin varlığından söz edilemez.
Taraflar arasında İlk Derece Mahkemesinde görülen önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil davasında verilen karar hakkında yapılan temyiz incelemesi sonucunda, Yargıtay 14. Hukuk Dairesince bozulmasına karar verilmiştir.
Yahyalı Asliye Hukuk Mahkemesince bozmaya uyularak yeniden yapılan yargılama sonucunda; davanın kabulüne karar verilmiştir.
Yahyalı Asliye Hukuk Mahkemesi kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacı dava dilekçesinde özetle; paydaşı olduğu Kayseri ili, Yahyalı ilçesi, 52 parsel sayılı taşınmazda dava dışı Zöhre ve Osman’ın davalıya yaptığı pay satışları ile ilgili yasal önalım hakkını kullanmak istediğini belirterek, davalı adına kayıtlı 1/4 payın iptali ile adına tapuya tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
- CEVAP: Davalı yargılama sırasındaki beyanlarında; dava konusu taşınmazda fiili taksim bulunduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: Mahkemece, “davanın reddine” karar verilmiştir.
- 1. BOZMA VE 1. BOZMADAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ
- Bozma Kararı
Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin 16.03.2015 tarihli 2014/11840 Esas ve 2015/2860 Karar sayılı ilamı ile, “..davacının bedelde muvazaa iddiası ile ilgili belge ve delilleri, davalı tarafın fiili taksim bulunduğuna yönelik savunma ve delilleri toplanıp değerlendirilerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekir.”
Türk Medeni Kanununun “Hukukun uygulanması ve kaynakları” başlıklı 1 inci maddesi gereğince de “Kanun, sözüyle ve özüyle değindiği bütün konularda uygulanır. Kanunda uygulanabilir bir hüküm yoksa, hâkim, örf ve âdet hukukuna göre, bu da yoksa kendisi kanun koyucu olsaydı nasıl bir kural koyacak idiyse ona göre karar verir. Hâkim, karar verirken bilimsel görüşlerden ve yargı kararlarından yararlanır.” Aynı kanunun “Hakimin takdir yetkisi” başlıklı 4 üncü maddesi gereğince de “Kanunun takdir yetkisi tanıdığı veya durumun gereklerini ya da haklı sebepleri gözönünde tutmayı emrettiği konularda hâkim, hukuka ve hakkaniyete göre karar verir.”
Mahkemece, yukarıda değinilen yasa hükümleri gereğince uygulama yapılarak hüküm kurulması gerekirken, tamamen sübjektif değerlendirmelerle ve yasal olmayan bir gerekçeyle yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir.” gerekçesiyle hükmün bozulmasına karar verilmiştir.
- İlk Derece Mahkemesince Bozmaya Uyularak Verilen Karar
İlk Derece mahkemesi, “dava konusu taşınmazda fiili taksim bulunduğu gerekçesiyle davanın reddine” karar vermiştir.
- 2. BOZMA VE 2. BOZMADAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ
- Bozma Kararı
Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin 19.02.2020 tarihli 2016/14011 Esas ve 2020/1944 Karar sayılı ilamı ile, “…mahkemece yapılan keşif, keşifte dinlenen mahalli bilirkişi ve tanık beyanlarından davacı tarafın dava konusu taşınmazda fiilen kullandığı bir yerin olduğu anlaşılsa dahi davalının veya davalıya pay satanların fiilen kullandığı bir yer tespit edilememiş olup bu durumda fiili taksimin varlığından söz edilemez.
Açıklanan nedenlerle, mahkemece davacının önalım talebi hakkında bir karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir.” gerekçesiyle hükmün bozulmasına karar verilmiştir.
- İlk Derece Mahkemesince Bozmaya Uyularak Verilen Karar
İlk Derece mahkemesi, “yasal önalım şartlarının oluştuğu, davanın süresinde açıldığı, önalım bedelinin depo edildiği gerekçeleriyle davanın kabulüne” karar vermiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuran
İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili tarafından temyiz isteminde bulunulmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davalı vekili, dava konusu taşınmazda fiili taksimin bulunduğunu, davanın kabulüne karar verilmesinin usul ve yasaya aykırı olduğunu ve re’sen incelenecek nedenlerle de kararın bozulması gerektiğini belirtmiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Uyuşmazlık, önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 732, 733 ve 734 üncü maddeleri.
- Değerlendirme
Temyizen incelenen İlk Derece Mahkemesi kararının bozmaya uygun olduğu, kararda ve kararın gerekçesinde hukuk kurallarının somut olaya uygulanmasında bir isabetsizlik bulunmadığı anlaşılmakla; davalı vekilince temyiz dilekçesinde ileri sürülen nedenler yeniden kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte görülmediğinden hükmün onanması gerekmiştir.
VII. KARAR
Açıklanan sebeplerle; uyulan bozma kararı gereğince tesis edilmiş İlk Derece Mahkemesi kararında hukuk kurallarının somut olaya uygulanmasında bir isabetsizlik olmamasına, bozma ile kesinleşen ve karşı taraf yararına kazanılmış hak durumunu oluşturan yönlerin ise yeniden incelenmesine hukuken imkan bulunmamasına göre yerinde görülmeyen tüm temyiz itirazlarının reddi ile usûl ve kanuna uygun olan kararın ONANMASINA,
Aşağıda yazılı temyiz giderinin temyiz edene yükletilmesine, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine gönderilmesine, Kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 12.01.2023 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/5438 K: 2023/5646 T: 22.11.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/7848 K: 2023/21 T: 9.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8043 K: 2023/136 T: 12.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8328 K: 2023/772 T: 9.2.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/4491 K: 2023/5756 T: 28.11.2023
Aradan geçen zaman içinde taşınmazın değerinde meydana gelen objektif artışlar ve enflasyon olgusu nedeniyle kurda meydana gelen değişikliklerin ön alım bedelinin belirlenmesine etkisi olduğu kabul edilmelidir. Resmi satış sözleşmesindeki ön alım bedeline davacı tarafından muvazaa nedeniyle itiraz edilmesi, bu nedenle yargılamanın uzaması, ön alım bedelinin makul süre içerisinde depo edilmemesi ve vadeli bir mevduat hesabında değerlendirilmemesi nedeniyle davacıyı, amaç dışında zenginleştirecek ve alıcı davalıyı da fakirleştirecek yorum ve sonuçlardan kaçınılmalıdır. Hakkın kullanılması hiçbir zaman davalının zararına olmamalıdır.
Taraflar arasındaki ön alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın reddine karar verilmiştir.
Kararın davacı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince başvurunun kabulüne İlk Derece Mahkemesi kararının kaldırılmasına, davanın kabulüne karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davalı vekili tarafından duruşma istemli temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, 28.11.2023 tarihinde duruşma yapılmasına ve duruşma gününün taraflara davetiye ile bildirilmesine karar verilmiştir.
Belli edilen günde temyiz eden davalı vekili Av. … … … ile karşı taraftan davacı vekili Av. … geldiler. Açık duruşmaya başlandı. Gelenlerin sözlü açıklamaları dinlenildikten sonra açık duruşmanın bittiği bildirildi. İşin incelenerek karara bağlanması için Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlenerek dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacı vekili; müvekkilinin hissedar olduğu 27803 ada 1 parsel sayılı taşınmazda davalının 15.03.2018 tarihinde 89/1387 hisse satın aldığını, müvekkilinin bu satış nedeniyle kanundan … ön alım hakkını kullanmak istediğini belirterek, davalı adına kayıtlı payın iptali ile müvekkili adına tescilini talep etmiştir.
- CEVAP: Davalı vekili; dava konusu taşınmazda hissedarlar arasında süre gelen bir fiili taksimatın olduğunu, taşınmaz üzerinde … …, … … ve … …’ya ait kullanılmış atıl vaziyette olan 4 adet gecekondu ve eklentilerinin mevcut olduğunu belirterek davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile dava konusu taşınmazda fiili taksim olduğu belirtilerek davanın reddine karar verilmiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
- İstinaf Sebepleri: Davacı vekili; taşınmazda müvekkilinin kullandığı bir yer olmadığı gibi, davalıya pay satan … …’nın da kullandığı bir bölümün olmadığını beyan ederek İlk Derece Mahkemesi kararının kaldırılmasını talep etmiştir.
- Gerekçe ve Sonuç: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; taşınmaz üzerinde evvelinde … …, … …, … … ve … …’e ait dört adet gecekondu bulunduğu, bu gecekonduların 2002 yılında yıkıldığı, taşınmaz üzerinde davacıya ve davalıya pay devreden … …’ya ait gecekondu bulunmadığı gibi bu kişiler tarafından fiilen kullanılan bir alanın da bulunmadığı gerekçesiyle, davacı vekilinin istinaf başvurusunun kabulüne, İlk Derece Mahkemesi kararının kaldırılmasına ve davanın kabulüne karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davalı vekili, dava konusu taşınmazda fiili taksim olduğunu, Bölge Adliye Mahkemesi tarafından yeterli inceleme yapılmadan karar verildiğini, ön alım bedelinin geç depo ettirilmesi nedeniyle zarara uğradığını, arsanın geçen zamanda değerlendiğini belirterek kararın bozulmasını talep etmiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Uyuşmazlık, ön alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 369 uncu maddesinin birinci fıkrası ile 370 ve 371 … maddeleri, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 732, 733 ve 734 üncü maddeleri, 27.03.1957 günlü ve 1956/12 Esas, 1957/2 Karar sayılı Yargıtay İçtihatı Birleştirme Kararı.
- Değerlendirme
- Yapılan yargılamaya, toplanan delillere ve dosya kapsamına göre davalı vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan sair temyiz itirazları yerinde görülmemiş, reddi gerekmiştir.
- Ön alım hakkının kullanılmasıyla bu hakkı kullanan paydaş ile alıcı arasında kapsam ve şartları satıcı ile davalı arasında yapılan sözleşmenin aynı olan bir satım ilişkisi kurulmuş olur. Kural olarak ön alım bedeli tapuda gösterilen satış bedeli ile davalı tarafından ödenen harç ve masrafların toplamından ibaret olup bu bedelin dava açılırken hazır edilmesi ve mahkemece makul süre içinde mahkeme veznesine depo edilmesiyle birlikte vadeli bir hesapta değerlendirilmesi gereklidir.
- Somut olaya gelince; Bölge Adliye Mahkemesince resmi senetteki satış bedeli ve masrafların toplamı olan 249.900,00 TL’nin 06.04.2022 tarihinde depo edilmesine karar verildikten sonra davanın kabulüne karar verilmiştir.
- Davalı vekili ise; satış tarihinin 15.03.2018 olduğunu, dava tarihinin 11.03.2020 olduğunu, aradan geçen süre zarfında taşınmazın bedelinin kat kat arttığını, paranın satın alma gücünde ciddi kayıplar oluştuğunu, davalının ciddi miktarda zarara uğratıldığını, bedel depo edilirken bu hususların mahkemece dikkate alınmadığını belirterek hükmü temyiz etmiştir.
- Aradan geçen zaman içinde taşınmazın değerinde meydana gelen objektif artışlar ve enflasyon olgusu nedeniyle kurda meydana gelen değişikliklerin ön alım bedelinin belirlenmesine etkisi olduğu kabul edilmelidir. Resmi satış sözleşmesindeki ön alım bedeline davacı tarafından muvazaa nedeniyle itiraz edilmesi, bu nedenle yargılamanın uzaması, ön alım bedelinin makul süre içerisinde depo edilmemesi ve vadeli bir mevduat hesabında değerlendirilmemesi nedeniyle davacıyı, amaç dışında zenginleştirecek ve alıcı davalıyı da fakirleştirecek yorum ve sonuçlardan kaçınılmalıdır. Hakkın kullanılması hiçbir zaman davalının zararına olmamalıdır.
- Dava konusu payın satış tarihi ile ön alıma konu payın davacı adına tesciline yönelik karar tarihi arasında … bir sürenin geçmiş olması gözönüne alındığında bu durumun davacıyı amacı dışında zenginleştirdiği davalıyı da fakirleştirdiği ve bir tarafın diğer taraf zararına azımsanamayacak derecede oransız bir çıkar sağladığı, bu durumun 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 2 nci maddesinde düzenlenen dürüstlük kuralına aykırı olacağı açıktır.
- Mahkemelerce, ön inceleme tarihi itibariyle resmi senetteki bedelin, vadeli bir mevduat hesabında depo edilmesine karar verilerek yargılama sürecinin uzaması nedeniyle ön alım bedelinde meydana gelecek değer kaybının önüne geçilmesi sağlanmış olacaktır.
- Ne var ki; somut olayda ön alım bedeli öninceleme duruşma tarihi itibariyle depo ettirilmemiş, 06.04.2022 tarihinde satış bedeli ve masrafları toplamı depo edilerek satış bedelinin değerinde meydana gelen azalmanın önüne geçilmemiştir. Bu doğrultuda mahkemece, uzman bilirkişiden denetime elverişli şekilde rapor alınarak resmi senette yazılı satış bedeli ile tapu masrafı toplamı olan 249.900,00 TL’nin ön inceleme tarihi olan 01.10.2022 tarihinden bilirkişi incelemesi yapılan tarihe kadar nemalandırılması halinde ulaşacağı değer belirlenmeli, belirlenen bu miktardan depo edilen (nemalı veya nemasız) miktar ile nemalandırılmış ise … miktarı çıkarıldıktan sonra aradaki farkın da depo edilmesine karar verilmelidir. Belirtilen eksiklik giderildikten sonra işin esası hakkında bir hüküm kurulması gerekirken yazılı olduğu şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
- KARAR
Açıklanan sebeple, Temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararının BOZULMASINA, Peşin alınan temyiz karar harcının istek hâlinde ilgiliye iadesine, Yargıtay duruşma vekalet ücreti 17.100,00 TL’nin davacıdan alınarak davalıya verilmesine, Dosyanın kararı veren Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 28.11.2023 tarihinde kesin olmak üzere oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/6321 K: 2023/6603 T: 28.12.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/3563 K: 2024/2678 T: 16.5.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/7855 K: 2023/267 T: 18.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8492 K: 2023/1264 T: 2.3.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/2574 K: 2023/3435 T: 15.6.2023
Önalım hakkının kullanılmasıyla bu hakkı kullanan paydaş ile alıcı arasında kapsam ve şartları satıcı ile davalı arasında yapılan sözleşmedeki gibi bir satım ilişkisinin kurulmuş olacağı, bu nedenle taşınmazda sonradan meydana gelen değer artışlarının dikkate alınamayacağı, davacının yapmış olduğu zorunlu masrafların bu davada tartışılamayacağı.
Taraflar arasında İlk Derece Mahkemesinde görülen 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nda düzenlenen yasal ön alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil davasında İlk Derece Mahkemesince davanın kabulüne karar verilmiştir.
İlk Derece Mahkemesi kararının davalı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine Bölge Adliye Mahkemesince, davalı vekilinin istinaf talebinin esastan reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı, davalı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacı vekili, dava dilekçesinde; müvekkilinin davaya konu 607 ada 1 parsel sayılı taşınmazın ½ paydaşı olduğunu, bu taşınmazdaki diğer ½ payın müvekkiline herhangi bir resmi bildirimde bulunulmadan 23.09.2020 tarihinde davalıya 300.000,00 TL bedel karşılığında satıldığını, müvekkilinin yasal ön alım hakkına sahip olduğunu ve satış bedelini depo etmeye hazır olduğunu belirterek davalı adına kayıtlı ½ payın iptali ile müvekkili adına tescilini talep etmiştir.
- CEVAP: Davalı, cevap dilekçesinde; dava konusu taşınmaz üzerinde davacının iddiasını destekler nitelikte bir hakkın varlığına yönelik şerhin bulunmadığını, davacının muvazaa iddiasında bulunduğunu, bu iddiasına yönelik davacının herhangi bir somut delil ileri sürmediğini, satışın gerçek bir satış olduğunu ve müvekkili ile önceki malik arasında bir yakınlığın da bulunmadığını belirterek davanın reddini istemiştir.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: Gebze 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 16.11.2021 tarihli ve 2021/19 Esas, 2021/360 Karar sayılı kararıyla; davanın kabulüne karar verilmiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde, davalı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
- Gerekçe ve Sonuç
Sakarya Bölge Adliye Mahkemesi 4. Hukuk Dairesinin 03.03.2022 tarihli ve 2022/367 Esas, 2022/421 Karar sayılı kararındaki, “…önalım hakkının kullanılmasıyla bu hakkı kullanan paydaş ile alıcı arasında kapsam ve şartları satıcı ile davalı arasında yapılan sözleşmedeki gibi bir satım ilişkisinin kurulmuş olacağı, bu nedenle taşınmazda sonradan meydana gelen değer artışlarının dikkate alınamayacağı, davacının yapmış olduğu zorunlu masrafların bu davada tartışılamayacağı, davacı tarafından davalının yapmış olduğu satış bedeli ve tapu masraflarının da depo edilmiş olduğunun görüldüğü, 4721 sayılı TMK’nın 432 ve devamı maddeleri gereğince önalım davasına ilişkin koşulların oluştuğu…” gerekçesiyle davalı vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde, davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: 1. Davacının kötü niyetli olduğuna yönelik savunmalarının dikkate alınmadan davanın reddedildiğini,
- Davacının eldeki davayı açmada kötü niyetli olduğunu,
- Taşınmazın müvekkili tarafından neredeyse baştan inşa edildiğini,
- Müvekkilinin taşınmazda malik olmadan zilyet konumunda olduğunu,
- Müvekkilinin taşınmazın maliki olacağına dair duyduğu güven dolayısıyla taşınmazda tadilata başladığını, yaptığı masrafın 1.000.000 TL tutarı aştığını,
- Daha sonra taşınmazın yarı hissesinin müvekkili tarafından satın alındığını,
- Kötü niyetin korunmaması gerektiğini,
- Ön alım bedelinin uyarlanması gerektiğini,
- Gebze 1. Sulh Hukuk Mahkemesinin 2021/62 D.İş. dosyası kapsamında alınan bilirkişi raporuna
göre müvekkilinin taşınmazda yaptığı harcama toplamının 1.045.000,00 TL olarak tespit edildiğini belirterek kararın bozulmasını talep etmiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Uyuşmazlık, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nda düzenlenen yasal önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 732. maddesi vd.
- Değerlendirme
- Temyiz olunan nihai kararların bozulması 6100 sayılı Kanun’un 371 inci maddesinde yer alan sebeplerden birinin varlığı hâlinde mümkündür.
- Temyizen incelenen Bölge Adliye Mahkemesi kararının hukuka uygun olduğu, kararda ve kararın gerekçesinde hukuk kurallarının somut olaya uygulanmasında bir isabetsizlik bulunmadığı ve temyiz dilekçesinde ileri sürülen nedenlerin kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte olmadığı görülmüştür.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle; Davalı vekilinin yerinde görülmeyen tüm temyiz itirazlarının reddi ile usul ve kanuna uygun olan kararın ONANMASINA, Aşağıda yazılı temyiz giderinin temyiz edene yükletilmesine, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 15.06.2023 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/3691 K: 2022/6951 T: 16.11.2022
Dava konusu taşınmaz üzerindeki kat mülkiyetinin kendiliğinden sona erdiği ve arsa payı üzerindeki paylı mülkiyetin devam ettiği anlaşıldığından, taşınmazdaki paydaşlardan birinin payını üçüncü bir kişiye satması hâlinde 4721 sayılı TMK’nın 732. maddesi gereğince diğer paydaşların ön alım haklarını kullanabileceği gözetilerek, bu yönde araştırma ve inceleme yapılarak sonucuna göre karar verilmesi gereklidir.
Davacılar vekili tarafından, davalı aleyhine 14/10/2014 gününde verilen dilekçe ile ön alım hakkından kaynaklanan tapu iptali ve tescil talebi üzerine yapılan duruşma sonunda; davacılar … ve … yönünden bozma ilamı öncesi verilen karar kesinleştiğinden bu davacılar yönünden yeniden hüküm kurulmasına yer olmadığına, davacı … (mirasçılarının) ve asli müdahillerin davasının ayrı ayrı kabulüne dair verilen 30/03/2022 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
K A R A R
Davacılar … ve arkadaşları vekili 14.10.2014 tarihli dava dilekçesinde; çekişme konusu İstanbul ili, Maltepe ilçesi, 6/1 pafta 70 ada 47 (eski 16) parsel sayılı taşınmazın 132,37m2’lik bölümünün Ulaştırma Bakanlığı Demiryolları ve … Meydanları İnşaat Genel Müdürlüğü (DHL) tarafından Marmaray Bölge Müdürlüğü adına kamulaştırılıp ifraz edildiğini, arsa üzerindeki bina yıkıldığından cins tashihine gerek kalmadan taşınmazın arsa niteliğine dönüştüğünü, 09.03.2013 tarihli taahhütname ile hissedarların ortaklığın giderilmesi davası açmayacaklarının ve payını satmak isteyen paydaşın önce diğer paydaşa teklif vereceğinin kabul edildiğini, paydaş …’in payını önce … …’ye, … … tarafından da davalı …’a satıldığını ileri sürerek ihtar ve ihbar yapılmadan yapılan pay satışı nedeniyle, davalı adına temlik edilen 60/2000 payın tapuda belirtilen 80.000,00 TL satış bedeli esas alınarak bu bedelin ve tüm yasal eklentilerinin ödenmek suretiyle müvekkillerinin ön alım haklarının kabul edilerek, davalı adına olan tapu kaydının iptali ile müvekkilleri adına eşit olarak tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
Asli müdahale talebinde bulunan … ve arkadaşları vekili 30.04.2015 tarihli dilekçesinde; müvekkillerinin ön alım davasına konu çekişmeli taşınmazda paydaş olduklarını, yapılan satış işlemlerini yeni öğrendiklerini, ön alım hakkına dayalı olarak davaya konu 60/2000 payın tapu kaydının iptali ile taşınmazdaki payları dikkate alınarak müvekkilleri adına tesciline, dava değerinin satış bedeli olan 80.000,00 TL olarak dikkate alınmasına karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı vekili 10.11.2014 tarihli cevap dilekçesinde; çekişme konusu taşınmaz üzerinde kat irtifakı kurulu olduğundan 634 sayılı Kanunun 8. maddesi gereğince şufa hakkının kullanılamayacağını, müvekkilinin ikinci alıcı olması nedeniyle iyi niyetinin korunacağını belirterek davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
Mahkemece; dava konusu taşınmazın kat mülkiyetine tabi bir taşınmaz olduğu, kat mülkiyetine taşınmazda bina yıkılsa bile her bir bağımsız bölüm sahibinin mülkiyet hakkının münferit olduğu, kat mülkiyetine tabi taşınmazda ön alım … kullanılamayacağından davacı … ve asli müdahillerin davasının reddine, davacılar … ve … yönünden açılan davanın 17.02.2015 tarihinde takipsiz bırakıldığı ve bu davacıların süresinde davalarını yenilemedikleri anlaşıldığından bu davacıların açmış olduğu davanın Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK)’nun 150. maddesi gereğince açılmamış sayılmasına dair verilen kararın davacı … ile asli müdahiller … ve arkadaşları vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin 18.01.2016 gün 2015/14663 Esas, 2016/436 sayılı Kararı ile; “634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanunu (KMK)’nun 47. maddesine göre, ana yapının tümü harap olmuşsa, ana gayrimenkul üzerindeki kat mülkiyetinin kendiliğinden sona erdiği, somut olayda; üzerinde kat mülkiyeti kurulu bulunan ana taşınmazın vasfının bahçeli kargir apartman olduğu, 70 ada 16 parsel sayılı dava konusu taşınmazın 132,37 m2’lik kısmının kamulaştırma yoluyla ifraz edilerek Hazine adına tescil edildiği, kamulaştırma işleminden sonra dava konusu taşınmazın üzerindeki kargir apartmanın yıkıldığı ve taşınmazın yeni parsel numarası alarak 70 ada 47 parsel sayılı taşınmaz olarak yine bahçeli kargir apartman vasfında 638,63 m2 yüzölçümü ile tapu kaydının oluştuğu, her ne kadar kamulaştırma işleminden sonra ana taşınmazın tamamen yıkılmış olmasına rağmen oluşan yeni tapu kaydında kat mülkiyeti devam etmekte ise de dava konusu 70 ada 47 parsel sayılı taşınmaz üzerindeki ana yapının tamamen harap olması nedeniyle kat mülkiyetinin kendiliğinden sona erdiği, bu itibarla, taşınmazdaki paydaşlardan birinin payını üçüncü bir kişiye satması hâlinde 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (TMK)’nun 732. maddesi gereğince diğer paydaşların ön alım haklarını kullanabileceği gözetilmeden yazılı şekilde karar verilmesinin doğru görülmediği” gerekçesiyle kararın bozulmasına karar verilmiştir.
Bozma ilamı sonrasında mahkemece; Maltepe Tapu Müdürlüğünün 07.03.2017 tarihli cevabi yazısına göre İstanbul ili, Maltepe ilçesi, Küçükyalı Mahallesinde bulunan kat mülkiyetli 15885 ada 47 parsel sayılı 638,63 m2 alanlı bahçeli kargir apartman niteliğindeki ana taşınmazın 60/2000 arsa paylı bodrum kat 2 numaralı bağımsız bölümünün …’e ait iken 19.07.2013 tarihinde … …’ye satıldığı, bu kişi tarafından ise 01.10.2014 tarihinde davalı …’a satıldığı, kat mülkiyetli ana taşınmazın yıkıldığı yönünde taraflar arasında herhangi bir uyuşmazlığın bulunmadığı, ancak tapu kayıtları üzerinde kat mülkiyeti hâlen devam etmekte olup, kat mülkiyetinin terkin edilmediği, bu bakımdan Kat Mülkiyeti Kanunu hükümleri uyarınca ön alım hakkının kullanılmasına olanak bulunmadığı gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme kararının davacı … ve asli müdahiller … ve arkadaşları vekili tarafından temyizi üzerine Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 05.03.2020 gün 2018/14-559 Esas, 2020/261 sayılı Kararı ile “çekişme konusu 70 ada 16 parsel sayılı taşınmaz 771,00 m2 yüzölçümünde bahçeli kâgir apartman vasfında ve kat mülkiyetine çevrilmiş şekilde tapuda kayıtlı iken, taşınmaz hakkında Ulaştırma Bakanlığı DLH Marmaray Bölge Müdürlüğü tarafından Gebze-Haydarpaşa, Sirkeci-Halkalı banliyö hattının iyileştirilmesi ve … yolu boğaz tüp geçit inşaatı (Marmaray projesi) nedeni ile 12.05.2004 tarihli ve 25460 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan Bakanlar Kurulunun 2004/7255 sayılı Kararı gereğince 4650 sayılı Yasa ile değişik 2942 sayılı Kanunun 27. maddesi uyarınca acele kamulaştırma kararı alındığı, (Kapatılan) … 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 28.02.2012 tarihli ve 2009/54 Esas, 2012/94 sayılı Kararı ile fen bilirkişi raporunda A ve B harfleri ile gösterilen 132.37 m2’lik kısmın tapu kaydının iptali ile Hazine adına tesciline karar verildiği, karardan sonra kamulaştırılan kısım ifraz edildikten sonra kalan kısmın 70 ada 47 parsel numarasıyla 638,63m2 yüzölçümünde, bahçeli kâgir apartman vasfında ve kat mülkiyeti devam eder şekilde 09.04.2012 tarihinde tapuya tescil edildiği görülmüştür.
Dosya içeriğinden, taşınmazın bir kısmının kamulaştırılmasından sonra kat malikleri aralarında düzenledikleri 05.03.2013 tarihli “ortak taahhütname” başlıklı belge ile izaleyi şuyu davası açmayacakları, paydaşlar dışında paylarını başkasına satmayacakları ve benzeri hususlarda mutabakata vardıkları, davacıların talebine konu hissenin kat maliki … tarafından 19.07.2013 tarihinde … …’ye, satın alan … … tarafından da 01.10.2014 tarihinde davalı …’a satıldığı, Maltepe ilçesi Belediye Başkanlığı (Hesap İşleri Genel Müdürlüğü) yoklama memurları tarafından tanzim edilen 18.07.2014 tarihli “Yoklama Fişi” başlıklı belgede, 18.07.2014 tarihli ve 668 sayılı dilekçeye istinaden belirtilen adreste yapılan incelemede, bahsi geçen parselin boş olduğu, üzerinde herhangi bir yapının bulunmadığının tespit edildiğinin tutanak altına alındığı, anataşınmaz üzerindeki anayapının tümünün harap olduğu anlaşılmıştır.
Her ne kadar anayapının tümünün yıkılmış olmasına rağmen kat mülkiyeti devam eder şekilde bağımsız bölümlere ilişkin kayıtların devam ettiği görülmekte ise de, yukarıda da (15-16) belirtildiği üzere, tamamlanmış betonarme yapılar üzerinde kat mülkiyeti kurulabileceği, anayapının tamamen harap olması hâlinde kat mülkiyetinin kendiliğinden sona ereceği dikkate alındığında anılan kayıtlara değer verilemeyeceği, anayapının harap olması ile beraber arsa payı üzerindeki paylı mülkiyetin devam edeceği kuşkusuzdur.
Bu itibarla, dava konusu 70 ada 47 parsel sayılı taşınmaz üzerindeki kat mülkiyetinin kendiliğinden sona erdiği ve arsa payı üzerindeki paylı mülkiyetin devam ettiği anlaşıldığından, taşınmazdaki paydaşlardan birinin payını üçüncü bir kişiye satması hâlinde 4721 sayılı TMK’nın 732. maddesi gereğince diğer paydaşların ön alım haklarını kullanabileceği gözetilerek, bu yönde araştırma ve inceleme yapılarak sonucuna göre karar verilmesi gereklidir.
Hâl böyle olunca; yerel mahkemece Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.” gerekçesiyle hükmün bozulmasına karar verilmiştir.
Bozma ilamına uyulması sonrası mahkemece; davacılar … ve … yönünden bozma ilamı öncesi verilen karar kesinleştiğinden bu davacılar yönünden yeniden hüküm kurulmasına yer olmadığına, davacı … (mirasçılarının) ve asli müdahillerin davasının ayrı ayrı kabulü ile; dava konusu İstanbul ili, Maltepe ilçesi, 70 ada 47 parsel (eski 16) sayılı taşınmazda davalı … adına kayıtlı 60/2000 payın iptali ile 1/3 er hisseler halinde … (mirasçıları); … (Mirasçısı) ve asli müdahil … … mirasçıları adına tapuya kayıt ve tesciline karar verilmiştir. Hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava, önalım … nedeniyle tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
Somut olayda; bekletici mesele yapılan İstanbul Anadolu 11. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2020/375 Esas sayılı dosyasında; davacı … … tarafından davalı … aleyhine 70 ada 47 parsel sayılı taşınmazda bulunan 60/2000 arsa paylı bodrum kat 2 numaralı bağımsız bölümün kentsel dönüşüm sürecinde yenilenmesi için emaneten devrinden kaynaklanan geri alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil davası açıldığı, yapılan yargılama sonunda davalının kabulü sebebiyle davanın kabulü ile davaya konu edilen bağımsız bölümün tapu kaydının iptali ile davacı adına tesciline karar verildiği, hükmün Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 05.04.2022 gün ve 2022/2149 Esas, 2022/2789 Karar sayılı ilamı ile onanarak 05.04.2022 tarihinde kesinleştiği anlaşılmıştır. Bu durumda mahkemece kesinleşen mahkeme ilamı uyarınca yargılamaya devam edilerek sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple kararın bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan harcın yatırana iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 16/11/2022 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/5438 K: 2023/5646 T: 22.11.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2024/39 K: 2024/179 T: 15.1.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/2258 K: 2023/3027 T: 1.6.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8337 K: 2023/521 T: 26.1.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/2572 K: 2023/3443 T: 15.6.2023
Önalım hakkı ise gerçek bir satış akdinin bulunması halinde söz konusu olup, satış sözleşmesi malın para ile değiştirilmesini gerektirir. Malın mal ile değiştirilmesi halinde ise trampa söz konusu olup önalım hakkının kullanılması mümkün değildir.
Taraflar arasındaki önalım hakkından kaynaklanan tapu iptal ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın kabulüne karar verilmiştir.
Kararın davalı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince başvurunun HMK.nun 353/1-b-1. maddesi gereğince esastan reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacı vekili; müvekkilinin de 1/2 oranda hissedarı olduğu Bolu ili, …. ilçesi, … Mahallesi, 752 parsel sayılı ana taşınmazın üzerinde fiili bir taksim bulunmadığı halde önceki malikleri … ve…tarafından ayrı ayrı 1/4’er hissenin 27.11.2019 tarihinde toplam 200.000,00 TL bedelle davalıya satıldığını, bu satıştan sonradan haberdar olunduğunu, önalım bedelini depo etmeye hazır olduklarını beyan ederek; dava konusu taşınmazda davalı adına olan hissenin iptali ile davacı adına tescilini talep etmiştir.
- CEVAP: Davalı vekili cevap dilekçesinde; ….. ve …..’ın borçları karşılığında satış göstermek suretiyle, borçlu oldukları kişiye takas (trampa) olarak hisselerini devrettiklerini, bu hususu daha önce kendisine söylediklerini, öğrenilmesinden itibaren üç aylık sürede açılmayan davanın öncelikle zamanaşımı nedeniyle reddi gerektiğini, tapuda yapılan işlemin gerçek satış olmadığı, satıcıların davalı ile olan ticari ilişkileri nedeniyle gerçekleşen işlemin trampa olduğunu beyan ederek; davanın reddini talep etmiştir.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile;
“… Her ne kadar davalı vekili “ön alıma konu satışın gerçek satış olmadığını, satıcılar ile davalı müvekkili arasındaki cari alacak sebebiyle takas-trampa sözleşmesi ile devir edildiğini bu nedenle bu haliyle önalıma konu olamayacağını ileri sürmüş ise de, sunulan sözleşmenin başlığından sözleşmenin taşınmaz alım satımını da kapsadığı ve davalı alıcıya taşınmazı iade etmeme hakkı da verildiği görülmekle yapılan satışın borç karşılığı yapılmış olsa da gerçek bir satış olduğu, bu sebeple de davalı vekilinin bu yöndeki itirazlarının yerinde olmadığı… gerekçesiyle; davanın kabulüne, Bolu ili, … ilçesi, …. Köyü, 752 parsel sayılı taşınmazda davalı adına tapuda kayıtlı 1/2 hissenin davacı adına tapuya kayıt ve tesciline, Tarafların herhangi bir mağduriyete uğramaması açısından davacı tarafça depo edilen bedelin Vakıflar Bankasında açılacak 3 aylık vadeli hesaba aktarılmasına, karar kesinleştiğinde depo ettirilen 203.000,00 TL önalım bedelinin davalıya ödenmesi için ilgili bankaya müzekkere yazılmasına …” karar verilmiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
- İstinaf Sebepleri: Davalı vekili; yerel mahkemece tanıklarının dinlenmesine gerek görülmediğini, dava konusu taşınmazın satışından, satış tarihi itibariyle davacının haberi olduğunu, bu nedenle satışın öğrenilmesinden itibaren üç aylık sürede açılmayan davanın zamanaşımı nedeniyle nedeniyle reddi gerektiğini, önalım hakkının sadece tapuda “satış” olarak gerçekleştirilen, para karşılığı olan temliklerde mümkün olduğunu, payın “takas veya trampa” edilmesi durumunda önalım hakkı doğmadığını, işlem tarihi ile önalım davasının açıldığı tarih arasında uzunca bir süre geçmiş olup, önalım hakkını tapuda gösterilen satış bedeli üzerinden kullanılmasının adil olmadığını, yerel mahkeme kararının kaldırılması ve yargılama giderleriyle vekalet ücretinin davacı tarafa yükletilmesi gerektiğini beyan ederek; hükmü istinaf etmiştir.
- Gerekçe ve Sonuç: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; “…Trampa akdi TBK 282 nci maddesinde mal değişim sözleşmesi başlığı altında “Mal değişim sözleşmesi, taraflardan birinin diğer tarafa bir veya birden çok şeyin zilyetlik ve mülkiyetini, diğer tarafın da karşı edim olarak başka bir veya birden çok şeyin zilyetlik ve mülkiyetini devretmeyi üstlendiği sözleşmedir.” şeklinde düzenlenmiş olup, madde metninden de anlaşılacağı üzere satış sözleşmesinden farklı olarak bedel karşılığı taşınmaz devri söz konusu olmayıp karşı edim olarak yine başka bir eşya mülkiyetinin devredilmesi söz konusu olmaktadır. Mal değişim sözleşmesi Borçlar Kanununa bağlı bir akit olduğundan taşınmaza yönelik olması halinde resmi şekilde yapılması zorunludur. Resmi şekilde yapılmayan trampa akdi genel hükümler uyarınca geçerli olmayacaktır. Önalım hakkı ise gerçek bir satış akdinin bulunması halinde söz konusu olup, satış sözleşmesi malın para ile değiştirilmesini gerektirir. Malın mal ile değiştirilmesi halinde ise trampa söz konusu olup önalım hakkının kullanılması mümkün değildir.
Somut olaya bakıldığında, sözleşmenin tarafı olan davalının resmi satış şeklinde gerçekleştirdiği taşınmaz pay devrinin tarafı olduğu ve taşınmazın gerçekte göründüğü şekilde satış olmayıp trampa olduğu iddiasında bulunduğu dikkate alındığında muvazaalı işlemin tarafı olan davalının yerleşik Yargıtay içtihatlarına göre ileri sürülemeyeceği gibi ileri sürülen işlemin de trampa sözleşmesi olarak değerlendirilemeyeceği, savunmaya konu sözleşmenin teminat olarak bedel karşılığı yapılan taşınmaz pay devri niteliğinde olduğu, satıcıların alıcıya olan borçlarının tamamen ödendiğinde hisse devirlerinin iadesinin gerektiği ön görülmekle bu haliyle trampa sözleşmesinden bahsedilemeyeceği…” gerekçesiyle davalı tarafın istinaf başvurusunun 6100 sayılı HMK’nın 353/1-b/1 maddesi gereğince esastan reddine karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davalı vekili; istinaf dilekçesindeki başvuru nedenleriyle hükmü temyiz etmiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Uyuşmazlık; tapuda yapılan işlemin gerçekte satış olup olmadığı, trampa sözleşmesi olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
Dava; önalım hakkından kaynaklanan tapu iptal ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun, 732 nci maddesi şöyledir:
“Paylı mülkiyette bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması hâlinde, diğer paydaşlar önalım hakkını kullanabilirler.”
Aynı Kanun’un 734 üncü maddesinde ise, “Önalım hakkı, alıcıya karşı dava açılarak kullanılır. Önalım hakkı sahibi, adına payın tesciline karar verilmeden önce, satış bedeli ile alıcıya düşen tapu giderlerini, hakim tarafından belirlenen süre içinde hakimin belirleyeceği yere nakden yatırmakla yükümlüdür.” hükmü yer almaktadır.
- Değerlendirme
- Bölge Adliye Mahkemelerinin nihai kararlarının bozulması 6100 sayılı Kanun’un 371 inci maddesinde yer alan sebeplerden birinin varlığı hâlinde mümkündür.
- Önalım hakkı gerçek bir satış akdinin bulunması halinde söz konusu olup, satış sözleşmesi malın para ile değiştirilmesini gerektirir. Malın mal ile değiştirilmesi halinde ise trampa söz konusu olup önalım hakkının kullanılması mümkün değildir. Dava konusu önalım hakkına konu edilen 27.11.2019 tarihli işlemin edinme sebebi “trampa” değil, “satış” olarak tapu kaydında açıkça görülmektedir.
- Önalım hakkı paylı mülkiyet hükümlerine tabi taşınmazlarda bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını kısmen veya tamamen üçüncü bir kişiye satması halinde diğer paydaşlara bu satılan payı öncelikle satın alma yetkisi veren bir haktır. Bu hak paylı mülkiyet ilişkisi kurulduğu anda doğar ve satışın yapılmasıyla kullanılabilir hale gelir.
- Önalım hakkının kullanılmasıyla bu hakkı kullanan paydaş ile alıcı arasında kapsam ve şartları satıcı ile davalı arasında yapılan sözleşmenin aynı olan bir satım ilişkisi kurulmuş olduğundan önalım bedeli, tapuda gösterilen satış bedeli ile davalı tarafından ödenen harç ve masrafların toplamından ibarettir.
- Temyizen incelenen karar; tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dayandıkları belgelere, uyuşmazlığa uygulanması gereken hukuk kuralları ile hukuki ilişkinin nitelendirilmesine, dava şartlarına, yargılama ve ispat kuralları ile bölge adliye mahkemesi kararında belirtilen gerekçelere göre usul ve kanuna uygun olup özellikle, Bölge Adliye Mahkemesince kanunun somut olaya uygulanmasında ve gerekçede hata edilmediği anlaşıldığından, davalı vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmesinde isabetsizlik görülmemiş, temyiz dilekçesinde ileri sürülen nedenler kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte bulunmamıştır.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle; Temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararının 6100 sayılı Kanun’un 370’inci maddesinin birinci fıkrası uyarınca ONANMASINA, Aşağıda yazılı temyiz giderinin temyiz edene yükletilmesine, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 15.06.2023 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/4416 K: 2023/5626 T: 22.11.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/7990 K: 2023/16 T: 9.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8084 K: 2023/289 T: 18.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8763 K: 2023/925 T: 16.2.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/2411 K: 2023/3417 T: 15.6.2023
Önalım davasına konu payın ilişkin bulunduğu taşınmaz, paydaşlarca özel olarak kendi aralarında taksim edilip her bir paydaş belirli bir kısmı kullanırken bunlardan biri kendisinin kullandığı yeri ve bu yere tekabül eden payı bir üçüncü şahsa satarsa, satıcı zamanında bu yerde hak iddia etmeyen davacının tapuda yapılan satış nedeniyle önalım hakkını kullanması 4721 sayılı TMK’nın 2 nci maddesinde yer alan dürüstlük kuralı ile bağdaşmaz.
Taraflar arasındaki ön alım hakkından kaynaklanan tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın reddine karar verilmiştir.
Kararın davacı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince başvurunun esastan reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmekle;kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacı vekili, müvekkilinin 137 ada 83 parsel sayılı taşınmazda hissedar olduğunu, hissedarlardan Gülizar Yüce 22.10.2019 tarihinde 7/64 oranındaki hissesini gerçek değerinden çok düşük bir bedelle satmış olmasına rağmen müvekkilinin şuf’a hakkını ortadan kaldırmak maksadıyla 250.000,00 TL bedel göstermek suretiyle davalıya sattığını, müvekkiline söz konusu taşınmaz için davalı tarafından 04.11.2019 tarihli ihtarname ile haberdar olduğunu, müvekkiline yasal şuf’a hakkının tanınarak söz konusu taşınmaz hissesinin tapuda davalı adına olan kaydının iptaline müvekkili adına kayıt ve tesciline karar verilmesi talep etmiştir.
- CEVAP: Davalı vekili, açılan davayı kabul etmediklerini, fiili taksim nedeniyle davacının önalım hakkı bulunmadığını belirterek, davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesince, fiili taksimin olduğu yerde önalım hakkı kullanılmasının TMK’nın koruduğu iyiniyet kuralları ile bağdaşmadığı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
- İstinaf Sebepleri: Davacı vekili istinaf dilekçesinde özetle; tapu kayıtlarının incelenmesi ile de görüleceği üzere davaya konu taşınmazda yedi ayrı hissedar bulunduğunu, davaya konu taşınmaz üzerinde her bir hissedarın hisseleri nispetinde kullandığı bir alan olmadığı gibi, müvekkilinin hissesine karşılık gelenden daha büyük bir alanı kullanmakta olduğunu, davalıya ise krokide A harfi ile işaretli alanda olmakla birlikte sınırları belirli olmayan diğer hissedarlardan ayrılmamış bir hisse düştüğünü, kullanım her yıl bu şekilde gerçekleşmediğini, dava konusu taşınmazda fiili taksimin olmadığını belirterek, ilk derece mahkemesi kararının ortadan kaldırılmasına karar verilmesi talep etmiştir.
- Gerekçe ve Sonuç: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararıyla, İlk Derece Mahkemesi kararının usul ve esas yönünden hukuka uygun olduğu gerekçesiyle davacı vekilinin istinaf başvurusunun 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (6100 sayılı Kanun) 353/1-b-1 bendi uyarınca esastan reddine karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davacı vekili, istinaf başvuru dilekçesinde ileri sürdükleri nedenler ile bölge adliye mahkemesi kararını temyiz etmiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Dava, 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 732 ve devamı maddeleri uyarınca açılan önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 1. Önalım hakkı paylı mülkiyet hükümlerine tabi taşınmazlarda bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını kısmen veya tamamen üçüncü bir kişiye satması halinde diğer paydaşlara bu satılan payı öncelikle satın alma yetkisi veren bir haktır. Bu hak paylı mülkiyet ilişkisi kurulduğu anda doğar ve satışın yapılmasıyla kullanılabilir hale gelir.
2.Önalım davalarında fiili taksime değer verilmesi için, taksimin yazılı olarak yapılması ya da taşınmazın çok sayıda paydaşının bulunması halinde, tüm paydaşlar tarafından fiilen kullanılan bölümlerin olması gerekmez. Önalım davasına konu payın ilişkin bulunduğu taşınmaz, paydaşlarca özel olarak kendi aralarında taksim edilip her bir paydaş belirli bir kısmı kullanırken bunlardan biri kendisinin kullandığı yeri ve bu yere tekabül eden payı bir üçüncü şahsa satarsa, satıcı zamanında bu yerde hak iddia etmeyen davacının tapuda yapılan satış nedeniyle önalım hakkını kullanması 4721 sayılı TMK’nın 2 nci maddesinde yer alan dürüstlük kuralı ile bağdaşmaz. Kötü niyet iddiası 14.02.1951 gün ve 17/1 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca davanın her aşamasında ileri sürülebileceği gibi mahkemece de kendiliğinden nazara alınması gerekir. Bu gibi halde savunmanın genişletilmesi söz konusu değildir. Eylemli paylaşmanın varlığı halinde davanın reddi gerekir.
- Değerlendirme
- Bölge Adliye Mahkemelerinin nihai kararlarının bozulması 6100 sayılı Kanun’un 371 inci maddesinde yer alan sebeplerden birinin varlığı hâlinde mümkündür.
- Temyizen incelenen karar, tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dayandıkları belgelere, uyuşmazlığa uygulanması gereken hukuk kuralları ile hukuki ilişkinin nitelendirilmesine, dava şartlarına, yargılama ve ispat kuralları ile kararda belirtilen gerekçelere göre usul ve kanuna uygun olup davacı vekilince temyiz dilekçesinde ileri sürülen nedenler kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte görülmemiştir.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle; Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dayandıkları belgelere, uyuşmazlığa uygulanması gereken hukuk kuralları ile hukuki ilişkinin nitelendirilmesine, dava şartlarına, yargılama ve ispat kuralları ile temyiz olunan kararda belirtilen gerekçelere göre davacı vekilinin yerinde bulunmayan temyiz itirazlarının reddiyle usul ve kanuna uygun Bölge Adliye Mahkemesi kararının 6100 sayılı Kanun’un 370 inci maddesinin birinci fıkrası uyarınca ONANMASINA,
Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, Aşağıda yazılı temyiz giderinin temyiz edene yükletilmesine, 15.06.2023 tarihinde oy çokluğuyla karar verildi.
KARŞI OY Dava, yasal ön alım hakkına dayalı tapu iptal ve tescil işlemine ilişkindir. Dava konusu taşınmaz, tarım arazisidir.
4721 sayılı yasanın 732 nci maddesi uyarınca, paylı mülkiyette bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması halinde, diğer paydaşlar önalım hakkını kullanabilirler.
6537 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 5 inci maddesi ile 3/7/2005 tarihli ve 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununun 8 inci maddesinden sonra gelmek üzere eklenen 8/İ maddesinin ikinci fıkrası sınırdaş tarımsal arazi maliklerine de önalım hakkı getirerek aynı yasanın 1 nci maddesinde açıklanan “…asgari tarımsal arazi ve yeter gelirli tarımsal arazi büyüklüklerinin belirlenmesi ve bölünmelerinin önlenmesi..” amacına uygun bir düzenleme getirmiştir.
Yasal önalım hakkının başlıca iki amacı vardır. Paydaşlar arasında istenmeyen kişilerin girmesini önlemek ve paydaşlar arasında birçok soruna sebep olan paylı mülkiyetin ortadan kalkmasını kolaylaştırmaktır. Bunların yanında, yasal önalım hakkının kullanılması ile arazilerin çok fazla bölünmesinin de önüne geçilebileceği söylenebilir. Hatta, 5403 sayılı Yasada yapılan değişiklik ile tarım arazilerinin birleştirilmesi dahi amaçlanmıştır.
Daire ile görüş ayrılığına sebebiyet veren husus, tarım arazilerinde “fiil taksim/eylemli paylaşma” varlığının yasal önalım hakkına engel teşkil edip etmeyeceği noktasındadır.
Türk Medeni Kanun (TMK) düzenlemesinde paydaşlar arasında fiili taksim hususu düzenlenmediği gibi ön alım hakkının kullanımına olan etkisine dair bir düzenleme de bulunmamaktadır. Bu kavram uygulamamıza Yargıtay içtihatları ile girmiştir. Yargısal içtihatlarda yapılan tanıma göre paydaşlar arasında fiili taksim bulunduğu taktirde ön alım hakkının kullanılmasının dürüstlük kurallarına aykırı olduğunun kabul edilebilmesi için, yasal ön alım hakkına konu payın ilişkin bulunduğu bir taşınmazın varlığı, bu taşınmazın, paydaşlarca kendi aralarında taksim edilmesi ve davacı ve davalıya pay satan paydaş (paydaşların) taşınmazın belirli bir kısmını kullanması gerekli ve yeterlidir. Paydaşlar arasında fiili taksim bulunması hâlinde yasal ön alım hakkının kullanılamayacağına dair bir yasa hükmü bulunmasa da, taşınmazda fiili bir kullanma biçimi oluşmuş, uzun süre de paydaşlar bu durumu benimsemişlerse kayıtta paylı, eylemli olarak bağımsız bu oluşumun korunması, TMK’nın 2’nci maddesinde tanımını bulan dürüstlük kuralının gereğidir. Zira TMK’nın 2’nci maddesinde herkesin haklarını kullanırken ve borçlarını ifa ederken dürüstlük kurallarına uyması zorunluluğu getirilmiş, uyulmamasının yaptırımı olarak da hakkın kötüye kullanılmasının hukuk düzeni tarafından korunmayacağı belirtilmiştir. Bilindiği üzere hakkın açıkça kötüye kullanıldığı tüm hâllerde dürüstlük kuralına da aykırılık söz konusudur. Fiili taksimin hukuki dayanağını da TMK’nın bu maddesi oluşturmaktadır (Tunaboylu, M.: Önalım (Şuf’a) Davaları, 4. b., Ankara 2008, s.440).
Ön alım davasına konu payın ilişkin bulunduğu taşınmaz paydaşlarca özel olarak kendi aralarında taksim edilip her bir paydaş belirli bir kısmı kullanırken bunlardan biri kendisinin kullandığı yeri ve bu yere tekabül eden payı bir üçüncü şahsa satarsa, satıcı zamanında bu yerde hak iddia etmeyen davacının tapuda yapılan satış nedeniyle ön alım hakkını kullanması TMK’nın 2 nci maddesinde yer alan dürüst davranma kuralı ile bağdaşmaz. Kötüniyet iddiası 14.02.1951 tarihli ve 17/1 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca davanın her aşamasında ileri sürülebileceği gibi mahkemece de kendiliğinden nazara alınması gerekir. Bu gibi halde savunmanın genişletilmesi söz konusu değildir. Eylemli paylaşmanın varlığı halinde davanın reddi gerekir.
Yüksek Mahkeme uzun süredir istikrar kazanan kararlarında fiili taksim halinde ön alım hakkının kullanılamayacağına karar vermesinde bizce bir haklılık vardır. Ancak, yasal bir dayanağı olmadığı halde TMK 2 nci maddesine dayanarak verdiği kararlarının 5403 sayılı Yasada yapılan yasal değişiklik uyarınca artık uygulama dayanağı kalmamıştır.
6537 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 5 inci maddesi ile 03.07.2005 tarihli ve 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununun 8 inci maddesinden sonra gelmek üzere eklenen 8/İ maddesinin ikinci fıkrası uyarınca, tarımsal arazilerin satılması halinde sınırdaş tarımsal arazi maliklerine önalım hakkı tanınmaktadır.
Adı geçen yasa maddesinin iptal istemini inceleyen Anayasa Mahkemesi 30.10.2014 tarihli 2014/133 Esas, 2014/165 Karar sayılı kararı ile “…Dava konusu kuralda, müşterek malik konumunda bulunmayan sınırdaş tarımsal arazi malikine de ön alım hakkı tanınmaktadır. Maddenin gerekçesinden, amacın, tarımsal arazilerin (işletmelerin) büyümesini sağlamak olduğu anlaşılmaktadır.
Anayasa’da ön alım hakkını müşterek mülkiyete münhasır kılan herhangi bir hüküm bulunmadığından kanun koyucu, meşru bir amaç gözetmek ve Anayasanın 13 üncü maddesinde belirtilen ilkelere uymak kaydıyla, başka hukuksal ilişki biçimlerinde de taraflara önalım hakkı tanıyabilir.
Anayasa’nın 44 üncü maddesiyle Devlete, tarım topraklarının korunması ve geliştirilmesi ödevi yüklenmiş ve bu amaçla, tarımsal arazileri gruplandırma ve bunların büyüklüğünü belirleme yetkisi tanınmıştır.
Tarımsal açıdan gelişmiş ülkelerde yıllara göre tarımsal işletmelerin sayısı azalıp büyüklükleri artarken, ülkemizdeki süreç bunun tam tersi bir şekilde işlemekte, tarımsal işletme sayısı artarken büyüklükleri azalmaktadır. Modern ülkelerde olduğu üzere tarımsal işletmelerin büyümesinin sağlanması yolunda düzenleme yapılmasının kamu yararına aykırı bir yönü olmadığı gibi Anayasa’nın 44 üncü maddesiyle Devlete yüklenen ödevle de uyumludur. Bu itibarla, tarımsal arazilerin satışında, sınırdaş tarımsal arazi malikleri lehine ön alım hakkı getirilmek suretiyle mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin meşru bir amaca dayandığı anlaşılmaktadır.
Öte yandan dava konusu kuralı içeren 8/A maddesinin son fıkrasıyla atıf yapılan TMK hükümleri uyarınca, önalım hakkını kullanan sınırdaş parsel maliki, satışın tarafları arasında akdedilen sözleşmede (resmi satış senedinde) gösterilen bedeli satıcıya ödemek zorundadır. Dolayısıyla taşınmaz, malikin amaçladığı kişinin dışındaki birine satılmakta ise de malikin maddi yönden herhangi bir kaybı söz konusu olmadığından menfaatinin gözetilmediği ve dolayısıyla mülkiyet hakkına ölçüsüz bir şekilde müdahalede bulunulduğu söylenemez.
Malikin, mülkünü dilediği kişiye satabilmesi, Anayasanın 35 inci maddesinde güvenceye bağlanan mülkiyet hakkının bir gereğidir. Dava konusu kural, tarım arazilerinin büyütülmesini sağlamak amacıyla malikin bu serbestisini, sınırdaş parsel maliklerine ön alım hakkı tanımak suretiyle sınırlamıştır. Buna karşılık, kanun koyucu, taşınmazın sınırdaş maliklerden birine satılması durumunda, satış yapılacak sınırdaşı seçmesi hususunda maliki tamamen serbest bırakmak suretiyle kamu yararı ile malikin kişisel yararı arasında makul bir denge kurmaya çalışmıştır. Kanun koyucu bir yandan, malikin mülkünü dilediği kişiye satma yetkisini sınırlarken diğer taraftan bu kısıtlamayı, taşınmazın sınırdaş malikler dışındakilere satılması durumuna münhasır kılarak orantı kurmuştur.
Kanun koyucu, ön alım hakkının birden fazla sınırdaş malik tarafından kullanılması durumunda arazinin mülkiyetinin kime devredileceğini belirleme yetkisini hakime bırakmakla birlikte, bu konuda hakimi tamamen serbest bırakmamış, taşınmazın tarımsal bütünlük arz eden sınırdaş taşınmaz malikine devrine karar vermekle yükümlü kılmıştır. Dolayısıyla bu davada hakimin yapacağı inceleme, taşınmazın hangi sınırdaş araziyle ekonomik bütünlük oluşturduğunun tespitinden ibarettir. Hakimin, taşınmazı, ekonomik bütünlük oluşturan sınırdaş taşınmaz malikine devrine karar vermesinin mülk sahibi aleyhine sonuç doğuracağı söylenemez…” gerekçesi ile iptal istemini reddetmiştir.
Yargısal kararlarda fiili taksim olgusunun varlığı halinde ön alım hakkının kullanılamayacağına ilişkin süregelen uygulamaların yasa değişikliği ile birlikte artık tarım arazilerinde devam edilmesi mümkün değildir. Keza, 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu’na 6537 sayılı Kanun’la, tarım arazisi niteliğindeki bir taşınmazın satılması halinde, o araziyle sınırdaş olan taşınmaz maliklerine ön alım hakkı tanımaktadır. Diğer bir deyişle, tek kişi mülkiyetine tâbi bir tarım arazisi satıldığında, bu taşınmazla sınırdaş olan bir diğer komşu taşınmazın maliki ön alım hakkına sahip olduğu kabul edildiği halde birçok paydaşı olan paylı bir taşınmazda bir paydaşın payını devretmesine karşın payını satan ve davacının taşınmazda belli bir kısmı kullandığının saptanması halinde ön alım hakkını kullanamayacağı çelişki doğurduğu gibi kamu düzeni ve kamu yararı ilkeleri gözetilerek çıkarılan yasaya ve adalet ilkesi ile hakkaniyete uygun düşmeyecektir.
Açıklanan gerekçelerle, tarım arazilerinde ilkesel olarak, fiili taksim olgusunun önalım hakkına engel teşkil etmeyeceği düşüncesinde olduğumdan yerel mahkemenin davanın reddine ilişkin hükmünün bozulması gerektiğinden çoğunluğun kararına katılamıyorum.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/2143 K: 2022/3478 T: 17.5.2022
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/152 K: 2024/457 T: 24.1.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/7951 K: 2023/123 T: 11.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/2379 K: 2022/7860 T: 20.12.2022
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/2398 K: 2023/3401 T: 15.6.2023
Ön alım bedeli tapuda gösterilen satış bedeli ile davalı tarafından ödenen harç ve masrafların toplamından ibarettir. Ancak davacı, tapuda yapılan satış sözleşmesinin tarafı olmadığından bedelde muvazaa iddiasında bulunabilir ve bu iddiasını tanık dahil her türlü delille kanıtlayabilir.
Taraflar arasındaki ön alım hakkından kaynaklanan tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın kabulüne karar verilmiştir.
Kararın davalı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince başvurunun esastan reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne ve duruşma isteminin değerden reddine karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacı vekili dava dilekçesinde özetle, dava konusu Tokat ili, ….. ilçesi, 271 ada 146 parselde kain 57 ve 58 numaralı bağımsız bölümlerde davalıya yapılan pay satışları ile ilgili ön alım hakkı kullanmak istediklerini belirterek davalı adına kayıtlı payların iptali ile davacı adına tescili talebinde bulunmuştur.
- CEVAP: Davalı vekili cevap dilekçesinde özetle, davacının satıştan haberinin bulunduğunu, davacı Vakfın başkanının dava konusu pay satışına muvafakatinin bulunduğunu, davanın kötü niyetle açıldığını, gerçek satış bedelinin 110.000,00 TL olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: Mahkemece, “ön alım hakkının şartlarının oluştuğu” gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuran
İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
- İstinaf Sebepleri: Davalı vekili, cevap dilekçesine ek olarak hak düşürücü sürenin geçtiğini, tanık beyanları ile dava konusu satıştan davacının bilgisinin bulunduğunun ispat edildiğini, aleyhe hükmedilen vekalet ücretinin usul ve yasaya aykırı olduğunu belirterek istinafa konu kararın kaldırılarak davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
- Gerekçe ve Sonuç: Bölge Adliye Mahkemesi; “İlk Derece Mahkemesinin kararının usul ve yasaya uygun olduğu” gerekçesiyle istinaf talebinin esastan reddine karar vermiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuran
Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davacılar vekili, istinaf dilekçesindeki ve re’sen belirlenecek nedenlerle temyiz kanun yoluna başvurmuştur.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Dava, ön alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 1.4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 732 nci maddesine göre, ön alım hakkı paylı mülkiyet hükümlerine tabi taşınmazlarda payın üçüncü kişiye satılması halinde, diğer paydaşlara o payı öncelikle satın alma yetkisi veren bir haktır. Bu hak paylı mülkiyet ilişkisi kurulduğu anda doğar ve payın üçüncü kişiye satılması ile kullanılabilir hale gelir.
- Ön alım hakkının kullanılmasıyla bu hakkı kullanan paydaş ile alıcı arasında kapsam ve şartları satıcı ile davalı arasında yapılan sözleşmenin aynı olan bir satım ilişkisi kurulmuş olur. Ön alım bedeli tapuda gösterilen satış bedeli ile davalı tarafından ödenen harç ve masrafların toplamından ibarettir. Ancak davacı, tapuda yapılan satış sözleşmesinin tarafı olmadığından bedelde muvazaa iddiasında bulunabilir ve bu iddiasını tanık dahil her türlü delille kanıtlayabilir.
- Değerlendirme
İncelenen Bölge Adliye Mahkemesi kararının usul ve yasaya uygun olduğu ve temyiz eden davalı vekilinin temyiz itirazlarının Bölge Adliye Mahkemesi kararında değerlendirilmiş olduğu anlaşılarak davalı vekilinin temyiz itirazlarının yerinde olmadığı sonucuna varılmıştır.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle; Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dayandıkları belgelere, uyuşmazlığa uygulanması gereken hukuk kuralları ile hukuki ilişkinin nitelendirilmesine, dava şartlarına, yargılama ve ispat kuralları ile temyiz olunan kararda belirtilen gerekçelere göre davalı vekilinin yerinde bulunmayan temyiz itirazlarının reddiyle usul ve kanuna uygun Bölge Adliye Mahkemesi kararının 6100 sayılı Kanun’un 370 inci maddesinin birinci fıkrası uyarınca ONANMASINA,
Aşağıda yazılı temyiz giderinin temyiz edene yükletilmesine, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 15.06.2023 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/2974 K: 2022/3228 T: 28.4.2022
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/4114 K: 2024/1782 T: 26.3.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8043 K: 2023/136 T: 12.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8670 K: 2023/3286 T: 12.6.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/2258 K: 2023/3027 T: 1.6.2023
TMK’nın 734 üncü maddesinin ikinci fıkrasına göre önalım hakkını kullanmak isteyen davacının satış bedeli ile alıcıya düşen tapu giderlerini ödemesi gerektiği yönünde düzenleme olup satış bedelinin hüküm tarihine uyarlanması veya taşınmaz değerinin güncellenmesi gibi bir yasal düzenleme bulunmadığı
Taraflar arasındaki ön alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın kabulüne karar verilmiştir.
Kararın davalı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince başvurunun esastan reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacı vekili dava dilekçesinde; dava konusu 385 ada 22 parsel sayılı taşınmazın hissedarlarından olduğunu, bir kısım paydaşların taşınmazdaki hisselerini 17.12.2019 tarihinde davalıya 200.000,00 TL bedelle sattıklarını, davacının bu satıştan davalının kendisine çekmiş olduğu Nevşehir …. Noterliği’nin 24.01.2020 tarih ve …. yevmiye No.lu ihtarnamesini tebliğ aldığı 28.01.2020 tarihinde haberdar olduğunu, Covit 19 salgını nedeniyle ülke çapında alınan tedbirler nedeniyle davanın henüz açılabildiğini, ön alım hakkı kapsamında 385 ada 22 parsel sayılı taşınmazın davalı adına olan tapu kaydının iptal edilerek müvekkili adına tesciline karar verilmesini istemiştir.
- CEVAP: Davalı vekili cevap dilekçesinde; kanuni süreye uygunluk taşımayan dava ve istemin öncelikle süre yönünden reddi gerektiğini, davacının da paylarını satan diğer hissedarlarla birlikte hareket edip hisse satışında davalı ile mutabık kalmasına ve dava konusu satışlara muvafakat etmesine rağmen satış ve ferağdan son anda vazgeçerek devamında şuf’a hakkı kullanımına ilişkin işbu davayı ikame etmesinin Medeni Kanun’un 2 nci maddesinde düzenlenen dürüstlük kuralına uygunluk taşımadığını, satış bedelinin masraflarıyla birlikte bir an önce depo edilerek nemalandırılması gerektiğini belirterek davanın reddini savunmuştur.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; dava konusu hisse devrinin 17/12/2019 tarihli olduğu, Nevşehir….. Noterliği’nin 24.01.2020 tarih ve ….. yevmiye No.lu ihtarnamesinin 28/01/2020 tarihinde tebliğ alındığı, üç aylık süre bitiminin 28/04/2020 olmasına rağmen pandemi nedeni ile dava açma sürelerin durması dikkate alındığında davanın 25/06/2020 tarihinde açılması ile yasal üç aylık süre içerisinde ön alım hakkının kullanıldığı, davalının dürüstlük kuralı savunmasının kişinin mülkiyet hakkını kullanması serbestisi gereğince dikkate alınmadığı gerekçeleriyle davanın kabulü ile davalı adına olan taşınmaz hisselerinin tapusunun iptaline ve davacı adına tesciline karar verilmiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
- İstinaf Sebepleri: Müvekkilince gönderilen ihtarnamenin davacıya yeni bir hak vermeyeceği gibi davanın kanuni süreye ve pandemi ile ilgili düzenlemeye aykırılık taşıdığını, davacının davaya konu hissenin satılmasına muvafakati olduğunu, satıştan haberi olduğunu, bu hususun vekaletname ve tanık beyanları ile sabit olduğunu, şufa hakkının doğumu ve şufa hakkının kullanılma şekli ve sürelerinin farklı hukuki durumlar olduğunu, bu hakkın dürüstlük kuralına uygun kullanımı gerektiğini, mahkeme gerekçesinin oluşa, hakkaniyete, usul ve kanuna uygunluk taşımadığını, önalım bedelinin müvekkilinin ödediği satış bedelinin alım gücünü karşılamaktan çok uzak olduğunu, bu durumun müvekkilinin zararına yol açtığını belirterek kararın kaldırılmasını talep etmiştir.
- Gerekçe ve Sonuç: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; dava konusu 385 ada 22 parsel sayılı taşınmaz maliklerinden…,…,… ve….nın hisselerini 13.12.2019 tarihinde davalı …’e toplam 200.000,00 TL bedelle sattıklarını, davacının beyanına göre davalının bu satış işlemini noter aracılığı ile kendisine bildirdiğini, noter ihtarının davacıya 28.01.2020 tarihinde tebliğ edilip eldeki davanın ise 25.06.2020 tarihinde açıldığını, 7226 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un Geçici 1. maddesinin 1/a bendine göre hak düşürücü süreler de dahil dava açma sürelerinin 13.03.2020 tarihinden itibaren 30.04.2020 tarihine kadar duracağını, bu durumda davanın süresinde açıldığını, davacı resmi olarak önalım hakkından feragat etmediğinden, satıştan sonra önalım hakkını kullanmasının TMK’nın 2 nci maddesine aykırılık teşkil etmeyeceğini, TMK’nın 734 üncü maddesinin ikinci fıkrasına göre önalım hakkını kullanmak isteyen davacının satış bedeli ile alıcıya düşen tapu giderlerini ödemesi gerektiği yönünde düzenleme olup satış bedelinin hüküm tarihine uyarlanması veya taşınmaz değerinin güncellenmesi gibi bir yasal düzenleme bulunmadığı gerekçeleriyle davalının istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: İstinaf dilekçesindeki itirazlarını tekrarlayarak bölge adliye mahkemesince şufa hakkından vazgeçme olarak yapılan nitelemenin hatalı olduğu, bedelin alım gücünün düştüğü, dürüstlük kuralına aykırı olarak şufa hakkının kullanıldığı ve davanın süresinde açılmadığı hususlarını temyiz etmiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Uyuşmazlık, ön alım hakkından kaynaklanan tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 732 nci, 733 üncü ve 734 üncü maddeleri.
- Değerlendirme
- Bölge adliye mahkemelerinin nihai kararlarının bozulması 6100 sayılı Kanun’un 371 inci maddesinde yer alan sebeplerden birinin varlığı hâlinde mümkündür.
- Temyizen incelenen karar, tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dayandıkları belgelere, uyuşmazlığa uygulanması gereken hukuk kuralları ile hukuki ilişkinin nitelendirilmesine, dava şartlarına, yargılama ve ispat kuralları ile kararda belirtilen gerekçelere göre usul ve kanuna uygun olup davalı vekilince temyiz dilekçesinde ileri sürülen nedenler kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte görülmemiştir.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle; Temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararının 6100 sayılı Kanun’un 370 inci maddesinin birinci fıkrası uyarınca ONANMASINA, Aşağıda yazılı temyiz giderinin temyiz edene yükletilmesine, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 01.06.2023 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2024/601 K: 2024/1368
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/5747 K: 2023/1030 T: 21.2.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8669 K: 2023/926 T: 16.2.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8562 K: 2023/1225 T: 2.3.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/2379 K: 2022/7860 T: 20.12.2022
Uygulama Talimatının (b) maddesindeki ifadeye göre; en az bir noktada birbirleriyle ortak sınırı bulunan tarım arazileri sınırdaş olarak kabul edildiğine göre davalıya ait taşınmazın dava konusu taşınmazla köşe noktasından sınırı bulunduğu tespitine rağmen mahkemece, davalıya ait taşınmazla dava konusu taşınmazın tarımsal bütünlük arz etmediği değerlendirmesi ile sınırdaş olarak kabul edilemeyeceği gerekçesi doğru değildir.
Taraflar arasında İlk Derece Mahkemesinde görülen 5403 sayılı Yasa’nın 8/İ maddesi uyarınca önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil davasında verilen karar hakkında yapılan temyiz incelemesi sonucunda Yargıtay 14. Hukuk Dairesince İlk Derece Mahkemesi kararının bozulmasına karar verilmiştir.
İlk Derece Mahkemesince bozmaya uyularak yeniden yapılan yargılama sonucunda; davanın kabulüne karar verilmiştir.
İlk Derece Mahkemesi kararı, davalı vekili tarafından duruşma istemli temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, 20.12.2022 tarihinde duruşma yapılmasına ve duruşma gününün taraflara davetiye ile bildirilmesine karar verilmiştir.
Belli edilen günde temyiz eden davalı vekili Av. … ile davacı vekili Av. … geldiler. Başka gelen olmadı. Açık duruşmaya başlandı. Gelenlerin sözlü açıklamaları dinlenildikten sonra açık duruşmanın bittiği bildirildi. İş karara bırakıldı. Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlenerek dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacı, İzmir ili, Tire ilçesi, … Mahallesi, 705 ada 20 parsel sayılı taşınmazın maliki olduğunu, aynı adada bulunan komşu 35 parsel sayılı taşınmazın ise önceki maliki tarafından 18.03.2015 tarihinde 5.000,00 TL bedelle davalıya satıldığını ancak, kendisine noter bildirimi yapılmadığını; dava konusu taşınmazın, kendisine ait 20 No.lu parselle sınırdaş olup davalıya ait 36 No.lu parsel ile sınırlarının sadece bir noktada kesiştiğini, bu nedenle sınırdaş kabul edilemeyeceklerini, ayrıca tarımsal bütünlüğün sağlanamadığını ileri sürerek 5403 sayılı Yasa’nın 8/İ maddesi uyarınca 35 No.lu parselin davalı adına olan tapu kaydının iptali ile adına tescilini talep ve dava etmiştir.
II.CEVAP
Davalı, geçimini bahçe ürünleri ve sebze yetiştiriciliğinden sağladığını, maliki olduğu 36 parsel sayılı taşınmazı yıllardır kiracısı olduğu dava konusu 35 No.lu parsel ile birlikte bir bütün olarak kullandığını, her iki taşınmazın sınır komşusu olduğunu, satış bedelinin gerçekte 62.000,00 TL olup davacının kötü niyetli olarak bu davayı açtığını belirterek davanın reddini savunmuştur.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: Tire 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 22.10.2015 tarih ve 2015/123 Esas, 427 Karar sayılı kararıyla; davalıya ait 36 No.lu parsel ile dava konusu 35 No.lu parselin sınırdaş olduğu, kanunda sınırdaş taşınmaz yönünden herhangi bir kısıtlamanın öngörülmediği, buna göre köşe noktasından sınırın bulunmasının taşınmazların sınırdaş olmadığı sonucunu doğurmayacağı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
- BOZMA VE BOZMADAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ
- Bozma Kararı
- İlk Derece Mahkemesinin yukarıda gün ve sayısı belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin 15.01.2019 tarih ve 2016/10850 Esas, 2019/351 Karar sayılı ilâmıyla; “Mahkemece, mahallinde uzman bilirkişiler eşliğinde keşif yapılarak davacıya ait 20 parsel sayılı taşınmaz ile davalıya ait 36 parsel sayılı taşınmazın, dava konusu 35 parsel sayılı taşınmazla sınırdaş olup olmadıklarının fen bilirkişisine tespit ettirilip usulüne uygun şekilde krokide gösterilmesinin istenmesi; dava konusu taşınmazların fiili kullanım durumuna göre tarımsal arazi niteliği taşıyıp taşımadıklarının belirlenerek bilirkişilerden bu hususta ayrıntılı ve denetime uygun rapor alınması ve daha sonra oluşacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken, eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulmasının doğru olmadığı” gerekçesiyle hükmün bozulmasına karar verilmiştir.
- Bozma kararına karşı davalı vekilinin karar düzeltme istemi ise Yargıtay 14. Hukuk Dairesinin 20.02.2022 tarih ve 2019/2238 Esas, 2020/2062 Karar sayılı kararı ile reddedilmiştir.
- İlk Derece Mahkemesince Bozmaya Uyularak Verilen Karar
İlk Derece Mahkemesi, yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararıyla; mahallinde yapılan keşif ve alınan bilirkişi raporuna göre davalıya ait 36 No.lu parsel ile dava konusu 35 No.lu parsel arasında köşe noktalarından kesişmek dışında ortak bir sınırın bulunmadığı, bu kesişim noktası üzerinden fiilen birlikte kullanımın mümkün olmayıp taşınmazların tarımsal bütünlük arz etmediği, 5403 sayılı Yasa kapsamında mevcut bir sınırdaşlıktan bahsedilemeyeceği, davacıya ait 20 No.lu parsel ile dava konusu parsel arasında ise 104,78 metre uzunlukta bir sınır bulunduğu, her iki taşınmazın da fiilen tarım yapılan tarımsal arazi niteliğinde olduğu gerekçe gösterilerek, davacı tarafından gerçek satış bedeli olduğu beyan ve kabul edilen 62.000,00 TL ile 365,00 TL alıcıya düşen tapu harç ve masrafları toplamı 62.365,00 TL önalım bedeli üzerinden davanın kabulü ile depo edilen önalım bedelinin kararın kesinleşmesi ve talep hâlinde davalıya ödenmesine karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davalı vekili temyiz dilekçesinde özetle; dava konusu taşınmazın dava tarihindeki değeri üzerinden harç ikmali yapılmadığını, vekil edeninin maliki olduğu 36 parsel sayılı taşınmazı yıllardır kiracısı olduğu dava konusu 35 No.lu parsel ile birlikte bir bütün olarak kullandığını, kanunda sınırdaşlığın tarifinin yapılmadığı gibi müşterek sınırın azami ve asgari uzunluğunun da belirtilmediğini, her iki taşınmazın köşe noktalarından da olsa müşterek bir sınırının bulunmakta olup sınırdaş kabul edilmeleri gerektiğini, ayrıca taşınmazların tarımsal bütünlük arz ettiğini, satış tarihinin üzerinden 6 yıldan fazla bir süre geçtiğini, bu nedenle taşınmazın rayiç değerinin ya da ödenen bedelin tespit edilecek munzam zarar tazminatı ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesi gerektiğini ileri sürmüştür.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık
Taraflar arasındaki uyuşmazlık, davalıya ait 36 parsel sayılı taşınmaz ile dava konusu 35 parsel sayılı taşınmazın sınırdaş olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği noktasında toplanmaktadır.
- İlgili Hukuk: 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu’nun 8/İ maddesinin ikinci ve üçüncü fıkraları, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 732 ve devamı maddeleri ile Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Tarım Reformu Genel Müdürlüğünün 03.11.2017 tarih ve 2768754 Esas sayılı Tarım Arazilerinde Mülkiyet Devrine İlişkin Uygulama Talimatının (b) maddesi.
- Değerlendirme
- Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Tarım Reformu Genel Müdürlüğünün 03.11.2017 tarih ve 2768754 Esas sayılı Tarım Arazilerinde Mülkiyet Devrine İlişkin Uygulama Talimatının (b) maddesinde belirtildiği üzere, en az bir noktada birbirleriyle ortak sınırı bulunan tarım arazileri sınırdaş olarak değerlendirilmektedir.
- Somut olaya gelince; davacı 5403 sayılı Yasa’nın 8/İ maddesine dayalı yasal önalım talebinde bulunmuştur. Dosya arasındaki Kadastro Teknisyeni bilirkişi krokisine göre; davaya konu 705 ada 35 parsel sayılı taşınmaz ile davalıya ait 705 ada 36 parsel sayılı taşınmazın köşe noktasından sınırı bulunduğu anlaşılmaktadır.
- Yukarıda açıklanan Uygulama Talimatının (b) maddesindeki ifadeye göre; en az bir noktada birbirleriyle ortak sınırı bulunan tarım arazileri sınırdaş olarak kabul edildiğine göre davalıya ait taşınmazın dava konusu taşınmazla köşe noktasından sınırı bulunduğu tespitine rağmen mahkemece, davalıya ait taşınmazla dava konusu taşınmazın tarımsal bütünlük arz etmediği değerlendirmesi ile sınırdaş olarak kabul edilemeyeceği gerekçesi doğru değildir.
- O halde mahkemece, sınırdaş arazi sahiplerinden birine satılmış olan dava konusu parsel için, başka bir sınırdaş arazi maliki tarafından önalım hakkının kullanamayacağı hükmü uyarınca davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile kabulüne karar verilmesi doğru görülmemiş; hükmün bu nedenle bozulması gerekmiştir.
- KARAR
- Yukarıda (1), (2), (3) ve (4) numaralı paragraflarda açıklanan nedenlerle, davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, 2. Bozma nedenine göre davalı vekilinin sair temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına,
Yargıtay duruşma vekâlet ücreti 8.400,00 TL’nin davacıdan alınarak davalıya verilmesine, Peşin alınan temyiz harcının istek hâlinde ilgiliye iadesine, Kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 20.12.2022 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/2974 K: 2022/3228 T: 28.4.2022
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/4114 K: 2024/1782 T: 26.3.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8048 K: 2023/749 T: 9.2.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8745 K: 2023/1125 T: 27.2.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/2144 K: 2023/3058 T: 1.6.2023
Ön alım davaları konusu parayla ölçülebilen davalar olup dava değeri akitteki satış değeri ve masraflar toplamıdır. Bu durumda anılan değer üzerinden nispi ücret alınması gerekirken maktu ücret alınması yerinde değildir
Taraflar arasındaki ön alım hakkından kaynaklanan tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince konusuz kalan dava hakkında karar verilmesine yer olmadığına karar verilmiştir.
Kararın davacı vekili ve davalı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince başvurunun kabulü ile İlk Derece Mahkemesi hükmünün kaldırılarak vekâlet ücreti yönünden yeniden hüküm kurulmak suretiyle konusuz kalan dava hakkında karar verilmesine yer olmadığına karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacılar vekili; müvekkilinin Bursa ili, …. ilçesi, ….. Mahallesi, 6458 ada 31 parsel sayılı taşınmazın paydaşlarından olduğunu, davalının aynı taşınmazdan 03.03.2016 tarihinde pay satın aldığını, müvekkilinin ön alım hakkı kapsamında tapu kayıtlarına göre ön alım bedeli ve masraflarını ödemeye hazır olduğunu beyan ederek; dava konusu taşınmazda davalı adına kayıtlı payın iptali ile müvekkili adına tescilini, vekâlet ücreti ve yargılama giderlerinin davalıya yükletilmesini talep etmiştir.
- CEVAP: Davalı vekili; gerek davaya konu payın ilişkin olduğu binanın, gerekse de diğer binaların kime ait olduğunun, kim tarafından yapılıp kullanıldığının bilinen bir husus olup, ön alım hakkının kullanılmasının TMK’nın 2 nci maddesindeki iyi niyet kuralına aykırı olduğunu beyan ederek; davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile;
“…Davanın ön alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil talebine yönelik olduğu, yargılama aşamasında yapılan imar uygulaması neticesinde tarafların başka parsellerde hissedar olduğu, ön alım hakkının kullanılmasının olanaksız hale geldiği, başka bir ifade ile davanın konusuz kaldığı, bu sebeple davanın esası hakkında karar verilmesine yer olmadığı…
6100 sayılı HMK 331 maddesi gereği, davanın konusuz kaldığı durumda yargılama giderinin dava açıldığı tarihte haklılık durumuna göre değerlendirlmesi gerekeceği, davacı tarafın paylı mülkiyete dayalı tapu iptali ve tescil talebinde bulunduğu, davalı tarafın fiili taksim iddiasına dayandığı, fiili taksim hususunda keşif yapılıp, taşınmaz başında tanıkların bilgi ve görgülerine başvurulduğu, fiili taksim olgusunun zaman bildirerek , kimlerin katılımıyla ne şekilde yapıldığı, her bir paydaşın muayyen yeri kullandığı hususlarının ispat edilemediği, fiili taksimin ispat edilemediği, bu durumda davacının,dava tarihi itibarıyla daava açmakta haklı olduğu, yargılama giderlerinin davalıdan alınarak davacıya verilmesi gerektiği..” gerekçesiyle davanın esası hakkında karar verilmesine yer olmadığına, davacı taraf kendisini vekille temsil ettirdiğinden AAÜT gereği 3.400,00 TL vekâlet ücretinin davalıdan alınarak davacıya verilmesine karar verilmiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili ve davalı vekili tarafından istinaf başvurusunda bulunulmuştur.
- İstinaf Sebepleri: Davacı vekili istinaf dilekçesinde; Mahkemece gerekli inceleme sonucu haklılıklarına karar verildiğini, davanın konusuz kalması durumunda mahkeme masraflarının haksız çıkan tarafa yükletilmesinin yasa gereği olduğunu, vekâlet ücretinin mahkeme masraflarından olup nispi vekâlet ücretine hükmedilmesi gerekirken maktu vekâlet ücretine hükmedilmesinin yasaya aykırı olduğunu, yerel Mahkeme kararının maktu vekâlet ücreti ile ilgili kısmının kaldırılarak nispi vekâlet ücretine hükmedilmesi gerektiğini beyan ederek hükmü istinaf etmiştir.
Davalı vekili istinaf dilekçesinde; karar verilmesine yer olmadığına dair verilen karara karşı bir diyeceğinin olmadığını, imar uygulaması sırasında da fiili paylaşım bulunduğu dikkate alınarak yargılama giderlerinin davacı tarafa yükletilmesi gerektiğini, yerel Mahkeme kararının yargılama giderlerine ilişkin kısmın müvekkili lehine kısmen kaldırılmasını talep ettiğini beyan ederek; hükmü istinaf etmiştir.
- Gerekçe ve Sonuç: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile;
“…Somut olayda mahkemece taşınmazların imar uygulamasına tabi tutulması sonrasında tarafların paydaş olmadıkları kabul edilerek davanın konusuz kaldığı gerekçesi ile esas hakkında hüküm tesis edilmemiş olup taraflar bu konuda istinaf itirazında bulunmamıştır.
Tarafların istinaf itirazları vekalet ücreti ve yargılama giderlerine ilişkindir.
HMK 331. madde uyarınca davanın esası hakkında karar verilmesine gerek bulunmayan hallerde hakim yargılamaya devam ederek davanın açıldığı tarihteki haklılık durumunun belirlemekle görevlidir.
Dava konusu taşınmazda fiili taksim bulunmadığı, davacının kullandığı bir yer belirlenmediği ve satış tarihi itibari ile davacının taşınmazda paylı malik olduğu anlaşılmakla davanın başında haklı bulunduğu değerlendirilmelidir.
Bu nedenle davacı lehine av. Ücreti takdiri gerektiği yönündeki ilk derece mahkemesi tespitinde bir yanılgı görülmemiştir.
Ancak; karar tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesinin 6 ncı maddesine göre; “Anlaşmazlık, davanın konusuz kalması, feragat, kabul, sulh veya herhangi bir nedenle; ön inceleme tutanağı imzalanıncaya kadar giderilirse, Tarife hükümleriyle belirlenen ücretlerin yarısına, ön inceleme tutanağı imzalandıktan sonra giderilirse tamamına hükmolunur. Bu madde yargı mercileri tarafından hesaplanan akdi avukatlık ücreti sözleşmelerinde uygulanmaz.” hükmü yer almaktadır.
Ön alım davaları konusu parayla ölçülebilen davalar olup dava değeri akitteki satış değeri ve masraflar toplamıdır. Bu durumda anılan değer üzerinden nispi ücret alınması gerekirken maktu ücret alınması yerinde değildir…” gerekçesiyle; davacı vekilinin istinaf başvurusunun kabulüne, davalı vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine, Bursa 4. Asliye Hukuk Mahkemesinin 03.03.2020 tarih ve 2019/156 Esas, 2020/274 Karar sayılı kararının kaldırılmasına, dava konusuz kalmış olmakla davanın esası hakkında karar verilmesine yer olmadığına, davacı taraf kendisini vekille temsil ettirdiğinden AAÜT gereği 21.050,00 TL vekâlet ücretinin davalıdan alınarak davacıya verilmesine karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davalı vekili temyiz dilekçesinde; keşif esnasında fiili taksim bulunmadığı hususunda verilen tanık beyanları hatalıdır. Davacı yan tanıklarının ifade ettikleri yer imar planı içerisinde kalmıştır. Fiilen kullanılan yer ile uygulama imar planında verilen yer aynıdır. Davacının bu plana bir itirazı olmamıştır. Fiili bir paylaşım olmasa idi imar uygulaması neticesinde davacıya herhangi bir yer verilmez idi. Davacı taraf davanın başında haklı değildir ve haklılığı tereddütsüz şekilde de ortaya çıkmamıştır. Bu nedenlerle yargılama giderlerinin davalı tarafa yükletilmesi yasal değildir şeklinde beyanda bulunarak; hükmü temyiz etmiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Uyuşmazlık, ön alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun, 732 nci maddesi şöyledir:
“Paylı mülkiyette bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması hâlinde, diğer paydaşlar önalım hakkını kullanabilirler.”
Aynı Kanunun 734 üncü maddesinde; “Önalım hakkı, alıcıya karşı dava açılarak kullanılır. Önalım hakkı sahibi, adına payın tesciline karar verilmeden önce, satış bedeli ile alıcıya düşen tapu giderlerini, hakim tarafından belirlenen süre içinde hakimin belirleyeceği yere nakden yatırmakla yükümlüdür.”
Avukatlık Asgari Ücret Tarifesinin 6 ncı maddesinde; “Anlaşmazlık, davanın konusuz kalması, feragat, kabul, sulh veya herhangi bir nedenle; ön inceleme tutanağı imzalanıncaya kadar giderilirse, Tarife hükümleriyle belirlenen ücretlerin yarısına, ön inceleme tutanağı imzalandıktan sonra giderilirse tamamına hükmolunur. Bu madde yargı mercileri tarafından hesaplanan akdi avukatlık ücreti sözleşmelerinde uygulanmaz.” hükmü yer almaktadır.
- Değerlendirme
- Bölge Adliye Mahkemelerinin nihai kararlarının bozulması 6100 sayılı Kanun’un 371 inci maddesinde yer alan sebeplerden birinin varlığı hâlinde mümkündür.
- Ön alım hakkı paylı mülkiyet hükümlerine tâbi taşınmazlarda bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını kısmen veya tamamen üçüncü bir kişiye satması hâlinde diğer paydaşlara bu satılan payı öncelikle satın alma yetkisi veren bir haktır. Bu hak paylı mülkiyet ilişkisi kurulduğu anda doğar ve satışın yapılmasıyla kullanılabilir hâle gelir.
- Ön alım hakkının kullanılmasıyla bu hakkı kullanan paydaş ile alıcı arasında kapsam ve şartları satıcı ile davalı arasında yapılan sözleşmenin aynı olan bir satım ilişkisi kurulmuş olduğundan ön alım bedeli, tapuda gösterilen satış bedeli ile davalı tarafından ödenen harç ve masrafların toplamından ibarettir. Yargılama giderleri ve vekâlet ücretlerinin anılan bedel üzerinden davadaki kabul ve ret oranına göre takdir edilmesi gerekir.
- Temyizen incelenen karar; tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dayandıkları belgelere, uyuşmazlığa uygulanması gereken hukuk kuralları ile hukuki ilişkinin nitelendirilmesine, dava şartlarına, yargılama ve ispat kuralları ile Bölge Adliye Mahkemesi kararında belirtilen gerekçelere göre usul ve kanuna uygun olup özellikle, Bölge Adliye Mahkemesince kanunun somut olaya uygulanmasında ve gerekçede hata edilmediği anlaşıldığından, davalı vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmesinde isabetsizlik görülmemiş, temyiz dilekçesinde ileri sürülen nedenler kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte bulunmamıştır.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle; Temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararının 6100 sayılı Kanun’un 370’inci maddesinin birinci fıkrası uyarınca ONANMASINA, Aşağıda yazılı temyiz giderinin temyiz edene yükletilmesine, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 01.06.2023 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/2143 K: 2022/3478 T: 17.5.2022
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/152 K: 2024/457 T: 24.1.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8043 K: 2023/136 T: 12.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8670 K: 2023/3286 T: 12.6.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8763 K: 2023/925 T: 16.2.2023
Bir kimse 3 üncü kişilere karşı kendi muvazaasına dayanamaz” kuralı gereğince tapu harcını düşük ödemek için tapudaki satış bedelinin düşük gösterildiği yönündeki davalı iddiası dinlenemeyeceği.
Taraflar arasındaki önalım nedeniyle tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, İlk Derece Mahkemesince davanın kabulüne karar verilmiştir.
Kararın davalı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince başvurunun esastan reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacılar vekili dava dilekçesinde; müvekkillerinin 132 ada 2 parsel sayılı taşınmazda paydaş olduğunu, davalının taşınmazdan 1/5 payı 06.10.2016 tarihinde 6.000,00 TL bedelle satın aldığını, dava konusu paya ilişkin tapu kaydının ön alım hukuki sebebine dayalı olarak iptali ile davacılar adına tescilini talep etmiştir.
- CEVAP: Davalı vekili cevap dilekçesinde; dava açmaya ilişkin hak düşürücü sürenin geçtiğini, önalım hakkının kullanılabilmesi için gerçek bir satış olması gerektiğini, dava konusu payı satın aldığı Murat Nurten’in paraya ihtiyacı olması nedeniyle payını kendisine satmak istediğini, kendisinin ise o dönem arsa satın almaya ihtiyacı olmadığından satın alma yerine borç para verebileceğini söylediğini ve dava dışı bu paydaşa 62.000,00 ABD Doları borç para verdiğini, bu borcun teminatı olarak dava konusu taşınmaz payını temlik ettiğini, satış ilişkisi oluşmadığını, herhangi bir satış bedeli ödemediğini, bu durumu davacıların da bilmesine rağmen dava açmalarının kötü niyetli olduğunu ileri sürerek davanın reddini savunmuştur.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; davalının satın almasına ilişkin noter bildirim yükümlülüğünün yerine getirilmediği ve tapuda gösterilen 6.000,00 TL satış bedeli ile tapu alım-satım masrafı olan 414,50 TL’nin depo edildiği, sonuç itibarı ile de davanın sübut bulduğu gerekçesi ile davanın kabulüne karar verilmiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
- İstinaf Sebepleri: Davanın süresinde açılmadığı, tanıklarının dinlenmediği, önalım hakkının kullanılabilmesi için gerçek bir satış olması gerektiği halde devreden ile davalı arasında gerçek bir satış olmadığı, davalının devreden malike verdiği borcun teminatı olarak taşınmazın devredildiği, davacıların kötü niyetli olduğu hususlarını istinaf etmiştir. Ek istinafında ise, taşınmazın teminat amacıyla inançlı işlemle devredildiği, delil başlangıcı niteliğindeki belgenin dikkate alınmadığı, enflasyon etkisinin gözetilmeyerek mülkiyet hakkının ihlal edildiği hususlarına itiraz etmiştir.
- Gerekçe ve Sonuç: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; “… Davalı; dava dışı Murat Nurten ile aralarında gerçek bir satış işlemi bulunmadığını, taşınmaz payının borca karşılık teminat olarak alındığını ve tapudaki bedelde muvazaa bulunduğunu ileri sürmüşse de; Davalı tarafça sunulan 17.11.2016 tarihli belgenin adi yazılı nitelikli olup her zaman düzenlenmesinin mümkün olduğu, belgede 17.11.2016 tarihinde alınan tapulardan bahsedildiği fakat dosyaya konu pay satışının bu tarihte değil 06.10.2016 tarihinde yapıldığı, ayrıca sunulan belgede taşınmazın somutlaştırılmadığı, hangi taşınmaz olduğunun anlaşılmasına yarayacak il, ilçe, mahalle, ada, parsel numaralarının belirtilmediği, ayrıca inançlı işlem iddiasına yönelik dava açıldığına dair herhangi bir belge-bilgi sunulmadığı görüldüğünden, davalı tarafın, taşınmaz payının borca karşılık teminat olarak alındığı iddiasının ispatlanamadığı, Bedelde muvazaa ve taşınmazın gerçek bedelinin hesaplanması gerektiği iddiasına yönelik olarak ise satış, 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu’nun yürürlüğe girdiği tarihten sonra olmak üzere 06.10.2016 tarihinde yapıldığından, ön alım bedelinin belirlenmesinde 743 sayılı Medeni Kanun zamanında uygulanması gereken objektif değer artışı kuralının uygulanmasının mümkün olmadığı, Satışın 06.10.2016 tarihinde yapılması üzerine, satıcı-dava dışı eski paydaş veya alıcı-davalı tarafından, davacı paydaşa noter aracılığı ile bildirim yükümlülüğünün yerine getirilmediği, davanın 2 yıllık azami süre içerisinde olmak üzere 04.10.2018 tarihinde açıldığı, Yukarıda da açıklandığı üzere “bir kimse 3. kişilere karşı yaptığı akitle bağlı olup kendi yaptığı muvazaalı işlemden, kendi yararına sonuç çıkartamaz. Başka bir ifadeyle, bir kimse 3 üncü kişilere karşı kendi muvazaasına dayanamaz” kuralı gereğince tapu harcını düşük ödemek için tapudaki satış bedelinin düşük gösterildiği yönündeki davalı iddiası dinlenemeyeceğinden, davalının istinaf talebinin yerinde olmadığı anlaşılmıştır. Ön alım davalarında depo ettirilmesi gereken miktar, tapudaki satış bedeli ile alıcının (davalının) ödediği tapu harcı olması nedeni ile 6.120,00 TL’nin depo ettirilmesi gerekirken, satıcının ödemekle yükümlü olduğu tapu harcı ve döner sermaye ücretinin de depo ettirilmesi yerinde değilse de, aleyhe istinaf olmadığından, bu husus sadece eleştirilmiştir. Bu itibarla; davalının istinaf talebinin, HMK’nın 353/1-b-1 inci maddesi gereğince esastan reddine karar vermek gerekmiş, aşağıdaki hüküm kurulmuştur.” şeklinde karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davacı tarafın sunulan adi yazılı belgeye itiraz etmediği halde belgenin incelenmediği, devrin teminat amaçlı inançlı işleme dayandığı ve muvazaa olmadığı, davacının kötü niyetli olduğu, rayiç bedelin tespit edilmeyip değer kaybının dikkate alınmadığı, mülkiyet hakkının ve ölçülülük ilkesinin ihlal edildiği hususlarını temyiz etmiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Uyuşmazlık, önalım hakkından kaynaklanan tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 732’nci, 733’üncü ve 734’üncü maddeleri
- Değerlendirme
- Bölge Adliye Mahkemelerinin nihai kararlarının bozulması 6100 sayılı Kanun’un 371 inci maddesinde yer alan sebeplerden birinin varlığı hâlinde mümkündür.
- Temyizen incelenen karar, tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dayandıkları belgelere, uyuşmazlığa uygulanması gereken hukuk kuralları ile hukuki ilişkinin nitelendirilmesine, dava şartlarına, yargılama ve ispat kuralları ile kararda belirtilen gerekçelere göre usul ve kanuna uygun olup davalı vekilince temyiz dilekçesinde ileri sürülen nedenler kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte görülmemiştir.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle; Temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararının 6100 sayılı Kanun’un 370 inci maddesinin birinci fıkrası uyarınca ONANMASINA, Aşağıda yazılı temyiz giderinin temyiz edene yükletilmesine, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 16.02.2023 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/2974 K: 2022/3228 T: 28.4.2022
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/4114 K: 2024/1782 T: 26.3.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8048 K: 2023/749 T: 9.2.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8745 K: 2023/1125 T: 27.2.2023
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2021/124 K: 2023/481 T: 17.5.2023
Fiili taksim nedeniyle davacıların TMK’nin 2. maddesi uyarınca dürüstlük kuralına aykırı davrandıklarının kabul edilebilmesi için kendi kullandıkları bir yerin olması, fiili taksimin kuşkuya yer vermeyecek şekilde kanıtlanması gerekir.
- Taraflar arasındaki önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Eskişehir 1. Asliye Hukuk Mahkemesince verilen davanın reddine ilişkin karar davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay (Kapatılan) 14. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir. 2. Direnme kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir. 3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği düşünüldü:
- YARGILAMA SÜRECİ
Davacı İstemi
- Davacı vekili dava dilekçesinde; müvekkilinin Eskişehir ili Odunpazarı ilçesi İsmetpaşa Mahallesi 87 ada 82 parsel sayılı taşınmazında paydaş olduğunu, aynı parselde paydaş olan dava dışı …’in payını 11.09.2014 tarihinde 23.000,00 TL bedelle davalıya sattığını, satış işleminin müvekkiline bildirilmediğini, müvekkilinin satıştan sonradan haberdar olduğunu ve önalım hakkını kullanmak isteğini ileri sürerek önalım hakkı nedeniyle dava dışı diğer paydaştan satın alınan payın tapusunun iptali ile müvekkili adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı Cevabı
- Davalı vekili cevap dilekçesinde; dava konusu taşınmazın imar uygulaması ile oluştuğunu, evveliyatında üzerinde birbirinden bağımsız kullanılan müstakil evler bulunan dokuz ayrı parsel iken imar uygulamasıyla tek parsel hâline geldiğini, satışa konu payın müstakil ev olduğunu, davacının eylemli olarak tasarruf ettiği payın ise aynı parseldeki başka bir yer (müstakil ev) olması nedeniyle satış zamanında dava konusu taşınmaz üzerinde dava dışı …’e ait müstakil ev üzerinde hak iddia etmeyen davacının önalım hakkını kullanamayacağını, kaldı ki payın satışına dair pazarlık sırasında davacının ön alım hakkını kullanmayacağını açıkça beyan ettiğini, davacının iyiniyetli olmadığını belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkeme Kararı
- Eskişehir 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 15.12.2015 tarihli ve 2014/788 Esas, 2015/2155 Karar sayılı kararı ile; Eskişehir ili Odunpazarı ilçesi İsmetpaşa Mahallesi 87 ada 82 parsel sayılı taşınmazda davacının 210/2400 oranında paydaş olduğu, aynı parselde 187/1200 oranında paydaş olan dava dışı …’in payını 11.09.2014 tarihinde 23.000,00 TL bedelle davalıya sattığı, tapu kaydını, emlak vergi beyannamelerini doğrulayan davalı tanık beyanlarına itibar edildiği, dava konusu taşınmazın öncesinde dokuz ayrı parselde kayıtlı iken imar uygulaması sonucunda tek parsel hâline geldiği, imar uygulamasından önce davalının satın aldığı paya tekabül eden parselin davacının kızı … adına kayıtlı olduğu, …’in payı oranında emlak vergi beyannameleri verdiği, davacının duruşmada beyan ettiği gibi …’in boşanma davası sırasında eşinin herhangi bir hak talep etmemesi için payını eniştesi …’e satış göstererek devrettiği, dava dışı …’in de dava konusu taşınmaz üzerindeki payı davalıya sattığı, imar uygulaması öncesinde davacı ve davalının paylarına tekabül eden yerlerin müstakil olarak kullanıldığı, imar uygulamasından sonra da paydaşların kendi yerlerini kullanımına dair fiili uygulamanın devam ettiği, davacının taşınmaz üzerinde bulunan evinde oturduğu, bu itibarla davacının önalım hakkını kullanmak istemesinin Türk Medeni Kanunu’nun 2 nci maddesi uyarınca hakkın kötüye kullanılması niteliğinde olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı
- Eskişehir 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Yargıtay (Kapatılan) 14. Hukuk Dairesinin 14.01.2019 tarihli ve 2016/10948 Esas, 2019/309 Karar sayılı kararı ile; “…Önalım hakkı paylı mülkiyet hükümlerine tabi taşınmazlarda bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını kısmen veya tamamen üçüncü bir kişiye satması halinde diğer paydaşlara bu satılan payı öncelikle satın alma yetkisi veren bir haktır. Bu hak paylı mülkiyet ilişkisi kurulduğu anda doğar ve satışın yapılmasıyla kullanılabilir hale gelir.
Önalım davasına konu payın ilişkin bulunduğu taşınmaz paydaşlarca özel olarak kendi aralarında taksim edilip her bir paydaş belirli bir kısmı kullanırken bunlardan biri kendisinin kullandığı yeri ve bu yere tekabül eden payı bir üçüncü şahsa satarsa, satıcı zamanında bu yerde hak iddia etmeyen davacının tapuda yapılan satış nedeniyle önalım hakkını kullanması TMK’nin 2. maddesinde yer alan dürüst davranma kuralı ile bağdaşmaz. Kötüniyet iddiası 14.2.1951 tarihli ve 17/1 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca davanın her aşamasında ileri sürülebileceği gibi mahkemece de kendiliğinden nazara alınması gerekir. Bu gibi halde savunmanın genişletilmesi söz konusu değildir. Eylemli paylaşmanın varlığı halinde davanın reddi gerekir.
Önalım davalarında fiili taksime değer verilmesi için taksimin yazılı olarak yapılması ya da taşınmazın çok sayıda paydaşının bulunması halinde tüm paydaşları tarafından fiilen kullanılan bölümlerin olması gerekmez. Davacının kullandığı ve davalıya pay satan kişilerin kullandığı ayrı ayrı bölümler var ise satıcı zamanında kullanıma karşı çıkmayan, o yerde hak iddia etmeyen davacının tapuda pay satışı nedeni ile önalım hakkını kullanması TMK’nın 2. maddesinde yer alan dürüstlük kuralı ile bağdaşmayacağı kabul edilmektedir.
Somut olayda; her ne kadar davalı taşınmazın fiilen taksim edildiğini savunmuş ve mahkemece fiili taksim nedeniyle davanın reddine karar verilmiş ise de mahkemece yapılan inceleme hüküm kurmaya yeterli değildir. Fiili taksim nedeniyle davacıların TMK’nin 2. maddesi uyarınca dürüstlük kuralına aykırı davrandıklarının kabul edilebilmesi için kendi kullandıkları bir yerin olması, fiili taksimin kuşkuya yer vermeyecek şekilde kanıtlanması gerekir.
Mahkemece, tarafların tanıkları duruşmada dinlenmiş, mahallinde keşif yapılmamış, dava konusu taşınmazdaki kullanım durumu yeterince açıklığa kavuşturulmamıştır. Bu nedenle; öncelikle fiili taksime ilişkin taraf delillerinin tümü toplandıktan sonra mahallinde keşif yapılmalı, HMK’nin 259/2. maddesi ve taşınmazlara ilişkin davalarda tanıkların keşif mahallinde dinlenmesinin kural olduğu hususu dikkate alınarak tarafların tanıkları taşınmaz başında dinlenmeli, davacının dava konusu taşınmazda belirli bir yeri kullanıp kullanmadığı ve davalıya pay satan kişinin kullandığı bölüm bulunup bulunmadığı belirlenerek ve tanıklarca gösterilecek yerler fen bilirkişisi tarafından düzenlenecek krokide denetime elverişli şekilde işaretlenmek suretiyle, fiili taksimin mevcut olup olmadığı saptanmalı, varılacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile fiili taksim olgusu yeterince araştırılmadan yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu nedenle hükmün bozulması gerekmiştir…” gerekçesiyle karar bozulmuştur.
- Davalı vekilinin karar düzeltme yoluna başvurması üzerine Yargıtay (Kapatılan) 14. Hukuk Dairesinin 15.01.2020 tarihli ve 2019/1701 Esas, 2020/399 Karar sayılı kararı ile yasal ve hukuki dayanakları gösterilerek verilen bozma kararına ilişkin karar düzeltme isteminin 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun (HUMK) 440 ıncı maddesinde belirtilen nedenlere dayanmadığı gerekçesiyle davalı vekilinin karar düzeltme isteminin reddine karar verilmiştir.
Direnme Kararı
- Eskişehir 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 07.07.2020 tarihli ve 2020/29 Esas, 2020/134 Karar sayılı kararı ile; önceki gerekçeye ilaveten tapu kaydı, emlak vergi beyannameleri, tapu kaydını doğrulayan davalı tanık beyanları ve özellikle dava konusu taşınmazın önceden dokuz ayrı parsel iken imar uygulaması sonucu belirtildiği ve sonrasında da her bir paydaşın kendi yerini kullanarak fiili uygulamanın devam ettiği, her bir paydaş tarafından kendi payının fiilen kullanıldığına dair davacı asılın 15.12.2015 tarihli duruşmadaki beyanı gözetildiğinde bozma kararında belirtilen araştırmaların yapılmasının gerekmediği gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi
- Direnme kararı süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
- UYUŞMAZLIK
- Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olayda dava konusu taşınmazda fiili taksimin bulunup bulunmadığı konusunda mahkemece yapılan araştırma ve incelemenin hüküm vermeye yeterli olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
III. GEREKÇE
- Öncelikle konuyla ilgili kavramlar ve yasal düzenlemeler üzerinde kısaca durulmasında fayda bulunmaktadır. .
- Bilindiği üzere paylı mülkiyette paydaşlar arasında ortak idare ve kullanma durumu söz konusu olduğundan paydaşların birbirlerini bilmeleri ve tanımaları önem taşımaktadır. Bu ihtiyacın gereği olarak paydaşlar arasına yabancı bir kişinin girişini engellemek, taşınmazın daha küçük parçalara ayrılmasını önleyebilmek, hisselerin mümkün olduğu kadar hissedar elinde toplanmasını temin etmek amacıyla paylı taşınmazlarda hissedarların temlik hakkı sınırlandırılarak yasal önalım hakkı tanınmıştır.
- Önalım hakkı taşınmaz mal mülkiyetinin kanundan doğan takyitlerinden biri olup Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulunun 26.12.1951 tarihli ve 1951/1 Esas, 1951/6 Karar sayılı kararında da yenilik doğuran bir hak olduğu belirtilmiştir.
- Önalım hakkı, bir taşınmazın satılması durumunda satışın şartlarına uyulması koşuluyla bir kimsenin öncelikle satın alma hakkıdır (Türk Hukuk Lugatı, Ankara 2021 Baskı, Cilt I, s. 884).
- Öte yandan Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulunun 20.06.1951 tarihli ve 1949/13 Esas, 1951/5 Karar sayılı kararında ise önalım hakkının hukuki niteliği “Şufa hakkı, mefşu hissenin üçüncü şahsa satılması ve satışa ıttıladan itibaren bir ay içinde kullanılmış olması gibi muayyen şartlar altında kullanılacak yenilik doğurucu bir haktır ki, şefinin bu hakkı kullandığı yolundaki tek taraflı irade beyanının müşteriye vasıl olmasıyla yeni bir hukuki vaziyet meydana getirilmesine yarar. Bu hakkın kullanılmasıyla şefi yeni bir akit yapmaya hacet kalmaksızın müşteriye halef olur” şeklinde açıklanmıştır.
- Yasal önalım hakkı 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) “Taşınmaz Mülkiyetinin İçeriği ve Kısıtlamaları” başlıklı İkinci Ayrımında “Devir hakkının kısıtlamaları 1. Yasal önalım hakkı” alt başlıkları altında “Önalım hakkı sahibi” başlıklı 732; “Kullanma yasağı, feragat ve hak düşürücü süre” başlıklı 733 ve “Kullanılması” başlıklı 734 üncü maddelerinde önceki kanundan farklı içerikte düzenlenmiştir.
- Yürürlükte bulunan bu hükümlerle yasal önalım hakkının paylı mülkiyette paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması hâlinde kullanılabileceği, önalım hakkından feragatin yöntem ve koşullarının neler olduğu, satışın diğer paydaşlara bildirilmesi gereği, bu bildirimden ve satış tarihinden itibaren uygulanacak yasal sürelerin neler olduğu, bu hakkın dava açılarak kullanılabileceği, önalım bedelinin ve giderlerin nakden yatırılması gerektiği hüküm altına alınmıştır.
- Türk Medeni Kanunu’nun 732 nci maddesi “Paylı mülkiyette bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması hâlinde, diğer paydaşlar önalım hakkını kullanabilirler” hükmünü içermektedir. Madde gerekçesinde ise “Maddede paylı mülkiyette herhangi bir paydaşın kendi payını ister tamamen ister kısmen bir başkasına satması hâlinde, diğer paydaşların önalım haklarını kullanabilecekleri öngörülmüştür. Bu suretle, önalım hakkının, bir payın üçüncü kişiye tamamen veya kısmen satılması durumunda da kullanılabileceği vurgulanmıştır” ifadelerine yer verilmiştir. Anılan düzenlemede önalım hakkının açık bir tarifi yapılmamakla birlikte temel prensibin mülkiyet serbestisi ve tasarruf yetkisi olduğu gözetilerek paydaşın temlik hakkı sınırlandırılırken bu sınırlandırma bütün devirler için değil sadece satım akitleri için öngörülmüştür.
- Yasal önalım hakkı, paylı mülkiyete konu bir taşınmazın paydaşlarından birinin payını bir üçüncü kişiye satması hâlinde diğer paydaşlara aynı şartlarla bu payın alıcısı olabilme yetkisini veren yenilik doğuran bir haktır. Payın tamamının veya bir kısmının satılması arasında bir fark yoktur. Kişiye değil paya bağlı bir haktır ve kim paydaş olursa bu hakka sahiptir. Önalım hakkı kullanılınca paydaş payını yasal önalım hakkını kullanan diğer paydaşa devretme yükümlülüğü altına girmektedir. Böylece önalım hakkı taşınmaz mülkiyetinin dolaylı sınırlama biçimlerinden birisidir. Bu hak kullanılmadığı sürece ortada bir kısıtlama olmayıp önalım hakkının kullanılmasıyla birlikte ortaya çıkar. Yasal önalım hakkının kullanılması, ancak paydaş olmayan birisine yapılan satışta söz konusu olur. Önalım hakkı eskisi gibi irade bildirimi ile değil ancak alıcıya karşı dava açılarak kullanılabilir. Bu hakkın dava dışında kullanılması olanaklı değildir. Önalım davası yenilik doğuran bir dava, kararı da yenilik doğuran bir karardır.
- Gelinen noktada fiili taksim kavramının açıklanmasında fayda bulunmaktadır.
- Türk Medeni Kanunu’nda paydaşlar arasında fiili taksim hususu düzenlenmediği gibi önalım hakkının kullanımına olan etkisine dair bir düzenleme de bulunmamaktadır. Bu kavram uygulamaya Yargıtay içtihatları ile girmiştir. Yargısal içtihatlarda yapılan tanıma göre paydaşlar arasında fiili taksim bulunduğu takdirde önalım hakkının kullanılmasının dürüstlük kurallarına aykırı olduğunun kabul edilebilmesi için, yasal önalım hakkına konu payın ilişkin bulunduğu bir taşınmazın varlığı, bu taşınmazın paydaşlarca kendi aralarında taksim edilmesi ve davacı ve davalıya pay satan paydaş (paydaşların) taşınmazın belirli bir kısmını kullanması gerekli ve yeterlidir.
- Paydaşlar arasında fiili taksim bulunması hâlinde yasal önalım hakkının kullanılamayacağına dair bir yasa hükmü bulunmasa da taşınmazda fiili bir kullanma biçimi oluştuğundan uzun süre de paydaşlar bu durumu benimsemişlerse kayıtta paylı, eylemli olarak bağımsız bu oluşumun korunması, TMK’nın 2 nci maddesinde tanımını bulan dürüstlük kuralının gereğidir. Zira TMK’nın 2 nci maddesinde herkesin haklarını kullanırken ve borçlarını ifa ederken dürüstlük kurallarına uyması zorunluluğu getirilmiş, uyulmamasının yaptırımı olarak da hakkın kötüye kullanılmasının hukuk düzeni tarafından korunmayacağı belirtilmiştir. Bilindiği üzere hakkın açıkça kötüye kullanıldığı tüm hâllerde dürüstlük kuralına da aykırılık söz konusudur. Fiili taksimin hukuki dayanağını da TMK’nın bu maddesi oluşturmaktadır (Müslüm Tunaboylu, Önalım (Şuf’a) Davaları, Ankara 2008, s. 440).
- Nitekim öğretide paylı mülkiyette fiili taksim durumu Yargıtay kararlarından bağımsız olarak tanımlanmamış olup yalnızca yasal önalım hakkının dürüstlük kuralına aykırı kullanımlarından biri olarak nitelendirilmiştir.
- Bu doğrultuda önalım davasına konu payın bulunduğu taşınmazda paydaşlar arasında fiili taksim yapıldıktan sonra bunlardan biri kendisinin kullandığı yeri ve bu yere tekabül eden payı bir üçüncü şahsa satarsa aynı taşınmazda farklı bir bölüm kendisine bırakılan ve satıcı zamanında bu yerde hak iddia etmeyen davacının tapuda yapılan satış nedeniyle önalım hakkını kullanması TMK’nın 2 nci maddesinde yer alan dürüst davranma kuralı ile bağdaşmaz. Kötüniyet iddiası Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulunun 14.02.1951 tarihli ve 1951/17 Esas, 1951/1 Karar sayılı kararı uyarınca davanın her aşamasında ileri sürülebileceği gibi mahkemece de kendiliğinden nazara alınması gerekir.
- Somut olayda Eskişehir ili Odunpazarı ilçesi İsmetpaşa Mahallesi 87 ada 82 parsel sayılı taşınmazda davacının 210/2400 oranında paydaş olduğu, aynı parselde 187/1200 oranında paydaş olan dava dışı …’in payını 11.09.2014 tarihinde 23.000,00 TL bedelle davalıya sattığı, davacının bedelini ödeyip fiilen kendisinin kullanmasına rağmen tapuda kızı adına kaydedilen uyuşmazlık konusu payın dava dışı kızı … tarafından boşanma sırasında eşinden mal kaçırmak amacıyla eniştesi dava dışı …’e devredildiğini, ardından dava dışı … tarafından davalıya satıldığını, satıştan sonradan haberdar olduğunu, dava konusu payı başından itibaren sadece kendisinin fiilen kullandığını, dava dışı … ve …’in fiilen kullanmasının söz konusu olmadığını ileri sürdüğü, Mahkemece taraf tanıklarının duruşmada dinlendiği ve fiili taksimin bulunduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verildiği anlaşılmıştır.
- Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde Mahkemece imar uygulaması sonucu oluşan taşınmazın uygulama öncesinde her biri ayrı tapuya kayıtlı bağımsız parselden oluştuğu ve imar uygulaması sonucunda önceki kullanım durumunun devam ettiği gerekçesiyle fiili taksim olgusunun varlığı kabul edilmiş ise de bu kabulün eksik inceleme ve araştırmaya dayandığı anlaşılmaktadır. Zira 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 259/2 nci maddesinin açık hükmüne rağmen taşınmaza ilişkin eldeki davada tanıklar duruşmada dinlenmiş, mahallinde keşif yapılmamış ve dava konusu taşınmazdaki kullanım durumu yeterince açıklığa kavuşturulmamıştır. Bu nedenle davacının TMK’nın 2 nci maddesi uyarınca dürüstlük kuralına aykırı davrandığının kabulü için fiili taksimin kuşkuya yer vermeyecek şekilde kanıtlanması gerektiği gözetilerek 87 ada 82 parselin tapu kaydında sayfa numaraları yazılı bulunan dokuz ayrı parsele ait tapu kayıtları ve krokileri getirtilmeli, fiili taksime ilişkin olarak tarafların delilleri de toplandıktan sonra mahallinde keşif yapılarak taraf tanıkları dinlenilmeli, fen bilirkişinden düzenlenecek keşifte tanıklar tarafından gösterilecek yerlerin işaretlendiği denetime elverişli kroki ve rapor alınmalı, toplanan deliller ve tüm dosya kapsamı birlikte değerlendirilerek davacının dava konusu taşınmazda belirli bir yeri kullanıp kullanmadığı, davalıya payını satan kişinin kullandığı bölüm olup olmadığı belirlenerek fiili taksimin bulunup bulunmadığı tespit edildikten sonra sonucuna göre bir karar verilmelidir.
- Hâl böyle olunca Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken, önceki hükümde direnilmesi doğru olmamıştır.
- O hâlde direnme kararı bozulmalıdır.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle; Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerle 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3 üncü maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429 uncu maddesi gereğince BOZULMASINA, İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, Karar düzeltme yolu açık olmak üzere 17.05.2023 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2021/676 K: 2023/96 T: 15.2.2023
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2022/711 K: 2023/436 T: 10.5.2023
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2023/85 K: 2023/369 T: 26.4.2023
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2020/272 K: 2022/1487 T: 10.11.2022
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/201 K: 2023/1610 T: 20.3.2023
Önalım bedeli tapuda gösterilen satış bedeli ile davalı tarafından ödenen harç ve masrafların toplamından ibarettir. Ancak davacı, tapuda yapılan satış sözleşmesinin tarafı olmadığından bedelde muvazaa iddiasında bulunabilir ve bu iddiasını tanık dahil her türlü delille kanıtlayabilir. Resmi senetteki satış bedeli ile keşif ile belirlenen bedel arasındaki fark tek başına bedelde muvazaa iddiasını kanıtlamaya yeterli değildir.
Taraflar arasındaki önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın kabulüne karar verilmiştir.
Kararın davalı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince başvurunun esastan reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacı vekili, dava konusu 160 ada 2 parsel, 163 ada 1 parsel, 163 ada 26 parsel ve 170 ada 27 taşınmazlarda davalının 10.04.2018 tarihinde hisse satın aldığını, tapu sicilinde gösterilen değerlerin gerçek satış değerleri olmadığını, davacı ve diğer hissedarların önalım hakkını kullanmasını engellemek için muvazaalı olarak yüksek gösterildiğini, tapu harcı düştükten sonra davalının toplamda 52.700,00 TL ödemede bulunduğunu belirterek davalı adına kayıtlı hisselerin iptali ile davacı adına tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
- CEVAP: Davalı vekili, satış bedelinin muvazaalı olmadığını, tapudaki resmi bedelin depo edilmesi kaydıyla dava konusu taşınmazları davacıya devretmeye hazır olduklarını belirtmiştir.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesi, “Davalı tanığı …’ın beyanları ve keşif sonucu alınan rapor birlikte değerlendirildiğinde bedelde muvazaa yapıldığı kanaatine varılarak davalı alıcı tarafından ödenen 1.570,00 TL tapu harcı dahil edilerek 54.336,86 TL üzerinden davanın kabulüne” karar vermiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
- İstinaf Sebepleri: Davalı vekili, davacı tarafın davayı açtıktan sonra fazlaya ilişkin haklarını saklı tutmadan iki kere harç tamamlayarak dava değerini arttırdığını, bu durumun iki kere ıslah anlamına geldiğini, mahkemece 78.500,00 TL üzerinden harç tamamlanmasına karar verildikten sonra 54.336,86 TL bedel üzerinden davanın kabulüne karar verilmesinin doğru olmadığını, tanıklardan …’nin taşınmazların gerçek değerinin 80.000,00 TL’den fazla olduğunu beyan ettiğini, beyanları gerekçeli karara esas alınan …’ın ise taşınmazın 56.500,00 TL değerinde olduğunu beyan ettiğini, tanığın beyanlarının muğlak ifadelerden uzaklaştırılması gerektiğini, satıcı …’nin davalıdan 53.500,00 TL aldığını, geri kalanını harman zamanı sonrasında vereceğini belirttiğini, eksik incelemeye dayalı olarak kurulan hükmün hatalı olduğunu belirtmiştir.
- Gerekçe ve Sonuç: Bölge Adliye Mahkemesi, davalı vekilinin istinaf talebinin esastan reddine karar vermiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davalı vekili, istinaf dilekçesinde beyanlarını tekrar dile getirmiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Dava, önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 1. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 732 nci maddesine göre, önalım hakkı paylı mülkiyet hükümlerine tabi taşınmazlarda payın üçüncü kişiye satılması halinde, diğer paydaşlara o payı öncelikle satın alma yetkisi veren bir haktır. Bu hak paylı mülkiyet ilişkisi kurulduğu anda doğar ve payın üçüncü kişiye satılması ile kullanılabilir hale gelir.
- Önalım hakkının kullanılmasıyla bu hakkı kullanan paydaş ile alıcı arasında kapsam ve şartları satıcı ile davalı arasında yapılan sözleşmenin aynı olan bir satım ilişkisi kurulmuş olur. Önalım bedeli tapuda gösterilen satış bedeli ile davalı tarafından ödenen harç ve masrafların toplamından ibarettir. Ancak davacı, tapuda yapılan satış sözleşmesinin tarafı olmadığından bedelde muvazaa iddiasında bulunabilir ve bu iddiasını tanık dahil her türlü delille kanıtlayabilir.
- Resmi senetteki satış bedeli ile keşif ile belirlenen bedel arasındaki fark tek başına bedelde muvazaa iddiasını kanıtlamaya yeterli değildir.
- Değerlendirme
Somut olaya gelince, davacı, davalının resmi senette gösterilenden daha düşük bedel ile dava konusu taşınmazı satın aldığını iddia ederek bedelde muvazaa iddiasında bulunmuş, mahkemece muvazaa iddiası kabul edilerek toplamda 54.336,86 TL önalım bedeli üzerinden davanın kabulüne karar verilmiştir.
Hükme esas alınan keşif sonrası davacının muvazaa iddiasını destekler mahiyette bilirkişi raporu alınmış ise de, raporda belirtilen bedelin tek başına muvazaa iddiasını kanıtlamaya yeterli olmadığı, dinlenen tanıklardan bir kısmı muvazaa iddiasını desteklese de bir kısmının davacının iddialarının aksine beyanda bulunduğu anlaşılmıştır. Resmi senette alım bedeli 78.500,00 TL iken raporda satışa konu hissenin satış tarihindeki değerinin 52.766,66 TL olduğu belirtilmiş, bu bedel ile resmi senette belirtilen bedel arasında yüksek bir farkın da bulunmadığı anlaşılmıştır.
Kaldı ki davalı, tapudaki resmi bedelin depo edilmesi kaydıyla dava konusu taşınmazı devretmeye hazır olduğunu beyan etmiştir.
Bu durumda davacı tarafın bedelde muvazaa iddiasını kanıtlayabildiğini söyleme imkanı yoktur. TMK’nın 734 üncü maddesi gereği mahkemece, dava konusu payın resmi satış senedindeki satış bedeli ile zorunlu harç ve masrafın toplamından oluşan önalım bedelinin depo edilmesi için davacı tarafa uygun bir süre verilerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiş, açıklanan nedenle kararın bozulması gerekmiştir.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle temyiz olunan, İlk Derece Mahkemesi kararına karşı istinaf başvurusunun esastan reddine ilişkin Bölge Adliye Mahkemesi kararının ORTADAN KALDIRILMASINA, İlk Derece Mahkemesi kararının BOZULMASINA,
Dosyanın kararı veren İlk Derece Mahkemesine, bozma kararının bir örneğinin kararı veren Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, peşin alınan temyiz karar harcının istek halinde ilgiliye iadesine, 20.03.2023 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/5438 K: 2023/5646 T: 22.11.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2024/39 K: 2024/179 T: 15.1.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/7855 K: 2023/267 T: 18.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8492 K: 2023/1264 T: 2.3.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8745 K: 2023/1125 T: 27.2.2023
Önalım davalarında fiili taksime değer verilmesi için, taksimin yazılı olarak yapılması ya da taşınmazın çok sayıda paydaşının bulunması halinde, tüm paydaşlar tarafından fiilen kullanılan bölümlerin olması gerekmez. Önalım davasına konu payın ilişkin bulunduğu taşınmaz, paydaşlarca özel olarak kendi aralarında taksim edilip her bir paydaş belirli bir kısmı kullanırken bunlardan biri kendisinin kullandığı yeri ve bu yere tekabül eden payı bir üçüncü şahsa satarsa, satıcı zamanında bu yerde hak iddia etmeyen davacının tapuda yapılan satış nedeniyle önalım hakkını kullanması dürüstlük kuralı ile bağdaşmaz.
Taraflar arasındaki önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, İlk Derece Mahkemesince davanın kabulüne karar verilmiştir.
Kararın davalı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince başvurunun esastan reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacı vekili, müvekkilinin Pirimehmet Mahallesi, 711 ada, 280 parsel sayılı taşınmazın paydaşı olduğunu, davalının bu taşınmazda 25.06.2015 tarihinde 80.000,00 TL bedelle pay satın aldığını, bu durumu müvekkilinin haricen öğrendiğini belirterek, dava konusu paya ilişkin tapu kaydının önalım hukuki sebebine dayalı olarak iptali ile müvekkili adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
- CEVAP: Davalı vekili, müvekkilinin geçmişte üzerinde ev bulunan, fiili ve ayrı kullanılan kısmı satın aldığını, dava konusu taşınmazda 18 inci madde uygulaması yapılmadan önce müvekkile payı satanların evinin bulunduğunu, fiili taksim nedeniyle müvekkiline karşı önalım hakkının kullanılmasının söz konusu olmadığını belirterek, davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesince, “dinlenen tanık beyanlarına göre satış tarihinden önce eylemli paylaşımın son bulduğu, satım aşamasında dava dışı hissedarlara özgülenmiş ve ayrılmış bir payın bulunmadığı” gerekçesi ile davanın kabulüne karar verilmiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
- İstinaf Sebepleri: Davalı vekili istinaf dilekçesinde özetle; fiili paylaşım iddialarının mahkemece yeterince araştırılmadığını, fiili paylaşım olduğunu söyleyen tanıkların paylaşımın ne zaman sonlandırıldığı yolunda da net bir beyanda bulunmadığını, taşınmazda bulunan yapıların aboneliklerinin ayrı ayrı tesis edilmiş olması, akraba birliğinin dava konusu taşınmaz ile yanında bulunan diğer taşınmazları birlikte kullandıklarının göstergesi olduğunu belirterek, ilk derece mahkemesi kararının ortadan kaldırılmasına karar verilmesi talep etmiştir.
- Gerekçe ve Sonuç: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararıyla, İlk Derece Mahkemesi kararının usul ve esas yönünden hukuka uygun olduğu gerekçesiyle davalı vekilinin istinaf başvurusunun 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (6100 sayılı Kanun) 353/1-b-1 inci bendi uyarınca esastan reddine karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davalı vekili, fiili paylaşım iddiaları kanıtlandığı halde müvekkilinin aleyhine karar verildiğini, Isparta Belediyesi İmar Müdürlüğü tarafından verilen 1977 tarihli imar durumunu gösterir belgenin hükümde dikkate alınmadığını, fiili taksimin tarafı olanların müvekkillinin ailesi olduğunu ve uzak akrabaları arasında yapılan işlemlerin de önalım hakkını engellemesi gerektiğini, davacının kendi kısmında bulunan evi bilerek yıktığını, bu nedenle davacının iyiniyetli olmadığını belirterek, Bölge Adliye Mahkemesi kararını temyiz etmiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Dava, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 732 ve devamı maddeleri uyarınca açılan önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 1. Önalım hakkı paylı mülkiyet hükümlerine tabi taşınmazlarda bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını kısmen veya tamamen üçüncü bir kişiye satması halinde diğer paydaşlara bu satılan payı öncelikle satın alma yetkisi veren bir haktır. Bu hak paylı mülkiyet ilişkisi kurulduğu anda doğar ve satışın yapılmasıyla kullanılabilir hale gelir.
- Önalım hakkı alıcıya karşı ancak dava açmak suretiyle kullanılır. TMK’nın 733/3 üncü maddesi hükmüyle yapılan satışın, alıcı veya satıcı tarafından diğer paydaşlara noter aracılığıyla bildirme yükümlülüğü getirilmiştir.
- Önalım hakkı satışın hak sahibine bildirildiği tarihin üzerinden üç ay ve her halde satışın üzerinden iki yıl geçmekle düşer. Bu süre hak düşürücü süre olup mahkemece kendiliğinden göz önünde bulundurulması gerekir.
- Önalım davalarında fiili taksime değer verilmesi için, taksimin yazılı olarak yapılması ya da taşınmazın çok sayıda paydaşının bulunması halinde, tüm paydaşlar tarafından fiilen kullanılan bölümlerin olması gerekmez. Önalım davasına konu payın ilişkin bulunduğu taşınmaz, paydaşlarca özel olarak kendi aralarında taksim edilip her bir paydaş belirli bir kısmı kullanırken bunlardan biri kendisinin kullandığı yeri ve bu yere tekabül eden payı bir üçüncü şahsa satarsa, satıcı zamanında bu yerde hak iddia etmeyen davacının tapuda yapılan satış nedeniyle önalım hakkını kullanması 4721 sayılı TMK’nın 2 nci maddesinde yer alan dürüstlük kuralı ile bağdaşmaz. Kötü niyet iddiası 14.02.1951 gün ve 17/1 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca davanın her aşamasında ileri sürülebileceği gibi mahkemece de kendiliğinden nazara alınması gerekir. Bu gibi halde savunmanın genişletilmesi söz konusu değildir. Eylemli paylaşmanın varlığı halinde davanın reddi gerekir.
- Değerlendirme
Dava konusu taşınmaz üzerinde davacı payına karşılık gelen bölüm ile davalıya payını satan eski paydaşların kullandıkları bölümde tevhit işleminden önce bağımsız yapılar bulunmasına karşın, bu yapıların davalıya satış tarihten önce yıkıldığı, fiili taksimin dava konusu payın satış ileminden önce son buluğunun anlaşıldığından; incelenen Bölge Adliye Mahkemesi kararının usul ve yasaya uygun olduğu ve davalı tarafın temyiz itirazlarının Bölge Adliye Mahkemesi kararında değerlendirilmiş olduğu anlaşılarak davalı vekilinin temyiz itirazlarının yerinde olmadığı sonucuna varılmıştır.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle; Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dayandıkları belgelere, uyuşmazlığa uygulanması gereken hukuk kuralları ile hukuki ilişkinin nitelendirilmesine, dava şartlarına, yargılama ve ispat kuralları ile temyiz olunan kararda belirtilen gerekçelere göre davalı vekilinin yerinde bulunmayan temyiz itirazlarının reddiyle usul ve kanuna uygun Bölge Adliye Mahkemesi kararının 6100 sayılı Kanun’un 370 inci maddesinin birinci fıkrası uyarınca ONANMASINA, Aşağıda yazılı temyiz giderinin temyiz edene yükletilmesine, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 27.02.2023 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/7671 K: 2023/19 T: 9.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/7848 K: 2023/21 T: 9.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8043 K: 2023/136 T: 12.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8328 K: 2023/772 T: 9.2.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8670 K: 2023/3286 T: 12.6.2023
Dava konusu taşınmazların toplulaştırma işlemi gördüğü, toplulaştırma işlemi nedeniyle tapu kayıtlarının ve hisse durumlarının değiştiği anlaşıldığından, güncel tapu kayıtları ve tarafların yeni pay durumları gözetilerek inceleme yapılıp işin esası hakkında bir karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Taraflar arasındaki tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, İlk Derece Mahkemesince davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Kararın davalı … vekili ve davalı … vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince başvurunun davalı … yönünden esastan reddine, davalı … yönünden kabulüne karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davalı … vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacı vekili dava dilekçesinde; 333 parsel, 298 parsel, 317 parsel, 326 parsel, 325 parsel, 338 parsel, 202 parsel, 293 parsel, 261 parsel, 230 parsel, 285 parsel, 208 parsel, 219 parsel, 276 parsel, 390 parsel, 426 parsel, 385 parsel, 418 parsel, 389 parsel, 415 parsel, 372 parsel, 440 parsel, 516 parsel, 367 parsel, 302 parsel, 269 parsel, 241 parsel, 194 parsel, 456 parsel, 379 parsel, 382 parsel, 358 parsel, 299 parsel, 421 parsel, 452 parsel, 467 parsel ve 468 parsel sayılı taşınmazlarda müvekkilinin paydaş olduğunu, taşınmazın paydaşlarından …,…,…, ve ….in paylarını davalılara satış suretiyle temlik ettiğini, satışların noter vasıtasıyla bildirilmediğini ileri sürerek ön alım hakkına dayalı olarak dava konusu taşınmazlardaki davalılar adına kayıtlı payların tapu kaydının iptali ile müvekkili adına tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
- CEVAP: Davalılar cevap dilekçesinde; davanın haksız kazanç elde etme amacıyla açıldığını, dava konusu taşınmazların satışı ile ilgili diğer paydaşlara haber verildiğini, satış bedeli olarak gösterilen dava dilekçesinde yazılı tutarın gerçeği yansıtmadığını, daha az harç ve vergi ödemek amacıyla bedelin düşük gösterildiğini, gerçek değerinin tespit edilmesi gerektiğini belirterek davanın reddini savunmuşlardır.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen karan ile davacı tarafından davalılar aleyhine açılan davanın kısmen kabulüne, 333 parsel sayılı taşınmazın davalı … adına kayıtlı 5/24 payının ve davalı … adına kayıtlı 1/24 payının, 298 parsel sayılı taşınmazın davalı … adına kayıtlı 5/24 payının ve davalı … adına kayıtlı 1/24 payının, 317 parsel sayılı taşınmazın davalı … adına kayıtlı 5/24 payının ve davalı … adına kayıtlı 1/24 payının, 326 parsel sayılı taşınmazın davalı … adına kayıtlı 5/24 payının ve davalı … adına kayıtlı 1/24 payının, 325 parsel sayılı taşınmazın davalı … adına kayıtlı 5/24 payının ve davalı … adına kayıtlı 1/24 payının, 338 parsel sayılı taşınmazın davalı … adınakayıtlı 5/24 payının ve davalı … adına kayıtlı 1/24 payının, 202 parsel sayılı taşınmazın davalı … adına kayıtlı 5/24 payının ve davalı … adına kayıtlı 1/24 payının, 293 parsel sayılı taşınmazın davalı … adına kayıtlı 5/24 payının ve davalı … adına kayıtlı 1/24 payının, 261 parsel sayılı taşınmazın davalı … adına kayıtlı 5/24 payının ve davalı … adına kayıtlı 1/24 payının, 230 parsel sayılı taşınmazın davalı … adına kayıtlı 5/24 payının ve davalı … adına kayıtlı 1/24 payının, 285 parsel sayılı taşınmazın davalı … adına kayıtlı 5/24 payının ve davalı … adına kayıtlı 1/24 payının, 208 parsel sayılı taşınmazın davalı … adına kayıtlı 5/24 payının ve davalı … adına kayıtlı 1/24 payının, 219 parsel sayılı taşınmazın davalı … adına kayıtlı 5/24 payının ve davalı … adına kayıtlı 1/24 payının, 276 parsel sayılı taşınmazın davalı … adına kayıtlı 5/24 payının ve davalı … adına kayıtlı 1/24 payının, 390 parsel sayılı taşınmazın davalı … adına kayıtlı 5/24 payının ve davalı … adına kayıtlı 1/24 payının, 426 parsel sayılı taşınmazın davalı … adına kayıtlı 5/24 payının ve davalı … adına kayıtlı 1/24 payının, 385 parsel sayılı taşınmazın davalı … adına kayıtlı 1/24 payının ve davalı … adına kayıtlı 5/24 payının, 418 parsel sayılı taşınmazın davalı … adına kayıtlı 5/24 payının ve davalı … adına kayıtlı 1/24 payının, 389 parsel sayılı taşınmazın davalı … adına kayıtlı 5/24 payının ve davalı … adına kayıtlı 1/24 payının, 415 parsel sayılı taşınmazın davalı … adına kayıtlı 5/24 payının ve davalı … adına kayıtlı 1/24 payının, 372 parsel sayılı taşınmazın davalı … adına kayıtlı 5/24 payının ve davalı … adına kayıtlı 1/24 payının, 440 parsel sayılı taşınmazın davalı … adına kayıtlı 5/24 payının ve davalı … adına kayıtlı 1/24 payının, 516 parsel sayılı taşınmazın davalı … adına kayıtlı 5/24 payının ve davalı … adına kayıtlı 1/24 payının, 367 parsel sayılı taşınmazın davalı … adına kayıtlı 1/4 payının, 302 parsel sayılı taşınmazın davalı … adına kayıtlı 1/4 payının, 269 parsel sayılı taşınmazın davalı … adına kayıtlı 1/4 payının, 241 parsel sayılı taşınmazın davalı … adına kayıtlı ¼ payının, 194 parsel sayılı taşınmazın davalı … adına kayıtlı 1/4 payının, 456 parsel sayılı taşınmazın davalı … adına kayıtlı 1/4 payının, 379 parsel sayılı taşınmazın davalı … adına kayıtlı 1/4 payının, 382 parsel sayılı taşınmazın davalı … adına kayıtlı 1/4 payının, 358 parsel sayılı taşınmazın davalı … adına kayıtlı 1/4 payının, tapu kayıtlarının iptali ile, tapu kaydındaki tüm yükümlülüklerle birlikte davacı … adına tapuya kayıt ve tesciline bakiye kısmın mevcut tapu kayıtmalikleri üzerinde bırakılmasına; davacı tarafından davalılar aleyhine dava konusu 299 parsel, 421 parsel, 452 parsel, 467 parsel ve 468 parsel sayılı taşınmazlara yönelik açılan davanın reddine karar verilmiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı … vekili ve davalı … istinaf başvurusunda bulunmuşlardır.
- İstinaf Sebepleri: 1. Davalı … vekili istinaf dilekçesinde; satışta satıcı ve alıcılar arasında akrabalık bağı olduğunu bu nedenle söz konusu satışta ön alım davasının kullanılamayacağını, 5403 sayılı Kanun’un değerlendirilmesi gerektiğini, mahkemece keşif yapılmadığını bilirkişi raporu alınmadığını ayrıca mahkemece kısmen kabul kararı verilmesine rağmen yargılama sırasında kendisini vekille temsil ettiren davalı … lehine vekalet ücreti takdir edilmediğini belirterek kararın kaldırılmasını talep etmiştir.
- Davalı … istinaf dilekçesinde; davalı …’ın istinaf dilekçesindeki beyanlarını tekrarlayarak kararın kaldırılmasını talep etmiştir.
- Gerekçe ve Sonuç: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile davalı … yargılama sırasında vekille temsil edilmediğinden istinaf başvurusunun esastan reddine, davalı … yargılama sırasında vekille temsil edildiğinden davalı …’ın istinaf başvurusunun kabulüne, diğer istinaf taleplerinin reddine, İlk Derece Mahkemesi kararının kaldırılmasına, reddedilen taşınmazlar yönünden yargılama sırasında kendisini vekille temsil ettiren davalı … lehine vekalet ücreti takdirine karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yo una Başvuranlar
Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen karanna karşı süresi içinde davalı … vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davalı … vekili temyiz dilekçesinde; istinaf dilekçesine benzer beyanları ile dava konusu taşınmazların güncel değerlerinin hesaplanması gerektiğini belirterek kararın bozulmasını talep etmiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Uyuşmazlık, ön alım hakkına dayalı tapu iptal ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 1. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun, 732 nci maddesi şöyledir: “Paylı mülkiyette bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması hâlinde, diğer paydaşlar onalım hakkını kullanabilirler ”
- Aynı Kanun’un 734 üncü maddesinde ise; “Önalım hakkı, alıcıya karşı dava açılarak kullanılır. Önalım hakkı sahibi, adına payın tesciline karar verilmeden önce, satış bedeli ile alıcıya düşen tapu giderlerini, hakim tarafından belirlenen süre içinde hakimin belirleyeceği yere nakden yatırmakla yükümlüdür. ” hükmü yer almaktadır.
- Değerlendirme
Somut olayda; güncel tapu kayıtlan incelendiğinde dava konusu taşınmazların 14.09.2022 tarihinde toplulaştırma işlemi gördüğü, toplulaştırma işlemi nedeniyle tapu kayıtlarının ve hisse durumlarının değiştiği anlaşıldığından, güncel tapu kayıtları ve tarafların yeni pay durumları gözetilerek inceleme yapılıp işin esası hakkında bir karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş, hükmün bu nedenle bozulması gerekmiştir.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle; Temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararının BOZULMASINA, Peşin alınan temyiz karar harcının istek hâlinde ilgiliye iadesine, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 12.06.2023 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/6321 K: 2023/6603 T: 28.12.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/2143 K: 2022/3478 T: 17.5.2022
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/3563 K: 2024/2678 T: 16.5.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/7951 K: 2023/123 T: 11.1.2023
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1994/859 K: 1995/77
Hakikati yansıtmayan sicildeki düşük satış bedelinin kabul edilmesi, şufa hakkının kullanıldığı tarih ile satış günü arasındaki geçen sürede taşınmazın değerinde, enflasyon ve diğer objektif nedenlerle meydana gelen artışların gözetilmemesi, hukukun amacı olan adaletin somutlaşmasını önlediği ve çıkarlar dengesini bozduğu tartışılmayacak kadar açık bir olgudur.
DAVA : Taraflar arasındaki “şufa” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Samsun Asliye 4. Hukuk Mahkemesi’nce davanın kabulüne dair verilen 06.12.1993 gün ve 1990/480-1993/667 sayılı kararın incelenmesi taraf vekillerince istenilmesi üzerine;
Yargıtay 6. Hukuk Dairesi’nin 19.04.1994 gün ve 3887-4518 sayılı ilamı:
(…Şufalı pay 04.09.1987 tarihinde davalıya satılmış, davacı ise 09.11.1990 günü dava açarak, payın iptal ve adına tescilini istemiştir. Davalı, bir aylık hak düşürücü sürenin geçirilmiş olduğunu savunmuş, ancak savnmasını ispatlayamamıştır. Bu durumda davanın süresinde açıldığının kabulü gerekir.
Uyuşmazlık, şufa bedelinin satış tarihinde tapuda gösterilen bedel mi, yoksa dava açıldığı tarihte saptanacak bedel mi olacağının tesbitinde toplanmaktadır. Şufa bedelinin satıcı ile, davalı arasındaki anlaşmada kararlaştırılan bedel olması gerekeceğine dair yasada bir açıklık yoktur. Bu nedenle objektif olayların yarattığı kıymet değişikliklerinin, bir aylık hak düşürücü süre geçirildikten sonra açılan şufa davalarında, davayı açan paydaşın ödeme borcuna yansıtılması icabeder. Bu itibarla davalı yargılama sırasında açıkça savunmamış olsa bile, hakimin kendiliğinden, bu hususu gözönünde tutması gerekir. 20.06.1951 gün ve 13/5 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı’nda da hakimin hükümden önce resen nazara alarak tayin edeceği uygun bir süre içinde şufa bedelinin yatırılmasına karar vereceği, daha sonra kaydın düzeltilmesine hükmedeceğini açıklaması bu görüşü doğrulamaktadır. Resen dikkate alınacak hususlar, hem uygun süre hem de onun esas bağlantısı olan şufa bedelidir. Kaldı ki, payı alan davalı satış akdinin tarafı olduğu için ondan şufa bedelinin tapuda gösterilenden daha fazla olduğu şeklinde savunma yapmasını beklemekte, yasanın ve özelliği olan şufa davasının amacına ters düşer.
Özellikle, diğer paydaş ile, davalı arasında gerçekleştirilen ve şufa hakkının kullanılmasına yol açan satış sözleşmesinden ve bir aylık hak düşürücü süre geçtikten sonra açılan şufa davalarında, davacı paydaşın ekonomik ve objektif nedenlerle değişmiş yeni bedeli ödemeksizin tapuda gösterilen eski bedelle, payın tescilini talep etmesi M. Kanunu’nun 2. maddesinde tanımlanan objektif iyi niyet kuralı ile bağdaştırılamaz. Böyle bir davranış, davalıyı zorunlu olarak elinden çıkardığı gayrimenkul payı yerine eline geçn para ile aynı nitelik ve değerde bir başka gayrimenkul edinmek imkanından yoksun bıraktığı için fevkalade adaletsiz ve hakkaniyet duygusunu zedeleyici bir sonuç yaratır. 08.11.1991 gün 90/4-91/3 sayılı İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu Kararı’nda da, iyiniyet iddiasının hukuki mahiyeti itibarıyla defi değil, itiraz niteliğinde bulunduğu vurgulandığından bu nitelikteki bedele yönelik iddianın yargılama sona erinceye kadar iddia ve savunmanın genişletilmesi yasağına tabii, olmadan davanın her aşamasında ileri sürülmesi mümkündür.
Açıklanan nedenlerle, şufa hakkının kullanıldığı dava tarihi itibarıyla şufalı payın karşılığının ve davalının şufalı payda kullanma nedeniyle yararlanma oranının saptanıp, davacının ödeme borcunun tayini ve bu bedelin yatırılmasına hükmedilmesi gerekirken, keşif tarihindeki şufa bedelinin yatırılmasına karar verilerek davanın kabulü hatalıdır. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun kararı da bu doğrultudadır…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Taşınmaz mal mülkiyetinin yasadan doğan daraltımlarından (takyitlerinden) biri de önalım (şufa) hakkıdır. Yasal önalım hakkı, yenilik doğuran (inşa-i) bir haktır. Paydaşa bir payı üçüncü kişiye satılması durumunda o yer, alıcıya neye mal olmuş ise o miktar ile belirli süre içerisinde satın alma yetkisi verir.
Bu husus 20.06.1951 gün 13/5 sayılı Yargıtay İnançları Birleştirme Kararında da aynen vurgulanmıştır. Dava hakkının kullanılması için öngörülen belirli süre ise, satışın öğrenildiği tarihten itibaren başlayan ve niteliği gereği hakkın özünü etkileyen bir aylık hak düşürcü süredir.
Olayda, özel daire ile yerel mahkeme arasındaki uyuşmazlık, şufa hakkına konu yapılan payın, dava tarihi ile keşif tarihi arasında üç yılı aşan bir sürenin geçmiş olması dolayısıyla, bu zaman kesiti içerisindeki ekonomik ve objektif nedenlerle meydana gelmesi kaçınılmaz bulunan değer düşüklüğünün, şufa bedelinin belirlenmesinde nazara alınması gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır. Gerçekten hakikati yansıtmayan sicildeki düşük satış bedelinin kabul edilmesi, şufa hakkının kullanıldığı tarih ile satış günü arasındaki geçen sürede taşınmazın değerinde, enflasyon ve diğer objektif nedenlerle meydana gelen artışların gözetilmemesi, hukukun amacı olan adaletin somutlaşmasını önlediği ve çıkarlar dengesini bozduğu tartışılmayacak kadar açık bir olgudur. Zira önalım hakkı sahibi, sebepsiz zenginleşirken alıcı olan davalı fakirleşmektedir. Şufa (önalım) hakkının kullanılması nedeniyle şufa hakkı sahibi davacının bedele ilişkin yükümlülüğü, hakka konu olan payın kullanıldığı tarihteki (önceden kullanılmamış ise dava tarihi) değeri olmalıdır. Nitekim bu görüş Hukuk Genel Kurulu’nun 05.05.1993 gün 761/192 sayılı emsal nitelikteki kararında da aynen benimsenmiştir. Bu itibarla Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen özel daire bozma kararına uyulması gerekirken önceki kararda direnilmesi doğru değildir. O halde usul ve yasaya uygun olmayan direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının özel daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı (BOZULMASINA) oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2014/1343 K: 2016/1036 T: 09.11.2016
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2014/324 K: 2015/2787 T: 4.12.2015
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2017/1765 K: 2020/1033 T: 15.12.2020
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2022/1029 K: 2023/1184 T: 29.11.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8562 K: 2023/1225 T: 2.3.2023
Dava konusu payın satışına yönelik hukuki işlemin tarafı olan davalı; kendi muvazaasına dayanarak lehine hukuki sonuç doğmasını isteyemeyeceğinden ve davacı bu hukuki işlemde üçüncü kişi durumunda olduğundan davacıya karşı bedelde muvazaa iddiasında bulunamaz. Diğer taraftan ön alım hakkını kullanan paydaşa karşı, sözleşmenin taraflarından biri (alıcı) tarafından satış bedelinde muvazaa bulunduğunun ve gerçekte bedelin daha fazla olduğunun ileri sürülmesi hakkın kötüye kullanılması niteliğindedir.
Taraflar arasındaki ön alım hakkına dayanan tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın kabulüne karar verilmiştir.
Kararın davacılar vekili ve davalı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince davalı vekilinin başvurusunun esastan reddine, davacılar vekilinin istinaf başvurusunun kabulü ile İlk Derece Mahkemesi hükmü kaldırılarak yeniden esas hakkında hüküm kurulmak suretiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacılar vekili dava dilakçesinde; müvekkillerinin paydaşı olduğu 1107 ada 138 sayılı parsel sayılı taşınmazın 1/40 hissesinin dava dışı eski paydaş tarafından 13.05.2016 tarihinde 100.000,00 TL satış bedeli gösterilmek suretiyle davalıya satıldığını, gösterilen satış bedelinin muvazaalı olduğunu, yapılacak bilirkişi incelemesi ile belirlenecek bedel ve tüm masrafları depo edeceklerini belirtip, önalım hakkına dayanarak, davalı adına olan hissenin iptali ile davacılar adına eşit hisseler ile tapuya kayıt ve tescilini talep etmiştir.
- CEVAP: Davalı davaya cevap dilekçesi sunmamış, davalı vekili sonraki beyanlarında hissenin 135.000,00 TL’ye satıldığına dair taraflar arasında belge imzalandığını, satış bedelinin tapu senedinde gösterilenden fazla olduğunu belirterek davanın reddini istemiştir.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; “… davacı lehine ön alım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil şartlarının oluştuğu ve bedelde muvazaa iddiası kanıtlanamadığından harçlandırılan bedel olan 10.000,00 TL bedel ile önalım bedeli arasındaki fark üzerinden yargılama giderleri hesaplanıp davalı lehine vekalet ücretine hükmedilmesi gerektiği gerekçesiyle davanın kabulüne, 1107 ada, 138 parselde davalı … adına kayıtlı bulunan 1/40 hissenin tapu kaydının iptali ile 1/120 hissesinin davacı …, 1/120 hissesinin davacı … ve 1/120 hissesinin davacı … adına tesciline A.A.Ü.T: uyarınca hesaplanan 2.725,00 TL vekalet ücretinin davalıdan alınarak davacılara verilmesine, A.A.Ü.T: Uyarınca hesaplanan 10.110,00 TL vekalet ücretinin davacıdan alınarak davalıya verilmesine, …” karar verilmiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacılar vekili ve davalı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
- İstinaf Sebepleri: Davacılar vekili istinaf dilekçesinde; taraflarınca 102.000,00 TL üzerinden eksik harcı tamamladıkları halde tamamlanmamış gibi vekalet ücretine hükmedildiğini, ayrıca muvazaa iddiasındaki dava değerinin 10.000,00 TL gösterilmiş ise de muvazaalı bedel iddiasına yönelik miktarı gösterir bir açıklamaları olmadığından, 10.000,00 TL ile 102.000,00 TL arasındaki fark üzerinden aleyhine vekalet ücretine hükmedilmesinin doğru olmadığını belirterek kararın kaldırılmasını istemiştir.
Davalı vekili istinaf dilekçesinde; yerel mahkeme kararının usul ve yasaya aykırı olduğunu, mahkemece taşınmazın gerçek değerinin bilirkişi raporunda 253.970,00 TL olarak belirlendiği, satış tarihinde tapuda gösterilen 102.000,00 TL üzerinden kurulan hükmün müvekkilini mağdur ettiğini, davanın açılmasına sebebiyet vermeyen müvekkili aleyhine vekalet ücreti ve yargılama giderlerinin yükletilmemesi gerektiğini belirterek; yerel mahkeme kararının kaldırılmasına karar verilmesini istemiştir.
- Gerekçe ve Sonuç: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; “..davalı avukatının bu karara karşı yapmış olduğu istinaf kanun yoluna başvurusunun, 6100 sayılı HMK’nın 353/(1)-b-1 inci maddesi gereğince esastan reddine, davacı tarafından ileri sürülen ‘bedelde muvazza’ iddisı kanıtlanmadığından, mahkemece dava dilekçesinde gösterilen dava değeri ile tapuda gösterilen satış bedeli ile ödenmesi zorunlu harç ve masraf toplamı olan 102.000,00 TL arasındaki fark üzerinden avukatlık ücretine hükmedilmiş ve yargılama giderleri hesap edilmiş ise de davacı vekilinin isteminde, ön alıma konu taşınmazın gerçek değerinin bilirkişi incelemesi ile tespit edilecek değer olduğu, keşifte bilirkişi tarafından belirlenen taşınmazın satış bedeli olan 92.000,00 TL ile taşınmazın satış bedeli ile masrafları toplamı olan 102.000,00 TL arasındaki muvazaa iddiasına yönelik fark üzerinden hesaplanmamasının doğru bulunmadığı, davacı lehine hükmedilecek vekalet ücretinin ise harcı tamamlanmış dava değeri olan 102.000,00 TL üzerinden hükmedilmesi gerekirken davanın açıldığı sırada harcı yatırılmış değer üzerinden hesaplanmasının hatalı bulunduğu” gerekçesiyle, davacılar avukatının istinaf kanun yolu başvurusunun kabulüne karar verilerek gerekçeye uygun yeniden hüküm tesis edilmiştir.
V.TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davalı vekili temyiz dilekçesinde; aşamadaki beyanları ve istinaf dilekçesindeki başvuru nedenleri ile birlikte, dava dilekçesinin davalının eski adreslerine tebliğ edildiğini, tebligatların tamamının muhtara bırakıldığını, tebligatı bildirir yazı asılmadığını ve komşularına haber verilmediğini, bu nedenle delillerini sunamadıklarını, savunma hakkının ihlal edildiğini, 3 celse müvekkilinin yokluğunda yargılama yapıldığını, satış bedelinin 135.000,00 TL olduğunu, satıcı ile alıcının bu konuda belge düzenlediğini, bu hususun hiç değerlendirilmediğini savunarak hükmün bozulmasını istemiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: 1. Uyuşmazlık; resmi senetteki tutar üzerinden davayı açarak önalıma hakkını kullanmak isteyen davacının kötüniyetli olup olmadığı; davalının ise gerçek satış bedelinin tapuda gösterilen bedelden fazla olması iddiasıyla bedelde muvazaa savunmasının dinlenip dinlenemeyeceği ve davalıya yapılan tebligatların usulüne aykırı olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
- Dava; ön alım hakkından kaynaklanan tapu iptal ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 1. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun, 732 nci maddesi şöyledir: “Paylı mülkiyette bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması hâlinde, diğer paydaşlar önalım hakkını kullanabilirler.”
- Aynı Kanun’un 734 üncü maddesinde ise, “Ön alım hakkı, alıcıya karşı dava açılarak kullanılır. Ön alım hakkı sahibi, adına payın tesciline karar verilmeden önce, satış bedeli ile alıcıya düşen tapu giderlerini, hakim tarafından belirlenen süre içinde hakimin belirleyeceği yere nakden yatırmakla yükümlüdür.” hükmü yer almaktadır.
- Değerlendirme
- Bölge Adliye Mahkemelerinin nihai kararlarının bozulması 6100 sayılı Kanun’un 371 inci maddesinde yer alan sebeplerden birinin varlığı hâlinde mümkündür.
- Ön alım hakkı paylı mülkiyet hükümlerine tabi taşınmazlarda bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını kısmen veya tamamen üçüncü bir kişiye satması halinde diğer paydaşlara bu satılan payı öncelikle satın alma yetkisi veren bir haktır. Bu hak paylı mülkiyet ilişkisi kurulduğu anda doğar ve satışın yapılmasıyla kullanılabilir hale gelir.
- Ön alım hakkının kullanılmasıyla bu hakkı kullanan paydaş ile alıcı arasında kapsam ve şartları satıcı ile davalı arasında yapılan sözleşmenin aynı olan bir satım ilişkisi kurulmuş olduğundan ön alım bedeli, tapuda gösterilen satış bedeli ile davalı tarafından ödenen harç ve masrafların toplamından ibarettir.
- Dava konusu payın satışına yönelik hukuki işlemin tarafı olan davalı; kendi muvazaasına dayanarak lehine hukuki sonuç doğmasını isteyemeyeceğinden ve davacı bu hukuki işlemde üçüncü kişi durumunda olduğundan davacıya karşı bedelde muvazaa iddiasında bulunamaz. Diğer taraftan ön alım hakkını kullanan paydaşa karşı, sözleşmenin taraflarından biri (alıcı) tarafından satış bedelinde muvazaa bulunduğunun ve gerçekte bedelin daha fazla olduğunun ileri sürülmesi hakkın kötüye kullanılması niteliğindedir. Somut uyuşmazlıkta, davalıya yapılan tebligatların usulüne uygun olduğu anlaşılmakla, davalı …, pay satışıyla ilgili aktin tarafı olup ve hiç kimse kendi muvazaasına dayanamayacağından davalının bedelde muvazaa iddiasını ileri sürmesi açıkça hakkın kötüye kullanılmasıdır. Bu durumda, belirlenen ön alım bedelinin verilen kesin süre içerisinde depo edilmesi üzerine, mahkemece davanın kabulüne karar verilmesinde bir isabetsizlik bulunmamaktadır.
- Temyizen incelenen karar; tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dayandıkları belgelere, uyuşmazlığa uygulanması gereken hukuk kuralları ile hukuki ilişkinin nitelendirilmesine, dava şartlarına, yargılama ve ispat kuralları ile Bölge Adliye Mahkemesi kararında belirtilen gerekçelere göre usul ve kanuna uygun olup özellikle, Bölge Adliye Mahkemesince kanunun somut olaya uygulanmasında ve gerekçede hata edilmediği anlaşıldığından, davalı vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmesinde isabetsizlik görülmemiş, davalı vekilince temyiz dilekçesinde ileri sürülen nedenler kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte bulunmamıştır.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle; Temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararının 6100 sayılı Kanun’un 370’inci maddesinin birinci fıkrası uyarınca ONANMASINA, Aşağıda yazılı temyiz giderinin temyiz edene yükletilmesine, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 02.03.2023 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/2974 K: 2022/3228 T: 28.4.2022
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/7671 K: 2023/19 T: 9.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/4114 K: 2024/1782 T: 26.3.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8048 K: 2023/749 T: 9.2.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8492 K: 2023/1264 T: 2.3.2023
Önalım hakkının kullanılmasıyla bu hakkı kullanan paydaş ile alıcı arasında kapsam ve şartları satıcı ile davalı arasında yapılan sözleşmenin aynı olan bir satım ilişkisi kurulmuş olur. Önalım bedeli tapuda gösterilen satış bedeli ile davalı tarafından ödenen harç ve masrafların toplamından ibarettir.
Taraflar arasındaki önalım hakkından kaynaklanan tapu iptal ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın kabulüne karar verilmiştir.
Kararın davalı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince başvurunun kabulü ile İlk Derece Mahkemesi hükmünün kaldırılarak yeniden esas hakkında hüküm kurulmak suretiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacı vekili; müvekkilinin… Mahallesi, 6819 ada 3, 4 ve 5 parsel ile aynı yerdeki 6820 ada 2 parsel sayılı taşınmazlarda hisse sahibi olduğunu, tapu kayıtlarında yapılan incelemede davalı …’ın aynı taşınmazların bir kısım hisselerini 19.01.2017 tarihinde 3 parsel sayılı taşınmaz için 36.000,00 TL, 4 parsel sayılı taşınmaz için 42.000,00 TL, 5 parsel sayılı taşınmaz için 17.500,00 TL ve 2 parsel sayılı taşınmaz için 10.400,00 TL ödeme yaparak toplamda 105.900,00 TL
bedelle satın aldığını, davacının bu satışı haricen öğrendiğini ve önalım hakkını kullanmak istediğini beyan ederek; davalı adına kayıtlı taşınmazların hisselerinin iptalini, davacı adına tescilini talep etmiştir.
- CEVAP: Davalı vekili; esasen 08.05.2017 tarihli müvekkili ile davadışı … Spor arasında yapılan satın alma işlemine ilişkin eldeki davanın açıldığını, müvekkilinin daha önce hissedar olduğu 6820 ada 2 parselin 2297/140834 hissesinin 10.400,00 TL bedelle, aynı yerdeki 6819 ada 5 parselin 7676/274808 hissesinin 17.500,00 TL bedelle alındığını, müvekkilinin daha önce bu taşınmazlarda hissedar olması nedeniyle bu taşınmazlar yönünden davacının önalım hakkını kullanmasının mümkün olmayıp bu taşınmazlar yönünden davanın reddi gerektiğini; müvekkilinin daha önce pay sahibi olmadığı aynı yerdeki 3 ve 4 parsel sayılı taşınmazlarda davalı müvekkilinin daha önce hissedar olmaması nedeniyle önalım hakkı kullanılabileceği için 3 ve 4 parsel sayılı taşınmazlar yönünden davayı iş bu ilk cevap dilekçesiyle iki haftalık süre içinde kabul ettiklerinden aleyhlerine yargılama giderleri ve vekalet ücretine hükmedilmemesini, aksi kanaat olunursa Avukatlık Asgari Ücret Tarifesinin 6 ncı maddesi ve Harçlar Kanunu’nun 22 nci maddesinin göz önünde bulundurulmasını, yargılama giderleri ve vekalet ücretinin davacı tarafa yükletilmesini talep etmiştir.
III. CEVABA CEVAP DİLEKÇESİ
Davacı vekili 19.03.2019 tarihli replik dilekçesinde; davalı tarafın cevap dilekçesine itiraz ettiklerini, 19.01.2017 tarihli satışların dikkate alınarak davalının o tarihte yaptığı tüm satın alma işlemleri hakkında önalım haklarını kullanmak istediklerini beyan etmiştir.
- İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI
İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; “… Dava konusu …Mahallesi, 6819 ada 3-4 ve 5 parsel sayılı taşınmazlar ile aynı yer 6820 ada 2 parsel sayılı taşınmazın parselasyon işlemi neticesinde 10.04.2017 tarihinde tapu kütüğüne tescil edildiği, imar uygulamasının tescil edildiği tarihte ve 08.05.2017 tarihli satış işlemi öncesinde davalının 6819 ada 3 ve 4 No.lu parsellerde hissedar olmayıp 6819 ada 5 parsel sayılı taşınmaz ile 6820 ada 2 parsel sayılı taşınmazda hissedar olduğu, ancak bu iki taşınmazın imar uygulaması öncesinde geldisi olan 417 ada 68 parsel sayılı taşınmazda 19.01.2017 tarihli satış işlemiyle davalının hissedar olduğu, 19.01.2017 tarihli satış işlemi öncesinde davalının 417 ada 68 parsel sayılı taşınmazda hissedar olmadığı, bu nedenle davacının bu taşınmazlar yönünden önalım hakkını kullanabileceği ve satış bedelleriyle tapu giderinin davacı tarafça depo edildiği…” gerekçesiyle; davanın kabulüne,….Mahallesi, 6819 ada 3,4 ve 5 parseller ile aynı yerdeki 6820 ada 2 parsel sayılı taşınmazların davalı adına tapuda kayıtlı hisselerinin iptali ile davacı adına tapuya kayıt ve tesciline, karar kesinleştiğinde depo edilen bedelin nemalarıyla birlikte davalıya ödenmesine…” karar verilmiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
- İstinaf Sebepleri: Davalı vekili; davacı tarafın dava dilekçesinde iptalini istediği ve alım bedellerine işaret ettiği satışların 08.05.2017 tarihinde dava dışı Şule Spor ile yaptığı satışlar olduğunu, 19.03.2019 tarihli repllik dilekçesinde ise davacı vekilince, bütün alım işlemlerinin dava konusu yapılmak istendiğini, yargılama süresince verdikleri dilekçelerinde ve beyanlarında davacının 417 ada 68 parsel sayılı taşınmazdaki eski satın alma için önalım davası açmadığını, dava dilekçesinde bu yönde bir talebinin olmadığını, bu sebeple 6820 ada 2 parsel ve 6819 ada 5 parsel sayılı taşınmazlar yönünden 08.05.2017 tarihli satış işlemleri için dava açılamayacağını belirttiklerini, dava tarihinde davacının paylı mülkiyete ait bir hissesi olmayıp tek başına önalım davası açma hakkının olmadığını, davanın öncelikle bu nedenle tüm taşınmazlar yönünden reddi gerekmekte iken bu hususun hiç irdelenmediğini, davacının dava dilekçesindeki talepleri ile bağlı olduğunu, süresinde ve usule uygun olarak ıslah veya ek dava açılıp birleştirilme yoluna gidilmedikçe davacının dava dilekçesindeki talepleri dışında bir karar verilemeyeceğini, davacının dava açarken gerçek amaç ve iradesinin davadışı Şule Spor’dan 08.05.2017 tarihinde satın alınanan hisselere yönelik önalım hakkının kullanılmasına yönelik olduğunu, bir kısım tapu satışları için açılan davanın dava dilekçesi ile talepte bulunulmayan başkaca satışlar için zamanaşımı ve hak düşürücü sürenin işlemesini durdurmayacağını, dava dilekçesinde 105.900,00 TL’lik satış işlemleri için önalım hakkı kullanıldığı belli iken dava konusu edilmeyen toplam 400.000,00 TL bedelli diğer satışların sonradan davaya dahil edilemeyeceğini, bu durumda 19.03.2019 tarihinde verilen dilekçede, daha önce dava konusu edilmeyen işlemler için talepte bulunulmuş ise de 19.03.2019 tarihi itibariyle 2 yıllık hak düşürücü sürenin geçtiğini, dava dilekçesinde dava değeri 105.900,00 TL gösterildikten sonra yargılama sırasında iddiaların genişletilerek, önalım davası açma süresinden sonra eksik bedelin depo edilmesi için ek süre verilmesini kabul etmediklerini, güncel değerler belirlenerek ya da enflasyon oranları gözetilerek depo kararı verilmesi gerekirken dört buçuk yıl sonra depo edilen hisse bedelleri yönünden paranın değer kaybının göz önünde tutulmadığını, hakiminin hukuki bilgisi ile çözmesi gereken konularda bilirkişi raporu alınamayacağından bilirkişiye ödenen ücretin müvekkiline yükletilmesinin hak ihlali olduğunu, yerel mahkemece vekalet ücreti hesaplanırken kabul beyanları gözetilerek vekalet ücretleri hesaplanmış ise de harç ve yargılama giderleri yönünden kabul beyanları gözetilmeden aleyhe harç ve yargılama gideri hesaplandığını, dava konusu taşınmazlardaki hisselerin 28.06.2018 tarihinde taşınmazlarda daha önce hissesi olmayan Sedat Kılınç İnşaat Sanayi ve Ticaret A.Ş’ye oldukça düşük bedellerle davacı tarafından satıldığını, davacının davasında iyi niyetli olmadığını, bölgede ilgili belediyenin İmar Kanunu’nun 18 inci maddesi kapsamında imar uygulaması yaptığını, müvekkilinin başkaca taşınmazdaki hissesinin düzenleme ortaklık payı da düşülerek 6819 ada 5 parsel ve 6820 ada 2 parsele verildiğini, yani bu taşınmazların hukuken var oluş tarihlerinde müvekkilinin hissesi olup bu parsellerde müvekkilinin diğer hissedarlardan aldığı hisseler yönünden önalım hakkı kullanılamayacağını, imar uygulaması sonucu oluşan taşınmazların hukuken var oluş tarihi olarak tapu kütüğüne tescil tarihi olan 10.04.2017 tarihinin dikkate alınması gerektiğini, bu tarihten önce önalım hakkının kullanılamayacağını, 6819 ada 5 parsel ve 6820 ada 2 parsel yönünden müvekkilinin önceden hissedar olması nedeniyle davanın reddine karar verilmesi gerekirken kabulüne karar verilmesinin hatalı olduğunu, davanın izah edilen nedenlerle reddi gerektiğini, aksi kanaatte olunursa Ocak 2017 yılındaki alım-satım bedelinin ve tapu masraflarının keşif yapılarak güncel değerinin belirlenmesini ve bu değer üzerinden depo kararı verilmesini, aksi kanaatte olunursa Ocak 2017 yılındaki alım-satım bedelinin ve tapu masraflarının enflasyon oranları gözetilerek belirlenmesini, kabul beyanları da gözetilerek başta bilirkişi ücreti olmak üzere yargılama gideri ve harçların yeniden hesaplanarak davacı yana yükletilmesine karar verilmesi gerektiğini beyan ederek; yerel mahkeme kararının kaldırılmasını talep etmiştir.
- Gerekçe ve Sonuç: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; “… Her ne kadar dava dilekçesinde 19.01.2017 tarihinde yapılan devire işaret edilerek anlatıma başlanılmış olsa da, dilekçe içeriğinden açıkça 08.05.2017 tarihli satışa yönelik önalım hakkının kullanılmasına ilişkin davalıya karşı dava açıldığının anlaşıldığı, cevaba cevap dilekçesiyle dava konusu satışa yönelik iddia ve savunma genişletilip değiştirilebilecek ise de dava konusu edilmeyen 19.01.2017 tarihli satışın cevaba cevap dilekçesiyle davaya ithal edilmesinin mümkün olmayacağı, bu sebeple de, dava konusu yapılan 6819 ada 5 parsel ve 6820 ada 2 parsel sayılı taşınmazlar yönünden, bu taşınmazların geldi kaydı olan 417 ada 68 parsel sayılı taşınmazda davalının 19.01.2017 tarihinde dava dışı hissedarlardan hisse satın alarak hissedar olduğu bilindiğinden, dava konusu edilen 08.05.2017 tarihli satış tarihi itibariyle davalı hissedar olduğundan 6819 ada 5 parsel ve 6820 ada 2 parsel sayılı taşınmazlar yönünden önalım hakkının kullanılması mümkün olmayacağından bu taşınmazlar yönünden davanın reddine karar verilmesi gerekirken kabulünün doğru olmadığı, ne var ki bu husus, yeniden yargılama yapmayı gerektirmediğinden 6100 sayılı HMK’nın 353/1-b/2 nci maddesi gereğince yeniden hüküm kurulması yoluna gidildiği;
Bir an için cevaba cevap dilekçesi ile dava konusu edilmeyen 19.01.2017 tarihli satışın davaya ithal edilmesi mümkün olduğu düşünülse dahi, cevaba cevap dilekçesinin UYAP’tan yapılan kontrolünde 19.03.2019 tarihinde hazırlanmış olduğu nazara alındığında, 19.01.2017 tarihli satış yönünden 2 yıllık hak düşürücü sürenin de geçmiş olduğu, …
Öte yandan davalı tarafça, bilirkişi raporuna ilişkin ücretin kendilerinden tahsiline karar verilmemesi gerektiği belirtilmiş ise de; eldeki davada ilk derece mahkemesince davanın kabulüne karar verilmiş olduğundan ve davanın açılmasına davalı tarafın sebebiyet vermesi nedeniyle bilirkişi ücretinden ve yargılama giderinden sorumlu tutulmasının hatalı olmadığı, Dairece yeniden hüküm kurulmuş olduğundan kabul ve ret oranı da göz önünde bulundurularak yargılama giderinin orantılama yoluyla davalı payına düşen kısmının davalıdan tahsiline karar verildiği,
Ayrıca, kabul hükmü kurulan 3 ve 4 parseller yönünden davacı tarafça depo edilen bedelden 3 ve 4 parsellere ilişkin 08.05.2017 tarihli devir senedinde yazılı olan toplam bedel üzerinden 3 ve 4 parseller yönünden yapılan hesaplamaya göre 79.794,21 TL’nin ödeme tarihine kadar olan getirisi ile birlikte davalı tarafa ödenmesine, bakiye miktarın ise kararın kesinleşmesine kadar işleyecek olan getirisi ile birlikte davacıya iadesi gerektiği…” gerekçesiyle;
1)Davalı tarafın istinaf talebinin sayılan sebeplerle sınırlı olmak üzere kabulü ile Kayseri 6. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2019/51 Esas, 2021/409 Karar sayılı kararının HMK’nın 353/1-b/2 nci maddesi gereği kaldırılarak aşağıdaki şekilde yeniden hüküm kurulmasına;
A-Açılan davanın Kayseri ili, Melikgazi ilçesi, Köşkdağı Mahallesi, 6819 ada 3 parsel ve Kayseri ili, Melikgazi İlçesi, Köşkdağı Mahallesi, 6819 ada 4 parsel sayılı taşınmazlar yönünden kabul beyanı nedeniyle kabulü ile;
-Kayseri ili, Melikgazi İlçesi, Köşkdağı Mahallesi, 6819 ada, 3 parsel ve Kayseri ili, Melikgazi ilçesi, Köşkdağı Mahallesi, 6819, ada 4 parsel sayılı taşınmazdaki davalı adına kayıtlı hissenin tapu kaydının iptali ile davacı adına tesciline,
-Davacı tarafça, önalım bedeli olarak depo edilen bedelden hakkında kabul kararı verilen 6819 ada, 3 parsel ve 6819 ada 4 parsel sayılı taşınmaz yönünden ödenmesi gereken 79.794,21 TL’nin, ödeme tarihine kadar olan getirisi ile birlikte, karar kesinleştiğinde ve talep edilmesi halinde davalı tarafa ödenmesi amacıyla kararın kesinleşmesini müteakip İlk Derece Mahkemesi tarafından ilgili banka şubesine müzekkere yazılmasına, bu miktardan bakiye kalan tutarın ise kararın kesinleşmesini müteakip talebi halinde ödeme tarihine kadar olan getirisi ile birlikte davacı tarafa iadesine,
B-Kayseri ili, Melikgazi ilçesi, Köşkdağı Mahallesi, 6819 ada, 5 parsel ve Kayseri ili, Melikgazi ilçesi, Köşkdağı Mahallesi, 6820 ada 2 parsel sayılı taşınmazlar yönünden ise reddine,
G- Davacı kendisini vekil ile temsil ettirdiğinden kabul edilen kısım nazara alınarak karar tarihinde yürürlükte olan A.A.Ü.T.’nin 6 ncı maddesi gereğince kabul beyanının ön inceleme aşamasından önce dosyaya sunulması nazara alınarak hesaplanan 5.547,62 TL’nin davalıdan alınarak davacı tarafa verilmesine,
H-Davalı kendisini vekil ile temsil ettirdiğinden reddedilen kısım nazara alınarak karar tarihinde yürürlükte bulunan A.A.Ü.T: gereğince hesaplanan 38.861,19 TL’nin davacıdan alınarak davalı tarafa ödenmesine karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davacı vekili; dava açma süresinin son gününden bir gün öncesi olan 18.01.2019 tarihinde eldeki davadaki satışların öğrenilmesi üzerine davanın açılabildiğini, 417 ada 68 parsel kayıtları kapalı olup tapu memurlarınca kendilerine bilgi verilmediğini, dava değerinin 105.900,00 TL gösterilmesinin nedeninin de 19.01.2017 tarihli satışa yönelik resmi senet bilgilerinin kendilerine gösterilmemesinden kaynaklandığını, mahkemece müzekkereler yazıldığı halde pasif tapu kayıtlarının ancak 31.12.2020 tarihinde gönderildiğini ve eksik harçların ise ancak 15.03.2021 tarihinde ikmal edilebildiğini, taleple bağlılık ilkesinin bölge adliye mahkemesince ihlal edildiğini, şöyle ki 19.01.2017 tarihli satışların davaya dahil edilemeyeceğinin istinaf mahkemesince kabul edilmesinden ve bu satışlara ilişkin taleplerin davada dikkate alınamayacağının belirtilmesinden sonra, bu satışlara ilişkin dava değerlerinin de eklenerek 435.900,00 TL üzerinden 38.861,00 TL davalı taraf lehine vekalet ücreti takdir edilmesinin hukuka aykırı olduğunu beyan ederek; hükmü temyiz etmiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Dava; önalım hakkından kaynaklanan tapu iptal ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun, 732 nci maddesi şöyledir:
“Paylı mülkiyette bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması hâlinde, diğer paydaşlar önalım hakkını kullanabilirler.”
Aynı Kanun’un 734 üncü maddesinde ise, “Önalım hakkı, alıcıya karşı dava açılarak kullanılır. Önalım hakkı sahibi, adına payın tesciline karar verilmeden önce, satış bedeli ile alıcıya düşen tapu giderlerini, hakim tarafından belirlenen süre içinde hakimin belirleyeceği yere nakden yatırmakla yükümlüdür.” hükmü yer almaktadır.
- Değerlendirme
1.Tarafların iddia, savunma ve dayandıkları belgelere, uyuşmazlığın hukuki nitelendirilmesi ile uygulanması gereken hukuk kurallarına, dava şartlarına, yargılamaya hâkim olan ilkelere, ispat kurallarına ve temyiz olunan kararda belirtilen gerekçelere göre davacı vekilinin aşağıdaki paragrafın kapsamı dışındaki temyiz itirazları yerinde görülmemiştir.
- Önalım hakkı paylı mülkiyet hükümlerine tabi taşınmazlarda payın üçüncü kişiye satılması halinde, diğer paydaşlara o payı öncelikle satın alma yetkisi veren bir haktır. Bu hak paylı mülkiyet ilişkisi kurulduğu anda doğar ve payın üçüncü kişiye satılması ile kullanılabilir hale gelir. Önalım hakkının kullanılmasıyla bu hakkı kullanan paydaş ile alıcı arasında kapsam ve şartları satıcı ile davalı arasında yapılan sözleşmenin aynı olan bir satım ilişkisi kurulmuş olur. Önalım bedeli tapuda gösterilen satış bedeli ile davalı tarafından ödenen harç ve masrafların toplamından ibarettir.
- Somut olayda, harçlandırılmış dava değeri 105.900,00 TL olup Bölge Adliye Mahkemesi kararında 19.01.2017 tarihli satışın davaya dahil edilmesinin mümkün olmayacağı, bu satışa ilişkin taleplerin davada dikkate alınamayacağı belirtildikten sonra, bu satışlara ilişkin tutarların da dava değerine eklenerek reddedilen miktar üzerinden davalı lehine vekalet ücretine hükmedilmesi doğru görülmemiştir. Harçlandırılan dava değeri olan 105.900,00 TL üzerinden kabul ve ret oranında taraflara vekalet ücreti takdir edilmesi gerekmiştir. Önalım bedeli olarak tapuda gösterilen satış bedeli ile davalı tarafından ödenen harç ve masrafların toplamı 79.794,21 TL olup kabul edilen bu bedel üzerinden davacı yararına takdir edilmesi gereken vekalet ücreti kabul beyanı nedeniyle 5.586,61 TL; reddedilen 26.105,79 TL yönünden davalı yararına takdir edilmesi gereken vekalet ücreti 5.100,00 TL’dir.
- Hâl böyle olunca, belirlenen değerler ve taraflar yönünden oluşan usulü kazanılmış hak da gözetilerek harç ve vekâlet ücretlerinin hesaplanması gerekirken yazılı şekilde karar verilmiş olması bozmayı gerektirir.
- Ne var ki bu hatanın giderilmesi yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 370 inci maddesinin ikinci fıkrası hükmü uyarınca Bölge Adliye Mahkemesi kararının düzeltilerek onanması gerekir.
VII. KARAR
Açıklanan sebeplerle; 1. Davacı tarafın diğer temyiz itirazlarının reddine, 2. Davacı tarafın, Bölge Adliye Mahkemesi kararına yönelik temyiz itirazının kabulü ile Bölge Adliye Mahkemesi kararının hüküm fıkrasının; “1/G” bendinin hükümden tümüyle çıkartılarak yerine “Davacı kendisini vekil ile temsil ettirdiğinden mahkemece kabul edilen kısım nazara alınarak ve karar tarihinde yürürlükte olan A.A.Ü.T.’nin 6 ncı maddesi gereğince kabul beyanının ön inceleme aşamasından önce dosyaya sunulması nazara alınarak hesaplanan 5.586,61 TL’nin davalıdan alınarak davacı tarafa verilmesine,” cümlesinin yazılması; yine “(1/H)” bendinde yer alan “Davalı kendisini vekil ile temsil ettirdiğinden reddedilen kısım nazara alınarak karar tarihinde yürürlükte bulunan A.A.Ü.T: gereğince hesaplanan 38.861,19 TL’nin davacıdan alınarak davalı tarafa ödenmesine,” cümlesinin tümüyle çıkartılarak yerine “Davalı kendisini vekil ile temsil ettirdiğinden reddedilen kısım nazara alınarak karar tarihinde yürürlükte bulunan A.A.Ü.T: gereğince hesaplanan 5.100,00 TL’nin davacıdan alınarak davalı tarafa ödenmesine,” cümlesinin yazılması ve sonraki bentlerinin buna göre teselsül ettirilmesi suretiyle DÜZELTİLEREK ONANMASINA,
Peşin alınan harcın istek hâlinde ilgiliye iadesine, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 02.03.2023 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/6321 K: 2023/6603 T: 28.12.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/2143 K: 2022/3478 T: 17.5.2022
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/3563 K: 2024/2678 T: 16.5.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/7951 K: 2023/123 T: 11.1.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8337 K: 2023/521 T: 26.1.2023
Önalım hakkına konu taşınmazların toplulaştırma işlemi sonucu kayıtları kapatılarak başka taşınmazlara revizyon gördükleri, yeni oluşan taşınmazlarda davacılar ile dava dışı hissedarlar ve davalının müşterek paydaşlık durumlarının kalmadığı, taraflar arasındaki paylı mülkiyet ilişkisinin sona erdiği, bu itibarla; taraflar arasındaki paylı mülkiyet ilişkisi sona ermiş olup davacıların önalım hakkının da bu sebeple ortadan kalktığı anlaşılmakla, taşınmazın paylılık durumunun herhangi bir nedenle sona ermesi halinde önalım hakkının kullanılamayacağı.
Taraflar arasındaki önalım hakkından kaynaklanan tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın reddine karar verilmiştir.
Kararın davacılar vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince başvurunun kamu düzeni bakımından kabulü ile İlk Derece Mahkemesi kararının kaldırılarak davanın reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davacılar vekili tarafından temyiz edilmekle;kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacılar vekili dava dilekçesinde; müvekkillerinin 4, 5, 223, 231 ve 232 parsel sayılı taşınmazlarda paydaş olduğunu, dava dışı… tarafından davalıya pay satıldığını, davacıların satış işleminden haricen haberdar olduğunu, yasal önalım hakkı tanınarak davalı üzerindeki dava konusu taşınmazlardaki hisselerin tapu kaydının iptali ile müvekkilleri adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
- CEVAP: Davalı vekili cevap dilekçesinde; müvekkilinin taşınmazlardaki hisseleri 220.000,00 TL’ye satın aldığını, dava konusu taşınmazlar ile ilgili toplulaştırma çalışmalarının 04.07.2011 tarihinde başlamış olup, taşınmazların toplulaştırma kapsamında olduğunun aynı tarihte tapuya şerh edildiğini, dava konusu 4, 5, 223, 231 ve 232 parsellerdeki satıcı …. hisselerinin … Mah., 106 ada 3 parsel olarak tespit gördüğünü ve tam paylı mülkiyet olan 106 ada 3 parselin toplulaştırmayı yapan… tarafından…’a sınırları çizilerek teslim edildiğini, 106 ada 3 parselde davacıların payının olmadığını, bu tespit ve teslimden sonra müvekkilinin dava konusu taşınmazlardaki… hisselerini satın aldığını, toplulaştırma işlemi varken önalım hakkının kullanılamayacağını, kaldı ki toplulaştırma öncesi de taşınmazlarda fiili taksim olduğunu belirtmek suretiyle davanın reddini istemiştir.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; önalım davasına konu payın ilişkin bulunduğu taşınmaz paydaşlarca özel olarak kendi aralarında taksim edilmiş ve her bir paydaş belirli bir kısmı kullanıyor olmasından dolayı yasada öngörülen önalım koşullarının oluşmadığının anlaşıldığı, davanın reddine karar verilmesi yönünde kanaat hasıl olduğu, dava konusu taşınmazlarda toplulaştırma işleminin yapıldığı; davalıya devredilen yerde ise davacıların paydaşlık durumu mevcut aşamaya göre tescil yapılması durumunda bulunmayacağı, … Bölge Müdürlüğü’ne yazılan müzekkere cevaplarında da dava konusu yerde kadastro tarafından son kontrollerin yapıldığının ve akabinde tescil için tapu müdürlüğüne verileceğinin bildirildiği, ancak fiili taksim hususu sabit görüldüğünden ve dava bu nedenle reddedildiğinden toplulaştırma sonucunda tapuya tescil aşamasının beklenmesine gerek görülmediği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacılar vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
- İstinaf Sebepleri: Taşınmazlarda fiili taksim olmadığı, bilirkişi raporlarında da buna ilişkin tespitten bahsedilmediği, mahkeme kararında fiili taksim olmadığı belirtildiği halde varmış gibi çelişkili hüküm kurulduğu, tüm mirasçıların katıldığı bir taksim biçimi olmadığı ve yine toplulaştırma işlemi bulunmayıp tarafların halen paydaş oldukları hususlarını istinaf etmiştir.
- Gerekçe ve Sonuç: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; somut olayda, Dairece getirtilen tapu kayıtlarına göre, dava konusu 4, 5, 223, 231 ve 232 parsel sayılı taşınmazların toplulaştırma işlemi sonucu kayıtları kapatılarak 282 ada 1 parsel, 285 ada 15 parsel, 280 ada 3 ve 4 parseller, 283 ada 1, 2, 3, 4, 5 ve 6 parsel sayılı taşınmazlara revizyon gördükleri, yeni oluşan taşınmazlarda davacılar ile dava dışı hissedarlar ve davalının müşterek paydaşlık durumlarının kalmadığı, revizyon gören 280 ada 3 parselin müstakilen davalı adına tescil edildiği, taraflar arasındaki paylı mülkiyet ilişkisinin sona erdiği, bu itibarla; taraflar arasındaki paylı mülkiyet ilişkisi sona ermiş olup davacıların önalım hakkının da bu sebeple ortadan kalktığı anlaşılmakla, taşınmazın paylılık durumunun herhangi bir nedenle sona ermesi halinde önalım hakkının kullanılamayacağı gözetilerek davanın reddine karar verilmesi gerektiği belirtilerek, davacılar vekilinin toplulaştırma işlemine yönelik istinaf sebebi yerinde olmayıp, oluşan bu duruma göre de davacılar vekilinin fiili taksime ilişkin istinaf sebeplerinin incelenmesine gerek kalmadığından davacılar vekilinin istinaf başvurusunun kamu düzeni bakımından kabulü ile kararın 6100 sayılı HMK.’nun 353-(1)-b/2 maddesi uyarınca kaldırılmasına, kararın düzeltilerek yeniden esas hakkında hüküm tesisi ile davanın reddine karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacılar vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davanın 10.01.2018 tarihinde açıldığı, toplulaştırma işleminin ise 27.01.2020 tarihinde kesinleştiği dikkate alındığında yargılamanın uzamasının davacıyı hak kaybına uğrattığı, dava açıldığında toplulaştırma işleminin kesinleşmediği, açıldığı tarihteki şartlarla karara bağlanması gerektiği ve fiili taksimin bulunmadığı hususlarını temyiz ederek hükmün re’sen de incelenmesini talep etmiştir.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Uyuşmazlık, önalım hakkından kaynaklanan tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 732’nci, 733’üncü ve 734’üncü maddeleri
- Değerlendirme
- Bölge adliye mahkemelerinin nihai kararlarının bozulması 6100 sayılı Kanun’un 371 inci maddesinde yer alan sebeplerden birinin varlığı hâlinde mümkündür.
- Temyizen incelenen karar, tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dayandıkları belgelere, uyuşmazlığa uygulanması gereken hukuk kuralları ile hukuki ilişkinin nitelendirilmesine, dava şartlarına, yargılama ve ispat kuralları ile kararda belirtilen gerekçelere göre usul ve kanuna uygun olup davacılar vekilince temyiz dilekçesinde ileri sürülen nedenler kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte görülmemiştir.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle; Temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararının 6100 sayılı Kanun’un 370 inci maddesinin birinci fıkrası uyarınca ONANMASINA, Aşağıda yazılı temyiz giderinin temyiz edene yükletilmesine, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 26.01.2023 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/7671 K: 2023/19 T: 9.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/5747 K: 2023/1030 T: 21.2.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/3130 K: 2023/4448 T: 4.10.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8328 K: 2023/772 T: 9.2.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8328 K: 2023/772 T: 9.2.2023
Fiili taksimin mevcut olduğu hâllerde önalım hakkı kullanılmasının hakkın kötüye kullanımı teşkil edeceği
Taraflar arasındaki önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, İlk Derece Mahkemesince davanın reddine karar verilmiştir.
Kararın davacı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince başvurunun esastan reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacı vekili dava dilekçesinde; dava konusu taşınmazda müvekkilinin babasının 1/5 hak sahibi iken vefat ettiğini, davacının da 3/40 hak sahibi olduğunu, davalının taşınmazdan 120.000,00 TL bedelle 04.02.2016’da hisse aldığını belirterek önalım hakkına dayanarak tapu iptali ve tescil talep etmiştir.
- CEVAP: Davalı vekili cevap dilekçesinde; hak düşürücü süre itirazında bulunduklarını, davacının taraf sıfatının bulunmadığını, önalım iddiasının kötü niyetli olduğunu, zira 178 parselde bulunan taşınmazın 17.05.1977 yılında muris Sabahattin Güler’in de rızası ile her bir paydaşa 1/5 eşit pay düşecek şekilde taksim edildiğini, taksim sözleşmesinin krokiye bağlandığını, payların beton parsel taşları ile ayrıldığını ve pay sahiplerinin fiili kullanımına tahsis edildiğini belirterek davanın reddini istemiştir.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile davacının külli halef konumunda olmakla fiili taksim sözleşmesine dayalı eylemli kullanımın bulunduğu taşınmazda önalım hakkına dayalı tapu iptali ve tescil isteminde bulunmasının iyi niyet hükümleri ile bağdaşmayacağı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
- İstinaf Sebepleri: 1. Delillerin takdirinde yanılgıya düşüldüğünü,
- Taşınmazda yer alan beton direklerin bir ayrım direği olmadığını, sadece bağ çubukları için kullanıldığını,
- Davacı tanıklarının eylemli fiili taksimin olmadığını açıkça beyan ettiklerini, davalının tanığı olan Hüseyin’in ise bizatihi hissesini satan satıcı olup beyanlarına itibar edilemeyeceğini,
- Bilirkişi raporunda fiili taksime ilişkin bir değerlendirmenin yer almadığını,
- Dosyada mevcut hava fotoğrafından gayrımenkule bakıldığında da fiili taksim olmadığının açıkça görüldüğünü,
- Davalı tarafından yapılan şikayet sonucu Karaburun Cumhuriyet Başsavcılığının 2017/695 Hazırlık sayılı dosyasında yapılan kadastro bilirkişisi incelemesinin de iddialarını doğruladığını,
- 17.5.1977 tarihli sözleşmenin tüm hissedarlar tarafından imzalanmadığını ileri sürmüştür.
- Gerekçe ve Sonuç: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile fiili taksimin mevcut olduğu hâllerde önalım hakkı kullanılmasının hakkın kötüye kullanımı teşkil edeceği gerekçesiyle başvurunun esastan redddine karar verilmiştir.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davacı vekili; istinaf dilekçesinde ileri sürdüğü sebepleri belirterek Bölge Adliye Mahkemesi kararının bozulması ve kabulüne karar verilmesi istemi ile temyiz yoluna başvurmuştur.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Uyuşmazlık, ret kararının eksik incelemeye ve hatalı değerlendirmeye dayalı olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
- İlgili Hukuk: 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (6100 sayılı Kanun) 369 uncu maddesinin birinci fıkrası ile 370 ve 371 inci maddeleri, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 732 inci maddesi.
- Değerlendirme
- Bölge adliye mahkemelerinin nihai kararlarının bozulması 6100 sayılı Kanun’un 371 inci maddesinde yer alan sebeplerden birinin varlığı hâlinde mümkündür.
- Temyizen incelenen karar, tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dayandıkları belgelere, uyuşmazlığa uygulanması gereken hukuk kuralları ile hukuki ilişkinin nitelendirilmesine, dava şartlarına, yargılama ve ispat kuralları ile kararda belirtilen gerekçelere göre usul ve kanuna uygun olup davacı vekilince temyiz dilekçesinde ileri sürülen nedenler kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte görülmemiştir.
- KARAR
Açıklanan sebeple ; Temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararının 6100 sayılı Kanun’un 370 inci maddesinin birinci fıkrası uyarınca ONANMASINA, Aşağıda yazılı temyiz giderinin temyiz edene yükletilmesine , Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 09.02.2023 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/5438 K: 2023/5646 T: 22.11.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/7671 K: 2023/19 T: 9.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/7848 K: 2023/21 T: 9.1.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8043 K: 2023/136 T: 12.1.2023
Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/8084 K: 2023/289 T: 18.1.2023
Payları devreden şirketin ortaklarının davalılar ile yakın akrabalık bağı olduğu, tanık beyanları ile de davalıların taşınmazların devrine ilişkin herhangi bir bedel ödemediği yönündeki beyanları ve dava konusu taşınmazların keşfen belirlenen değerleri ile satışta gösterilen değerleri arasındaki fahiş fark da değerlendirildiğinde davaya konu işlemin bağış niteliğinde olduğu
Taraflar arasındaki önalım hakkından kaynaklanan tapu iptali ve tescili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, İlk Derece Mahkemesince davanın reddine karar verilmiştir.
Kararın davacı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince başvurunun esastan reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
- DAVA: Davacı vekili dava dilekçesinde; davacı ile bir kısım hissedarlar … Mahallesi 4256 ada, 1, 2 ve 3 parsel numaralı taşınmazlarda paydaş olduğunu, söz konusu taşınmazlarda paydaş olan … İnş. Taah. Eml. Limited Şirketinin taşınmazlardaki hisselerinin bir kısmını davalı …’ya, bir kısmını da diğer davalı …’e 17.12.2019 tarihinde sattığını beyanla taşınmazdaki davalılar tarafından satın alınan payların tapusunun iptal edilerek davacı adına tapuya kayıt ve tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
- CEVAP: 1.Davalı …’in vekili cevap dilekçesinde; … Limited Şirketinin ortakları olan …’in şirketin 3 üncü kişiye devri işlemi öncesi, şirket malvarlığı olan dava konusu taşınmazların şirket ortaklarının eşlerine şirket tarafından bedelsiz olarak devirlerinin yapıldığını, şufa davasına konu olacak gerçek bir satış işleminin olmadığını, 27.03.1957 tarih 1956/12 Esas, 1957/2 Karar sayılı İçtihatı Birleştirme Kararı gereği karı- koca arasında ve akrabalar arasında yapılan satışın bağış olarak kabulünün gerekeceğini beyanla davanın reddini istemiştir.
2.Davalı …’nın vekili cevap dilekçesinde; … Limited Şirketinin ortakları olan …’in şirketin 3 üncü kişiye devri işlemi öncesi, şirket malvarlığı olan dava konusu taşınmazların şirket ortaklarının eşlerine şirket tarafından bedelsiz olarak devirlerinin yapıldığını, şufa davasına konu olacak gerçek bir satış işleminin olmadığını, 27.03.1957 tarih 1956/12 Esas, 1957/2 Karar sayılı İçtihatı Birleştirme Kararı gereği karı- koca arasında ve akrabalar arasında yapılan satışın bağış olarak kabulünün gerekeceğini; davacının bu işlemler yapılırken en başından beri işlemlerden haberdar olduğunu, taşınmazların gerçek satış değerlerinin tapuda belirtilen rakamların çok üzerinde olduğunu beyanla davanın reddini istemiştir.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; 27.03.1957 tarih 1956/12 Esas, 1957/2 Karar sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı gözetilerek, payları devreden şirketin ortaklarının davalılar ile yakın akrabalık bağı olduğu, tanık beyanları ile de davalıların taşınmazların devrine ilişkin herhangi bir bedel ödemediği yönündeki beyanları ve dava konusu taşınmazların keşfen belirlenen değerleri ile satışta gösterilen değerleri arasındaki fahiş fark da değerlendirildiğinde davaya konu işlemin bağış niteliğinde olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
- İSTİNAF
- İstinaf Yoluna Başvuranlar: İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
- İstinaf Sebepleri: Dava konusu taşınmazların …şirketi adına kayıtlı olduğu ve şirketin, dava konusu taşınmazların şirket ortaklarının eşlerine devrini gerektirecek bir tasfiye sürecinde olmadığını, resmi işlemin taraflarının bedelde muvazaa iddiasında bulunamayacağını, davanın açılışı sırasında davacının taraflar arasındaki akrabalık bağını bilebilecek durumda olmadığından yargılama giderlerinin karşı tarafa yükletilmesi gerektiğini ileri sürmüştür.
- Gerekçe ve Sonuç: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile davaya konu işlemin gerçek bir satış olmaması nedeniyle taşınmazın diğer hissedarları tarafından ön alım hakkının kullanılamayacağı ve HMK’nın 326/1 inci maddesi hükmüne göre kanunda yazılı haller dışında yargılama giderlerinin aleyhine hüküm verilen taraftan alınmasına karar verileceği gerekçesiyle davacının istinaf talebinin esastan reddine karar verilmiştirr.
- TEMYİZ
- Temyiz Yoluna Başvuranlar: Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
- Temyiz Sebepleri: Davacı vekili istinaf dilekçesinde belirtilen sebepler ile temyiz isteminde bulunmuştur.
- Gerekçe
- Uyuşmazlık ve Hukuki Nitelendirme: Uyuşmazlık, ön alım hakkından kaynaklanan tapu iptal ve tescil istemine ilişkindir.
- İlgili Hukuk: 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun, 732 nci maddesi şöyledir:
“Paylı mülkiyette bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması hâlinde, diğer paydaşlar önalım hakkını kullanabilirler.”
- Değerlendirme
1.Bölge adliye mahkemelerinin nihai kararlarının bozulması 6100 sayılı Kanunun 371 inci maddesinde yer alan sebeplerden birinin varlığı hâlinde mümkündür.
2.Temyizen incelenen karar, tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dayandıkları belgelere, uyuşmazlığa uygulanması gereken hukuk kuralları ile hukuki ilişkinin nitelendirilmesine, dava şartlarına, yargılama ve ispat kuralları ile kararda belirtilen gerekçelere göre usul ve kanuna uygun olup davacı vekilince temyiz dilekçesinde ileri sürülen nedenler kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte görülmemiştir.
- KARAR
Açıklanan sebeplerle; Temyiz olunan Bölge Adliye Mahkemesi kararının 6100 sayılı Kanunun 370 inci maddesinin birinci fıkrası uyarınca ONANMASINA, Aşağıda yazılı temyiz giderinin temyiz edene yükletilmesine, Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine, 18.01.2023 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2022/6321 K: 2023/6603 T: 28.12.2023
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/2143 K: 2022/3478 T: 17.5.2022
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2023/3563 K: 2024/2678 T: 16.5.2024
- Yargıtay 7. Hukuk Dairesi E: 2021/7951 K: 2023/123 T: 11.1.2023
AKRABAYA SATIŞTA ÖN ALIM ( ŞUFA HAKKI ) YARGITAY KARARLARI
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/18304, K: 2017/3425, T: 26.04.2017
Paylı mülkiyette bir paydaş payını karı ve kocaya, çocuklarına veya akrabaya temlik ederse, görünüşte satış sözleşmesi yapılsa dahi miras hukuku ile ilgili amaçların ya da bağışlama gibi düşüncelerin hakim olduğu hallerde onalım hakkının kullanılamayacağı, akrabalar arasında yapılan her temlikte uyuşmazlığın niteliğine göre temlikin hibe veya miras hukukuyla ilgili saiklerle yapılıp yapılmadığının yöntemince kanıtlanmasının aranması ve ispatı durumunda temlikle onalım hakkının kullanılması olanaklı olamayacağından davanın reddine karar verilmesi gerektiği gözetilmelidir.
Dava, önalım hakkı nedeniyle tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir. Davacı vekili, müvekkilinin paydaşı olduğu 10259 ada 2 parsel sayılı taşınmazdaki … belediyesine ait olan 25/69 payın önce… sonra davalı …’e satıldığı ve bildirim yapılmadığından dava konusu parseldeki payın önalım hakkına dayalı olarak iptali ve adına tesciline karar verilmesini istemiştir.
Davalı vekili ise; davaya konu payın satıcı ile davalı arasındaki yakın akrabalık ilişkisi nedeniyle gerçekte satış değil bağış yapıldığını, öte yandan parselin fiili taksime uygun şekilde kullanıldığını belirterek davanın reddini savunmuştur. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir.
Hükmü davalı vekilinin temyiz etmesi üzerine; Yargıtay 6. Hukuk Dairesinin 2013/52 Esas, 2013/12135 Karar sayılı ilamı ile davalının fiili taksim iddiasının araştırılması gerektiği sebepleri ile mahkeme kararının bozulmasına karar verilmiştir.
Bozmaya uyularak yapılan yargılama sonunda dava konusu parseldeki payını devreden… Davalı …’in kardeşi olduğu yakın akrabalar arası işlemin satış değil bağış olduğu gerekçeleri ile davanın reddine karar verilmiştir. Hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun “Yasal Önalım Hakkı-Önalım Hakkı Sahibi” başlıklı 732. Maddesinde “Paylı mülkiyette bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması halinde, diğer paydaşlar önalım hakkını kullanabilirler” hükmü düzenlenmiştir.
Anılan düzenlemede, önalım hakkının açık bir tarifi yapılmamakla birlikte temel prensibin mülkiyet serbestisi ve tasarruf yetkisi olduğu gözetilerek paydaşın temlik hakkı sınırlandırılırken bu sınırlandırma sınırlı tutularak sadece satım akitleri için önalım hakkı öngörülmüştür.
Gerçek bir satışın konusu olmayan, satım niteliğinde olmayan pay temliklerinde yasal önalım hakkı doğmayacaktır. Önalım hakkının payın satışındaki şartlar dahilinde kullanılması gerektiğinden, payı paradan başka bir karşılıkla iktisap edenlerden, aynı şartlar yerine getirilmek suretiyle temellük etmeye imkan bulunmamaktadır.
Payı satın alan tarafından, temlik işleminin satış olarak gösterilmekle birlikte gerçekte hibe olduğu savunmasında bulunulması halinde, diğer bir anlatımla hibe ile temlikin amaçlandığının iddia edildiği hallerde, payı temlik alan davalı muvazaalı resmi işlemin tarafı olduğundan ve hiç kimse kendi muvazaasına dayanamayacağından muvazaa iddiasının dinlenmeyeceği açıktır.
Bunun yanında, paydaş payını karı ve kocaya, çocuklarına yahut akrabaya temlik ederse görünüşte satış sözleşmesi yapılsa bile miras hukuku ile ilgili amaçların yada bağışlama gibi düşüncelerin hakim olduğu durumlarda önalım hakkının kullanılmayacağı 27.03.1957 günlü ve 1956/12 Esas, 1957/2 Karar sayılı Yargıtay İçtihatı Birleştirme Kararında belirtilmiştir.
Anılan kararın açıklayıcı olan gerekçe kısmında; “Miras hukukuna müteallik kaidelere tevkifan veya sair mülahazalarla kendi evladına veya akrabasına satış yapması halinde de şufa cereyan edip etmeyeceği noktasının mülahaza olunmak icap eder. Bu gibi akrabaya satışta ortada satış akdinin bir unsuru olan bedel zikredilmiş olsa bile bunu mücerret bir satış olarak kabul etmeye imkan yoktur. Çünkü burada mümellikin maksadı malının bedelini almak değil, belki akrabalık münasebeti dolayısıyla onu tesahüp etmek ve yerine geçmektir” açıklamasına yer verilmiştir.
Görüldüğü üzere kararın hem bağlayıcı olan sonuç kısmında ve hem de açıklayıcı olan gerekçe kısmında özel bir hukuki statüyü ifade eden “mirasçı” teriminin tek başına kullanılmasından özenle kaçınılmış ve daha geniş olan “akraba” kavramına da yer verilmiştir. Bu halde, kararın sadece satış tarihi itibariyle doğrudan mirasçı olan kişileri kapsamına aldığının kabulü mümkün değildir.
Yukarıda yapılan açıklamaların ışığında 20.03.1957 tarih 1956/12 Esas, 1957/2 Karar sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının, sözleşmede taraf olan kişinin işlemde muvazaa savunmasında bulunamayacağı ve bunu her türlü delille ispat edemeyeceği kuralının istisnası olduğu görülmektedir. Anılan kararın uygulanabilmesi için öncelikle satışın, satış tarihi itibariyle doğrudan mirasçılar arasında yapılması gerekmeyip, temlikin taraflarının akraba olması yeterlidir.
Temlikin akrabalar arasında satış şeklinde yapılmış olması halinde ise bu kez İçtihadı Birleştirme Kararının aradığı “hibe veya miras hukukuyla ilgili amacı’nın” bulunup bulunmadığı hususunun, diğer bir ifade ile akrabalar arasında yapılan her temlikte somut uyuşmazlığın niteliğine göre temlikin hibe veya miras hukukuyla ilgili amaçlarla yapılmış olup olmadığının yöntemince ispatı aranmalı ve ispatı halinde temlikle önalım hakkının kullanılmasının mümkün olamayacağı gözetilmelidir.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 08/02/2012 gün ve 2011/6-762 Esas, 2012/56 sayılı ilamı Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 27/04/2011 gün ve 2011/6-38 Esas sayılı 2011/225 Karar sayılı ilamı, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 2011/6-164 Esas ve 2011/245 sayılı ilamlarında da satışın satış tarihi itibariyle doğrudan mirasçılar arasında yapılması gerekmeyip, temlikin taraflarının akraba olmasının yeterli olduğuna karar verilmiştir.
Somut olayda; Mahkemece; ilk bozmaya uyularak yapılan yargılama sonunda yapılan keşifte ve diğer toplanan delillerin değerlendirilmesinde dava konusu taşınmazda fiili taksimin olmadığı anlaşılmıştır.
Ancak mahkemece; dava konusu payı satan. … ile payı satın alan davalı …’in kardeş olduklarından bahisle yakın akrabalık ilişkisi nedeni ile davanın reddine karar verilmiş ise de; resmi satış aktinin kontrol edilmesi sonucunda payı devreden … ile Payı devralan …’in anne ve baba isimlerinin farklı olduğu, kardeş olmadıkları anlaşılmaktadır.
Mahkemece, 27.03.1957 tarih 1956/12 Esas, 1957/2 Karar sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı doğrultusunda payını satan … ile payı satın alan davalı …’in yakın akraba olup olmadığı hususunun araştırılmasından sonra yukarıda belirtilen Hukuk Genel Kurulu Kararları da gözetilerek yakın akraba olduklarının anlaşılması halinde şimdi olduğu gibi davanın reddine; yakın akraba sayılmadıklarının anlaşılması halinde ise; satış akdindeki bedel ve masrafların toplamının depo edilmesinden sonra davanın kabulüne karar verilmesi gerekir,
Açıklanan nedenlerle; yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş, bu nedenle hükmün bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan harcın istek halinde yatırana iadesine, 26.04.2017 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/8066, K: 2019/6219
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/13782 K: 2020/2493 T: 02.03.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/6765 K: 2014/9930 T: 15.09.2014
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2014/7387 K: 2014/11377 T: 20.10.2014
Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/8066, K: 2019/6219
Bunun yanında, paydaş payını karı ve kocaya, çocuklarına yahut akrabaya temlik ederse görünüşte satış sözleşmesi yapılsa bile miras hukuku ile ilgili amaçların yada bağışlama gibi düşüncelerin hakim olduğu durumlarda önalım hakkının kullanılmayacağı 27.03.1957 günlü ve 1956/12 Esas, 1957/2 Karar sayılı Yargıtay İçtihatı Birleştirme Kararında belirtilmiştir.
Davacı tarafından, davalı aleyhine 14/04/2015 gününde verilen dilekçe ile önalım hakkından kaynaklanan tapu iptali ve tescil talebi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 10/03/2016 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
Dava, önalım hakkına dayalı tapu iptal ve tescil istemine ilişkindir. Davacı vekili, müvekkilinin paydaşı olduğu 357 parsel sayılı taşınmazda paydaşlardan ölü olan Kemal Kaçar’ın mirasçılarının 1/3 hisselerini davalıya sattıklarını, önalım hakkına dayalı olarak davalı adına olan tapu kaydının iptali ve davacı adına tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili, müvekkilinin hisse satın aldığı kişilerin akrabası olduğunu, eşini kaybetmiş ve yetim çocukları olan akrabasının mallarını korumak amacıyla inançlı işlem ile taşınmazı devraldığını, taşınmazın gerçek bedelinin daha fazla olduğunu beyan ederek davanın reddini savunmuştur. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir. Hükmü, davalı vekili temyiz etmiştir.
4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun “Yasal Önalım Hakkı-Önalım Hakkı Sahibi” başlıklı 732. maddesinde “Paylı mülkiyette bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması halinde, diğer paydaşlar önalım hakkını kullanabilirler” hükmü düzenlenmiştir.
Anılan düzenlemede, önalım hakkının açık bir tarifi yapılmamakla birlikte temel prensibin mülkiyet serbestisi ve tasarruf yetkisi olduğu gözetilerek paydaşın temlik hakkı sınırlandırılırken bu sınırlandırma sınırlı tutularak sadece satım akitleri için önalım hakkı öngörülmüştür.
Gerçek bir satışın konusu olmayan, satım niteliğinde olmayan pay temliklerinde yasal önalım hakkı doğmayacaktır. Önalım hakkının payın satışındaki şartlar dahilinde kullanılması gerektiğinden, payı paradan başka bir karşılıkla iktisap edenlerden, aynı şartlar yerine getirilmek suretiyle temellük etmeye imkan bulunmamaktadır.
Payı satın alan tarafından, temlik işleminin satış olarak gösterilmekle birlikte gerçekte hibe olduğu savunmasında bulunulması halinde, diğer bir anlatımla hibe ile temlikin amaçlandığının iddia edildiği hallerde, payı temlik alan davalı muvazaalı resmi işlemin tarafı olduğundan ve hiç kimse kendi muvazaasına dayanamayacağından muvazaa iddiasının dinlenmeyeceği açıktır.
Bunun yanında, paydaş payını karı ve kocaya, çocuklarına yahut akrabaya temlik ederse görünüşte satış sözleşmesi yapılsa bile miras hukuku ile ilgili amaçların yada bağışlama gibi düşüncelerin hakim olduğu durumlarda önalım hakkının kullanılmayacağı 27.03.1957 günlü ve 1956/12 Esas, 1957/2 Karar sayılı Yargıtay İçtihatı Birleştirme Kararında belirtilmiştir.
Anılan kararın açıklayıcı olan gerekçe kısmında; “Miras hukukuna müteallik kaidelere tevkifan veya sair mülahazalarla kendi evladına veya akrabasına satış yapması halinde de şufa cereyan edip etmeyeceği noktasının mülahaza olunmak icap eder. Bu gibi akrabaya satışta ortada satış akdinin bir unsuru olan bedel zikredilmiş olsa bile bunu mücerret bir satış olarak kabul etmeye imkan yoktur. Çünkü burada mümellikin maksadı malının bedelini almak değil, belki akrabalık münasebeti dolayısıyla onu tesahüp etmek ve yerine geçmektir” açıklamasına yer verilmiştir.
Görüldüğü üzere kararın hem bağlayıcı olan sonuç kısmında ve hem de açıklayıcı olan gerekçe kısmında özel bir hukuki statüyü ifade eden “mirasçı” teriminin tek başına kullanılmasından özenle kaçınılmış ve daha geniş olan “akraba” kavramına da yer verilmiştir. Bu halde, kararın sadece satış tarihi itibariyle doğrudan mirasçı olan kişileri kapsamına aldığının kabulü mümkün değildir.
Yukarıda yapılan açıklamaların ışığında 20.03.1957 tarih 1956/12 Esas, 1957/2 Karar sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının, sözleşmede taraf olan kişinin işlemde muvazaa savunmasında bulunamayacağı ve bunu her türlü delille ispat edemeyeceği kuralının istisnası olduğu görülmektedir. Anılan kararın uygulanabilmesi için öncelikle satışın, satış tarihi itibariyle doğrudan mirasçılar arasında yapılması gerekmeyip, temlikin taraflarının akraba olması yeterlidir. Temlikin akrabalar arasında satış şeklinde yapılmış olması halinde ise bu kez İçtihadı Birleştirme Kararının aradığı “hibe veya miras hukukuyla ilgili amacı” nın bulunup bulunmadığı hususunun, diğer bir ifade ile akrabalar arasında yapılan her temlikte somut uyuşmazlığın niteliğine göre temlikin hibe veya miras hukukuyla ilgili amaçlarla yapılmış olup olmadığının yöntemince ispatı aranmalı ve ispatı halinde temlikle önalım hakkının kullanılmasının mümkün olamayacağı gözetilmelidir.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 08/02/2012 gün ve 2011/6-762 Esas, 2012/56 sayılı ilamı Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 27/04/2011 gün ve 2011/6-38 Esas sayılı 2011/225 Karar sayılı ilamı, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 2011/6-164 Esas ve 2011/245 sayılı ilamlarında da satışın satış tarihi itibariyle doğrudan mirasçılar arasında yapılması gerekmeyip, temlikin taraflarının akraba olmasının yeterli olduğuna karar verilmiştir.
Yukarıda yapılan açıklamalar doğrultusunda somut olaya gelince; dava konusu taşınmazın 1/3 hissesi ….adına kayıtlı iken, …’ın ölümüyle hissesi eşi … ile çocukları …’a intikal etmiştir. Adı geçen mirasçılar tarafından dava konusu taşınmazın 1/3 hissesi, 04.07.2014 tarihli resmi senet ile, davalıya devredilmiş olup, nüfus kayıtlarının incelenmesinde davalının eşi ile muris …’ın kardeş olduğu anlaşıldığından, pay devir eden ile davalı arasında akrabalık bağı bulunduğu sabittir. 27.03.1957 günlü ve 1956/12 Esas, 1957/2 Karar sayılı Yargıtay İçtihatı Birleştirme Kararı ve Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun Kararları dikkate alındığında tarafların yakın akraba oldukları, yapılan satışın gerçekte satış olmadığı anlaşılmaktadır.
Açıklanan nedenlerle davanın reddine karar verilmesi gerekirken kabulüne karar verilmesi isabetsiz olduğundan hükmün bozulması gerekmiştir,
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan harcın istek halinde yatıranlara iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 03.10.2019 tarihinde oy birliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2015/18304, K: 2017/3425, T: 26.04.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/14768 K: 2020/2626 T: 04.03.2020
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 2016/3595 K: 2017/6782 T: 25.09.2017
- Yargıtay 14. Hukuk Dairesi E: 1990/1065, K: 1990/8791, T: 26.10.1990
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/164 K: 2011/245 T: 29.04.2011
Gerçek bir satışın konusu olmayan, satım niteliğinde olmayan pay temliklerinde yasal önalım hakkı doğmayacaktır. Önalım hakkının payın satışındaki şartlar dahilinde kullanılması gerektiğinden, payı paradan başka bir karşılıkla iktisap edenlerden, onu, aynı şartlarla yerine getirmek suretiyle temellük etmeye imkan bulunmamaktadır.
Taraflar arasındaki davadan dolayı, bozma üzerine direnme yoluyla; İstanbul 1. Asliye Hukuk Mahkemesinden verilen 20.04.2010 gün ve 2009/326 E., 2010/95 K. sayılı kararın bozulmasını kapsayan ve Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’ndan çıkan 15.12.2010 gün ve 2010/6-572 E., 2010/656 K. sayılı ilamın, karar düzeltilmesi yoluyla incelenmesi davalı vekili tarafından verilen dilekçe ile istenilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulu’nca dilekçe, düzeltilmesi istenen ilam ve dosyadaki ilgili bütün kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, önalım hakkına dayalı olarak tapu iptal ve tescil istemine ilişkindir. Davacılar vekili, müşterek maliklerinden oldukları taşınmazın diğer hissedarları dava dışı Saadet Uluca ile Rabia Uluca’nın hisselerini davalıya satış yolu ile devrettiklerini belirterek önalım hakları uyarınca davalının hissesinin iptali ile davacılar adına eşit oranda tescilini talep ve dava etmişlerdir.
Davalı vekili, tapuda satış olarak gerçekleştirilen işlemin gerçekte akrabalar arasında yapılmış bir bağış olduğunu, bağış amaçlayan temliklerde önalım hakkının kullanılamayacağını belirterek, davanın reddini savunmuştur.
Yerel Mahkemece, “satıcılar ile taraflar arasında akrabalık ilişkisi bulunduğu, yakın akrabalık halinde hissenin satış değil hibe ile devredildiği savunmasının yapılabileceği ve tanıkla ispatlanabileceği, somut olayda satıcılar ile davalı arasında mirasçılık ilişkisi bulunması nedeniyle hibe iddiasının incelendiği ve devir işleminin gerçekte satış değil hibe olduğu” gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Davacılar vekilinin temyizi üzerine Özel Dairece: “…Paylı mülkiyet halindeki taşınmazın paydaşı payını karı-kocaya evlada veyahut akrabaya temlik ederse şeklen satış olarak gösterilen bu akdin gerçekte satış olmayıp miras hakkına bağlı veya hibe gibi maksada yönelik işlem olduğu iddia ve ispat edilirse önalım hakkının ileri sürülemeyeceği 27.3.1957 gün ve 12/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı’nda açıkça belirtilmiştir. Bu yöndeki savunmanın tanık dahil her türlü delille kanıtlanması mümkündür. Anılan İçtihadı Birleştirme Kararı sözleşmede taraf olan kişinin işlemde muvazaa savunmasında bulunamayacağı kuralının bir istinasıdır.
Olayımıza gelince: Alemdar Mahallesi 46 ada 22 No’lu parselde dava konusu edilen 16/24 pay taşınmazın paydaşlarından Saadet ve Rabia Uluca tarafından 24.5.2005 tarihinde davalıya 32.000 YTL bedelle satılmış, davacılar da 23.5.2006 tarihinde süresinde açtıkları işbu dava ile önalım hakkının tanınmasını istemiştir. Davalı her ne kadar söz konusu payın tapuda satış gösterilse de, teyzeleri tarafından kendisine miras hakkına bağlı olarak hibe edildiğini savunmuş ise de tapuda yapılan işlemin tarafı olan davalı yapmış olduğu sözleşme ile bağlı olduğundan temlikin muvazaalı olduğu iddiasında bulunarak kendi muvazaasına dayanamayacağı gibi, temlikte bulunan Saadet ve Rabia Uluca bekar ve çocuksuz olmakla birlikte davalının annesi Berin Hasoğlu (Uluca) sağ olduğundan ve işlemin tarafları arasında doğrudan miras bağı bulunmadığından olayda 27.3.1957 gün ve 12/2 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı’nın uygulanma olanağı da yoktur. Bu durumda tapuda satış olarak yapılan temlike karşı taşınmazın paydaşı olan davacıların önalım hakkını kullanmasında bir usulsüzlük bulunmamaktadır…” gerekçesiyle karar oyçokluğuyla bozulmuştur.
Mahkemenin ilk karardaki gerekçelerini tekrarlayarak önceki kararda direnmesi üzerine hükmü davacılar vekili temyiz etmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca, Özel Daire kararında yer alan gerekçelerle, direnme kararı oyçokluğu ile bozulmuş; davalı vekili karar düzeltme isteminde bulunarak, direnme kararının onanmasını istemiştir.
Maddi olgu, bozma ve direnme kararlarının içerikleri itibariyle Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, 20.03.1957 tarih 1956/12 E., 1957/2 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının uygulanabilmesi için payını devreden ile devralan arasında mirasçılık ilişkisinin bulunması gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.
Uyuşmazlığın çözümünde öncelikle önalım hakkının niteliğinin açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.
Bilindiği üzere paylı mülkiyette paydaşlar arasında ortak idare ve kullanma durumu sözkonusu olduğundan paydaşların birbirlerini bilmeleri ve tanımaları önem taşımaktadır. Bu ihtiyacın gereği olarak paydaşlar arasına yabancı bir kişinin girişini engellemek, taşınmazın daha küçük parçalara ayrılmasını önleyebilmek, hisselerin mümkün olduğu kadar hissedar elinde toplanmasını temin etmek amacıyla paylı taşınmazlarda hissedarın temlik hakkı sınırlandırılarak kanuni önalım hakkı tanınmıştır.
Önalım hakkı taşınmaz mal mülkiyetinin kanundan doğan takyitlerinden olup 26.12.1951 gün ve 1/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında yenilik doğuran bir hak olduğu belirtilmiştir.
Öte yandan 20.06.1951 gün 5/13 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında ise ön alım hakkının hukuki niteliği “Şufa hakkı, mefşu hissenin üçüncü şahsa satılması ve satışa ıttıladan itibaren bir ay içinde kullanılmış olması gibi muayyen şartlar altında kullanılacak yenilik doğurucu bir haktır ki, şefinin bu hakkı kullandığı yolundaki tek taraflı irade beyanının müşteriye vasıl olmasıyla yeni bir hukuki vaziyet meydana getirilmesine yarar. Bu hakkın kullanılmasıyla şefi yeni bir akit yapmaya hacet kalmaksızın müşteriye halef olur” şeklinde açıklanmaktadır.
4721 sayılı Türk Medeni Kanununun Yasal Önalım Hakkı-Önalım Hakkı Sahibi başlıklı 732. maddesinde “paylı mülkiyette bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması halinde, diğer paydaşlar önalım hakkını kullanabilirler” hükmü öngörülmüştür.
Anılan düzenlemede önalım hakkının açık bir tarifi yapılmamakla birlikte temel prensibin mülkiyet serbestisi ve tasarruf yetkisi olduğu gözetilerek paydaşın temlik hakkı sınırlandırılırken bu sınırlandırma sınırlı tutularak sadece satım akitleri için önalım hakkı getirilmiştir.
Bu husus 20.06.1951 gün ve 5/13 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında da benimsenmiş; kararın gerekçesinde, taşınmaz mülkiyetinin takyitlerinden olan kanuni önalım hakkının taşınmazda hisse sahibi bulunan şahsa, diğer bir kimsenin payının üçüncü kişiye satılması halinde o hisse müşteriye neye mal olmuş ise o miktar ile ve belli bir süre içinde satın almak yetkisini veren ayni bir hak olduğu ifade edilmiştir.
Açıkça görüldüğü üzere kanuni önalım hakkından sözedebilmek için paylı mülkiyet hükümlerine tabi bir taşınmazdaki payın üçüncü şahsa satılması gerekmektedir; önalım hakkının konusu pay satışıdır.
Gerçek bir satışın konusu olmayan, satım niteliğinde olmayan pay temliklerinde yasal önalım hakkı doğmayacaktır. Önalım hakkının payın satışındaki şartlar dahilinde kullanılması gerektiğinden, payı paradan başka bir karşılıkla iktisap edenlerden, onu, aynı şartlarla yerine getirmek suretiyle temellük etmeye imkan bulunmamaktadır.
Bu kapsamda temlikin hibe şeklinde olması halinde, hibede bir malın bedelsiz olarak üçüncü kişinin mülkiyetine geçirilmesi amaçlandığı ancak satış amaçlanmadığından önalım hakkı kullanılamayacaktır. Zira önalımda, önalım hakkını kullanan kişinin payı satın alana ödemekle yükümlü olduğu bedel hibede mevcut değildir, önalım hakkını kullananın hiçbir bedel ödemeden payın kendisine devrini istemesi mümkün değildir.
Payı satın alan tarafından temlik işleminin satış olarak gösterilmekle birlikte gerçekte hibe olduğu savunmasında bulunulması halinde, diğer bir anlatımla hibe ile temlikin amaçlandığının iddia edildiği hallerde; kural olarak payı temlik alan davalı muvazaalı resmi işlemin tarafı olduğundan ve hiç kimse kendi muvazaasına dayanamayacağından muvazaa iddiasının dinlenmeyeceği açıktır.
Somut uyuşmazlıkta ise davalı gerçekte miras hukukundan kaynaklanan amaçlarla yapılan hibe işleminin görünürde satış işlemi olarak gösterildiği savunmasında bulunarak, 20.03.1957 tarih 1956/12 E. 1957/2 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararını iddiasına dayanak yapmıştır.
Uyuşmazlığın çözümünde anılan İçtihatı Birleştirme Kararının kapsamı ve amacı önem taşımakta olup anılan kararın uygulanabilmesi için işlemin tarafları arasında doğrudan mirasçılık ilişkisinin bulunması gerekip gerekmediği hususunun değerlendirilmesi ve çözümü gerekmektedir.
20.03.1957 tarih 1956/12 E. 1957/2 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının bağlayıcı olan sonuç kısmında “Müşterek mülkün hissedarı, hissesini karı ve kocaya evlada veyahut akrabaya temlik etmesi halinde şeklen satış akdi bulunsa bile hakikatte satıştan gayri miras hukukuna müteferri maksatların veya hibe gibi mülahazaların hakim olduğu ahvalde Medeni Kanunun hakiki satışlarda kabul eylediği şufa hakkının cereyan etmeyeceğine” karar verildiği belirtilmiştir.
Anılan kararın açıklayıcı olan gerekçe kısmında, “miras hukukuna müteallik kaidelere tevkifan veya sair mülahazalarla kendi evladına veya akrabasına satış yapması halinde de şufa cereyan edip etmeyeceği noktasının…mülahaza olunmak icap eder. Bu gibi akrabaya satışta ortada satış akdinin bir unsuru olan bedel zikredilmiş olsa bile bunu mücerret bir satış olarak kabul etmeye imkan yoktur. Çünkü burada mümellikin maksadı malının bedelini almak değil, belki akrabalık münasebeti dolayısıyla onu tesahüp etmek ve yerine geçmektir” açıklamasına yer verilmiştir.
Görüldüğü üzere kararın hem bağlayıcı olan sonuç kısmında ve hem de açıklayıcı olan gerekçe kısmında özel bir hukuki statüyü ifade eden “mirasçı” teriminin tek başına kullanılmasından özenle kaçınılmış ve daha geniş olan “akraba” kavramına da yer verilmiştir. Bu halde, kararın sadece satış tarihi itibariyle doğrudan mirasçı olan kişileri kapsamına aldığının kabulü mümkün değildir.
Öte yandan, anılan karar muvazaa iddiasının mevcudiyeti halinde yol gösterici olarak, bu halde akdin amacının tespitinin zorunlu olduğunu, “müşterinin, bayiin mirasçısı olması” hususunun akdin vasfını tayinde değerlendirilecek bir emare olduğunu belirtmiştir. Temlik işleminin taraflarının birbirlerine akraba olmasının ötesinde “mirasçı” olması hususu akdin amacının satış olup olmadığını tayinde bir emare olarak kabul edilmiş ve “mirasçı” kavramına bu noktada özel olarak yer verilmiştir.
Yukarıda yapılan açıklamaların ışığında 20.03.1957 tarih 1956/12 E. 1957/2 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının, sözleşmede taraf olan kişinin işlemde muvazaa savunmasında bulunamayacağı ve bunu her türlü delille ispat edemeyeceği kuralının istisnası olduğu görülmektedir. Anılan kararın uygulanabilmesi için öncelikle satışın, satış tarihi itibariyle doğrudan mirasçılar arasında yapılması gerekmeyip, temlikin taraflarının akraba olması yeterlidir. Temlikin akrabalar arasında satış şeklinde yapılmış olması halinde ise bu kez İçtihadı Birleştirme Kararının aradığı “hibe veya miras hukukuyla ilgili amacı” nın bulunup bulunmadığı hususunun, diğer bir ifade ile akrabalar arasında yapılan her temlikte somut uyuşmazlığın niteliğine göre temlikin hibe veya miras hukukuyla ilgili amaçlarla yapılmış olup olmadığının yöntemince ispatı aranmalı ve ispatı halinde temlikle önalım hakkının kullanılmasının mümkün olamayacağı gözetilmelidir.
Somut uyuşmazlıkta, paylı mülkiyete tabi taşınmazda paydaş olan dava dışı Saadet Uluca ile Rabia Uluca’nın paylarını halen sağ olan kız kardeşlerinin oğlu davalı Cumhur Hasoğlu’na satış yoluyla devrettikleri, taşınmazın diğer paydaşı davacılar Eda Uluca ile Esra Uluca’nın süresinde önalım hakkını dava yolu ile kullandıkları anlaşılmaktadır. Davalı, tarafı olduğu temlik işleminin muvazaalı olduğu gerçekte hibe amacı ile işlem yapıldığı ve hibe amacı ile yapılan temliklerde önalım hakkı kullanılamayacağını savunmuştur.
Yukarıda yapılan açıklamaların ışığında, temlik işleminin tarafları arasında teyze-yeğen ilişkisi bulunması ve tarafların akraba olması karşısında Yerel Mahkemenin, “20.03.1957 tarih 1956/12 E. 1957/2 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının uygulanabilmesi için temlik işleminin tarafları arasında akrabalık ilişkisi bulunmasının yeterli olduğu, doğrudan mirasçılık ilişkisinin aranması gerekmediğine” ve somut uyuşmazlık yönünden dosyada mevcut deliller uyarınca “taraflar arasında satış şeklinde yapılan temlik işleminin muvazaalı olduğuna, tarafların gerçek amacının hibe olduğuna ve hibe ile yapılan temlikte önalım hakkının kullanılamayacağına” ilişkin direnme kararı yerindedir. O halde usul ve yasaya uygun direnme kararı onanmalıdır.
Bu nedenle, Hukuk Genel Kurulu’nun bozma kararının kaldırılarak, direnme kararının yukarıda açıklanan gerekçelerle onanması gerekir.
SONUÇ: Davalı vekilinin karar düzeltme isteminin kabulü ile Hukuk Genel Kurulu’nun 15.12.2010 gün ve 2010/6-572 E., 2010/656 K. sayılı bozma kararının KALDIRILMASINA; yerel mahkeme direnme hükmünün yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, 29.04.2011 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY YAZISI Dava önalım hakkı nedeniyle davalıya satılan payların iptal ve tescili istemine ilişkindir.
Somut olayda davacılar, önalım hakkına konu edilen taşınmazın paydaşlarından Saadet ve Rabia Uluca’nın kendilerinden sonra gelen mirasçıları sağ olduğu halde paylarını sağ olan kız kardeşlerinin çocuklarından Cumhur Hasoğlu’na satmaları üzerine önalım hakkı nedeniyle davalıya satılan payların iptali ile adlarına tescilini istemiştir.
Uyuşmazlık, davalının bir kimsenin payını mirasçısına satması halini düzenleyen 27.03.1957 tarih 12/2 Sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında bahsedilen akraba kapsamında kalıp kalmadığı noktasındadır.
Bilindiği gibi önalım hakkı taşınmaz mülkiyetinin takyitlerinden olup paylı taşınmazda payı olan şahsa diğer payın üçüncü bir şahsa satılması halinde o pay alıcıya neye mal olmuş ise o miktar ile belli süre içinde öncelikle satın alma yetkisi veren ayni bir haktır. Yasa ile düzenlendiğinden gücünü ve kaynağını doğrudan yasadan alır. Payın satılması ile doğar. Mülkiyet hakkını kısıtlar. Önalım hakkı gerçek satışlar için söz konusudur. Satım sözleşmesi dışındaki temliklerde yani hibe ve trampada önalım hakkı kullanılamaz. Ancak tapudaki işlemin tarafları bir paydaşın önalım hakkını ortadan kaldırabilmek için işlemde muvazaa yapıp satışı hibe, hibeyi satış veya satışı trampa şeklinde gösterebilirler. Bu gibi hallerde satım sözleşmesinin tarafı olan kişinin kendi muvazaasına dayanamayacağı konusunda da hiçbir uyuşmazlık bulunmamaktadır.
27.03.1957 tarih 12/2 Sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ise satım sözleşmesinin tarafı olan kişinin kendi muvazaasına dayanamayacağı kuralının bir istisnası olup, bir kimsenin mirasçısına taşınmazın payını ileride ona bırakacağı malları dikkate alarak temlik etmesi veya hibede bulunması fakat bu işlemi tapuda satış göstermesi durumunu düzenlemektedir. Dairemiz önceleri, önalım hakkı gerçek satışlar için kabul edildiğinden bir paydaşın payını kendisine mirasçı olarak kişiye satması halinde dahi önalım hakkının tanınması görüşündeydi, ancak daha sonra payın müstakbel mirasçıya yapılan pay satışlarında önalım hakkının tanınmayacağı şeklinde tam aksi yönde bir karar verilince içtihadı birleştirme yoluna gidildi. Bu içtihadın çıkartılmasındaki temel amaç bir payın kendisine mirasçı olacak, müstakbel mirasçıya satılması halinde dairemizin iki farklı kararı olması nedeniyle önalım hakkının tanınıp tanınmayacağı meselesini bir sonuca bağlamaktadır. Dairemizin mirasçı olmayan bir akrabaya satış yapılması hakkında verdiği bir karar yoktur. Bu husus İçtihadı Birleştirme Kararının amaç kısmında payın kendisine mirasçı olacak, müstakbel mirasçıya satılmış olması ibareleriyle özellikle vurgulanmıştır. İçtihadı Birleştirme Kararı gerekçe kısmında önalım hakkının tarifini yapmış, yasa koyucunun önalım hakkını düzenlerken takip ettiği gayenin taşınmazın parçalanmasını önlemek, paydaşlar arasında öteden beri mevcut münasebeti devam ettirerek araya yabancı bir şahsın girmesine mani olmak şeklinde açıklamış, dayandığı esasın paydaşın temlik hakkını bu satım sözleşmesi ile sınırlamak olduğunu belirtmiştir. Bundan sonra miras hukuku ile ilgili amaçlar veya bağışlama gibi düşüncelerle kendi evladına veya akrabasına satış yapması halinde önalım hakkının cereyan edip etmeyeceğini açıkladığı kurallar ve esaslar çerçevesinde düşünmüştür. İçtihadı Birleştirme Kararında irdelenen Federal Mahkeme kararları ve yabancı hukuk alimlerinin ortak düşüncesi müstakbel miras hissesine mahsuben varise yapılan satışlarda önalım hakkının kullanılamayacağıdır. Bu karar ve görüşlerin tümü müstakbel miras hakkından söz etmektedir. İsviçreli şairlerden Wieland, malikin hemşiresinin çocuğu tabirini kullanmışsa da elimizde tam metin olmadığından kardeşin yasal mirasçısının olup olmadığı bu nedenle mi payın yeğene satıldığı anlaşılamamaktadır.
Uyuşmazlığa konu edilen İçtihadı Birleştirme Kararları birçok Türk Hukuk Profesörleri tarafından da inceleme ve araştırma konusu yapılmıştır. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi profesörlerinden F. Necmettin Feyzioğlu’nun doçentlik tezi şufa hakkı isimli eserinde konu müstakbel mirasın önceden verilmesi vs. gibi miras hukukuna müteferri maksatların hakim olduğu temlikler başlığı altında 260-272. sahifelerde detayları ile incelenmiştir. Prof. Şükran Tamam Şıpka, Prof. Fikret Arık, Tahir Sebük’ün de görüşlerine göre bu temlik çeşidi miras hissesinin peşinen verilmesi amacını taşır. Bu nedenle miras yolu ile intikal hükümlerine tabi olması gerekir. Akraba kavramını miras hukuku anlamında mirasçılık sıfatını taşıyan akrabalar olarak anlamak gerekir. Çünkü mirasçı sıfatını taşımayan diğer akrabalara yapılan satışta miras endişesi yaşanmaz. Miras hukuku ancak mirasçı olan akrabayı ilgilendirir. Her akraba mirasçı olmayabilir. Bu görüşlerden yola çıkılacak olursa İçtihadı Birleştirme Kararı’ndaki bu düzenleme önalım hakkının engellenmesi ve kanunun dolanılması açısından en elverişli zemini hazırlamaktadır. Akraba kavramının gereksiz yere genişletilmesi, uzaktan yakından herkesin akraba olduğunu ileri sürmesine ve tarafı olduğu satış işleminin muvazaalı olduğunu savunması yol açar, önalım hakkı kullanılamaz bir hale getirebilir.
Sonuç olarak, davalı paylı mülkiyete tabi taşınmazda pay satın almıştır. Davacılarda aynı taşınmazda paydaş olup, yasanın kendilerine sağladığı önalım (öncelikle alma) hakkını kullanarak davalının satın aldığı payların iptalini istemişlerdir. Davacıların satış işlemi ile doğmuş olan önalım hakları bu çeşit bir savunmaya itibar edilerek ortadan kaldırılamaz. Satış tarihi itibariyle satıcı teyzelerin davalı yeğenlerinden önce gelen mirasçısı sağ olup davalı, hiçbir şekilde teyzelerine mirasçı olamaz. Bu nedenle İçtihadı Birleştirme Kararı’nda bahsedilen akraba kapsamı dışında kalacak, 3. kişi durumuna düştüğünden de hibe savunmasında bulunamayacaktır. Dairemizin tapudaki satış işleminin tarafları arasında doğrudan miras payı bulunmadığından önalım hakkının tanınması gerektiği yolundaki çoğunluk bozma kararı ve Hukuk Genel Kurulu’nun direnme kararının bozulmasına ilişkin oyçokluğu ile verdiği kararı doğru ve isabetlidir.
Dairemiz ve Hukuk Genel Kurulu 27.03.1957 tarih 12/2 Sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı’na aykırı bir karar vermemiştir. Sadece İçtihadı Birleştirme Kararı’nda sözü edilen akraba sözcüğüne gerekçeleriyle birlikte açıklamalar getirilmiş, akrabadan amaçlananın mirasçı durumunda olan akraba olduğu belirtilmiştir. Hukuk Genel Kurulu’nca da akrabalık kavramı tartışılmış, yukarıda ayrıntılarıyla açıkladığımız savunma ve gerekçelerimiz benimsenerek direnme kararı oyçokluğu ile bozulmuştur.
Mahkemenin daha önce tartışılan direnme gerekçeleri, karar düzeltme nedeni olarak tekrar ileri sürülmüştür. Olayda HUMK’nun 440/1. maddesinde dört madde olarak gösterilen karar düzeltme nedenleri bulunmamaktadır. Hukuk Genel Kurulu’nun kararından dönmesini gerektiren hiçbir neden yoktur. Açıkladığım tüm bu nedenlerle sayın çoğunluğun karar düzeltme isteminin kabulüne ilişkin kararına katılmıyor, karar düzeltme isteminin reddine karar verilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/762 K: 2012/56 T: 08.02.2012
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/38 K: 2011/225 T: 27.04.2011
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2002/1-19 K: 2002/97 T. 27.2.2002
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1995/17-352 K: 1995/605 T: 7.6.1995
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/38 K: 2011/225 T: 27.04.2011
Kanuni önalım hakkından söz edebilmek için paylı mülkiyet hükümlerine tabi bir taşınmazdaki payın üçüncü şahsa satılması gerekmektedir. Gerçek bir satışın konusu olmayan, satım niteliğinde olmayan pay temliklerinde yasal önalım hakkı doğmayacaktır. Önalım hakkının payın satışındaki şartlar dahilinde kullanılması gerektiğinden, payı paradan başka bir karşılıkla iktisap edenlerden, onu, aynı şartlarla yerine getirmek suretiyle temellük etmeye imkan bulunmamaktadır.
Taraflar arasındaki “önalım hakkına dayalı tapu iptal ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Kayseri 2. Sulh Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 27.01.2009 gün ve 2007/1306 E., 2009/33 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 6. Hukuk Dairesinin 23.11.2009 gün ve 2009/5700 E., 2009/10221 K. sayılı ilamı ile;
(“…Uyuşmazlık, önalım hakkına konu edilen payın iptali ile davacılar adına tesciline ilişkindir. Mahkemece davanın reddine karar verilmiş hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Davacılar vekili, dava dilekçesinde, müvekkillerinin Kayseri İli Melikgazi İlçesi, Talas Mahallesi, Keçitepesi mevki, pafta 30, parsel 21’de kayıtlı taşınmazın hissedarı olduğunu, taşınmazın paydaşı olmayan davalı Betül Çelik’in taşınmazdan 22.06.2007 tarihinde 1/64 pay satın aldığını belirterek, önalım hakkının tanınması, payın iptali ve tescilini istemiştir. Davalı ise 28.04.2008 tarihli cevap dilekçesinde, davayı kabul etmediklerini, yapılan işlemin şeklen satış işlemi olarak gösterilmiş ise de hakikatte halasınca miras hissesinin temliki olduğunu, satış işlemi olarak gösterilen bedelin rayiç değerden çok düşük olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.
Paylı mülkiyet halindeki taşınmazın paydaşı payını karı-kocaya evlada veyahut akrabaya temlik ederse şeklen satış olarak gösterilen bu akdin gerçekte satış olmayıp miras hakkına bağlı veya hibe gibi maksada yönelik işlem olduğu iddia ve ispat edilirse önalım hakkının ileri sürülemeyeceği 27.03.1957 gün ve 12/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı’nda açıkça belirtilmiştir. Bu yöndeki savunmanın tanık dahil her türlü delille kanıtlanması mümkündür. Anılan İçtihadı Birleştirme Kararı sözleşmede taraf olan kişinin işlemde muvazaa savunmasında bulunamayacağı kuralının bir istinasıdır.
Olayımıza gelince: Kayseri İli Melikgazi İlçesi, Talas Mahallesi, Keçitepesi mevki pafta 30 parsel 21’de kayıtlı taşınmazın 1/64 payı paydaşı Şerife Erdoğan tarafından 22.06.2007 tarihinde davalıya 2.500YTL bedelle satılmış, davacı da 19.07.2007 tarihinde süresinde açtığı işbu dava ile önalım hakkının tanınmasını istemiştir. Davalı her ne kadar söz konusu payın tapuda satış gösterilse de, teyzesi tarafından kendisine miras hakkına bağlı olarak hibe edildiğini savunmuş ise de, tapuda yapılan işlemin tarafı olan davalı yapmış olduğu sözleşme ile bağlı olduğundan temlikin muvazaalı olduğu savunmasında bulunarak kendi muvazaasına dayanamayacağı gibi, temlikte bulunan Şerife Erdoğan’ın çocukları olduğu gibi davalının annesi Ferhan Avcıoğlu da sağ olduğundan ve işlemin tarafları arasında doğrudan miras bağı bulunmadığından olayda 27.03.1957 gün ve 12/2 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı’nın uygulanma olanağı da yoktur. Bu durumda tapuda satış olarak yapılan temlike karşı taşınmazın paydaşı olan davacıların önalım hakkını kullanmasında bir usulsüzlük bulunmamaktadır. Mahkemece davacılara tapuda gösterilen satış bedeli ve tapu harç ve masrafları üzerinden önalım bedelini depo etmeleri yönünden uygun süre ve olanak verilerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmediğinden kararın bozulması gerekmiştir…”)
gerekçesiyle oyçokluğuyla bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, önalım hakkına dayalı olarak tapu iptal ve tescil istemine ilişkindir. Davacı vekili, müşterek maliklerinden olduğu taşınmazın diğer hissedarı dava dışı Şerife Erdoğan’ın hissesini davalıya satış yolu ile devrettiğini belirterek önalım hakkı uyarınca davalının hissesinin iptali ile payın davacı şirket adına tescilini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili, tapuda satış olarak gerçekleştirilen işlemin gerçekte akrabalar arasında yapılmış bir bağış olduğunu, bağış amaçlayan temliklerde önalım hakkının kullanılamayacağını belirterek davanın reddi gerektiğini savunmuştur.
Yerel Mahkemece, “temlik işleminin tarafları arasında akrabalık bulunduğu ve İçtihadı Birleştirme Kararı kapsamında kaldığı, payın davalıya hibe edildiğinin anlaşıldığı” gerekçesiyle davanın reddine dair verilen karar davacı vekilinin temyizi üzerine Özel Dairece yukarıda açıklanan gerekçelerle bozulmuştur. Yerel Mahkemece ilk karar gerekçesi genişletilerek tekrarlanmak suretiyle önceki kararda direnilmesine karar verilmiş, direnme kararı davacı vekilince temyiz edilmiştir.
Uyuşmazlık, 20.03.1957 tarih 1956/12 E. 1957/2 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının uygulanabilmesi için payını devreden ile devralan arasında mirasçılık ilişkisinin bulunması gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.
Uyuşmazlığın çözümünde öncelikle önalım hakkının niteliğinin açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.
Bilindiği üzere paylı mülkiyette paydaşlar arasında ortak idare ve kullanma durumu söz konusu olduğundan paydaşların birbirlerini bilmeleri ve tanımaları önem taşımaktadır. Bu ihtiyacın gereği olarak paydaşlar arasına yabancı bir kişinin girişini engellemek, taşınmazın daha küçük parçalara ayrılmasını önleyebilmek, hisselerin mümkün olduğu kadar hissedar elinde toplanmasını temin etmek amacıyla paylı taşınmazlarda hissedarın temlik hakkı sınırlandırılarak kanuni önalım hakkı tanınmıştır.
Önalım hakkı taşınmaz mal mülkiyetinin kanundan doğan takyitlerinden olup 26.12.1951 gün ve 1/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında yenilik doğuran bir hak olduğu belirtilmiştir.
Öte yandan 20.06.1951 gün 5/13 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında ise ön alım hakkının hukuki niteliği “Şufa hakkı, mefşu hissenin üçüncü şahsa satılması ve satışa ıttıladan itibaren bir ay içinde kullanılmış olması gibi muayyen şartlar altında kullanılacak yenilik doğurucu bir haktır ki, şefinin bu hakkı kullandığı yolundaki tek taraflı irade beyanının müşteriye vasıl olmasıyla yeni bir hukuki vaziyet meydana getirilmesine yarar. Bu hakkın kullanılmasıyla şefi yeni bir akit yapmaya hacet kalmaksızın müşteriye halef olur” şeklinde açıklanmaktadır.
4721 sayılı Türk Medeni Kanununun Yasal Önalım Hakkı-Önalım Hakkı Sahibi başlıklı 732. maddesinde “paylı mülkiyette bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması halinde, diğer paydaşlar önalım hakkını kullanabilirler” hükmü öngörülmüştür.
Anılan düzenlemede önalım hakkının açık bir tarifi yapılmamakla birlikte temel prensibin mülkiyet serbestisi ve tasarruf yetkisi olduğu gözetilerek paydaşın temlik hakkı sınırlandırılırken bu sınırlandırma sınırlı tutularak sadece satım akitleri için önalım hakkı öngörülmüştür.
Bu husus yukarıda içeriği açıklanan 20.06.1951 gün ve 5/13 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında da benimsenmiş; kararın gerekçesinde, taşınmaz mülkiyetinin takyitlerinden olan kanuni önalım hakkının taşınmazda hisse sahibi bulunan şahsa, diğer bir kimsenin payının üçüncü kişiye satılması halinde o hisse müşteriye neye mal olmuş ise o miktar ile ve belli bir süre içinde satın almak yetkisini veren ayni bir hak olduğu ifade edilmiştir.
Açıkça görüldüğü üzere kanuni önalım hakkından söz edebilmek için paylı mülkiyet hükümlerine tabi bir taşınmazdaki payın üçüncü şahsa satılması gerekmektedir; önalım hakkının konusu pay satışıdır.
Gerçek bir satışın konusu olmayan, satım niteliğinde olmayan pay temliklerinde yasal önalım hakkı doğmayacaktır. Önalım hakkının payın satışındaki şartlar dahilinde kullanılması gerektiğinden, payı paradan başka bir karşılıkla iktisap edenlerden, onu, aynı şartlarla yerine getirmek suretiyle temellük etmeye imkan bulunmamaktadır.
Bu kapsamda temlikin hibe şeklinde olması halinde, hibede bir malın bedelsiz olarak üçüncü kişinin mülkiyetine geçirilmesi amaçlandığından önalım hakkı kullanılamayacaktır. Zira önalımda, önalım hakkını kullanan kişinin payı satın alana ödemekle yükümlü olduğu bedel hibede mevcut değildir, önalım hakkını kullananın hiçbir bedel ödemeden payın kendisine devrini istemesi mümkün değildir.
Payı satın alan tarafından temlik işleminin satış olarak gösterilmekle birlikte gerçekte hibe olduğu savunmasında bulunulması halinde, diğer bir anlatımla hibe ile temlikin amaçlandığının iddia edildiği hallerde, payı temlik alan davalı muvazaalı resmi işlemin tarafı olduğundan ve hiç kimse kendi muvazaasına dayanamayacağından muvazaa iddiasının dinlenmeyeceği açıktır.
Somut uyuşmazlıkta ise davalı gerçekte miras hukukundan kaynaklanan amaçlarla yapılan hibe işleminin görünürde satış işlemi olarak gösterildiği savunmasında bulunarak, 20.03.1957 tarih 1956/12 E. 1957/2 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararını iddiasına dayanak yapmıştır.
Uyuşmazlığın çözümünde anılan “İçtihadı Birleştirme Kararı”nın kapsamı ve amacı önem taşımakta olup anılan kararın uygulanabilmesi için işlemin tarafları arasında doğrudan mirasçılık ilişkisinin bulunması gerekip gerekmediği hususunun değerlendirilmesi ve çözümü gerekmektedir.
20.03.1957 tarih 1956/12 E. 1957/2 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının bağlayıcı olan sonuç kısmında “Müşterek mülkün hissedarı, hissesini karı ve kocaya evlada veyahut akrabaya temlik etmesi halinde şeklen satış akdi bulunsa bile hakikatte satıştan gayri miras hukukuna müteferri maksatların veya hibe gibi mülahazaların hakim olduğu ahvalde Medeni Kanunun hakiki satışlarda kabul eylediği şufa hakkının cereyan etmeyeceğine” karar verildiği belirtilmiştir.
Anılan kararın açıklayıcı olan gerekçe kısmında, “miras hukukuna müteallik kaidelere tevkifan veya sair mülahazalarla kendi evladına veya akrabasına satış yapması halinde de şufa cereyan edip etmeyeceği noktasının…mülahaza olunmak icap eder. Bu gibi akrabaya satışta ortada satış akdinin bir unsuru olan bedel zikredilmiş olsa bile bunu mücerret bir satış olarak kabul etmeye imkan yoktur. Çünkü burada mümellikin maksadı malının bedelini almak değil, belki akrabalık münasebeti dolayısıyla onu tesahüp etmek ve yerine geçmektir” açıklamasına yer verilmiştir.
Görüldüğü üzere kararın hem bağlayıcı olan sonuç kısmında ve hem de açıklayıcı olan gerekçe kısmında özel bir hukuki statüyü ifade eden “mirasçı” teriminin tek başına kullanılmasından özenle kaçınılmış ve daha geniş olan “akraba” kavramına da yer verilmiştir. Bu halde, kararın sadece satış tarihi itibariyle doğrudan mirasçı olan kişileri kapsamına aldığının kabulü mümkün değildir.
Öte yandan, anılan karar muvazaa iddiasının mevcudiyeti halinde yol gösterici olarak, bu halde akdin amacının tespitinin zorunlu olduğunu, “müşterinin, bayiin mirasçısı olması” hususunun akdin vasfını tayinde değerlendirilecek bir emare olduğunu belirtmiştir. Temlik işleminin taraflarının birbirlerine akraba olmasının ötesinde “mirasçı” olması hususu akdin amacının satış olup olmadığını tayinde bir emare olarak kabul edilmiş ve “mirasçı” kavramına bu noktada özel olarak yer verilmiştir.
Yukarıda yapılan açıklamaların ışığında 20.03.1957 tarih 1956/12 E. 1957/2 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının, sözleşmede taraf olan kişinin işlemde muvazaa savunmasında bulunamayacağı ve bunu her türlü delille ispat edemeyeceği kuralının istisnası olduğu görülmektedir. Anılan kararın uygulanabilmesi için öncelikle satışın, satış tarihi itibariyle doğrudan mirasçılar arasında yapılması gerekmeyip, temlikin taraflarının akraba olması yeterlidir. Temlikin akrabalar arasında satış şeklinde yapılmış olması halinde ise bu kez İçtihadı Birleştirme Kararının aradığı “hibe veya miras hukukuyla ilgili amacı” nın bulunup bulunmadığı hususunun, diğer bir ifade ile akrabalar arasında yapılan her temlikte somut uyuşmazlığın niteliğine göre temlikin hibe veya miras hukukuyla ilgili amaçlarla yapılmış olup olmadığının yöntemince ispatı aranmalı ve ispatı halinde temlikle önalım hakkının kullanılmasının mümkün olamayacağı gözetilmelidir.
Somut uyuşmazlıkta, paylı mülkiyete tabi taşınmazda paydaş olan dava dışı Şerife Erdoğan’ın payını halen sağ olan kız kardeşinin kızı olan davalı Betül Çelik’e satış yoluyla devrettiği, taşınmazın diğer paydaş davacı şirketin süresinde önalım hakkını dava yolu ile kullandığı anlaşılmaktadır. Davalı, tarafı olduğu temlik işleminin muvazaalı olduğu gerçekte hibe amacı ile işlem yapıldığını ve hibe amacı ile yapılan temliklerde önalım hakkı kullanılamayacağını savunmuştur.
Yukarıda yapılan açıklamaların ışığında, temlik işleminin tarafları arasında teyze-yeğen ilişkisi bulunması ve tarafların akraba olması karşısında Yerel Mahkemenin, “20.03.1957 tarih 1956/12 E. 1957/2 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının uygulanabilmesi için temlik işleminin tarafları arasında akrabalık ilişkisi bulunmasının yeterli olduğu, doğrudan mirasçılık ilişkisinin aranması gerekmediğine” ilişkin direnme kararı yerindedir.
Ne var ki, temlikin hibe veya miras hukukuyla ilgili amaçlarla yapıldığı hususunun yöntemince kanıtlanıp kanıtlanamadığına yönelik diğer temyiz itirazları Özel Dairece incelenmemiştir. Dosyadaki tüm deliller incelenerek bu konuda bir karar verilmek üzere dosyanın Özel Daireye gönderilmesi gerekmektedir
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle, temlik işleminin tarafları arasında akrabalık ilişkisinin bulunmasının yeterli olduğu, doğrudan mirasçılığın aranması gerekmediğine ilişkin direnme uygun olup, temlikin hibe veya miras hukukuyla ilgili amaçlarla yapıldığı hususunun yöntemince kanıtlanıp kanıtlanamadığına yönelik diğer temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 6. HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE, 27.04.2011 tarihinde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY YAZISI :
Dava önalım hakkı nedeniyle davalıya satılan payların iptal ve tescili istemine ilişkindir. Somut olayda davacı, önalım hakkına konu edilen taşınmazın paydaşlarından Saadet Şerife Erdoğan’ın kendisinden sonra gelen mirasçıları eşi ve çocukları sağ olduğu halde payını sağ olan kız kardeşinin çocuklarından yeğeni Betül Çelik’e satması üzerine önalım hakkı nedeniyle davalıya satılan payın iptali ile adına tescilini istemiştir.
Uyuşmazlık, davalının bir kimsenin payını mirasçısına satması halini düzenleyen 27.03.1957 tarih 12/2 Sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında bahsedilen akraba kapsamında kalıp kalmadığı noktasındadır.
Bilindiği gibi önalım hakkı taşınmaz mülkiyetinin takyitlerinden olup paylı taşınmazda payı olan şahsa diğer payın üçüncü bir şahsa satılması halinde o pay alıcıya neye mal olmuş ise o miktar ile belli süre içinde öncelikle satın alma yetkisi veren ayni bir haktır. Yasa ile düzenlendiğinden gücünü ve kaynağını doğrudan yasadan alır. Payın satılması ile doğar. Mülkiyet hakkını kısıtlar. Önalım hakkı gerçek satışlar için söz konusudur. Satım sözleşmesi dışındaki temliklerde yani hibe ve trampada önalım hakkı kullanılamaz. Ancak tapudaki işlemin tarafları bir paydaşın önalım hakkını ortadan kaldırabilmek için işlemde muvazaa yapıp satışı hibe, hibeyi satış veya satışı trampa şeklinde gösterebilirler. Bu gibi hallerde satım sözleşmesinin tarafı olan kişinin kendi muvazaasına dayanamayacağı konusunda da hiçbir uyuşmazlık bulunmamaktadır.
27.03.1957 tarih 12/2 Sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ise satım sözleşmesinin tarafı olan kişinin kendi muvazaasına dayanamayacağı kuralının bir istisnası olup, bir kimsenin mirasçısına taşınmazın payını ileride ona bırakacağı malları dikkate alarak temlik etmesi veya hibede bulunması fakat bu işlemi tapuda satış göstermesi durumunu düzenlemektedir. Dairemiz önceleri, önalım hakkı gerçek satışlar için kabul edildiğinden bir paydaşın payını kendisine mirasçı olarak kişiye satması halinde dahi önalım hakkının tanınması görüşündeydi, ancak daha sonra payın müstakbel mirasçıya yapılan pay satışlarında önalım hakkının tanınmayacağı şeklinde tam aksi yönde bir karar verilince içtihadı birleştirme yoluna gidildi. Bu içtihadın çıkartılmasındaki temel amaç bir payın kendisine mirasçı olacak, müstakbel mirasçıya satılması halinde dairemizin iki farklı kararı olması nedeniyle önalım hakkının tanınıp tanınmayacağı meselesini bir sonuca bağlamaktadır. Dairemizin mirasçı olmayan bir akrabaya satış yapılması hakkında verdiği bir karar yoktur. Bu husus İçtihadı Birleştirme Kararının amaç kısmında payın kendisine mirasçı olacak, müstakbel mirasçıya satılmış olması ibareleriyle özellikle vurgulanmıştır. İçtihadı Birleştirme Kararı gerekçe kısmında önalım hakkının tarifini yapmış, yasa koyucunun önalım hakkını düzenlerken takip ettiği gayenin taşınmazın parçalanmasını önlemek, paydaşlar arasında öteden beri mevcut münasebeti devam ettirerek araya yabancı bir şahsın girmesine mani olmak şeklinde açıklamış, dayandığı esasın paydaşın temlik hakkını bu satım sözleşmesi ile sınırlamak olduğunu belirtmiştir. Bundan sonra miras hukuku ile ilgili amaçlar veya bağışlama gibi düşüncelerle kendi evladına veya akrabasına satış yapması halinde önalım hakkının cereyan edip etmeyeceğini açıkladığı kurallar ve esaslar çerçevesinde düşünmüştür. İçtihadı Birleştirme Kararında irdelenen Federal Mahkeme kararları ve yabancı hukuk alimlerinin ortak düşüncesi müstakbel miras hissesine mahsuben varise yapılan satışlarda önalım hakkının kullanılamayacağıdır. Bu karar ve görüşlerin tümü müstakbel miras hakkından söz etmektedir. İsviçreli şairlerden Wieland, malikin hemşiresinin çocuğu tabirini kullanmışsa da elimizde tam metin olmadığından kardeşin yasal mirasçısının olup olmadığı bu nedenle mi payın yeğene satıldığı anlaşılamamaktadır.
Uyuşmazlığa konu edilen İçtihadı Birleştirme Kararları birçok Türk Hukuk Profesörleri tarafından da inceleme ve araştırma konusu yapılmıştır. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi profesörlerinden F. Necmettin Feyzioğlu’nun doçentlik tezi şufa hakkı isimli eserinde konu müstakbel mirasın önceden verilmesi vs. gibi miras hukukuna müteferri maksatların hakim olduğu temlikler başlığı altında 260-272. sahifelerde detayları ile incelenmiştir. Prof. Şükran Tamam Şıpka, Prof. Fikret Arık, Tahir Sebük’ün de görüşlerine göre bu temlik çeşidi miras hissesinin peşinen verilmesi amacını taşır. Bu nedenle miras yolu ile intikal hükümlerine tabi olması gerekir. Akraba kavramını miras hukuku anlamında mirasçılık sıfatını taşıyan akrabalar olarak anlamak gerekir. Çünkü mirasçı sıfatını taşımayan diğer akrabalara yapılan satışta miras endişesi yaşanmaz. Miras hukuku ancak mirasçı olan akrabayı ilgilendirir. Her akraba mirasçı olmayabilir. Bu görüşler ışığında akraba kavramı değerlendirilecek olursa İçtihadı Birleştirme Kararı’ndaki bu düzenleme önalım hakkının engellenmesi ve kanunun dolanılması açısından en uygun ve en elverişli zemini hazırlamaktadır. Akraba kavramının gereksiz yere genişletilmesi, uzaktan yakından herkesin akraba olduğunu ileri sürmesine ve tarafı olduğu satış işleminin muvazaalı olduğunu savunması yol açar, önalım hakkı kullanılamaz bir hale getirebilir.
Sonuç olarak, davalı paylı mülkiyete tabi taşınmazda pay satın almıştır. Davacı da aynı taşınmazda paydaş olup, yasanın kendilerine sağladığı önalım (öncelikle alma) hakkını kullanarak davalının satın aldığı payların iptalini istemiştir. Davacının satış işlemi ile doğmuş olan önalım hakları bu çeşit bir savunmaya itibar edilerek ortadan kaldırılamaz. Satış tarihi itibariyle satıcı teyzenin davalı yeğeninden önce gelen mirasçıları sağ olup, davalı hiçbir şekilde teyzesine mirasçı olamaz. Bu nedenle İçtihadı Birleştirme Kararı’nda bahsedilen akraba kapsamı dışında kalacak, 3. kişi durumuna düştüğünden de hibe savunmasında bulunamayacaktır. Dairemizin tapudaki satış işleminin tarafları arasında doğrudan miras payı bulunmadığından önalım hakkının tanınması gerektiği yolundaki çoğunluk bozma kararı 27.03.1957 tarih 12/2 Sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı’na aykırı bir karar değildir. Sadece İçtihadı Birleştirme Kararı’nda sözü edilen akraba sözcüğüne gerekçeleriyle birlikte açıklamalar getirilmiş, akrabadan amaçlanın mirasçı durumunda akraba olması gerektiği belirtilmiştir. Satış tarihi itibariyle hiçbir şekilde payını satan teyzesine mirasçı olamayacak olan davalının anılan İçtihadı Birleştirme Kararı’ndaki sonuç kısmında bahsedilen akraba kapsamına sokulması yasa ile düzenlenen önalım hakkının amaç ve esaslarına aykırılık teşkil edeceğinden sayın çoğunluğun mahkemenin direnme kararının onanması gerektiği görüşüne katılmıyor, direnme kararının bozulması gerektiğini düşünüyorum.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/762 K: 2012/56 T: 08.02.2012
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/164 K: 2011/245 T: 29.04.2011
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1999/965 K: 1999/975 T: 17.11.1999
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2013/96 K: 2013/859 T: 19.06.2013
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/762 K: 2012/56 T: 08.02.2012
20.03.1957 tarih 1956/12 E. 1957/2 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının uygulanabilmesi için temlik işleminin tarafları arasında akrabalık ilişkisi bulunmasının yeterli olduğu, doğrudan mirasçılık ilişkisinin aranması gerekmediğine” ilişkin direnmesi yerindedir. Ne var ki, temlikin hibe veya miras hukukuyla ilgili amaçlarla yapıldığı hususunun yöntemince kanıtlanıp kanıtlanamadığına yönelik diğer temyiz itirazları Özel Dairece incelenmemiştir.
Taraflar arasındaki ” önalım ” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İstanbul 6. Asliye Hukuk Mahkemesi’nce davanın reddine dair verilen 16.07.2009 gün ve 2008/184 E., 2009/163 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 6. Hukuk Dairesi’nin 26.04.2010 gün ve 2010/12572 E., 2010/4945 K. sayılı ilamıyla;
(“…Dava önalım hakkına konu payın iptali ve tesciline ilişkindir. Mahkemece davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı vekilince temyiz edilmiştir.
Davacı vekili dava dilekçesinde taşınmazın 1/3 hissesinin Pertevniyel Valide Sultan Vakfı adına kayıtlı olduğunu, davalının bu taşınmazdan 6.3.2008 tarihinde 26.703.-TL bedelle 2/3 pay satın aldığını 4.6.2008 tarihinde öğrendiklerini belirterek önalım hakkının tanınmasını ve davalı adına kayıtlı payın iptali ile davacı adına tescilini talep etmiştir. Davalı vekili ise pay satanın amcası olduğunu, amcasının bu payı kendisine hibe ettiğini, tapuda gösterilen bedelin ise bu nedenle düşük gösterildiğini hibede önalım hakkının kullanılamayacağını belirterek davanın reddini savunmuştur.
Önalım hakkına konu 163 ada 30 parsel sayılı taşınmazda paydaş Kenan Can’ın 6.3.2008 tarihinde 26.703.-TL bedelle 2/3 hissesini davalı Hamit Selçuk Yıldız’a satıp devir ettiği anlaşılmaktadır. Davalı savunmasında tapuda satış olarak gösterilen işlemin aslında satış olmadığını hibe olduğunu pay satan amcasının payı kendisine hibe ettiğini belirtmiş bu konuda tanık dinletmiştir. Dinlenilen davalı tanıkları Kenan Can’ın eşi ve çocuklarının bulunduğunu ve kendisine bakmadıklarını bu nedenle payın davalıya hibe edildiğini beyan etmişlerdir. Her ne kadar davalı tanıkları payın hibe olduğunu belirtmiş iseler de burada 27.3.1957 tarih ve 2/12 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı’nın uygulanma olanağı bulunmamaktadır. Temlik miras hukukuna ilişkin olmadığı gibi pay satın alan kişi pay satanın mirasçısı da değildir. Önalım bedeli tapuda gösterilen bedel ve masraflarla birlikte 26.703.-TL olarak 08.04.2009 tarihinde mahkeme veznesine depo edildiği anlaşılmaktadır. Bu nedenle davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken, yazılı gerekçeyle davanın red edilmesi doğru olmadığından hükmün bozulması gerekmiştir….”)
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, önalım hakkına dayalı olarak tapu iptal ve tescil istemine ilişkindir. Davacı vekili, dava konusu taşınmazın 1/3 hissesinin Pertevniyel Valide Sultan Vakfı adına kayıtlı olduğunu, taşınmazın 2/3 hissesinin maliki olan dava dışı Kenan Can’ın hissesini davalıya satış yolu ile devrettiğini belirterek önalım hakkı uyarınca davalının hissesinin iptali ile payın davacı adına tescilini istemiştir.
Davalı, tapuda satış olarak gerçekleştirilen işlemin gerçekte akrabalar arasında yapılmış bir bağış olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.
Yerel Mahkemece, temlik işleminin tarafları arasında akrabalık bulunduğu ve İçtihadı Birleştirme Kararı kapsamında kaldığı, payın davalıya hibe edildiğinin anlaşıldığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Davacı vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde açıklanan gerekçelerle bozulmuştur. Yerel Mahkemece önceki kararda direnilmiş; karar davacı vekilince temyiz edilmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; 20.03.1957 tarih 1956/12 E. 1957/2 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının uygulanabilmesi için payını devreden ile devralan arasında mirasçılık ilişkisi bulunmasının gerekip gerekmediği; varılacak sonuca göre, somut olay yönüyle, yeğen ile amca arasında gerçekleşen önalım istemine konu satış işleminin, gerçekte hibe niteliğinde kabul edilip edilemeyeceği, noktasında toplanmaktadır.
Uyuşmazlığın çözümünde öncelikle “önalım hakkı” nın hukuki niteliğinin açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.
Bilindiği üzere, paylı mülkiyette paydaşlar arasında ortak idare ve kullanma durumu söz konusu olduğundan paydaşların birbirlerini bilmeleri ve tanımaları önem taşımaktadır. Bu ihtiyacın gereği olarak paydaşlar arasına yabancı bir kişinin girişini engellemek, taşınmazın daha küçük parçalara ayrılmasını önleyebilmek, hisselerin mümkün olduğu kadar hissedar elinde toplanmasını temin etmek amacıyla paylı taşınmazlarda hissedarın temlik hakkı sınırlandırılarak kanuni önalım hakkı tanınmıştır.
Önalım hakkı taşınmaz mal mülkiyetinin kanundan doğan takyitlerindendir. 26.12.1951 gün ve 1/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında önalım hakkının yenilik doğuran bir hak olduğu belirtilmiştir.
Öte yandan, 20.06.1951 gün 5/13 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında da, ön alım hakkının hukuki niteliği “Şufa hakkı, mefşu hissenin üçüncü şahsa satılması ve satışa ıttıladan itibaren bir ay içinde kullanılmış olması gibi muayyen şartlar altında kullanılacak yenilik doğurucu bir haktır ki, şefinin bu hakkı kullandığı yolundaki tek taraflı irade beyanının müşteriye vasıl olmasıyla yeni bir hukuki vaziyet meydana getirilmesine yarar. Bu hakkın kullanılmasıyla şefi yeni bir akit yapmaya hacet kalmaksızın müşteriye halef olur” şeklinde açıklanmıştır.
4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun Yasal Önalım Hakkı-Önalım Hakkı Sahibi başlıklı 732. maddesinde: “Paylı mülkiyette bir paydaşın taşınmaz üzerindeki payını tamamen veya kısmen üçüncü kişiye satması halinde, diğer paydaşlar önalım hakkını kullanabilirler” hükmü öngörülmüştür.
Anılan düzenlemede önalım hakkının açık bir tarifi yapılmamakla birlikte temel prensibin mülkiyet serbestisi ve tasarruf yetkisi olduğu gözetilerek paydaşın temlik hakkı sınırlandırılırken bu sınırlandırma da sınırlı tutularak sadece satım akitleri için önalım hakkının varlığı kabul edilmiştir.
Bu husus, yukarıda içeriği açıklanan 20.06.1951 gün ve 5/13 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında da benimsenmiş, kararın gerekçesinde; “taşınmaz mülkiyetinin takyitlerinden olan kanuni önalım hakkının taşınmazda hisse sahibi bulunan şahsa, diğer bir kimsenin payının üçüncü kişiye satılması halinde o hisse müşteriye neye mal olmuş ise o miktar ile ve belli bir süre içinde satın almak yetkisini veren ayni bir hak olduğu” ifade edilmiştir.
Açıkça görüldüğü üzere kanuni önalım hakkından söz edebilmek için paylı mülkiyet hükümlerine tabi bir taşınmazdaki payın üçüncü şahsa satılması gerekmektedir; önalım hakkının konusu pay satışıdır.
Gerçek bir satışın konusu olmayan, satım niteliğinde bulunmayan pay temliklerinde yasal önalım hakkı doğmayacaktır.
Önalım hakkının payın satışındaki şartlar dahilinde kullanılması gerektiğinden, payı paradan başka bir karşılıkla iktisap edenlerden; onu, aynı şartları yerine getirmek suretiyle temellük etmeye imkan bulunmamaktadır.
Bu kapsamda, temlikin hibe şeklinde olması halinde, hibede bir malın bedelsiz olarak üçüncü kişinin mülkiyetine geçirilmesi amaçlandığından önalım hakkı kullanılamayacaktır. Zira önalımda, önalım hakkını kullanan kişinin payı satın alana ödemekle yükümlü olduğu bedel hibede mevcut değildir; önalım hakkını kullananın hiçbir bedel ödemeden payın kendisine devrini istemesi mümkün değildir.
Önemle vurgulanmalıdır ki, kural olarak, payı satın alan tarafından temlik işleminin satış olarak gösterilmekle birlikte gerçekte hibe olduğu savunmasında bulunulması halinde, diğer bir anlatımla hibe ile temlikin amaçlandığının iddia edildiği hallerde, payı temlik alan davalı muvazaalı resmi işlemin tarafı olduğundan ve hiç kimse kendi muvazaasına dayanamayacağından muvazaa iddiasının dinlenmeyeceği açıktır.
Somut uyuşmazlıkta ise davalı gerçekte miras hukukundan kaynaklanan amaçlarla yapılan hibe işleminin görünürde satış işlemi olarak gösterildiği savunmasında bulunarak, 20.03.1957 tarih 1956/12 E. 1957/2 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararını iddiasına dayanak yapmıştır.
Uyuşmazlığın çözümünde anılan “İçtihadı Birleştirme Kararı”nın kapsamı ve amacı önem taşımakta olup anılan kararın uygulanabilmesi için işlemin tarafları arasında doğrudan mirasçılık ilişkisinin bulunması gerekip gerekmediği hususunun değerlendirilmesi ve çözümü gerekmektedir:
Belirtilmelidir ki, “İçtihadı Birleştirme Kararları” konuları ile sınırlı, gerekçeleri ile açıklayıcı, sonuçları itibariyle bağlayıcıdır. 20.03.1957 tarih 1956/12 E. 1957/2 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının bağlayıcı olan sonuç kısmında:
“Müşterek mülkün hissedarı, hissesini karı ve kocaya evlada veyahut akrabaya temlik etmesi halinde şeklen satış akdi bulunsa bile hakikatte satıştan gayri miras hukukuna müteferri maksatların veya hibe gibi mülahazaların hakim olduğu ahvalde Medeni Kanunun hakiki satışlarda kabul eylediği şufa hakkının cereyan etmeyeceğine” karar verildiği belirtilmiştir.
Anılan kararın açıklayıcı olan gerekçe kısmında ise: “miras hukukuna müteallik kaidelere tevkifan veya sair mülahazalarla kendi evladına veya akrabasına satış yapması halinde de şufa cereyan edip etmeyeceği noktasının…mülahaza olunmak icap eder. Bu gibi akrabaya satışta ortada satış akdinin bir unsuru olan bedel zikredilmiş olsa bile bunu mücerret bir satış olarak kabul etmeye imkan yoktur. Çünkü burada mümellikin maksadı malının bedelini almak değil, belki akrabalık münasebeti dolayısıyla onu tesahüp etmek ve yerine geçmektir” açıklamasına yer verilmiştir.
Görüldüğü üzere kararın hem bağlayıcı olan sonuç kısmında ve hem de açıklayıcı olan gerekçe kısmında özel bir hukuki statüyü ifade eden “mirasçı” teriminin tek başına kullanılmasından özenle kaçınılmış ve daha geniş olan “akraba” kavramına da yer verilmiştir.
Şu hale göre, bu içtihadı birleştirme kararının sadece satış tarihi itibariyle doğrudan mirasçı olan kişileri kapsamına aldığının kabulü mümkün değildir.
Öte yandan, anılan karar muvazaa iddiasının mevcudiyeti halinde yol gösterici olarak, bu halde akdin amacının tespitinin zorunlu olduğunu, “müşterinin, bayiin mirasçısı olması” hususunun akdin vasfını tayinde değerlendirilecek bir emare olduğunu belirtmiştir.
Temlik işleminin taraflarının birbirlerine akraba olmasının ötesinde “mirasçı” olması hususu akdin amacının satış olup olmadığını tayinde bir emare olarak kabul edilmiş ve “mirasçı” kavramına bu noktada özel olarak yer verilmiştir.
Yukarıda yapılan açıklamaların ışığında 20.03.1957 tarih 1956/12 E. 1957/2 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının, sözleşmede taraf olan kişinin işlemde muvazaa savunmasında bulunamayacağı ve bunu her türlü delille ispat edemeyeceği kuralının istisnası olduğu görülmektedir.
Anılan kararın uygulanabilmesi için öncelikle satışın, satış tarihi itibariyle doğrudan mirasçılar arasında yapılması gerekmeyip, temlikin taraflarının akraba olması yeterlidir.
Temlikin akrabalar arasında satış şeklinde yapılmış olması halinde ise, bu kez İçtihadı Birleştirme Kararının aradığı “hibe veya miras hukukuyla ilgili amacı” nın bulunup bulunmadığı hususunun, diğer bir ifade ile akrabalar arasında yapılan her temlikte somut uyuşmazlığın niteliğine göre temlikin hibe veya miras hukukuyla ilgili amaçlarla yapılmış olup olmadığının yöntemince ispatı aranmalıdır.
Sonuçta, temlikin hibe veya miras hukukuyla ilgili amaçlarla yapıldığının ispatı halinde de temlikle önalım hakkının kullanılmasının mümkün olamayacağı gözetilmelidir.
Somut uyuşmazlıkta, paylı mülkiyete tabi taşınmazda paydaş olan dava dışı Kenan Can’ın payını halen sağ olan erkek kardeşinin oğlu olan yeğeni davalı Hamit Selçuk Yıldız’a tapuda satış yoluyla devrettiği, taşınmazın diğer paydaşı olan davacının süresinde önalım hakkını dava yolu ile kullandığı anlaşılmaktadır.
Davalı, tarafı olduğu temlik işleminin muvazaalı olduğu gerçekte hibe amacı ile işlem yapıldığını ve hibe amacı ile yapılan temliklerde önalım hakkı kullanılamayacağını savunmuştur.
Yukarıda yapılan açıklamaların ışığında, temlik işleminin tarafları arasında amca-yeğen ilişkisi bulunması ve tarafların akraba olması karşısında Yerel Mahkemenin, “20.03.1957 tarih 1956/12 E. 1957/2 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının uygulanabilmesi için temlik işleminin tarafları arasında akrabalık ilişkisi bulunmasının yeterli olduğu, doğrudan mirasçılık ilişkisinin aranması gerekmediğine” ilişkin direnmesi yerindedir.
Ne var ki, temlikin hibe veya miras hukukuyla ilgili amaçlarla yapıldığı hususunun yöntemince kanıtlanıp kanıtlanamadığına yönelik diğer temyiz itirazları Özel Dairece incelenmemiştir.
Bu nedenle, dosyadaki tüm deliller incelenerek bu konuda bir karar verilmek üzere dosya Özel Daireye gönderilmelidir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle, temlik işleminin tarafları arasında akrabalık ilişkisinin bulunmasının yeterli olup; doğrudan mirasçılığın aranması gerekmediğine ilişkin direnme uygun olup, temlikin hibe veya miras hukukuyla ilgili amaçlarla yapıldığı hususunun yöntemince kanıtlanıp kanıtlanamadığına yönelik diğer temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 6. hukuk dairesine gönderilmesine, 08.02.2012 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/38 K: 2011/225 T: 27.04.2011
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/164 K: 2011/245 T: 29.04.2011
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2008/369 K: 2008/394 T: 28.05.2008
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/289 K: 2011/335 T: 18.05.2011
Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulu, E: 1956/12, K: 1957/2
Müşterek mülkün paydaşı, payını karı ve kocaya evlada veyahut akrabaya temlik etmesi halinde şeklen satış sözleşmesi bulunsa bile gerçekte satıştan başka miras hukukuna müteferri maksatların veya hibe gibi düşüncelerin hakim olduğu durumda medeni kanunun gerçek satışlarda kabul ettiği şuf’a hakkı cereyan etmez.
Müşterek mülkün hissedarı onun şayi hissesini kendisine mirasçı olacak bir kimseye satması halinde dahi diğer hissedarların şufa hakkının tanınması öteden beri Altıncı Hukuk Dairesi’nce takarrür etmiş içtihat cümlesinden iken sonradan meşfu hissenin müstakbel mirasçıya vaki olacak satışlarında şufa cereyan etmeyeceğine dair hilafına bir içtihat tahassül etmiş olduğundan mesele hakkında Tevhidi içtihat Hukuk Kısmı Umumi Heyetinde yapılan münakaşa ve müzakere neticesinde aşağıdaki (karar ittihaz edilmiştir.
Şufa hakkı malikle üçüncü şahıs arasında vaki satış aktine yer tutmak hakkıdır. Medeni Kanunun 658 inci maddesi akte müstenit şufa münasebetini, 659 uncu madde ise bir gayrimenkulün şayi hissesini satın alan üçüncü şahsa karşı şerikin doğrudan doğruya kanundan doğan şufa hakkını tanzim etmektedir. Vazukanunun bu hükümle iki gaye takip ettiği görülmektedir.
1 – Gayrimenkulun parçalanmasını önlemek, yani hisselerin mümkün olduğu kadar hissedar elimde toplanmasını temin eylemek,
2 – Hissedarlar arasında öteden beri mevcut münasebeti idame ederek yabancı bir şahsın araya girmesine mani olmak,
Ancak esas hukuk kaidelerine göre mülkiyet serbestisini ve tasarruf muhtariyetini ana prensip olarak nazara alan vazu kanun, hissedarın temlik hakkını tahdit ederken bu esas kaideyi de gözden uzak tutmamış ve bu tahdidi, mücerret satış akti ile mukayyet kılmıştır. Bu itibarladır ki, gerek nazariyat ve gerek içtihatlar hibe, trampa, sermaye vaz’ı gibi tasarruflarda şufa hakkının cereyan etmeyeceğini kabul etmiş bulunmaktadır. Binnetice gayesinde hibe veya buna mümasıl maksatlar, mündemiç bulunan akitlerde zahiren satış şekli bulunsa bile akitin hakiki maksadı satış olmadığı halde satış hakkındaki hükümleri onlara teşmil ve tatbik etmek hem vazukanunun maksadına ve hem de esas hukuk prensiplerine aykırı olur.
İmdi bugün miras hukukuna müteallik kaidelere tevfikan veya sair mülahazalarla kendi evladına veya akrabasına satış yapması halinde de şufa cereyan edip etmeyeceği noktası yukarıda izah olunan kaidenin ışığı altında mülahaza olunmak icap eder. Bu gibi akrabaya satışta ortada, satış aktinin bir unsuru olan bedel zikredilmiş olsa bile bunu mücerret bir satış olarak kabul etmeye imkan yoktur.
Çünkü burada mümellikin maksadı malının bedelini almak değil, belki akrabalık münasebeti dolayısıyla onu tesahüp etmek ve kendi yerine geçirmektir. Kaldı ki, bu gibi bir çok hadiselerde bedel tayini bir tenkis davasını önlemeye matuf bir tedbir olarak görüldüğü gibi her hangi bir muvazaalı muamele tarzında da tezahür etmekte bulunduğu müşahede olunmaktadır. Ancak bu konuda mühim ve tespiti zaruri bulunan husus akitin maksadını tayindir. Bunu da akti muhit olan ahval ve şerait tayin edebilir. Müşterinin bayiin mirasçısı olması, semeni mebiin dun bulunması veya kendisine temlik olunan şahsın ödeme kabiliyeti bulunması gibi haller aktin mahiyetini ve vasfını tayin ve takdire yardım eden amillerdir. Doktrin de bu mülahazayı teyit etmektedir. Nitekim isviçre Medeni Kanunu şarihlerinden Profesör Haab şerhinde şu mütalaada bulunmaktadır. (Şufa hakkının ne zaman kullanılacağı hakkında kanun sakıttır. Gerek nazariyat ve gerek tatbikatta hakim olan telakkiye göre her el değiştirme şufa hakkında istimaline esas olamaz. Şufa hakiki, ancak malikin meşfu hakkında üçüncü bir şahısla kendi arzusuyla bir hukuki muamelede bulunarak meşfuu paraya çevirmesi halinde dermeyan olunabilir. Şu şartla ki, temlik eden bakımından diğer akitin bir ehemmiyeti olmamak lazımdır. Yani temlik edenin esas maksadının ivaz elde etmek bulunması ve akitin de eda edebilecek durumda bulunmasıdır). Yine isviçre şarihlerinden Wieland (hakikate tenkis ve iadeye tabi tasarruflardan olduğu halde satış şeklinde yapılan temliklerde “malikin hemşiresinin çocuğuna gayrimenkulun kıymetinden aşağı bir surette az bedelle yaptığı satışlarda olduğu gibi” şufa hakkı iddia olunamaz. Mevcut içtihat ve doktrinlere göre satış mahiyetinde olmayan temliklerde şufa cereyan etmez; miras hakkı gözönünde tutularak kanuni mirasçıya temliklerde böyledir) demektedir.
İsviçreli şarih Tuor da Federal Mahkeme kararlarına göre “kanuni mirasçıya miras hissesine mahsuben vaki satışlarda da şufa hakkı cereyan etmez” mütalaasındadır. Aynı görüşe Rosel de iştirak ederek (vazukanun şefi’e yalnız meşfuun bir başkasına satılması halinde tercih hakkı .kabul ettiğine işaret etmek istiyor. Kelimenin kanuni manasında bey’ olmayan intikal sebeplerinde şufa ihtimali ve binaenaleyh mezkur hakkın istimali de hadisenin, nevi itibariyle bertaraf edilmiş olur. İntikal maksadının akti maksada galip geldiği ahvalde şufa cereyan etmez) demektedir. Bundan başka şufa mevzuunu tetkik eden eserlerde ve resmi mukarrerat dergisinde neşredilmiş olan İsviçre Federal Mahkeme kararlarında bu görüş daha açık bir surette tebarüz ettirilmiştir. Scihmit eserinde (hakim telakkiye göre kanuni mirasçıya ve eşine müstakbel miras hakkı nazara alınarak yapılan temliklerde şufa cereyan etmeyeceğini) beyan eylemiştir. Bundan başka son bir kararında Federal Mahkeme (bir malikin kızına sattığı hisse hakkında açılan şufa davasında şufa hakiki meşfuun her türlü temlikinde bahis mevzuu olamayacağından zahiren ve müstakillen temlik olmasına ve bedel de tesmiye edilmiş bulunmasına rağmen hakikatte miras hakkı göz önünde tutularak kızına satış yapılmış olduğundan bahisle şufa cereyan etmeyeceği içtihadında bulunduğu görülmektedir. Bu mevzuu tetkik eden profesör, şarih ve müelliflerimiz de aynı görüşe iştirak etmektedirler. Netice :
Müşterek mülkün hissedarı, hissesini kan ve kocaya evlada veyahut akrabaya temlik etmesi halinde şeklen satış akti bulunsa hile hakikatte satıştan gayri miras hukukuna müteferri maksatların veya hibe gibi mülahazaların hakim olduğu ahvalde Medeni Kanunun hakiki satışlarda kabul eylediği şufa hakkının cereyan etmeyeceğine 27/3/1957 tarihinde ittifakla karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay Büyük Genel Kurul E: 1957/11 K: 1957/26 T: 04.12.1957
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2011/762 K: 2012/56 T: 08.02.2012
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu E: 1994/5 K: 1997/2 T. 6.6.1997
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulu E: 1977/4 K: 1977/4 T:5.12.1977
TAPU İPTALİ VE TESCİL YARGITAY KARARLARI
Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2014/16426 K: 2016/1114 T: 25.1.2016
İster adi, ister noterde resmi şekilde miras payının devri sözleşmesi yapılmış olsun, her iki halde de sözleşme alıcı kişiye paylaşmaya katılma yetkisini vermez, sadece paylaşma sonunda mirasçıya özgülenen payın kendisine verilmesini isteme hakkını sağlar. Yani miras payını devralan kişi terekeye göre üçüncü kişi durumunda olduğundan mirasçılar arasındaki elbirliği mülkiyet paylı mülkiyete dönüştürülmedikçe iptal ve tescile karar verilemez.
… ile … ve müşterekleri aralarındaki tapu iptali ve tescil, tazminat davasının kabulüne dair… Asliye Hukuk Mahkemesi’nden verilen 4.9.2013 gün ve 175/321 Sayılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı … vekili tarafından süresinde istenilmiş olmakla; dosya incelendi, gereği düşünüldü:
KARAR: Davacı vekili, 113 parsel sayılı taşınmazın davalıların ortak mirasbırakanı……. adına kayıtlı olur. 1967 yılında öldüğünü, davacının 1980 yılında noterde düzenlenen sözleşmeyle murisin çocuklarından …,…,…,…. miras payını satın aldığını, diğer mirasçı ….’nin miras payını da 1980 yılında yapılan harici satış sözleşmesiyle satın aldığını açıklayarak, bu kişilerin miras payları oranında taşınmazın tapu kaydının iptaliyle davacı adına tesciline; bu talebin kabul edilmemesi halinde ise 10.000 TL’nin davalılardan alınarak davacıya verilmesine karar verilmesini istemiştir.
Davalılardan …,…,… ve… açılan davaya bir diyeceklerinin olmadığını belirtirlerken, davalı … ve davalı …’ın mirasçıları olan dahili davalılar davanın reddine karar verilmesini savunmuşlardır. Diğer davalılar bir savunma getirmemişlerdir.
Mahkemece davanın kabulüne, 113 parsel sayılı taşınmazın kök muris … … adına olan tapu kaydının davalı … …, …,……,… … ve …..’in Sulh Hukuk Hakimliği’nin 1978/1633 Esas – 1979/380 Karar sayılı veraset ilamı dikkate alınarak ve muris….’ten 2012/489 – 558 Esas/Karar sayılı veraset ilamından gelen hisseleri korunmak suretiyle davalıların….. Sulh Hukuk Mahkemesi’nin 2012/507 Esas – 2012/528 Karar sayılı veraset ilamında belirtilen hisseleri oranında iptali ile, davacı adına bu oranda tapuya tesciline, karar verilmesi üzerine; hüküm, mirasçılardan dahili davalı … vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava, miras payının üçüncü kişiye temlikine dayalı kısmen tapu iptali ve tescil davasıdır. Sözleşmenin yapıldığı tarihte yürürlükte olan 743 Sayılı MK’nun 612. maddesi ”… mirasçılardan biriyle hissesinin temlikine dair üçüncü bir kişi arasında akdedilmiş olan mukavele üçüncü şahsa, taksime müdahale hakkı vermez. Üçüncü şahsın hakkı, ancak temlik eden mirasçıya ayrılan hissenin talebine münhasırdır. ” hükmünü içermektedir.
Bu hükümden anlaşıldığı gibi miras payını devralan üçüncü kişinin hakkı mirasçıya özgülenen payın kendisine verilmesini isteme hakkına münhasırdır. 2002 yılında yürürlüğe giren 4721 Sayılı TMK’nun 677/2 maddesinde de ”Bir mirasçının üçüncü kişiyle yapacağı böyle bir sözleşmenin geçerliliği, noterlikçe düzenlenmesine bağlıdır. Sözleşme bu kişiye paylaşmaya katılma yetkisi vermez; sadece paylaşma sonunda mirasçıya özgülenen payın kendisine verilmesini isteme hakkını sağlar.” şeklinde düzenleme getirilmiştir.
Dava konusu taşınmaz, kadastro çalışmaları sonucunda 18.7.1967 tarihinde davalıların ortak miras bırakanı…….. adına tescil edilmiştir. Murisin ölümünden sonra da taşınmaz tapuda intikal görmediğine göre tereke elbirliği mülkiyet hükümlerine tabidir. İster adi, ister noterde resmi şekilde miras payının devri sözleşmesi yapılmış olsun, her iki halde de sözleşme alıcı kişiye paylaşmaya katılma yetkisini vermez, sadece paylaşma sonunda mirasçıya özgülenen payın kendisine verilmesini isteme hakkını sağlar. Yani miras payını devralan kişi terekeye göre üçüncü kişi durumunda olduğundan mirasçılar arasındaki elbirliği mülkiyet paylı mülkiyete dönüştürülmedikçe iptal ve tescile karar verilemez. Çünkü elbirliği mülkiyetinde mirasçıların belirlenmiş payları olmayıp, her birinin payı taşınmazın tamamı üzerinde söz konusudur.
Taşınmaz elbirliği mülkiyet hükümlerine tabi olduğundan, mirasçılardan (davalılardan) bir tanesinin hükmü temyiz etmesinin doğurduğu hukuki sonuçlardan diğer ortaklar da yararlanır. Bu sebeple hükmün sadece bir mirasçı tarafından temyiz edilmesi yeterlidir. Saptanan bu somut ve hukuki olgular karşısında; elbirliği mülkiyeti çözülmeden iptal ve tescile karar verilmesi, yukarda sözü edilen Kanun hükümlerine aykırıdır. Bu sebeplerle davanın tüm mirasçılar yönünden tümüyle reddine karar verilmesi gerekirken; kabulüne hükmedilmesi isabetsiz olmuş, bozmayı gerektirmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan sebeplerle mirasçı dahili davalı … vekilinin temyiz itirazları yerinde olduğundan kabulüyle, usul ve yasaya uygun bulunmayan hükmün 6100 Sayılı HMK’nın Geçici 3.maddesi yollamasıyla 1086 Sayılı HUMK’un 428. maddesi uyarınca bozulmasına, bozma nedenine göre sair temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına, taraflarca HUMK’un 440/1 maddesi gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 15 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine, 25.1.2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2015/11154, K: 2015/13693, 22.06.2015
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2004/4721 K: 2004/5411 T: 7.7.2004
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 2004/7724 K: 2005/1781 T: 8.3.2005
- Yargıtay 8. Hukuk Dairesi E: 1991/2057 K: 1991/3232 T: 5.3.1991
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/1-645 K: 2004/662 T: 8.12.2004
Şuyulandırma işlemi ile yapılan tescil idari yargı yerinde iptal edilmedikçe tapu iptali ve tescil davası açılamaz.
Taraflar arasındaki “Tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; A. 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nce davanın kabulüne dair verilen 31.12.2002 gün ve 2001/645 E: 2002/221 K: sayılı kararın incelenmesi davalılar vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 1. Hukuk Dairesi’nin 5.5.2003 gün ve 2003/4623-5366 sayılı ilamı ile;
(…Dava tapu iptal ve tescil isteğine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir. Dosya içeriğinden, toplanan delillerden çekişme konusu olduğu bildirilen 1239 ada 7 kadastrol parselin 10.3.1989 tarihinde İmar Yasası’nın 18. maddesine göre yapılan imar düzenlemesi ile 6308 ada 7 parsel olarak davalılar adına tescil edildiği ve bu işlemin kesinleştiği anlaşılmaktadır.
Davalılar adına oluşan sicilin temelinin belediye encümen kararına dayalı şuyulandırma işlemi olduğu anlaşılmaktadır. Sicilin dayanağını teşkil eden idari kararın idari yargı yerinde iptal edilip ortadan kaldırılmadığı sürece eldeki davanın dinlenebilme olanağı yoktur.
Hal böyle olunca, davanın reddine karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı olduğu üzere hüküm kurulması doğru değildir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu Kararı: Hukuk Genel Kurulunda incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
Sonuç: Davalılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK’nun 429. maddesi gereğince bozulmasına, 8.12.2004 gününde, oybirliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu E: 1987/2 K: 1988/2 T: 30.9.1988
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu E: 1986/3 K: 1987/4 T:8.5.1987
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1993/8-510 K: 1993/736 T: 24.11.1993
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/1-645 K: 2004/662 T:8.12.2004
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1993/8-510 K: 1993/736 T: 24.11.1993
Resmi şekilde düzenlenmeyen mülkiyetin devrine ilişkin harici satış sözleşmesine istinaden tarafların, aldıklarını karşılıklı olarak iade etmeleri gerekir.
Taraflar arasındaki tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; A. 3. Asliye Hukuk Mahkemesi’nce davanın kısmen kabulüne dair verilen 4.6.1991 gün ve 1989/971 E:, 1991/484 K: sayılı kararın incelenmesi taraf vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 8. Hukuk Dairesi’nin 24.3.1992 gün ve 1991/15759 E:, 1992/5812 K: sayılı ilamı ile; (.. Dava konusu taşınmazın bir bölümü davalıların murisi adına kadastroca 30 parsel olarak tapuya tescil edildikten sonra muris tarafından 25.12.1973 tarihli muhtar ve ihtiyar kurulu tarafından onaylanmış mühürlü senetle haricen davacıya satılmış ve zilyetliği devredilmiştir. Davacı dava dilekçesinde bu senede rağmen mirasçılar tarafından mülkiyetin nakledilmediğini ileri sürerek satışın geçerli sayılmasını ve buna göre taşınmazın dava konusu olan bölümünün adına tapuya tescilini, bu olmadığı takdirde satılan kısmın dava tarihindeki değerinin tahsili ile kendisine verilmesini istemiştir. Mahkemece harici satışın geçerli olmadığı görüşünden hareketle iptal ve tescile ilişkin davanın reddine ancak bu yere dikilen ağaçların bedeli ile arazi bedeli toplamı olan 140.970.000 liranın haksız zenginleşme sebebiyle davalılardan alınarak davacıya verilmesine karar verilmiştir. Hüküm hem davacı hem de davalılar tarafından temyiz edilmiştir. Davacı taraf harici satışın teslimle koşullarının tamamlandığını ileri sürmek suretiyle tescile karar verilmesi gerektiğini, bu bakımdan hükmün bozulmasını istediğini bildirmiş, davalılar ise harici satışın geçersiz olduğunu, bu sebeple iptal ve tescil talebinin reddine karar verilmesinde yasaya aykırı bir yön bulunmadığını ancak geçerli sözleşmeye dayalı olarak istenilen tazminatın yerinde bulunmadığını ve hükmün tazminat ödenmesine ilişkin bölümünün yasaya aykırı olduğunu ileri sürerek hükmün bu yönden bozulmasını istemişlerdir. Gerçekten de haricen satış tarihinde taşınmaz davalıların murisi adına 30 parsel olarak tapuda kayıtlı bulunmaktadır. Harici satışı gösteren belgede davalıların murisinin mührü bulunmaktadır. Bu işaret, iki tanık ve ihtiyar kurulu üyelerince onaylanmış bulunmaktadır. Senet, HUMK:’nun 297. maddesine uygun bulunmaktadır. Ne var ki MK:’nun 634. maddesi hükmüne göre, tapuda kayıtlı bir taşınmazın diğer bir kimse adına tescil olunabilmesi için yapılacak sözleşmenin resmi şekilde yapılması gerekir. Bu yön MK:’nun 642. maddesinde de geçerli bir hukuki sebebin varlığı şeklinde ifade edilmiş bulunmaktadır. Tapu Kanununun 26., Borçlar Kanununun 213 ve Medeni Kanunun 634. maddesi hükümlerine göre resmi şekilde yapılmamış bulunan temlik taahhütleri geçerli sayılmaz. Böyle bir akit Borçlar Kanununun 11/II. maddesine de aykırıdır. O itibarla, tapulu olan bu gayrimenkulün böyle bir harici satışa dayanılarak alıcı adına tescili istenemez. Bu bakımdan, mahkemece gösterilen gerekçe tapu iptal ve tescil davasının reddine ilişkin bölüm bakımından yerinde bulunmaktadır. Bu yöne ilişkin davacının temyiz itirazlarının REDDİNE, tazminat olarak ödenen bedele gelince; 10.7.1940 tarih, 2/77 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararına göre geçersiz akitlerde akdin geçersizliği sebebiyle ödenecek bedel tarafların verdiği bedeldir. Olayımızda davacının verdiği satış bedelidir. Bu İçtihadı Birleştirme Kararı halen yürürlükte bulunduğuna göre davacı ancak verdiğini geri isteyebilir. Ve verdiği bedel ödeninceye kadar da MK:’nun 908. maddesi hükmüne göre taşınmazdan istifade edebilir. Başka anlatımla, davacı bedel ödeninceye kadar hapis hakkına sahip bulunmaktadır. Ancak bu bedel kanımızca 25.12.1973 tarihli senedin ikinci kısmında gösterilen bedel olmak icap eder. Her ne kadar davacı harici satış için 78.000 lira ödemiş ise de davalıların murisi senedin ikinci kısmında taşınmazın tescilinin istenmesi halinde tescil için bütün şartları yerine getireceğini, aksi halde kendisi ile mirasçılarının arazinin imar bedelini ve ayrıca almış olduğu paranın üç katını vereceğini belirtmiştir. Taraflar arasında yapılan bu anlaşma şekline göre bedelin ödenmesine ilişkin bu kısım bir ceza şartı olmayıp ödenecek tazminat miktarını göstermektedir. Bu yön mukavele ile tespit edilmiş bulunmaktadır. Her ne kadar haricen satılan taşınmazın ifanın yerine getirilmemiş olması halinde dava tarihindeki kaim değerinin düşünülmesi hak ve adalet ölçüleri bakımından ileri sürülebilirse de taraflar ödenecek tazminat miktarını sözleşme ile belirtmiş olduklarından bu yönün nazara alınması mümkün olmamıştır. O itibarla akitten dönülmesi sebebiyle davalıların ödeyeceği miktar arazi üzerinde meydana getirilen ağaçların bedeli ile harici satış bedeli olan 78.000 liranın üç katı toplamıdır. Mahkemece, sadece bu ölçüler gözönünde tutulmak suretiyle tazminata hükmedilmesi gerekirken değişik ekonomik değerler gözönünde tutulmak suretiyle satılan kısmın kaim değerinin nazara alınması ve bunun haksız zenginleşme olarak kabul edilip buna göre hüküm verilmiş olması isabetsizdir..) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü : Karar: Direnme kararı yoluyla, temyiz edenin talebi de gözönüne alındığında Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, iyi niyetli zilyedin taşınmaz mal satışına ilişkin geçersiz sözleşme nedeniyle akidi satıcıdan talep edebileceği bedelin ne olması gerektiğinde toplanmaktadır.
Davacı, kadastroca davalılar miras bırakanı adına tespit edilen 30 parsel sayılı taşınmazın 5100 m.2 lik kısmını, 25.12.1973 günlü muhtar ve ihtiyar heyeti üyelerince onaylı harici senetle satın almıştır. Harici senette taraflar, alıcının satın aldığı yerin adına tescilini istediği takdirde bunun sağlanacağını, tescilin gerçekleştirilememesi durumunda ise, satıcı tarafından arazinin imar bedeli ve ayrıca harici senette gösterilen 78.000 TL. satış bedelinin üç katının alıcıya ödenmesini kararlaştırmışlardır.
Hemen belirtmek gerekir ki, içeriği ve altında atılı imzalarına karşı çıkılmayan, tapulu gayrimenkul de mülkiyetin devrini öngören bu harici satış senedi, resmi biçimde düzenlenmediği için geçersizdir. Kural olarak, resmi biçimde yapılmayan geçersiz sözleşmeye istinaden tarafların aldıklarını karşılıklı olarak yekdiğerine iade etmeleri gerekir. Bu husus, 10.7.1940 gün, 2/77 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararının da gereğidir. Davacı da temyize konu davada, genel kurul önüne gelmemekle birlikte, tapulu taşınmazı haricen satın almaya dayalı olarak tapu iptali ve tescil ya da şuyulandırılmak suretiyle pay tahsisi isteğinde bulunması yanında, bunların olmaması halinde, çekişmeli taşınmazın rayiç değerinin kendisine ödenmesini istemiştir. Gerçekten tapulu taşınmaz malın resmi memuru önünde yapılmayan ve mülkiyet devrini öngören haricen düzenlenmiş senetler geçersiz ise de; bu tür yeri haricen satın alıp üzerinde muhtesat ve tesis yapan kişi, iyiniyetli zilyettir. MK:’nun 907. maddesinde de, bir şeye iyiniyetle zilyet bulunan kimsenin, o şeyin reddini isteyenden yapmış olduğu zaruri ve faideli giderlerin iadesini talep etme ve ödeme zamanına kadar da o şey üzerinde hapis hakkına sahip olduğu hükme bağlanmıştır. Somut olayda, taşınmazda iyiniyetli zilyet olarak bulunan davacı aleyhine kayıt malikince açılmış bir men’i müdahale davası mevcut değilse de, davacının satışı, davalı tarafından taşınmazın rayiç bedelini istemesi karşısında, artık, harici şahıs senedinden kaynaklanan kişisel hakkından vazgeçtiğinin kabulü gerektiği bir yana, davalı taraf, davacının rayiç bedel isteğine karşı çıkmış ve geçersiz sözleşmeye istinaden ancak verdiğini isteyebileceğini savunmuştur. Tarafların açıklanan bu ileri sürüşlerine göre, kendilerini temelde geçersiz olan bu harici satış sözleşmesi ile bağlı tutmak istemediklerinin ödenecek bedeli karşılığı satım konusu taşınmazın satıcıya iadesini amaçladıklarının kabulünün icap edeceği açıktır. Davacı, her ne kadar satışa konu yapılan yerin rayiç bedelini talep etmiş ve mahkemede bu istek hüküm altına alınmışsa da, iyiniyetli zilyet olarak sözleşmeden doğan kişisel haklarından vazgeçmek suretiyle satım dolayısıyla isteyebileceği tazminat, MK: 907’de gösterilen bedeldir. Bu bedelin rayiç değerden az olduğu aşikârdır. Çoğun içerisinde azın da bulunduğu ilkesi gözönüne alındığında davacının, satıcı davalı taraftan geçersiz sözleşmeye istinaden isteyebileceği bedelin, MK: 907 çerçevesinde belirlenmesi icap eder. Tespit edilecek bu bedele ayrıca harici satış senedinde gösterilen satış bedelinin ekleneceği de kuşkusuzdur.
Davacı alıcının, bu bedelleri aldıktan sonra taşınmazda tasarrufa devam etmesi halinde fuzuli şagil durumuna düşeceği de açık bir olgudur.
Bu durumda, somut olayın özellikleri gözetilmeksizin davacı lehine taşınmazın rayiç bedelinin hüküm altına alınmasına ilişkin direnme kararı doğru değildir.
O halde, usul ve yasaya uygun bulunmayan direnme kararı bozulmalıdır.
Sonuç: Davalılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı HUMK:nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, 17.11.1993 günü yapılan ilk görüşmede çoğunluk sağlanamadığı için 24.11.1993 gününde yapılan ikinci görüşmede bozmada oybirliği ve sebebinde oyçokluğuyla karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu E: 1987/2 K: 1988/2 T: 30.9.1988
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu E: 1986/3 K: 1987/4 T:8.5.1987
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/20-327 K: 2005/377 T:8.6.2005
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/1-645 K: 2004/662 T: 8.12.2004
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/20-327 K: 2005/377 T:8.6.2005
Kadastro tespitinin kesinleştiği tarih aynı zamanda tescil tarihi olmakla; bu tutanaklarda belirtilen haklara, sınırlandırma ve tespitlere ait tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren 10 yıl geçtikten sonra kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak itiraz olunamaz.
Taraflar arasındaki “tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; G. 1. Asliye Hukuk Mahkemesi’nce davanın kabulüne dair verilen 15.4.2004 gün ve 2002/586-20041188 sayılı kararın incelenmesi davalı Hazine vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 20. Hukuk Dairesi’nin 9.12.2004 gün ve 2004/7515-12820 sayılı ilamı ile,
(… Davacı, A. Köyü 104 ada, 225 parselin kadastro sırasında orman olarak tespit ve tescil edildiğini, ancak taşınmazın 25 dönümlük bölümünün kendi zilyetliğinde bulunduğunu ve bu bölümün tapusunun iptali ile kendi adına tescilini istemiştir. Mahkemece davanın kabulü ile 16.9.2003 tarihli bilirkişi raporunda 586/A ile gösterilen 8334.215 m2 taşınmazın davacı adına tapuya tesciline karar verilmiş, hüküm davalı Hazine tarafından temyiz edilmiştir.
Dava dilekçesindeki açıklamaya göre dava, zilyetliğe dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir. Çekişmeli taşınmazın bulunduğu yerde tespit tarihinden önce orman kadastrosu yapılmamıştır.
Mahkemece hükme esas alınan orman bilirkişi raporunda eski tarihli resmi belgelerin uygulanması sonucu çekişmeli taşınmazı “beyaz renkli orman içi boşluk” niteliğinde orman sayılmayan yerlerden olduğunun açıklanması nedeniyle ve zilyetlik koşullarının davacı yararına oluştuğu gerekçe gösterilerek davanın kabulü yönünde hüküm kurulmuştur.
Çekişmeli taşınmaz, 1992 yılında yapılan arazi kadastrosu sırasında 563 hektar 3250 m2 yüzölçümüyle ve orman niteliği ile Hazine adına tespit edilmiş, tespite itiraz edilmemesi neticesinde taşınmazın orman niteliği kesinleşmiştir. 28.5.1987 tarihinde yürürlüğe giren 3373 sayılı Yasa ile değişik 6831 sayılı Yasa’nın 11. maddesi, tapu maliklerine 10 yıllık süre içinde genel mahkemelerde orman tahdidine itiraz imkanı tanımış ise de somut olayda davacının tapu kaydına değil, değişir sınırlı 4000 m2 yüzölçümlü vergi kaydına dayanması nedeniyle davanın dinlenme olanağı bulunmamaktadır.
Mahkemece bu olgu göz önünde bulundurulmadığı gibi çekişmeli taşınmazın dört tarafının kesinleşen 225 no’lu orman parseli olması nedeniyle 6831 sayılı Yasa’nın 17/2. maddesi gereğince çekişmeli taşınmazın orman içi açıklık olduğu ve zilyetlikle kazanılacak yerlerden olmadığı da dikkate alınmamıştır.
Bu nedenlerle davanın tümü ile reddi gerekirken, dosya kapsamına uygun olmayan gerekçelerle (A) ile gösterilen 8334.215 m2 taşınmaz bölümünün davacı adına tesciline karar verilmiş olması usul ve yasaya aykırıdır…)
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, kadastro sırasında 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 4/3. maddesi hükmüne göre, kadastro ekiplerince orman niteliği ile tespit tutanağı düzenlenip kesinleşmesi sonucu Hazine adına orman niteliğiyle tapu kaydı oluşturulan parselin, vergi kaydı ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanarak 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12/3. maddesinde öngörülen 10 yıllık süre içinde açılan orman kadastrosunun ve dolayısıyla tapu kaydının iptaline ilişkindir.
Davacının isteminin özeti: Davacı Ali, 2.7.2002 havale tarihli dilekçesinde, A. Köyü 5.633.250 m2 yüzölçümündeki 104 ada 225 parsel sayılı taşınmazın yaklaşık 25 dönümlük bölümünün 100 yılı aşkın bir süredir önce dedesi, sonrasında babası ve fiili paylaşım sonucu da kendisi tarafından çekişmesiz, aralıksız kullanıldığı halde kadastro sırasında Hazine adına orman niteliğiyle tespit ve tescil edildiğini ileri sürerek Hazine adına olan tapunun iptali ile adına tesciline karar verilmesini istemiştir.
B- Davalıların cevabının özeti: Davalı Hazine vekili, dava konusu taşınmazın kadastro tespiti sırasında orman niteliğiyle Hazine adına tespit edilip kesinleştiğini, orman niteliği ile tahdit ve tespit edilip kadastro işlemleri kesinleşen taşınmazlarda zilyetlik iddiasının dinlenme olanağının bulunmadığını ileri sürerek davanın reddi gerektiğini savunmuştur.
Katılan Orman Genel Müdürlüğü temsilcisi de davanın reddini istemiştir.
C- Yerel mahkeme kararının özeti: Yerel mahkemece “Dava konusu taşınmazın bilirkişi raporlarına göre orman vasfında olmadığı, davacının ve onlara satanların zilyetliğinin 40 yıldan fazla devam ettiği, bu nedenle dava konusu taşınmazın davacı adına tapuya tescili için gerekli tüm koşulların gerçekleştiği” gerekçesiyle davanın kabulüne, ekli krokide 586/ A harfiyle gösterilen 8.334,21 m2 yüzölçümlü bölümün, 225 parselin kayıt ve haritasından iptali ile davacı adına tesciline karar verilmiştir.
D- Temyiz evresi bozma ve direnme: Hüküm davalı Hazine vekilinin temyizi üzerine, özel dairece yukarıda açıklanan gerekçe ile bozulmuştur. Yerel mahkeme, aynı gerekçesini tekrar etmiş ve ek olarak “kadastro tespitinin 3402 sayılı Kadastro Kanunu hükümlerine göre yapıldığını, kadastro komisyonunun içinde ziraat ve orman bilirkişilerinin olmaması nedeniyle bu heyetin taşınmazın orman sayılan yerlerden olup olmadığını belirleyebilecek bilgi düzeyine sahip bulunamayacaklarını, bozma kararında belirtildiği gibi 6831 sayılı Orman Kanunu hükümlerinin burada uygulanamayacağını, komisyon çalışma usullerinin her iki yasada farklı olduğunu, uzman bilirkişilerce yapılan keşif sonucu, taşınmazın orman niteliğinde bulunmadığının anlaşıldığını, ayrıca tespit nedeninin tutanakta açıkça belirtilmediğini, taşınmazın öncesinde orman olmaması ve kesinleşmiş orman sınırları içerisinde bulunmaması nedeniyle 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12/3. maddesinde öngörülen 10 yıllık hak düşürücü süre içerisinde dava açılabileceğini, davanın görülebilmesi için tapu kaydına dayanılmasının gerekli olmadığını, 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 17/2. maddesinde, Devlet ormanlarının yanma ya da işgal nedeniyle açıklıklarının tapuya tescil edilemeyeceğinin vurgulandığını, somut olayda ise, bu vasıfların hiçbirinin bulunmadığını” belirterek ilk kararında direnmiştir.
E- Gerekçe: a- Her ne kadar katılan Orman Genel Müdürlüğü temsilcisi direnme kararını temyiz etmiş ise de yerel mahkemenin verdiği ilk kararı temyiz etmemiş olduğundan direnme kararını temyiz etme hakkı bulunmamaktadır. Bu nedenle temyiz isteminin reddedilmesi gerekir.
b- Özel daire ile yerel mahkeme arasındaki uyuşmazlık; yörede 3402 sayılı Kadastro Kanunu hükümlerine göre yapılan kadastro sırasında, aynı yasanın 4/3. maddesi hükmüne göre, arazi kadastro ekiplerince orman niteliğiyle tespiti yapılıp kesinleşerek, bu niteliği ile Hazine adına tapuya tescil edilen taşınmazlar hakkındaki işlemin orman kadastrosu işlemi olup olmadığı, bu tür taşınmazlar hakkında kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayalı olarak açılacak iptal ve tescil davalarında 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12/3. maddesindeki 10 yıllık hak düşürücü sürenin mi, yoksa 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 11/1. maddesi ile sadece tapulu taşınmazlar yönünden getirilen 10 yıllık hak düşürücü sürenin mi uygulanacağına ilişkindir.
10.10.1987 tarihinde yürürlüğe giren 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 4/3 maddesinde, “… iki ay içinde orman kadastro komisyonlarınca orman sınırlarının belirlenmemesi halinde kadastro çalışma alanı sınırları kadastro ekiplerince belirlenir ve çalışmalar bu kanun hükümlerine göre yürütülür. Kadastro ekiplerince bu şekilde tespit ve ilan edilen yerlerde orman kadastro işlemleri de ikmal edilmiş sayılır. Orman kadastrosu kesinleşmiş yerlerde bu sınırlara aynen uyulur.”, yine aynı yasanın 16 maddesinde “devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan ormanlar, bu yasada hüküm bulunmayan hallerde özel yasaları hükümlerine tabidir” hükümleri bulunmaktadır. Orman hukukuna ilişkin düzenlemeler özel yasa niteliğindeki 6831 sayılı Orman Kanununda yer almıştır. 3402 sayılı Kadastro Kanunu, 6831 Sayılı Kanunun hiçbir maddesini yürürlükten kaldırmamış, aksine ormanlar hakkında mevcut olan özel Orman Yasasının uygulanacağını öngörmüştür. Bu bakımdan, niteliği orman olan taşınmazlar hakkında hukuk ve ceza konularında çıkacak uyuşmazlıkların tümünün özel Orman Yasasında yazılı hükümlere göre çözümlenmesi gerekir. 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 4/3. maddesi gerçekten uzman kuruluş olan orman kadastro komisyonlarının görevini, yani ormanları tespit etme işini, gerektiğinde genel arazi kadastro ekiplerine vermiştir. 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun hazırlık evresindeki Hükümet ve Adalet Komisyonu tasarılarında 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 4/3. ve maddesi bu şekilde olmadığı, T:B.M.M.’deki görüşmeler sırasında verilen önerge ile maddenin şimdiki halini aldığı görülmektedir. Önergede, bu değişikliğin bir zorunluluk sonucu getirildiği bildirilmiştir.
3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun yürürlüğünden önce uygulanmış ve uygulanmakta olan 2613, 5602 ve 766 sayılı Yasaların hükümleri gereğince, arazi kadastro ekipleri orman niteliğindeki yerler hakkında hiçbir işlem yapmadan, yani tespit tutanağı düzenlemeden ve kadastro paftasında, o yere parsel numarası vermeden çalışma alanı dışında, tespit ve tescil harici bırakmaktaydı. O yerde arazi kadastrosunun yapılıp kesinleşmesinden yıllar sonra o bölgede orman kadastrosu yapıldığından tespit ve tescil harici bırakılan ormanların mülkiyeti belli olmadığından ormanlar üzerindeki tahribat ve işgal devam ediyor, ya da arazi kadastro ekiplerinin yıllar önce özel mülk sayıp tapusunu kesinleştirdiği yerler orman sınırı içine alındığından, bu durum birçok hukuk ve ceza davalarına konu oluyordu. İşte 3402 sayılı Kadastro Kanunu; 1. maddesinde tanımlanan yasanın amacına uygun olarak, bir yerde kadastro işlemleri başlayınca, orman niteliğindeki (madde 4/3) özel mülke konu araziler (md. 13, 14) ile kamu malları (md. 16) ve şimdi tarım alanı olmayan; ancak, ileride tarım alanına dönüştürülmesi veya ekonomik yarar sağlaması mümkün olan yerlerin (md.18/I.) tespit ve tescil edilmesi hükümlerini getirerek o yerin, kadastro paftasında boşluk bırakmadan tüm arazinin nitelik ve mülkiyetini belirleme yolunu benimsemiş, kamu mallarının tahribini, imar-ihya ve zilyetlik yoluyla kazanılmasını önlemiş, böylece yurt genelinde yıllardan beri sürmekte olan arazi çekişmelerine son vermek suretiyle sosyal ve toplumsal barışın sağlanmasını amaçlamıştır.
3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 4/3. maddesi hükmüne göre, bir çalışma alanında orman belirleme işi; ister orman kadastro ekiplerince, isterse arazi kadastro ekiplerince belirlensin, kadastro ekiplerince bu şekilde tespit ve ilan edilen yerlerde orman kadastro işlemleri de ikmal edilmiş saymıştır.
İkmal etme, tamamlama değildir. İkmal edilen ya da yapılan işlemin ilan edilmesi ve ilan süresinde dava açılmayarak kesinleşmesi veya ilan süresi içinde dava açılması halinde dava sonunda verilecek kararın kesinleşmesi ile orman kadastrosu kesinleşecektir. Yasa’nın 4/3. maddesi hükmüne göre yapılan tespit işlemi aslında bir orman kadastro işlemidir. Yasa maddesindeki “orman kadastro işlemleri de ikmal edilmiş sayılır” tümcesi yapılan işlemin isminin orman kadastro işlemi olduğunu, hiçbir yoruma gerek olmadan açık şekilde bildirmektedir.
Yapılan ve kesinleşen işlem orman kadastrosu olduğuna göre, temyize konu dava, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 1213. maddesi hükmüne göre açılan, tapu iptali davası değil, 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 11/I. maddesi hükmüne göre açılan, orman kadastrosunun iptalidir.
Orman niteliğinde olan bir yerin kadastro işlemi kesinleşmekle o taşınmaz kamu malı orman niteliği kazanır. Yukarıda açıklandığı gibi, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 16/D maddesinde ormanlar hakkında özel yasanın uygulanacağı yazılıdır. Kesinleşen orman kadastrosunun nasıl iptal edileceği 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nda değil, 6831 sayılı Orman Yasasının 11/I. maddesinde düzenlenmiştir. Bu maddede ise, kesinleşen orman kadastrosunun ipta1inin ancak, tapulu taşınmazlar yönünden, tapu sahiplerinin 10 yıllık hak düşürücü süre içinde istenebileceği öngörülmüştür. Vergi kaydına, zilyetliğe dayanılarak kesinleşen orman kadastrosunun iptali dava edilemez.
Yasaların yorumlanmasında yalnızca o madde değil, o maddeyi ilgilendiren diğer yasalardaki tüm hükümlerin birlikte değerlendirilerek sonuca ulaşılması gerekir.
3402 sayılı Kadastro Kanunun 12/3. ve 6831 sayılı Orman Kanunun 11/I. maddesinde belirtilen hak düşürücü süreler kamu düzeni ile ilgilidir. Hak düşürücü süre davanın görülebilirlik koşuludur. Bir davada hak düşürücü sürenin bulunup bulunmadığı davaya bakan hakim tarafından, tarafların istemi olmadan doğrudan göz önünde bulundurulması zorunludur.
Hak düşürücü süre geçmişse davanın esası incelenemez. Davacı, davasında haklı bile olsa hak düşürücü süre davanın özünü ortadan kaldırmış olduğundan o davanın esasına girilemez ve dava dinlenemez. Kadastro yasaları tasfiye amacını gütmektedir.
Yasa koyucu, kamu düzenini hak arama hürriyetinden daha önemli görmüş ve hak düşürücü süreye üstünlük tanımıştır.
Somut olayda; 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 4/3. maddesi hükmüne göre yapılan orman kadastrosu 1992 yılında kesinleşmiş, dava konusu parselin orman niteliği ile Hazine adına tapu kaydı oluşmuş ve taşınmaz kamu malı olmuştur. Temyize konu dava 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12/3. maddesinde anılan 10 yıllık süre içinde vergi kaydı ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliğine dayanılarak açılmıştır. Ne var ki; kesinleşen orman kadastrosunun iptali 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 16/0 ve 6831 sayılı Orman Kanunun 11/1. maddesi gereğince ancak tapuya dayanılarak 10 yıllık hak düşürücü süre içinde istenebilir. Davacı tapuya dayanmadığından hak düşürücü süre nedeniyle kesinleşen orman kadastrosunun iptalini isteyemez.
O halde; dava konusu taşınmazın 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 17. maddesinde tanımlanan orman içi açıklığı olup olmadığı, zilyetlik koşullarının davacı yararına oluşup oluşmadığı konularıyla ilgili direnme kararı bozma nedenine göre inceleme konusu yapılmaksızın Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen özel daire bozma kararına uyulmak gerekirken direnme kararı verilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle, direnme kararı bozulmalıdır.
Sonuç: 1- Katılan Orman Genel Müdürlüğü vekilinin temyiz itirazının (a) bendinde açıklanan nedenle reddine, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine,
2- Davalı Hazine vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının (b) bendinde ve özel daire bozma kararında açıklanan nedenlerden dolayı HUMK’nun 429. maddesi uyarınca BOZULMASINA, 8.6.2005 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
Karşı Oy: Dava konusu taşınmaz bölümünü kapsayan 563 hektar 3250 m2 yüzölçüme sahip 104 ada 225 parsele ait kadastro tutanağında özel mülkiyete konusu teşkil etmeyen Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan orman niteliğinde bulunan yerlerden olduğunun muhtar ve bilirkişiler tarafından bildirilmesi üzerine 8.8.1992 tarihinde orman niteliğiyle Hazine adına tespit edilmiş, 29.9.1992 tarihinde tapuya tescil edilmiştir.
Davacı, miras yoluyla intikal eden 100 seneyi aşkın kazanmayı sağlayan zilyetlik nedeniyle tapu kaydının iptaliyle adına tapuya tesciline karar verilmesini istemiştir.
Mahkemece, davanın kabulüne ilişkin hüküm Hazine vekilinin temyizi üzerine Yüksek Yargıtay 20. Hukuk Dairesi’nce uyuşmazlığın orman sınırlamasına itiraz niteliğinde bulunduğu, davanın 6831 sayılı Kanunun 11. maddesinde belirtilen süre içerisinde açılmaması nedeniyle dinleme olanağının bulunmadığı, ayrıca davacının zilyetliğinde bulunan uyuşmazlık konusu taşınmaz bölümünün dört tarafının ormanla çevrili olması nedeniyle 6831 sayılı Kanunun 1712. maddesi hükmü uyarınca zilyetlikle kazanılacak yerlerden bulunmadığı vurgulanmak suretiyle davanın reddine karar verilmesi gereğine işaret edilmiştir.
Az yukarıda açıklandığı üzere; 104 ada 225 parsel arazi kadastro ekibince orman niteliğiyle Hazine adına tespit edilmiştir. Bozma ilamında ve Hukuk Genel Kurulu’nda yapılan görüşmeler sırasında 225 parselin 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 4. maddesi uyarınca arazi kadastro ekibince sınırlamasının yapıldığı açıklanmış ise de, dosya içeriğine göre dava konusu parsel anılan kanunun 6 ve devamı maddeleri hükümleri uyarınca tespit edilmiştir. Dosya içeriğine göre, dava konusu yeri kapsayan 225 parsel Kadastro Kanunu’nun 4. maddesine göre orman sınırlaması yapılan bir yer değildir. Dava dilekçesindeki açıklamalara göre davacı tespitten önceki sebebe dayanarak iptal ve tescil istemiş bulunduğuna, tutanağın kesinleştiği tarihten itibaren davanın 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12/3. maddesinde belirtilen süre içerisinde açıldığına göre uyuşmazlığa el konularak çözüme kavuşturulması gerekir.
Dava konusu parselin 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 4. maddesi hükmü uyarınca orman olarak sınırlamasının yapıldığı sorununa gelince; orman sınırlama işlemlerine karşı yapılacak itiraz ve açılacak davalar hak düşürücü süreye bağlanmıştır. O halde sınırlamaya karşı açılacak davalar 3402 sayılı Kanununla yazlı süre içinde mi açılacak, yoksa 6831 sayılı Orman Kanunu’nun getirdiği süreler mi uygulanacaktır. Somut olayda; davacı tapu kaydına dayanmadığına göre yüksek dairenin bozma kararında da açıklandığı üzere 3373 sayılı Kanunla değişik 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 11. maddesinde yazılı 10 yıllık süreden yararlanması mümkün değildir. Hemen belirtelim ki orman kadastrosu söz konusu olması halinde, özel-genel hüküm düzenlemesi göz önüne alınarak, özel hüküm niteliğinde bulunan 6831 sayılı Orman Kanunu’nun öngördüğü itiraz sürelerinin uygulanması düşünülür ise de, 3402 sayılı Kanun ile 6831 sayılı Orman Kanunu’nun öngördüğü sürelerin farklı olması, hak kayıplarının önüne geçirilmesi bakımından, olaya 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun kesinleşmesinden sonra dava açmaya imkan tanıyan 12/3. maddesinin uygulanması gerekir.
Başka bir anlatımla bu tür durumlarda hak arama yolunun açık tutulması ve lehe olan sürelerin uygulanması gerekmektedir. Tutanağın kesinleştiği tarihten itibaren 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12/3. maddesinde belirtilen 10 yıllık hak düşürücü süre içinde dava açıldığına göre iddia ve savunma çerçevesinde taraf delillerinin toplanarak sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken özel daire bozma kararındaki gerekçe benimsenmek suretiyle Orman Kanunu’nda yazılı sürenin geçmiş olması nedeniyle davanın dinlenme olanağının bulunmadığı yolunda oluşan Yüce Genel Kurul’un değerli çoğunluğunun görüşüne katılmak mümkün olmamıştır.
Karşı Oy: Dava zilyetliğe dayalı tapu iptal tescil davasıdır.
Davacı, 2.7.2002 tarihli dava dilekçesinde A. Köyü 104 ada 225 parsel numaralı taşınmazın yüz yılı aşkın bir süreden beri önce dedesi, sonrasında babası ve mirasçıları arasında yapılan rızai taksim sonucunda kendisi tarafından nizasız, fasılasız kullanıldığını, ancak arazi kadastrosu sırasında Hazine adına orman olduğundan bahisle tespit edildiğini, süresinde itiraz edilmemesi nedeni ile bilahare Hazine adına orman niteliği ile tescil edildiğini, oluşan tapunun iptali ile adına tescilini istemiştir.
Davalı Hazine, dava konusu taşınmazın orman vasfı ile adına tescil edildiğini, taşınmazın orman niteliğinde bulunduğunu davanın reddini savunmuştur.
Davaya katılan orman genel müdürlüğü davanın reddini savunmuştur.
Dava konusu 104 ada 225 parsel numaralı taşınmaz 08.08.1992 tarihinde orman niteliği ile Hazine adına tespit edilmiş, askı süresi içerisinde İtiraz edilmemesi nedeni ile 29.9.1992 tarihinde kesinleşerek orman niteliği ile Hazine adına tescil edilmiştir. Yani dava konusu taşınmaz hakkında tapulama tespit tutanağı tanzim edilmiştir.
Çekişmeli taşınmazın bulunduğu yerde daha önce orman kadastrosu yapılmamıştır.
Yerel mahkeme gerekli araştırmaları ve incelemeleri yaparak davanın kabulüne karar vermiştir. Yüksek Yargıtay 20. Hukuk Dairesi dava konusu taşınmazın bulunduğu yerde 1992 yılında yapılan arazi kadastrosunda tespite itiraz edilmemesi neticesinde taşınmazın orman niteliğinin kesinleştiğini, 25.5.1987 tarihinde yürürlüğe giren 3373 sayılı Yasa ile değişik 683 i sayılı Yasa’nın 11. maddesinin sadece tapu maliklerine 10 yıllık süre içinde genel mahkemelerde orman tahdidine itiraz imkanı tanıdığını, somut olayda davacının tapuya dayanmadığını, değişir sınırlı vergi kaydına dayandığını, davacının davasını süresinde açmaması nedeni ile davanın dinlenme olanağının bulunmadığından bahisle kararı bozmuştur.
Yüksek Yargıtay 20. Hukuk Dairesi’nin bozma kararı kendi içinde çelişkilidir. Anılan bozma ilamında, yapılan kadastronun arazi kadastrosu olduğu kabul edilmektedir. Kadastronun hem arazi kadastrosu olduğunu kabul edeceksiniz, hem de yapılan işlemin orman kadastrosu olduğunu iddia ederek yerel mahkeme kararını bozacaksınız. Bu mütenakız anlayış karşısında vatandaşların yargıya olan güveninin azalacağı izahtan varestedir. Vatandaşa yasaca tanınan hak, maalesef yüksek yargı marifeti ile elinden alınmaktadır.
Dava konusu taşınmazın bulunduğu mahalde kadastro 3402 sayılı Yasa hükümleri çerçevesinde ve aynı yasanın 3. maddesinde belirtilen 2 kadastro teknisyeni, mahalle ya da köy muhtarı ve 3 kişilik tespit bilirkişilerinden oluşan ekip tarafından yapılmıştır. Görüleceği gibi arazi kadastrosunu yapan ekibin içinde uzman orman bilirkişisi ya da uzman zirai bilirkişi bulunmamaktadır. Bu nedenle taşınmazın niteliğinin orman olma ihtimali şüphelidir. Zira bir taşınmazın orman niteliğinde olup olmadığını belirleyecek uzman bilirkişiler ormanla ilgili ihtisas yapmış ormancı bilirkişileridir. Dava konusu taşınmazın orman sınırlarına bitişik bir bölgede bulunması nedeni ile orman niteliği ile Hazine adına tespit ve bilahare süresinde itiraz edilmediği için Hazine adına orman vasfı ile tescil edilmesi, o taşınmazın orman olduğunu göstermez.
Tespitin kesinleştiği tarih aynı zamanda tescil tarihidir. 3402 sayılı Yasa’nın 12/3. maddesi “bu tutanaklarda belirtilen haklara, sınırlandırma ve tespitlere ait tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren 10 yıl geçtikten sonra kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz” demektedir.
Dava konusu taşınmazın bulunduğu mahalde 3402 sayılı Yasa ile öngörülen kadastro tespiti yapıldığı kesindir. Davacı dava dilekçesini 2.7.2002 tarihinde mahkemeye vermiş olup, anılan yasada öngörülen 10 yıllık hak düşürücü süre içinde ve 10 yıllık sürenin dolmasına henüz 2 ay 2 gün kala vermiştir. Davacı dava açma hakkını süresinde kullanmış olup Yüksek Yargıtay 20. Hukuk Dairesi’nin 3402 sayılı Yasa hükümlerine göre yapılan ve kadastro tespiti sonucu oluşmuş olan tapunun, 6831 sayılı Orman Yasası’nın 11. maddesinde öngörülen sürelere tabi olacağından bahisle ve bu sürelerin geçirildiği gerekçesi ile yerel mahkeme kararını bozması, Türk Hukuk sistemini alt-üst edecek mahiyettedir. Vatandaşların hak arama özgürlüğünü kısıtlayıp bertaraf eden yüksek özel dairenin bozma kararı Anayasa’ya, yasaya, evrensel hukuk normlarına aykırı olup, yerel mahkemenin direnme kararı doğru ve yerindedir. Bu itibarla Yargıtay 20. Hukuk Dairesi’nin ve çoğunluğun bozma yönündeki kararına katılmıyorum, yerel mahkemenin direnme kararı doğru olduğundan dosyanın dairesine gönderilmesine karar verilmelidir.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu E: 1986/3 K: 1987/4 T:8.5.1987
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1996/7-705 K: 1997/7 T: 29.1.1997
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/14-372 K: 2004/377 T: 23.6.2004
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1994/14-855 K: 1995/242 T: 29.3.1996
Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu E: 1986/3 K: 1987/4 T:8.5.1987
766 sayılı Tapulama Kanunu’nun 35. maddesi uyarınca sınırlandırılan taşınmaz mallar hakkında açılan iptal ve tescil davalarında aynı yasanın 31/2. Maddesinde öngörülen on yıllık hak düşürücü sürenin uygulanması gerekir.
12/3/1985 günlü dilekçe ile Birinci Hukuk Dairesi’nin Esas 1983/8494; Karar 1983/9774 sayı, 8/11/1983 günlü ve Esas 1984/8981, Karar 1984/10268 sayı 6/10/1984 günlü kararları ile Hukuk Genel Kurulu’nun Esas 1975/8-554, Karar 1976/2623 sayı, 15/10/1976 günlü ve Esas 1979/8-84; Karar 1979/127 sayı, 11/3/1981 günlü kararları arasında 766 sayılı Tapulama Kanunu’nun 35. maddesi uyarınca sınırlandırılan taşınmaz mallar hakkında açılan iptal ve tesçil davalarında aynı Yasanın 31/2. maddesinde öngörülen on yıllık hak düşürücü sürenin uygulanıp uygulanamayacağı hakkında aykırılık bulunduğu ileri sürülerek aykırılığın içtihadı birleştirme yolu ile giderilmesi gerektiği ileri sürülmüş; 2797 sayılı Yargıtay Kanunu’nun 16/5 ve 45/2. maddeleri gereğince konuyu inceleyen Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulu’nca 1/5/1986 gün ve 42 sayılı kararla kararlar arasında aykırılık bulunduğu belirlenerek içtihat aykırılığının içtihadı birleştirme yolu ile giderilmesine karar verilmiştir.
Yargıtay Birinci Başkanlığının 1/4/1987 gün ve 1341 sayılı yazısı ile gündeme alınan konu 8/5/1987 tarihinde Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nda ele alınarak Raportör Üyenin açıklamaları dinlendikten sonra kararlar arasında aykırılık bulunup bulunmadığı ve dolayısıyla içtihadı birleştirmeye gerek olup olmadığı görüşülüp tartışılarak, 766 sayılı Yasanın 35. maddesi uyarınca sınırlandırılan taşınmazlar hakkında açılacak iptal ve tescil davalarında, Hukuk Genel Kurulu’nun 31/2. maddedeki 10 yıllık sürenin uygulanacağı görüşünü benimsediği; Birinci Hukuk Dairesinin ise bu tür davalarda sözü edilen on yıllık sürenin uygulanamayacağı esasını benimsediği, Sekizinci Hukuk Dairesinin 9/12/1974 gün; 2729/6206 sayılı kararının da Birinci Hukuk Dairesi görüşü doğrultusunda olduğu anlaşılmakla kararlar arasında aykırılık bulunduğunun oybirliği ile saptanması üzerine incelemenin sadece 766 sayılı Yasanın 35. maddesine göre sınırlandırılan taşınmazlar hakkında açılan iptal-tescil davalarıyla sınırlandırılması gereği benimsenerek işin esası görüşüldü:
766 sayılı Tapulama Kanunu’nun 31. maddesi şu düzenlemeyi getirmiştir: «Tapulamaya müsteniden tesis olunan tapu sicilleri, aksi hükmen sabit oluncaya kadar muteberdir. – Bu sicillerde belirtilen haklara tesçilleri tarihinden itibaren on sene geçtikten sonra, tapulamaya tekaddüm eden sebeplere dayanılarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz.» Burada öngörülen on yıllık hak düşürücü sürenin hakkında uygulanması gerekip gerekmediği tartışma konusu olan husus aynı Yasanın 35. maddesine ilişkin bulunmaktadır. Bu maddeye göre: «Mer’a, yaylak, kışlak, otlak, harman yeri, pazar ve panayır yerleri gibi ammenin istifadesine tahsis edildiği veya kadimden beri umumun istifade ve intifa ettiği belgelerle veya bilirkişi ve şahit beyanı ile tevsik edilen ortamalı arazi sınırlandırılır; parsel numarası verilerek yüzölçümü hesaplanır. – Bu sınırlandırma tesçil mahiyetinde olmadığı gibi bu suretle belirtilen gayrimenkuller, hususi kanunlarında yazılı hükümler mahfuz kalmak üzere hususi mülkiyete konu teşkil etmezler.»
Bu konuda sözü edilen hak düşürücü sürenin uygulanamayacağı yolundaki görüş esas itibariyle şu gerekçeye dayanmaktadır. 31. madde tapulamaya dayanılarak tesis olunan tapu sicillerinin, aksi hükmen sabit oluncaya kadar geçerliliğini tesbit ettikten sonra bu sicillerde belirtilen haklara tesçilleri gününden itibaren on yıl geçtikten sonra tapulamaya tekaddüm eden sebeplere dayanılarak itiraz olunamayacağını, dava açılamayacağını hükme bağlamıştır. Madde getirdiği sistem itibariyle sicilde geçerli bir tesçilin varlığını esas almıştır. 35. maddenin uygulanması sonucu ise tapu sicilinde geçerli bir tesçilden, başka bir anlatımla orada belirtilen taşınmazların tapuya tesçillerinden söz edilemiyeceğinden, 31/2. maddedeki on yıllık hak düşürücü süre uygulanamayacaktır.
Bu düşünce karşısında sağlıklı bir sonuca varılabilmesi için 766 sayılı Yasanın 35. maddesi ile getirilen esaslar üzerinde durulması zorunlu görülmüştür.
766 sayılı Tapulama Kanunu’nun 1. maddesi yasanın konusunu belirleyerek «Tapulamaya başlandığı tarihte il ve ilçelerin merkez belediye sınırları dışında kalan gayrimenkullerin tapusuz olanlarını bu kanun hükümlerine göre tapulamak ve tapulu olanların da kayıtlarını bu kanun hükümlerine göre yenilemek suretiyle kadastro plânları tanzim ve tapu sicilleri tesis olunur.» demiştir. Yasanın uygulanma alanı dışında kalan taşınmazlar da 2. maddede belirtilmiştir.
İçtihat aykırılığına konu taşınmazlar hakkında 35. maddede düzenlemede bulunulmuştur. Yukarıya metni aynen alınan 35. maddenin amacı mer’a, yaylak, kışlak, otlak, harman yeri, pazar ve panayır yerleri gibi taşınmazların tapulama tesbiti günündeki hukuksal ve geometrik durumlarının tesbitidir. Tapulamada, söz konusu taşınmazlar bakımından yapılacak işlem bu maddede gösterilmiştir. Tapulama işlerinde öncelikle söz konusu taşınmazların hukuksal durumları tesbit edilerek tapulamanın yapıldığı güne göre bu taşınmazların gerçekten kamunun yararlanmasına tahsis edildiğinin ve kadimden beri kamunun yararlandığının belli edilmesi amacı güdülür. Geometrik durum belirlenirken, tapulamaya tâbi diğer taşınmazlarda olduğu gibi yüzölçümü tesbit edilip sınırlandırılması yapılacak ve ayrı bir parsel sayısı verilerek bir tapulama parseli oluşacaktır.
Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere tapulamanın temel ilkeleri 35. madde uyarınca gerçekleştirilecek işlemlerde de gözönünde bulundurulur. 35. maddedeki koşulların gerçekleşmesiyle hukuksal ve geometrik durum tesbit olunarak söz konusu taşınmazlar sınırlandırılır ve tapulama tutanağı ile krokisi düzenlenip aynı pafta içerisinde parsel sayısı verilerek tapu kütüğünde sayfası açılır. Şu hususun da özellikle belirtilmesi gerekir ki 35. madde, az önce belirtilen yöntemle yapılan sınırlandırmanın tesçil mahiyetinde olmadığını da açık bir biçimde hükme bağlamıştır. Kamu mallarının ilke olarak tesçile tâbi bulunmadığı taşınmaz hukukun temel kurallarındandır. Yasa koyucu tapulama sırasında 35. maddedeki taşınmazlar hakkında yapılacak işlemleri açıklamış; ancak kamu mallarına ilişkin temel kuralı bozmama amacıyla ve uygulamada tereddüt ve karışıklıklara yol açmamak için sınırlandırmanın tesçil mahiyetinde olmadığını belirtmek zorunluluğunu duymuştur.
766 sayılı Tapulama Kanunu’nun 31/2. maddesindeki kurala gelince: Maddenin ilk fıkrası hükmüyle, genel kural tapulama ile kurulan tapu sicilleri bakımından teyit olunarak aksi sabit oluncaya kadar geçerli bulundukları hükme bağlanmıştır. 2. fıkra 1. fıkrada belirtilen haklara, tapulamadan önceki sebeplere dayanılarak, tesçilleri tarihinden itibaren on yıl geçtikten sonra itiraz olunamayacağını ve dava açılamayacağını öngörmüştür. (Haklara itiraz olunamaz ve dava açılamaz) denilerek uygulama alanı geniş tutulmuştur. Yasa koyucunun burada sicillere kararlılık sağlamak, büyük emek ve giderlerle meydana getirilen sicillerin hak düşürücü süre geçtikten sonra kesin hal alması amacını gütmüştür. Aksi halde tapulamanın, kadastroya dayanan tapu sicilinin amacı zedelenmiş olacaktır. 35. madde hakkında yapılan açıklamalarda da kısmen değinildiği üzere oradaki taşınmazların sınırlandırılmasıyla gerçekleştirilen işlemlerde diğer tesçillerle birlikte bir bütün oluşturur, sınırlandırma işlemide kütüğün bir parçasını oluşturur. 35. madde uyarınca sınırlandırılan taşınmazlar hakkında kişiler tarafından açılan davalar onlar yararına sonuçlandığı takdirde taşınmazın hukuksal ya da geometrik durumunun değişmesi sonucu hasıl olacağından neticeten tapulama ile oluşturulan sicil gene bozulmuş olacaktır. O halde 31/2. maddenin getirilmesi ile güdülen amaç dikkate alındığında 35. madde ile sınırlandırılan taşınmazlar hakkında açılan davalarda da hak düşürücü sürenin işleyeceğinin kabulü gerekir. Aksi yöndeki kabul yasa koyucunun tapulama ile güttüğü temel amacın ortadan kalkması ve sınırlandırma işleminin mahiyeti ile bağdaşmaz bir yorumu benimseme sonucu doğurur.
Görüşmeler sırasında bazı üyeler Yargıtay’ın yerleşmiş uygulamasına göre 766 sayılı Yasanın 35. maddesinde sözü edilen taşınmazların kişi adına tesbit ve tesçil edilmesi halinde bu Yasanın 31. maddesinin uygulanmayacağının benimsendiğini, içtihadı birleştirme konusunda aykırı sonuca varılması halinde eşitlik ilkesinin bozulacağını ileri sürmüşler ise de çoğunluk şu gerçeklerle bu görüşe katılmamıştır:
Gerçekten Yargıtay’da yerleşmiş ve kararlılık kazanmış uygulamaya göre 35. maddede yer alan taşınmazların kişi adına tesbit ve tesçili halinde bu tesçil aleyhine açılacak dava 31. maddedeki süreye tâbi değildir. Bu husus içtihadı birleştirmenin konusu dışında kalmakla beraber şu yön belirtilmelidir ki eşitlik ilkesi aynı durum ve koşullar altında bulunanların aynı uygulamaya tâbi tutulmalarını ifade eder.
Kamu taşınmazları herhangi bir nedenle zuhulen tesçil edilse dahi hukuksal mahiyet ve niteliklerini kaybetmezler; yasa koyucu bu nedenlerle de 35. maddedeki sınırlandırmanın tesçil mahiyetinde olmadığını hükme bağlamıştır. Bu yolda açılacak davanın dayanağını özel hukuk hükümlerini oluşturmaz. O halde taşınmazların farklı niteliklerine dayanan farklı içtihatlar nedeniyle eşitlik ilkesinin bozulduğundan söz edilemez.
Bu nedenlerle 766 sayılı Tapulama Kanunu’nun 35. maddesi uyarınca sınırlandırılan taşınmaz mallar hakkında açılan iptal ve tesçil davalarında aynı Yasanın 31/2. maddesinde öngörülen on yıllık hak düşürücü sürenin uygulanması gerektiği sonucuna varılarak içtihat aykırılığının bu suretle giderilmesine karar verilmesi uygun görülmüştür.
Sonuç: 766 sayılı Tapulama Kanunu’nun 35. maddesi uyarınca sınırlandırılan taşınmaz mallar hakkında açılan iptal ve tesçil davalarında aynı Yasanın 31/2. maddesinde öngörülen on yıllık hak düşürücü sürenin uygulanması gerektiğine 8 Mayıs 1987 gününde ilk toplantıda E: 1986/3, K: 1987/4 sayı ile ve üçte ikiyi geçen çoğunlukla karar verildi.
1987/3 ESAS – 1987/4 KARAR SAYILI YARGITAY İNANÇLARI BİRLEŞTİRME KARARINA KARŞI OY YAZISI
766 sayılı Tapulama Kanunu ile il ve ilçelerin merkez belediye sınırları dışında kalan özel mülkiyet konusu olabilecek taşınmaz malların kişiler adına tesbiti ile buna dayanarak tapu sicillerinin oluşturulması amaçlanmıştır.
Özel mülkiyet konusu edilemiyecek kamu malları ile ilgili olarak ise kanunun 2 nci maddesinde kamunun doğrudan doğruya ortak yararlanmasına veya kullanılmasına doğal nitelikleri gereği açık olan kayalar, tepeler, dağlar ve orman sayılan sahipsiz yerlerin tapulamaya tabi tutulmayarak tesbit dışı bırakılacağı hükme bağlanmış, 35 nci maddesinde de mer’a, yayla, kışlak, otlak, harman yeri ve panayır yerleri gibi kadimden beri umumum yararlandığı yerlerin yüzölçümü hesaplanıp parsel numarası verilerek sınırlandırılması öngörülmüştür. 35 nci maddenin 2 nci fıkrasında da sınırlandırmanın tesçil mahiyetinde olmadığı vurgulanmış ve bu kabulün tabii sonucu olarak da açıkça bu yerlerin özel mülkiyete konu teşkil edemiyeceği hükmü getirilmiştir.
Mer’a, yayla ve kışlak gibi yerlerin bir yada birden fazla köy veya kasaba halkının hayvanlarının otlaması için müşterek yararlanmasına tahsis edilen yahut bu amaçla başlangıcı bilinmeyen zamandan beri kullanılagelen kamu malı olduğu ve bu nitelikleri gereğide özel mülkiyete konu teşkil edemiyeceği tapuya bağlanamıyacağı bağlansa dahi M.K:nun 931 nci maddesinde düzenlenen iyi niyetin uygulanamıyacağı ve kazandırıcı zaman aşımı zilyetliği yoluyla mülk edinilemiyeceği hususları tartışmasıdır.
Yasa koyucu bu tür taşınmazların niteliğini gözeterek bilinçli biçimde 766 sayılı yasanın 35 nci maddesinde, sınırlandırmanın tesçil mahiyetinde olmadığını bu yerlerin özel mülkiyete konu bulunmadığını açıkça belirtmiştir. Bu belirtme bu konuda genel kural teşkil edebilecek olan ve «sicile kayıtlı olmayan gayrimenkuller» başlığını taşıyan M.K:nun 912 nci maddesinde tanımı yapılan taşınmaz mallara ilişkin kabule tamamen uygundur.
766 sayılı Tapulama Kanununun amacı doğrultusunda ve genel sistematiği içerisinde öngördüğü özel mülkiyet konusu olan taşınmazlar için tapulama tesbiti ve tesçili, özel mülkiyete tabi bulunmayan kamu taşınmaz malları için ise niteliklerine göre tapulama tesbiti dışı bırakma yada teşcil mahiyetinde olmamak koşulu ile sınırlandırma işlemleri kapsamları ve hükümleri itibariyle birbirinden tamamen ayrı sonuçlar doğuran tapulama işlemleridir. Yasa koyucu bunlar arasında bir fark görmemiş olsa idi bu tapulama işlemlerini tanımlamada değişik sözcükler kullanma yoluna gitmeyeceği de herhalde izahtan vareste olmak gerekir.
Sınırlandırma kendisine özgü bir tapulama işlemidir. Bu işlemin tesçil mahıyetinde olmadığına ilişkin yasanın açık ve kesin hükmü karşısında sınırlandırmada belli taşınmaz malların fiilen yüzölçümlerinin hesaplanıp parsel numarası alması da sonuca etkili olamaz. Zira duraksamaya yer bırakmıyacak açıklıktaki bu hükmün amaçsal yada genel yorum kuralları ile değiştirilmesi ve özel mülkiyette gündeme gelebilecek olan tapulama tesbiti ve tesçili niteliğinde kabulü de mümkün değildir.
Taşınmaz mal tapuya tesçil edilmedikçe de bu yere ait tapu sicilinden söz edilemez.
Bir tasfiye yasası olan 766 sayılı Tapulama Kanunu büyük masraf ve emek sarf edilerek tapulama ile oluşturulan tapu sicillerini koruma amacı ile 31 nci maddesinde tapulama ile meydana getirilen sicillerde belirtilen haklara tesçilleri tarihinden itibaren on sene geçtikten sonra tapulama öncesi sebeplere dayanılarak dava açılamıyacağını hükme bağlamıştır.
Hak düşürücü süreyi öngören anılan 31 nci maddenin uygulanabilmesi için öncelikle tapulama ile oluşturulmuş bir tapu sicili ve bu sicillerde belirtilen hakların tapuya tesçil edilmiş bulunması zorunludur.
Oysa 35 nci madde uyarınca yapılan sınırlandırmanın tesçil mahiyetinde olmadığı yine madde metninde belirtilmiştir. Tesçil olmayınca 766 sayılı Yasanın 31 nci maddesinde yer alan hak düşürücü sürenin özel mülkiyete konu teşkil edemiyecek bu taşınmazlar hakkında tatbik yerinin bulunamıyacağı açık bir gerçektir.
Özel mülkiyete konu taşınmazların tapulama tesbitleri ile ilgili olarak çıkarılan ve 766 sayılı Yasanın 30 ncu maddesindeki tapulama tutanaklarının tapulama müdürünce tastik tarihinin tesçil tarihi olarak gösterileceğine ilişkin hükmü nazara alınarak 31 nci maddedeki on yıllık sürenin tapulama tutanağının kesinleştiği tarihten başlaması gerektiği hakkındaki 24/10/1983 gün 1983/8-3 sayılı Yargıtay İnançları Birleştirme Kararının kıyas yoluyla uygulanmasına da imkân yoktur. Çünkü Yasanın 35 nci maddesi gereğince sınırlandırmaya tabi tutulan taşınmazın yüzölçümü hesaplanıp parsel numarası verilmesine karşı yasal sürede itiraz edilmemesi durumunda kesinleşen sadece sınırlandırmaya ilişkin tapulama işlemidir. Bu işlem özel mülkiyete tabi taşınmazların tapulama tesbitinden tamemen farklıdır. Zira taşınmaza yönelik olarak belirlenen ve tesçil edilen bir hak yoktur. Bu nedenledir ki sınırlandırmaya karşı mülkiyet hakkına dayanarak genel mahkemede iptal ve tesçil davası açan kişi yönünden hak düşürücü süre düşünülemez.
Kaldı ki tapulamaca kişi adına tesbit ve tesçil edilen taşınmazın yasanın 35 nci maddesine giren ve tesçile tabi olmayıp sınırlandırılması gereken yerlerden olduğu iddiası ile Hazine yada ilgili kamu tüzel kişiliğince açılan davalarda 31 nci maddenin uygulama yeri olmadığı hususunda gerek Yargıtay Daireleri gerekse H.G.K: kararları arasında hiçbir sapma göstermeyen ittifak vardır.
Gerçekten temelde tesçile tabi olmayan bir kamu malı hakkında her ne sebeple olursa olsun sicil oluşturulması taşınmazın tesçil edilmeyecek ve özel mülkiyete konu teşkil edilmeyecek olan hukuki niteliğini değiştiremez.
Hal böyle olunca açıklanan nedenlerden ötürü içtihat aykırılğının 766 sayılı Yasanın 35. maddesi uyarınca sınırlandırılan taşınmazlar hakkında mülkiyet hakkına dayanarak genel mahkemede kişinin açacağı iptal ve tesçil davasında aynı yasanın 31 nci maddesinde öngörülen on yıllık hak düşürücü sürenin uygulanamıyacağına ilişkin 1. Hukuk Dairesi Kararları doğrultusunda birleştirilerek giderilmesi gerektiği kanâatındayız.
Bu itibarla yasanın açık hükmü bir yana temelde kamu malı niteliğinde olup özel mülkiyete konu teşkil etmeyecek yerler hakkında hernasılsa kişi adına yapılan tesbit ve tesçilin bu yerin 766 sayılı Yasanın 35 nci maddesine göre sınırlandırılması gerektiği iddiası ile Hazine veya ilgili kamu tüzel kişiliklerince genel mahkemelerde açılacak tapu iptali ve tesçil davasının 31 nci maddedeki süreye tabi tutulmazken 35 nci maddeye göre sınırlandırılan bir yer hakkında kişinin mülkiyet hakkına dayalı olarak açacağı iptal ve tesçil davasının 31 nci maddedeki hak düşürücü süreye tabi tutulmasının Anayasanın eşitilk ve hak arama özgürlüğü ilkelerine aykırı ve ikili bir uygulama doğuracağı dahi gözetmeyen aksi görüşteki sayın çoğunluk kararına katılamıyoruz. 8/5/1987 1.H. Dairesi 1.H. Dairesi 1.H. Dairesi 1.H. Dairesi BaşkanıÜyesiÜyesi Üyesi Zekâi ÖZDİL Teoman PAMİR Eraslan ÖZKAYA Cemil ÇETİNER
Karşı Oy Yazısı Tapulama Kanununun 31/2. maddesindeki 10 yıllık hak düşürücü süre, bu Kanunun 1. maddesine göre, geometrik ve hukuki durumu belirlenmiş ve sicil durumu kesinleşmiş özel mülkiyet konusu taşınmaz mallar hakkında uygulanır. Bu tür taşınmazlara ait tutanaklar Kanunun öngördüğü biçimde ilân edildikten ve bütün merasim yerine getirildikten sonra tapulama müdürü tarafından onanarak kesinleştirilir. Bunlar tapu kütüğüne geçirildikten sonra ilgililere tapu senetleri verilir. Kütüklerle tutanaklar ve yardımcı siciller tapu idarelerine devredilir. Bu sicillere karşı 10 yıl içinde düzeltim davası açılabilir. 10 yıl geçtikten sonra açılan davalar, Tapulama Kanununun 31/2. maddesine göre hak düşümü süresinin geçmiş olması nedeniyle reddedilirler.
Demek oluyor ki, davanın 10 yıl içinde açılmamış olması, ayni hakkın (nesnel hakkın) düşmesi sonucunu doğurmaktadır. Genel Hukuk kurallarına göre, ayni (nesnel) haklar, hak düşürücü süreye ve zamanaşımına bağlı değildir.
16/3/1950 günlü ve 5602 sayılı Arazi Kadastrosu Kanununda, tapulama ile oluşturulmuş tapu sicillerinin belirttiği haklara karşı, tapulamadan önceki sebeplere dayanılarak açılacak davalar bir süreye tabi tutulmamıştı. Sicile karşı her zaman dava açılabilmekte idi. İlk kez, 17/7/1964 günlü ve 509 sayılı Tapulama Kanununun 31. maddesi ile; sonra bu Kanunun iptali üzerine 766 sayılı Kanunla tapu siciline karşı açılacak davalar, hak düşürücü süreye tabi tutuldu. Kanun koyucunun amacı, bu kadar masraf ve emek harcanarak oluşturulmuş sicillerin sık sık bozulmasını önlemekti. Yoksa, tapu siciline geçmeyen, tescile tabi olmayan taşınmazlarla ilgili davalar için bir süre öngörülmüş değildi.
Mer’a, yayla ve kışlaklar, kamu emlakindendir. Kamunun istifadesine terk ve tahsis edilmiş olan yerler üzerinde, özel hukuk hükümlerine göre bir hak iktisabı mümkün bulunmamaktadır. Bunlar Medeni Kanunun 912. maddesi hükmüne göre tapuya tescil edilemezler. Devletin gözetim ve denetiminde bulunan bu mallar kamu Kanunlarına tabidir. Özgülenme (tahsis), mer’a, yayla ve kışlaklar için en önemli unsurdur. Özgülenme durumu belgelerle kanıtlanabilir. Belli başlı tahsis belgeleri fermanlar, temliknameler, mahkeme ilâm ve hüccetleri ve vakfiyelerdir. Bu belgeler hiç bir zaman tapu kaydı niteliğini taşımazlar. Onun içindir ki bu belgeler tapu kütülerinden değil, «Kayd-ı Hakani», «Divan-ı Hümayün» defterlerinden, «vakfiye Kütüklerinden» çıkarılabilir.
474, 2052 ve 1757 sayılı Toprak ve Tarım Reformu Kanunlarının uygulandığı bölgelerde ise, ayrı tahsis belgeleri vardır. Bu yerlerde özgülemenin tanıkla ispatı mümkün olmayıp tahsis belgesi ile kanıtlanması şarttır.
Medeni Hukuk ilişkilerine konu olmayan bu kamu mallarının tapuya tescilleri söz konusu olmadığından, Tapulama Kanununun taşınmazların geometrik ve hukuki durumlarının tesbitine ilişkin 766 sayılı Tapulama Kanununun 1. maddesinin ve dolayısıyla tapulamının bu tür taşınmazlara uygulanması mümkün değildir. Bunların kural olarak tapulama dışında mütalâa edilmeleri gerekmektedir. Gerçekten de, bu taşınmazlar Tapulama Kanununun 2. maddesinde belirtilen ve tapulama sırasında tesbit dışı bırakılması gereken yerlerdir. Tapulama tesbiti dışında bırakma işlemine itiraz edildiği takdirde, uyuşmazlığa Tapulama Mahkemesinde bakılır.
Bunun dışında, bu taşınmazlardan yararlanma idialarına ilişkin ve mülkiyetle ilgili itiraz ve davalara Tapulama Mahkemesinde bakılmaz.
Çünkü, tapulama yolu ile sadece mer’a, yayla ve kışlakların geometrik durumları tesbit edilmektedir. Tapulama Kanununun 35. maddesinde mer’a, yayla ve kışlakların sadece sınırlamaları ile yetinileceği hükme bağlanmıştır. Sınırlamanın ne şekilde yapılacağı bu maddede açıklanmıştır. Bu tür araziler parsel numarası verilerek sınırlandırılır ve yüzölçümleri hesaplanır. Demek oluyor ki, sınırlama sadece kanunda öngörüldüğü şekilde yapılır. Kanunda özel mülkiyete konu taşınmazlar için öngörülen tesbit ve tapulama işlemlerine ilişkin merasime uyulacağına dair bir açıklama bulunmamaktadır.
Bu izahata göre, sınırlama işlemi, tapuya tescil edilecek taşınmazların tesbitini öngören bir işlem olmayıp, bu niteliği ile tapulamının konusu dışında kalmaktadır. O halde, tapulama dışında kalan bir işlem hakkında Tapulama Kanununun hükümlerinin uygulanması düşünülemiyecektir.
Özellikle, sınırlamanın tesbit ve tescil niteliğinde olmadığı Tapulama Kanununun 35. maddesinde açıkca vurgulandığına göre, sadece sicillere karşı açılacak davaları 10 yıllık hak düşürücü süreye tabi tutan, bu hükmün yani Tapulama Kanununun 31/2. maddesinin mer’a, yayla ve kışlaklar için öngörülen sınırlamalara karşı açılacak davalara da uygulanacağını düşünmek hukuka aykırı olur.
Bir çok hükümleri Medeni Kanunun hükümleri ile çatışan Tapulama Kanunun bekleneni gerçekleştirdiği ileri sürülemez. 5602 sayılı Kanunla birlikte, yarım yüzyıllık uygulamaya sahip bulunan Tapulama Kanununun ülkenin tarım topraklarının ancak yüzde kırkını kadastroya bağlamış olması tutunulacak bir başarı sayılmaz.
Bu gerçek ortada iken, bir tasfiye maddesi olan Tapulama Kanununun 31/2. maddesini, Anayasa’nın 35. Medeni Kanunun 618. maddelerine aykırı biçimde yorumlamak suretiyle hukuki ve adil bir sonuca varmak mümkün değildir.
Türk Hukuk sisteminde, ilke olarak ayni (nesnel) haklar bir zaman aşımına bağlı tutulmamıştır. Tapulama ile oluşturulmuş tapu sicillerine karşı açılacak davaların, Tapulama Kanununun 31/2. maddesine göre, 10 yıllık hak düşürücü süreye tabi tutulmasının nedeni, bu sicillerin hak sahipleri tarafından bilinmekte olduğu varsayımıdır.
Gerçekten de, Medeni Kanunun 928. maddesinde benimsenen tapu sicilinin aleniliği ve bu sicillerin herkes tarafından bilinmekte olduğu ilkesi «sınırlama» işleminde yoktur. Tapu sicilinin en etkili öğesini oluşturan alenilik ilkesinin bürokratik engeller ve kültür düzeyinin yeterli olmayışı gibi nedenlerle, siciller hakkında dahi tam olarak gerçekleştiği iddia edilemezken, sicil dışında meydana gelen sınırlama gibi işlerin herkes tarafından bilinmekte olduğu iddiası nasıl savunulabilir.
Kanunda hak düşürücü süre, taşınmazın tapu siciline tescili şartına bağlanmıştır. Taşınmaz niteliği bakımından tescile tabi değilse, kanunda öngörülen şartın tahakkuk ettiği kabul olunamaz. Hakkın düşümüne sebep olan olaylar ve haller hak sahipleri tarafından bilinmedikçe, ya da, bilindiği kabul olunmadıkça bu hak düşmez. Belli şartlarda hakkın düşeceği öngürülmüşse, bu şartların hakkı düşücek olan kimselere açıkca bildirilmesi gerekir.
Yalnız tapu sicillerine karşı açılacak davalarla sınırlı tutulması gereken Tapulama Kanununun 31/2. maddesi hükmünün, sicil ve tesbitle ilgisi olmayan «sınırlama» gibi işlemlere karşı açılacak davalara da uygulanması adaletsiz ve haksız sonuçlar doğuracaktır. Değerli hukuk bilgini Prof. Sungurbey 1981 – 1982 «Doğumunun 100. yılında ATATÜRK’e ARMAĞAN» adlı İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuasının 431. sahifesinde, Tapulama Kanununun 31/2. maddesi hükmünün çok sınırlı bir biçimde uygulanması gerektiğini ve mer’a, yayla ve kışlaklar gibi kamunun yararlanmasına ayrılmış taşınmazlar hakkında açılan davalarda uygulanmasının mümkün olmadığını açık bir biçimde ifade etmiştir.
Sonuç: Tapulama Kanununun 31/2. maddesinin mer’a, yayla ve kışlaklar için yapılan sınırlamalara karşı açılacak davalara uygulanamıyacağı görüşündeyim. Bu nedenle çoğunluk görüşüne katılmıyorum.
8/5/1987 Şükrü ÖZDEMİR Yargıtay 8. Hukuk Dairesi Başkanı Karşı Oy Yazısı Bir kanun maddesinin ne demek istediğini, nasıl yorumlanması gerektiğini ve kanun koyucunun bu maddeyi koymasındaki amaç ve maksadının ne olduğu hususunda doğru bir neticeye varabilmek için o kanun maddesiyle birlikte ait olduğu kanunun tüm maddelerini gerekçeleriyle birlikte incelemek gerekir. Bu bakımdan Tapulama Kanununun 1. maddesini incelemekte zorunluluk vardır. Maddenin başlığı kanunun konusu ve uygulama alanı olarak saptanmıştır. Bu maddenin 2. fıkrası aynen şöyle demektedir. Bu kanunun tanzim ettiği idari ve kazai faaliyetler kanunun şumulü içinde bulunan bütün gayrimenkuller hakkında kadastro planlarının tanzimini, hak sahiplerinin doğru olarak tayinini ve tesçile tabi gayrimenkullerin sicil harici bırakılmasını istihdaf eder. Bu fıkraya ait gerekçe ise şöyledir: Bu kanun layihası tapusuz gayrimenkullerin tapulanmasını ve tapulu gayrimenkullere ait kayıtların yenilenmesini ve herhalde tesbite tabi bütün gayrimenkullerin kadastro planlarını vücuda getirilmesini ve böylece tesçile tabi gayrimenkullerin sicil harici bırakılmamasını istihdaf etmektedir. Tapulama Kanununun 2. maddesine ait gerekçede ise şu cümle bulunmaktadır: «Hususi mülkiyete mevzu olmayan yerlerin tapulamaya tabi tutulamayacağı aşikardır».
Tapulama Kanununun 1. maddesinin metninden ve gerekçesinden ve 2. maddedeki yukarıda sözü edilen gerekçedeki cümleden açık ve seçik anlaşılıyorki bu kanununun uygulama alanı sadece ve sadece hususi mülkiyete konu olan, tesbit ve tesçile tabi olan gayrimenkullerle sınırlıdır. Amacı da bu gayrimenkuller hakkında sicil oluşturmaktır.
Öyle ise, hususi mülkiyete konu olmayan ve tesçile tabi olmayan gayrimenkuller Tapulama Kanununun uygulama alanı dışındadır. Tapulama Kanununun 31/2. maddesi ise şöyledir: Tapulamaya müsteniden tesis olunan sicillerde belirtilen haklara tesçilleri tarihinden itibaren 10 sene geçtikten sonra tapulamaya takaddüm eden sebeplere dayanılarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz. Bu maddeye ait gerekçe kısaca şöyledir:
Tapulamaya müsteniden ihdas olunan siciller aleyhine dava hakkı mer’i kanunda bir müddetle tahdit edilmiş değildir. Bu hal tapulamadan gözetilen gayenin uzun seneler boyunca elde edilememesi neticesini tevlit eder. Birçok külfet ve masraflar ihtiyari ile ihdas edilen sicillerin muayyen bir müddet sonra kesin bir hal alması ve o müddet geçtikten sonra artık bu sicillerin hiçbir kazai mercide münakaşa konusu olmaması içtimai nizam bakımından zaruridir. Bu sebeple bu maddede 10 senelik sukutu hak müddeti kabul edilmiştir. Bu müddet tapu kütüklerine yapılan tesçil tarihinden itibaren cereyan edecektir.
Görülüyorki bu maddede sadece hakkında sicil oluşturulan tesçile tabi gayrimenkullere uygulanacak ve süre de tesçil tarihinden itibaren başlıyacaktır. O halde, 1. madde ile bu maddeyi birlikte mütalaa edersek ortaya çıkacak netice şudur: Hususi mülkiyete konu olmayan ve tesçile tabi olmayan gayrimenkuller Tapulama Kanununun uygulama alanı dışındadır. 31. madde Tapulama Kanununun bir maddesi olduğuna göre bu nevi gayrimenkuller bu maddenin de uygulama alanı dışında kalacağı tabiidir. Kaldı ki, 31. maddenin de tesçile tabi gayrimenkullere uygulanacağı ve hak düşürücü sürenin tesçil tarihinden itibaren işleyeceği maddenin metninde ve gerekçesinde açıkça vurgulanmıştır.
Türk hukukunda kamu malları üç grupta incelenmiştir. Tapulama Kanununu da bundan esinlenerek 1. grup kamu mallarını 2. maddesinde; 2. grup kamu mallarını 35. maddesinde; 3. grup kamu mallarını ise 36. maddesinde hükme bağlamıştır. Tapulama Kanununun 35. maddesinde yer alan gayrimenkuller mer’a, yayla, kışlak, otlak, harman yeri, pazar ve panayır yerleri gibi kamunun istifadesine mahsus yerlerdir. Tapulama Kanununun 35. maddesi bu yerlerin sadece sınırlandırılacağını ve parsel numarası verilerek yüzölçümünün hesaplanacağını hükme bağlamış, aynı maddenin 2. fıkrası ile bu sınırlandırmanın tesçil mahiyetinde olmadığını, bu nevi gayrimenkullerin hususi mülkiyete konu teşkil etmeyeceğini hükme bağlamıştır. Biraz evvel kanun koyucunun 2. maddenin gerekçesinde hususi mülkiyete konu olmayan yerlerin Tapulama Kanununa tabi tutulmayacağı aşikardır dediğini, 1. madde metninin ve gerekçesinin izahında bu kanunun amacının sadece tesçile tabi gayrimenkulleri tesçil dışı bırakmamak olduğunu vurgulamıştıK: 35. maddenin metninde de anlaşıldığı gibi bu maddede sözü edilen yerler hususi mülkiyete konu teşkil etmediği gibi, tesçile de tabi değildir. Öyle ise, Tapulama Kanununun uygulama alanı dışındadır. Ancak, denebilir ki, kanun koyucu bu nevi yerlerin neden sınırlandırılacağını, parsel numarası verilerek yüzölçümünün hesaplanacağını hükme bağlamıştır. Bunun nedenini kanun koyucu gerekçede şöyle izah etmiştir. Bu nevi yerlere parsel numarası verilerek yüzölçümünün belirtilmesi, tahsis şeklinin değiştirilmesi halinde selahiyetli makamlara tasarruf kolaylığı sağlamaya matuftur. O halde, sınırlandırma tesçil mahiyetinde olmadığı kuşkusuzdur.
Yargıtay’ın yerleşmiş içtihatlarına göre Tapulama Kanununun 35. maddesinde yer alan gayrimenkullerin kişi adına tesbit ve tesçil edilmesi halinde Tapulama Kanununun 31. maddesi uygulanmaz. Bu içtihada rağmen kişiye ait bir yerin örneğin, mer’a olarak sınırlandırılması halinde Tapulama Kanununun 31. maddesinin uygulanması kabul edildiği takdirde hak ve adaletten ve eşitlikten uzaklaşılacağı açıktır. Bu nedenlerle çoğunluk görüşüne karşıyım.
Niyazi DURAK 7. Hukuk Dairesi Üyesi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu E: 1958/8 K: 1958/7 T.11.6.1958
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu E: 1943/8 K: 1944/4 T.9.2.1944
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2005/20-327 K: 2005/377 T:8.6.2005
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulu E: 1952/10-1955/4 K: 1955/23 T: 7.12.1955
Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu E: 1987/2 K: 1988/2 T: 30.9.1988
Tapuda kayıtlı bir taşınmazın mülkiyetini devir borcu doğuran ve ancak yasanın öngördüğü biçim koşullarına uygun olarak yapılmadığından geçersiz bulunan sözleşmeye dayanılarak açılan bir cebri tescil davası kural olarak kabul edilemez.
“Kat Mülkiyeti Kanununa tâbi olarak yapımına başlanılan taşınmazdan bağımsız bölüm satımına ilişkin olarak geçerli bir sözleşme olmadan tarafların anlaşarak alıcının tüm borçlarını eda etmesi, satıcının da bağımsız bölümü teslim ederek alıcının uzun süre malik gibi kullandığı halde satıcının tapuda devre yanaşmaması halinde cebri tescil davasının kabul edilip edilemiyeceği” konusunda Yargıtay 1., 8., 14 üncü Hukuk Daireleri ve Hukuk Genel Kurulu Kararları arasında aykırılık bulunduğundan içtihatların birleştirilmesi (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu Kararına dayanılarak) Yargıtay Birinci Başkanvekilliğinin 2/4/1987 günlü yazılarıyla istenilmiştir.
Av. K:.. S… ile Av. N… K:..’ın 9/7/1986 ve 18/9/1987 günlü dilekçeleriyle vaki aynı konudaki içtihat aykırılığının giderilmesi istemlerine ilişkin evrak da Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulu’nun 3/7/1987 gün 53 sayılı ve 22/10/1987 gün 77 sayılı Kararlarıyla 1987/2 Esas sayılı içtihadı birleştirme evrakıyla birleştirilmiştir.
Konu böylece Yargıtay Kanununun 45. maddesi uyarınca İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nda incelenmiş ve kararlar arasında içtihat aykırılığının varlığı, ilk oturumda ve oybirliğiyle kabul edilmiştir.
I – İçtihat aykırılığının giderilmesi isteminde dayanılan kararlarda beliren görüşlerin özeti ve içtihadı birleştirmeye gerek bulunduğunun kabul edilmesi nedenleri:
Kararlara konu uyuşmazlıklarda: Kat Mülkiyeti Kanununa tabi olmak üzere yapımına başlanılan taşınmazdan (inşaatın yapımı sırasında) geçersiz sözleşmeyle bağımsız bölüm satımı, tarafların anlaşarak (inşaatın yapımının tamamlanması üzerine) satışa konu bağımsız bölümün alıcıya teslim edilmesi ve alıcının da sözleşmeyle yükümlendiği tüm borçlarını eda edip bağımsız bölümü malik gibi kullanmakta bulunmasına rağmen satıcının (sözleşmenin geçersizliğine dayanarak) tapuda mülkiyetin devrine yanaşmaması nedeniyle açılan cebrî tescil davaları söz konusudur.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 6 Haziran 1979 gün 14/190-799 sayılı kararı ile Yargıtay Birinci Hukuk Dairesi Kararlarına göre: “… Bir sözleşmenin taraflarından birinin o sözleşmenin ifa olunacağı hususunda o güne kadar süre gelen davranışları ile karşı tarafa tam bir güvence vermiş ve karşı taraf da sözleşmenin yerine getirileceği inancına iyi niyetle bağlanarak kendisine düşen edimleri yerine getirmiş ise, artık sözleşmenin şekil yönünden geçersizliğini ileri sürmek hakkın kötüye kullanılması niteliğini taşır ve bu husus yasal himayeden yoksun kalır. Bu durumlarda sözleşmenin geçersizliğine dayanılarak akdin icrasından kaçınılamaz… olayın özelliğine göre cebri tescil davası kabul edilmelidir…”.
Hukuk Genel Kurulunun 22/3/1985 günlü ve 14/399-232, 14/544-233, 14/596-234, 14/597-235, 14/598-236, 14/649-237 sayılı altı adet kararında da aynı ilke benimsenmiş ve tescil davalarını kabul eden yerel mahkeme kararları onanmıştır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 21/3/1986 gün ve 14/541-257 sayılı kararı ile Yargıtay Sekizinci ve Ondördüncü Hukuk Dairelerinin kararlarına göre ise: “…Geçersiz bir akdin ifası istenememekle beraber taraflar gönül rızası ve serbest iradeleri ile akdin gereklerini tamamen yerine getirdikten (yani akdi ifa ettikten) sonra, satıcının akdin aslında geçersiz olduğunu ileri sürmesi halinde dikkate alınacak Medeni Kanunun 2 nci maddesinin devreye girmesi keyfiyetinin olayımızla ilgisi yoktur. Zira tapulu taşınmaz için yapılan sözleşmenin ifası tapuda olur. Taşınmazın mücerret teslimi ifa olarak kabul edilemez… MK’nun 2. maddesi hak veya borcun var olduğu hallerde bunların kullanılması ve yerine getirilmesinde uygulanacak kuralı göstermiştir. Öncelikle davacı (tescil) isteminde haklı olmalıdır ki iyi niyet ve kötü niyet tartışma konusu edilebilsin… Tapulu taşınmazların harici alım satımları ve temlik taahhütleri nedeniyle çıkan uyuşmazlıklar 10/7/1940 gün ve 2/77 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında çözüme bağlanmıştır. 25/5/1954 gün 8/18 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararına göre de tescil davası dinlenemez…”.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 29/1/1986 gün 14/849-57 sayılı; 24/9/1986 gün 8/270-780 sayılı kararlarında da aynı şekilde tescil davalarının reddi gerekeceği kabul edilmiştir. Buna mukabil Yargıtay Ondördüncü Hukuk Dairesinin, olayın özelliğine göre MK’nun 2 nci maddesi gözetilerek tescil davasının kabul edilmesi gerektiği yolunda kararları da mevcuttur.
Özetlenen Yargıtay Kararlarından da anlaşılacağı üzere, Yasanın geçerlik şartı olarak öngördüğü şekle uyulmadığı için, içtihadı birleştirmeye konu olaylardaki haricen taşınmaz satımına ilişkin sözleşmelerin geçersiz bulunduğu tartışmasızdır. Kararlar arasındaki aykırılık, içtihadı birleştirmeye konu uyuşmazlıklarda Medeni Kanunun 2 nci maddesi gözetilerek cebri tescil davasının kabul edilip edilemiyeceğinde toplanmaktadır.
Görüşmeler sırasında, 3/11/1980 gün ve 3/2 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararına dayanarak yapılan, uygulamaya ilişkin çelişkinin içtihadı birleştirme yoluyla giderilmesine gerek bulunmadığı ileri sürülmüş ise de çoğunluk şu gerekçelerle bu görüşe katılmamıştır:
Gerçi, kiracı ile kiralayan arasında yapılan birden fazla sözleşmenin her birinde tahliye taahhüdü alınması ve önceki sözleşmelerdeki taahhüt sebebiyle tahliye davası açılmadığı ve icra takibi yapılmadığı halde son sözleşmedeki taahhüde dayanarak tahliye isteminde “hakkın kötüye kullanılıp kullanılmadığı” konusunda doğan içtihat aykırılığı üzerine Yargıtay, 3/11/1980 gün ve 3/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında “-Objektif iyi niyet kuralının uygulanmasında kesin sınırlar koymaya imkân olmadığından ve her olayın özelliği nazara alınıp durumun değerlendirilmesi gerektiğinden uygulamaya ilişkin bu çelişkinin içtihadı birleştirme yolu ile giderilmesine yer olmadığı…-” sonucuna varmıştır. Ancak, bu İçtihadı Birleştirmeden hareketle, incelemekte olduğumuz içtihadı birleştirme istemi hakkında da içtihadı birleştirmeye gerek olmadığını benimsemek mümkün değildir. Çünkü, şimdiki içtihadı birleştirmenin konusu, bu uyuşmazlıklarda, hakkın kötüye kullanılıp kullanılmadığının belirlenmesi değil, hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralının (MK’nun 2. maddesinin) cebri tescil davası açılmasına cevaz verip vermiyeceğinin tespiti olacaktır. Nitelikleri bakımından açık farklılık nedeniyle 3/11/1980 günlü içtihadı birleştirme kararı, konumuza ilişkin içtihat aykırılığının giderilip içtihatların birleştirilmesine engel olarak kabul edilemez.
Açıklanan nedenler gözetilerek, esasen açık ve belirgin bir şekilde mevcut olan içtihat aykırılığının giderilmesine gerek bulunduğuna (ilk oturumda ve üçte ikiyi aşan bir çoğunlukla) karar verilmiştir. II- TAPUDA KAYITLI TAŞINMAZ MÜLKİYETİNİ DEVİR BORCU DOĞURAN SÖZLEŞMELERDE ŞEKİL Şekil Kuralı: Medeni Kanunun 634 üncü maddesinin birinci fıkrası, taşınmaz mülkiyetini devir borcu doğuran sözleşmelerde “-Mülkiyeti nakleden akidler resmi şekilde yapılmadıkça muteber olmazlar-” biçiminde genel bir hüküm getirmiştir. Borçlar Kanunu madde 213 de de, “-Taşınmaz satımı ile taşınmaz satış vaadi sözleşmelerinin geçerli (muteber) olması için resmi senede rabdedilmesi şarttır-” hükmüne yer verilmiştir.
Şeklin Gerçekleşmesi: 2644 sayılı Tapu Kanununun 26 ncı maddesine göre, taşınmaz mülkiyetinin geçirilmesi sözleşmesi yapmaya yetkili makam, tapu sicil muhafızı veya memurudur. Taşınmaz satış vaadi sözleşmesini ise, 1512 sayılı Noterlik Kanununun 60/3 ve 89 uncu maddeleri uyarınca, düzenleme biçiminde (re’sen) Noterler yapabilmektedirler.
Şeklin Amacı: Genel olarak şeklin amacı, bazen taraflardan birinin veya her ikisinin, bazen de üçüncü kişilerin veyahut kamunun yararını korumak, hukuki güvenliği sağlamaktır. 26/11/1980 gün ve 5/3 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında, taşınmaz mülkiyetinin geçirimi borcunu yükleyen sözleşmelerin resmi şekilde yapılmasının tarafları koruyucu amacı şöyle ifade edilmektedir: “-Tarafları dikkate davet etmek, acele ile yanlış kararlara varmamak ve altından kalkılmayacak yüklere girmemek-“. Resmi şekildeki sözleşme belirli bir kamu görevlisi tarafından düzenleneceği için, sözleşmede tarafların irade beyanları açık ve kesin olarak belirlenir. Özellikle taşınmazlarda şekil kuralı sayesinde tapu siciline yapılacak olan tescil işlemi için sağlam ve güvenilir dayanak elde edilmiş olur. Tarafların taşınmazın devrine ilişkin iradelerini resmi memur önünde açıklamaları ve bunun resmi senede geçirilmesiyle; genellikle onların ehliyetsizlik, irade bozukluğu, sözleşme şartlarının resmi senettekinden farklı bulunduğu şeklinde değişik ve gelişi güzel itirazda bulunmaları güçleşir. Bu nedenlerle, taşınmaz mülkiyetini devir borcu doğuran sözleşmelerin resmi şekil şartına bağlı tutulmasında sadece tarafların değil kamunun da yararı bulunduğu kabul edilmektedir.
Şekle Aykırılığın Müeyyidesi: Gerçekten, Borçlar Kanununun 11. maddesinin ikinci fıkrasına göre kanunun öngördüğü bir şeklin kapsam ve sonuçları hakkında başka bir hüküm konulmamışsa, bu şekle uyulmadan yapılan sözleşme sahih olmaz.
Başka bir anlatımla Kanun, öngördüğü şekli, bir geçerlik (sıhhat) şartı olarak düzenlemiş bulunmakta ve buna uyulmadan yapılan sözleşmelere, “geçersizlik” müeyyidesini (hukuki sonucunu) bağlamaktadır. O halde, Medeni Kanunun 634 üncü maddesi ile Borçlar Kanununun 11 ve 213 üncü maddelerinin bu açıklıkları karşısında, tapuda kayıtlı taşınmazın haricen satımına ve noterde düzenleme biçiminde (re’sen) yapılmamış olan taşınmaz satış vaadine ilişkin sözleşmeler geçersizdir. Bu geçersizliğin hukuki mahiyeti doktrinde tartışmalı olup, klasik olarak nitelenen “butlan” görüşüne karşı son yıllarda “kendine özgün geçersizlik görüşü” de savunulmakta ve şekil kurallarının amaçsal yorumundan hareketle (Şekil noksanlığının herkes tarafından değil, bundan zarar gören tarafça def’i olarak ileri sürülebileceği; şekil noksanlığının hâkim tarafından re’sen gözetilemiyeceği…) ileri sürülmekte ise de; İsviçre Federal Mahkemesi gibi, Yargıtay butlan görüşünü benimsemektedir. Bu itibarla, kanunda öngörülen şekil şartı, emredici niteliktedir ve hâkim şekil noksanlığını (taraflar ileri sürmemiş olsalar dahi yargılamanın her safhasında) re’sen gözönüne almak zorundadır. Keza, geçersiz bir sözleşmeyi ifadan kaçınmak, kural olarak, ahlâka aykırılık teşkil etmez; ifa edilmeyen edimlerin ifası istenemez ve karşı tarafın iyi niyeti gözönünde tutulamaz. (A.von Turh; Oser/Schönenberger; Dr.H.Becker; Prof.Dr.H. Tandoğan; BGE 86 II 400 vd; 92 II 324 vd; 95 II 42 vd; 98 II 316; 104 II 101, 106 II 151; 26/5/1954 gün 8/18 ve 12/4/1944 gün 14/13 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararları…).
III – ŞEKLE AYKIRILIK İLE HAKKIN KÖTÜYE KULLANILMASI YASAĞI KURALININ ÇATIŞMASI Hakkın Kötüye Kullanılması Yasağı Kuralı: 25/1/1984 gün ve 3/1 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu Kararında da ifade edildiği üzere, Medeni Kanunun 2 nci maddesinin ikinci fıkrasında düzenlenen hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralının amacı, hâkime özel ve istinaî hallerde (adalete uygun düşecek şekilde) hüküm verme imkânını sağlamaktır. Madde hükmünün bu özelliği, İsviçre Federal Kurulunun Medenî Kanun tasarısını Millet Meclisine sevkine ilişkin 1904 tarihli mesajında şöyle açıklanmaktadır: “Bir hakkın kullanılmasının açıkça adaletsizlik teşkil ettiği ve gerçek hakkın tanınması ve ferdin korunması için bütün hukukî yolların kapalı bulunduğu hallerde MK:m.2.f.2 hükmünün amacı, zaruretten doğan ve olağanüstü bir imkân sağlamaktır” şeklinde açıklanmaktadır… Medeni Kanunun 2. maddesinin ikinci fıkrasındaki kuralla, kanunun ve hakkın mutlaklığı ilkesine istisna getirilmiştir. Ancak, bu kuralın tâliliği (ikincilliği) de gözetilerek, öncelikle her meseleye ona ilişkin kanun hükümleri tatbik edilmeli; uygulanan kanun hükümlerinin adalete aykırı olabileceği bazı istisnaî durumlarda da, 2 nci maddedeki kural, haksızlığı tashih edici bir şekilde uygulanabilmelidir.
Gerçekten de hukukun her alanında uygulanma niteliğine sahip olan hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralının; şekle aykırılığı ileri sürme hakkı için de bir sınır teşkil ettiği, buyurucu niteliği itibariyle hâkim tarafından re’sen gözetilmesi gerektiği bugün Türk-İsviçre öğretisi ve uygulamasında tartışmasız olarak kabul edilmektedir (Yargıtay HGK:nun 13/2/1974 gün ve 524/103 sayılı; 2/10/1974 gün ve 2/810-1043 sayılı; 7/12/1983 gün ve 4/224-1276 sayılı kararları).
Şekle aykırılık ile hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralının çatışmasını, iki halde incelemek gerekmektedir. İfa Halinde:
Öncelikle “ifa” sözüyle, taşınmaz mülkiyetini geçirme borcunu doğuran sözleşmede şekil noksanlığı veya şekilsizlik bulunmasına rağmen tapuda tescil işleminin yapılmış olması amaçlanmaktadır. Çünkü, taşınmaz mülkiyetini geçirme borcunun ifası tapuda yapılan bir tescil işlemi ile yerine getirilmiş olur.
Taraflar şekle aykırı bir sözleşmeden doğan edimlerini her türlü yanılgıdan uzak bir şekilde bilerek ve isteyerek tümüyle yerine getirmişlerse (tapuda tescil işlemi yapılmışsa), bunun iadesinin istenmesinin hakkın kötüye kullanılması teşkil ettiği Yargıtay uygulamasıyla kabul edilmektedir (HGK:nun 11/3/1953 gün ve 2/9 sayılı; 10/9/1955 gün ve 1/62-63 sayılı Kararları…). Hukuk Genel Kurulunun 21/3/1986 gün ve 14/541-257 sayılı kararında da aynı ilke benimsenmektedir.
İfa’dan Kaçınılması Halinde:
İçtihadı Birleştirme bu sorunun halliyle ve ancak konusuyla sınırlı olarak ilgilidir. Taşınmaz mülkiyetini devir borcu doğuran sözleşme yasanın öngördüğü biçim koşullarına uygun olarak yapılmamış bulunmakla beraber tarafların anlaşarak tapuda tescil işlemi öncesinde kendilerini geçersiz sözleşmeyle bağlı sayarak alıcının satış bedelini ödemesine, satıcının taşınmazın intifaını alıcıya terketmesine ve alıcının da taşınmazı malik gibi kullanmakta olmasına rağmen, satıcının tapuda tescil işleminden kaçınması hallerinde, hâkim, satın alanın açacağı cebrî tescil davasını kabul edebilir mi? Böyle olaylarda hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralı cebren tescile imkân sağlar mı?
İsviçre Federal Mahkemesine göre, şekil noksanlığı sebebiyle bâtıl bir taşınmaz satışında henüz tescil yapılmadan butlan ileri sürülmesi halinde, aynî hakların şekille ilgili hükümleri karşısında, hakkın kötüye kullanılmasını önlemek için dahi olsa, hâkim, tapu memurunu bâtıl sözleşmeye dayanarak tescile zorlayamaz (5 Şubat 1946 günlü Karar; BGE: 72. II. 39).
Yargıtay’ın 10/7/1940 gün ve 2/77 sayılı içtihadı birleştirme kararında da, “-Haricen taşınmaz satılıp da bedeli satana ve taşınmaz da alana teslim ve bu suretle taşınmaz alanın intifaına terkedildiği ve sonradan bunlardan biri ferağdan veya teferruğdan imtina ettiği takdirde muteber olmayan bu satım zımmında her iki tarafın verdiğini istirdada hakkı olduğu-” ilkesi vurgulanmış ve konusuyla ilgili olarak da (Ancak, alıcı satış bedelinin iadesine kadar taşınmazı işgal edebilir ve bu yüzden kendisinden semereleri tazmin veya ecrimisil istenemez) sonucuna varılmıştır.
26/5/1954 gün ve 8/18 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında da teyiden tekrarlanan 7/10/1953 gün 8/7 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında kabul edilen ilke şöyledir: “-Aralarında mevcut olduğunu iddia ettiği akdî bir münasebete müsteniden tapuda malik sıfatıyla mukayyet bulunan bir şahıstan sicildeki kaydın namına tashihini isteyen kimsenin Medeni Kanunun 634. maddesine uygun şekilde davalı ile beyinlerinde inikat etmiş muteber bir akde istinat etmesi lâzımdır. Böyle bir akdin inikat etmediği davacının beyanından anlaşıldıktan sonra kanunun mevcut olmadığını kabul ettiği bir halin ispatı da artık düşünülemez. Bu gibi hallerde davanın hukuki sebepten mahrum bulunması bakımından reddedilmesi iktiza eder…-“.
Gerçekten de şekil şartına ilişkin yasa hükümlerinin emredici niteliği ve söz konusu Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararları karşısında, tapuda kayıtlı bir taşınmazın mülkiyetini devir borcu doğuran ve ancak yasanın öngördüğü biçim koşullarına uygun olarak yapılmadığından geçersiz (bâtıl) bulunan sözleşmeye dayanılarak açılan cebri tescil davasının; olayın özelliği gerektirmedikçe, hakkın kötüye kullanılmasını önlemek amacıyla dahi olsa, reddi gerekir. Örneğin, üzerinde bina bulunan bir taşınmazı veya Kat Mülkiyeti Kanununa tabi olarak yapımı tamamlanmış binadan bir bağımsız bölümü, bir tarlayı ya da arsayı geçersiz sözleşmeyle satın alıp ona zilyet olan ve sözleşmeyle kendisine bağlı sayarak tüm vecibelerini yerine getiren kişinin; velev tapuda devir borcunun yerine getirileceği hususunda satıcı tarafından kendisine tam bir güvence verilerek aldatılmış olsa dahi, cebri tescil isteği reddedilir. Çünkü, nitelikleri itibariyle emredici bulunan ve hâkim tarafından re’sen gözetilmesi gereken şekle aykırılık ile hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralı bir uyuşmazlıkta çatıştığında; hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralıyla şekil şartı kuralının aşılabilmesi için olayın özelliği büyük önem taşımaktadır. Bu hal, Medeni Kanunun 2 nci maddesinin ikinci fıkrasında düzenlenen kuralın taliliğinin (ikincilliğinin) tabii bir sonucudur ve hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralı ancak fevkalâde zaruri hallerde uygulama yeri bulabilir. Aynı ilkeye 25/1/1984 gün ve 3/1 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu Kararında da değinilmiş olup, Ord. Prof. Dr. A.B. SCHWARZ’ın bu konudaki görüşü de (Medeni Hukuka Giriş, Hıfzı Veldet çevirisi, Sh. 201 vd. İsT:1946) özetle şöyledir: “-Bu genel hükmün uygulanmasında çok ihtiyatlı davranmak icap eder. Çünkü bugünkü kanunlarda ifadesini bulan bütün rasyonel özel hukukun manası, hukuki meseleleri sarih olmayan hakkaniyet hisleriyle değil, kat’î ve açık prensiplerle halletmektir. Sadece hüsnüniyet ve hakkın suistimaline dayanan bir hukuk tatbikatı bu hedefi tehlikeye koyar. Bu nedenlerle her meseleye ona taallûk eden özel hükmü tatbik etmek ve MK:nun 2. maddesini fevkalâde zaruri olan hallerde sırf itmam ve tashih edici bir şekilde tatbik eylemek lâzımdır…-“.
Yargıtay’ın, olayın özelliğini gözeterek, hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralıyla şekil şartı kuralını aştığına ve böylece şekil şartı kuralını ihmal ettiğine örnek olarak (Geçersiz sözleşme uyarınca aldığı tapulu taşınmaza yapı yapan ya da ağaç diken kimseye Medeni Kanunun 650 nci maddesine göre arsanın veya tarlanın adına cebren tescilini isteme hakkını 5/7/1944 gün ve 12/26 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararıyla tanımış olması) gösterilebilir. İçtihadı Birleştirme Kararının sonuç bölümünde aynen şöyle denilmektedir: “-…
Bir gayrimenkulü badehû resmi takririni vermek üzere haricen ahara satıp parasını alarak müşteriye teslim eden ve inşaat ve garsiyatı görüp menetmeyen malikin zımnî rıza ve muvafakatı nazarı dikkate alınarak ve hadiseye göre enfüsi hüsnüniyet arayarak bu maddeyi (MK:m. 650) tatbik etmek lüzumu aşikârdır.-“.
İçtihadı Birleştirmenin konusu olayların özelliğine gelince: 1965 yılında Kat Mülkiyeti Kanununun yürürlüğe girmesinden sonra ülkemiz inşaat sektöründe hızlı bir ilerleme kaydedilmiş, eskiden hiç görülmeyen “kat karşılığı inşaat sözleşmesi” olarak adlandırılan yaygın bir sözleşme türü doğmuştur. Bu sözleşmelerle müteahhit (yüklenici), arsa(iş) sahibinin arsası üzerinde inşaat yapmayı üstlenmekte, buna karşılık inşaat bitince kendisine devir edilecek olan bazı daireleri (bağımsız bölümleri) bedel olarak almaktadır. Ancak, müteahhit daha inşaata başlar başlamaz ileride mülkiyeti iş sahibi tarafından kendisine devredilecek olan bağımsız bölümleri, yapacağı inşaatın finansmanı için üçüncü kişilere geçersiz sözleşmelerle satmaktadır.
Veyahutta bazı müteahhitler mülkiyeti kendilerine ait bulunan taşınmaza Kat Mülkiyeti Kanununa tabi olmak üzere inşaat yapımı sırasında inşaatı tamamlayabilmek için gerekli parayı temin amacıyla aynı şekilde geçersiz sözleşmelerle ve ileride satışa konu bağımsız bölümün tapusunu vereceği hususunda karşı tarafta tam bir güvence yaratarak satışlar yapmaktadırlar. İşte bu şekilde Kat Mülkiyeti Kanununa tabi olmak üzere yapımına başlanılan taşınmazdan bağımsız bölüm satımına ilişkin geçerli bir sözleşme olmadan tarafların bağımsız bölüm satımında anlaşarak alıcının tüm borçlarını eda etmesi ve satıcının da bağımsız bölümü teslim ederek alıcının onu malik gibi kullanmasına rağmen satıcının tapuda mülkiyetin devrine yanaşmaması; genellikle, aslında bağımsız bölümün satış bedeli satım tarihi itibariyle uygun bulunduğu ve satıcı satış bedelinden inşaat sırasında yararlandığı halde, bu arada alıcının ödemiş olduğu para değerinin enflasyon nedeniyle oldukça düşmesinden, buna mukabil satılan bağımsız bölümlerin değerlerinin tapuda devir edileceği zamanda fahiş oranda artmış bulunmasından ileri gelmektedir.
Başka bir anlatımla, bunları düşünen satıcı (müteahhit) sözleşmeden sıyrılmanın yollarını aramakta ve yasanın öngördüğü resmi şekil şartına sığınarak mülkiyeti devir borcundan kaçınmaktadır. Satıcının bu tutumu ise; açıkca, şekil mecburiyeti koyan yasa hükmünden bu hususta korunmaya lâyık bir yararı olmaksızın yararlanmaya çalışma teşkil eder ve onun hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralını duraksamaya yer vermeyecek şekilde ihlâl ettiğini gösterir. Oysa MK:nun 2 nci maddesinin ikinci fıkrasıyla, suistimal karakteri doğrudan doğruya aşikâr olan hallerde hakların istimali kanuni himayeden mahrum bırakılmıştır. Böyle uyuşmazlıklarda, hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralı değil, şekil şartı kuralı ihmal edilebilir. Zira İsviçreli Prof. MERZ’in de dediği gibi (Medeni Kanun Şerhi arT: 2, Nr.21), şekli hukuktaki hakkı maddi adalet düşüncesi ve gerekleri sınırlar onu gerçek ölçülerine götürebilir; gerçek hak korunur, şekli veya görünen hak korunmaz. Gerçekten şekle ilişkin hükmün gayesi dışında menfaat temini yoluna gidilmek istenildiği durumlarda yargı hassas olmaya mecburdur.
Zira hukuk ancak, meşru menfaatlerin tatminine yarar; başka bir şeye yaradığı takdirde ise mevcudiyet sebebini kaybeder. Öte yandan Medeni Kanunun 4. maddesi hükmüylede hâkim, adalete uygun karar vermeye çağrılmaktadır. O, menfaatların doğru ve adil bir muvazenesini yapmak ve gerçekleri gözetmek zorundadır.
Açıklanan nedenlerle, içtihadı birleştirmenin konusu uyuşmazlıklarda ve onunla sınırlı olmak üzere, olayın özelliğine göre hâkimin Medeni Kanunun 2 nci maddesini gözeterek açılan tescil davasını kabul edebileceği sonucuna varılmıştır.
Varılan bu sonuçla Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 10 uncu maddesinde öngörülen “Kanun önünde eşitlik ilkesinin” ihlâl edildiği yolundaki görüş; gösterilen gerekçeler karşısında varit olmadığı gibi, şekle aykırı sözleşmeyle tapulu taşınmaz satımı yapan satıcının tapuda mülkiyeti devir işlemine yanaşmadığı her olayda hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralı gözetilerek cebren tescil isteminin kabul edilmesi de yasamızın sistemiyle bağdaşmaz.
Bu İçtihadı Birleştirme Kararıyla Eşya Hukukuna hâkim olan prensiplerin büyük ölçüde değiştirildiği iddiasına da katılmak mümkün olamaz. Cebri tescil istemi, aynî değil, kişisel bir haktır. Geçersiz sözleşmeye dayanarak tescil talebinde bulunan kimsenin bu davasının kabul edilebilmesi, dava açılmadan veya tescil kararı verilmeden önce taşınmazın mülkiyetinin üçüncü şahsa geçmemiş bulunması şartına da bağlıdır. Başka bir anlatımla, kural olarak ifa (tescil) davası geçersiz sözleşmenin tarafları arasında rüyet edilecektir. Tapu sicilindeki kayda güvenen iyi niyetli üçüncü şahsa tescil kararından önce taşınmazın mülkiyeti geçirilmiş ise elbette geçersiz sözleşmeye dayanan kişi olarak satın alanın tescil isteminin de yasal dayanağı kalmaz (MK:md.931).
Görüşmeler sırasında içtihadı birleştirmenin olumlu yönde çözümlenmesi halinde M.K:nun 917. maddesinin uygulanmasında büyük uyuşmazlıklara neden olunacağı, yabancıların taşınmaz edinmelerinin yeterince takibinin engelleneceği, icra hukuku bakımından tereddüt ve ihtilaflara yol açılacağı da ileri sürülmüşse de bütün bu sorunların içtihadı birleştirme ile varılan sonuçtan kaynaklanamıyacağı gerçeği ortadadır.
Sonuç: Tapuda kayıtlı bir taşınmazın mülkiyetini devir borcu doğuran ve ancak yasanın öngördüğü biçim koşullarına uygun olarak yapılmadığından geçersiz bulunan sözleşmeye dayanılarak açılan bir cebri tescil davasının kural olarak kabul edilemeyeceğine; bununla beraber Kat Mülkiyeti Kanununa tâbi olmak üzere yapımına başlanılan taşınmazdan bağımsız bölüm satımına ilişkin geçerli bir sözleşme olmadan tarafların bağımsız bölüm satımında anlaşarak alıcının tüm borçlarını eda etmesi ve satıcının da bağımsız bölümü teslim ederek alıcının onu malik gibi kullanmasına rağmen satıcının tapuda mülkiyetin devrine yanaşmaması hallerinde; olayın özelliğine göre hâkimin M.K:nun 2. maddesini gözeterek açılan tescil davasını kabul edebileceğine ilk iki toplantıda üçte iki çoğunluk sağlanamadığından 30/9/1988 günlü üçüncü toplantıda salt çoğunlukla karar verildi.
Karşı Düşünce Yazısı: Bu içtihadı birleştirme kararıyla hukukun 4 ana ilkesine büyük ayrımlar getirilmiş bulunmaktadır.
Bu içtihadı birleştirme kararı ile “getirilen birinci ayrım, Kat Mülkiyeti Kanununa tabi olarak yapımına başlanılan taşınmazdan bağımsız bölüm satın alınması”, -taşınmazın bir bölümünün satışı olduğu halde-, taşınmaz satımına ilişkin şekil kuralları bir tarafa bırakılarak, taşınır (menkul) hükümlerine tabi tutulmuş olmasıdır.
Hukuk ilkelerine getirilen ikinci ayrım, mutlak butlanla malul, baştan itibaren hükümsüz bir sözleşmeye, geçerlik tanınmış olmasıdır.
Üçüncü ayrım taşınmaz satımlarında diğer deyişle taşınmaz mülkiyetinin naklinde ifa, ancak tapuya tescille mümkün olduğu halde (MK:m.633) zilyetliğin devrinin, ifa sonuçlarını doğuran bir olgu olarak kabul edilmesidir.
Hukuk ilkelerine getirilen dördüncü ayrım ise, mevcut 7/10/1953 gün 8-7 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararına rağmen Türk Medeni Kanununun 642. maddesi gereğince tescili talep için anılan yasanın 634. maddesine uygun biçimde bir sözleşmenin bulunması şartının ortadan kaldırılmış bulunmasıdır.
Getirilen bu ayrık hükümlere katılmak mümkün olamamıştır.
Taşınmazların taşınırlardan farklı hükümlere tabi tutulmaları, mülkiyetin devrini amaçlayan akitlerin (sözleşmelerin) geçerliliği için resmi şeklin mülkiyetin kazanılması (İktisabı) için ise tapu kütüğüne tescil şartının (MK:m.634, 633) aranması; taşınmazlarda zilyetliğin, taşınırların aksine, mülkiyeti göstermeye yeterli olmaması, taşınmazların genellikle taşınırlara nazaran daha kıymetli bulunması, Devletlerin vatan toprağını oluşturan arazinin kimler elinde bulunduğunu bilmesindeki büyük yararı, taşınmaz üzerindeki işlemlerin genellikle uzun süreli bulunması, taşınmazlarda ne gibi yükümlülüklerin bulunduğu, sınırlı ayni hakların mevcudiyeti ve bunların sıralarının ancak tapu kaydıyla anlaşılabilmesi gibi hukuksal, sosyal ve ekonomik emniyet ve ihtiyaçların sonucudur. Cermen hukukunda onuncu yüzyılda; Osmanlı Devletinde ise, 1872 tarihinde başlamak üzere taşınmazların tapuya bağlanması esası, haklı olarak münakaşa edilemez bir gerçek halini almıştır. Bu nedenledir ki, yurdumuzda da tapulama ve kadastro çalışmaları büyük bir hızla devam etmektedir. Bir taraftan Devlet tapusuz taşınmazların tapuyu bağlanması hususunda büyük çaba sarfederken, diğer taraftan tapulu bir kısım taşınmazların taşınırlar gibi işlem görmesi sonucunu doğuracak bir içtihadı birleştirmenin benimsenmesi, farklı iki tutum olarak göze çarpmaktadır.
Diğer yandan 21/6/1987 kabul ve 3402 sayılı 21/9/1987 tarihinde yürürlüğe giren çok yeni tarihli bir tasfiye kanunu olan Kadastro Kanununun 13. maddesinin B-b bendinde dahi, harici satışlara hukuki değer verilebilmesi için en az on yıl müddetle çekişmesiz, aralıksız ve malik sıfatıyla zilyet bulunma koşulu arandığı halde, içtihadı birleştirme kararı ile kadastro bölgesinde olmayan “Kat Mülkiyeti Kanununa tabi olarak yapımına başlanılan taşınmazdan bağımsız bölüm satımında”, bu sürede bir zilyetlik dahi öngörülmemesi büyük bir çelişkidir.
Yasa koyucu taşınmazların mülkiyetinin devrini amaçlayan sözleşmelerde, şekle o kadar önem vermiştir ki, Borçlar Kanununun 11. maddesindeki hükümle yetinmemiş, Borçlar Kanununun 213, Türk Medeni Kanununun 634, Tapu Kanununun 26, 3402 Sayılı Kadastro Kanununun 13, Kat Mülkiyeti Kanunun 10. maddesiyle ayrıca özel hükümler getirmiştir.
Şekle aykırılığın sonuçlarının ilgili bulunduğu hukuk dalıyla çok yakın ilişkisi bulunmaktadır. Bu sonuçlar şeklin geçerlik şartı olduğu durumlarda başka, isbat şartı olarak öngörüldüğü durumlarda ise başkadır. Şekil yokluğu ile şekil eksikliğini de birbirinden ayırmakta büyük yarar vardır. Genellikle şeklin amacı taraflara düşünme imkanı, isbat kolaylığı sağlamak, taraflar arasında güveni geliştirmek olarak ifade edilebilir. Fakat taşınmaz satımındaki şeklin fonksiyonu (işlevi), bunlara ek olarak taşınmazların mülkiyetinin geçişinin (tescilin) sebebe bağlılığında (illilikte) ve taşınmaz satımına ilişkin şekil hükümlerinin, Suat Bertan’ın da haklı olarak belirttiği gibi “Kamu düzeni” ile ilgili bulunmasında görülür (Bkz. Dr. Suad Bertan, Ayni Haklar, Ankara 1976 Cilt 1, Sh.508).
Tescilin sebebe bağlılığı (illiliği) ise, gerek şekil, gerek muhteva bakımından geçerli bir akdin varlığını amaçlar. Medeni Kanunumuzun 933. maddesinde kabul edilen ilke, taşınmaz mülkiyetinin devrini amaçlayan sözleşme tapu kütüğünde tescil suretiyle ifa edilmiş olsa dahi, şekil veya muhteva eksikliğinin tapu kaydının terkin ve tadiline neden olacağıdır. Şeklin taşınmazların satımındaki bu nitelği gözönünde tutulduğunda, içtihadı birleştirmede varılan sonucu paylaşmak mümkün olmamıştır.
Türk Hukukunda taşınmaz satışında (mülkiyetin devrini amaçlayan akitlerde) geçerlik şartı olarak öngörülen şekle riayet edilmemenin sonucu, (hükümsüzlük) mutlak butlandır (Bkz. Prof. Dr. Feyzi Necmeddin Feyzioğlu, Borçlar Hukuku, Genel Hükümler, C.I, İsT: 1976, s. 341; 26/5/1954 T: 8/18 sayılı 12/4/1944 T, 14/13 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararları)
Mutlak butlan sonuçları ise hukuk biliminde ve uygulamasında: 1 – Sözleşmenin başlangıçtan itibaren geçersiz olduğu ve sonuç doğurmayacağı 2 – Bu geçersizliğin herkes tarafından ileri sürülebilmesi 3 – Sözleşmenin butlanla malul olduğu yolundaki iddianın zamanaşımına uğramayacağı 4 – Hâkimin butlanı kendiliğinden (re’sen) gözönünde tutması gerektiği 5 – Butlan sebebi ortadan kalksa dahi akdin geçerlik kazanamıyacağı, tarafların icazetinin sonuç doğurmayacağı 6 – Taraflar sözleşmenin gereğini aralarında anlaşarak yerine getirseler dahi, butlan ile malul hukuki işlemi, -meğer ki aynı muhteveda yeni bir sözleşme yapılmış olsun-, geçerli kılmıyacağı 7 – Butlanın yargılama hukuku bakımından bir def’i değil, itiraz olduğu şeklinde belirlenmiştir. (Bkz. Prof. Dr. Sefa Reisoğlu, Borçlar Hukuku, Genel Hükümler, İstanbul 1988, 7. Bası, Sh. 117 vd.; Tekinay Borçlar Hukuku, C.I s. 502 vd. Prof. Dr. Fikret Eren, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, C.I, Ankara 1987 s. 355 vd; Dr. Seyfullah Edis, Medeni Hukuka Giriş ve Başlangıç Hükümleri, Ankara 1983, s. 154).
Tapu kütüğünde tescil yapılmadan, şekil yokluğunu ileri sürme, hakkın kötüye kullanılması sayılamaz.
İsviçre Federal Mahkemesinin uygulaması da aynı doğrultudadır.
(Bkz. Prof. Dr. Haluk Tandoğan, Borçlar Hukuku Özel Borç İlişkileri Cilt 1/1, Ankara 1985 Sh. 237-238; Le Journal des tribunaux 15/2/1987, No: 3, S. 70-78)
Ord. Prof. Dr. Andreas B.Schwarz’ın da ifade ettikleri gibi, Medeni Kanunun 2. maddesinin tatbikinde çok ihtiyatlı ve basiretli olmak icabeder… Hüsnüniyet ve hakkın suistimali kat’i surette tarifi mümkün olan mefhumlar olmayıp, müphem ve geniş bir mahiyet arzeden mefhumlardır. Roma hukukunun doğumundan beri geçen ikibin seneden fazla bir zamandaki tekamülün neticesi olarak bugünkü kanunlarda ifadesini bulan bütün rasyonel hususi hukukun manası hukuki meseleleri sarih olmayan hakkaniyet hisleriyle değil, kat’i ve açık prensiplerle halletmektir… Sadece hüsnüniyet ve hakkın suistimaline dayanan bir hukuk tatbikatı bu hedefi tehlikeye koyar (Bkz. Schwarz, Medeni Hukuka Giriş, s. 197-198; Oğuzman Medeni Hukuk Dersleri, Giriş-Kaynaklar-Genel Kavramlar, İstanbul 1975 Sh. 184 dipn. 80).
İçtihadı Birleştirmeye konu olan olaylarda, -şekil, kamu düzeni düşüncesiyle kabul edildiği halde-, şekil yokluğu, -(şekil eksikliği değil)-, söz konusudur. Bu gibi hallerde şekil yokluğunu ileri sürmenin, hakkın kötüye kullanılması sayılmayacağı, bilimsel incelemelerde de dile getirilmiştir. (Bkz. Prof. Dr. Fevzi Necmettin Feyzioğlu, Medeni Kanunun 50. Yıldönümünde Hakların Kötüye Kullanılması, Medeni Kanun 50. Yıl Sempozyumu, İstanbul 1978 s. 183; Edis, age; s.355)
İçtihadı Birleştirmeye konu olan olaylarda, kamu düzeni, şekil yokluğu ile butlan ve 3402 Sayılı Kadastro Kanunundaki özel hüküm hep birlikte bir arada bulunmaktadır. Medeni Kanunun 2. maddesinin bu hallerde uygulanması olanaklı değildir.
Yargıtay butlan bakımından görüşünü 22/11/1944 gün, 27/32 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının sonuç kısmının son paragrafında “Batıl olan bir aktin, alıcının hüsnüniyeti yahut satıcının sebepsiz sözünden dönerek ahlâk kaidelerine muhalif hareketi ile sıhhate inkılap etmeyeceği, malum bir keyfiyettir” diyerek açıkca belirtmiştir. (Bu içtihadı birleştirme kararının sadece tapusuz taşınmazlarla ilgili kısmı 9/10/1946 gün, 6/12 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararıyla yürürlükten kalkmıştır).
Nitekim İsviçre Federal Mahkemesi de çok yeni bir kararında aynı ilkeyi dile getirmiştir (Bkz. JdT: 15/2/1987 No: 3, s. 70-78, İsT: Barosu Dergisi Sayı 1987/7, 8, 9, Sh. 579). Bu kararda da belirtildiği gibi “şekil eksikliğini re’sen gözönüne alınacak bir butlan sebebi saymak ve bundan sonra Medeni Kanunun 2. maddesinin 2. fıkrasındaki yasak nedeniyle bu geçersizliği ortadan kaldırmak, mantıki de gelmemektedir..”
Ayrıca şekle aykırılığın ileri sürülmesinin hakkın kötüye kullanılması teşkil ettiği açık olmayan, sınırda bulunan durumlarda da, M.K:nun 2. maddesinin uygulama olanağı yoktur. Nitekim bu içtihadı birleştirmede oylar ilk müzakerede 45’e karşı 46 Medeni Kanunun 2. maddesi uygulanabilir, ikinci müzakeresinde 44 oya karşı 45 uygulanamaz, son müzakerede ise 44’e karşı 45 uygulanır olarak gerçekleşmiştir. Diğer deyişle sonuç Yargıtay Büyük Genel Kurulunun Kompozisyonuna göre bir oyla değişmektedir.
Kanımızca, bu içtihadı birleştirmenin eleştiriye açık yönlerinden biri de uygulamada doğuracağı sakıncaları gözönünde bulundurmamış olmasıdır.
Bu içtihadı birleştirmeyle; birbirine bitişik iki araziden “kat mülkiyeti kanununa tabi olarak yapımına başlanılan taşınmazdan bağımsız bölüm satın almaya ilişkin olanda” bu içtihat; fakat buna bitişik olan kat mülkiyeti kanununa tabi olarak yapımına başlanılmış bir faaliyet bulunmayan taşınmazdan bir bölümünün mülkiyetin devrini amaçlayan sözleşmelerde ise, Türk Medeni Kanununun yürürlükteki hükümleri uygulanacaktır. Böylece iki bitişik taşınmaz farklı hükümlere tabi tutulacaktır. Bu sonucu Anayasa’nın 10. maddesindeki eşitlik ilkesiyle bağdaştırmak ve ayrı hükümlerin uygulanmasını bu iki taşınmaz maliklerine ve bu taşınmazlarla ilgili mülkiyetin naklini amaçlayan sözleşme yapmış kişilere izah edebilmekte mümkün değildir. Getirilen bu ayrıcalık kanımızca isabetli olmamıştır.
Bu içihadı birleştirme kararıyla sadece Medeni Kanun hükümlerine tabi taşınmazlar bakımından değil, 3402 Sayılı Kanuna tabi taşınmazlar bakımından da farklı uygulama getirilmektedir. Yeterli kültür ve eğitim hizmetlerini götüremediğimiz kişilerden harici satışların hukuki sonuç doğurması için 3402 Sayılı Kanun m. 13/B-b hükmü gereğince 10 yıllık zilyetlik koşulu arancak, bu taşınmaza bitişik fakat İçtihadı Birleştirme kapsamına giren taşınmaz malikleri bakımından ise bu şart aranmadan harici satın almalara hukuki değer tanınacaktır. Bu sonucu paylaşmak mümkün değildir.
Bu içtihadı birleştirme kararı Medeni Kanunun 931 ve 917. maddelerinin uygulanmaları bakımından da büyük uyuşmazlıklara neden olacaktır. Medeni Kanun Eşya Hukukuna hâkim olan prensipler büyük ölçüde değiştirilmiş olmaktadır.
Bu içtihadı birleştirme sadece Türk Medeni Kanunu hükümleri bakımından değil, diğer hukuk dalları bakımından da sakıncalı sonuçlar doğuracaktır.
Yabancı uyrukluların Türkiye’de taşınmaz edinmeleri bazı sınırlamalara tabi tutulmuştur. Bu içtihadı birleştirmeyle tapulu taşınmazların resmi senetle satışına büyük bir istisna getirildiğinden, yabancıların taşınmaz edinmeleri yeterince takip edilemeyecektir.
Diğer yandan Türk Parasının kıymetini koruma hakkındaki 21/6/1984 tarih ve 30 sayılı karar gereğince yabancı uyruklulara ait taşınmazların satış paralarının bloke edilmesine ilişkin hükümlerin uygulanması da büyük ölçüde tehlikeye girmiştir.
İçtihadı birleştirmeyle varılan sonuç vergi hukuku bakımından, vergi mükelleflerini tesbit konusunda büyük karışıklığa neden olacaktır. Bugün uygulamada vergi mükelleflerini tesbit bakımından tapu kayıtlarından büyük ölçüde yararlanılıyordu. Örneğin iki taşınmazı olan bir kişi, vergi beyanında bulunmadıysa, birisinde kendisinin ikamet ettiği, diğerinden gelir sağladığı varsayımından hareketle vergi daireleri gerçeği arama durumuna gidebiliyorlardı. Bu içtihad bu imkanı da büyük ölçüde engellemiş olacaktır.
Bu içtihadı birleştirme ayırca İcra Hukuku bakımından da tereddütlere ve ihtilaflara sebebiyet verecektir. Bu içtihadı birleştirme kararı, çoğunluğun görüşünün aksine, kanımızca, hakkaniyete uygun sonuçlar doğurmayacak, bilakis bugün günlük basına dahi yansıyan bir dairenin birden fazla kişiye satılması imkanını, daha da kolaylaştıracaktır. Mülkiyetin devrini amaçlayan sözleşmelerin resmi şekilde yapılması yasal zorunluluğuna rağmen bugün uygulamada görülen harici satışlar, daha da artma istidadı gösterecek, aktin resmi şekilde yapılmasını zorunlu kılmayan bu içtihat olumsuz etki yapacaktır. Nasıl ki haricen yapılan evlenmenin müşterek çocuklar meydana gelse dahi, geçerli bir evlilik olarak nüfusa tescili dava yoluyla ileri sürülemezse ve harici evliliğin geçersiz olduğunu ileri sürmek kötü niyetli bir davranış, hakkın suistimali olarak nitelendirilemezse, içtihadı birleştirmeye konu olan olayda da tapu kütüğüne tescil yapılmış bulunmadıkça, diğer ifadeyle ifa yerine getirilmedikçe, akdin şekil noksanlığıyla geçersiz, mutlak butlan ile hükümsüz olduğunu ileri sürmek, hakkın kötüye kullanılmasını oluşturmaz ve böyle bir geçersiz akde dayanılarak Medeni Kanunun 642. maddesi gereğince ifa (tescili talep etme) davası açılamaz.
2918 Sayılı Karayolları Trafik Kanununun 20. maddesinin 2/d bendiyle trafik araçları için dahi Noterlerce satış akdinin düzenlenmesi hükmü getirilirken içtihadı birleştirme kapsamına giren taşınmazlar için harici satışa geçerlilik tanınması kanımızca doğru olmamıştır. Ayrıca, durumun gereklerine göre kendisinden beklenen özeni göstermeyen kişinin iyiniyet iddiasında bulunamıyacağını da gözden uzak tutmamak gerekir. (MK:m.3.f.2).
Bu içtihadı birleştirme kararı, kanımızca kendi içinde de yeterince net değildir. Uzun sürenin niteliği, zamana, mekana ve kişiden kişiye değişik olacak, hukukun önemli unsurlarından biri olan istikrarın gerçekleşmesi de, tehlikeye düşecektir.
Her ne kadar içtihadı birleştirme müzakerelerinde dile getirilmediyse de, M.K:nun 633. maddesinde bazı istisnai (ayrık) hallerde tescilden evvel dahi malik olma olanağının tanındığından bahisle, bunu örnek göstererek içtihadı birleştirme kararında varılan sonucun doğru olduğunu söylemek, önceden ifade edelim ki, gerçekçi ve hukuksal olmayacak, yukarda belirtilen tehlikeleri ve sakıncaları ortadan kaldırmayacaktır.
Bütün bu nedenlerle saygıdeğer çoğunluğun görüşüne iştirak edemiyor ve içtihadı birleştirme kararında varılan sonucu paylaşamıyorum.
Turgut UYGUR Yargıtay 4. Hukuk Dairesi Başkan
Karşı Oy Yazısı
1 – USULE İLİŞKİN KARŞI GÖRÜŞÜM: Ön koşul olarak, kesin sınırlar çizmek suretiyle şu olayda “Dürüstlük Kuralları” uygulanabilir veya uygulanamaz şeklinde yanlış yoldan hareketle, M.K: 2 nci maddesinin uygulama alanını kısıtlamak yasanın özüne ve sözüne aykırıdır. En önemlisi İçtihatların birleştirilmesi kararıyla çözüm şekli tehlikeli bir tutum ve yöntemdir.
Hayatın sonsuz tezahürleri vardır. Hiçbir zaman ferdi ve sosyal olaylar tam olarak birbirine benzerlik göstermemişlerdir. Her olay kendine özgü koşulları içinde oluşur ve gelişir. Muhakkak diğer olaylardan ayrılık gösteren saik ve amaçları vardır. Hüsnüniyet ve hakkın suistimali, kesin surette tarifi mümkün olan kavramlar olmayıp müphem ve geniş mahiyet arzeden kavramlardır. Bu nedenlerle, dürüstlük kurallarının uygulanmasında peşinen kesin sınırlar çizmek maddeten imkansızdır, zamana, insana göre değişir. Rölatiftir. Şekil eksikliğini ileri sürmek iyi niyetle hareket etmenin sadece bir görüntüsüdür.
İyiniyet veya kötü niyetin varlığı veya yokluğu (M.K:Md.2 nin uygulanmasının gerekli olup olmadığı) her olayın kendine özgü oluşan koşul ve özelliklerine göre tesbit edilecektir. Bu nedenle henüz nasıl oluşacağını bilmemiz ve kestirmemiz maddeten mümkün olmayan bir olay esas alınıp ve bu olaydan yola çıkarak, M.K: 2 nci maddesinin uygulanmasının mümkün olup olmadığını ön hükümle kararlaştırmak imkansızlığı açıktır. Bunu, hakim, önüne gelen olayın özelliklerini, delillerini değerlendirerek çözümleyecektir, denildiğinde; Tevhidi İçtihattan amaçlanan yarar ne olacaktır? Bu durumda Tevhidi İçtihada gerek olmadığını kabul etmek daha isabetli bir karar olur. Gerçekten de böyle bir noktadan hareket ettiğimizde her olaya bir tevhidi içtihat çözümü getirilmesi gibi, hukuk ve yargılama düzenine ve Tevhidi İçtihat müessesesinin amacına aykırı, çok sakıncalı bir kapı açmış olacağımızı da kabul etmek gerekir. Ayrıca anılan maddenin amaç ve görevini, kendine özgü yüce işlerliğini dondurmuş, bundan böyle tamiri güç bir yolu tercih ettiğimizi söylemek aşırılık olmayacaktır kanaatındayım.
Öte yandan 3/11/1980 gün 3/2 sayılı İçtihadı Birleştirme kararıyla Yüce Yargıtay bu konuya benzer bir konuyu incelemiş ve sonuçta; “Objektif iyiniyet kuralının uygulanmasında kesin sınırlar koymaya imkan olmadığından ve her olayın özelliği nazara alınıp durumun değerlendirilmesi gerektiğinden uygulamaya ilişkin bu çelişkinin İçtihadı Birleştirme yolu ile giderilmesine yer olmadığına….” karar verilmiştir. 3/11/1980 gün ve 3/2 sayılı bu tevhidi içtihat kararıyla hukuka uygun isabetli bir karar verilmişkin, şimdi bunun tam tersi bir karar ittihaz olunmuştur. Bu çelişki kamunun hukuka ve yargı erkine karşı güvenini sarsar. Bu nedenlerle, içtihat aykırılığının, Tevhidi İçtihat Kararıyla giderilmesine yer olmadığına karar verilmesi gerekirdi görüşündeyim.
2 – ESASA İLİŞKİN KARŞI GÖRÜŞÜM: a) Medeni Kanunun 2 nci maddesindeki dürüstlük (objektif hüsnüniyet) kuralı ancak KANUNDA ya da İLMİ ve KAZAİ İÇTİHATLARDA özel bir kural bulunmadığı takdirde uygulanabilir. Buna dürüstlük kuralının “İKİNCİLİĞİ” (Taliliği prensibi) adı verilir. Anılan madde yasa koyucunun bir kural koymadığı alanlarda uygulanabilir. (Prof.Dr. Merz “Bernşerhi” 1962 Cilt I Sh.239, N.49 Prof.Dr. İsmet Sungurbey Medeni Hukuk Sorunları Cild V 1984 İstanbul Sh.435) Dürüstlük Kuralı, bu konu ile ilgili özel kanun hükümlerinin uygulanmasını tamamen ortadan kaldırmamaktadır.
Özel kanun hükümleri objektif, gerçek anlam ve değerlerini korurken, tamemen ihmal edilerek, doğrudan doğruya dürüstlük kuralına dayanılması genel hükmün özel hükme tercih edilmesi gibi hukuki bakımdan sakınca meydana getirecektir. Bunu gidermek için dürüstlük kuralının özel kanun alanında ancak bu hükümle bağdaşabildiği ölçüde kullanılması yönüne gidilmelidir. (Schwarz Sh.40; Oğuzman Medeni Hukuk dersleri (giriş); Kaynaklar, Temel Kurumlar 2. Bası İsT: 1975. Sh. 184, BGE 87, 11, 147; BGE 95, 11, 109; Prof.Dr. Bülent Köprülü Medeni Hukuk İsT: 1979 Sh.134, 135). J.W. Hedemann; “Umumi Kaidelere Kaçış hukuk ve devlet için tehlike” adlı yazısında: Yargı kararlarının hukuki uyuşmazlık ve sorunları sadece umumi kaidelere (objektif hüsnüniyet, hakkın suistimali ahlak, âmme intizamı vs.) yollama yapmak suretiyle çözümlemeye alışılmasından doğan tehlikelere dikkat çekerek, bu şekilde çözümleme kolaylığına uyulursa, hukuk ilmi ve hukuki emniyetin ortadan kalkacağını önemle ifade etmektedir. (Ord.Prof.Dr. Andreas B.Schwarz, Borçlar Hukuk dersleri I cild. İstanbul 1948, Çeviren Doç.Dr. Bülend Davran Sh. 324 Not 27. Sungurbey Age, Sh. 436)
Yine Schwarz, (Medeni Hukuka giriş, Çeviren, Dr.H. Veldet İstanbul 1946 Sh.203/204 eserinde “M.K: 2 nci maddesinin uygulanmasında çok ihtiyatlı ve basiretli olmak icab eder. Bu genel hükümleri sık sık uygulamak, yani hukuki meselelerin hallini bunlara dayandırmak, tehlikeli bir temayüldür. Bu yanlış bir hukuki metoddur; zira her hukuki meseleyi, şu keyfiyet hüsnüniyet kaidesi gereğindedir, bu keyfiyet hüsnüniyete karşıdır, şunu talep etmek bir hakkın suistimalidir, diyerek, basit, kolay ve müphem bir takım hakkaniyet duygularıyla çözümlemek tabiatıyla çok mümkündür. Çünkü nihayet hukuken doğru her çözüm şekli hüsnüniyete uygun olmak zorundadır ve her haksızlıkda bir hakkın kötüye kullanılması olarak nitelendirilebilir. Fakat her zaman bu bakımdan hareket edilecek olursa, bundan hukuki kat’iyyetsizlik ve emniyetsizlik doğar, zira hüsnüniyet ve hakkın kötüye kullanılması, kat’i surette tarifi mümkün olan mefhumlar olmayıp müphem ve geniş bir mahiyet arz eden mefhumlardır. Roma hukukunun doğumundan beri geçen ikibin seneden fazla bir zamandaki gelişmenin neticesi olarak bugünkü kanunlarda ifadesini bulan bütün rasyonel özel hukukun manası, hukuki mes’eleleri sarih olmıyan hakkaniyet duygularıyla değil, kesin ve açık kurallarla çözümlemektir. Sadece hüsnüniyet ve hakkın suistimaline dayanan bir hukuk tatbikatı, bu hedefi tehlikeye koyar, işbu iki esasın önemi çok büyüktür; fakat hukuki mes’elelerin halline bunlarla başlamayıp, her mes’eleye ona taallük eden özel hükmü uygulamak ve bu umumi kaideleride fevkalade zaruri olan hallerde sırf itmam ve tashih edici bir şekilde uygulamak lazımdır” Dr.Karl Lorenz de (Borçlar Hukuku Ders kitabı) adlı eserinde yukarıda adı geçen yazarları şu sözlerle doğrulamaktadır.
“Hukuka yeni başlayanlar Alman Medeni Kanunu” 242’ye (Türk Medeni Kanunu 2. maddesi) dayanarak Kanunun özenle gözönünde tutulması ve derinlemesine düşünme çabasından kaçınmak ve çabucak hakkaniyet hükümleri vermek tehlikesine karşı ne kadar uyarılsa azdır. (Sungurbey Medeni Hukuk Sorunları CilT: II. İstanbul 1974 Sh. 123, Cilt V Sh. 438). Yine İsviçre-Türk Hukukunda tam bir görüş birliğiyle belirtildiği üzere M.K: 2/2’sındaki hakkın kötüye kullanılması yasağının ikinci derecede ve düzeltici bir görevi vardır. Kanunun doğrudan ya da kıyasen uygulanması mümkün ve gerekli olan kural ve ilkeleri; hakkın kötüye kullanılması yasağından söz edilerek ortadan kaldırılamaz (Prof.Dr. Seyfullah Edis, Medeni Hukuka giriş ve başlangıç hükümleri Ankara 1979 Sh.322, Dr. Zahit İmre Medeni Hukuka giriş, 3. Bası İstanbul 1980 Sh.307)
- b) Şimdi bu anlatımlardan sonra Tevhidi İçtihat konumuzla ilgili Kanunda ya da ilmi ve kazai içtihatlardaki özel kuralları açıklamaya sıra gelmiştir: Taşınmaz mülkiyetini nakil borcu doğuran sözleşmeler resmi biçimde yapılmış bulunmadıkça geçerli olamazlar (MK: Md. 634, BK: Md.213 Tapu Kanunu Md. 26, Noterlik Kanunu Md. 60/3; 89) MK:nun 634. maddesinin birinci cümlesinde, öngörülen şekil tarafların irade beyanlarının devletçe görevlendirilen resmi bir memur tarafından yazılı olarak tesbiti, düzenleme ve belgelenmesidir.
22/11/1934 T: ve 2644 sayılı Tapu Kanununun 26 ncı maddesiyle “mülkiyete, mülkiyetin gayri ayni haklara… mütedair resmi senetlerin tapu sicil muhafızları veya memurları tarafından tanzim” edileceği açıkca belirtilmiştir.
B.K: Md.11/2’ye göre, Kanunun öngördüğü bir şeklin kapsamı ve sonuçları için başkaca bir hüküm konulmamışsa, bu şekle uyulmadıkça akit geçerli olmaz. Geçerlik şartı olarak kanunda öngörülen şekle “Kanuni şekil” denir.
Tapu sicil muhafızı veya memuru önünde, Kanunun öngördüğü şekilde yapılmayan her türlü taşınmaz mal satışına “Harici Satış” adı verilir.Hukuken geçersizdir. Buradaki geçersizlik butlan hükmüne tabidir. Batıl bir akit başlangıçtan itibaren geçersiz bir hukuki muamele olup, hiç bir zaman geçerlilik kazanamıyacağı gibi, hiçbir hukuki sonuç da doğurmaz.
Bu nedenle butlan zamanla ortadan kalkmaz, tarafların icazet ve onamı ile veya edimlerin ifası ile sıhhat kazanamaz. Butlan sebebi ilerde ortadan kalksa bile sonuç değişmez. Kanun butlan müeyyidesini ilke olarak kamu yararı gerekçesiyle düzenlemiştir. Bu nedenle hakim butlanı doğrudan doğruya gözönünde tutmak zorundadır. Butlan geçersizlik sonuçlarını kendiliğinden doğurduğundan bir akdin butlanını dava etmeyede gerek yoktur. Batıl bir akit başlangıçtan beri hiç bir hukuki sonuç doğurmaz. Kanunda öngörülen şekil şartı buyurucu nitelikte olduğu için taraflar anlaşarak bunu bertaraf edemezler. Böyle bir sözleşmeyi ifadan kaçınmak kural olarak ahlaka aykırılık teşkil etmez. Batıl bir akde dayanarak edimini ifa eden borçlu, bu edim geçerli bir hukuki sebebe dayanmadığı için ancak, yerine göre ya mülkiyet (istihkak) davasıyla (MK: Md. 618, 939) veya sebepsiz zenginleşme davasıyla (BK: Md. 61 vd.) verdiğini geri isteyebilir. (10/7/1940 gün 2/77; 26/5/1954 gün ve 8/18 ve 12/4/1944 gün ve 14/13 sayılı Yargıtay Tevhidi İçtihat Kararları, Andreas Vontuhr Borçlar Hukukunun Umumi Kısmı cild I 1952 Çeviren Avukat Cevat Edaze sh. 234, 235 vd; Oser/Schönenberger: Borçlar Hukuku Recai Seçkin Çevirimi, Becker, İsviçre Borçlar Kanunu şerhi, İsviçre Borçlar Kanunu şerhi genel hükümler Dr. Kemal Recioğlu Çevirimi). Anılan Tevhidi İçtihatlardan 10/7/1940 gün 2/77 Sayılı olanın “Harici taşınmaz mal satımında” alıcı ve satıcının hak ve borçlarını ve bu satımın hukuki niteliğini açıkça tesbit etmiş olması açısından özet olarak buraya almakta yarar görüyorum.
“Haricen taşınmaz satılıpta bedeli satana ve taşınmaz da alana teslim ve bu suretle taşınmaz alanın intifaına (kullanımına) terk edildiği ve sonradan bunlardan biri ferağdan veya teferruğdan imtina ettiği takdirde muteber olmıyan bu satım zımnında her iki taraf verdiği istirdada hakkı vardır. Ancak, alıcı satış bedelinin iadesine kadar taşınmazı işgal edebilir ve bu yüzden kendisinden semereleri tazmin veya ecrimisil istenemez”
7/10/1953 gün 8/7 sayılı Tevhidi İçtihat Kararıda bunu ve diğerlerini doğrulamakta olup yıllarca Yargıtay Genel Kurul ve hukuk daireleri temel bu ilkelerden ayrılmaksızın uyuşmazlıkları çözmüşlerdir.
- c) Bir ayni hak olan mülkiyet ile sınırlı ayni hakların kazanılması sebebe bağlı (İLLİ)’dir. (MK:Md.932;933):
Taşınmaz mülkiyetini geçirme borcunun hukuken geçerli ifası tapuda yapılan bir tescil işlemi ile ancak yerine getirilmiş olur. Türk-İsviçre hukukunda bazı istisnai hükümler ayrık tutulduğunda (BK:Md.238/1; MK:Md.611) ifanın sakat bir işleme sıhhat kazandıracağına ilişkin bir hüküm mevcut değildir. Yargıtay ve federal mahkeme kararlarının kabulüde bu şekildedir. Tapuda tescil işlemi dışında ifa hareketlerine girişilmesi, örneğin; tevhidi içtihatın konusunda olduğu gibi “Kat mülkiyetine tabi olarak yapımına başlanılan binanın bağımsız bir bölümünün tamamlanarak alıcıya teslim edilmesi, alıcınında satış bedelini ödemesi” şeklinde belirecek maddi olgular az yukarda açıklandığı üzere Hukuki anlamda “İFA” olarak kabul edilemiyecektir.
Hukuken korunmaya değer bir ifa söz konusu olmadığı için, ayni hakların resmi şekille ilgili açık hükümleri karşısında, hakkın kötüye kullanılmasını önlemek için dahi olsa diğer taraf tescile zorlanamaz.
Zira, Medeni Kanunun 2 nci maddesi hak ve borcun varolduğu hallerde bunların kullanılması ve yerine getirilmesinde uygulanacak kuralı göstermiştir. Öncelikle davacı isteminde haklı olmalıdır ki iyi niyet ve kötüniyet tartışma konusu edilebilsin.
Sayın çoğunluk; “İFANIN” hukuki tanımında yanılgıya düşerek hareket ettiği için yanlış sonuca kavuşmuş bulunmaktadır.
M.K:nunun 2 nci maddesi Ancak Hukuken geçerli bir ifanın vucut bulması halinde devreye girebilir.
Şöyle ki: “Haricen satışlarda” Satılan taşınmazın mülkiyeti tescile dayanak olmıyacağından alacaklıya intikal etmez. Çünkü şekil şartına uyulmadan yapılmış böyle bir satış akdine dayanılarak mülkiyet hakkı alacaklı namına tescil edilemez. Alıcı MK:Md.642/I’e göre satıcıya karış, tescile zorlama davası açamaz. Bununla birlikte istisnaen de olsa, satıcı, geçerli olmayan böyle bir satış akdine dayanarak tescil talebinde bulunmuş ve Tapu Sicil Muhafızı veya memuru tarafından da her nasılsa tescil yapılmış, her iki tarafda edimlerini yerine getirmiş ve bundan sonrada aradan uzun bir süre geçmişse artık satıcı şekle aykırılık nedeni ile akdin geçersizliğini ileri sürmesi hakkın kötüye kullanılmasını teşkil eder ve yolsuz tescil geçerliğini korur. İşte ancak bu durumda M.K:nunun 2 nci maddesi devreye girme imkanına sahip olabilecektir. Yolsuz tescilin tabi olduğu iptal hükümlerini tamamlayıcı ve düzeltici fonksiyonuyla ifa edecektir. Diğer bir ifadeyle M.K: Md. 2. sayesinde işleme daha müsamahalı gözle bırakılarak şekil eksikliğinden doğan butlan tedavi edilmiş olacaktır.
(Akipek Türk Eşya Hukuku C II. Sh. 107; Oğuzman Seliçi Eşya Hukuku İstanbul 1975 Sh.286 Tandoğan Borçlar Hukuku Özel Borç ilişkileri, Ankara 1974 Sh. 176-177, İ.B.K: 10/7/1940 T: 2/77; İ.B.K: 5/7/1944 T: 12/26, İ.B.K: 30/4/1940, 47 K: H.G.K: 11/3/1953 T: 2/9, BGE 90 II. 154 JPT 1964) BGE 87 II 121 Vdt 1961 1560 H.G.K: 21/3/1986 14/541-257 BGE 104 II 99 = JPT 1979 I 16 ve BGE 90 II 21 = JDT 1964 I 528)
- d) Taşınmaz mülkiyetinin devri borcunu doğuran muamelelerin resmi şekle tabi tutulmasıyla güdülen amaçlar şu şekilde özetlenebilir:
Taşınmaz mallar taraflar kadar toplumuda ilgilendirir. Resmi şekil sadece tarafları çabuk kararlar almaya karşı korumaya ve onları resmi memurun, bir uzmanın önerilerini almaya yöneltmez; hukuki muamelenin konusunu açık olarak belirterek delillerin muhafazasını ve Hukuk güvenliğinide sağlar. İsbat yükü ve kolaylığı yönünden de kesin bir delil teşkil eder. Diğer bir ifadeyle şekil kuralı sayesinde tapu siciline yapılacak tescil işlemi için sıhhatlı ve güvenilir dayanak elde edilmiş olunur. Yasa koyucunun, resmi şekli öngörürken taraflar yanında, genel yararı muhafazaya yönelik yukarıda belirtilen hususları gözönüne aldığı bir gerçektir. (Akipek Türk Eşya Hukuku E:II Mülkiyet Ankara 1973 Sh. 104, Esmer mevzuatımızda gayri menkul hükümleri Ankara 1967 Sh. 267, İ.B.K: 15.7.1953 T: 817 K: Postacıoğlu gayri menkul ferağına ait akitlerde şekle riayet mecburiyeti İsT: 1945 Sh. 68 vd. Gürsoy, Eren, Cansel Türk Eşya Hukuku Ankara 1978 Sh. 504
İsviçre Federal Mahkemesi Kararı jdT: 15/2/1987 No: 3; S.70-78 Çev. Doç.Dr. Hasan Erman. İstanbul Barosu Dergisi 1987 Cilt 31 Sayı. 7,8,9.) Tapu Sicili, içerisine taşınmazların “Kayıt” olunduğu bir defter, bir sicildir. Bu defter içine, yazılı belli bir taşınmazın hukuki durumunu, fiziki ve geometrik özelliklerini gösterir. Bu deftere “Tapu kütüğü” adı verilir. Kütük MK:Md.7 anlamında Resmi bir belgedir. M.K:nunun 910. maddesi gereğince, tapu sicilindeki kayıtlar; bir taşınmazın ilk defa kütüğün bir sahifesine yazılmasına ve bu suretle belli bir arz parçasının hukuken ferdileştirilmesi ve tedavülü mümkün hale getirilmesini sağlar. Taşınmaz kavramı Tapu Siciline bağlıdır. Sicile bakılarak tayin edilir. Her taşınmaz tapu sicili hukukuna tabidir. Tapu sicil hukukuna bağlı her şey taşınmaz maldır. Bu emredici bir hukuk kuralıdır. Bu suretle; Hukuki işlemler hakkında belirlilik, açıklık ve kamu güvenliği sağlanır. Taşınmaza ilişkin hukuki işlemler belli bir düzen ve disiplin içine alınmış olunmaktadır. Kamu otoritesinin sağlandığı bu güvenlik devamlılıktan toplum yarar görür. Demekki, Resmi şekil ile tapu sicili düzeninde kamu yararının varlığının kabulü zorunludur.
Sayın çoğunluğun, bu açıklığı kabul etmeyerek resmi biçimin sadece tarafları koruyacağını benimsemesi, harici satımlara geçerlik izafe ederek, Tapu sicil düzenini kısmende olsa ortadan kaldırmasına katılmak mümkün değildir. Belirtilen toplum yararı örselenmiştir. Bunun sonucunda toplumun sayısız ihtilaf ve kargaşalıklara maruz kalacağını söylemek yerinde olacaktır.
- e) Tevhidi İçtihadın şimdilik akla gelebilen diğer olumsuz Etki ve Çelişkileri:
– 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13/b maddesi “Harici Satım”a hukuki geçerlik tanırken, tapu dışı yapılan iktisap tarihinden itibaren en az 10 yılın geçmesini ön koşul olarak aramaktadır. Bu ilke bundan evvelki kanunlarda da mevcut idi ve yıllardır mahkemelerde uygulana gelmiştir.
Bir tasfiye kanunu olarak taşınmazları bir an evvel tapuya bağlanıp hukuki durumlarını tesbit etmek çabasında olan anılan kadastro kanunu dahi “Harici Satımların” hukuki geçerlik kazanmalarını 10 yıllık süre koşuluna dayandırma ihtiyacını duymuştur. Halbuki biz, Tasfiye kanunlarında güdülen amaçlara benzer bir ihtiyaç ve gerek de olmadığı halde mer’i kanun ve hükümlerin (MK:Md.634, BK:Md.213, Tapu K:Md. 26, Noterlik Kanunu Md.89) amaç ve sözleri dışında “uzun süre ” adı altında, herkese göre değişebilen, belirsiz keyfiliğe yol açabilecek bir unsuru kabul ederek “Harici Satım’a Hukuki geçerlik kazandırmamız hiçbir suretle kabul edilemez. Öte yandan neden sadece kat mülkiyetine tabi olarak inşaatına başlanılan taşınmazdan bağımsız bölüm alan kişilerin haklarının korunmasında ısrar edildiğini anlamakta güçtür. Gerçektende Belediye hudutları içinde İmar Kanununa tabi daire satın alan kişinin iktisabı harici sözleşme ile geçerli olacak, hemen bunun bitişiğinde, her nasılsa imar sınırı dışında kalmış daireyi, tüm borçlarını eda ederek satın alan kişinin harici satım akdi geçersiz kabul edilecektir.
Bunun yanında, köylerde tarla satınalan veya zilyet olan köylü vatandaşın durumu da aynı adaletsizlik içinde mütalaa edilecektir. Bu ayrıcalığın izahı mümkün değildir. Ya tamamen, resmi şekil hukuk ve düzenini kaldıracaksınız veya ayrıcalık getirmiyeceksiniz. Bunun başka türlü telifi yapılamaz. Kaldı ki yarın kat mülkiyetine tabi olmıyan (şehirde imar dışında kalan veya köylerdeki tarla gibi taşınmazlar) fakat Tevhidi İçtihadın diğer koşullarına tamamen uygun düşen bir taşınmaz mala ilişkin uyuşmazlık önümüze geldiğinde, M.K:nunun 2. maddesini uygulamamak için hangi makûl, mantıki hukuki bir nedene dayanacağımızı bulamıyorum. Her halde, bu haktan (MK:Md.2) yararlanması gereken taşınmaz mal, kat mülkiyetine tabidir; sizinki tabi olmadığı için yararlanamıyacaksınız gibi hukuk ve adalet dışı cevap verileceği düşünülmemelidir.
Örneklerle açıkladığım üzere; köydeki tarlalar; şehirlerde İmar Kanununa tabi olan veya olmıyan taşınmaz mallar arasında mülk edinme şartlarında ayrım getiren, adaletsiz sonuçlar doğuran ve böylece Anayasamızın 10 uncu maddesinde anlamını bulan “Kanun önünde Eşitlik” ilkesine ters düşen karara katılamıyorum.
Gerçekten de “Herkesin Kanunlar önünde eşitliği” şeklinde Anayasının 10 uncu maddesinde hükme bağlanan Temel Haklar ihlal edilmiş bulunmaktadır.
– Yasama, yargı ve yürütme organlarının yıllardır süre gelen ortaklaşa çabası Yurdun tüm taşınmazlarını tapu güvenliğine almak olmuştur. Bu nedenle Tapulama Kanunları çıkartılmıştır. Amaç taşınmazları Harita ve Tapuya bağlayarak hukuki Emniyet ve düzenin bir an evvel sağlanmasıdır. Bu cümleden olarak, daha çok yeni (21/6/1987 tarihli) 3402 sayılı Kadastro Kanununun 1 nci maddesine bakmak, Tapu Sicili düzenlemesine yasa koyucunun verdiği önemi belirtmek açısından yeterlidir.
3402 S.K: Md.1 “Bu Kanunun amacı, memleketin Kadastral, Topoğrafik haritasına dayalı olarak taşınmaz malların sınırlarını arazi ve harita üzerinde belirterek hukuki durumlarını tesbit etmek ve bu suretle Türk Medeni Kanununun öngördüğü Tapu Sicilini kurmaktır. Harici satışın benimsenmesiyle yasa koyucunun tapu siciline verdiği önemin değeri kalmamaktadır. Bir taşınmazı satın almak isteyen vatandaşın taşınmazın gerçek güvenilir hukuki durumunu devlet teminatı altında bilmesi en doğal hakkıdır. Tevhidi İçtihatla getirilen yeni durum karşısında, vatandaş Tapu Sicili dışında neye güveneceğini bilmeyecek, Devletin garantisinden yoksun kalacaktır. Kötü niyetli kişilerin maksatlı davranışlarına yol açılacaktır. Ayrıca tapu sicilin ispat hukukuna sağladığı yararlar kaldırılmış olacak, yargılamada güçlükler ve uyuşmazlıklar daha çok artacaktır.
– Vatandaş Tapuya müracaat etmekle etmemek arasında bir fark ve yarar görmeyeceği için vergi ve Harçlardan Kaçınma yolunu seçecek bundan da devlet zarar görecektir.
– Yıllardır araçların harici satışından doğan uyuşmazlıkların getirdiği zararları yargı organları çok iyi bilmektedir. Yasa koyucu 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun 20. maddesi ile Araç Satışlarını Resmi şekle bağlamış bu alanda hukuki güveni kurarak uyuşmazlıklara son vermiştir. Yine aynı amaçla 634 sayılı Kat Mülkiyeti Yasası da Resmi şekil şartını önermektedir. Tüm bunlara karşın taşınmaz satışlarında resmi şekil dışında bir şekil yaratmak yanmış bir yorumdur.
Birde çarpıcı örnek vermek istiyorum. Kat mülkiyetine tabi bir taşınmazın Müteahhidi birden fazla kişilere, aynı daireyi harici satım sözleşmesi ile aynı günde satabilir. Alıcılarda müteahhidin bu davranışını bilmeden daireyi satın almış olabilirler. Bu durumda hangi alıcının hakları korunacaktır? Tevhide içtihada göre müteahhitten daireyi teslimalanın hakları hukuken korunacaktır. İşte bu durumda, alıcıların kötü niyetli müteahhidin tek taraflı iradesine mahküm edilecekleri açıkca söylenebilir. Belkide alıcı, müteahhidin sözleşme dışı para tekliflerin kabul zorunda kalacaktır. Zira haklılık için mühim olan müteahhidi memnun edip daireyi fiilen teslim almaktadır. Bunun gibi şimdiden tahmin edilmesi güç sayısız, hukuk dışı olaylarla karşılaşacağını kabul etmek gerekir. Tevhidi İçtihadın konusu ve şartları içinde bulunan alıcının durumuda değerlendirilmelidir. En azından satıcı ile gayri menkul satış vaadi sözleşmesi yapma olanağına sahip iken ve bu konuda kendisinden beklenen ihtimamı göstermeden tapulu taşınmazı haricen almayı yeğliyen kişinin iyi niyetinden söz edilemez. (MK:Md.3.)
– Tevhidi İçtihattaki maddi olgunun subutu halinde ve özellikle satıcının hareket tarzı sebebiyle BK:Md.41/II maddesi uyarınca zararın tazmini gündeme getirilebilir.
– Tevhidi İçtihat bir oy farkla cılız bir şekilde doğmuştur. Buna rağmen, üzüntüyle kaydetmek gerekirki az yukarda açıklanan Anayasa, Medeni, Borçlar, Tapu, Noterlik, Kat Mülkiyeti, Kadastro Kanunlarına, Tevhidi İçtihat ve Federal Mahkeme kararlarına, Hukukun ana temel kavram ve müesseselerine ilişkin çelişkili yaşamını az da olsa sürdürecektir.
Bu Tevhidi İçtihat ile münferit bir olayın (kat mülkiyetine tabi taşınmazların harici satımı) çözümüne çare ararken Hukuk düzenini, kanunların sistematiğini ve birbirleriyle olan insicamını bozduğumuzu kabul etmek zorundayız. Yarar sağlamaya çalışırken, zarar hasıl olmuştur. Temel hukuki müesseseler, Kurallar, Kanunlar, Sosyal, Ekonomik ve kültürel, tarihsel ve gelişim içinde zarar ve yararları görülüp tartışılarak kabul edilmiştir. Bunlar kolaylıkla ihmal edilemezler. Bu nitelikte açık ve seçik Kanun hükümleri, Yargıtay İçtihatları yürürlükte iken M.K:nunun 2. maddesi ile uyuşmazlıkları çözümlemeye girişmek, maddeyi her yere sokmak, çok tehlikelidir. Hukuk ilminin ve Hukuki Emniyetin ortadan kalkması bu tehlikenin başlıcalarındandır. Yüce Yargıtayın açık kanun hükümlerini bu çapta daraltabilmesinin üstün görülemiyeceği kanaatındayım. Bu nedenlerle Yüce Kurulun Sayın Çoğunluğunun görüşlerine katılamıyorum.
İsmet Arslan Yargıtay 13. Hukuk Dairesi Üyesi
Karşı Oy Yazısı Kat mülkiyetine tabi olmak üzere yapımına başlanan tapulu taşınmazdan resmi şekil şartına uyulmadan adi senetle veya sözlü olarak bağımsız bölüm satın alan ve satış bedelini tamamen ödeyen alıcının taşınmazı teslim aldıktan ve bir süre oturduktan sonra açtığı tescil davasına karşı satıcının, sözleşmenin resmi şekilde yapılmadığından dolayı geçersiz olduğunu ileri sürmesinin hakkın suistimali sayılıp sayılamıyacağı ve bağımsız bölümün alıcı adına tesciline karar verilip verilemiyeceği hususu içtihadı birleştirmenin konusunu teşkil etmektedir.
Tapulu taşınmazların yasada öngörülen resmi şekle uyulmadan yapılan satışının geçersiz olduğu, alıcının satış bedelini ödeyerek taşınmazı teslim almış ve bir süreden beri oturmuş olmasının sözleşmeyi geçerli hale getirmiyeceği; geçersiz sözleşmeye dayanılarak tescile karar verilemiyeceği yönleri uyuşmazlık konusu değildir. Ancak, Türk-İsviçre öğretisinde ve uygulamasında baskın olan görüşe göre, sözleşme resmi şekilde düzenlenirken taraflarca veya sözleşmeyi düzenleyen resmi memur tarafından meydana getirilen bir takım şekil eksikliklerine rağmen taraflar bu durumu bile bile serbest iradeleriyle edimlerini yerine getirmişlerse, yani alıcı satış bedelini ödemiş ve satıcı da tapuda ferağ vermiş ise artık bundan sonra tarafların şekil eksikliğini ileri sürerek tapunun iptalini istemelerinin Medeni Kanunun 2. maddesindeki objektif iyiniyet kuralı ile bağdaşmayacağı ve hakkın kötüye kullanılması sayılacağından böyle bir iddianın dinlenemiyeceği kabul edilmektedir. Bu durumda dahi her somut olayın özelliğine göre hâkimin şekil eksikliğine dayanmanın hakkın suistimali sayılıp sayılamıyacağını ayrıca değerlendirmesi gerekir denilmektedir. Görülüyor ki burada eksik de olsa resmî şekilde yapılmış bir sözleşme vardır ve tapuda tescil işlemi yapılmıştır. Oysa, İçtihadı Birleştirmeye konu olan olaylarda taraflar resmi memur önüne hiç gitmemişler ve tapuda tescil işlemi de yapılmamıştır. Bu durumda şekil eksikliği değil, şekil yokluğu söz konusudur ve sözleşmenin ifa edildiğinden de söz edilemez. Tapulu taşınmazların satışında sadece teslim ile sözleşme ifa edilmiş sayılamaz. İfa ancak tescil ile mümkündür. Öyle ise şekil yokluğu halinde yukarıdaki görüşe dayanılarak tescile karar verilmesi mümkün değildir. Aksi halde, tapulu taşınmazların satışında resmî şekil şartı tümüyle ortadan kaldırılmış olur. Esasen öğretide ve uygulamada şekil yokluğu halinde de Medeni Kanun’nun 2. maddesine dayanılarak tescile karar verilebileceği yolunda yerleşmiş bir görüş mevcut değildir.
İçtihadı birleştirmeye konu olan kat mülkiyetine tabi bağımsız bölüm satışlarında yukarıdaki ilkeden ayrılmak ve şekil yokluğuna rağmen Medeni Kanunun 2. maddesinde dayanılarak tescile karar vermek mümkünmüdür? Kat mülkiyeti olgusu böyle bir sapmayı haklı kılabilirmi?
Öteki taşınmazlarla kat mülkiyetine tabi taşınmazlar arasında satış yönünden bir ayırım yapılabilirmi? Kanunlarımızda taşınmazın cinsine göre herhangi bir ayırım yapılmamıştır. Bütün tapulu taşınmazların satışı aynı kurallara bağlanmıştır. Böyle bir ayırıma öğretide ve uygulamada da yer verilmemiştir. 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununda da satış konusunda Medeni Kanun hükümlerinden farklı hiç bir hüküm yer almamıştır. Buna karşın, içtihadı birleştirme görüşmeleri sırasında karşı görüş sahipleri, kat mülkiyetine tâbi bağımsız bölüm satışlarının öteki taşınmaz satışlarına nazaran uygulamada bir takım özellikler gösterdiğini, bu durumun gözönünde bulundurularak resmi şekil şartının burada katı bir şekilde uygulanamayacağını, aksi halde kötüye kullanılmasına göz yumulmuş olacağını, bu nedenle resmî şekle hiç uyulmamış olsa bile konu ile sınırlı bir içtihat konulması gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Oysa, ayrı birer özellik olarak ileri sürdükleri hususlar öteki taşınmaz satışlarında da söz konusu olabilecek olgulardır. Örneğin, satış bedelinin önceden ödenmesi ve bu para ile bir binanın inşa edilmesi ve taşınmazın teslim edilmesi, alıcının uzun bir süre oturması gibi hususlar kat mülkiyetine tabi olmayan öteki taşınmazların âdi satışlarında da söz konusu olabilir. Bina henüz yapılmadan topraktan veya temelden bağımsız bölüm satışları da gayrimenkul satışıdır ve resmi şekle tabidir. Satıcı olan müteahhit için o sırada tapu verilmesinin zorluğu sözleşmenin resmi şekilde yapılmasını imkansız kılmaz. İmkânsızlık varsa zatan sözleşme Borçlar Kanunu’nun 20. maddesi gereğince batıl olur. Taraflar noterde satış vaadi sözleşmesi yapabilecekleri gibi (24/4/1987 tarih ve 1978/3-4 sayılı İBK:), tapuda arsa hisse satışıda yapabilirler veya inşaata başlanmadan kat irtifakı kurulabileceğinden irtifak hakkı satışı için noterde veya tapuda işlem yapabilirler.
Görülüyor ki bu aşamada da resmi satış senedi veya satış vaadi senedi düzenlenmesi mümkündür ve yasal zorunluluktur. Alıcının sadece satıcıya güvenmiş olması veya satıcı tarafından kendisinde güven duygusu yaratılmış olması âdi satışa geçerlilik kazandırmaz. Çünkü bütün âdi satışlarda böyle bir güven vardır. Buna rağmen kanun resmî şekilde yapılmayan satış sözleşmelerini geçersiz saymıştır. Buradaki resmi şekil şartı sadece tarafların yararlarını korumak için değil; enaz onun kadar, hatta ondan daha çok kamu yararını ve kamu düzenini korumak için konulmuştur. Devletin, taşınmazları tapuya bağlaması ve tapulu taşınmazlar üzerindeki aynî hakların devrine resmi memur aracılığıyla katılması sadece tarafların çıkarlarını korumak için değildir. Devletin buradaki işlevi kamu düzenini ve kamu yararını korumak amacına yöneliktir. Onun için taraflar kendi arzuları ile resmi şekil şartından vazgeçemezler. Devlet kendisi için önem taşıyan resmi şekil şartına uyulmasının yaptırımını da göstermiş, bu durumda sözleşmenin geçersiz sayılacağını koyduğu yasa hükmü ile bildirmiştir. Görülüyorki resmi şekil şartının böyle bir çift bir işlevi vardır.
Resmî şekil şartına hiç uyulmamışsa, yani şekil yokluğu söz konusu ise, bu durumun ileri sürülmesi dürüstlüğe aykırı sayılsa ile sözleşme gene geçersiz olmaya devam eder ve tescile karar verilemez. Medeni Kanunun 2. maddesindeki iyiniyet kuralı şekli yokluğunu ortadan kaldırmaz ve resmi şekil yerine geçemez. Geçerli bir sözleşme kurulmadığı için sözleşmenin ifası da istenemez. Ancak satıcı, sözleşmeden önceki davranışları ile alıcıya, ileride geçerli bir sözleşme kurulacağı konusunda güven vermiş, onda güven duygusu uyandırmış fakat sonradan geçerli sözleşme kurulmasından kaçınmış ise, satıcının bu hareketi kusur sayılır ve alıcı bu yüzden uğradığı menfi zararlarını ödetilmesini isteyebilir. (Von Tuhr, Borçlar Hukuku Umumi Kısım, Cilt, 1-2, Cevat Edege çevirisi, Ankara 1983, Sh 232, Dip not: 27). Fakat geçerli bir sözleşme kurulmuş gibi ifa talebinde bulunamaz ve olumlu zararın ödetilmesini veya ifa menfaatini talep edemez.
Öte yandan uygulamada bu içtihadı birleştirme kararı bir takım karışıklıklara ve farklı uygulamalara yol açacak niteliktedir. Kat mülkiyetine tabi olmak üzere yapımına başlanan taşınmazda ileride kat irtifakı veya kat mülkiyeti kurulmazsa adi satış gene geçerli sayılacakmıdır? Sözleşmenin ifası nasıl sağlanacaktır? Hangi aşamada yapılan satışlar geçerli sayılacaktır? Bina inşa edilip bittikten sonra veya bitmek üzere iken yapılan satışlar da geçerli olacakmıdır?
Topraktan ve temelden bağımsız bölüm satın alanlarla daha sonraki aşamalarda bağımsız bölüm satın alanlar arasında içtihadı birleştirme kararının uygulanması yönünden bir fark olacakmıdır? Aynı binadan çeşitli aşamalarda ve çeşitli tarihlerde adi senetle bağımsız bölümler satın alanların farklı uygulamalara maruz kalmaları nasıl haklı gösterilebilecektir. Bütün bu sorunlara içtihadı birleştirme kararında bir çözüm getirilmemiştir.
Yukarıda açıklanan nedenlerle, resmi şekil yokluğu halinde tescile karar verilemiyeceği, koşulları varsa sadece tazminat talep edilebileceği görüşünde olduğumdan içtihadı birleştirme kararında varılan sonuca katılmıyorum.
Mustafa AYKONU 13. Hukuk Dairesi Üyesi
Karşı Oy Yazısı 30/9/1988 günlü “İÇTİHADI BİRLEŞTİRME BÜYÜK GENEL KURULU”, toplantısı; 2797 sayılı Yargıtay Kanunu ve 29/8/1983 günlü “Yargıtay İç Yönetmeliği” hükümlerine aykırı yapılmış ve karar oluşturulmuştur.
Şöyle ki; 1 – Yargıtay Kanununun 8. ve İç Yönetmeliğin 15. maddesine göre “İÇTİHADI BİRLEŞTİRME GENEL KURULU”nun toplanma yeter sayısı için zorunlu olan beş adet ceza dairesi başkanı toplantıda hazır bulunmamıştır. Yargıtay Kanununun az önce sözü edilen 8. maddesinin son fıkrası ve yönetmeliğin aynı maddesinin 2. fıkrası hükmüne göre, “Başkanların yeter sayısı diğer başkanlarla doldurulmak mümkün oldukça en kıdemli üye ile doldurulamaz”. Sözü geçen toplantıda Sn. 3. Ceza Dairesi Başkanı ile Sn. 5. Ceza Dairesi Başkanları yerine adı geçen dairelerin en kıdemli üyelerinin başkan vekili kabul edilip bu suretle eksik olan kanuni başkan adedinin tamamlandığı gerekçesiyle karar alınması mümkün değildir.
2 – İçtihadı birleştirme konusunun son görüşmesinde (30/9/1988 günü) bir kısım üyelerin istemi ile iç yönetmeliğin 27. maddesi uyarınca “ÖN SORUN” olarak, içtihatların birleştirilmesine gerek bulunup bulunmadığına ilişkin görüşme yapılmış ve bu husus oylanmıştır. Oylama sonunda 57 üye görüşmenin yapılmasına gerek yoktur demiş 37 üye ise görüşmelerin yapılması gerektiği yolunda oy kullanmışlardır. Bu sonuca göre karar sayısı olan 2/3 çoğunluğun sağlanamadığı tartışmasıdır. İç yönetmeliğin 28. maddesine göre hukuk ve ceza genel kurullarında toplantıda bulunanların 2/3 oyu ile karar verilir. 1. toplantıda 2/3 oy çoğunluğu sağlanamazsa 2. toplantıda -(İçtihadı birleştirme toplantılarında 3. toplantıda)-bulunanların çoğunluğu ile karar verilir. Bu ilke ÖN SORUNUN hallinde de aynen uygulanır. İç yönetmeliğin bu açık hükmü karşısında önsorun ile ilgili oylamanın sonucuna göre ön sorun görüşmelerinin 2. ve 3. toplantıya bırakılıp yeniden oylamaya başvurulması ve hasıl olacak sonuca göre görüşmeye devam edilip edilmeyeceğinin karara bağlanması gerekmekte idi. Yüce genel kurulda böyle yapılmamış ilk oylamada 2/3 çoğunluk elde edilemediğinden dolayı esas hakkındaki görüşmelere geçilmiş görüşmelere devam edilmiş ve aynı gün esasla ilgili olarak karar alınmıştır.
Bu nedenlerle usul yönünden, Esas ile ilgili olarakta sayın Turgut Uygur tarafından açıklanan gerekçelerle çoğunluk görüşüne katılamıyoruz. Üye Üye T: Alp T: Türkçapar
Karşı Oy Yazısı Kamu düzeni ile ilgili emredici Hukuk kaidelerine rağmen İçtihadı Birleştirme konusunu M.K: 2. maddesi hükümlerine göre halledebilirmiyiz? Sorusuna bu açıdan yaklaşmak istiyorum.
Ord. Prof. Dr. H.V.V. Medeni Kanuna göre Medeni Hukuk adlı 1956 yılı 2. basım kitabında (Shf. 33) Medeni Kanun kaidelerinin mahiyetlerine göre tatbiki bahsinde:
M.K:nun ihtiva ettiği kaidelerin hepsi aynı hukuki mahiyeti, daha doğrusu aynı kuvveti haiz değildir: Bazılarının tatbiki mutlak surette mecburi olduğu halde, bazılarınınkinde bu mecburiyet yoktur. Bu keyfiyet kanun kaidelerinin ferde tanıdığı veya tanımadığı hareket serbestliği ile ölçülür. İşte bu itibarladır ki, hukuk kaideleri bu bakımdan bir takım nevilere ayrılmaktadır.
Bunlardan Emredici hukuk kaideleri ve âmme intizamı: Emredici kaideler mutlaka riayeti mecburi olan kaidelerdir. Bunlara eski tâbirle “ahkâmı âmire”, “amir hükümler” dahi denilir. Bazen “tatbiki mecburî hukuk kaideleri” namı da verilir. İsmi ne olursa olsun, bu nevi hukuk kaidelerinden kasdedilen şey şudur: Bunlar fertler tarafından aksine mukavele yapılamıyan ve riayeti mutlak surette mecburi olan hukuk kaideleridir. Mesela M.K:numuzun 11. maddesindeki “rüşt 18 yaşın ikmaliyle başlar” kaidesi emredici bir hukuk kaidesidir; zira bunun tatbiki mecburidir. Fertler kendi aralarında rüşdün daha erken başlayacağını kararlaştıramazlar.
Tapu sicili müessesesi gayrimenkullerin hususi durumlarından doğmuştur; zira bir kimsenin bir menkul üzerinde zilyet bulunması hadisesi ile bir gayrimenkulde zilyet bulunması arasında fark vardır.
Menkuli zilyet olanın o şey’e malik olduğuna ilk bakışta daha kolayca hükmedebiliriz. Fakat gayrimenkulde zilyet olan kimsenin o şey’in maliki mi yoksa, mesela, kiracısı mı olduğunu ilk bakışta tayin edemeyiz.
Gayrımenkullerin tamamı memleket topraklarını, yani vatan parçasını teşkil ettiği cihetle, onların kimlere ait olduğunu, ne gibi külfetlerle kayıtlı bulunduğunu bilmek, umumi menfaat bakımından zaruri bir ihtiyaçtır. İşte tapu sicili bu ihtiyaçtan doğmuştur.
M.K:numuzun 633. maddesi, gayrimenkul mülkiyetinin iktisabı için tapu siciline kaydı, yani tescili -aynı maddedeki istisnalar haricinde- şart kılmıştır. Binaenaleyh taraflar bunun hilafına mukavele yaparak, gayrimenkul mülkiyetinin tescilsiz iktisap edilebileceğini kararlaştıramazlar, kararlaştırırlarsa, böyle bir mukavele hükümsüz olur. BK:muzun 213. maddesi de gayrimenkul satışının muteber olması için, bu satışın resmi senetle yapılmasını şart kılmıştır. Taraflar bu maddelerdeki kaidelerin aksine mukavele yapamazlar, yaptıkları takdirde bu muameleler tamemen hükümsüzdür. Görülüyorki emredici hukuk kaideleri kanunen riayeti mecburi olan ve aksine mukavele caiz olmıyan hukuk kaideleridir. Bunlarda fertlerce hareket serbestisi tanınmamış, bilakis onlar sıkı sıkıya bağlanmıştır. Demektedir.
Prof.Dr.M.K: Oğuzman, Prof.Dr.Özer Seliçi 1985 yılı Eşya Hukuku kitaplarının 4. basısında (shf. 482) kat mülkiyetine uygulanacak hükümler başlığında:
Kat Mülkiyeti Kanununun 9. maddesine göre: “Kat mülkiyetine veya kat irtifakına ait kütük kaydında veya kat malikleri arasındaki sözleşmede veya yönetim planında veya bu kanunda hüküm bulunmayan hallerde, kat mülkiyetinden doğan anlaşmazlıklar, Medeni Kanun ve ilgili diğer kanunlar hükümlerine göre karara bağlanır.”
Özel kanunda hüküm bulunmayan hallerde o konuyu düzenleyen genel kanun hükümlerinin uygulanacağı hususunda genel prensibin ifadesinden ibaret bulunan bu maddenin yazılış tarzı pek de başarılı olmuş sayılamaz. Zira madde, Medeni Kanunun ve sair kanunların uygulanmasını sadece Kat Mülkiyeti Kanununda hüküm bulunmaması haline değil, kat mülkiyetini ve kat irtifakını tesis eden sicil kaydında veya kat malikleri arasındaki sözleşmede hüküm bulunmamasına bağlı kılmış gözükmektedir. Halbuki bu durum, başka kanunlardarki yedek hukuk kaideleri bakımından söz konusu olabilir. Emredici hukuk kaideleri bakımından böyle bir esas cari olamaz. Diğer bir ifade ile Kat Mülkiyeti Kanununda ayrıca düzenlenmemiş bir hususta Medeni Kanunda veya başka bir kanunda emredici bir hukuk kaidesi mevcut ise, kat malikleri bu hükme aykırı düşen bir anlaşma yapamazlar. Mesela tesis edilen kat mülkiyetinin devrinin nasıl yapılacağına dair Kat Mülkiyeti Kanununda hiç bir hüküm mevcut değildir. Bu hususta, mülkiyetin tescille iktisap edileceği hususundaki MK: m.633 hükmü ve mülkiyetin devri borcunu yükleyen akdin resmi şekle tabi olduğu hususundaki M.K: m.634, Tapu K:m.26 hükümleri uygulanacaktır. Kat malikleri, aralarında yapacakları bir anlaşma ile, kat mülkiyetinin adî yazılı şekilde yapılacak akitle devredilebileceğini kararlaştıramazlar. Kararlaştırmış olsalar bile, MK: m.633, m.634 ve Tapu K: m.26 uygulanacaktır. Demektedirler.
Bütün bu izahatalar ve kanun koyucu gerek Osmanlı gerek Cumhuriyet döneminde gayrimenkul mülkiyetinin tapuda tescille iktisap edileceği ve mülkiyetin devri borcunu yükleyen akdin resmi şekle tâbi olacağı emredici hukuk kaidesini Osmanlı devrindeki bazı aflar ve Cumhuriyet dönemindeki tasfiye kanunları olan tapulama ve kadastro kanunlarındaki bazı hükümler dışında 140 yıldan beri devam ettirmektedir. Kat Mülkiyeti Kanunu 2/1/1966 tarihinde yürürlüğe girmiş ve 14/4/1983 tarihli 2914 sayılı Yasa ile bazı değişikliklere uğramış ancak 22 senedir uygulanmasına rağmen kanun koyucu bu kanunda mülkiyetin iktisabı konusunda M.K:nun genel hükümlerinden ayrı veya istisnai hükümler getirmeyi düşünmemiştir.
21/6/1987 günü kabul edilen 3402 sayılı Kadastro Kanunu (13.md) si bir tasfiye kanunu olarak zilyedin tapu dışı yolla iktisap ettiğini kanıtlaması ve ayrıca en az on yıl müddetle çekişmesiz ve aralıksız malik safatıyla zilyet bulunduğu takdirde zilyet adına tesbiti kabul etmiştir. Bu konuda kanun koyucunun en son görüşü budur. Yüksek Genel Kurul, M.K: 2. maddesi hükümlerini emredici hükümleri bertaraf edici sayarak sürelide olmayan içtihadı birleştirme konusunda uygulamayı kabul etmekle görevli yasama organı ile de çelişkiye düşmüş ve ayrıcalık yaratmıştır kanaatindeyim.
Üye Y. Servet KİTİŞ
Karşı Oy Yazısı Her ne kadar tevhid-i içtihadın konusu “Kat Mülkiyeti Kanununa tabi olarak yapımına başlanılan taşınmazdan bağımsız bölüm satımına ilişkin olarak geçerli bir sözleşme olmadan tarafların anlaşarak alıcının tüm borçlarını eda etmesi, satıcının da bağımsız bölümü teslim ederek alıcının uzun süre malik gibi kullandığı halde satıcının tapuda devre yanaşmama halinde cebri tescil davasının kabul edilip edilmeyeceği” şeklinde kaleme alınmışsa da, Kat Mülkiyeti Kanununa tabi olarak yapımına başlanılan apartmanın bağımsız bölümü de tapuda kayıtlı bir gayrimenkuldür. Öyle ise tevhid-i içtihadın konusu tapuda kayıtlı bir gayrimenkulün harici alım ve satımından sonra tarafların edimlerini yerine getirmesi yani satıcının taşınmazı teslim etmesi, alıcının da taşınmaz bedelini ödemesi bu harici satışa geçerlilik kazandırıp kazandırmayacağı meselesinden ibarettir. Çoğunluk görüşüne göre böyle bir olayda taşınmazı satıp teslim eden ve bedelini alan kişi tapuda ferağ vermeye yanaşmadığı takdirde onun iyi niyetinden söz edilemez. Bu kişi kötü niyetlidir. Kanunlarımız kötü niyeti himaye etmez. Satın alan kişi ise iyi niyetlidir. Satan kişi aleyhine açtığı ferağa icbar davasını kabul etmek gerekir.
Bu görüşü benimsemenin mümkün olup olmadığından söz edebilmek için öncelikle Türk Hukuk Mevzuatında gayrimenkul alım ve satımı ile ilgili hükümlere kısaca göz atmak gerekir. Medeni Kanunun 633. maddesi gayrimenkul mülkiyetini iktisap için tapu siciline kayıt şarttır. 634. maddesi gayrimenkulün mülkiyetini nakleden akitler resmi şekilde yapılmadıkça muteber olamazlar. Borçlar Kanununun 213. maddesi gayrimenkul satımı muteber olmak için resmi senede raptedilmek şarttır.
2644 sayılı Tapu Kanununun 26. maddesi gayrimenkul alım ve satımına ilişkin senetler tapu sicil muhafız veya memurları tarafından tanzim edilir, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 13. maddesi harici satışın geçerli olması için satın alanın tesbit tarihine kadar en az 10 yıl müddetle çekişmesiz, aralıksaz ve malik sıfatıyla o yerde zilyet olması gerekir der. Görülüyorki kanun koyucu tapuda kayıtlı gayrimenkullerin harici satışının geçersiz olduğunu kabul etmiş ve harici satışa karşı emredici hükümlerle kapıları kapamıştır. Buna rağmen iyi niyet kuralını bir maymuncuk gibi kullanarak bu kapıları açmaya çalışmak demek, kanun koyucunun yerine geçmek demektir. Kazai organın yasama organı yerine geçtiği rejime Cumhuriyet rejimi denmez. Diğer taraftan çoğunluk görüşünün benimsenmesi Anayasanın eşitlik ilkesine de aykırıdır. Çünkü bugün Türkiye’deki uygulamada tapuda kayıtlı tarla, çayır, arsa, bağ ve bahçe gibi taşınmazların harici satışı geçersiz kabul edilmektedir. Taşınmaz teslim edilse, bedeli de ödense dahi durum değişmemektedir. Kat Mülkiyet Kanununa tabi olarak yapımına başlanılan apartmanın bağımsız bölümü için harici satışı kabul etmek, bu bağımsız bölümün yanında ve yöresinde bulunan örneğin bir arsa, bir tarla, bir bağ veya bahçe için harici satışın geçersiz olduğunu kabul etmek eşitlik ilkesine aykırı olduğunda kuşku etmemek gerekir. Şayet bu durum bir sorun haline gelmişse bu soruna çare bulmak kanun koyucunun meselisidir. Kanun koyucu Kat Mülkiyeti Kanununa tabi olarak yapımına başlanılan aptarmanların bağımsız bölümlerinin harici satışının geçerli olduğuna dair bir kanun çıkarır ve mesele kökünden halledilmiş olur.
Konunun mühim olan diğer bir noktası da; tapuda kayıtlı gayrimenkullerin alım ve satımı ile ilgili emredici kanun hükümlerinin kamu düzeni ile ilgili olup olmadığı, kamu düzeni ile ilgili hükümlerin uygulanması halinde iyi niyet kurallarına dayanmanın mümkün bulunup bulunmadığıdır. Kamu düzeni deyimi bir memlekette toplumun yararını ve toplumun ahlâkî telakkilerini çok yakından alakadar eden bir deyimdir. Kamu düzenini ilgilendiren hükümlerin uygulanmasında toplumun kat’i yararı vardır. Bu yarar umumi nizamın veya umumi adâbın gerekli kıldığı zaruretten doğar. Ülke toprakları menkul mallar gibi tüketilen, eskiyen veya kaybolan şeyler değildir. Daimi ve ebedidir. Toprak Türk halkı için çok değerlidir. Bugün memleketimizimde kavgaların hatta cinayetlerin ekserisinin temelinde gayrimenkul uyuşmazlıkları yatmaktadır.
Gayrimenkule taalluk eden münasebetlerin düzgün olması demek vatandaşlar arasındaki münasebetlerin ve vatandaş ile Devlet arasındaki münasebetlerin düzgün olması demektir. Netice itibarı ile toplum düzeninin düzgün olması demektir. İşte bunu düşünen kanun koyucu gayrimenkul alım ve satımı ile ilgili olarak tek bir kanuna hüküm koymakla yetinmemiş, ana kanunlara birçok emredici hükümler koymuştur.
Diğer taraftan toprak düzenini sağlamak vatandaşların toprakdan âdil bir şekilde yararlanmasını temin etmek için Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana hiçbir mal ve müessese için çıkarılmayacak kadar kanun çıkarmıştır.
Örneğin; 2644 sayılı Tapu Kanunu, 2510 sayılı İskân Kanunu, 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu, 2613 sayılı Kadastro Kanunu, 5602, 509 ve 766 sayılı Tapulama Kanunları, 1617 sayılı Toprak Tarım Reformu Ön Tedbirler Kanunu ve buna bağlı olarak çıkardığı Toprak Tarım Reformu Kanunu, 3402 sayılı Kadastro Kanunu ve daha birçok küçük kapsamlı kanunlar. Kanun koyucu toprak düzenini kamu düzenin bir parçası olduğunu kabul etmesiydi bu kadar kanun çıkarmasına ana kanunlara gayrimenkül alım ve satımı ile ilgili emredici hükümler koymasına gerek yoktu.
Ayrıca tarafların iradelerini bir tarafa iterek HUMK:nun 13. maddesinde gayrimenkullerin aynına taalluk eden davalara gayrimenkulün bulunduğu yer mahkemesi bakar demezdi. Bu emredici hükmün kamu düzeni ile ilgili olduğu yönünde gerek uygulamada, gerekse öğretide bir uyuşmazlık bulunmamaktadır. Kanun koyucu gayrimenkul alım ve satımının sadece tapu sicil muhafız veya memurları huzurunda ve onların iştiraki ile yapılacağını emretmiş, başkaca hiçbir daire ve memura bu yetkiyi vermemiştir. Bunun nedeni şudur. Gayrimenkullerin sicili Devletin teminatı altında tapu dairelerince tutulur. Bu sicil kütüklerinde gayrimenkul mallar üzerindeki bütün hak ve mükellefiyetler yazılıdır. Bu kütükler gayrimenkulün aynası durumundadır. Hem vatandaş ve hem de tapu sicil muhafız veya memurları taşınmazın alım ve satımında sakınca görmedikleri takdirde satış senedi yapacaklar ve kütüğün ilgili sütununa işleyeceklerdir. Bu suretle alım ve satım muamelesi hile, hata ve cebir gibi iradeyi ifsat edici unsurlardan âri bir şekilde Devletin garantisi altında tamamlanacaktır. Bu şekildeki bir alım ve satış işleminde toplumun yararı olduğu açık ve seçiktir. Toplum yararı gözetilerek vaaz edilen emredici kanun hükümlerinin kamu düzeni ile ilgili olduğu kuşkusuzdur. Bu kanun hükümlerini toplumun yararını gözetmeyen diğer emredici hükümlerle karıştırmamak gerekir. Örneğin Borçlar Kanununun 238 ve 434. maddelerindeki hükümler de emredici hükümler olduğu halde, kamu düzeni ile ilgili hükümler değildir. Çünkü sadece tarafların yararlarını ilgilendirmektedirler. Kamu düzeni ile ilgili kanun hükümlerine dayanılması ve bu hükümlerin uygulanması söz konusu olduğu hallerde bir hakkın suistimalinden söz etmek mümkün değildir. Bu hükümlere karşı iyi niyet kurallarına dayanılamaz. Çünkü bir hakkın suistimalinden söz edebilmek için olayda gerçek bir yararın hele toplum yararının bulunmaması gerekir. Olayımızda ise davacının haricen satın aldığı apartman dairesinin adına tescilini istemesi iddiasına karşı davalı taraf harici satışın geçersiz olduğunu ve emredici kanun hükümlerinin uygulanmasını istemektedir. Emredici bu kanun hükümlerinin kamu düzeni ile ilgili olduğunu az önce açıklamıştıK: Kamu düzeni ile ilgili kanun hükümlerinin uygulanmasında toplumun kat’i yararı bulunmaktadır. Toplum yararı fert yararından önce gelir. Bu itibarla iyi niyet kurallarının ileri sürülmesi mümkün değildir. Kamu düzeni ile ilgili hükümlere aykırı olarak yapılan muameleler ölü doğan muamelelerdir. Yok hükmündedirler. Bu muameleler ölü doğan bir çocuğa benzerler. Ölü doğan çocuğun ilaçlarla dirilmesi mümkün olmadığı gibi, ölü doğan muamelelerin iyi niyet kuralları ile dirilmesi de mümkün değildir. Bu muameleler mutlak butlan ile batıldırlar. Bu itibarla tapulu bir taşınmaz olan apartman dairesini haricen satın alan kişinin iyi niyet kurallarına dayanması mümkün değildir. Açtığı ferağa icbar davasının kabul edilmesine de olanak yoktur. Bu nedenlerden ötürü çoğunluk görüşüne karşıyım.
Niyazi DURAK Yargıtay 16. Hukuk Dairesi Üyesi
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu E: 1986/3 K: 1987/4 T:8.5.1987
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu E: 1994/5 K: 1997/2 T. 6.6.1997
- Yargıtay Büyük Genel Kurul E: 2004/1 K: 2010/1 T: 30.04.2010
- Yargıtay Büyük Genel Kurul E: 1983/3 K: 1984/1 T: 25.1.1984
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/1-599 K: 2004/607 T: 24.11.2004
Yol artığının tapusunun iptali ve davacı adına tescili istendiğinden, idari yargı yetkisi kapsamına giren bir uyuşmazlıktan söz etme olanağı bulunmamakla; davalı belediye başkanlığı, dava açılmadan önce, çekişmeli yerin davacıya satışına yanaşmadığına, davacının satışı bekleme zorunluluğu bulunmadığı.
Taraflar arasındaki “Tapu İptali-Tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; S. Hukuk Mahkemesi’nce davanın kısmen kabulüne dair verilen 12.11.2002 gün ve 2001/463-2002/536 sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 1. Hukuk Dairesi’nin 14.4.2003 gün ve 3681-4392 sayılı ilamıyla;
Dava, tapu iptali tescil isteğine ilişkindir. Davacı, çekişme konusu Belediye’ye ait 9184 parsel sayılı taşınmazın, kayden maliki bulunduğu 3634 parsel sayılı taşınmazın bitişiğinde olduğunu, buranın yol fazlası niteliğini taşıdığını, İmar Yasası hükümleri gereğince kendisine satışının zorunlu bulunduğunu ileri sürerek iptal ve tescil isteğinde bulunmuştur. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir.
Gerçekten, gerek 2644 sayılı Tapulama Kanunun 21. maddesi gerekse 3194 sayılı İmar Yasası’nın 17. maddesi imar planlarının uygulanması sonucu yol artığı olarak belirlenen, ancak müstakil inşaata elverişli olmayan alanların, bitişiğindeki arsa veya bina sahibi adına bedeli takdir edilmek suretiyle satışını öngörmüş bulunmaktadır.
Ancak, sözü edilen yasaların düzenlendiği ve verdiği temlik imkanının, ilgili idarece takdir edilecek bedel karşılığı ve satış yoluyla gerçekleştirilmesi gerekeceği de kuskusuzdur. İdarenin tasarrufunda bulunan böyle bir işlemin yargı yoluyla hükmen gerçekleştirilmesi, diğer bir anlatımla yargının idare yerine geçerek idari karar nitelinde hüküm kurması olanaksızdır.
Davanın kabul edilmiş olması açıklanan nedenlerle isabetsizdir. Davalının temyiz itirazları yerindedir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Davacı vekili, davalı belediye başkanlığı adına kayıtlı 9184 parsel sayılı taşınmazın yol artığı olduğunu, İmar Kanununa göre bitişik parsellerle tevhid edilmesi gerektiğini, bu nedenle davalı belediye başkanlığının taşınmazı bitişik 4746 parsel sayılı taşınmazın sahibi D.Ö.’ye sattığını, satış işleminin davacının İdare Mahkemesine başvurması sonucu iptal edildiğini; çekişmeli taşınmazın kısmen, mahkemece belirlenecek muhik tazminat karşılığında tapusunun iptaliyle 3634 parsel sayılı taşınmazla tevhidine, taşınmaz tapu kaydı üzerindeki hacizlerin, bedel ve geriye kalan kısmı üzerinde devamına karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı belediye başkanlığı vekili cevap dilekçesiyle, taşınmaz tapu kaydına, belediyenin borçları nedeniyle haciz konulduğunu, hacizlerin diğer taşınmazlarına kaydırılması hususunda yaptığı girişimlerin sonuç vermediğini, davacı tarafın dava dilekçesinde ileri sürdüğü hususların doğru olduğunu; davacının bu davayı açmak zorunda bırakıldığını ileri sürmüş, davanın reddini savunmuştur.
Yerel mahkemece davanın kabulüne ilişkin olarak verilen karar, Özel Dairece yukarda yazılı gerekçeyle bozulmuştur.
Bilindiği üzere 3194 sayılı İmar Kanunu’nun kamulaştırmadan arta kalan kısımlar başlığıyla düzenlenen 17. maddesi “…Belediye veya valilik, kendi malı olan veya imar planlarının tatbiki sonucu kamulaştırmadan artan parçalarla, istikameti değiştirilen veya kapanan, yol ve meydanlarda hasıl olan sahalardan müstakil inşaata elverişli olmayan parçaları, bitişiğindeki arsa veya bina sahibine bedel takdiri suretiyle satmak, gayrimenkul sahiplerinin yola giden yerlerden dolayı tahakkuk eden istihkaklarını bedel takdiri suretiyle değiştirmek ve komşu gayrimenkul sahibi takdir edilen bedelle satın almaktan imtina ederse, şuyulandırılıp satmak suretiyle imar planına uygunluğunu temin eder…” hükmünü içermektedir.
Yerel mahkeme ile Özel Daire arasındaki uyuşmazlık, tevhid işleminin yargı yoluyla hükmen mi, yoksa idarenin bedel karşılığı satış tasarrufuyla mı, gerçekleştirilmesi gerektiği noktasında toplanmaktadır.
Dosyadaki bilgi ve belgelere göre, davalı S. Belediye Başkanlığının, encümen kararına istinaden çekişmeli 9184 parsel sayılı taşınmazın (eski kadastro yolu olan) 86 m2’lik kısmını dava dışı 4746 parsel maliki Derviş Ö.’ye sattığı; davacının bu satış işleminin iptali için İdare Mahkemesine başvurduğu, Adana 1. İdare Mahkemesinin 1992/78 E: 1992/388 sayılı kararı ile “…Kapanan kadastro yolunun imar planına uygunluğunun sağlanması için davacıya satılması gerekirken, aksine tesis edilen işlemde mevzuata uyarlık bulunmamaktadır…” denilerek encümen kararının iptaline karar verildiği anlaşılmıştır. Anılan karara dayanılarak Samandağ Belediye Başkanlığının, D.Ö. aleyhine Asliye Hukuk Mahkemesinde açtığı tapu iptali, tescil davası kabulle sonuçlanmış, 9184 parsel sayılı taşınmaz, Belediye Başkanlığı adına yeniden tescil edilmiştir.
2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun “İdari Dava Türleri ve İdari Yargı Yetkisinin Sınırı” başlığını taşıyan 2. maddesinin 1 numaralı bendinde, idari işlemler hakkında yetki, şekil, sebep, konu ve maksat yönlerinden biri ile hukuka aykırı olduklarından dolayı iptalleri için menfaatleri ihlal edilenler tarafından açılan iptal davaları; İdari eylem ve işlemlerden dolayı kişilik hakları doğrudan muhtel olanlar tarafından açılan tam yargı davaları ile taksim yolu öngörülen imtiyaz şartlaşma ve sözleşmelerinden doğan uyuşmazlıklar hariç, kamu hizmetlerinden birinin yürütülmesi için yapılan her türlü idari sözleşmelerden dolayı taraflar arasında çıkan uyuşmazlıklara ilişkin davalar, idari dava türleri olarak sayılmıştır.
Belirtilen durum ve Yasa hükmü dikkate alındığında, yol artığının tapusunun iptali ve davacı adına tescili istendiğinden, idari yargı yetkisi kapsamına giren bir uyuşmazlıktan söz etme olanağı bulunmamaktadır.
Davalı Belediye Başkanlığı, dava açılmadan önce, çekişmeli yerin davacıya satışına yanaşmadığına, davacının satışı bekleme zorunluluğu bulunmadığına göre, tarafların karşılıklı iddia ve savunmaları, dosyadaki tutanak ve kanıtlar, mahkeme kararında ve yukarıda açıklanan gerektirici nedenler nazara alındığında; delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik bulunmadığından, direnme kararı usul ve yasaya uygun olup yerindedir.
Ne var ki Özel Dairece davalı vekilinin işin esasına yönelik temyizi, bozma nedenine göre incelenmemiş olup, diğer temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın Özel Daireye gönderilmesi gerekir.
Sonuç: Yukarıda açıklanan nedenlerle direnme uygun bulunduğundan dosyanın işin esasına yönelik temyiz itirazlarının incelenmesi için 1. HUKUK DAİRESİNE gönderilmesine, 24.11.2004 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu E: 1987/2 K: 1988/2 T: 30.9.1988
- Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu E: 1986/3 K: 1987/4 T:8.5.1987
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 1993/8-510 K: 1993/736 T: 24.11.1993
- Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E: 2004/1-645 K: 2004/662 T: 8.12.2004
ARSA PAYI DÜZELTME DAVASI EMSAL YARGITAY KARARLARI
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1983/1813 K: 1983/1725 T: 28.02.1983
Bilirkişi raporunda tüm kat maliklerinin arsa paylarının ne olması gerektiği gösterildiğine göre, bazı kat sahiplerinin değil bütün kat sahiplerinin arsa paylarının düzeltilen biçimde tesciline karar vermek gerekir.
Taraflar arasındaki 634 sayılı Kat Mülkiyeti Yasası uyarınca arsa paylarının bağımsız bölümlerine göre yeniden düzeltilmesi davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; davanın kabulüne dair verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı Müberra ve Remzi vekili yönünden süresinde verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla; dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra, gereği görüşülüp düşünüldü:
KARAR: Dava arsa payındaki yanlışlığın düzeltilmesi istemine ilişkindir. Bilirkişilerden alınan raporda tüm kat maliklerinin gerçekte arsa paylarının ne olması gerektiği belirtilmiştir. Buna göre tüm kat maliklerinin arsa paylarını düzeltilen şekilde tescile karar vermek gerekirken yalnız bir kısım davalıları hakkındaki payların düzeltilmesine diğer payların ise eskiden olduğu gibi bırakılmasına karar verilmesi doğru bulunmamıştır.
SONUÇ: Davalıların temyiz itirazları bu bakımlardan yerinde görüldüğünden hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle HUMK.nun 428. Maddesi gereğince BOZULMASINA, 28.2.1983 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1978/3290 K: 1978/5378 T: 19.06.1978
- Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1981/4235 K: 1981/6045 T: 26.05.1981
- Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1983/641 K: 1983/684 T: 31.01.1983
- Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1984/746 K: 1984/628 T: 30.01.1984
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1984/746 K: 1984/628 T: 30.01.1984
Her bağımsız bölüme düşen arsa payının saptanmasında o bölümün, kat mülkiyeti veya kat irtifakı kurulması anındaki değeri gözönünde tutulur. Bu değer yalnızca metrekare hesabına değil, bölümün kaçıncı katta olduğuna, güneşten yararlanma durumuna, cephelerinin hangi tarafta olduğuna bakılarak hesaplanmalıdır.
Taraflar arasındaki 634 sayılı Yasa uyarınca bağımsız bölümlere verilen arsa paylarının düzeltilerek yeniden tapuya tescili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; davanın kabulüne dair verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacılar vekili yönünden süresinde verilen günlü dilekçe ile istenilmiş olmakla; dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra, gereği görüşülüp düşünüldü:
K: Dava kat irtifaklı bir ana gayrimenkuldaki bağımsız bölümlere verilen arsa payları adil olmadığından, bu arsa paylarının yeniden düzenlenmesi istemine ilişkindir.
Mahkemece seçilen üç kişilik bir bilirkişi kuruluna inceleme yaptırılarak arsa paylarının düzeltilmesine karar verilmiş ise de, alınan rapor hükme yeterli değildir. Şöyle ki:
634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununun 3. maddesine göre arsa payları, kat irtifaklı olan yapılarda bu irtifakın kurulduğu tarihteki ve doğrudan kat mülkiyeti kurulmuş yapılarda da kat mülkiyetinin tesis edildiği tarihteki değeri gözönünde tutularak saptanır. Maddenin bu açık anlatımından da görüldüğü üzere, arsa payının saptanmasında değer unsuru önde gelmektedir. Ancak, bir bağımsız bölümün diğeri bulunurken, metre kare yapı bedeli ile birlikte, o bağımsız bölümün kaçıncı katta bulunduğu cephesinin caddeye veya arka tarafa dönük olduğu, güneşten yararlanma oranı ve kuzey rüzgarlarına karşı olup olmadığı gibi unsurların da gözönünde tutulması gerekir. Oysa, bilirkişiler tüm bağımsız bölümlerin sadece metre karesinin 12.000 lira olduğunu hesaplamışlar ve değere etki etmesi gereken öteki faktörlere hiç yer vermemişlerdir. Ayrıca, metrekaresi 12.000 lira olarak gösterilen değerin neye göre saptandığı bildirmemişler ve bu değerlerin hangi tarihe göre hesaplandığını belirtmemişlerdir.
Bu nedenle eksik incelemeye dayalı bir bilirkişi raporuna tutunarak yazılı şekilde karar verilmesi doğru bulunmamıştır.
Davalıların temyiz itirazları yerinde olduğundan hükmün yukarda açıklanan nedenlerle HUMK.nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA ve temyiz harcının istek halinde geri verilmesine, 30.1.1984 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1978/3290 K: 1978/5378 T: 19.06.1978
- Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1981/4235 K: 1981/6045 T: 26.05.1981
- Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1983/641 K: 1983/684 T: 31.01.1983
- Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/12001 K: 2005/1381 T: 17.02.2005
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1992/13835 K: 1993/328 T: 22.01.1993
KMK. md. 3/2’ne göre her ne kadar bağımsız bölümlere tahsis edilen arsa paylarındaki değişiklik yapılması mümkünse de, bu değişikliğin tek nedeni, arsa paylarının bağımsız bölümlerin değerleri ile oransız olarak kat mülkiyetine geçildiği haldir. Genel giderlere katılma payının fazla olduğu gerekçesiyle arsa paylarının yeniden düzenlenmesini isteyemez.
Dava dilekçesinde arsa paylarının düzeltilmesi istenilmiştir. Mahkemece davanın kabulü cihetine gidilmiş, hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
YARGITAY KARARI Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü:
Davacı, maliki bulunduğu bağımsız bölümün 10/110 arsa payına sahip iken zemindeki 2 bağımsız bölümün 5/110 arsa payına sahip olduğunu bu durumun, kendisinin genel giderlerden daha fazla ödeme yapmasına neden olduğunu ileri sürerek arsa paylarının yeniden düzenlenmesini istemiştir.
Dosya kapsamından ve geri çevirme üzerine dosyaya celp edilen Tapu Sicil Müdürlüğündeki kat mülkiyetine geçiş sırasında verilen dilekçeden, gerçekten zemindeki iki küçük dairenin diğer dairelere nazaran yarı arsa payına sahip olduğu, dilekçenin tüm bağımsız bölüm maliklerince inzalandığı ve tapuya tescilin bu şekilde tesisinin istendiği anlaşılmıştır.
Kat Mülkiyeti Kanunu hükümlerine göre kat mülkiyetine geçişte düzenlenen ve tüm kat maliklerince imzalanması gereken belgeler taraflar arasında bir sözleşme niteliğinde olup, bu sözleşmenin feshini ve tadilini gerektirir zorunlu yasal nedenler olmadıkça değiştirilemez.
Davacı kendisinide bağlayan ve bizzat imzaladığı dilekçenin aksine münhasıran genel giderlerin bölüşülmesinde kendisine fazla pay düştüğü nedeniyle yeniden pay düzenlenmesini isteyemez.
Kat Mülkiyeti Kanununun 3. maddesinin değişik 2. fıkrası hükmüne göre her ne kadar bağımsız bölümlere tahsis edilen arsa paylarında değişiklik yapılması mümkünse de, bu değişikliğin tek nedeni, arsa paylarının bağımsız bölümlerin değerleri ile oransız olarak kat mülkiyetine geçildiği haldir. O nedenle davacı genel giderlere katılma payının fazla olduğu gerekçesi ile arsa paylarının yeniden düzenlenmesini dava edemez. Böyle bir uygulama nedeniyle mağdur olduğu iddiasında ise genel giderlere katılma konusunda varsa yönetim planında bu konuda bir değişiklik yapılması önerisi ile bağımsız bölüm malikleri kuruluna başvurabilir. Bu kurulun alacağı kararı uygun görmediği takdirde ise Kat Mülkiyeti Kanununun 33. maddesi hükmü uyarınca bu konuyla ilgili olarak (genel giderlere katılma usulünün değiştirilmesi) mahkemeye başvurabilir.
Bu durumda davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı olduğu şekilde karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 22.1.1993 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2013/8142 K: 2013/12513 T: 01.10.2013
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2006/7603 K: 2006/7364 T: 05.10.2006
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/1731 K: 2005/4088 T: 25.04.2005
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1993/3025 K: 1993/5313 T: 21.04.1993
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1993/3025 K: 1993/5313 T: 21.04.1993
Arsa paylarının sonradan değiştirilebilmesi için bu payların bağımsız bölümlerin değerleri ile oranlı olarak tahsis edilmediğinin saptanması gerekir.
Dava dilekçesinde arsa paylarının düzeltilmesi istenilmiştir. Mahkemece davanın kabulü cihetine gidilmiş, hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
YARGITAY KARARI Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü:
Dava dilekçesinde arsa paylarının gelişigüzel tespit edildiği gerekçesi ile yeniden belirlenmesi istenmiştir.
Kat Mülkiyeti Kanununun değişik 3. maddesinin 2. fıkrası hükmüne göre arsa paylarının sonradan değiştirilebilmesi için bu payların bağımsız bölümlerin değerleri ile oranlı olarak tahsis edilmediğinin saptanması gerekir. Bu hususun araştırıldığı bilirkişi raporundan anlaşılamamaktadır.
Mahkemece bilirkişiden gerekçeli ek rapor alınarak bağımsız bölümlere arsa payları tahsis edildiği takdirde bu payların bağımsız bölümlerin değerleri ile orantılı olup olmadığı konusunun kesin olarak saptanması ve ancak bundan sonra arsa payı düzeltimine gidilebileceğinin düşünülmemesi doğru görülmemiştir.
Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK’nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 21.4.1993 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2013/8142 K: 2013/12513 T: 01.10.2013
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2006/7603 K: 2006/7364 T: 05.10.2006
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/1731 K: 2005/4088 T: 25.04.2005
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/1500 K: 2005/3483 T: 11.04.2005
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1995/345 K: 1995/2009 T: 16.02.1995
Ana gayrimenkulde kat mülkiyetine geçilmiş olup, anagayrimenkulün tüm bağımsız bölümleri tahsis edilen arsa payları ile tapuya tescil edilmiştir. Kat mülkiyetine geçişte binanın arsa payı verilmemiş hiçbir bağımsız bölümü bulunmayacağı gibi arsa pay toplamının tamamının da bu bağımsız bölümlere tahsisi zorunludur.
Dava dilekçesinde arsa payının tescili istenilmiştir. Mahkemece davanın kabulü cihetine gidilmiş, hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
YARGITAY KARARI Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü:
Ana gayrimenkulde 10.5.1982 tarihinde kat mülkiyetine geçilmiş olup, anagayrimenkulün tüm bağımsız bölümleri tahsis edilen arsa payları ile tapuya tescil edilmiştir. Kat mülkiyetine geçişte binanın arsa payı verilmemiş hiçbir bağımsız bölümü bulunmayacağı gibi arsa pay toplamının tamamının da bu bağımsız bölümlere tahsisi zorunludur. Tüm bu tescil işlemleri anagayrimenkulün mimari projesine göre ve ona uygun olarak gerçekleştirilir. Anagayrimenkulün mimari projesi usulüne uygun biçimde değiştirilip, davaya konu boşluklar birer bağımsız bölüm niteliğine getirilerek, yada davacılara tahsis edilen bağımsız bölümlere katılarak ve arsa payları bu suretle yeniden düzenlenmeden bu yerlerin davacılar adına tesciline yasal olanak bulunmamaktadır.
Yönetim planında ve tarafların tüm kat maliklerinin imzalarını içeren kura çekme tutanağında belirtilen boşlukların davacılara ait olacağının açıklanmış olması davacılara, mahkemece ortak yerlerden olmadığı saptanan bu boşlukları münhasıran kullanma hakkı verir ise de yukarıda açıklandığı üzere tapu kütüğüne tescil mümkün değildir.
Bu hususlar dikkate alınmadan davanın kabulü doğru görülmemiştir.Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA,temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 16.2.1995 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2013/8142 K: 2013/12513 T: 01.10.2013
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2006/7603 K: 2006/7364 T: 05.10.2006
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/1731 K: 2005/4088 T: 25.04.2005
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/1500 K: 2005/3483 T: 11.04.2005
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1996/119 K: 1996/1243 T: 06.02.1996
Arsa payları bağımsız bölümlerin değerleri ile orantılı olarak tahsis edilmediği hallerde bağımsız bölüm maliklerinden her biri arsa paylarının yeniden düzenlenmesi için mahkemeye başvura-bilirse de mahkemece bu konuda arsa payının tahsisi tarihinde bağımsız bölümlerin değeri ile orantılı olarak yapılıp yapılmadığı incelenmelidir.
Dava dilekçesinde arsa payının düzeltilmesi istenilmiştir. Mahkemece davanın kabulü cihetine gidilmiş, hüküm davalı (A) vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Kat Mülkiyeti Kanununun 3. maddesi hükmüne göre arsa paylarını bağımsız bölümlerin değerleri ile oranlı olarak tahsis edilmediği hallerde bağımsız bölüm maliklerinden herbiri arsa paylarını yeniden düzenlenmesi için mahkemeye başvurabilirse de, bu konuda mahkemece yapılacak tahkikat, kat irtifakı veya kat mülkiyetinin tesisi suretiyle arsa paylarının tahsisi tarihinde bu tahsisin bağımsız bölümlerin değerleri ile oranlı yapılıp yapılmadığına, yapılmamışsa değerine katkıda bulunan hangi unsurların eksik veya fazla değerlendirildiğine ilişkin olmalıdır.
Hükme esas alınan bilirkişi raporunda bağımsız bölümlerin fiilen kullanımda bulunan boş alanın belirlendiği anlaşılmaktadır. Kat mülkiyeti ve kat irtifakı rejiminde binadan arta kalan arsa tüm bağımsız bölümlerin ortak yeri olduğu cihetle, fiilen kullanım sebebiyle bağımsız bölümün değerine katkısı hesaplanabilmesi için bu yerlerin en azından vaziyet planı ile bağımsız bölümlere tahsis edilmiş olmasının saptanması gerekir. Mahkemece bu yönde bir tahkikat yapılmamış, varsa yerleşim planı tapudan getirilmemiş, bilirkişilerinin kullandıkları arsanın büyüklüğüne göre fark ve şerefiye parası ödediklerine dair beyanlarına dayanılarak hüküm kurulmuştur.
Yukarıda sözü edilen bilgi ve belgeler getirtilip dosyaya konulduktan sonra bağımsız bölümlerin, bağımsız bölüm kavramı ile ifade edilen yapı alanı, konumu ve biçimi ile değer farklılıkları arz edip etmedikleri saptanmalı ve ondan sonra hasıl olacak sonuca göre karar verilmelidir. Eksik inceleme ile hüküm tesisi doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar göz önünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün BOZULMASINA, (06.02.1996) gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2006/2548 K: 2006/5350 T: 27.06.2006
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2016/4321 K: 2016/9947 T: 21.06.2016
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2011/1461 K: 2011/4119 T: 28.03.2011
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2002/7706 K: 2002/8323 T: 19.09.2002
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2002/6543 K: 2002/7438 T: 01.07.2002
Yasanın bu açık hükmüne göre arsa paylarının düzeltilmesine ilişkin davalarda değerlendirmenin, kat irtifakının kurulduğu tarih, doğrudan kat mülkiyetine geçilmiş ise bu tarih esas alınarak yapılması, sonradan Yasanın 44.maddesi uyarınca yeni bağımsız bölüm ilavesi dolayısıyla arsa payları tekrar düzenlenmiş olması durumunda ise bu düzenlemenin yapıldığı tarihin esas alınması gerekir.
Dava dilekçesinde arsa paylarının düzeltilmesi istenilmiştir. Mahkemece davanın kabulü cihetine gidilmiş, hüküm davalılardan M.Vasıf vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü:
Dava, kat mülkiyeti kurulu anagayrimenkulde garaj nitelikli (1) numaralı bağımsız bölüme özgülenen arsa payının, bu yerin değeri ile uyumlu olmadığından bahisle bağımsız bölümlerin arsa paylarının yeniden tespit ve tescili istemine ilişkindir.
Mahallinde yapılan keşif sonucu düzenlenen üç kişilik bilirkişi kurulu raporunda, tüm bağımsız bölümlerin dava tarihindeki değerleri tespit edilip buna göre görüş bildirilmiştir. Mahkemece de, bilirkişi kurulunun bu saptaması esas alınıp bu yolda davanın kabulüne karar verilmiştir.
Kat Mülkiyeti Kanununun 3.maddesinin 2.fıkrasında kat mülkiyetinin, bu mülkiyete konu anayapının bağımsız bölümlerden her birine kat irtifakının kurulduğu tarihteki, doğrudan doğruya kat mülkiyetine geçilme halinde ise bu tarihteki değeri ile oranlı olarak tahsis edilen arsa payının ortak mülkiyet esaslarına göre açıkça gösterilmesi suretiyle kurulacağı öngörüldükten sonra arsa paylarının bağımsız bölümlerin değerleri ile oranlı olarak tahsis edilmediği hallerde her kat maliki veya kat irtifakı sahibinin arsa paylarının yeniden düzenlenmesi için mahkemeye başvurabileceği belirtilmiş ve bu şekilde tahsis edilen arsa payının, o bölümlerin değerinde sonradan meydana gelen çoğalma veya azalma sebebiyle değiştirilmesi de yasaklanmıştır. Ayrıca Yasanın 44.maddesi hükümleri de saklı tutulmuştur.
Yasanın bu açık hükmüne göre arsa paylarının düzeltilmesine ilişkin davalarda değerlendirmenin, kat irtifakının kurulduğu tarih, doğrudan kat mülkiyetine geçilmiş ise bu tarih esas alınarak yapılması, sonradan Yasanın 44.maddesi uyarınca yeni bağımsız bölüm ilavesi dolayısıyla arsa payları tekrar düzenlenmiş olması durumunda ise bu düzenlemenin yapıldığı tarihin esas alınması gerekir.
Hal böyle iken, olayımızda, bilirkişi kurulunca bu husus gözetilmeyip bağımsız bölümlerin bu davanın açıldığı tarihteki değerleri üzerinden arsa paylarının belirlenmesi ve mahkemece de yasaya uygun düşmeyen bu rapora göre hüküm kurulması doğru görülmemiştir.
Mahkemece, 1 numaralı garaj nitelikli bağımsız bölümün sonradan Kat Mülkiyeti Kanununun 44.maddesi uyarınca veya İmar Affı Yasası çerçevesinde arsa payı belirlenip tapuya tescil edilen bir bağımsız bölüm olup olmadığı araştırılarak, ana taşınmazdaki tüm bağımsız bölümlerin arsa paylarının bu suretle yeniden tespit edildiğinin anlaşılması halinde bu tespit tarihinin kesin olarak belirlenip bu tarihe göre; 1 numaralı bağımsız bölümün sonradan kazanılmasının söz konusu olmadığının saptanması durumunda da yukarıda belirtildiği üzere kat irtifakının ya da kat mülkiyetinin kurulduğu tarih esas alınarak değerlendirme yapılmasının ve buna göre arsa paylarının tespitinin bilirkişi kurulundan istenilip alınacak ek raporun uygunluğu da denetlendikten sonra hasıl olacak sonuca göre karar verilmelidir.
Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMKnun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 1.7.2002 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2013/8142 K: 2013/12513 T: 01.10.2013
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2006/7603 K: 2006/7364 T: 05.10.2006
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/1731 K: 2005/4088 T: 25.04.2005
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/1500 K: 2005/3483 T: 11.04.2005
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2002/7706 K: 2002/8323 T: 19.09.2002
Yargıtay’ın yerleşmiş uygulamalarında arsa paylarını bizzat hazırlayıp bilerek bunun tapuya tescilini sağlayan malik veya paydaşların sonradan arsa paylarının yanlışlığına dayanarak dava açmalarının iyiniyet kuralları ile bağdaşmadığı kabul edilmekte ise de kat mülkiyeti kurulduktan sonra malik olanlar ile kuruluşunda bizzat hazır bulunup tapuda imzası olmayan kat maliklerinin yasanın yukarda açıklanan hükmüne dayalı olarak arsa paylarındaki yanlışlığın düzeltilmesini mahkemeden isteyebilecekleri kabul edilmektedir.
Dava dilekçesinde arsa paylarının düzeltilmesi istenilmiştir. Mahkemece davanın reddine dair verilen hükmün temyiz incelemesinin duruşmalı olarak yapılması davacılar vekili tarafından yasal süresi içinde verilen temyiz dilekçesi ile istenilmekle taraflara yapılan tebligat üzerine duruşma için tayin olunan günde temyiz eden davacı vekili Av.Meftun Baykal ile aleyhine temyiz olunan davalı Vekili Av.Naci Berberoğlu geldiler. Gelen vekillerin sözlü açıklamaları dinlendikten sonra dosya eksiğe gönderilmiş olup bu kez geri dönmekle dosyadaki bütün kağıtlar okunarak, tetkik hakiminin açıklamaları dinlenip, gereği düşünüldü.
Y A R G I T A Y K A R A R I Dava, kat mülkiyeti kuruluşu sırasında bağımsız bölümlere tahsis edilen arsa paylarının o tarihteki değerleri ile oranlı olmadığı ileri sürülerek değerlerinin tesbiti ile buna göre arsa paylarının yeniden düzenlenmesi istemine ilişkindir.
Mahkemece, davacılardan Fatma ve Mehmet’in binayı yaptıran kişiler olması, diğer davacı Namık Kemal’in de kat maliki bulunması nedeniyle arsa paylarını belirleyen bu kişilerin bu hususu dava konusu etmesinin Medeni Kanununun 2. maddesinde yer alan bir hakkın kötüye kullanılması olduğundan bahisle iyiniyet kuralı ile bağdaşmayan davanın reddine karar verilmiştir.
Kat Mülkiyeti Kanununun 3. maddesinin 2184 sayılı yasa ile değişik 1. fıkrasında, kat mülkiyetinin, bu mülkiyete konu olan anayapının bağımsız bölümlerinden her birine kat irtifakının kurulduğu tarihteki, doğrudan doğruya kat mülkiyetine geçilmesi halinde ise bu tarihteki değeriyle orantılı olarak tahsis edilen arsa payının açıkça gösterilmesi suretiyle kurulacağı belirtildikten sonra arsa paylarının bağımsız bölümlerin değerleri ile oranlı olarak tahsis edilmediği hallerde her kat malikinin arsa paylarının yeniden düzenlenmesi için mahkemeye başvura-bileceği öngörülmüştür.
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2004/3222 K: 2004/3981 T: 13.05.2004
Kat Mülkiyeti Yasasının “kat irtifakının sona ermesi” başlığını taşıyan 49. maddesi hükmüne göre kat irtifakı, buna konu olan arsanın tamamen yok olması veya üzerinde yapı yapılmayacak hale gelmesi ya da kamulaştırılması ile kendiliğinden sona erer. Somut olayda anataşınmaz üzerindeki yapının depremde yıkılmış olması, anılan yasa hükmünde öngörüldüğü gibi arsanın tamamen yok olması veya üzerinde yapı yapılamayacak hale gelmesi niteliğinde olmadığından, böyle bir olgu kendiliğinden kat irtifakını sona erdirmez.
Dava dilekçesinde arsa paylarının düzeltilmesi istenilmiştir. Mahkemece davanın reddi cihetine gidilmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
YARGITAY KARARI Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü:
Dava, kat irtifaklı anataşınmazda arsa paylarının düzeltilmesi istemine ilişkindir. Kat Mülkiyeti Yasasının 3. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca arsa paylarının, anataşınmazda kat irtifakının ya da kat mülkiyetinin kurulduğu tarihte bağımsız bölümlerin değerleri ile oranlı olarak özgülenmediği hallerde, her kat maliki ya da kat irtifakı sahibinin arsa paylarının yeniden düzenlenmesi için mahkemeye başvurma hakları vardır. Dosyada toplanan bilgi ve belgelerden özellikle tapu kaydı içeriğinden, dava konusu edilen anataşınmazda kat irtifakının kurulmuş olduğu anlaşılmaktadır. Kat Mülkiyeti Yasasının “kat irtifakının sona ermesi” başlığını taşıyan 49. maddesi hükmüne göre kat irtifakı, buna konu olan arsanın tamamen yok olması veya üzerinde yapı yapılmayacak hale gelmesi ya da kamulaştırılması ile kendiliğinden sona erer. Somut olayda anataşınmaz üzerindeki yapının depremde yıkılmış olması, anılan yasa hükmünde öngörüldüğü gibi arsanın tamamen yok olması veya üzerinde yapı yapılamayacak hale gelmesi niteliğinde olmadığından, böyle bir olgu kendiliğinden kat irtifakını sona erdirmez. Mahkemenin dayandığı 47. madde hükmü kat irtifaklı taşınmazlar için değil, kat mülkiyetli yerlere ilişkin bulunduğundan burada uygulama olanağı yoktur.
Yukarıda açıklanan hususlar gözönünde bulundurularak davaya Kat Mülkiyeti Yasası hükümlerine göre bakılıp toplanacak kanıtlarla oluşacak sonuç doğrultusunda bir karar verilmesi gerekirken, yerinde olmayan yazılı gerekçeyle davanın görev yönünden reddi doğru görülmemiştir.
Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 13.5.2004 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2014/16522 K: 2015/1265 T: 03.02.2015
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2013/8142 K: 2013/12513 T: 01.10.2013
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2007/9977 K: 2008/2372 T: 03.03.2008
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2006/7603 K: 2006/7364 T: 05.10.2006
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/1500 K: 2005/3483 T: 11.04.2005
Kat mülkiyetine konu ana taşınmazın onaylı mimari projesinde dükkan nitelikli bağımsız bölüm olarak gösterilen bölümün kat mülkiyeti kurulurken diğer bağımsız bölümlerle birlikte göz önünde tutularak her bir bağımsız bölümün o tarihteki değerlen ayrı ayrı belirlenip bu değerleriyle oranlı olarak her birine arsa payının özgülenmesi ve tapuya tescili gerekir.
Dava dilekçesinde arsa payının düzeltilerek B Blokta bulunan 11 nolu dükkanın kat mülkiyetinin tescili istenilmiştir. Mahkemece davanın kabulü cihetine gidilmiş, hüküm davalı Tapu Sicil Müdürlüğü vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü:
Davacı vekili dava dilekçesinde, anataşınmazın onaylı mimari projesinde gösterilen ve müvekkilinin satış vaadi sözleşmesi ile satın almış olduğu B Blok 11 nolu dükkana arsa payı ayrılmadığını ve tapuya da bağımsız bölüm olarak kaydedilmediğini ileri sürerek sözü edilen bağımsız bölüme arsa payı verilerek kat mülkiyeti kütüğüne tescil edilmesini, böylece arsa paylarının düzeltilmesini istemiştir.
Dosyada toplanan bilgi ve belgelerden, özellikle tapu kayıtları ve bilirkişi raporu içeriğinden davaya konu edilen B Blok 11 nolu dükkan nitelikli bağımsız bölümün 1992 yılında düzenlenip belediyece onaylanan mimari projesinde gösterilmiş olmasına karşın anataşınmazda kat mülkiyeti kurulurken bu bağımsız bölümün tapuya tescil edilmediği ve arsa payı özgülenmediği anlaşılmaktadır. Kat Mülkiyeti Yasasının 3. maddesi hükmüne göre kat mülkiyeti, bu mülkiyete konu olan ana yapının bağımsız bölümlerinin her birine kat irtifakının kurulduğu tarihteki, (somut olayda olduğu gibi) doğrudan doğruya kat mülkiyetine geçilme halinde ise, bu tarihteki değeri ile oranlı olarak özgülenen arsa payının ortak mülkiyet esaslarına göre açıkça gösterilmesi suretiyle kurulur.
Arsa paylarının bağımsız bölümlerin değerleriyle oranlı olarak özgülenmediği ya da somut olayda olduğu gibi bağımsız bir bölüme arsa payı özgülenmediği hallerde ilgili kat malikinin arsa paylarının yeniden düzeltilmesi için mahkemeye başvurma hakkı vardır. Yine anılan yasanın 13. maddesi hükmü uyarınca kat mülkiyetine konu olan her bağımsız bölüm kat mülkiyeti kütüğünün ayrı bir sayfasına o bölüme bağlı arsa payı ve anataşınmazın kayıtlı bulunduğu genel kütükteki pafta, ada, parsel, defter, ve sayfa numaraları gösterilmek suretiyle tescil edilir. Anılan yasa maddeleri hükmü çerçevesinde somut olay incelendiğinde; kat mülkiyetinin kurulmasına esas olan anataşınmazın onaylı mimari projesinde dükkan nitelikli bağımsız bölüm olarak gösterilen B Blok 11 nolu bağımsız bölümün kat mülkiyeti kurulurken diğer bağımsız bölümlerle birlikte gözönünde tutularak her bir bağımsız bölümün (bu bağlamda dava konusu dükkanın) o tarihteki değerleri ayrı ayrı belirlenip bu değerleriyle oranlı olarak her birine arsa payının özgülenmesi ve tapuya tescili gerekirken, dava konusu bağımsız bölüme arsa payı özgülenmediği ve tapuya tescil de edilmediği anlaşıldığına göre; mahkemece öncelikle bu bağımsız bölümün kat mülkiyetinin kurulduğu tarihteki değeri ile oranlı olarak arsa payının belirlenmesi, buna bağlı olarak anayapıdaki diğer bağımsız bölümlere özgülenen arsa paylarının da yeniden düzenlenmesi, böylece dava konusu bağımsız bölüm de dahil anayapıdaki diğer bağımsız bölümlere ilişkin arsa paylarının saptanması için bilirkişiden ek rapor alınması, gerektiğinde yeni bir bilirkişi kurulu oluşturularak yerinde yapılanacak inceleme ile yukarıdaki eksikliğin giderilmesi yolunda ayrıntılı ve denetime elverişli rapor alınması, bundan sonra dava konusu bağımsız bölümün arsa payını gösterir biçimde tapuya tescili, bu cümleden olarak diğer bağımsız bölümlerin de arsa paylarının düzeltilmesi ile ilgili değişikliğin tapuya tescili yolunda hüküm kurulması gerekirken; yetersiz araştırma ve eksik inceleme sonucu salt dava konusu bağımsız bölümün tesciline karar verilmiş olması doğru görülmemiştir.
Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428. maddesi gereğince (BOZULMASINA), 11.04.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2016/4321 K: 2016/9947 T: 21.06.2016
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2014/14324 K: 2015/1914 T: 12.02.2015
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2011/1461 K: 2011/4119 T: 28.03.2011
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2008/13132 K: 2009/1268 T: 17.02.2009
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2005/1731 K: 2005/4088 T: 25.04.2005
Arsa paylarının bağımsız bölümlerin değeri ile oranlı olarak özgülenmediği hallerde her kat maliki arsa paylarının yeniden düzenlenmesi için mahkemeye başvurabilir. Bağımsız bölümlerden her birine bu fıkra uyarınca özgülenen arsa payı, o bölümlerin değerinde sonradan oluşan çoğalma veya azalma nedeniyle değiştirilemez. Yine anılan Yasanın 12.maddesi hükmü uyarınca kat irtifakı ya da kat mülkiyeti kurulurken bir mimar veya mühendis tarafından yapılan ve anataşınmazın malik veya bütün paydaşları tarafından imzalanan ve içinde gösterilenlerin doğruluğu belediyece onaylanan proje esas alınır.
Dava dilekçesinde arsa payının düzeltilmesi ve tashihen tescili istenilmiştir. Mahkemece davanın kısmen kabulü cihetine gidilmiş, hüküm davalı belediye vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü:
Dava, kat mülkiyetli 4 parsel sayılı anataşınmazda, 1 nolu bağımsız bölümün yüzölçümü ve arsa payının düzeltilmesi ile yeni arsa payının tapuya tescili istemine ilişkin olup mahkemece davanın kabulüne karar verilmiştir.
Dosyada toplanan bilgi ve belgelerden özellikle tapu kayıtları ve belediyece onaylı orjinal mimari proje içeriğinden dava konusu bağımsız bölümün de yer aldığı anataşınmazın mülkiyetinin 19.8.1997 tarihinde kat mülkiyetine çevrilmiş olduğu kat irtifakına ve kat mülkiyeti kurulmasına esas alınan ve tapuya sunulan onaylı mimari projede 1 nolu bağımsız bölümün 63,84 m2 yüzölçümünde olduğu ve noterden onaylı bağımsız bölüm listesine uygun biçimde tapuya 44/293 arsa payı ile tescil edildiği anlaşılmaktadır. Hal böyle iken davacı bağımsız bölümünün fiili yüzölçümünün 117-120 m2 olduğunu ayrıca değerine göre eksik arsa payı özgülendiğini ileri sürerek bu bağımsız bölümün yüzölçümünün fiili duruma ve arsa payının da değerine uygun olarak düzeltilip tapuya tescilini istemiş bilirkişi kurulunca davacının savı doğrultusunda rapor düzenlenmiş ve ayrıca buna uygun değişiklik projesi çizdirilmiş ise de gerek değişiklik projesi gerekse bilirkişi kurulu raporu hüküm kurmaya yeterli değildir.
Şöyle ki; Kat Mülkiyeti Yasasının 3.maddesinin değişik ikinci fıkrası hükmüne göre kat mülkiyeti, bu mülkiyete konu olan anayapının bağımsız bölümlerinden her birine kat irtifakının kurulduğu tarihteki, doğrudan doğruya kat mülkiyetine geçilmesi halinde ise bu tarihteki değeriyle oranlı olarak özgülenen arsa payının ortak mülkiyet esaslarına göre açıkça gösterilmesi suretiyle kurulur. Arsa paylarının bağımsız bölümlerin değeri ile oranlı olarak özgülenmediği hallerde her kat maliki arsa paylarının yeniden düzenlenmesi için mahkemeye başvurabilir. Bağımsız bölümlerden her birine bu fıkra uyarınca özgülenen arsa payı, o bölümlerin değerinde sonradan oluşan çoğalma veya azalma nedeniyle değiştirilemez. Yine anılan Yasanın 12.maddesi hükmü uyarınca kat irtifakı ya da kat mülkiyeti kurulurken bir mimar veya mühendis tarafından yapılan ve anataşınmazın malik veya bütün paydaşları tarafından imzalanan ve içinde gösterilenlerin doğruluğu belediyece onaylanan proje esas alınır.
Somut olayda, kat mülkiyeti kurulurken tapuya verilen belediyece onaylı mimari projede belirtilen dava konusu bağımsız bölümün yüzölçümünün düzeltilebilmesi için bu fiili duruma uygun olarak çizdirilmiş olup tüm kat maliklerinin muvafakatını taşıyan ve belediyece onaylanmış bulunan bir değişiklik projesinin varlığı aranmalıdır. Ayrıca arsa payının düzeltilmesi için de yukarıda değinilen Kat Mülkiyeti Yasasının 3.maddesinde öngörülen koşulların gerçekleşmiş olması gerekir. Mahkemenin hükme dayanak yaptığı değişiklik projesinin tüm kat maliklerinin muvafakatını içermediği ve belediyenin de onayını taşımadığı anlaşılmakla bu projeye itibar edilemez. Öte yandan bilirkişi kurulunca düzenlenen raporda dava konusu bağımsız bölüme özgülenen (44/293) arsa payının değeri ile oranlı olmadığı bildirilmiş ise de sonradan oluşan çoğalma ve azalmanın arsa payını değiştirmeyeceği ilkesi gözetildiğinde raporda bağımsız bölümün değerinin kat irtifakının ya da kat mülkiyetinin kurulduğu tarihteki değerinin esas alınıp alınmadığı da açıkça belirtilmediğinden bu eksiklik giderilmeden arsa payı oranının değiştirilmesi istemi de kabul edilemez.
Mahkemece, yukarıda açıklanan hususlar gözönünde bulundurulup sözü edilen eksiklikler yöntemince tamamlanmadan ve bu konuda bilirkişi kurulundan ek rapor alınıp durum açıklığa kavuşturulmadan yetersiz araştırma ve eksik inceleme sonucu davanın kabulü yönünde hüküm kurulması,
Ayrıca, Avukatlık Yasasının (değişik) 164/son maddesi hükmünün yorumlanmasında hataya düşülerek, hesaplanan avukatlık ücretinin davacı taraf yerine doğrudan avukatına ödenmesine karar verilmiş olması,
Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK’nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 25.4.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2006/2548 K: 2006/5350 T: 27.06.2006
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2016/4321 K: 2016/9947 T: 21.06.2016
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2014/14324 K: 2015/1914 T: 12.02.2015
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2011/1461 K: 2011/4119 T: 28.03.2011
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2006/7603 K: 2006/7364 T: 05.10.2006
Arsa paylarının yeniden düzenlenmesi istenildiğinde, taşınmazdaki tüm bağımsız bölümlerin birlikte değerlendirilmesi, dava konusu edilen ve edilmeyen bağımsız bölümlerden her birine özgülenmiş olan arsa paylarının kat irtifakının kurulduğu tarihteki değerleri ile oranlı olup olmadığının saptanması, arsa paylarında değişiklik (artma veya azalma) olan bağımsız bölümlerden her birinin bu yeni arsa payı oranlarının hükümde açıkça belirtilmesi ve sonuçta tapuya tescili kamu düzeni ile ilgili olduğundan aynı taşınmazda dava konusu edilen bağımsız bölümlerle birlikte arsa payları değişen diğer bağımsız bölümlerin saptanan yeni arsa paylarının kararın hüküm fıkrasında açıkça gösterilmesi gerekir.
Davacı vekili, Bolu Sulh Hukuk Mahkemesine verdiği 27.06.2006 günlü dilekçede, 2004/540 Esas-2005/265 Karar sayılı olup kesinleşmiş bulunan mahkeme ilamının infazı için Tapu Sicil Müdürlüğüne başvurulduğunu, ancak bu kararda yer almayan bağımsız bölümlerin de arsa payları değişmiş olmasına karşın, bunların hükümde gösterilmemesi nedeniyle ilamın infaz edilemediğini belirterek; Sözü edilen mahkeme kararının dayanağını oluşturan 15.02.2005 tarihli bilirkişi raporu doğrultusunda 19 parsel sayılı taşınmazdaki bağımsız bölümlerin arsa paylarının tavzihen karara dercedilmesini (eklenmesini) istemiştir.
Mahkemece; dava dilekçesinde taşınmazdaki salt davacının 21, 29, 30 ve 2 numaralı bağımız bölümlerinin arsa paylarının düzeltilmesinin istenildiği ve istem gibi karar verildiği; bunların dışında kalan bağımsız bölümler dava konusu edilemediğinden arsa paylarının düzeltilmesinin yeni bir yargılamayı gerektirdiği gerekçesiyle tavzih isteminin reddine karar verilmiş; davacı vekili bu kararı temyiz etmiştir.
YARGITAY KARARI Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü:
Dava, kat irtifaklı taşınmazda bağımsız bölümlere özgülenen arsa paylarının düzeltilmesi istemine ilişkindir.
Davacı vekili dava dilekçesinde 139 ada 19 parsel sayılı taşınmazda mesken nitelikli 2 ve dükkan nitelikli 21, 29, 30 Nolu bağımsız bölümlerde müvekkilinin kat irtifak hakkı sahibi olduğunu, bu bağımsız bölümlere özgülenen arsa paylarının, bunların kat irtifakının kurulduğu tarihteki değerleri ile oranlı olmadığını ileri sürerek, arsa paylarının yeniden düzenlenip düzeltilmesini istemiştir.
Dosyada toplanan bilgi ve belgelerden; kat irtifaklı 19 parsel sayılı taşınmazda toplam 34 bağımsız bölümden (2, 21, 29 ve 30 nolu olmak üzere) dördünde davacı Yaşar Karataş lehine, diğer bağımsız bölümlerde ise davalı Satılmış Bilgin lehine kat irtifakının kurulmuş olduğu, taşınmazda davacının toplam 120/1000 ve davalının toplam 880/1000 oranında arsa paylarının bulunduğu, taşınmazın yerinde yapılan inceleme sonucu düzenlenen bilirkişi raporunda bağımsız bölümlere özgülenmiş olan arsa paylarının kat irtifakının kurulduğu 17.10.1990 tarihindeki değerleri ile oranlı olmadığının saptandığı, özellikle 15.02.2005 günlü ek rapor ve bunun ekindeki listede 34 bağımsız bölümden her birinin büyüklüğü (yüzölçümü) ile nitelik ve özellikleri (konumu, cephesi, katı, ışık durumu) gözetilerek -kat irtifakının kurulduğu tarihe göre- değerlerinin ve bu değerleri ile oranlı yeni arsa paylarının ayrı ayrı tespit edildiği; mahkemece, bu 15.02.2005 günlü bilirkişi ek raporu ile ekindeki liste doğrultusunda davanın kabulüne karar verilmiş olmasına karşın, taşınmazdaki salt 21, 29 ve 30 nolu bağımsız bölümlerin arsa paylarının artırılarak düzeltilmesine hükmedildiği, böylece diğer bağımsız bölümlerin arsa payı oranları da değişmiş iken, bunların yeni arsa payları konusunda hükümde bir açıklık bulunmadığı bu nedenle de tapuda infaz işleminin yapılamadığından davacı vekilince hükmün tavzihinin istenildiği anlaşılmaktadır.
Davanın yasal dayanağını 634 Sayılı Kat Mülkiyeti Yasasının 3. maddesi oluşturmaktadır. Bu madde hükmü uyarınca kat irtifaklı bir taşınmazda arsa paylarının yeniden düzenlenmesi istenildiğinde, taşınmazdaki tüm bağımsız bölümlerin birlikte değerlendirilmesi, dava konusu edilen ve edilmeyen bağımsız bölümlerden her birine özgülenmiş olan arsa paylarının kat irtifakının kurulduğu tarihteki değerleri ile oranlı olup olmadığının saptanması, arsa paylarında değişiklik (artma veya azalma) olan bağımsız bölümlerden her birinin bu yeni arsa payı oranlarının hükümde açıkça belirtilmesi ve sonuçta tapuya tescili kamu düzeni ile ilgili olduğundan aynı taşınmazda dava konusu edilen bağımsız bölümlerle birlikte arsa payları değişen diğer bağımsız bölümlerin saptanan yeni arsa paylarının kararın hüküm fıkrasında açıkça gösterilmesi gerekir.
Somut olayda mahkemece, 15.02.2005 günlü bilirkişi raporuna dayanılarak bu rapora ekli liste uyarınca davanın kabulüne karar verilmiş iken, salt 21, 29 ve 30 nolu bağımsız bölümlere ilişkin yeni arsa payları hüküm altına alınmış, diğer bağımsız bölümlerin arsa paylarındaki değişiklikler hükümde açıkça gösterilmediğinden, davacı vekili bu kararın tavzihini istemiştir. HUMK.nun 455. maddesine göre tavzih, mahkeme hükmünün müphem olması veya birbirine aykırı (çelişik) fıkraları içermesi durumunda hükümdeki gerçek anlamın ortaya çıkarılması için başvurulan bir yoldur. Bu yolla hüküm değiştirilemez; kesin hükmün sonucunu bertaraf edecek biçimde tavzih kararı verilemez. Somut olayda davanın yukarıda açıklanan niteliği gözönünde tutulduğunda, dava konusu 19 parsel sayılı taşınmazda bağımsız bölümlerin değişin yeni arsa paylarının bilirkişinin 15.02.2005 tarihli raporuna ekli “kriter listesi”ne uygun olarak hükmün açıklanması (tavzihi), asıl hükmü değiştirecek ve kesin hükmün sonucunu ortadan kaldıracak nitelikte olmadığı gibi; asıl hükmün infaz edilebilmesi de sözkonusu tavzih ve tashihin yapılmasına bağlıdır. Şu halde tavzih isteminin kabulü gerekirken, taşınmazda 21, 29 ve 30 nolu bağımsız bölümler dışındaki diğer bağımsız bölümlerin dava konusu edilmedikleri, bunun yeni bir yargılamayı gerektirdiği gerekçesi ile tavzih isteminin reddi doğru görülmemiştir.
Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 05.10.2006 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2015/6568 K: 2015/18470 T: 15.12.2015
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2014/16522 K: 2015/1265 T: 03.02.2015
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2008/10404 K: 2009/700 T: 05.02.2009
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2007/9977 K: 2008/2372 T: 03.03.2008
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2007/9977 K: 2008/2372 T: 03.03.2008
Dava konusu anataşınmaz yıkıldığına göre, kat mülkiyetti veya kat irtifaklı bağımsız bölümlerden bahsedilmeyeceğinden, uyuşmazlığa Kat Mülkiyeti Kanunu’nun 3. maddesini uygulamak mümkün değildir. Arsa paylarının yeniden belirlenmesine ilişkin davalar, anayapının kat irtifakı veya kat mülkiyeti statüsünü koruduğu sürece açılabilir.
Dava ve karşı dava dilekçesinde, tapudaki arsa paylarının düzeltilmesi istenilmiştir. Mahkemece davanın reddine, karşı davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davacılar tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü:
Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı kanıtlarla yasal gerektirici nedenlere ve özellikle kanıtların takdirinde bir isabetsizlik görülmemesine göre sair temyiz itirazları yerinde değildir.
Ancak; Davacılar vekili dava dilekçesinde, kat mülkiyetli anataşınmazın arsa paylarının yeniden tespit ve tescilini istemiş; mahkemece kat mülkiyetinin kurulduğu davanın açılmış olduğu tarihe kadar on yıllık hak düşürücü sürenin dolduğu gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.
Dosya içerisindeki bilgi ve belgelerden; dava konusu anataşınmazda 11.03.1997 günü kat mülkiyetinin kurulduğu 17.08.1999 tarihinde meydana gelen deprem sonucu anayapının tamamen yıkılıp enkazının kaldırıldığı, dava konusu yerde müşterek mülkiyet hükümlerine göre tapu oluşturulduğu anlaşılmaktadır.
634 sayılı Kat Mülkiyeti Yasası’nın 3. maddesine göre, arsa paylarının bağımsız bölümlerin değerleri ile oranlı olarak tahsis edilmediği hallerde her kat maliki veya kat irtifakı sahibi arsa paylarının yeniden düzenlenmesi için mahkemeye başvurabilir. Dava konusu yerde kat mülkiyetli veya kat irtifaklı bağımsız bölümlerden bahsedilemeyeceğine göre, uyuşmazlığa Kat Mülkiyeti Yasası’nın 3. maddesini uygulamak mümkün değildir. Çünkü ortada değerleri belirlenecek bağımsız bölümler bulunmamaktadır. Arsa paylarının yeniden düzenlenmesine ilişkin davalar anayapının kat irtifakı veya kat mülkiyeti statüsünü koruduğu sürece açılabilir. Bu davaların açılması herhangi bir hak düşürücü süre ile de sınırlandırılmamıştır. Asıl dava yönünden mahkemece verilen karar yukarıda açıklanan nedenlerle ve sonucu itibariyle doğru ise de gerekçesi yanlış bulunduğundan, değiştirilmek suretiyle ve bu gerekçe ile (ONANMASINA), 03.03.2008 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2006/2548 K: 2006/5350 T: 27.06.2006
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2016/4321 K: 2016/9947 T: 21.06.2016
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2014/14324 K: 2015/1914 T: 12.02.2015
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2011/1461 K: 2011/4119 T: 28.03.2011
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2008/10404 K: 2009/700 T: 05.02.2009
Kat maliki veya kat irtifakı sahibi tarafından, arsa paylarının yeniden düzenlenmesi istendiğinde, mahkemece, bağımsız bölümlerin cinsi, bulunduğu kat, alanı, ısınma sistemi, aydınlanması, mimari kullanımı ve konumu, cephesi, manzarası, kullanma amacı (konut, işyeri vs.) eklentileri, güneşten yararlanma, rüzgar ve diğer dış etkenlerden etkilenme gibi hususlar dikkate alınarak, bağımsız bölüm değeri ile bölüme özgülenen arsa payı arasında denklik sağlanmalıdır.
Dava dilekçesinde, anataşınmazın bağımsız bölümlerine ait arsa paylarının değerlerine göre yeniden belirlenerek tapuya tescili istenilmiştir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalılardan İbrahim ve F.Hasan vekili ile Özcan vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz istemlerinin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra, dosyadaki bütün kağıtlar okunup, gereği düşünüldü:
Dava, bağımsız bölümlere özgülenen arsa paylarının yeniden düzenlenmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, yapılan araştırma ve inceleme ile alınan bilirkişi raporu hüküm kurmaya yeterli değildir.
Şöyle ki; 634 sayılı Kat Mülkiyeti Yasası’nın 5711 sayılı Yasa’yla değişik 3. maddesi hükmüne göre; “Kat mülkiyeti ve kat irtifakı, bu mülkiyete konu olan anagayrimenkulün bağımsız bölümlerinden her birinin konum ve büyüklüklerine göre hesaplanan değerleri ile oranlı olarak projesinde tahsis edilen arsa payının ortak mülkiyet esaslarına göre açıkça gösterilmesi suretiyle kurulur. Arsa paylarının bağımsız bölümlerin payları ile oranlı olarak tahsis edilmediği hallerde, her kat maliki veya kat irtifakı sahibi, arsa paylarının yeniden düzenlenmesi için mahkemeye başvurabilir.”
Yasa gereğince; arsa payı düzenlemesinin yeniden yapılabilmesinin ilk şartı, arsa paylarının bağımsız bölümlerin değerleriyle oransız olarak belirlenmiş olmasıdır. Bu hususa dayalı istemlerde mahkeme tüm kanıtları değerlendirerek bağımsız bölümün değeri ile bölüme özgülenen arsa payını karşılaştırıp denklik sağlanmalıdır. Söz konusu işlem yapılırken de bağımsız bölümlerin cinsi, bulunduğu kat, alanı, ısınma sistemi, aydınlanması, mimari kullanımı ve konumu, cephesi ve manzarası, kullanma amacı (konut, işyeri vs.), eklentileri, güneşten yararlanma, rüzgar ve diğer dış etkenlerden etkilenme olayı gibi hususlar değerlendirme için esas alınır. Değerlendirmeye esas alınacak tarihten sonraki imar durumu ile cins ve manzara değişiklikleri, bakım ve onarım çalışmaları nedenleriyle meydana gelen değer artış ve eksilmeleri dikkate alınmaz. Öte yandan, kat irtifakı veya kat mülkiyetinin kurulması sırasında arsa payları bizzat kendileri tarafından düzenlenmiş olan kat maliki veya maliklerinin sonradan arsa paylarının düzeltilmesini istemekte iyiniyetli olup olmadıklarının ve ayrıca arsa paylarının düzeltilmesini isteyen kat malikinin bu isteminde korunmaya değer bir hukuki yararının bulunup bulunmadığının mahkemece dikkatle değerlendirilmesi gerekir.
Açıklanan bu yasal durum çerçevesinde somut olayda; 1- Anataşınmazda kat mülkiyetinin kuruluşundan önce kat irtifakının kurulu olup olmadığı, kurulu ise kat irtifakının kim veya kimler tarafından kurulduğu Tapu Sicil Müdürlüğü’nden sorulup, buna ilişkin akit tablosu ve ilgili diğer belgeler dosyaya getirtilerek davacıların iyiniyetli olup olmadıklarının ve davayı açmakta korunmaya değer hukuki yararlarının bulunup bulunmadığının incelenmemiş olması,
2- Anataşınmazda kat mülkiyetinin kuruluşundan önce kat irtifakının kurulu olduğunun tespiti halinde, kat irtifakının hangi tarihte kurulduğunun Tapu Sicil Müdürlüğü’nden ayrıca ve açıkça sorulup değerlendirmenin bu tarih esas alınarak yapılması gerektiğinin düşünülmemiş olması,
3- Bağımsız bölümler, kat irtifakının kurulduğu tarihteki değerlerinin tespiti açısından tek tek ve yukarıda açıklanan unsurları esas alınarak incelenmek, bu incelemenin sonucuna göre olması gereken arsa payları belirlenmek ve bu belirlemeye göre tapu sicilinde kayıtlı arsa paylarında düzeltilmesi gereken bir yanlışlık olup olmadığı saptanmak suretiyle düzenlenecek bir rapora dayalı olarak karar verilmesi gerektiği düşünülmeden, salt kat mülkiyetine geçme tarihindeki değerleri dikkate alan soyut ve genel ifadeli bilirkişi raporu esas alınarak karar verilmiş olması,
Doğru görülmemiştir. Mahkemece; yukarıda (1) ve (2) nolu bentlerde yapılan açıklama doğrultusunda araştırma yapıldıktan sonra bilirkişiden (3) nolu bentteki şekilde ek rapor alınmalı, bu ek raporun bozma ilamına ve yasaya uygunluğu denetlenmen ve hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmelidir.
Bu itibarla, yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428. maddesi gereğince (BOZULMASINA), temyiz peşin harçlarının istek halinde temyiz edenlere iadesine, 05.02.2009 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2016/4321 K: 2016/9947 T: 21.06.2016
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2015/6568 K: 2015/18470 T: 15.12.2015
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2014/16522 K: 2015/1265 T: 03.02.2015
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2013/8142 K: 2013/12513 T: 01.10.2013
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2008/13132 K: 2009/1268 T: 17.02.2009
Bağımsız bölümlere özgülenen arsa paylarının düzeltilmesine ilişkin davalarda, her bir bağımsız bölümün değerini etkileyen tüm unsurlar, mahkemece uzman bilirkişi kuruluna incelettirilerek saptanmalıdır.
Dava dilekçesinde, kat irtifakının iptali ile payların yeniden düzenlenerek tesisi istenilmiştir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hükmün temyiz incelemesinin duruşmalı olarak yapılması davalı vekili tarafından yasal süresi içinde verilen temyiz dilekçesi ile istenilmekle, dosyadaki bütün kağıtlar okunarak, tetkik hakiminin açıklamaları dinlenip, gereği düşünüldü:
Dava, bağımsız bölümlere özgülenen arsa paylarının düzeltilmesi istemine ilişkindir. Kat Mülkiyeti Yasası’nın 3. maddesi hükmüne göre, bağımsız bölümlere özgülenmiş olan arsa paylarının, kat irtifakının ya da kat mülkiyetinin kurulduğu tarihteki değerleri ile oranlı olup olmadığının saptanması gerekir. Bunun için mahkemece anataşınmazın yerinde uzman bilirkişi aracılığıyla inceleme yapılarak, her bir bağımsız bölümün değerini etkileyen unsurlar belirlenmelidir. Bu konuda düzenlenecek olan bilirkişi raporunda; arsa paylarının saptanmasına esas olmak üzere bağımsız bölümlerin -kat irtifakının ya da kat mülkiyetinin kurulduğu tarihteki- değerlerinin hesaplanmasında her birinin alanı, konumu, biçimi ve diğer farklılıkları gözönünde bulundurulmalı, bu bağlamda her bir bağımsız bölümün yüzölçümü, kaçıncı katta yer aldığı, cadde veya sokağa cephesi olup olmadığı, manzarası, güneşten yararlanma, rüzgar ve diğer dış etkenlerden etkilenme oranları gibi unsurlar dikkate alınmalıdır.
Hükme dayanak yapılan bilirkişi raporunda, salt bağımsız bölümlerin yüzölçümlerine göre hesaplama yapılarak arsa payları yeniden belirlenmiş, ancak her bir bağımsız bölümün kat irtifakı ya da kat mülkiyetinin kurulduğu tarihteki değerine etkili olabilecek diğer unsurlar üzerinde durulmamıştır.
Mahkemece, yukarıda açıklanan hususlar doğrultusunda arsa paylarının belirlenmesinde esas alınacak olan bağımsız bölümlerin değerlerini olumlu ya da olumsuz etkileyen tüm unsurların incelenip irdelenmesi için bilirkişi kurulundan yeniden ek rapor alınması ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, eksik inceleme ile hüküm kurulması doğru görülmemiştir.
Bu itibarla, yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan, kabulü ile hükmün HUMK.nun 428. maddesi gereğince (BOZULMASINA), temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 17.02.2009 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2006/2548 K: 2006/5350 T: 27.06.2006
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2014/14324 K: 2015/1914 T: 12.02.2015
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2015/6568 K: 2015/18470 T: 15.12.2015
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2014/16522 K: 2015/1265 T: 03.02.2015
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2011/1461 K: 2011/4119 T: 28.03.2011
Kat Mülkiyeti Yasası’nın 3. maddesinde arsa paylarının bağımsız bölümlerin payları ile oranlı olarak tahsis edilmediği hallerde, her kat malikinin arsa paylarının yeniden düzenlenmesi için mahkemeye başvurabileceği hükmüne yer verilmiştir.
Dava dilekçesinde, arsa paylarının düzeltilmesi istenilmiştir. Mahkemece davanın kısmen kabulüne karar verilmiş, hüküm taraf vekillerince temyiz edilmiştir.
-YARGITAY KARARI- Temyiz istemlerinin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü:
Davacı vekili dava dilekçesinde, davacı ve davalıya ait bağımsız bölümlerin arsa paylarının belirlenmesinde hata yapıldığını ileri sürerek B Blok 9 nolu bağımsız bölümün arsa payının 26/612, 10 nolu bağımsız bölümün arsa payının 15/612 olarak düzeltilmesini istemiştir. Mahkemece B Blok 9 nolu bağımsız bölümün arsa payının 26/612, 10 nolu bağımsız bölümün arsa payının 15/612 olduğunun tespitine, arsa payının düzeltilmesine yönelik davanın reddine karar verilmiştir.
Kat Mülkiyeti Yasası’nın 3. maddesinin ikinci fıkrasında arsa paylarının bağımsız bölümlerin payları ile oranlı olarak tahsis edilmediği hallerde, her kat malikinin arsa paylarının yeniden düzenlenmesi için mahkemeye başvurabileceği hükmüne yer verilmiştir. Yerinde yapılan keşif sonucu düzenlenen bilirkişi kurulu raporunda sadece davacı ve davalıya ait bağımsız bölümlerin arsa paylarının düzenlenmesinde hata yapıldığı belirlenmiş olup mahkemece de bu bilirkişi raporuna itibar edildiğine göre davacıya ait B blok 9 nolu bağımsız bölümün 15/612 olan arsa payının 26/612 ve davalıya ait B blok 10 nolu bağımsız bölümün 26/612 olan arsa payının da 15/612 olarak düzeltilerek tapuya tesciline karar verilmesi gerekirken, yerinde olmayan gerekçelerle tapuda arsa payının düzeltilmesi isteminin reddine ve B Blok 9 nolu bağımsız bölümün arsa payının 26/612, 10 nolu bağımsız bölümün arsa payının 15/612 olarak tespitine karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, temyiz peşin harçlarının istek halinde temyiz edenlere iadesine, 28.03.2011 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2006/2548 K: 2006/5350 T: 27.06.2006
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2016/4321 K: 2016/9947 T: 21.06.2016
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2014/14324 K: 2015/1914 T: 12.02.2015
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2015/6568 K: 2015/18470 T: 15.12.2015
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1983/641 K: 1983/684 T: 31.01.1983
Kat mülkiyetinin kurulduğu zamanda bağımsız bölümlerin değeriyle orantılı olmayan arsa paylarına karşı kat sahiplerinin arsa payının düzeltilmesi davası açma hakları vardır.
Taraflar arasındaki 634 sayılı Kat Mülkiyeti Yasası uyarınca arsa paylarının bağımsız bölümlerin değerine göre düzeltilerek tescili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; davanın reddine dair verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı vekili yönünden süresinde verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla; dosyadaki belgeler okunup iş anlaşıldıktan sonra, gereği görüşülüp düşünüldü:
KARAR: 634 sayılı Kat Mülkiyeti Yasasının 3/2. maddesinde kat mülkiyeti bu mülkiyete konu olan ana yapının bağımsız bölümlerinden her birine, o bölümün kat mülkiyetinin kurulması zamanındaki değeri ile oranlı olarak tahsis edilen arsa payının açıkça gösterilmesi suretiyle kurulur denildiğine göre bağımsız bölümlerin değerleri ile oranlı yapılmamış bir arsa payı verildiği anlaşıldığında buna karşı kat maliklerinin arsa payının düzeltilmesi davasını açma hakları vardır. Böyle bir dava mahkemece incelenmek ve bilirkişi raporu alınarak durum saptandıktan sonra karar vermek gerekirken kat mülkiyetine girilirken verilen belgelerin usulüne uygun olduğu ve bu bölgelere göre arsa oranı saptandığı gerekçelerine tutunarak davanın reddine karar verilmesi doğru bulunmamıştır.
SONUÇ: Davacının temyiz itirazları bu bakımlardan yerinde görüldüğünden hükmün yukarıda açıklanan nedenle HUMK.nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA 31.1.1983 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1978/3290 K: 1978/5378 T: 19.06.1978
- Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1981/4235 K: 1981/6045 T: 26.05.1981
- Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1994/10706 E: 1994/13563 K: 6.7.1994
- Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1995/6278 K: 1995/8043 T: 17.4.1995
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1981/4235 K: 1981/6045 T: 26.05.1981
Yöneticinin arsa paylarının denkleştirilmesi davası açmaya yetkisi yoktur. Arsa payları denkleştirilirken bu davaya bütün paydaşların katılımı sağlanmalıdır. Yapılacak denkleştirme kat mülkiyetinin tesisi anındaki değer üzerinden yapılmalıdır.
DAVA: Taraflar arasındaki apartmanın kat maliklerinin arsa paylarının denkleştirilmesine dair verilen yukarıda gün ve sayıları yazılı hükmün duruşmalı olarak Yargıtay’ca incelenmesi davalı (İ.S.) yönünden verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla gereği görüşülüp düşünüldü:
KARAR: 1 – Davacılardan (L.Ş) yönetici olup kat maliki değildir. Yöneticinin görevlerini belirten 634 sayılı yasanın 35. Maddesi kapsamına böyle bir davanın açılması girmediği halde yöneticinin açtığı davanın da kabul edilerek görülmesi
2 – Tapu kaydında paydaş bulunan (G.K.)’ın davaya katılması sağlanmadan davaya bakılması
3 – 634 sayılı Kat Mülkiyeti Yasası’nın 3. maddesi gereğince bağımsız bölümlerin arsa paylarına kat mülkiyeti kurulması zamanındaki değerleri ile oranlı olmak gerekir. Bu bakımdan mahkemece bilirkişilerce görev veren 28.9.1978 günlü ara kararının birinci bendindeki (dava tarihindeki değerin tespitinin) istenmesi doğru bulunmamıştır. Her ne kadar bilirkişilerce düzenlenen 20.11.1979 günlü raporda (dairelerin kat mülkiyetine geçiş tarihindeki değerlerinin) saptandığı yazılmışsa da dosyada bu zamanı belirleyen hiçbir belgeye rastlanmamıştır. Kat Mülkiyetine geçiş zamanı saptanmadan eksik inceleme ile karar verilmesi
4 – Bilirkişinin inceleyeceği konu üzerinde özel ve teknik bilgiye sahip olması gerekir. Ankara’da kolaylıkla inşaat mühendisi veya mimar bulmak olası iken esas meslekleri Harita-Kadastro Mühendisi ve Hukukçu olarak yazılı bulunan kişilerin pay oranlarını hesap ve saptamakta ne dereceye kadar teknik bilgiye sahip bulundukları belirtilmeden bilirkişi seçilmelerinde yetenek yönünden isabet olmadığının düşünülmemesi
Doğru bulunmamıştır. Davalının temyiz itirazları bu bakımlardan yerinde bulunduğundan hükmün yazılı nedenlerle HUMK.nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, 25.5.1981 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1978/3290 K: 1978/5378 T: 19.06.1978
- Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2004/8931 K: 2004/9431 T: 5.10.2004
- Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1992/12673 K: 1992/17617 T: 7.9.1992
- Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1994/10381 K: 1994/12506 T: 14.6.1994
Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1978/3290 K: 1978/5378 T: 19.06.1978
Arsa payı bağımsız bölümün kat mülkiyeti kurulması anındaki değeri ile orantılı olmalıdır. Henüz kat mülkiyeti kurulmadan arsa paylarının düzeltilmesi dava konusu edilemez.
Taraflar arasındaki 634 sayılı Kat Mülkiyeti Yasası uyarınca arsa paylarının bağımsız bölümlerinin değerine göre düzeltilerek tapuya tescili davasından dolayı yapılan yargılama sonunda davanın kabulüne dair verilen yukarıda tarih ve numaraları yazılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacılar vekili tarafından süresi içinde verilen dilekçe ile istenilmiş olmakla dosyadaki kağıtlar okunup iş anlaşıldıktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü :
K: Dava kat irtifakı halinde bulunan bir apartmanda mevcut arsa paylarının hakkaniyete uygun olarak tesis edilmemiş olması nedeniyle düzeltilmesi isteminden ibarettir.
634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununun 3. maddesine göre arsa payı o bağımsız bölümün Kat Mülkiyeti kurulması zamanındaki değeri ile oranlı olarak tespit edilir. Dava konusu anayapıda henüz Kat Mülkiyeti kurulmamış olmasına göre arsa payının düzeltilmesi dava konusu edilemez. Davanın bu nedenle de reddine karar verilmesi gerekirken aksine bazı düşüncelerle arsa paylarının düzeltilmesine karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Davalıların temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle HUMK.nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, 19.6.1978 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/14472 K: 22006/260 T:24.01.2006
- Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1996/735 K: 1996/3479 T: 7.3.1996
- Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 2005/7984 K: 2005/11638 T: 227.10.2005
- Yargıtay 5. Hukuk Dairesi E: 1990/22169 K: 1991/571 T: 18.1.1991
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2013/8142 K: 2013/12513 T: 01.10.2013
Yasa gereğince; arsa payı düzenlemesinin yeniden yapılabilmesinin ilk şartı, arsa paylarının bağımsız bölümlerin değerleriyle oransız olarak belirlenmiş olmasıdır. Bu hususa dayalı istemlerde mahkeme tüm kanıtları değerlendirerek bağımsız bölümün değeri ile bölüme özgülenen arsa payını karşılaştırıp denklik sağlanmaya çalışmalıdır.
Dava, bağımsız bölümlere özgülenen arsa paylarının yeniden düzenlenmesi istemine ilişkin olup, mahkemece davanın kabulüne karar verilmiştir.
634 sayılı Kat Mülkiyeti Yasasının 3. maddesi hükmüne göre; “kat mülkiyeti, bu mülkiyete konu olan anayapının bağımsız bölümlerinden her birine kat irtifakının kurulduğu tarihteki, doğrudan doğruya kat mülkiyetine geçilme halinde ise, bu tarihteki değeri ile oranlı olarak tahsis edilen arsa payının ortak mülkiyet esaslarına göre açıkça gösterilmesi suretiyle kurulur. Arsa paylarının bağımsız bölümlerin değeri ile oranlı olarak tahsis edilmediği hallerde, her kat maliki veya kat irtifakı sahibi, arsa payının düzenlenmesi için mahkemeye başvurabilir.” Yasa gereğince; arsa payı düzenlemesinin yeniden yapılabilmesinin ilk şartı, arsa paylarının bağımsız bölümlerin değerleriyle oransız olarak belirlenmiş olmasıdır. Bu hususa dayalı istemlerde mahkeme tüm kanıtları değerlendirerek bağımsız bölümün değeri ile bölüme özgülenen arsa payını karşılaştırıp denklik sağlanmaya çalışmalıdır. Söz konusu işlem yapılırken de bağımsız bölümlerin cinsi, bulunduğu kat, alanı, ısınma sistemi, aydınlanması, mimari kullanımı ve konumu, cephesi ve manzarası gibi hususlar değerlendirme için esas alınır. Değerlendirmeye esas alınacak tarihten sonraki imar durumu ile cins ve manzara değişiklikleri, bakım ve onarım çalışmaları nedenleriyle meydana gelen değer artış ve eksilmeleri dikkate alınmaz. Buna göre bağımsız bölümlerin, kat mülkiyetinin kurulduğu tarihteki değerlerinin yukarıda açıklanan unsurları ve bu belirlemeye göre tapu sicilinde kayıtlı arsa paylarında düzeltilmesi gereken bir yanlışlık olduğu bilirkişi kurulunca açıkça saptanmadığına göre, mahkemece davanın reddine karar vermek gerekirken, herhangi bir değerlendirme ve gerekçe içermeyen soyut ve genel ifadeli bilirkişi raporu esas alınarak hüküm kurulması doğru görülmemiştir.
Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, Yargıtay duruşmasında vekille temsil edilen davalılar yararına takdir edilen 990,00 TL vekalet ücretinin davacılardan alınarak davalı taraflara verilmesine, temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 01.10.2013 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2006/2548 K: 2006/5350 T: 27.06.2006
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2016/4321 K: 2016/9947 T: 21.06.2016
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2014/14324 K: 2015/1914 T: 12.02.2015
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2015/6568 K: 2015/18470 T: 15.12.2015
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2014/16522 K: 2015/1265 T: 03.02.2015
Dava, bağımsız bölümlere özgülenen arsa paylarının düzeltilmesi istemine ilişkindir. Kat Mülkiyeti Yasasının 3. maddesi hükmüne göre, bağımsız bölümlere özgülenmiş olan arsa paylarının, kat irtifakının ya da kat mülkiyetinin kurulduğu tarihteki değerleri ile oranlı olup olmadığının saptanması gerekir.
Dava dilekçesinde, arsa paylarının düzeltilmesi istenilmiştir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hükmün temyiz incelemesi davalı … vekili ile davalı asil … tarafından, incelemenin duruşmalı olarak yapılması ise davalı asil … vekili tarafından yasal süresi içinde verilen temyiz dilekçesi ile istenilmekle taraflara yapılan tebligat üzerine duruşma için tayin olunan günde temyiz edenlerden davalı … vekili Av…. ile aleyhine temyiz olunan davacı vekili Av…. geldiler. Gelen vekillerin sözlü açıklamaları dinlendikten sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunarak, tetkik hakiminin açıklamaları dinlenip, gereği düşünüldü:
YARGITAY KARARI Davalı …’ın temyizi yönünden; Davalı mahkeme kararını temyiz etmiş ise de, Dairenin 14.07.2014 gün ve 2014/7403-12040 sayılı geri çevirme kararı uyarınca, davalıya temyiz harcını yatırması için HUMK’nun 434. maddesinin üçüncü fıkrası uyarınca muhtıra çıkarıldığı, anılan madde fıkrasında öngörülen 7 günlük kesin süre içerisinde sözü edilen harcın yatırılmadığı anlaşılmakla Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 01.06.1990 gün 1989/3-1990/4 sayılı kararı da gözönünde tutularak davalının mahkeme kararını temyiz etmemiş sayılmasına, bu nedenle temyiz dilekçesinin REDDİNE,
Davalı … vekilinin temyizi yönünden; Dava, bağımsız bölümlere özgülenen arsa paylarının düzeltilmesi istemine ilişkindir. Kat Mülkiyeti Yasasının 3. maddesi hükmüne göre, bağımsız bölümlere özgülenmiş olan arsa paylarının, kat irtifakının ya da kat mülkiyetinin kurulduğu tarihteki değerleri ile oranlı olup olmadığının saptanması gerekir. Bu inceleme yapılırken bağımsız bölümlerden herbirine özgülenen arsa payının o bölümlerin değerinde sonradan oluşan çoğalma veya azalmanın dikkate alınmaması, her bir bağımsız bölümün değerinin ve dolayısıyla özgülenmesi gereken arsa paylarının belirlenmesinde, bağımsız bölümlerin -kat irtifakının ya da kat mülkiyetinin kurulduğu tarihteki- herbirinin alanı, konumu, biçimi ve diğer farklılıkları gözönünde bulundurulmalı, bu bağlamda herbir bağımsız bölümün yüzölçümü, kaçıncı katta yer aldığı, cadde veya sokağa cephesi olup olmadığı, manzarası, güneşten yararlanma, rüzgar ve diğer dış etkenlerden etkilenme oranları gibi unsurlar gözönünde tutulmalı, buna göre dava konusu edilen bağımsız bölümlerin tapuda yazılı arsa payları ile saptanacak olan arsa payları arasında bir oransızlık bulunması halinde davanın kabulü gerekir.
Hükme dayanak yapılan bilirkişi raporunda, bağımsız bölümlerin binada bulundukları yerleri ve yüzölçümleri açıkça belirtilmesine karşın her bir bağımsız bölümün kat irtifakı ya da kat mülkiyeti kurulduğu tarihteki değerlerine etkili olabilecek diğer unsurlar tek tek yazılıp açıklanmamış ve bu bağımsız bölümlerin değerleri ayrı ayrı hesaplanmamış, soyut bir biçimde değerlendirme yapılarak arsa payları yeniden belirlenmiştir.
Mahkemece, yukarıda açıklanan hususlar doğrultusunda arsa paylarının belirlenmesinde esas alınacak olan bağımsız bölümlerin değerlerini olumlu ya da olumsuz etkileyen tüm unsurların incelenip irdelenmesi için bilirkişi kurulundan yeniden ek rapor alınması ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile hüküm kurulması doğru görülmemiştir.
Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, Yargıtay duruşmasında vekille temsil edilen davalı yararına takdir edilen 1.100,00 TL vekalet ücretinin davacıdan alınarak davalı tarafa verilmesine, temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 03.02.2015 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2006/2548 K: 2006/5350 T: 27.06.2006
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2016/4321 K: 2016/9947 T: 21.06.2016
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2014/14324 K: 2015/1914 T: 12.02.2015
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2015/6568 K: 2015/18470 T: 15.12.2015
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2014/14324 K: 2015/1914 T: 12.02.2015
Yasa gereğince; arsa payı düzenlemesinin yeniden yapılabilmesinin ilk şartı, arsa paylarının bağımsız bölümlerin değerleriyle oransız olarak belirlenmiş olmasıdır. Bu hususa dayalı istemlerde mahkeme tüm kanıtları değerlendirerek bağımsız bölümün değeri ile bölüme özgülenen arsa payını karşılaştırıp denklik sağlanmaya çalışmalıdır. Söz konusu işlem yapılırken de bağımsız bölümlerin cinsi, bulunduğu kat, alanı, ısınma sistemi, aydınlanması, mimari kullanımı ve konumu, cephesi ve manzarası gibi hususlar değerlendirme için esas alınır. Değerlendirmeye esas alınacak tarihten sonraki imar durumu ile cins ve manzara değişiklikleri, bakım ve onarım çalışmaları nedenleriyle meydana gelen değer artış ve eksilmeleri dikkate alınmaz.
Dava dilekçesinde, arsa paylarının düzeltilmesi istenilmiştir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalılardan … vekili tarafından temyiz edilmiştir.
YARGITAY KARARI Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü:
Davacı dava dilekçesinde, arsa paylarının bağımsız bölümlerin değerleriyle orantılı bir şekilde belirlenmediğini belirterek arsa paylarının düzeltilmesini talep etmiş, mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı … vekili tarafından temyiz edilmiştir.
634 sayılı Kat Mülkiyeti Yasası’nın 3.maddesi hükmüne göre; “kat mülkiyeti, bu mülkiyete konu olan anayapının bağımsız bölümlerinden her birine kat irtifakının kurulduğu tarihteki, doğrudan doğruya kat mülkiyetine geçilme halinde ise, bu tarihteki değeri ile oranlı olarak tahsis edilen arsa payının ortak mülkiyet esaslarına göre açıkça gösterilmesi suretiyle kurulur. Arsa paylarının bağımsız bölümlerin değeri ile oranlı olarak tahsis edilmediği hallerde, her kat maliki veya kat irtifakı sahibi, arsa payının düzenlenmesi için mahkemeye başvurabilir.” Yasa gereğince; arsa payı düzenlemesinin yeniden yapılabilmesinin ilk şartı, arsa paylarının bağımsız bölümlerin değerleriyle oransız olarak belirlenmiş olmasıdır. Bu hususa dayalı istemlerde mahkeme tüm kanıtları değerlendirerek bağımsız bölümün değeri ile bölüme özgülenen arsa payını karşılaştırıp denklik sağlanmaya çalışmalıdır. Söz konusu işlem yapılırken de bağımsız bölümlerin cinsi, bulunduğu kat, alanı, ısınma sistemi, aydınlanması, mimari kullanımı ve konumu, cephesi ve manzarası gibi hususlar değerlendirme için esas alınır. Değerlendirmeye esas alınacak tarihten sonraki imar durumu ile cins ve manzara değişiklikleri, bakım ve onarım çalışmaları nedenleriyle meydana gelen değer artış ve eksilmeleri dikkate alınmaz.
Somut olayda, dava konusu taşınmazda 1970 yılında kat mülkiyeti kurulduğu dikkate alındığında aradan geçen süre zarfında taşınmazda arsa paylarına herhangi bir itiraz olmamış, bilirkişi raporunda da bağımsız bölümlerin o tarihteki cinsi, bulunduğu kat, alanı, ısınma sistemi, aydınlanması, mimari kullanımı ve konumu, cephesi ve manzarası gibi hususlar değerlendirilmek suretiyle arsa paylarının yanlışlığını gösterecek herhangi bir delil de ortaya konulmamıştır. Arsa paylarının düzeltilebilmesi için kat mülkiyetinin kurulduğu tarihte ilgili bağımsız bölümün o tarihteki cinsi, bulunduğu kat, alanı, ısınma sistemi, aydınlanması, mimari kullanımı ve konumu, cephesi ve manzarası gibi hususlar dikkate alınırken bir yanlışlık yapıldığının açıkça ortaya konulması gerekir. Mahkemece bu hususlar yeterince açıklanmadan, yanlışlığın nedenleri ortaya konulmadan bilirkişinin mevcut keşif tarihindeki durum dikkate alınarak belirlediği arsa paylarına göre kabul kararı verilmesi doğru görülmemiştir.
Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine,12.02.2015 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2006/2548 K: 2006/5350 T: 27.06.2006
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2016/4321 K: 2016/9947 T: 21.06.2016
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2015/6568 K: 2015/18470 T: 15.12.2015
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1995/8948 E: 1995/10223 T: 16.10.1995
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2015/6568 K: 2015/18470 T: 15.12.2015
Arsa payı düzenlemesinin yeniden yapılabilmesinin ilk şartının, arsa paylarının bağımsız bölümlerin değerleriyle oransız olarak belirlenmiş olması olduğu, bu hususa dayalı taleplerde mahkemece tüm deliller değerlendirilerek bağımsız bölümün değeri ile bölüme özgülenen arsa payı karşılaştırılıp eşitlik sağlanmaya çalışılmalı, bu işlem yapılırken de bağımsız bölümlerin cinsi, bulunduğu kat, alanı, ısınma sistemi, aydınlanması, mimari kullanımı ve konumu, cephesi ve manzarası gibi hususlar değerlendirme için esas alınmalıdır.
Dava ve birleşen davada arsa paylarının düzeltilmesi istenilmiştir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hükmün temyiz incelemesi davacı vekili, birleşen davanın davacılar vekili ile davalı … tarafından, incelemenin duruşmalı olarak yapılması ise davacı vekili tarafından yasal süresi içinde verilen temyiz dilekçesi ile istenilmekle taraflara yapılan tebligat üzerine duruşma için tayin olunan 15.12.2015 gününde temyiz edenlerden davacı ve karşı davalı asil . . .. ile vekili Av…., davalı ve karşı davacı … vekili Av…. ile aleyhine temyiz olunan davalı ve karşı davacı … ve vekili Av…. geldiler. Gelen asillerin ve vekillerin sözlü açıklamaları dinlendikten sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunarak, tetkik hakiminin açıklamaları dinlenip, gereği düşünüldü:
YA R G I T A Y K A R A R I Temyiz istemlerinin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü:
Davacı dava dilekçesinde, arsa paylarının bağımsız bölümlerin değerleriyle orantılı bir şekilde belirlenmediğini belirterek arsa paylarının düzeltilmesini talep etmiş, mahkemece davanın kabulüne karar verilmiştir.
634 sayılı Kat Mülkiyeti Yasası’nın 3.maddesi hükmüne göre; “kat mülkiyeti, bu mülkiyete konu olan anayapının bağımsız bölümlerinden her birine kat irtifakının kurulduğu tarihteki, doğrudan doğruya kat mülkiyetine geçilme halinde ise, bu tarihteki değeri ile oranlı olarak tahsis edilen arsa payının ortak mülkiyet esaslarına göre açıkça gösterilmesi suretiyle kurulur. Arsa paylarının bağımsız bölümlerin değeri ile oranlı olarak tahsis edilmediği hallerde, her kat maliki veya kat irtifakı sahibi, arsa payının düzenlenmesi için mahkemeye başvurabilir.” Yasa gereğince; arsa payı düzenlemesinin yeniden yapılabilmesinin ilk şartı, arsa paylarının bağımsız bölümlerin değerleriyle oransız olarak belirlenmiş olmasıdır. Bu hususa dayalı istemlerde mahkeme tüm kanıtları değerlendirerek bağımsız bölümün değeri ile bölüme özgülenen arsa payını karşılaştırıp denklik sağlanmaya çalışmalıdır. Söz konusu işlem yapılırken de bağımsız bölümlerin cinsi, bulunduğu kat, alanı, ısınma sistemi, aydınlanması, mimari kullanımı ve konumu, cephesi ve manzarası gibi hususlar değerlendirme için esas alınır. Değerlendirmeye esas alınacak tarihten sonraki imar durumu ile cins ve manzara değişiklikleri, bakım ve onarım çalışmaları nedenleriyle meydana gelen değer artış ve eksilmeleri dikkate alınmaz.
Somut olayda, tapu müdürlüğünden mahkemeye gönderilen 31.05.2013 tarihli yazıya göre dava konusu taşınmazda 27.03.1967 tarihinde kat mülkiyetine geçildiği bildirilmiştir. Doğrudan kat mülkiyetine geçildiği bu tarihe göre bağımsız bölümlerin değerlerinin arsa payları ile orantılı olup olmadığının saptanması gerekir. Hükme esas alınan 3. bilirkişi kurulu raporunda kat mülkiyetinin tesis edildiği tarih 27.03.1966 olarak yazılmış ve bu tarihe göre değerlendirme yapıldığı belirtilmiştir. Mahkemece, öncelikle 3. bilirkişi kurulu raporunda kat mülkiyetinin tesis tarihi ile ilgili olarak maddi hata yapılıp yapılmadığı açıklığa kavuşturulmalı, eğer 1966 tarihine göre bir değerlendirme yapılmışsa kat mülkiyetinin kurulduğu tarih olan 27.03.1967 tarihine göre bir değerlendirme yapılması yönünde ek rapor alınması gerektiğinin düşünülmemesi,
Mahkemece dava konusu taşınmazla ilgili onaylı mimarı proje ve varsa tadilat projeleri belediye başkanlığından sorulup dosyaya getirtilmeden sadece tapu müdürlüğünden gelen projeler ile yetinilerek eksik incelemeyle hüküm kurulmuş olması,
bilirkişi kurulu raporunda bağımsız bölümlerin yeniden düzenlenen arsa paylarının toplamı paydaya eşit olmadığı (3039/3040) halde hükme esas alınarak 1 payın açıkta bırakılmış olması,
Doğru görülmemiştir. Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, Yargıtay duruşmasında vekille temsil edilen davalı ve davacı yararına takdir edilen 1.100,00 TL vekalet ücretinin davalıdan alınarak davacı tarafa, davacıdan alınarak davalı tarafa verilmesine, temyiz peşin harçlarının istek halinde temyiz edenlere iadesine, 15.12.2015 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2006/2548 K: 2006/5350 T: 27.06.2006
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2016/4321 K: 2016/9947 T: 21.06.2016
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1995/7310 K: 1995/8188 T: 11.7.1995
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1994/15418 K: 1995/63 T: 16.1.1995
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2016/4321 K: 2016/9947 T: 21.06.2016
Taşınmazda kat irtifakının kurulduğu tarih olan 1963 yılında bağımsız bölümlerin değerinde ve dolayısıyla arsa paylarının tespitinde dikkate alınmayan bu nedenle arsa payları arasında orantısızlığa yol açan somut ve haklı nedenler ortaya konulmadığı gibi dava konusu taşınmazda 1963 yılında kat irtifakının kurulduğu dikkate alındığında aradan geçen süre zarfında taşınmazda arsa paylarına herhangi bir itiraz olmadığı, bağımsız bölümlerin, kat mülkiyetinin kurulduğu tarihteki değerlerinin yukarıda açıklanan unsurları ve bu belirlemeye göre tapu sicilinde kayıtlı arsa paylarında düzeltilmesi gereken bir yanlışlık olduğu bilirkişi kurulunca açıkca saptanmadığına göre, mahkemece davanın reddine karar vermek gerekirken, herhangi bir değerlendirme ve gerekçe içermeyen soyut ve genel ifadeli bilirkişi raporu esas alınarak hüküm kurulması doğru görülmemiştir.
Dava dilekçesinde, arsa payının düzeltilmesi istenilmiştir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hükmün temyiz incelemesi bir kısım davalılar vekilleri tarafından incelemenin duruşmalı olarak yapılması ise davalılar … vd. vekili tarafından yasal süresi içinde verilen temyiz dilekçesi ile istenilmekle taraflara yapılan tebligat üzerine duruşma için tayin olunan 21.06.2016 gününde temyiz edenlerden davalılar … vd. ile davalı … vekili Av…. geldi. Diğer temyiz eden davalılar adına gelen olmadı. Aleyhine temyiz olunan davacı vekili Av…. ile davalı … .. vekili Av…. geldiler. Gelen vekillerin sözlü açıklamaları dinlendikten sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunarak, tetkik hakiminin açıklamaları dinlenip, gereği düşünüldü:
Y A R G I T A Y K A R A R I Davacı dava dilekçesinde, arsa paylarının bağımsız bölümlerin değerleriyle orantılı bir şekilde belirlenmediğini belirterek arsa paylarının düzeltilmesini talep etmiş, mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm bir kısım davalılar vekilleri tarafından temyiz edilmiştir. Dava, bağımsız bölümlere özgülenen arsa paylarının yeniden düzenlenmesi istemine ilişkindir.
634 sayılı Kat Mülkiyeti Yasasının 3.maddesi hükmüne göre; “Kat mülkiyeti, bu mülkiyete konu olan anayapının bağımsız bölümlerinden her birine kat irtifakının kurulduğu tarihteki, doğrudan doğruya kat mülkiyetine geçilme halinde ise, bu tarihteki değeri ile oranlı olarak tahsis edilen arsa payının ortak mülkiyet esaslarına göre açıkça gösterilmesi suretiyle kurulur. Arsa paylarının bağımsız bölümlerin değeri ile oranlı olarak tahsis edilmediği hallerde, her kat maliki veya kat irtifakı sahibi, arsa payının düzenlenmesi için mahkemeye başvurabilir.” Yasa gereğince; arsa payı düzenlemesinin yeniden yapılabilmesinin ilk şartı, arsa paylarının bağımsız bölümlerin değerleriyle oransız olarak belirlenmiş olmasıdır. Bu hususa dayalı istemlerde mahkeme tüm kanıtları değerlendirerek bağımsız bölümün değeri ile bölüme özgülenen arsa payını karşılaştırıp denklik sağlamaya çalışmalıdır. Söz konusu işlem yapılırken de bağımsız bölümlerin cinsi, bulunduğu kat, alanı, ısınma sistemi, aydınlanması, mimari kullanımı ve konumu, cephesi ve manzarası gibi hususlar değerlendirme için esas alınır. Değerlendirmeye esas alınacak tarihten sonraki imar durumu ile cins ve manzara değişiklikleri, bakım ve onarım çalışmaları nedenleriyle meydana gelen değer artış ve eksilmeleri dikkate alınmaz.
Somut olayda dava konusu taşınmazda kat irtifakının kurulduğu tarih olan 1963 yılında bağımsız bölümlerin değerinde ve dolayısıyla arsa paylarının tespitinde dikkate alınmayan bu nedenle arsa payları arasında orantısızlığa yol açan somut ve haklı nedenler ortaya konulmadığı gibi dava konusu taşınmazda 1963 yılında kat irtifakının kurulduğu dikkate alındığında aradan geçen süre zarfında taşınmazda arsa paylarına herhangi bir itiraz olmadığı, bağımsız bölümlerin, kat mülkiyetinin kurulduğu tarihteki değerlerinin yukarıda açıklanan unsurları ve bu belirlemeye göre tapu sicilinde kayıtlı arsa paylarında düzeltilmesi gereken bir yanlışlık olduğu bilirkişi kurulunca açıkca saptanmadığına göre, mahkemece davanın reddine karar vermek gerekirken, herhangi bir değerlendirme ve gerekçe içermeyen soyut ve genel ifadeli bilirkişi raporu esas alınarak hüküm kurulması doğru görülmemiştir.
Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, Yargıtay duruşmasında vekille temsil edilen davalılar yararına takdir edilen 1.350,00 TL vekalet ücretinin davacıdan alınarak davalılara verilmesine, temyiz peşin harçlarının istek halinde temyiz edenlere iadesine, işbu kararın tebliğinden itibaren onbeş gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 21.06.2016 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2006/2548 K: 2006/5350 T: 27.06.2006
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1995/8111 K: 1995/9682 T: 5.10.1995
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1993/7597 K: 1993/10663 T: 11.10.1993
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1996/1851 K: 1996/3667 T: 9.4.1996
Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2017/11115 K: 2018/1345 T: 22.02.2018
Dava arsa payının düzeltilmesi istemine ilişkindir. Somut olayda dava konusu taşınmazda kat irtifakının kurulduğu 02.04.1970 tarihinde; bağımsız bölümlerin değerinde ve dolayısıyla arsa paylarının tespitinde dikkate alınmayan bu nedenle arsa payları arasında orantısızlığa yol açan somut ve haklı nedenler ortaya konulmamıştır.
Taraflar arasındaki davanın yapılan duruşması sonunda kurulan hükmün Yargıtayca incelenmesi davalılar Aykan Oğuz ve Aykut Oğuz vekili tarafından istenilmekle, süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya incelendi, gereği düşünüldü:
K A R A R Davacılar vekili dava dilekçesinde; İstanbul, Kadıköy ilçesi 367 ada 108 parseldeki anagayrimenkulde 20 daire ve 1 işyeri bulunduğunu, binanın 6306 sayılı Kanun çerçevesinde yıkım kararı mevcut olduğunu, arsa paylarının bağımsız bölümlerin değerleriyle orantılı olarak tahsis edilmediğini belirterek tapudaki mevcut arsa paylarının iptali ile bağımsız bölümlerin arsa paylarının yeniden tespit edilmesini talep ve dava etmiştir.
Mahkemece davanın kabulü ile İstanbul Kadıköy ilçesi, Erenköy mahallesi 367 ada 108 parsel üzerinde bulunan (A) ve (B) blokların tapularının iptali ile ayrıntıları hükümde gösterilen şekilde bağımsız bölümlerin arsa paylarının tapuya kayıt ve tesciline karar verilmiş, hüküm davalılar Aykan Oğuz ve Aykut Oğuz vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava arsa payının düzeltilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece eksik inceleme ile karar verilmiş, anataşınmazda bulunan 18 nolu bağımsız bölümün davanın açılmasından sonra el değiştirmesine rağmen mahkemece yeni malik davaya dahil edilmemiş, hükümde sadece arsa paylarının iptaline karar vermekle yetinilmesi gerekirken tapunun iptaline karar verilmiştir.
634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununun 3. maddesi hükmüne göre; “kat mülkiyeti, bu mülkiyete konu olan anayapının bağımsız bölümlerinden her birine kat irtifakının kurulduğu tarihteki, doğrudan doğruya kat mülkiyetine geçilme halinde ise bu tarihteki değeri ile oranlı olarak tahsis edilen arsa payının ortak mülkiyet esaslarına göre açıkça gösterilmesi suretiyle kurulur. Arsa paylarının bağımsız bölümlerin değeri ile oranlı olarak tahsis edilmediği hallerde, her kat maliki veya kat irtifakı sahibi, arsa payının düzenlenmesi için mahkemeye başvurabilir” Kanun gereğince; arsa payı düzenlemesinin yeniden yapılabilmesinin ilk şartı, arsa paylarının bağımsız bölümlerin değerleriyle oransız olarak belirlenmiş olmasıdır. Bu hususa dayalı istemlerde mahkeme tüm kanıtları değerlendirerek bağımsız bölümün değeri ile bölüme özgülenen arsa payını karşılaştırıp denklik sağlamaya çalışmalıdır. Söz konusu işlem yapılırken de bağımsız bölümlerin cinsi, bulunduğu kat, alanı, ısınma sistemi, aydınlanması, mimari kullanımı ve konumu, cephesi ve manzarası gibi hususlar değerlendirme için esas alınır. Değerlendirmeye esas alınacak tarihten sonraki imar durumu ile cins ve manzara değişiklikleri, bakım ve onarım çalışmaları nedenleriyle meydana gelen değer artış ve eksilmeleri dikkate alınmaz.
Somut olayda dava konusu taşınmazda kat irtifakının kurulduğu 02.04.1970 tarihinde; bağımsız bölümlerin değerinde ve dolayısıyla arsa paylarının tespitinde dikkate alınmayan bu nedenle arsa payları arasında orantısızlığa yol açan somut ve haklı nedenler ortaya konulmamıştır. Dava konusu taşınmazda 1970 yılında kat irtifakının kurulduğu dikkate alındığında, aradan geçen süre zarfında taşınmazda arsa paylarına herhangi bir itiraz olmamış, bağımsız bölümlerin kat irtifakının kurulduğu tarihteki değerlerinin yukarıda açıklanan unsurları ve bu belirlemeye göre tapu sicilinde kayıtlı arsa paylarında düzeltilmesi gereken bir yanlışlık olduğu bilirkişi kurulunca açıkça saptanmamış, ayrıca her bir bağımsız bölümün kat irtifakı kurulduğu tarihteki değerlerine etkili olabilecek diğer unsurlar tek tek yazılıp açıklanmamış ve bu bağımsız bölümlerin değerleri ayrı ayrı hesaplanmamış, soyut bir biçimde değerlendirme yapılarak arsa payları yeniden belirlenmiştir.
Mahkemece, taraf teşkili sağlanıp yukarıda açıklanan hususlar doğrultusunda arsa paylarının belirlenmesinde esas alınacak olan bağımsız bölümlerin değerlerini olumlu veya olumsuz etkileyen tüm unsurların incelenip irdelenmesi için bilirkişi kurulundan yeniden rapor alınması ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile davanın kabulü doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle; bir kısım davalılar Aykan Oğuz ve Aykut Oğuz vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, temyiz harcının istek halinde iadesine 22/02/2018 günü oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2020/87 K: 2020/2489 T: 06.07.2020
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2019/4430 K: 2019/6535 T: 12.11.2019
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2017/2458 K: 2018/5203 T: 03.07.2018
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2017/2920 K: 2018/3087 T: 17.04.2018
Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2017/2920 K: 2018/3087 T: 17.04.2018
Dava konusu uyuşmazlık arsa payının düzeltilmesi istemine ilişkindir. Somut olayda mahkemece bağımsız bölümlerin arsa paylarının düzeltilmesine karar verilmiş ise de; arsa payları arasında orantısızlığa yol açan somut ve haklı nedenlerin hangi gerekçelerle oluştuğu hususunda açıklayıcı bir rapor düzenlenmemiştir. Mahkemece kat irtifakının kurulduğu tarih itibariyle kat irtifak belgelerinin, mimari projelerin ve yönetim planının birlikte değerlendirilerek, tapu kaydında arsa paylarının düzeltilmesi hususunda kanaate varılır ise oluşacak yeni arsa paylarının ve oranlarının gösterir mukayeseli gerekçeli somut ve haklı nedenler belirtilerek arsa paylarında düzeltilmesi gereken bir yanlışlık olup olmadığı hususunda uzman bilirkişi kurulunca rapor alınarak oluşan sonuca göre karar verilmesi gerekmektedir.
Taraflar arasındaki davanın yapılan duruşması sonunda kurulan hükmün Yargıtayca incelenmesi davalılardan Mehmet Engin ve Gönül Yağmuroğlu tarafından istenilmekle, süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya incelendi, gereği düşünüldü:
K A R A R Davacı vekili dava dilekçesinde özetle; müvekkilinin “Suadiye Mah. Şenyurt Sok. No:6 İç Kapı No:2 Kadıköy/İSTANBUL” da bulunan apartmanda 2 numaralı bağımsız bölüm maliki olduğunu, dairelerin metrekaresi ve arsa payının dağıtımının orantılı olmadığını beyanla arsa paylarının kat mülkiyeti kanununa uygun olarak yeniden düzenlenmesini talep ve dava etmiştir.
Mahkemece davanın kabulüne dava konusu İstanbul ili, Kadıköy ilçesi, Suadiye mah. Şenyurt sok. 6 kapı nolu tapuda 174 pafta 1091 ada 130 parsel üzerinde kayıtlı kat mülkiyeti ana gayrimenkulün bağımsız bölümleri arsa paylarının iptali ile yeniden düzenlenmiş hali ile tapuya tesciline karar verilmiş, hüküm davalı Mehmet Engin ve Gönül Yağmuroğlu tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu uyuşmazlık arsa payının düzeltilmesi istemine ilişkindir. 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununun 3. maddesinde; kat mülkiyeti veya kat irtifakının, bu mülkiyete konu olan anayapının bağımsız bölümlerinden her birine kat irtifakının kurulduğu tarihteki, doğrudan doğruya kat mülkiyetine geçilme halinde ise bu tarihteki değeri ile oranlı olarak tahsis edilen arsa payının ortak mülkiyet esaslarına göre açıkça gösterilmesi suretiyle kurulacağı, arsa paylarının bağımsız bölümlerin değeri ile oranlı olarak tahsis edilmediği hallerde, her kat maliki veya kat irtifakı sahibinin arsa payının düzenlenmesi için mahkemeye başvurabileceği hükme bağlanmıştır. Arsa payı düzenlemesinin yeniden yapılabilmesinin ilk şartı, arsa paylarının bağımsız bölümlerin değerleriyle oransız olarak belirlenmiş olmasıdır. Bu hususa dayalı istemlerde mahkeme tüm kanıtları değerlendirerek bağımsız bölümün değeri ile bölüme özgülenen arsa payını karşılaştırıp denklik sağlamaya çalışmalıdır. Söz konusu işlem yapılırken de bağımsız bölümlerin cinsi, bulunduğu kat, alanı, ısınma sistemi, aydınlanması, mimari kullanımı ve konumu, cephesi ve manzarası gibi hususlar değerlendirme için esas alınır; değerlendirmeye esas alınacak tarihten sonraki imar durumu ile cins ve manzara değişiklikleri, bakım ve onarım çalışmaları sebebiyle meydana gelen değer artış ve eksilmeleri dikkate alınmaz.
Somut olayda mahkemece bağımsız bölümlerin arsa paylarının düzeltilmesine karar verilmiş ise de; arsa payları arasında orantısızlığa yol açan somut ve haklı nedenlerin hangi gerekçelerle oluştuğu hususunda açıklayıcı bir rapor düzenlenmemiştir. Mahkemece kat irtifakının kurulduğu tarih itibariyle kat irtifak belgelerinin, mimari projelerin ve yönetim planının birlikte değerlendirilerek, tapu kaydında arsa paylarının düzeltilmesi hususunda kanaate varılır ise oluşacak yeni arsa paylarının ve oranlarının gösterir mukayeseli gerekçeli somut ve haklı nedenler belirtilerek arsa paylarında düzeltilmesi gereken bir yanlışlık olup olmadığı hususunda uzman bilirkişi kurulunca rapor alınarak oluşan sonuca göre karar verilmesi gerekmektedir.
Kabule göre de; bağımsız bölümlerdeki intifa hakkı sahiplerinin davada taraf olması gerektiği düşünülmeden karar verilmiş olması bozmayı gerektirmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, temyiz harcının istek halinde iadesine 17/04/2018 gününde oy birliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2020/87 K: 2020/2489 T: 06.07.2020
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2019/4430 K: 2019/6535 T: 12.11.2019
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2017/2458 K: 2018/5203 T: 03.07.2018
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 1993/995 K: 1994/2663 T: 8.3.1994
Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2017/2458 K: 2018/5203 T: 03.07.2018
Kat irtifakı ve kat mülkiyeti kurulurken dava konusu taşınmaz paylarının orantılı olarak paylaştırılmadığı bilirkişi raporunda belirtilmişse de; bu orantısızlığa yol açan somut ve haklı nedenler ortaya konulmaksızın, bağımsız bölümler tek tek gezilerek ölçüm yapılmaksızın ve bağımsız bölümlerin mevcut büyüklükleri hesaplamada dikkate alınmaksızın düzenlenen bu bilirkişi raporu esas alınarak arsa paylarının düzeltilmesine karar verilmesi isabetsizdir.
Taraflar arasındaki davanın yapılan duruşması sonunda kurulan hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı … vekili tarafından istenilmekle, süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya incelendi, gereği düşünüldü:
K A R A R Davacı dava dilekçesi ile, müvekkilinin, … ilçesi, … mahallesi, 104 pafta, 409 ada, 7 parsel sayılı taşınmazda sonradan satın alma suretiyle kat maliki olduğunu, müvekkiline ait dairenin arsa payının olması gerektiğinden daha düşük gösterildiğini, yine aynı konum ve büyüklükteki bağımsız bölümlerin arsa paylarının farklı olduğunu ve kat mülkiyetine geçiş tarihindeki değerleri ile oranlı olarak arsa paylarının düzenlenmediğini, pay oranlarının tekrar düzenlenerek tapuya işlenmesine karar verilmesini, bütün bu nedenlerden dolayı dava sonuna kadar tedbir kararı verilmesi ve yargılama giderleri ve vekalet ücretinin davalılara yükletilmesini talep ve dava etmiştir.
Mahkemece davacı tarafın kat irtifakı kurulurken kat maliki olmadığı, taşınmazı sonradan edindiği, tapuda davacının bağımsız bölümünün arsa payının 20/400 olarak kayıtlı olduğu, bilirkişi raporunda 227/4000 olarak tespit edildiği, arsa payının artmış olması gözönüne alınarak dava açmada hukuki yararının bulunduğu gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilerek yeni arsa payları tahsis edilmiş, hüküm davalı Tülay vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava, arsa payının düzeltilmesi istemine ilişkindir. 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununun 3. maddesi hükmüne göre; “kat mülkiyeti, bu mülkiyete konu olan anayapının bağımsız bölümlerinden her birine kat irtifakının kurulduğu tarihteki, doğrudan doğruya kat mülkiyetine geçilme halinde ise, bu tarihteki değeri ile oranlı olarak tahsis edilen arsa payının ortak mülkiyet esaslarına göre açıkça gösterilmesi suretiyle kurulur. Arsa paylarının bağımsız bölümlerin değeri ile oranlı olarak tahsis edilmediği hallerde, her kat maliki veya kat irtifakı sahibi, arsa payının düzenlenmesi için mahkemeye başvurabilir.” Kanun gereğince; arsa payı düzenlemesinin yeniden yapılabilmesinin ilk şartı, arsa paylarının bağımsız bölümlerin değerleriyle oransız olarak belirlenmiş olmasıdır. Bu hususa dayalı istemlerde mahkeme tüm kanıtları değerlendirerek bağımsız bölümün değeri ile bölüme özgülenen arsa payını karşılaştırıp denklik sağlamaya çalışmalıdır. Sözkonusu işlem yapılırken de bağımsız bölümlerin cinsi, bulunduğu kat, alanı, ısınma sistemi, aydınlanması, mimari kullanımı ve konumu, cephesi ve manzarası gibi hususlar değerlendirme için esas alınır. Değerlendirmeye esas alınacak tarihten sonraki imar durumu ile cins ve manzara değişiklikleri, bakım ve onarım çalışmaları nedenleriyle meydana gelen değer artış ve eksilmeleri dikkate alınmaz.
Somut olayda dava konusu taşınmazda 18.12.1969 tarihinde kat irtifakı 02.10.1974 tarihinde kat mülkiyeti kurulduğu, bilirkişi raporunda kat irtifakına geçiş tarihi olan 18.12.1969 tarihinde arsa paylarının orantılı olarak dağıtılmadığı belirtilmişse de; bağımsız bölümlerin değerinde ve dolayısıyla arsa paylarının tespitinde dikkate alınmayan bu nedenle arsa payları arasında orantısızlığa yol açan somut ve haklı nedenler ortaya konulmamış, ayrıca bağımsız bölümler tek tek gezilerek ölçümler yapılmamış ve bağımsız bölümlerin mevcut büyüklükleri hesaplamada dikkate alınmamıştır.
Dava konusu taşınmazda 1974 yılında kat mülkiyeti kurulduğu dikkate alındığında aradan geçen süre zarfında taşınmazda arsa paylarına herhangi bir itiraz olmadığı, bağımsız bölümlerin, kat mülkiyetinin kurulduğu tarihteki değerlerinin yukarıda açıklanan unsurları ve bu belirlemeye göre tapu sicilinde kayıtlı arsa paylarında düzeltilmesi gereken bir yanlışlık olduğu konusunda mahkemece herhangi bir değerlendirme ve gerekçe içermeyen soyut ve genel ifadeli bilirkişi raporu esas alınarak hüküm kurulması doğru görülmemiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle; davalı Tülay vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, temyiz harcının istek halinde iadesine 03.07.2018 günü oy birliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2020/87 K: 2020/2489 T: 06.07.2020
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2019/4430 K: 2019/6535 T: 12.11.2019
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2006/7817 K: 2006/10533 T.13.7.2006
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2003/3393 K: 2003/4349 T.15.5.2003
Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2019/4430 K: 2019/6535 T: 12.11.2019
ÖZET: Kat mülkiyeti ve kat irtifakı, bu mülkiyete konu olan anagayrimenkulün bağımsız bölümlerinden her birinin konum ve büyüklüklerine göre hesaplanan değerleri ile oranlı olarak projesinde tahsis edilen arsa payının ortak mülkiyet esaslarına göre açıkça gösterilmesi suretiyle kurulur. Arsa paylarının bağımsız bölümlerin payları ile oranlı olarak tahsis edilmediği hallerde, her kat maliki veya kat irtifakı sahibi, arsa paylarının yeniden düzenlenmesi için mahkemeye başvurabilir. Bağımsız bölümlerden her birine bu fıkra uyarınca tahsis edilen arsa payı, o bölümlerin değerinde sonradan meydana gelen çoğalma veya azalma sebebiyle değiştirilemez. 44. madde hükmü saklıdır.
Taraflar arasındaki davanın yapılan yargılaması sonunda kurulan 14/05/2019 günlü hükmün Yargıtayca duruşmalı olarak incelenmesi davacı … vekili … tarafından istenilmekle, tayin olunan 12/11/2019 günü için yapılan tebligat üzerine, temyiz eden … vekili…. ile davacı … ve vekili Av. …, karşı taraftan davalı … ile vekili Av. … geldi, başka gelen olmadı, açık duruşmaya başlandı. Süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra, gelenin sözlü açıklamaları dinlendi, duruşmanın bittiği bildirildi. İş karara bırakıldı. Daha sonra dosya içindeki tüm belgeler incelenip, gereği düşünüldü:
KARAR Dava dilekçesinde, kat irtifakı tesis edilmiş binanın zeminde bulunan mevcut dükkanları 1978 yılında ana yapının bağımsız bölümlerine (dairelere) isabet eden arsa paylarının değerleri ile orantılı olmadığından düşük olduğunu ayrıca davacıların, 1999 tarihinde tüm taraflara ait dükkanların arkasında bulunan bahçenin …. Belediyesine tadilat projesi verilmek suretiyle vaziyet planında gösterildiği ve bahçeyi ticari alana çevirerek dükkanlarına kattıkları, davalının ise aynı tadilat projesine istinaden merdiven boşluğunu dükkana çevirmek suretiyle kullandığını, kat mülkiyeti kanununa göre arsa paylarının belirlenmesinde bağımsız bölümlerin büyüklüğü, konumu, bulunduğu kat, iş yeri yada mesken oluşu manzarası gibi değer arttırıcı ve azaltıcı tüm niteliklerin bilirkişiler marifetiyle incelenmesi suretiyle düzenlenmesinin gerektiği bahçe kısmına isabet eden payın dükkanların tespit edilecek payları oranında 11. ve 13. bağımsız bölüm nolu dükkanların paylarına katılması suretiyle arsa paylarının tescilinin gerektiğini bu suretle dava konusu 27 ada 17 parsel üzerinde mevcut olan binanın maliklerinin mevcut arsa paylarının ve kat irtifakı kaydının iptali ile tadilat projesinin de dikkate alınmak suretiyle yeni oluşacak arsa paylarının taraflar adına tapuya tesciline karar verilmesi istenilmiştir.
Mahkemece 05/05/2015 tarih, 2014/1146 Esas- 2015/728 Karar sayılı ilamıyla davanın reddine karar verilmiş, hükmün davacı tarafça temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 18. Hukuk Dairesinin 12/04/2016 tarih, 2015/12620 Esas- 2016/5956 Karar sayılı ilamıyla, kararın dayandığı kanıtlar ile yasal gerektirici nedenlere göre, yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddi ile usule ve yasaya uygun olan hükmün onanmasına karar verilmiştir. Davacı vekilinin karar düzeltme talebi üzerine Yargıtay 20. Hukuk Dairesinin 02/11/2017 tarih, 2017/1567 Esas- 2017/8776 Karar sayılı ilamıyla “aynı tarihteki kat irtifakı kurulan binalarda özellikle komşu binalarda zeminde bulunan bağımsız bölümlere (dükkanlara) yüksek, bürolara meskenlere düşük arsa payı verildiği ancak dava konusu binada tersi durumun olduğu iddia edilmekle ….. şehir merkezinde bulunan ve kat irtifakının kurulduğu tarih itibariyle de Malatya’nın merkezinde yer alan ve bilinen bir cadde de bulunan anataşınmazın zemin katındaki dükkanların değersiz olduğu değerlendirilemeyeceği. Dosyadaki fotoğraflardan da anlaşıldığı üzere taşınmazın merkezi yerde olduğu görülmekte olduğunu, mahkemece davadaki talepleri duraksamaya yer vermeyecek biçimde maddeler halinde açık ve ayrıntılı olarak gerekçelendirilerek hüküm kurulması gerekirken dosyadaki raporlar arasındaki çelişkilerin giderilerek özellikle kat irtifakı kurulduğu tarih itibariyle taşınmazın bulunduğu mevkide hükme esas alınan bilirkişi raporundaki tesbitlerin (bölgede kömür ardiyeleri, bisiklet kiralama alanları, büz imalathanelerinin olup olmadığı ticari alanda geri kalan bir yer olup yapılaşmanın olup olmadığı konularında) doğruluğu noktasında deliller toplanmalı, o tarih itibariyle komşu parsellerdeki dükkan ve mesken niteliğindeki bağımsız bölümlerin arsa paylarının düzenlenmesindeki esas alınan unsurlar dikkate alınarak Kat Mülkiyeti Kanununun 3. maddesinde belirtilen şartlara uygun iki rapor arasındaki çelişkilerin giderilerek sonucuna göre hüküm kurulması gerekirken ikinci bilirkişi raporuna itibar edilerek davanın reddine karar verilmesi doğru görülmediğini, bu durumda mahkemece taşınmazın bulunduğu …..caddesinin 1978 yılı itibariyle ticari konumu özelliği o tarih itibariyle taşınmazların kat irtifakı kurulurken dükkanlara meskenlere göre fazla arsa payı verilip verilmediği hususları araştırılmalı bilirkişi heyetinden dosyadaki iki raporunda değerlendirildiği hangi nedenlerle hangi rapora uyulup hangi rapora katılınmadığı konusunda Kat Mülkiyeti Kanununun 3. maddesine göre de değerlendirme yapılarak gerekçeli arsa paylarının düzenlenmesi konusunda çelişkiyi gideren rapor alınmalı ayrıca tadilat projesine yönelik olarak dükkanların yeniden arsa payı düzenlenmesi ve tadilat projesindeki bahçenin arsa payının iptaliyle dükkanlar adına tescili yönünde de bu talebe yönelik gerekçeleriyle birlikte olumlu veya olumsuz bir hüküm kurulması gerekirken alınan şekilde karar verilmesi doğru görülmediğinden, açıklanan bu hususlar davacılar vekilinin karar düzeltme dilekçesi üzerine yeniden inceleme sonucu anlaşıldığından, Kapatılan Yargıtay 18. Hukuk Dairesinin 12/04/2016 tarih ve 2015/12620 Esas – 2016/5956 Karar sayılı onama kararının kaldırılarak hükmün açıklanan gerekçelerle bozulmasına karar verilmiştir.
Mahkemece bozmaya uyularak yapılan yargılama neticesinde davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir. Dava anataşınmaza ait arsa paylarının düzeltilmesi istemine ilişkindir.
634 sayılı Kanunun 3. maddesine göre “Kat mülkiyeti ve kat irtifakı, bu mülkiyete konu olan anagayrimenkulün bağımsız bölümlerinden her birinin konum ve büyüklüklerine göre hesaplanan değerleri ile oranlı olarak projesinde tahsis edilen arsa payının ortak mülkiyet esaslarına göre açıkça gösterilmesi suretiyle kurulur. Arsa paylarının bağımsız bölümlerin payları ile oranlı olarak tahsis edilmediği hallerde, her kat maliki veya kat irtifakı sahibi, arsa paylarının yeniden düzenlenmesi için mahkemeye başvurabilir. Bağımsız bölümlerden her birine bu fıkra uyarınca tahsis edilen arsa payı, o bölümlerin değerinde sonradan meydana gelen çoğalma veya azalma sebebiyle değiştirilemez. 44. madde hükmü saklıdır.
Dosyadaki yazılara, mahkemece bozma gerekleri yerine getirilerek yapılan yargılama neticesinde bağımsız bölümlerin değerinde ve dolayısıyla arsa paylarının tespitinde dikkate alınmayan bu nedenle arsa payları arasında orantısızlığa yol açan somut ve haklı nedenler ortaya konulmadığı kat mülkiyetinin kurulduğu tarihten bu yana geçen uzun süre içerisinde arsa paylarına herhangi bir itirazlarının olmadığının tespit edilerek mahkemece davanın reddine karar verilmesinde bir isabetsizlik bulunmadığından, yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddi ile usule ve yasaya uygun olan hükmün onanmasına, temyiz isteminin duruşmalı yapılması nedeni ile Yargıtaydaki duruşma tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesine göre takdir edilen 2.037,00.-TL vekalet ücretinin davacılar … ve …’den alınarak kendisini vekil ile temsil ettiren davalı …’e verilmesine, temyiz harcı peşin alındığından başkaca harç alınmasına yer olmadığına 12/11/2019 günü oy birliği ile karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2020/87 K: 2020/2489 T: 06.07.2020
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2005/1807 K: 2005/6242 T.13.5.2005
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2003/3560 K: 2003/4553 T.27.5.2003
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2004/2248 K: 2004/6390 T.21.6.2004
Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2020/87 K: 2020/2489 T: 06.07.2020
Kat irtifakı veya kat mülkiyetinin kurulması sırasında yahut kat irtifakından kat mülkiyetine geçiş tarihinde arsa payları bizzat kendileri tarafından düzenlenmiş olan kat maliki veya maliklerinin sonradan arsa paylarının düzeltilmesini istemekte iyiniyetli olup olmadıklarının ve ayrıca arsa paylarının düzeltilmesini isteyen kat malikinin bu isteminde korunmaya değer bir hukuki yararının bulunup bulunmadığının mahkemece dikkatle değerlendirilmesi gerekir.
Taraflar arasındaki davanın yapılan duruşması sonunda kurulan hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı…….arafından istenilmekle, süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya incelendi, gereği düşünüldü:
K A R A R Dava dilekçesinde, davacıların malik oldukları apartmandaki arsa payları dağılımı dikkate alındığında bariz bir orantısızlık olduğunu, mahkemece yapılacak inceleme sonucu binadaki mevcut dairelerin arsa paylarının düzeltilmesine karar verilmesi istenilmiştir.
……. 2015/216 Esas – 2016/827 Karar sayılı ilam ile; davanın kabulü ile; dava konusu; İstanbul, Kadıköy, Merdivenköy mah., 724 ada, 188 pafta, 20 parsel sayılı taşınmazın bodrum kat 1 nolu dairenin arsa payının 10/320 iken 129/3200 olarak, bodrum kat 2 nolu dairenin arsa payının 10/320 iken 174/3200 olarak, zemin kat 3 nolu dairenin arsa payının 16/320 iken 164/3200 olarak, zemin kat 4 nolu dairenin arsa payının 12/320 iken 175/3200 olarak, 1. kat 5 nolu dairenin arsa payının 20/320 iken 182/3200 olarak, 1. kat 6 nolu dairenin arsa payının 20/320 iken 200/3200 olarak, 2. kat 7 nolu dairenin arsa payının 20/320 iken 182/3200 olarak, 2. kat 8 nolu dairenin arsa payının 20/320 iken 200/3200 olarak, 3. kat 9 nolu dairenin arsa payının 20/320 iken 188/3200 olarak, 3. kat 10 nolu dairenin arsa payının 20/320 iken 205/3200 olarak, zemin kat 11. nolu dükkanın arsa payının 10/320 iken 98/3200 olarak, zemin kat 12. nolu dükkanın arsa payının 10/320 iken 103/3200 olarak, zemin kat 13 nolu dairenin arsa payının 12/320 iken 140/3200 olarak, 1. kat 14 nolu dairenin arsa payının 20/320 iken 185/3200 olarak, 1. kat 15 nolu dairenin arsa payının 20/320 iken 165/3200 olarak, 2. kat 16 nolu dairenin arsa payının 20/320 iken 185/3200 olarak, 2.kat 17 nolu dairenin arsa payının 20/320 iken 165/3200 olarak, 3. kat 18 nolu dairenin arsa payının 20/320 iken 190/3200 olarak, 3. kat 19 nolu dairenin arsa payının 20/320 iken 170/3200 olarak tespiti ile tapuya tesciline karar verilmiş, hükmün davalı…… vekilinin istinafı üzerine …….ukuk Dairesinin 2017/3542 Esas – 2019/1988 Karar sayılı ilamı ile davalının istinaf başvurusunun esastan reddine karar vermiştir. Verilen bu karar davalı… tarafından temyiz edilmiştir.
Dava arsa paylarının düzeltilmesi istemine ilişkindir. 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununun 3. maddesinde; kat mülkiyeti veya kat irtifakının, bu mülkiyete konu olan anayapının bağımsız bölümlerinden her birine kat irtifakının kurulduğu tarihteki, doğrudan doğruya kat mülkiyetine geçilme halinde ise, bu tarihteki değeri ile oranlı olarak tahsis edilen arsa payının ortak mülkiyet esaslarına göre açıkça gösterilmesi suretiyle kurulacağı, arsa paylarının bağımsız bölümlerin değeri ile oranlı olarak tahsis edilmediği hallerde, her kat maliki veya kat irtifakı sahibinin arsa payının düzenlenmesi için mahkemeye başvurabileceği hükme bağlanmıştır. Arsa payı düzenlemesinin yeniden yapılabilmesinin ilk , arsa paylarının bağımsız bölümlerin değerleriyle oransız olarak belirlenmiş olmasıdır. Bu hususa dayalı istemlerde mahkeme tüm kanıtları değerlendirerek bağımsız bölümün değeri ile bölüme özgülenen arsa payını karşılaştırıp denklik sağlamaya çalışmalıdır. Söz konusu işlem yapılırken de, bağımsız bölümlerin cinsi, bulunduğu kat, alanı, ısınma sistemi, aydınlanması, mimari kullanımı ve konumu, cephesi ve manzarası gibi hususlar değerlendirme için esas alınır; değerlendirmeye esas alınacak tarihten sonraki imar durumu ile cins ve manzara değişiklikleri, bakım ve onarım çalışmaları sebebiyle meydana gelen değer artış ve eksilmeleri dikkate alınmaz.
Somut olayda; mahkemece yapılan araştırma ve inceleme de sonucu alınan uzman bilirkişi raporunda da yapılan değerlendirmenin kat irtifakı tesisi tarihi olan 1973 tarihine göre yapıldığı belirtilmiş ise de yapılan inceleme yeterli değildir. Bu nedenle bağımsız bölümlerin kat mülkiyetinin kurulduğu tarihteki değerlerinin yukarıda açıklanan unsurları ve bu belirlemeye göre tapu sicilinde kayıtlı arsa paylarında düzeltilmesi gereken bir yanlışlık olduğu da davacılar tarafından ispatlanmalıdır. Dosya da mevcut bilirkişi raporunda bağımsız bölümlerin kat mülkiyetinin kurulduğu tarihteki değerlerinin yukarıda açıklanan unsurları ve bu belirlemeye göre tapu sicilinde kayıtlı arsa paylarında düzeltilmesi gereken bir yanlışlık olduğu açıkca saptanmamış, ayrıca bağımsız bölümlerin binada bulundukları yerleri ve yüzölçümleri açıkça belirtilmesine karşın her bir bağımsız bölümün kat irtifakı veya kat mülkiyeti kurulduğu tarihteki değerlerine etkili olabilecek diğer unsurlar tek tek yazılıp açıklanmamış ve bu bağımsız bölümlerin değerleri ayrı ayrı hesaplanmamış, soyut bir biçimde değerlendirme yapılarak arsa payları yeniden belirlenmiştir.
Öte yandan, kat irtifakı veya kat mülkiyetinin kurulması sırasında yahut kat irtifakından kat mülkiyetine geçiş tarihinde arsa payları bizzat kendileri tarafından düzenlenmiş olan kat maliki veya maliklerinin sonradan arsa paylarının düzeltilmesini istemekte iyiniyetli olup olmadıklarının ve ayrıca arsa paylarının düzeltilmesini isteyen kat malikinin bu isteminde korunmaya değer bir hukuki yararının bulunup bulunmadığının mahkemece dikkatle değerlendirilmesi gerekir.
Bu nedenle anataşınmazda kat irtifakı ve kat mülkiyeti kurulması sırasındaki belgeler ile arsa paylarının düzenlenmesine yönelik listede davacıların imzası bulunup bulunmadığı araştırılarak oluşacak sonuca göre bir karar verilmemesi de bozmayı gerektirmiştir.
Mahkemece, yukarıda açıklanan hususlar doğrultusunda arsa paylarının belirlenmesinde esas alınacak olan bağımsız bölümlerin kat irtifakı kurulduğu tarih itibari ile değerlerini olumlu veya olumsuz etkileyen tüm unsurların incelenip irdelenmesi için bilirkişi kurulundan yeniden ek rapor alınması, arsa paylarının düzenlenmesini gerektirecek bir hususun olup olmadığının araştırılıp, sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken eksik inceleme istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmesi doğru görülmemiştir.
Anılan hususlar gözetilmeksizin, eksik inceleme sonucunda ilk derece mahkemesince yazılı şekilde hüküm tesisi ve bu karara karşı yapılan istinaf başvurusunun esastan reddi kararı hatalı olup, bozmayı gerektirmiştir.
SONUÇ: Temyiz olunan bölge adliye mahkemesi kararının ortadan kaldırılarak ilk derece mahkemesi kararının yukarıda yazılı sebeplerle BOZULMASINA, dosyanın kararı veren ilk derece mahkemesine gönderilmesine, bozma kararının bir örneğinin kararı veren bölge adliye mahkemesine gönderilmesine, temyiz harcının istek halinde iadesine 06/07/2020 günü oy birliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2015/175 K: 2015/654 T: 17.02.2015
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2005/1807 K: 2005/6242 T.13.5.2005
- Yargıtay 20. Hukuk Dairesi E: 2003/3560 K: 2003/4553 T.27.5.2003
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2006/2548 K: 2006/5350 T: 27.06.2006
Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 2006/2548 K: 2006/5350 T: 27.06.2006
Kat irtifakı, buna konu olan anayapının bağımsız bölümlerinden herbirine kat irtifakının kurulduğu tarihteki değeri ile oranlı olarak özgülenen arsa payının ortak mülkiyet esaslarına göre açıkça gösterilmesi suretiyle kurulur. Mahkemece ana taşınmazda kat irtifakının kurulduğu tarih itibariyle herbir bağımsız bölümün o tarihteki değerlerinin saptanıp, mevcut arsa paylarının bu değerlerle oranlı olup olmadığının açıkça belirlenmesi gerekir.
Dava dilekçelerinde, projeye aykırılıkların giderilmesi ve arsa payının düzeltimi istenilmiştir. Mahkemece her iki davanında reddine karar verilmiş, hükmün temyiz incelemesinin duruşmalı olarak yapılması davalı-karşı davacı vekili tarafından yasal süresi içinde verilen temyiz dilekçesi ile istenilmekle taraflara yapılan tebligat üzerine duruşma için tayin olunan günde temyiz eden davalı-karşı davacı Vek. Av. M. Zafer O.ve Av. Berrin E. ile aleyhine temyiz olunan davacı-karşı davalı Vek. Av. Sabri A. geldiler. Gelen vekillerin sözlü açıklamaları dinlendikten sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunarak, tetkik hakiminin açıklamaları dinlenip, gereği düşünüldü:
Y A R G I T A Y K A R A R I Dava, davalının bağımsız bölümüne haksız elatmanın önlenmesi, karşı dava ise tarafların bağımsız bölümlerinin arsa paylarının yeniden düzenlenmesi istemlerine ilişkindir. Mahkemece her iki davanın reddine karar verilmiş, hükmü karşı davacı arsa paylarının düzeltilmesi istemli dava yönünden temyiz etmiştir.
Dosyada toplanan bilgi ve belgelerden, özellikle tapu kaydı içeriğinden dava konusu anataşınmazda kat irtifakının kurulmuş olduğu, taraflardan herbirinin kat irtifak hakkı sahibi oldukları, karşı davacı Mehmet Ayhan’ın anataşınmazda kat irtifakının kurulmasından sonra 1 nolu bağımsız bölümünü 2.11.2000 tarihinde satın aldığı anlaşılmaktadır.
Kat Mülkiyeti Yasasının 3. maddesinin ikinci fıkrası hükmüne göre; kat irtifakı, buna konu olan anayapının bağımsız bölümlerinden herbirine kat irtifakının kurulduğu tarihteki değeri ile oranlı olarak özgülenen arsa payının ortak mülkiyet esaslarına göre açıkça gösterilmesi suretiyle kurulur. Arsa paylarının bağımsız bölümlerin değerleri ile oranlı olarak özgülenmediği durumlarda her kat irtifak hakkı sahibi arsa paylarının yeniden düzenlenmesi için mahkemeye başvurabilir. Somut olayda anayapıda kat irtifakı kurulduktan sonra bağımsız bölümü satın alan kat irtifak hakkı sahibi karşı davacı Mehmet A. kendi bağımsız bölümü ile davalıların bağımsız bölümlerine özgülenen arsa paylarının kat irtifakının kurulduğu tarihteki değerleri ile oranlı olmadığını ileri sürerek bu bağımsız bölümlerin arsa paylarının yeniden düzenlenmesini istediğine göre; mahkemece anılan yasa hükmü gözönünde tutularak yerinde gerekli inceleme bilirkişi aracılığı ile yaptırılıp anataşınmazda kat irtifakının kurulduğu tarih itibariyle herbir bağımsız bölümün o tarihteki değerlerinin saptanıp, mevcut arsa paylarının bu değerlerle oranlı olup olmadığının açıkça belirlenmesi gerekir. Bu inceleme yapılırken bağımsız bölümlerden herbirine özgülenen arsa payının o bölümlerin değerinde sonradan oluşan çoğalma veya azalmanın dikkate alınmaması, bu bağlamda herbir bağımsız bölümün değerlerinin ve dolayısıyla özgülenmesi gereken arsa paylarının belirlenmesinde bağımsız bölümlerin nev’i, konumu (cephesi, katı vs.) ile büyüklüklerinin gözönünde tutulması, buna göre dava konusu edilen bağımsız bölümlerin tapuda yazılı arsa payları ile saptanacak olan arsa payları arasında bir oransızlık bulunup bulunmadığının açıkça belirlenmesinden sonra oluşacak sonuç doğrultusunda bir karar verilmesi gerekirken, mahkemece anılan yasa hükmü ve Yargıtay uygulamaları gözardı edilerek yazılı gerekçe ile davanın reddi doğru görülmemiştir.
Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428. maddesi gereğince BOZULMASINA, Yargıtay duruşmasında vekille temsil edilen davalı-karşı davacı yararına takdir edilen 450,00 YTL. vekalet ücretinin davacı-karşı davalıdan alınarak davalı-karşı davacı tarafa verilmesine, temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 27.06.2006 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Benzer İçtihatlar:
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1995/9225 K: 1995/10247 T: 16.10.19952942/11
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1994/823 K: 1994/2040 T: 21.2.1994
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1995/4284 K: 1995/5366 T: 27.4.1995
- Yargıtay 18. Hukuk Dairesi E: 1996/796 K: 1996/1516 T: 12.2.1996